“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”
El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.
Rabbişrah liy sadriy;
Ve yessirliy emriy;
Vahlül ukdeten min lisaniy;
Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)
Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, çöz düğümü dilimden, ki anlasınlar beni. Amin..! Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve la tüassir, Rabbi temmim bil hayr, Allahümme Amin..!
Değerli Kur’an dostları bugün Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesine daha giriyoruz. Bu muhteşem ülkenin muhteşem sitelerinde, o sitenin muhteşem sokaklarında dolaşırken bize vahyin gösterdiği, vahyin tuttuğu aynada hakikat ayan beyan görünüyor ve bizden vahiy hakikati gösterdiği gibi görecek bir göz istiyor. İşte bunun açıkça dile getirildiği surelerden biri Zuhruf suresi.
Mushafta 43. sırada yer alan Zuhruf suresi adını 35. ayetinden alır. Zuhruf süs manasına gelir, süs, bezek. Fakat süslerin en yaygını altın olduğu için daha sonra altın anlamını da kazanmıştır.
Surenin dönemine gelince, sure ittifakla Mekkidir. Haa. Miim ailesinin bir üyesidir. Dolayısıyla Haa Miim ailesinin 8. yılın sonları ve nübüvvetin 9. yılını kapsadığını hatırlayacak olursak bu surede 9. yılda Şura suresinin hemen ardından indirilmiş olmalıdır. Surenin nüzul sıralamasında, iniş periyodunda 62. ya da bu Cabir Bin Zeyd in kronolojisine göre. Bir başka kronolojiye, Hz. Osman kronolojisine göre de 63. sırada yer alır.
Surenin konusu bir iç bütünlük teşkil eder. Gerçekten de başı ve sonu itibariyle surede konu bütünlüğü bariz bir biçimde görülür. Haa! Miim! Ailesinin diğer üyeleri gibi bu surede ilahi bir inşa projesi olan vahiyden söz ederek başlar. Özellikle de vahyin insanı ve hayatı inşa eden boyutuna dikkat çekilir. Ki sure baştan sona vahyin nasıl insanı inşa ettiği ile ilgili doneler verir.
Vahyi ölü toprağa can veren bir yağmura, bir rahmete benzetir sure 11. ayetinde. İman ve inkarın, tevhid ve şirkin. Hakk ve batılın niteliklerini sayıp döker. Özelliklerini öğretir, tahliller yapar. Bu tahlillerin sonuçlarından birini bize sure şöyle verir; Körü körüne ataları taklit. İşte surenin, inkarın, küfrün, şirkin tabiatına dair yaptığı tahliller içerisinde bir numaralı sonuç budur. Körü körüne ataları taklit ki 22. ve 23. ayetler bunu dile getirir.
Yolu izlemek, atalara babasının yolunu reddeden İbrahim örnek gösterilir. Yani ey vahyin inkarcı muhatapları, eğer siz atalar yolunu izlediğinizi iddia ediyorsanız, bu iddianızda samimi değilsiniz. İbrahim sizin en büyük atanız. Onun yolunu izleyin. Neden kafir atalarınızın yolunu izliyorsunuz. İbrahim’le övünüyorsunuz, İbrahim ile iftihar ediyorsunuz, onun hatırasını yaşatıyorsunuz, ondan kalan taşa cennet taşı muamelesi yapıyorsunuz. Fakat siz yolunu izlemeye gelince İbrahim’in yolundan çıkanların yolunu izliyorsunuz.
Peki İbrahim’in yolunu izleseydiniz bu nasıl bir yol olacaktı? Onu da 26 – 29. ayetler arasında veriyor model olarak. İbrahim yola çıkarken babasının dinini eleştirerek çıktı. Yani babasını izlemedi. Babasının yolundan gitmedi. Öncelikle Hakikati sevdi. Atamın yolu, babamın yolu, babalar yolu diye kutsamadı küfrü.
Ya ne yaptı? Eğer yanlış yol babamın gittiği yolda olsa ben o yolda yürümem dedi. Eğer İbrahim’i model alsaydınız körü körüne taklit eder reddederdiniz. Çünkü İbrahim’i İbrahim yapan, İbrahim’i 5.000 yıllık bu iman sayhasının sahibi yapan atalar yolunu körü körüne izlemezdiniz. Tahkik ehli olmasıdır, taklit ehli olmamasıdır. Ve kör taklidin sahibini nasıl kör ettiğini en dikkat çekici bir biçimde sure, şu ayetle dile getirir;
Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn (36)kim rahmanın uyarıcı mesajına karşı tavuk karası bir gözle bakar, yani yamuk bakar, kör davranırsa Allah ona bir ikinci kişilik olarak şeytanı musallat eder. Şeytanı onun melekesi haline getirir. Meleği melekesi haline getirmez, şeytanı melekesi haline getirir. Şeytan öyle melekesi olur, onu öyle yönlendirir, onun merkezine öyle oturur ki Fehuve lehu kariyn; Kendisi onun uydusu olur. Artık onun etrafında dönmeye başlar. İşte bu ayet gerçekten de taklidin, insanın nasıl dehşet körlüğe sevk ettiğini müthiş bir biçimde ifade eder bu 36. ayet.
Bu hastalıklı tavrın önceki vahiylere karşı davranışı, yani önceki vahiylerin inkarcı mensuplarında da aynı hastalıklı tavrın olduğunu sure modellerle, yine örneklerle dile getirir. Vahyin inkarcı muhatapları onlar gibi olmamak üzere uyarılır ve en sonunda sure vahyin ilk muhatabı olan efendimize direnmeyi, sabretmeyi, davet üzre direnmeyi öğütleyerek son bulur.
Değerli Kur’an dostları bu kısa özetin ardından şimdi Zuhruf suresinin tefsirine geçebiliriz.
1-) Haa, Miiiym;
Ha, Miim. (A.Hulusi)
01 – Hâ, mîm. (Elmalı)
Haa, Miiiym mukadda harfleri, heca harfleri. Bu harfler Kur’an da hangi surenin başında yer alıyorsa, o sure 25 i dolaylı değil doğrudan, sadece 3 tanesi de dolaylı olarak vahye atıfla başlar. Dolayısıyla bu harfleri başında gördüğümüz sure şöyle bir imada bulunur. Yani bu harflerin anlamından çok işlevi üzerinde durmak lazım. Eğer işlevsel bir okumaya tabi tutacak olursak bu harfleri; Ey muhatap Allah’ın kalbine manaları indirdiği bu kelimeler, yer yüzünde beşerin konuştuğu bir dile aittir. Dolayısıyla Allah beşerin konuştuğu bir dilin içine lahuti manalar, aşkın manalar indirmiştir. Yani vahiy ayakları yerde başı gökte bir hitaptır. Bunun başını görmek için ayaklarından yola çıkmanız lazım. İşte ayaklarını şu harfler temsil eder. Şu kelimeler, şu cümleler temsil eder. Bu kelimelerden yola çıkarak, ne dediğinden yola çıkarak ne demek istediğini bulabilirsiniz. Ki yaklaşık bu harflerin 35 ayrı yorumu nakledilmiştir. Ben sadece en makul olanlarından birini nakletmiş oldum.
2-) Vel Kitabil mubiyn;
O hakikati apaçık açıklayan BİLGİye yemin olsun. (A.Hulusi)
02 – Bu parlak kitabın kadrini bilin. (Elmalı)
Vel Kitabil mubiyn düşün, özünde açık ve açıklayıcı, taşıdığı anlamı muhatabının kafasına bir biçimde açık bir biçimde sokan bu ilahi mesajı düşün.
Aslında Elmalılı üstadın bu ayete verdiği mana çok daha ilginç. Ha mim aynı zamanda kasem anlamını içerir, yemin anlamını içerir. Bir sonraki ayetin başında ki “vav” atıf vav ı olamaz. Yani bağlaç olamaz. Yemin anlamı da bu ayetin önünde ki Haa miim de mündemiç olduğuna göre bu vav a ya düşün anlamı vereceğiz, ya da Elmalının verdiği gibi bu kelamın kıymetini bilin, bu Kur’an ın kıymetini bilin. Bu kitabın değerini bilin anlamı vereceğiz. Yani bu gerçekten güzel bir anlam.
Üzerinde düşünürsek zaten Allah’ın insanla konuşmasının ne muhteşem bir nimet olduğunu biliriz. Eğer bu vahyin üzerinde düşünürsek Cenab-ı hakkın insanoğlunun önüne indirdiği bu gök sofrasında ne muhteşem lezzetlerin olduğunu da görürüz. Eğer vahiy üzerinde ciddi bir biçimde durur;
Efela yetedebberunel Kur’an. (Nisa/82)onlar Kur’an üzerinde derinliğine, satırların üstünden değil onların arasından geçip satırların arkasında yatan hakiki maç ve anlamları düşünmüyorlar mı? elde etmek için kafa yormuyorlar mı diye muhatabını sorgulayan Kur’an ın emrini yerine getirirsek eğer vahyin eczanesinde devası olmayan hiçbir hastalık bulunmadığını görürüz. Dolayısıyla bu vahyin kıymetini de bilmiş oluruz. Vahyin kıymetini vahyi anlamaya çalışanlar bilir. Vahyi anlamayan onun kıymetini ne bilsin, netsin kıymetini. Vahiy anlaşıldığında kıymeti bilinir. Dolayısıyla vahyi anlamaya çalışmak onun kıymetini bilmek demektir.
Kıymetini bilmeyenler nasıl şükretsin, şükrederler mi? Bir nimet ki hiç tatmamışsınız, tatmadığınız nimete zaten şükür istenmez. Vahiy nimetini tatmak onu anlamakla mümkün. Anlamadan şükredemezsiniz ki. Anladığınız da zaten bunu anlamanın kendisi bir şükür olur.
