Euzübillahimineşşeytanirracim,
Bismillahirrahmanirrahim
Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)
De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.
“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”
Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!
“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”
Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.
************************************************************************
MÜŞAHEDE – FETİH
KALP PERDESİNİN AÇILIŞI:
Gönül penceresinin ölmeden ve uyumadan melekût âlemine açılmayacağı zannedilmemelidir. İşin hakikati bu değildir. Belki uyanıklık halinde bile bir kimse nefsini riyazete(az yeme, içme), alıştırır; kalbini gazap, şehvet ve kötü huylardan temizler, ıssız bir yerde oturur, gözlerini yumar, duygularını çalıştırmaz, kalbiyle melekût âlemi arasında münasebet kurar, daima Allah’ı anıp dil çalkantısı ile değil, kalbin içinden Allah, Allah der ve bu hal Allah’tan başka her şeyden ve hatta kendinden bile habersiz olacak mertebeye varırsa gönül penceresi açılır, başkalarının uyku halinde gördüklerini o uyanıklık halinde görür. Meleklerin ruhları güzel suretlerde latif cemallerde ona görünmeye başlar. Peygamberlerin ruhlarını da görüp onlardan istifade eder, yardım görür. Yerdeki ve gökteki melekût ona açılmaya başlar.
Kendisine bu yol açılan kimse her türlü tarif ve ifadeye sığmayan büyük haller görür. Eğer sen bu mertebeye erişmemişsen bari bu yolun gerçekliğine inanıp bu üç dereceden birinden mahrum kalmamaya gayret et ki bunun hakikatini inkâr edenlerden olmayasın. (İ. Gazali/Kimyayı saadet)
***************************************************************
MÜŞAHEDE VE FETİH
Allah Resulü efendimiz buyurmuşlardır ki;
“Karınlarınızı acıktırınız ve hırsı terk ediniz, cesetlerinizi haramdan soyunuz ve emeli azaltınız. Ciğerinizi susatınız ve dünyayı terk ediniz bundan sonra umulur ki kalplerinizle Allah’ı görebilirsiniz.”
Allah Resulü efendimiz Cibril’in “ihsan nedir?” sualine cevapta;
“İhsan Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Sen onu görmüyorsan bile O seni görmektedir.”
Hz. Davud AS. a vahiy geldi ki;
“Ey Davud, bilir misin beni tanımak nedir?”
“Hayır ya rabbi.” Dedi Hz. Davud. Cenab-ı Hak;
“Beni müşahede ile kalbin diri olmasıdır.” Buyurdu.
Bu taifenin müşahede ıstılahından maksatları gönül gözüyle müşahede olup yalnız iken de Hak Teâlâyı gönül gözü ile müşahede etmektir.
Ebu Abbas Bin Ata;
İnnelleziyne kalu RabbunAllâhu… (Fussilet/30)
“Artık Rabbiniz ancak Allah’tır” kısmını; “ “müşahede seccadesi üzerinde istikamet üzere bulunanlar.” diye izah etmiştir.
Müşahede iki mertebedir;
1 – Sıhhat-i Yakîn ile erişilen müşahede.
2 – Galebe-i Mahabbetle erişilen müşahededir. Bunda Mahabbet o dereceye ulaşır ki, aşıkın bütün varlığını Dostunun düşüncesi tutar ve Dost’tan başka bir şey görmez.
Muhammed bin Vasi buyuruyor ki; Üzerinde Allah’ı müşahede etmediğim hiçbir şey görmedim. Yani sıhhat-i yakînim ile nazar ettiğim her şeyde Cenab-ı Hakkı gördüm.
Şibli der ki; Ben Cenab-ı Haktan başka görmedim. Yani mahabbet galebesiyle O’ndan başka görmedim.
Birisi bir fiil görür, fakat onun failini görmez. Bir diğeri baş gözü ile bir fiil görür faile muhabbetinden dolayı her şeyden kesilir. Artık her şeyi fail olarak görür.
Birincisinin yolu istidlâl yoludur, ikincisinin yolu cezbe yoludur. Biri istidlâl yolunu tutar, hakikatlerin delillerini sebepleriyle beraber müşahede eder. Diğeri meczup olup mıknatısa yapışmış demir tozları gibi olur. Hakikatlere delil aramayı hicap olarak görür. Bir şeyi seven ondan başkasını görmez. Allah’ı tanıyan O’ndan başkasından korkmaz. Marifete eren Allah ile münazaadan ve ahkâmına itirazdan, ef’aline gafletten temizlenmiş olur. O’ndan gayriyi işiten yola gidemez. Dost olan dosttan gayrisini görmez. Artık husumet etmez ki münazaaya düşsün. Kâinatta ki hadisata itiraz etmez. Çünkü onlara tasarruf eden kendisi değildir.