3-) İnna ce’alnaHU Kur’ânen ‘Arabiyyen lealleküm ta’kılun;
Kesinlikle biz Onu Arapça bir Kur’ân olarak meydana getirdik, tâ ki (anlayıp) aklınızı kullanarak (değerlendiresiniz)! (A.Hulusi)
03 – Hakkâ biz onu Arabî olarak okunacak bir Kur’an kıldık ki akıl irdiresiniz. (Elmalı)
İnna ce’alnaHU Kur’ânen ‘Arabiyyen lealleküm ta’kılun zaten biz, bir önceki ayetle irtibatını kurmak için inna ya bu anlamı verelim; Zaten biz onu anlayabilesiniz diye Arapça bir hitap kıldık. Ayetin sonundan da, ta’kılun diye bitiyor ayet, anlayabilesiniz, akledebilesiniz, kafa yorasınız, üzerinde düşünesiniz. Biraz önce yaptığımız tüm tefsirler aslında bir sonraki ayetin içinde varmış. Yani üzerinde düşünesiniz sözcüğünden de anlaşılacağı gibi, Kur’an ın Arapça oluşuna her atıf yapılan ayet, aslında vahyin amacının anlaşılmak olduğuna yapılmış birer atıftır. Çünkü Arapça vahyin ilk muhataplarının dilidir ve Kur’an ın da ifade buyurduğu gibi;
“Biz her peygamberi kendi kavminin lisanı üzere, dili ile gönderdik.” buyuruyor. Bu doğaldır. Yani insanoğlunun konuştuğu dillerden biri ile inmiş olması, gök ehlinin dili ile değil, yer ehlinin dili ile inmiş olması, Kur’an ın maksadının anlaşılmak olduğunu gösterir.
Zaten bununla amaçlanan da şu; Bu kitap anlaşılamaz. Gerek iyi niyetle; Bu kitap o kadar yüksek ki biz bunu anlayamayız şeklinde olsun, gerek kötü niyetle bu kitap anlaşılmayacak bir kitap, karmaşık bir kitap, düzensiz bir kitap (Haşa) şeklinde kötü niyetli yamuk bakışla olsun her iki mazereti de reddeder. Yani Kur’an a yönelik bu kitap anlaşılamaz, iyi niyetle yapılmışta olsa, biz nerde..! bu kitabı anlamak nerde şeklinde ki tüm yaklaşımları bu tip ayetler baştan devre dışı bırakır, reddeder.
4-) Ve inneHU fiy Ümmil Kitabi ledeyNA le ‘Aliyyün Hakiym;
Muhakkak ki O, katımızda, Ana BİLGİde (İlmullâh), Alîy’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)
04 – Ve hakikat o, bizim nezdimizdeki ana kitapta çok yüksek, çok hikmetlidir. (Elmalı)
Ve inneHU fiy Ümmil Kitabi ledeyNA le ‘Aliyyün Hakiym şüphe yok ki o katımızda bulunan ana kitapta, ümmül kitab. Katımızda bulunan ana kitapta kayıtlıdır. Elbet pek değerlidir o, pek hikmetlidir, hikmetle doludur.
Bu ayetin sonunda ki ‘Aliyyun Hakiym; Kitabı gönderen Allah’a da gidebilir, kitabın kendisine de gidebilir. Böylesine açık uçlu olmasından yola çıkarak ümmül kitab ın ne olduğuna cevap bulabiliriz. Ümmül kitab; vahyin çıktığı kaynak olan kelamı ilahidir. Yani Allah’ın kelam sıfatıdır. Bizatihi ilmullahtır. Allah’ın ilmidir. Onun için kitabın anası Allah’ın ilmidir. Dolayısıyla Allah’ın vasıfları elbette O’nun ilminin de vasıflarıdır. Allah aliyy dir, pek yücedir, O’nun ilmi de pek yücedir. Allah Hakiymdir, hikmet sahibidir, sonsuz hikmet sahibi.
Belki burada nekira olarak gelmiş olmasından yola çıkarak akıl sır ermeyecek bir hikmet sahibidir manası vermekte mümkindir. Yani Allah’ın ilmi de bu hitabın kendisinden doğduğu Allah’ın ilmi de akıl sır ermez bir hikmete dayanır, hikmetle doludur.
5-) Efenadribü ankümüz Zikre safhan en küntüm kavmen müsrifiyn;
Siz (hakikatinizdeki kuvveleri) israf eden bir topluluksunuz diye, sizi uyarmaktan vaz mı geçelim? (A.Hulusi)
05 – Siz müsrif bir kavim olduğunuz için şimdi sizden o öğüdü bertaraf mı edeceğiz? (Elmalı)
Efenadribü ankümüz Zikre safhan en küntüm kavmen müsrifiyn siz değerleri hoyratça harcayan bir toplumsunuz diye bu uyarıcı vahyi sizden geri mi çekelim.
Müşrik muhataplara ve tüm inkarcı muhataplara hitap bu. Siz müsrif bir toplumsunuz, kendi hayatınızı bozuk para gibi harcayan, daha doğrusu değerleri, eline geçirdiği her değeri kötü bir biçimde kullanan, harcayan, değerini bilmeyen bir toplumsunuz diye biz indirdiğimiz vahyi geri mi çekelim.
Batılın şirretliği hakkın yerinin ona bırakılmasının mazereti olamaz. Yani batıl çok şirret diye, çok saldırgan diye Hakk yerini ona bırakıp geri mi çekilsin. Hakka düşen direnmek değil mi, yerinde sebat göstermek değil mi. İşte biz bunu anlıyoruz. Bu ayetten çıkarılan nükte de bu.
6-) Ve kem erselna min Nebiyyin fiyl evveliyn;
Öncekiler içinde de nice Nebiler irsâl ettik. (A.Hulusi)
06 – Halbuki evvelkiler içinde biz nice Peygamber gönderdik. (Elmalı)
Ve kem erselna min Nebiyyin fiyl evveliyn hem öncekilere de çok sayıda peygamber göndermiştik.
7-) Ve ma ye’tiyhim min Nebiyyin illâ kânu Bihi yestehziun;
Onlara bir Nebi geldiğinde, mutlaka onun getirdikleriyle alay ederlerdi. (A.Hulusi)
07 – Hiç bir Peygamber de gelmiyordu ki kendilerine onunla mutlak eğlenmesinler. (Elmalı)
Ve ma ye’tiyhim min Nebiyyin illâ kânu Bihi yestehziun ama kendilerine gönderilen her peygamberle alay ettiler. Her peygamber inkarcı muhataplarının şu 4 aşamalı politikasıyla karşı karşıya kaldı.
1 – Birinci aşama görmezden gelmeyi. Aynısı peygamberimize de yapıldı.
2 – İkinci aşama alaya alma.
3 – Üçüncü aşama iftira etme,
4 – Dördüncü aşama fiziki ve fiili saldırıda bulunma. Hemen her peygamber bu dört aşamaya uğramıştır. Muhatapları tarafından bu dört aşamalı bir inkarla karşılaşmıştır.
Feehlekna eşedde minhüm batşen ve meda meselül evveliyn;
Bu yüzden onlardan daha güçlü olan niceleri helâk ettik… Öncekiler ibret dolu hikâyeleriyle mazi oldu! (A.Hulusi)
08 – Onun için biz onlardan daha sert pençelileri helâk ettik, ve evvelkilerin meseli geçti. (Elmalı)
Feehlekna eşedde minhüm batşen sonunda şunlardan, belki minküm gelmeliydi, sizden. Ama siz deyince belki müminleri, hatta Resulallah’ı da içine alır zannedilmesin gerekçesiyle minhüm; şunlardan. Kim şunlar? Yani ilk muhatabı inkarcılardan daha güçlü kuvvetli oldukları halde onları da helak ettik. Yani ey inkarcılar siz inkarda orijinal değilsiniz. Eğer inkar etmekle çok orijinal bir şey yaptığınızı düşünüyorsanız böyle düşünmeyin. Çünkü inkarcı meczul miktarda var insanlık tarihinde. İnkar çok matah bir şey değil, inkar öyle değerli bir şey değil. Çünkü hep çoğunluk inkar etmiştir zaten. Dolayısıyla eğer siz inkar etmekle Allah’ı ve hakikati pes ettireceğini düşünüyorsanız, sizden önce çok daha güçlüleri inkar etti, fakat hakikat yine güneş gibi kimse örtemediği gibi hiçbir inkarcı da vahyin sesini boğamaz.
ve meda meselül evveliyn zaten öncekilerin meselleri, hikayeleri de daha önce geçmişti.
Bu ibare farklı bir biçimde de anlaşılabilir ve meda meselül evveliyn geriye kalan ibretlik bir anı oldular. O helak edilenler geriye kalanlar için ibretlik bir anı oldular şeklinde de anlaşılabilir. Ama bizim tercihimiz daha doğru, Özellikle önceden onların hikayeleri, kıssaları anlatılmıştı derken mesela bu sureden önce inen fussilet suresi 13 – 18 ayetlerinde geçmişte helak edilmiş kavimlerin kıssası anlatılmıştı, ondan önce de yer almıştı.
9-) Ve lein seeltehüm men halekas Semâvati vel Arda le yekulünne halekahünnel ‘Aziyzül ‘Aliym;
Yemin olsun ki eğer onlara: “Semâları ve arzı kim yarattı?” diye sorsan, elbette: “Onları, Aziyz ve Aliym olan yarattı” diyecekler. (A.Hulusi)
09 – Celâlim hakkı için sorsan onlara o Gökleri ve Yeri kim yarattı? Elbette diyecekler: onları o azîz, alîm yarattı. (Elmalı)
Ve lein seeltehüm men halekas Semâvati vel Arda le yekulünne halekahünnel ‘Aziyzül ‘Aliym eğer onlara sormuş olsaydın ve deseydin ki gökleri ve yeri kim yarattı? Onlar hiç tereddüt etmeden elbet sonsuz yücelik ve Aliym olan mutlak bilgi sahibi olan Allah yarattı derlerdi.
Bunlar için bir üstteki ayette sözü edilen geçmiş kavimler olmalı diye düşünüyorum şahsen. Yani bunlar kim. Vahyin ilk muhatabı olan Mekke müşrikleri bunu söylüyorlar. Fakat bağlam geçmişte helak edilmiş kavimlerden söz ediyor. Dolayısıyla bu ayette; sorsan onlara gökleri ve yeri kim yarattı diye onlar; Her şeyi bilen ve her şeyden güçlü olan Allah yarattı derlerdi. Sözü o helak edilen kavimlere ilişkin. Yani onlarda bunlar gibi derlerdi, onlarda bu vahyi inkar den Mekke’nin müşrikleri gibi gökleri ve yeri Allah’ın yarattığını biliyorlardı.
Elbette yani putlarının yaratmadığını biliyorlardı. Her inkarcı kavim aslında Allah’a ortaklar koşarken beni bu put yarattı diyene rastlamıyoruz. Firavun bile gökleri ben yarattım diyemiyordu. Ama ben sizin rabbinizim diyordu. Düşünebiliyor musunuz. Aslında tüm pagan kavimler, putperest kavimler, inkarcı kavimler bu kainatı, insanı, gökleri, putlarının yarattığını düşünmüyorlardı ve tanrılar tanrısı dedikleri en yüce varlığa iman ediyorlardı. Problemleri O’na ortaklar koşmaları ya da O’nun bazı vasıflarını başkalarına yakıştırmalarıydı. İşte burada da bu gerçeği dile getiriyor.
10-) Elleziy ce’ale lekümül Arda mehden ve ce’ale leküm fiyha sübülen lealleküm tehtedun;
O ki, arzı (bedeni) sizin için (içinde gelişeceğiniz) beşik kıldı ve hakikate eresiniz diye onda sizin için (düşünce akımları – meşreblere göre) yollar oluşturdu. (A.Hulusi)
10 – O ki Arzı sizin için bir beşik yaptı, ve doğru gidesiniz diye size yollar açtı. (Elmalı)
Elleziy ce’ale lekümül Arda mehden ve ce’ale leküm fiyha sübülen lealleküm tehtedun işte yeri sizin için beşik yapan da, yolunuzu bulasınız diye orada sizin için yollar var eden de O’dur. Yani gökleri ve yeri yaratandır. Burada müthiş bir tahlil ve müthiş bir ince tenkit var. Nedir? Her putperest gökleri Allah’ın yarattığını, yerleri putunun yaratmadığını bilir. Fakat inkar ettiği nedir? Yolu, yani gökleri ve yeri yaratan yolsuz mu yarattı. Sizin yer yüzünde yürüyeceğiniz, şu kısacık hayatta yürüyeceğiniz yolları bile var etti. Yani yollar bulasınız diye geçitler, vadiler, ovalar, düzlükler, en bitimsiz sıra dağlar arasında bile geçitler koydu, yerleştirdi. Veyahut ta daha derin bir ifade ile size yol yapacak bir yetenek verdi. Yolunuzu bulacak bir akıl verdi.
Peki size şu kısacık dünya hayatında bile yolsuz bırakmayan ebedi hayatta sizi yolsuz bırakır mı? Bu nasıl düşünce, bu nasıl yaklaşım, bu nasıl çelişki. Siz bunu nasıl düşünebiliyorsunuz. Yani şu geçici hayatta size yollar versin de ebedi hayatta sizi yolsuz bıraksın. Ya da fiziki yolunuzu düşünsün de manevi yolunuzu düşünmesin. Öyle mi umuyor, böyle mi bekliyorsunuz. Aslında bize sordurduğu soru bu.
11-) Velleziy nezzele mines Semâi maen Bi kader* feenşerna Bihi beldeten meyta* kezâlike tuhrecun;
O ki, semâdan ölçülü olarak bir su (ilim) indirdi… Onunla ölü bir beldeyi (bilinci) dirilttik! Böylece (kabirlerden – bedenlerden) çıkarılırsınız. (A.Hulusi)
11 – Ve o ki yukarıdan bir miktar ile bir su indirmekte ve onunla ölü bir beldeye hayat neşretmekteyiz, işte siz de öyle çıkarılacaksınız. (Elmalı)
Velleziy nezzele mines Semâi maen Bi kader gökten suyu bir ölçüye göre sürekli indiren de O’dur. Bi kader; Bu ibarenin anahtar sözcüğü. Bir kaderle, tamda işte kader. Bir kadarla, bir ölçüyle, bir nizam ve intizam dahilinde daha geniş bir anlam alanı içerisinde düşünürsek. Ne demek bu? Ey insan Allah, kimsenin hesap soramayacağı bir varlık. Yani tüm mahlukatı yaratan olduğu halde kendi işinde nizamlı ve intizamlı, yani ölçülü çalışıyor. Ya sen, her şeyinle yarımsın, her şeyinle yetersizsin. Kendi kendine ve her şeye yeten Allah bile kendine ölçüler koyarken sen neden ölçüsüzsün. Tanrı değilsin, halık değilsin, mahluksun. Kendi kendine yeten değilsin, muhtaç olansın. Ama neden ölçüsüzsün. Ölçüsüz olursan başarısız olursun.
Aslında Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak belki de budur işte. Yer yüzünün en eskimez hikmetlerinden biri. Bazı kaynaklarda tacda mesela hadis olarak nakledilse de Aslında bu yer yüzünün en eskimez hikmetlerindendir. Nedir bu Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak? Kaderli olmak, ölçülü olmak. Ölçüsüz olmamak, mizansız olmamak, terazisiz olmamak. Mesela ölçüsüz akıl. Aslında akıl kalbin ölçüsüdür. Kalp sürekli devinen ve dağınık olan demektir. Bir kararda durmayan demektir. Akıl ise bir kararda durmayan kalbi bağlayıp bir kararda tutan şeydir. Dolayısıyla Allah ölçüyü vermiş fakat kullanmıyorsa eğer başarısız olacak demektir.
feenşerna Bihi beldeten meyta* kezâlike tuhrecun bunun sonunda biz nasıl ölü toprağı diriltiyorsak, işte siz de öldükten sonra böyle çıkarılacaksınız. Yani lafzi olarak çıkarılacaksınız, belki diriltileceksiniz anlamında çıkarılacaksınız.
Ölü toprağı yağmurla diriltmek, aslında Kur’an ın neresinde yağmurun ölü toprağı diriltilişinden söz ediliyorsa orada zımnen ya da açık olarak vahyin ölü yürekleri diriltişine bir atıf vardır. Çünkü vahiy yağmura, ölü toprak ta ölü kalbe benzetilir. Nasıl ki yağmur ölü topraklara bahar getiriyorsa, vahiy de çölleşmiş yüreklere bahar getirir. Aslında cennet vahiy yağmurunun düştüğü yürekte ki baharın ahirete, ebedi hayata taşınmasıdır.
12-) Velleziy halekal ezvace külleha ve ce’ale leküm minel fülki vel en’ami ma terkebun;
O ki, bütün çiftleri (gen çift sarmalını) yarattı ve sizin için gemilerden (bilinçler) ve en’amdan (biyolojik beden) bindiğiniz şeyleri oluşturdu. (A.Hulusi)
12 – Ve o ki bütün çiftleri yarattı ve sizin için gemilerden ve yumuşak hayvanlardan bineceğiniz şeyler yaptı(Elmalı)
Velleziy halekal ezvace külleha duraksamamın sebebi acaba okusam mı okumasam mı diye vahyin hayat verici soluğundan bahseden bir ayet aklıma takıldı da onun için.
..üsteciybu Lillâhi ve lirRasûli izâ de’aküm lima yuhyıyküm. (Enfal/24) işte bu. Ey insan, ey iman ettiğini iddia eden insan eğer iddianda samimi isen şunu yap; Allah ve Resulü sizi diriltmeye davet ettiğinde lima yuhyıyküm sizi dirilten bir mesaja, size can veren bir vahye davet ettiğinde hiç durmayın hemen bu davete icabet edin. İşte bunun gibi.
Velleziy halekal ezvace külleha ve bütün varlığı çift kutuplu olarak yaratan O’dur.
Çift kutuplu halekal ezvace zıd kutuplu. İki şekilde de anlayabiliriz. Mahlukatın en temel yasası budur. Çift kutupluluk. Aslında Halıkla mahluku ayıran temel kuraldır bu. Allah tektir, O’nun dışında ki her şey çifttir. Bu böyledir. Bunun tek istisnası çift kutupluluğun, varlık içerisinde tek istisnası Allah’tır. O tektir. İman küfür, aydınlık karanlık, zenginlik yoksulluk. Erkek dişi. Sağ sol. Ön arka. Üst alt. Dünya ahiret yani sayın gitsin zengin yoksul, yöneten yönetilen..! Yani hayatın tamamı çift kutuplu. Hatta varlığa bakışımız ahdi zihni, yani zihnimizde bir varlık var, bir de dışımızda o varlığın gerçeği var. Elma ile elmanın zihnimizdeki yansıması. Bu bile çift kutuplu.
Dolayısıyla mahlukat çift kutuplu. Halık ile mahluku ayıran temel bu ve burada zımnen şöyle bir şey de var. Allah’ın yaratışının temelinde ki bu yasaya göre iman ve küfür hep olacak. İş bu çift kutupluluk yasasının sırrını anlamak. Dolayısıyla bu sırrı anlarsanız eğer, ne ile nasıl mücadele edileceğini öğrenmiş olur, ilahi yasaya karşı savaşmak gibi bir külfetten kurtulursunuz. O zaman hayatı daha doğru anlarsınız. Hayatın kutuplarını yok etmek değil, siz kendi kutbunuzu, daha doğrusu sizin tercihini olan kutbu belirlersiniz.
Unutmayalım dünyada insan kendi özünde bu çift kutbu birleştirir. İşte nefis negatif, ruh pozitif kutupta yer alır. Hangisini sularsanız o ağır gelir ve ahiret suladığınız ve geliştirdiğiniz kutba göre gerçekleşir ve ahirette bu kutuplar ayrışır. Zaten Cennet ya da cehenneme girmek, dünyada birleşik olan bu kutupların artık ayrışması anlamına gelir. eğer pozitif kutbunuz hayatınızın merkezi haline gelmişse, hayatınızı ruh, iman, iz’an, i’kan, Kur’an, akıl gibi unsurlarla belirlemişse artık sizin ahiretiniz de cennet olur. Yok nefis, şeytan, günah, kin, haset, isyan, tuğyan, küfür, şirk vs. gibi araçlarla sulamış, orayı geliştirmişse artık öbür kutup ölür ve o insan kendi kendini cehennem yakıtına çevirmiş olur.
ve ce’ale leküm minel fülki vel en’ami ma terkebun gemileri ve hayvanları, bindiğiniz her şeyi var eden yine O’dur.