Cenab-ı Hakk, habibi Muhammed’ (AS)ın mi’racını bize bizzat kendisi haber verip;
Ma zâğal basaru ve ma tağâ. (Necm/17)
“Dostumuzun gözü şaşmadı şuraya buraya dağılmadı”
Çünkü bize olan şevk o derecede idi ki bizden başkasını görmedi. Zaten bizden başka müşahedeye layık bir şey göremez ki o. O her an bizim mahabbetimizle doludur. Bizden gayrisinden gözünü çekip toparlamamıştır o. Ve gönlüyle hiçbir zaman bizden başkasına bakmaz. İşte bunun için rabbinin ayetlerinden en büyüğünü görmüştür.
Lekad rea min âyâti Rabbihil kübra. (Necm/18)
Cenab-ı Hakk buyuruyor ki;
Kul lil mu’miniyne yeğuddu min ebsarihim… (Nur/30)
“Mü’minlere söyle habibim, gözlerini sakınsınlar.”
Baş gözlerini gözlerden sakınsınlar, şehvetlerden korusunlar. Kalp gözlerini de mahlûkattan korusunlar. Her kim ki baş gözünü şehvetten korursa muhakkak ki Cenab-ı Hakkı sır gözü ile müşahede eder. Kimin mücahedesi daha halis olursa onun müşahedesi daha sadık olur. Buna göre batın müşahedesi mücahedeye bağlıdır.
Sehl ibn-i Abdullah et-Tüsterî der ki;
“Cenab-ı Hakka bir an gözünü kapayan kimse bütün ömrü boyunca O’na yol bulamaz. Her kim basiret gözünü Cenab-ı Haktan bir an uzak tutarsa artık yolda gidemez.”
İşte bundan dolayıdır ki O’ndan gayriye iltifat, insanı yolda kor ve helâk eder. Ehl-i Müşahede ömürlerinin ancak müşahede ile geçirdikleri kısmını kendilerinin sayarlardı. Hak’tan gafil olarak geçirdikleri vakitleri ömürlerinden saymazlardı. Çünkü onlara göre gaflet zamanları ölüm zamanları idi. Nasıl ki Ebu Yezid Bistamî’ye sordular; “Kaç yaşındasın?” Dedi ki “Dört yaşındayım”. Nasıl oluyor dediler; Dedi ki seksen senedir dünya hicabında kalmışım Fakat O’nu ancak dört senedir görebilmekteyim. Böyle Haktan gafil olarak geçirdiğim seneleri ömrüme dahil etmekliğim nasıl doğru olur? Hem Allah Resulü Mi’ractan haber verdiği rivayetlerin birinde Hak Teâlâ hz. lerini görmedim”, bir başka rivayette ise “Gördüm” demiştir. Birincide “Baş gözü ile görmedim” demek istemiş, ikincide ise “sır gözü ile gördüm” demek istemiştir. Bunun için baş gözü ile görmeyi fevt ettiğin zaman sayılmaz, gönül gözü ile O’nu müşahede etmeye bak.”
Bu anlatılan kıssalardan alınacak öğüt; Kalplerin rü’yeti ve müşahedesi o şekildedir ki zikir veya fikir halinde iken vehim gelir; “Gördüğün şekildedir” der ve onu öyle dondurur. Fakat bu teşbih apaçık bir delaletin ta kendisidir. Cenab-ı Hak şu veya bu taraftan ihata olunamaz ki gönül kalkıp vehbe kapılarak şöyledir diyebilsin. Yahud -haşa- akıl keyfiyetten uzak münezzeh olan O’na muttali olabilsin. Allah Teâlâ bunlardan ve mülhidlerin tavsiflerinden tamamen münezzehtir. Nasıl rü’yet ukbada ise müşahede de dünyadadır. Bütün ashab-ı kiramın icma ve ittifakı ile rü’yet ahirette olacaktır. Dünyada da müşahede olacaktır. Müşahede sırrın sıfatıdır Kimisi gördüklerini dili ile anlatmaya zorlanır Hâlbuki dil ile anlatılabilen bir şey müşahede olmaz ve sayılamaz ki kalkıp müşahede davasında bulunsun ve bazı haberler versin. Bunları bilen dünyada müşahede olabilir der. Ben didarı gördüm demez.
Müşahede öyle bir şeydir ki hakikatini akılla anlamak mümkün değildir. Akılla anlamadığın bir şeyi dilinle nasıl söyleyebilirsin? Çünkü müşahede gönlün huzur bulması için dilin durması demektir. Bunun içinde sükût manası vardır ki en büyük söyleyiştir. Sükût müşahede alametidir, konuşmak müşahede arzusudur. Dostluk derecesinde “Bir” olunur. Birlikte ise konuşmak bigâneliktir. Yani birlikten gafil bulunmanın alametidir. Allah Resulü o halde iken artık hiçbir şey söylenemeyeceğini beyan için;
“Seni lâyık olduğunca sena edemem, Sen kendini nasıl sena ettiysen öylesin.” Demiştir.
İ. Gazzali Esma-i Hüsna şerhinde der ki;
“Allah’ın isimlerini izah etme işi yüksek bir gaye olduğu kadar son derece zor, anlaşılması, anlatılması olabildiği kadar müşkil bir iştir. Çünkü o ulviyette zirve-i Ulyada ve maksad-ı aksadadır. Bu işte nice yüksek akıllar şaşkın kalmışlar, nice zekalar bırakın müntehasını daha işin başında çamura batmışlardır. Beşerin akıllarının rububiyyet sıfatlarını açıkça anlaması ve kavraması imkânı yoktur. Araştırma ile neticeye ulaşamazlar. Yarasaların gözleri güneş ışığına nasıl dayanabilir?
Allah’ın yolu herkese açıktır, fakat O’na ancak “bir” olduktan sonra varılabilir. Allah’ın esmasının manalarından nasibi olmayanın bunlardan nasibi yoktur. Birisi çıkar, bir kelime duyar, lügat manasını anlar daha fazlası için tefsire başvurur, kelimenin aslını araştırır. Bir şeyler bulmaya, o sıfatın Allah’a ait veçhini kalbiyle anlamaya zorlanır ve anladım zanneder. Mükâşefeye ermeden de bunlara kıymet verir. Kemâl derecesine göre bu son derece düşük son derece aşağı bir nasiptir. Yahut nasipsizliktir.”
Bilesin ki ebrarın (iyiler, dürüstler, hayırlılar) hasenat diye işledikleri işler mukarrebûna göre (Cenab-ı Hakkın indinde çok kıymetli ve mübarek, büyük zatlar.) seyyiattır. Mukarrebûnun Allah’ın isimlerinin manalarından olan nasipleri üçtür.
1 – Bu manaları müşahede ve mükâşefe yoluyla bilip hatası tasavvur olunamayacak şekilde kat’i bürhan ile hakikatlerinin meydana çıkması ve Allah’ın o sıfatlarla bulunduğunun ona keşfolunmasıdır. Bunların vüzuh ve beyanında insanın kendi batınını müşahedesinden, kendi sıfatlarını idrak ettiği gibi yakinen ve şeksiz olmasıdır. Bu da zahiri duyularla yani beş duyu ile olmaz. Bu iki durum arasında nice taklidi durumlar vardır. Nice alakasız şeyleri getirip cedel yoluyla ve kelâmi delillerle boş yere sıvamak için uğraşanlar çoktur.
2 – Kendilerine keşfolunan celâl sıfatlarını büyütmektir. Şu şekilde ki kendilerine keşfolunanın şevkiyle kudretleri, vüs’atleri yettiğince o sıfatın en yüksek derecesiyle hakkı muttasıf bilmektir. Allah’ı o sıfatlarla tavsif ederken ne zaman ne de mekân içinde düşünmemelidir.
Aslında kalbin bu büyüme ile dolması tasavvur olunamaz. Ancak bu sıfatın kemâl derecesiyle münkeşif olmasına şevki ve bu sıfatın tecellisini müşahedeye arzusu artmalıdır. Eğer o kulun takati buna kâfi gelmiyorsa, eğer kemâli o derece değilse mümkün olan derecede yoluna devam eder. Fakat hiçbir zaman şevki kırılmaz. Şevki kırılırsa ya mârifeti zayıftır, yahut bu zevkin yakînine ermemiştir. Yahut o kalbin, o sıfatın cemal ve celal halini müşahede şevkiyle değil başka bir şevkle doludur. Onun içindir ki Allah’ın sıfatlarına muttali olmak isteyen kalbinden Allah’tan başka ne murad varsa sürüp çıkarmalı ve o hale hazırlanmalıdır. Çünkü mârifet şevkin tohumudur. Fakat kalbi şehvet dikenlerinden temiz bulursa oraya düşer. Eğer müsait bulamazsa düşmez, yerleşmez, yeşermez.