13-) Li testevu alâ zuhurihi sümme tezküru nı’mete Rabbiküm izesteveytüm aleyhi ve tekulu subhânelleziy sahhare lenâ hâzâ ve mâ künnâ lehû mukriniyn;
Ki, sırtlarına kurulasınız, sonra onun üzerine yerleştiğinizde Rabbinizin nimetini zikredesiniz ve: “Bunu bize kullandıran Subhandır! (Yoksa) biz bunu değerlendiremezdik” diyesiniz. (A.Hulusi)
13 – Ki sırtlarına kurulasınız, sonra üzerine kurulduğunuzda rabbinizin nimetini anıp diyesiniz: tenzih o sübhâna ki bunu bize müsahhar kılmış, yoksa biz bunu yanaştıramazdık. (Elmalı)
Li testevu alâ zuhurih bu sayede sırtlarına kurulup hükmediyorsunuz. Evet, bu sayede sizi taşıyan her taşıtın sırtına kurulup hükmediyorsunuz. Hangi sayede. Allah’ın eşyayı emrinize vermesi sayesinde. Allah’ın eşyanın yasalarını size açması sayesinde sırtlarına kurulup hükmediyorsunuz. Yani aslında derinden derine çok şey söylüyor bu ibareler. Ama devam edelim ne söylediğini orada izah etmeye çalışalım.
sümme tezküru nı’mete Rabbiküm izesteveytüm aleyhi ve tekulu subhânelleziy sahhare lenâ hâzâ ve mâ künnâ lehû mukriniyn ve ne zaman ki onlara hükmettiniz, rabbinizin nimetini anıp şöyle diyesiniz. sahhare lenâ hâzâ ve mâ künnâ lehû mukriniyn diyesiniz. Ne demek? Bütün bunları bir yasaya bağlayıp emrimize amade kılan Allah’ın şanı ne yücedir. Bütün bunları; sahhara lena, bir yasaya bağlayıp emrimize amade kılan. Ya da burada ki lam ın farklı bir okunuşundan, işlevinden yola çıkarak; Bunları bizim hükmümüz altına veren, doğrudan hükmümüz altına veren Allah’ın şanı ne yücedir. Değilse biz ve mâ künnâ lehû mukriniyn biz bunu asla elde edemezdik deyiniz, diyesiniz.
Evet, değerli Kur’an dostları, efendimiz yola çıkarken bineğinin üstüne oturduğu anda yaptığı dua buydu. Önce 3 kere tekbir getirir, Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, sonra tehlil (Lâilâhe illâllâh) getirir ve ondan sonra da bu ayeti okurdu. Bu ayeti okuması, yani altımızda binek veya araba veya uçak fark etmiyor. Sizi bir yerden bir yere taşıyan her şey aslında Allah’ın yasaları çerçevesinde işlemekte.
Bu noktada bize ne öğretiyor dersiniz? Ekmeğe değil ekmeğin sahibine şükret. İçinde bulunduğunuz hayatı size kolaylaştıran her şey Allah’ın yasaları çerçevesinde işlemekte. Dolayısıyla siz o yasaları koyan Allah’a şükredin. Şükredin ki Allah size nimetini artırsın. Yoksa küfrederseniz, nankörlük ederseniz o bindiğiniz şeyler sizi Allah’tan uzaklaştıran bir araca dönüşür. Nimetler külfet olur, bela olur. Nikmet olur (Şiddetli ceza).
14-) Ve innâ ilâ Rabbinâ le münkalibûn;
“Doğrusu biz (sürekli dönüşerek) Rabbimize ereceğiz!” (A.Hulusi)
14 – Ve her halde biz dönüp dolaşıp rabbimize varacağız. (Elmalı)
Ve innâ ilâ Rabbinâ le münkalibûn ve şu kesin ki biz elbette rabbimize döneceğiz. Biraz önceki duanın devamı aslında. Biz rabbimize döneceğiz, bakınız bir yerden bir yere yola çıkıyorsunuz, aslında dünyevi bir iş yaptığınız, bindiğiniz de dünyevi bir araç ama hemen aklınıza gelen, yani Müslüman olmuş bir aklın nasıl çalışması gerektiğini öğretiyor. İşte vahyin inşası bu, ilahi inşa bu. Tasavvur inşa ediyor.
Yolculuk mu var, her yolculuk size ebedi yolculuğu hatırlatmalı. Her dünyevi yolculuk, hayatın bir yolculuk olduğunu hatırlatmalı ve bu ömrün de bütünüyle yolcu olan insana verilmiş bir kredi olduğunu hatırlatmalı. Yani ey insan sen yolcusun yolun sahibi yolun sonunda değil ey insan yolun sahibidir o, yolun sonunda değildir. Dolayısıyla aramakla bulunmaz, fakat bulanlar arayanlardır. Yürümekle varılmaz lakin varanlar yürüyenlerdir. Her yolculuk sana ebedi yolculuğu hatırlatmalı ey insan. O zaman o akla Müslüman akıl denir. İşte zikir budur. Zikir insanın hatırından Allah’ın hiç çıkmamasıdır.
15-) Ve ce’alu leHU min ıbadiHİ cüz’a* innel İnsane lekefurun mubiyn;
O’na, O’nun kullarından bir cüz kıldılar (Ahad üs Samed oluşunu inkâr ile onu cüzlerden oluşmuş kabul ederek çocuğu olduğunu ileri sürdüler). Muhakkak ki insan apaçık bir nankördür! (A.Hulusi)
15 – Öyle iken tuttular kullarından ona bir cüz tasladılar, hakikat insan çok nankör, açık bir küfürbazdır. (Elmalı)
Ve ce’alu leHU min ıbadiHİ cüz’an ama kalkarlar kullarımdan birilerini O’ndan bir parçaymış gibi telakki ederler. Veya O’nun uluhiyetinden bir parçayı, O’nun bazı yaratıklarına yakıştırırlar. İki şekilde de anlaşılabilir.
innel İnsane lekefurun mubiyn Şu bir gerçek ki bunu yapan bir insan gerçekten de çok açık bir nankörlüğe sapmıştır.
Lekefurun mubıyn; İlginizi çekmedi mi? Surenin girişinde de Vel Kitabil mubiyn vardı. Kefurun mubıyn – Kitabil mubıyn. Açık nankörlük, ayan açık kitab. Kitabil mubiyn i inkar eden bir insan sıradan bir nankörlük yapmış olmaz. Kitabin mubiyn; özünde açık ve açıklayıcı bir kitaptı değil mi. Dolayısıyla böyle bir vahyi inkar ederse o sadece sıradan kefur, nankör olmaz, kefurun mubiyn olur. Yani katmerli nankör olur. Böyle anlayacağız.
16-) Emittehaze mimma yahlüku benatin ve asfâküm Bil beniyn;
Yoksa yarattıklarından kızlar edindi de erkek çocukları size mi bıraktı? (A.Hulusi)
16 – Yoksa o, yaratıp durduğu mahlûklarından kendine kızlar edindi de oğullarla imtiyazı size mi verdi? (Elmalı)
Emittehaze mimma yahlüku benatin ve asfâküm Bil beniyn yoksa O, yarattıklarından kız olanları kendisine, erkek olanları da size mi bıraktı?
Kur’an burada cinsiyete ilişkin bir hükümde ve tercihte bulunmuyor, asla. Sadece cinsiyet ayrımcılığına dayalı müşrik aklı suçüstü yakalıyor. Evet cürmü meşhut halinde yakalıyor. Suçüstü ediyor onları. Hani Elekümüzzekeru ve lehül ünsâ. (Necm/21) öyle diyordu ya; Kızlar O’na, erkekler size ha? Tilke izen kısmetun dıyza. (Necm/22) o halde bu nasıl bir taksimat, bu nasıl bir adalet.
Aslında burada da söylenen aynı şey. Kur’an; Kız ya da erkek olmayı övünmek ya da dövünme vesilesi bilmiyor. Ama muhatabın aklının nasıl ters çalıştığını gösteriyor. Allah’a inandığınızı söylüyorsunuz, Allah’ın en büyük tanrı olduğuna inandığınızı söylüyorsunuz, fakat sevmediğinizi Allah’a veriyorsunuz. Yani tam bir kabil kompleksi. Devam ediyoruz;
17-) Ve izâ büşşira ehadühüm Bima darebe lirRahmâni meselen zalle vechuhu müsvedden ve hüve kezıym;
Onlardan biri Rahmân’a nispet ettiği kızlar ile müjdelendiğinde, dertlenip yüzü simsiyah kesilir! (A.Hulusi)
17 – Halbuki içlerinden biri o Rahmana fırlattığı mesel ile kendisi tebşir kılındığı vakit yüzü simsiyah oluyor da kederinden yutkunup yutkunup dolukuyor. (Elmalı)
Ve izâ büşşira ehadühüm Bima darebe lirRahmâni meselen zalle vechuhu müsvedden ve hüve kezıym evet Ayete bakınız ayete dostlar. Ama onlardan birine, rahmana layık kız çocuğu müjdelenince hemen yüzü kapkara kesilir ve içi öfke ile karışık bir hüzün dolar. İçini öfke ile karışık bir hüzün kaplar.
Benzer bir ayet Nahl/58. ayeti. Kabil kompleksi dedim değil mi. Yani sahip olduğunun en kötüsünü Allah’a layık görmek. Sahip olduğu en değersizi Allah’a ayırmak. Tam bir Kabil kompleksi. Aslında değersiz olduğu için değil, değersiz gördüğünü, yoksa Allah katında değersiz değil. Ama kendisi değersiz görüyor. İşte bu suçüstü yakalanma hali.