3 – Bu sıfatlardan mümkün olduğu kadar nasibini almaya ve onlarla ahlaklanmaya, güzellikleriyle süslenmeye çalışmalıdır. Kul ancak onlarla rabbine yaklaşır. (H. Muhammed Parsa-Tevhide giriş/267-274)
………………………………………………………………..
FITRAT HALİNİN ORTAYA ÇIKMASINI ENGELLEYEN PERDELER
Bil ki fıtrat halinin ortaya çıkmasını engelleyen perdelerin en önemlileri üç tanedir.
1 – Yapı (tabiat, karakter perdesi)
2 – Merasim; (adet, gelenek perdesi)
3 – Yanlış bilgi perdesi.
1 – Yapı (tabiat, karakter perdesi);
Şöyle ki; İnsanın tabii yapısına yeme içme ve cinsel ilişki motifleri konulmuştur. Kalp (gönül)de sevinç, üzüntü, öfke, korku vs. Gibi psikolojik hallerin biniti (yeri) kılınmıştır. Dolayısıyla insan sürekli bu hallerle meşgul bulunmaktadır. Zira her hal öncesinde nefsin onun sebeplerine yönelmiş olması ve ilmi melekelerin o hale uygun düşecek sebebe tabi olması, nefsin kendisini tamamen o hali doğuracak sebeplere vermesi ve onun dışında ki her şeyden gafil bir halde bulunması söz konusudur. Bu durumda bu meşgalelerin geriye kalan izi nefsi etkiler ve bunun sonunda o kirlenir. Bu minval üzere günler ve geceler geçer. Kişi ömrünü hep kendi, yapı ve tabiatının isteklerine cevap aramakla geçirir. Bunun sonucunda da kemâl haline ait diğer meziyetleri elde etmeye zaman ve imkân bulamaz.
Nefis perdesi; öyle insanlar vardır ki iki ayağı da bu hastalığa saplanmıştır ve ömürleri boyunca oradan çıkamazlar.
Öyle insanlar da vardır ki yapı ve karakterlerinin boyunduruğu altına girmiş, adet ve geleneklerin baskısını ve aklın ilmeğini boynundan sıyırıp atmış, artık kınamaya aldırış etmez olmuşlardır. (Bu durumda kişi ne aklın gereklerine ne de insanların beklentilerine kulak asmaz.) İşte bu perdeye “Nefis” adı verilir. Ancak kimin aklı tam olur ve hep teyakkuz halinde bulunursa vakitlerini, kollayarak fırsatlar bulur ve bunları değerlendirerek yapı ve karakteriyle ilgili hallerini teskin etmeye nefsini hem sözü edilen hallerle, hem de diğerleriyle ilgilenir. Bir hale getirmeye, kendi tabiatının gereklerine koşmak yanında başka ilimlerin de feyzini gerektirici bir hale girmeye çalışır. Düşünme ve fiiliyata dökme kuvvetleri oranında insanî kemale arzu duyar.
2 – Merasim (adet – gelenek) perdesi; Kişi daha gözünü açar açmaz, ilk kez mensup olduğu kavmini, belirli bir giyim kuşam, çeşitli kurum ve kuruluşlar, iftihar vesilesi ve faziletler –fasahat, zenaat gibi- içerisinde görür. Bütün bunlar onun kalbinde derin bir etki yapar ve onları büyük bir azim, sarsılmaz bir gayretle karşılar. İşte bu merasim perdesidir ve “dünya” diye isimlendirilir.
Bazı insanlar hep perdelerle meşgul olurlar. Öyle insanlar vardır ki kendisine ölüm gelinceye kadar hep perdelerle meşgul olur ve bunun sonucunda hiçbir fazilete ulaşamaz. Çünkü faziletler ancak beden ve aletlerle tamam olabilir. Beden yok olunca artık onları kazanma imkânı kalmaz. Dolayısıyla nefis faziletlerden yoksun bir halde kalakalır. Böyle birinin durumu ayetlerde işaret olunduğu gibi;
Güzel bir bahçesi olup ta bahçesine kasırga isabet edenin haline benzer. Yaptığı ameller boşa çıkacaktır. (Bakara/266)
Ya da şiddetli, rüzgârlı bir günde yele savrulan küle benzer, kazandıkları hiçbir şeyin yararını göremezler. (İbrahim/18)
Bu şekillerde elde avuçta bir şey kalmaz.