18-) Evemen yüneşşeü fiyl hılyeti ve huve fiyl hısami ğayru mubiyn;
Yoksa süs içinde yetiştirilen ve tartışmada beyan gücü olmayan diye değerlendirdiğinizi (kız çocukları) mi (Allâh’a yakıştırıyorsunuz)! (A.Hulusi)
18 – Ya o ziynet içinde yetiştirilecek de muhasamaya (Muhalefet) gelince beceremeyecek olanı öyle mi? (Elmalı)
Evemen yüneşşeü fiyl hılyeti ve huve fiyl hısami ğayru mubiyn ne der, ne? Süs püs içinde yetiştirilmekten başka bir işe yaramayan biri daha mı. Yani süslenip püslenmekten başka bir işe yaramaz kız çocuğu der. Aynı zamanda cinsiyet ayırımcılığına bakışlarını da sorguluyor Kur’an. Böyle der ve kendini belli belirsiz bir çatışmanın fiyl hısami ğayru mubiyn belli belirsiz bir iç çatışmanın içinde bulur. Yüreğinde gelgitler oluşur, dehşetli bir çatışma içinde bulur. Yani ne yapsın mı, tutsun mu bir başka ayette ifade buyrulduğu gibi. Yani yanında alı mı koysun yoksa götürüp diri diri gömsün mü.
Neden? Neden böyle yapar bu akıl? İşte aslında bize bunu veriyor Kur’an. Müşrik aklın çalışma biçimini sorgulamamızı istiyor. Soyut düşünmekten aciz bedevi aklın işte durumu bu. Nedir bu durum? Bedevi akıl estetiği para etmediği için değer saymaz, güzelliği. Onun içinde süs püs içinde güzelleşmekten başka bir işe yaramayan diyor. O fiili ve fiziki olarak ne getirdiğine bakıyor. Erkek savaşır, kız savaşmaz. Ama kendisi de bir kadından doğmuştu onu unutuyor. Unutuyor eğer babası da ölen annesine yapsaydı kendisi doğmazdı. Onu unutuyor.
İşte böyle yani hayatının içinde güzelliğe yer yok. Çünkü güzellik peşin para getirmiyor onun dünyasında, bedevi dünyasında. Onun içinde kız doğunca yüzü kapkara kesiliyor ve içinde belli belirsiz öfke ile karışık duygular oluşuyor. Kime bu öfke? Kimse kendisi tercih etmediğine göre, Allah verdiğine göre elbette ki Allah’a öfke.
Peki yoksa bunlar aslında Kabil kompleksine kapılmaları yani melekleri Allah’ın kızları kabul etmelerinin ta temelinde, kendilerine kız çocuğu veren Allah’tan öç almaya mı kalkıyorlar. Galibe böyle bir şey olsa gerek. Madem kız veriyorsun biz de sana ulaşacak vesilelere dişilik yakıştırırız demeye getiriyorlar.
19-) Ve ce’alül Melaiketelleziyne hüm ‘ıbadur Rahmâni inasâ* eşehidu halkahüm* setüktebü şehadetühüm ve yüs’elun;
Onlar Rahmân’ın kulları olan melekleri dişiler olarak tanımladılar! Onların yaratılışına şahit miydiler? Onların (bu) şahitlikleri yazıldı; sorgulanacaklar! (A.Hulusi)
19 – Rahmanın kulları olan Melâikeyi de dişi yaptılar, yaradılışlarına şahit mi idiler? Şahadetleri yazılacak ve sorguya çekilecekler. (Elmalı)
Ve ce’alül Melaiketelleziyne hüm ‘ıbadur Rahmâni inasân Onlar rahman tarafından yaratılmış varlıklar olan melekleri dişi olarak tasavvur ettiler.
Evet, çünkü soyut düşünmekten uzaktılar değil mi. Nûranî ve Ruhanî varlıklar olan meleklere cinsel kimlik yakıştırdılar. Oysa bırakın melekleri,, insan ruhunun cinselliği yoktur. İnsan ruhunun cinsiyeti yoktur. Ruhun cinsiyeti olmaz. Cinsiyet sadece bedene ilişkindir. Ruha ilişkin bir şey değildir. Dolayısıyla ruhun yoksa meleğin nasıl cinsiyeti olsun. Nûranî varlıkların nasıl cinsiyeti olur. Ama onlar soyut düşünemedikleri için soyut varlıkları bile somut dünyalarına indirgiyorlar. İndirgemeci bir mantıkla düşünüyorlar.
eşehidu halkahüm yoksa onların yaratılışına şahit mi oldular setüktebü şehadetühüm ve yüs’elun onların bu yalancı şahitlikleri kaydedilecek ve bundan dolayı elbet sorgulanacaklar.
20-) Ve kalu lev şaerRahmânu ma ‘abednahüm* ma lehüm Bi zâlike min ılm* in hüm illâ yahrusun;
Dediler ki: “Eğer Rahmân dileseydi onlara kulluk yapmazdık”… Bununla ilgili onların bir ilmi (delilleri, yakînleri) yoktur… Onlar ancak tahmin üzere konuşup saçmalıyorlar. (A.Hulusi)
20 – Bir de dediler ki Rahman dilese idi biz onlara tapmazdık, bu babda onların bir ilimleri yoktur sâde atıyorlar. (Elmalı)
Ve kalu lev şaerRahmânu ma ‘abednahüm bir de onlar Rahman dilemeseydi biz asla şirk koşmazdık. Asla onlara tapmazdık dediler.
Evet üzerinde durulması gereken bir tavır bu. Müşriklerin kader inancına dikkat edin. Şöyle diyorlar. Eğer O sonsuz rahmet sahibi istemeseydi biz O’na şirk koştuğumuz bu putlara tapmazdık. Yani onun meleklerinin simgesi ve sembolü ilan ettiğimiz bu şeylere tapmazdık.
Allah’a iftira ediyorlar. Yani vermeyi dilemeseydi, dilemeyi vermezdi. Bunu görmezden geliyorlar. İrade dahiline giren her hususta insanın kaderi seçmektir sevgili dostlar. İnsan iradesinin dahiline giren her hususta kaderi seçmektir. Allah’ın izin vermesi ile razı olması arasında ki fark işin sırrıdır. Allah’ın izin verdiği her şeyden razı olduğunu düşünmek, Allah’ı da iradeyi de anlamamak demektir. Zaten Allah’ın insana irade vermesi, izin vermesidir. Fakat verdiği iradeyi nerede kullanacağınıza imtihan etmesi bu işin sırrıdır. Yaratılışın sırrıdır. Zaten eğer irade kötüyü işlemeye mezun olmasaydı, iyiyi tercih etmesine ödül olmazdı. O zaman iradeye ne gerek vardı ki. İyiyi otomatiğe bağlamak yeterdi, iradeye gerek yoktu. İradenin bizatihi var olması için en az iki alternatif gerek. Yani iyinin karşısında kötü yoksa eğer, iradeye de gerek yoktur.
Dolayısıyla hem iradeyi yaratsın, hem de kötüye izin vermesin diyorsanız, işe yaramayacak bir şeyi yaratmış olur Allah. Allah batılla iştigal etmez, bu batıldır. Allah amaçsız bir şey yapmaz. Dolayısıyla iradeyi yaratmışsa onun iki tercih hakkını da yaratmalıdır, izin vermelidir. İşte bu noktada;
Ve kulil Hakku min Rabbiküm.. (Kehf/29) De ki Hakk rabbinizdendir, gerçek rabbinizden gelmiştir. femen şâe felyu’min ve men şâe felyekfür. (Kehf/29) İsteyen artık iman etsini isteyen de inkar etsin. 18. surenin 89. ayeti (Hayır 29 olacak) açıkça söylüyor ki başka ayetlerde var.
Yine mesela Ve ma teşâune illâ en yeşâAllâhu Rabbül’alemiyn. (Tekviyr/29) nasıl anlayacağız. Allah dilemeden, Alemlerin rabbi olan Allah dilemeden siz hiçbir şey dileyemezsiniz. Evet, doğru, Zaten Alla dilediği için iradeyi verdi. Allah’ın dilemesi iradeyi vermesidir. Ama Allah diledi, dilemeden hiçbir şeyi dilemezdi, ama diledi. Dilediği içinde iradeyi verdi. Dolayısıyla iradeyi verdi ki iradenin şükrünü eda etsinler. İradenin şükrü doğruyu seçmektir. İradenin küfrü de yanlışı seçmektir.
ma lehüm Bi zâlike min ılm ne ki onlar buna dair bir bilgiye sahip değiller. Yani Allah’a iftira ediyorlar bilmeden. Allah’ın neyi tercih ettiğini gözden kaçırıyorlar. Bilmeden Allah’a iftira ediyorlar.
Bu bilmeden in altında şu da yatıyor olabilir, Allah; Melekler benim aracılarım, bana onlarla yaklaşın mı dedi? böyle bir şey demediği halde bilmeden Allah’a aracılar yakıştırıyorlar. Allah’ın aracıya ihtiyacı yok.
in hüm illâ yahrusun onlar sadece sürü güdüsüyle hareket ediyorlar. Yahrusun daha önce de lügavi tahlilini ayrıntılı olarak yaptığımı hatırlıyorum, tam açılımı sürü güdüsüyle, koyun sürüsü gibi iç güdüyle hareket etmek anlamına gelir. Güdü ile hareket ediyorlar, akılla değil. Neden? Güdü ile hareket ediyorlar? İşte bu:
21-) Em ateynahüm Kitaben min kablihi fehüm Bihi müstemsikûn;
Yoksa bundan önce onlara bir Bilgi (kitap) verdik de onlar Ona sarılarak mı bu iddiadalar? (A.Hulusi)
21 – Yoksa biz onlara bundan evvel bir kitab vermişiz de ona mı tutunuyorlar? (Elmalı)
Em ateynahüm Kitaben min kablihi fehüm Bihi müstemsikûn yoksa biz bundan önce onlara bir kitap göndermişiz de bu tavırlarıyla ona sımsıkı sarıldıklarını mı iddia ediyorlar. Bu dediğim şimdi gelecek ayeti kerime aslında. Sürü güdüsüyle hareket etmelerini neye bağlayabiliriz?