Eğer kişi, çabucak ayılan biri ve güçlü bir kavrayışa sahipse bir delil-i burhanî veya hatâbî ile, ya da şeriatı taklit yoluyla bütün kullar üzerinde hükümran olan, işlerini düzene koyan, kendilerine her türlü nimetlerini veren bir Rabb olduğunu anlar. Bunun sonrası kalbinde O’na doğru bir meyil ve muhabbet meydana getirir ve O’na yakınlaşmak ister. İhtiyaçlarını O’na arz eder kendisini O’nun huzuruna atar.
Bu yönelişte kimisi isabet eder ve amacına ulaşır, kimisi ise hata yapar. Genelde yapılan hata iki şekilde olur. Benzetme (Teşbih) ve şirk koşma.
1 – Vacib Teâlâ da yaratıklara ait sıfatların bulunduğuna inanmak.
2 – Yaratıklara Vacib Teâlâ’nın sıfatlarını isnat etmek.
Birincisi teşbih yani benzetme olmaktadır. Bunun çıkış yeri, gaibi, hazır bulunana (görülene) kıyas etmektir. İkincisi ise şirk koşmak (işrak) olmaktadır. Bunun da kaynağı yaratıklardan doğan olağanüstü haller görmek ve onları bizzat onların yarattığını düşünmek. O olağanüstü hallerin onlara mahsus bir özellik olduğunu kabul etmek ve böyle inanmak.
Değerli okuyucu, bütün insanları teker teker araştırmaya tabi tutacak olursan, onların size arz ettiğim durumdan farklı olmadıklarını görürsün. Sanmam ki sen onlarda bir farklılık bulacaksın. Aksine4 bütün insanlar –herhangi bir şeriata bağlı olsalar bile- mutlaka az ya da çok kendi yapı ve karakterlerinin perdeleriyle (istekleriyle) meşgul olurlar. Her ne kadar merasime (gelenek, formalite) dayalı fiillere doğrudan girişmeseler bile, yani adet ve geleneklere takılmak suretiyle geçirecekleri belli bir vaktin olması kaçınılmazdır. Bu durumda o kişinin bütün ilgisi mensup olduğu kavmin sözce, giyim kuşamca, huyca ve akılca en üstün gördüğü kimselere benzemeye çalışmak olacaktır. Yine onların öyle bir vakitleri olur ki bu vakitte ki işittikleri şeye kulak verirler. Fakat ceberut ve alemdeki gaybi tedbire dair sözlere kulak vermezler.
Allahu Alem…!
PERDELERİ AÇMA, KALDIRMA YOLU;
Tabii yapı ve karakter perdesinin kaldırılması;
Bil ki tabii yapı perdesinin kaldırılması iki şeyle olur. Bunlardan birincisi emredilen, tergibe konu olan ve teşvik gören bir şeydir. İkincisi ise üzerine yukarıdan konulan ve onunla sorumlu tutulan, kulun dileyip dilememesine bakılmayan şeydir.
Birincisi, hayvanî yönü zayıflatan riyazetlerdir. Oruç tutmak, geceleyin uyumamak gibi. İnsanlardan bir kısmı ifrata gitmekte ve Allah Teâlâ’nın yarattığı şeyleri değiştirme gibi bir aşırılığa düşmektedirler. Mesela üreme organının kesilmesi el ve ayak gibi değerli organların devre dışı bırakılması gibi. Bunları yapanlar zır cahillerdir. Oysaki işlerin en hayırlısı orta yoldur. Oruç tutmak ve geceleyin uyumamak ilaç mertebesindedir, ihtiyaç miktarı kadar ayarlanması gerekir. İlacın gereğinden fazla alınması halinde zararlı olduğu gibi bunlarda da ölçü kaçırıldığında zararlı olur.