22-) Bel kalu inna vecedna abaena alâ ümmetin ve inna alâ asârihim mühtedun;
Bilakis, dediler ki: “Biz atalarımızı bu din anlayışında bulduk; biz onların eserleri (şartlandırmaları – genleri) doğrultusunda doğru yolu bulanlarız.” (A.Hulusi)
22 – Hayır, şöyle dediler: bizler, atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk, biz de onların izlerince giderek murada ireriz. (Elmalı)
Bel kalu inna vecedna abaena alâ ümmetin ama hayır, veyahut ta “Bel” i ayrı olarak, edatı ayrı olarak manalandırabiliriz; Nerde..! öyle değil, onlar atalarımızın geleneksel bir inanç üzere bulduk atalarımızı, geleneksel bir inanca sahip bulduk ve inna alâ asârihim mühtedun kesinlikle biz de onların izinden giderek doğru yolu bulabiliriz dediler.
Evet, kader iradeydi değil mi, seçmek. Onu kullanmayınca ne yaptılar? Saptılar, sapıttılar. Allah’ın koyduğu kader olan iradeyi kullanmayıp sürü güdüsüyle hareket ettiler ve, biliyorsunuz sürü güdüsü şudur; Bir tutam ot bin tane koyunu peşimden sürükler. Aslında eğer yemeye kalksalar iki tanesine bile yetmez. Fakat bin koyun bir tutam otun peşinden gider mi? Aslında onlar otu bile gördüğü yok. Bir önceki koyunun izinden giderler bir arkadaki koyun. Sürü güdüsü budur. Onun içinde taklide saptılar, yani aklı kullanmayan taklide saptı, körü körüne itaat onun arkasından geldi, atalar dininin peşinden gittiler.
23-) Ve kezâlike ma erselna min kablike fiy karyetin min neziyrin illâ kale mütrefuha, inna vecedna abaena alâ ümmetin ve inna alâ asârihim muktedun;
İşte böyle. Senden önce hangi topluma bir uyarıcı irsâl ettiysek, oranın zengin ileri gelenleri şöyle dediler: “Biz atalarımızı bu din anlayışı üzere bulduk ve biz onların eserlerine (şartlanmaları, genleri) uyanlarız.” (A.Hulusi)
23 – Yine böyle senden evvel hangi memlekette bir nezîr gönderdikse onun refahlı takımı demişti ki: bizler atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk biz de onların izlerine uyarız. (Elmalı)
Ve kezâlike ma erselna min kablike fiy karyetin min neziyrin illâ kale mütrefuha işte böyle Ve kezalik, işte böyle oldu. Yani her sapan toplum temelde böyle saptı. Biz senden önce hangi beldeye bir uyarıcı göndermişsek oranın mütrefleri; Refah içinde şımarmış ve küstahlaşmış seçkinleri hep şunu söylediler;
inna vecedna abaena alâ ümmetin ve inna alâ asârihim muktedun biz atalarımızı geleneksel bir inanç üzere bulduk, geleneksel bir din üzere bulduk. Şu halde bize düşen onların izini takip etmektir. Hep bunu dediler. Aslında bu yeni bir şey değil. Öteden beri sapmış tüm toplumlar böyle saptılar.
Alâ ümmetin, yani bir ümmet üzere bulduk, tam literal manası. Ümm kökünden gelir ümmet. Asıl kaynak toplum, din köklerine atfedilir. Asıl anlamı budur. Asıl kaynak toplum – din. Sonradan boy, zaman, maksat anlamlarını kazanmış. Bu yolu izleyerek kelime, daha sonra tür, nesil, çağ anlamlarına ulaşmış. Yani kelimenin uzun bir anlam yolculuğu var. Burada geleneksel inanç atalar dini olarak görülüyor. Allah’ın dininin karşıtı atalar dini olarak yer alıyor burada.
Tüm çağlarda ki çatışmanın ana tarafları bunlar. Bir tarafta Allah’ın dini, öbür tarafta atalar dini. Bir tarafta tahkik, bir tarafta taklit. Bir tarafta selim akıl öbür tarafta körlük, kör taklit. İşte aslında burada iki zıt kutbu ele alıyor Kur’an.
24-) Kale evelev ci’tüküm Bi ehda mimma vecedtüm aleyhi abaeküm* kalu inna Bima ürsiltüm Bihi kâfirun;
(Hz.Rasûlullâh) dedi ki: “Eğer size, atalarınızı üzerinde bulduğunuzdan daha doğruyu getirmişsem de mi?” Dediler ki: “İrsâl olunduğun bilgiyi reddederiz!” (A.Hulusi)
24 – Ya, dedi: size atalarınızı üzerinde bulunduğunuzdan daha doğrusunu getirdimse de mi? Ha! dediler: biz o sizin gönderildiğiniz şeylere inanmıyoruz. (Elmalı)
Kale evelev ci’tüküm Bi ehda mimma vecedtüm aleyhi abaeküm o peygamberler de; Ne yani ben size atalarınızı bulduğunuz yoldan daha doğrusunu göstersem de mi yine de atalarınızın yolunu takip edeceksiniz. Dediler.
Bakara/170. ayetini hatırlayalım; evelev kâne abâühüm lâ ya’kılune şey’en ve lâ yehtedûn. (Bakara/170)onların ataları hiçbir şey bilmiyor, akledemiyor, akletmekten aciz ve doğru yolda değilseler de mi onları takip edeceksiniz. Diyordu.
Müşrik akıl; hakikat sabık olanındır der. Yani kıdemli. Mü’min akıl ise hakikat sadık olanındır der. Onun için sabık olanla sadık olan arasında bir çatışma oluşur. Oysa bir şeyin eskiliği onun değerini artırmaz. Yeniliği de değerini artırmaz. Yani zaman bir şeyi değerli ya da değersiz yapmaz. O şey değerli ise, eski de olsa değerlidir, yeni de olsa değerlidir. Onun için onlar atalardan kaldı ise bir hikmeti vardır mantığıyla hareket ettiler. Oysa yeni gördükleri aslında insanoğlunun ilk atasına ait imandı ve gök kubbe altında aslında yeni bir şey yok.
Taklit makbul değildir. Taklit glade kökünden gelir. Glade iki manaya gelir hem zincir ve yular, hem de gerdanlık. Taklidin iyisi gerdanlığa benzer. Kötüsü yulara. Fakat iyi taklit bile sadece geçici bir süre ruhsat olarak kullanılabilir. Bunu ifade eden büyük imamlarımızın her birinden taklit aleyhine söz gelmiştir bize kadar.
Mesela büyük imam Ebu Hanife, İmamı azam der ki; Benden değil, benim aldığım yerden alın. Yine büyük imam; İmam Şafi der ki; eğer benim içtihadımı re’ yimi görüşümü Kur’an ve sünnet’e aykırı buluyorsanız fadrıbu bi kelami ardal haid. Kaldırın sözümü duvara çalın der. Bütün büyük otoritelerden taklidin aleyhine böyle sözler görmüşüzdür. Dolayısıyla burada Kur’an ın tahkike çağırması kadar doğal bir şey olamaz. Kur’an kendisini takip eden, inşa ettiği her akla, taklidi imana değil, tahkiki imana yönlendirir.
kalu inna Bima ürsiltüm Bihi kâfirun cevapları şu oldu sizinle, kime? Geçmişte gönderilen peygamberler öyle deyince onlara şöyle cevap verdiler. Sizinle gönderildiğini iddia ettiğiniz şeylerin gerçekliğini kabul etmiyoruz, reddediyoruz dediler.
25-) Fentekamna minhum fenzur keyfe kâne akıbetül mükezzibiyn;
Bunun üzerine onlardan intikam aldık… Yalanlayanların sonu nasıl oldu bir bak! (A.Hulusi)
25 – Onun üzerine biz de onlardan intikamını aldık da bak o tekzip edenlerin akıbeti nasıl oldu? (Elmalı)
Fentekamna minhum bizde onların yaptıklarının acısını kendilerine tattırdık. fenzur keyfe kâne akıbetül mükezzibiyn bakın işte hakikati yalanlayanların sonu ne olurmuş görün. Yani hep kafirlerin sonu birbirlerine benzedi. Siz de inkar ederseniz sonunuz onlara benzer.
26-) Ve iz kale İbrahiymü liebiyhi ve kavmihi inneniy beraün mimma ta’budun;
Hani İbrahim babasına ve kavmine dedi ki: “Muhakkak ki ben tapındıklarınızdan berîyim.” (A.Hulusi)
26 – Bir vakit da İbrahim babasına ve kavmine dedi: haberiniz olsun ben o sizin taptıklarınızdan biriyim. (Elmalı)
Ve iz kale İbrahiymü liebiyhi ve kavmihi hani İbrahim babasına ve kavmine demişti ki; Özellikle babası zikrediliyor. Özellikle babasına ve kavmine. Aslında kavmine derken babasına da demişti. Ama ayrıca babasını zikretmesi atalar yolunu kendisine din edinenlere; İbrahim de sizin atanız, onu model alsanıza. İbrahim’i model alırsanız atalarınızın inancını sorgulamanız gerekir İbrahim gibi, onu yapmıyorsunuz değil mi diye zımnen tarizde bulunuyor.
inneniy beraün mimma ta’budun bir okunuşta beriun bakın sizin taptıklarınıza, uğruna ibadet ettiklerinize, ilah bildiklerinize tapmak benden fersah fersah uzak olsun. Yani beraün kelimesinin mübalağa yapısından kaynaklanan anlamın cümleye katkısı bu. Fersah fersah uzak olsun dedi.
Kur’an muhataplarını yine suçüstü yakaladı.
1 – İlle de atalar dini ise niçin İbrahim’im dini değil, o da sizin atanız.
2 – Eğer samimi olsaydınız en büyük atanızı örnek alır, model alırdınız. İbrahim gibi babanızın inancını sorgulamakla işe başlardınız, ama samimi değilsiniz. Bu iki şeyi söylüyor.
27-) İllelleziy fetareniy feinneHU seyehdiyn;
“Beni (fıtratımla – varoluş programımla) yaratan müstesna! Kesinlikle, beni hakikate erdirecek O’dur!” (A.Hulusi)
27 – O beni yaratandan başka, zira odur ki beni irdirecektir. (Elmalı)
İllelleziy fetareniy yalnız beni yaratan hariç. İbrahim’in sözü devam ediyor. Bu şu anlamı veriyor bize her pagan toplumda, putperest toplumda bile bir büyük tanrı, tanrılar tanrısı inancı vardır. Hz. İbrahim’in toplumunda da böyle tanrılar tanrısı, bir büyük tanrı olduğunu buradan anlıyoruz. feinneHU seyehdiyn zaten beni doğru yola iletecek olan da O’dur.
28-) Ve ce’aleha kelimeten bakıyeten fiy akıbihi leallehüm yerci’un;
Bu sözünü kendinden sonra gelecekler için kalıcı bir fikir olarak oluşturdu, belki o gerçeğe dönerler diye. (A.Hulusi)
28 – Ve onu ardında (zürriyetin de) kalan bir kelime yaptı gerek ki rücu’ edeler. (Elmalı)
Ve ce’aleha kelimeten bakıyeten fiy akıbihi leallehüm yerci’un Bunu ardından gelenler arasında baki kılacak bir söz olarak söyledi. Bunu arkadan gelenlerin tamamında gök kubbede baki kalacak bir söze dönüştü. Bunun için söyledi. Belki bu Hakk söze dönerler diye. Yani ayetin sonu leallehüm yerci’un insanlar sapmaya kalkarlar, daha sonra, fakat bunu hatırlarlar da belki bu söze dönerler diye.
29-) Bel metta’tü haülai ve abaehüm hatta caehümül Hakku ve Rasûlün mubiyn;
Bunları ve onların atalarını, kendilerine Hak ve apaçık bir Rasûl gelinceye kadar dünyadan yararlandırdım. (A.Hulusi)
29 – Fakat şunları ve atalarını ta kendilerine Hakk ve bir Resulü mübîn gelinciye kadar müstefit edip yaşattım. (Elmalı)
Bel ama nerede..! metta’tü haülai ve abaehüm hatta caehümül Hakku ve Rasûlün mubiyn ben işte şunların ve atalarının hakikat ve onu apaçık ortaya koyan bir elçi gelinceye kadar safa sürmelerine izin verdim.
Fetrete bir atıf gibi geldi bu ayet. Daha derinde dünya nimetlerine boğulmuş olmak tek başına sevinilecek bir olay değil nüktesini veriyor. İşte bunları da bu arada nimete boğdum. Nimete boğulmuş bir hayat ile bu güne kadar geldiler. İlk inkarcı muhataplardan söz ediyor.
30-) Ve lemma caehümül Hakku kalu hazâ sıhrun ve inna Bihi kâfirun;
Hak onlara geldiğindeyse dediler: “Bu bir büyüdür… Biz Onu kabul etmeyiz!” (A.Hulusi)
30 – Yaşattım da kendilerine Hakk gelince «bu bir sihirdir, biz buna inanmayız» dediler. (Elmalı)
Ve lemma caehümül Hakku kalu hazâ sıhrun ve inna Bihi kâfirun ama hakikat ayaklarına kadar gelince ne yaptılar; Şöyle dediler; Bu bir sihirdir, biz bunu kesinlikle reddediyoruz dediler. Yani uzun yüz yıllar boyunca nimetin içinde yaşadılar ve bir de hakikat ayaklarına kadar geldi, ama bu kez de iftira ettiler. Bu bir sihirdir dediler. Yani karşılaştıkları olayın olağanüstü tabiatını aslında fark ettiler. Yani olağan üstü bir vahiy ile karşılaştıklarını kendileri de biliyorlardı. Sıradan bir söz değildi peygamberlerin kendilerine tebliğ ettiği, bunu fark etmelerine rağmen bu olağan üstülüğü Allah’a atfetmek yerine sihre atfettiler, sihirdir dediler. Ve daha ne dediler?
31-) Ve kalu levla nüzzile hazel Kur’ânu alâ racülin minel karyeteyni ‘azıym;
Dediler ki: “Bu Kur’ân şu iki şehrin büyük adamlarından birine niye indirilmedi?” (A.Hulusi)
31 – Ve «ne olurdu şu Kur’an iki memleketten bir büyük adama indirilse idi» dediler. (Elmalı)
Ve kalu levla nüzzile hazel Kur’ânu alâ racülin minel karyeteyni ‘azıym yine dönüp de dediler ki bu ilahi mesaj şu iki şehrin en büyük zenginlerine inmeli değil miydi,
Bu Mekke’den Velid Bin Mugıre. Kaynakların verdiği isim bu. Taif’ten ise farklı isimler veriyor kaynaklarımız, müfessirler. Habib Bin amr bin Es-Sakafi mesela bir tanesi. Yine bir başkası Kinâne Bin Abdi Yaleyl. Veya daha bir başkası Urve Bin Mes’ud. Taif’ten olan isim galiba ihtilaflı. Yine Ümeyye bin Ebis Salt es-Sakafi. O da beklermiş peygamberliği kendisine.
Yani burada aslında ne demek istiyorlar? Neden bunu söylüyorlar? Şu iki şehrin en zenginlerinden birine gelmeli değil miydi. Bakış açıları bu. Allah birine servet vermişse onu destekliyor, onun hayatını onaylıyor demektir. Zaten Resulallah’a itirazları da buradan. Şu anda etrafımızın en zengini biziz. Biz Mekke’liler Allah bizi destekliyor niye uğraşıyorsun.
Ama çok daha derinde bir başka nüktesi daha var ayetin. Pasif tanrı inancı. Yani Allah’a statü dayatıyorlar. Allah’ın belirlediği statüyü kabul etmek yerine Allah’a statü dayatıyorlar. Yani bizim tayin ettiğimizi tayin eder Allah. Allah’ın tayin ettiğini biz kabul etmeyiz. İşte bu tam da pasif Allah inancı. Biz belirleriz, Allah’ta onu seçer. Akıllarını kullanmayan atalarının izi üzere bir sürü güdüsüyle giden şu insanlara bak. Yani kendilerini sürü yerine koyacaklar, fakat iş Allah’ın emirlerine gelince Allah’a statü dayatacaklar. Biz kimi gösteriyorsak aday, sen de onu seç diyecekler. Mantık bu, yaklaşım bu. Serveti kendi başına bir değer olarak görmek.
32-) Ehüm yaksimune rahmete Rabbik* nahnu kasemna beynehüm me’ıyşetehüm fiyl hayatid dünya ve refa’na ba’dahüm fevka ba’dın derecatin li yettehıze ba’duhüm ba’dan suhriyya* ve rahmetü Rabbike hayrun mimma yecme’un;
Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz taksim ettik… Kimilerini kimilerinden (zenginlik ve etiket olarak) daha yüksek kıldık ki, bazısı bazısına boyun eğdirsin… Rabbinin rahmeti, onların toplayıp biriktirdikleri şeylerden (zenginlikten) daha hayırlıdır. (A.Hulusi)
32 – Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Onların o Dünya hayattaki maişetlerini aralarında biz taksim ettik ve bir kısmını diğerinin derecelerle üstüne çıkardık ki bazısı bazısını tutsun, çalıştırsın rabbinin rahmeti ise onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır. (Elmalı)
Ehüm yaksimune rahmete Rabbik rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Yani Allah’lığa mı soyundular (Haşa) Allah onlara yetki verdi de Allah yerine onlar mı paylaştırmaya başladı. Bu ne küstahlık demeye getiriyor ayet. Zımnen Allah’tan yetki gaspına mı kalkışıyorlar. Bu bir yetki gaspı.
nahnu kasemna beynehüm me’ıyşetehüm fiyl hayatid dünya ve refa’na ba’dahüm fevka ba’dın derecatin li yettehıze ba’duhüm ba’dan suhriyya asıl onlar arasında bu dünya hayatında ki geçimlerini paylaştıran ve bir kısmı diğer kısmını istihdam etsin diye birbirlerine farklı oran ve alanlarda üstün kılan biziz biz.
Farklılıkları övüne ya da dövünme gerekçesi kılmasınlar. Allah’ın yer yüzünde ki servet dağılımı gerçekten akıl ermez muhteşem bir ölçüye dayanır. Dolayısıyla servet, yani ele giren ve elden çıkan, insanın Allah nezdinde ki konumunu belirlemez. Yani eline girerse Allah nezdinde sevgili, Elinden çıkarsa Allah nezdinde sevgisiz değil. Böyle bir şey, ele giren ve elden çıkanın İnsanı ve Allah’ı belirlediğini düşünmektir ki bu korkunç bir küfür olur. Bu sadece bir imtihan sırrıdır. Ele giren de elden çıkanda aslında bütünden bağımsız olmayan küçük birer parçadır. Ve bu imtihan sürekli tekrarlanır. Varlıkla ve yoklukla sürekli sınar insanı.
Bunu bir paylaşma vesilesi bilirse eğer, bunu bir emanet bilirse eğer ve paylaşırsa, yani kendisine veren fazlalığın, kendisine istihdam için bir alan olarak görür ve paylaşmak için bir fırsat olarak görürse imtihanı doğru vermiş olur.
ve rahmetü Rabbike hayrun mimma yecme’un rabbinin rahmeti var ya, onların biriktirdiği her şeyden daha değerlidir. Evet, sonuç bu.