İkincisi; Tabii yapının peşi sıra giden ve râşit sünnete muhalefet eden kimseleri uyarmak, tabiatın galebe çalacağı her bir şeyden kurtulmanın yollarını beyan etmek ve bunun için bir sünnet (yol) koymaktır. Bunu yaparken insanları büsbütün sıkıntıya sokmak gerekmez. Her hususta sadece sözlü uyarı ile yetinmek te olmaz. Bilakis mutlaka işin ucunda bazı konulara has olmak üzere şiddetli dövme ve ağır yük altına sokma da olmalıdır. Buna en layık olanlar da sirayet edici zararlar içeren zina ve öldürmek gibi aşırı muzır fiilleri işleyenlerdir.
MERASİM (adet, gelenek) PERDESİNİN KALDIRILMASI.
Bu perdenin kaldırılması iki şeyle olur;
A – Her ihtiyaç esnasında Allah Teâlânın adını anmak. Bu bazen emrolunduğu bazı lafızları tekrarlamak suretiyle olur, bazen de sırf Allah’ın arzusunu dikkate alarak çizilmiş sınırlara ve getirilmiş kayıtlara uymak yoluyla olur.
B – Taatlerden bazı türlerin yaygın bir merasim şekline sokulması ve onların korunması için te’kit ve teyide gidilmesi, bu konuda kişinin dilemesine ya da yan çizmesine dikkat edilmemesi, terki halinde kınanması, o merasimleri kaçırmasına bir ceza olarak frenlenmesi, makam ve mevki gibi arzuladığı bazı şeylere getirilmemesi.
İşte bu iki tedbir ile merasim gaileleri bertaraf edilir ve o, artık Allah’a ibadeti tekit ve teyit eder, Hakka davet eden (sünnet) yol olur.
3 – YANLIŞ BİLGİ PERDESİ, ŞİRK KOŞMA VE TEŞBİH;
Yanlış bilgi her iki kısmıyla birlikte iki sebepten kaynaklanır.
A – Rabbin yüce ve erişilmez oluşu; Kişi rabbini tam anlamıyla bilemez, çünkü O, gerçekten beşer sıfatlardan çok yücedir. Sonradan olan ve duyularla algılanabilen şeylerin özelliklerinden münezzehtir. Bu erişilemezliği ortadan kaldırabilmesinin yolu insanlara ancak zihinlerinin alabileceği bir şekilde hitap etmektir.
Bu konuda asıl şudur; Hiçbir mevcut veya mütehayyiz ya da mücerred ma’dum yoktur ki insanın ilmi ona taalluk etmesin. Bu ya onun suretini zihne getirmek ya da bir tür benzetme ve mukayese yapmak yoluyla olur. Hatta bu durum mutlak adem (yokluk) ve mutlak meçhul için dahi böyledir. Bunun sonucunda adem, var olmanın bilgisi ve onunla nitelenmemesi yönünden bilinir. Gene bu kökten mef’ul sigasında türetilmiş olan ma’dum kelimesinin ne manaya geldiği, keza, mutlak kelimesinin ne mana ifade ettiği bilinir.
Bütün bu şeyler toplanarak birbirine eklenir ve bunun sonucunda terkibi bir suret meydana gelir. Bu terkip tasavvuru maksut olan fakat ne hariçte ne de zihinlerde varlığı bulunmayan şeyin anlaşılmasını temin eder.
Nitekim insan tamamen nazari olan bir kavrama yönelir ve onun için cins ve fasıllar olduğunu düşünür ve onlara yönelir. Sonra bunları terkip eder ve bundan tasavvuru matlup olan şeyi açıklayan mürekkep bir suret meydana gelir. Mesela insanlara şöyle hitap olunur; Allah vardır, Fakat O’nun varlığı bizim diriliğimiz gibi değildir. Kısaca bizim dünyamızda övgü konusu olan sıfatlar ele alınır ve Allah Teâlâ onunla nitelendirilir. Bu işlemde – gördüğümüz kadarıyla – üç kavram göz önüne alınır.
1 – Bu sıfatların kendisinde bulunduğu bir şey. O şeyden bu sıfatların eserleri ortaya çıkmaktadır.
2 – Bu sıfatların kendisinde bulunmadığı, onlara ehil olmayan bir şey.
3 – Sıfatların kendisinde olmadığı, fakat kendisinde olmaya ehil bulunan şey. Canlı, donuk, (cemad) ve ölü gibi. Bunlar eserlerin sübutu ile sabit olurlar. (Bizim dünyamızda övgü ifade eden sıfatlar O’na izafe edilir, ancak bu bir teşbih doğurur) Bu teşbihin doğuracağı sakıncalar da, O’nun bizim gibi olmadığını ifade ile telafi olunur.