33-) Ve levla en yekûnen nasu ümmeten vahıdeten lece’alna limen yekfüru BirRahmâni li buyutihim sükufen min fiddatin ve me’arice aleyha yazherun;
Eğer insanların (zenginlikleri) tek bir anlayış toplumu hâline gelmeleri sonucunu getirmeseydi (zenginlik dışa dönük yaşamı getireceği için kişiyi içe dönük zenginlikten engeller), elbette Rahmân’ın hakikatleri olduğu gerçeğini inkâr edenlerin evlerini gümüşten tavanlar ve çıkacakları gümüşten merdivenlerle donatırdık. (A.Hulusi)
33 – Ve eğer insanlar hep (küfre sapacak) bir ümmet olacak olması idi biz. (Elmalı)
Ve levla en yekûnen nasu ümmeten vahıdeten eğer bütün insanlar tek tip bir toplum halini almayacak olsalardı, yani yalın haliyle metin bu. (Ama parantez içinde bir açıklama koymak gerekir, küfürde tek tip bir toplum. Küfürde birleşmiş tek tip bir toplum halini almayacak olsalardı.)
lece’alna limen yekfüru BirRahmâni li buyutihim sükufen min fiddatin ve me’arice aleyha yazherun O zaman Rahmanı inkar eden şu kimselerin konaklarını gümüşten damlarla ve üzerinde gösteriş yapacakları seyir teraslarıyla donatırdık.
Zaaflarla malûl insanın varlıkla sınandığında kendini kaybedeceği ve yabancılaşacağının en güzel ifadesi. Aslında insanoğlunu altın ve gümüşe boğardık diyor, bunun ifadesi bu. Altın ve gümüşe boğardık ama niye yapmadı? İnsanoğlu temelde zaaflıdır. Aslında sürekli acısız, sıkıntısız, dertsiz, tasasız, her istediğinin önüne geldiği bir hayat insanoğlunu kendinden koparır. Bu tabii bir sonuçtur. Yapısı buna müsaittir. Ve bu durum eğer insan oğluna dünyevi nimetlerinin önünü sonsuzca açsaydık herkes küfürde birleşirdi.
Görüyorsunuz müthiş ve aslında insanın yapısal tahlili yapılıyor burada. İnsan meyyal. Eğer böyle olsaydı cenneti özler miydi. Altın ve gümüşe boğsaydı Allah insan oğlunu o zaman mahrumiyet nimettir. Bu bunu diyor tek kelimeyle mahrumiyet nimettir.
34-) Ve libuyutihim ebvaben ve süruren aleyha yettekiun;
Evlerine (gümüşten) kapılar ve üzerlerinde yaslanacakları koltuklar. (A.Hulusi)
34 – Ve odalarına kapılar ve üzerlerine kurulacakları koltuklar kanepeler. (Elmalı)
Ve libuyutihim ebvaben ve süruren aleyha yettekiun dahası evlerini gümüş kapılarla, üzerinde yayıla yayıla oturacakları koltuklarla donatırdık.
35-) Ve zuhrufa* ve in küllü zâlike lemma meta’ul hayatid dünya* vel ahıretü ‘ınde Rabbike lil müttekıyn;
Altından süs eşyaları! İşte bunların hepsi dünya hayatının geçici zevklerinden başka bir şey değildir! Sonsuz gelecek yaşam ise Rabbinin indînde korunanlar içindir. (A.Hulusi)
35 – Ve altın ziynetler yapardık ve doğrusu bütün bunlar Dünya hayatın geçici metaı, rabbinin indinde. Âhiret ise korunan müttefikiler içindir. (Elmalı)
Ve zuhrufen sureye adını veren ayet geldi; ve Altına boğardık onları. ve in küllü zâlike lemma meta’ul hayatid dünya ne ki bütün bunlar şu dünya hayatının geçici zevkinden başka bir şey değil..
Kur’an da sık kullanılan bir kavrandır meta’ul hayatid dünya. Meta’ aslında farklı anlamların içi içe olduğu bir kavramdır. Dile nispetle, yani duyuya nispetle lezzet manasına gelir. Nefse nispetle haz manasına gelir. Zamana nispetle az manasına gelir. Burada tadımlık bir haz, geçici bir lezzet. Tüm kullanıldığı yerlerde hep o dur. Dünyevi lezzetlerin niteliği meta’ dır. Dile nispetle lezzet, nefse nispetle haz, zamana nispetle az. Dolayısıyla meta’ geçici bir tadımlık bir lezzet. Hepsi o kadar.
vel ahıretü ‘ınde Rabbike lil müttekıyn rabbinin katında daha değerli olan ahiret ise sorumluluğunu yerine getirenler içindir. Müttakıyn; kendini tutanlar, kendine sahip olanlar, tadımlık bir haz için kendini kaybetmeyenler. Evet, deveyi yardan atan bir tutam ottur derler değil mi halk dilinde. Güzel bir atalar sözü. Deveyi yardan atan bir tutam ot. Yani insan eğer aklını kullanmaz da deve gibi hareket ederse, bir tutam ota uçurumdan kendini aşağı atar.
36-) Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn;
Kim (dünyevî – dışa dönük şeylerle) Rahmân’ın zikrinden (Allâh Esmâ’sının hakikati olduğunu hatırlayarak bunun gereğini yaşamaktan) âmâ (kör) olursa, ona bir şeytan (vehim, kendini yalnızca beden kabulü ve beden zevkleri için yaşama fikri) takdir ederiz; bu (kabulleniş), onun (yeni) kişiliği olur! (A.Hulusi)
36 – Ve her kim Rahmanın zikrinden teâmî (Yalandan görmezliğe gelme.) ederse biz ona bir Şeytan sardırırız artık o ona arkadaştır. (Elmalı)
Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn İşte surenin berceste ayeti geldi. Kim Rahmanın bu muhteşem uyarı dolu mesajına karşı tavuk karası bir gözle bakarsa ona bir tür şeytani öteki kişilik musallat ederiz de kendisi onun uydusu haline gelir. Yani ona öyle bir şeytanı musallat ederiz ki, kişiliği şeytanın arkadaşı olur.
Fussilet/25 te geçmişti buna benzer bir ayet ve ayrıntılı olarak işlemiştik. ‘haşa, yağşu; tavuk karası demektir. Yani yamuk bakan doğru göremez, kötü bakan bakılan zerinde hiçbir kalıcı etki yapmaz. Siz yamuk bakın kötü görün ama gördüğünüz güzelse sizin kötü görüşünüz onun üzerinde hiçbir etki yapmaz. Sadece kendinizi yanıltmış olursunuz.
İnsanın iç dünyasında çift tohum var dostlar. Negatif tohum, pozitif tohum, biraz önce söyledim. Negatif tohum nefis, pozitif tohum ruh. Hangisini beslerseniz o büyür ve eğer negatif tohumu beslerse nefis şeytanlaşır ve insan onun uydusu haline gelir ve etrafında sürekli döner. Böyle olursa eğer, artık onun emrinden dışarı çıkamaz.
37-) Ve innehüm leyesuddunehüm ‘anissebiyli ve yahsebune ennehüm mühtedun;
Muhakkak ki bunlar onları (hakikate erme) yolundan alıkoyarlar da, onlar hâlâ kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler! (A.Hulusi)
37 – Ve her halde onlar onları yoldan çıkarırlar, onlar ise onları doğru sanırlar. (Elmalı)
Ve innehüm leyesuddunehüm ‘anissebiyl artık o, onları doğru yoldan çıkarır. Yani merkez oldu ya, kendisi de uydusu oldu ya, yörüngesine girdi ya, o, onu doğru yoldan çıkarır. ve yahsebune ennehüm mühtedun işin kötüsü de nedir biliyor musunuz? Berikiler de zanneder ki kendileri doğru yoldadırlar. İşin kötüsü budur.
38-) Hattâ izâ caena kale ya leyte beyniy ve beyneke bu’del meşrikayni fe bi’sel kariyn;
Nihayet bize geldiğinde: “Keşke benimle senin aranda iki doğunun uzaklığı (ulaşılmaz mesafe) olsaydı… Ne kötü bir arkadaşmışsın!” dedi. (A.Hulusi)
38 – Nihayet bize geldiği vakit ah, der: keşke benimle senin aranda iki maşrık bu’du (Can sıkılması) olsa idi! sen ne kötü arkadaşmışsın. (Elmalı)
Hattâ izâ caena kale ya leyte beyniy ve beyneke bu’del meşrikayni fe bi’sel kariyn en sonunda, tabii iş işten geçtikten sonra çıkıp huzurumuza geldiğinde şeytani kişiliğine der ki; Nolaydı keşke benimle senin aramda doğu ile batı kadar bir mesafe, fark olaydı. Yani doğu ile batı kadar birbirimize uzak olsaydık, bu kadar yakın olmasaydık. Meğer uydusu olduğum yoldaş ne kadar da fena imiş.
Evet, söylenecek söz yok aslında. Eğer günah kişiliğiniz haline gelmişse, nefsiniz yörüngesine girdiğiniz bir merkez olmuşsa, o zaman artık siz hakikat ve Hakka kapanmışsınız demektir. Artık gözünüz kör olmuş demektir.
39-) Ve len yenfe’akümül yevme iz zalemtüm enneküm fiyl azâbi müşterikûn;
Bu süreçte (pişmanlık, mazeret; telâfi arzusu) size asla fayda vermeyecektir! Çünkü zulmettiniz! Siz azapta ortaksınız (bilinç ve ruh beden)! (A.Hulusi)
39 – Böyle demek bugün size hiç de fayda vermez, çünkü zulmettiniz, hepiniz azâp da müştereksinizdir. (Elmalı).
Ve len yenfe’akümül yevm ama o gün bunun hiçbir faydası olmaz. Bu itirafın size hiçbir faydası olmaz. İş işten geçmiştir. Yani doğu ile batı arasındaki kadar fark olsaydı aramızda demenizin hiçbir yararı olmaz. iz zalemtüm enneküm fiyl azâbi müşterikûn madem birbirinize zulmettiniz, şimdide azabı paylaşın bakalım denilir. Yani madem siz benim huzuruma ayrılmaz bir ikili olarak geldiniz, haydi buyurun birbirinizle azabı şimdi de paylaşın. Siz benden ayrılmayı ve birbirinizden ayrılmamayı tercih etmiştiniz. Şimdi de sizi benden ve rahmetimden mahrum bırakacağım, cehennem olarak bu yeter zaten denilir. Sadakallahül aziym.
“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”
Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.