B – DUYULARIN DÜNYA GÜZELLİKLERİNE DALMASI;
Duyularla algılanan suretler bütün ziynetleriyle lezzetler güzellikleriyle idrak güçlerini büyüler ve ilmi melekeler kendilerini hissi suretlere kaptırır. Dolayısıyla kalp onların isteklerine boyun eğer ve Hak Teâlâ ya gerçek anlamda olması gereken şekilde teveccühte bulunamaz. Bu sakıncayı ortadan kaldırmanın yolları şunlardır;
1 – Riyazetler ve ameller; İnsan bunlar sayesinde (Hatta ahirette bile olsa) yüce tecellilere hazır hale gelir.
2 – İtikafa çekilme ve mümkün mertebe kalbi meşgul edecek şeyleri ortadan kaldırma; Nitekim Allah Resulü resimli olan bir perdeyi duvardan indirmiş, üzerinde nakışlar bulunan bir yün elbiseyi de çıkarıp aymıştır. (Şah Veliyyullah Dihlevi – Hüccetullahi’l- bâliğa)
…………………………………………………………………..
İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ.
Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare ve yütimme nı’meteHU ‘aleyke ve yehdiyeke sıraten müstekıyma. (Feth/1-2)
“Şüphesiz ki biz sana apaçık bir fetih sağlamışızdır.
Allah böylece senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir.”
Fetihten maksat müşahede, yani ilâhi müşahedeye mazhariyettir. Şöyle ki; Allah’ın öncesiz olduğu ilminde halkın hepsinin Cenab-ı Rabbül alemin’i tanımayacakları hükme bağlanmıştır. Çünkü eğer bütün insanlar Allah’ı bilip tanımış olsalardı iki âlem değil bir alem yaratmak gerekirdi. Hâlbuki Cenab-ı Hak iki âlem yaratmayı yine ezeli iradesiyle belirleyip hükme bağlamıştır.
Böylece insanları kendisinden hicap ile ayrı tutmuş, yani ara yere hicaplar koymuştur. Ancak merhamet ettiği kimseler hariç. Bu sebeple de insanları hem kendi fiilini müşahededen, hem de kendi zatını müşahededen men etmiştir.
Zira eğer ara yerde ki perde kalkıp insanlar Cenab-ı Allah’ı müşahede etmiş olsalar ve işledikleri fiillerin tamamının Allah tarafından yaratıldığını müşahede de bulunsalar Allah’ın bütün fiillerin yaratanı olduğunu, kendilerinin bu fiiller için birer zarf ve ecram olduğuna kesin bilgi edinseler, yani basiretle bunları görüp tespit etseler, asıl harekete geçirenin Allah olduğunu yine bu yoldan öğrenseler bu durumda hiç biri Allah’a karşı günah ve isyanda bulunmaz. Çünkü günah ve isyan ancak perde gerisinde kalıp gaflet ve şaşkınlık içinde bulunan kişilerden meydana gelir.
Kur’an ı kerimde bu hususlara işaret edilerek buyuruluyor ki;
… ve HUve me’akum eyne ma küntüm* vAllâhu Bima ta’melune Basıyr. (Hadid/4)
“Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.”
Ve lekad halaknel İnsane ve na’lemu ma tuvesvisu Bihi nefsuh* ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd. (Kaf/16)
“And olsun ki insanı biz yarattık, nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.”
Ve izâ seeleke ‘ıbadiy ‘anniy feinniy kariyb…. (Bakara/186)
“Kullarım sana beni sorarlarsa bilsinler ki ben şüphesiz onlara yakınım…”
Elem tera ennAllâhe ya’lemu ma fiysSemavati ve ma fiyl’Ardı ma yekûnu min necva selâsetin illâ HUve rabi’uhüm ve lâ hamsetin illâ HUve sadisuhüm ve lâ edna min zâlike ve lâ eksere illâ HUve me’ahüm eyne ma kânu* … (Mücadele/7)
“Göklerde olanları da yerde olanları da Allah’ın bildiğini bilmez misin? Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok ne olursa olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka onlarla beraberdir.”
VAllâhu halekaküm ve ma ta’melun. (Saffat/96)
“Allah sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de yaratmıştır.”
Mü’minler her ne kadar kendilerinde fail olanın Allah olduğuna itikad ediyorsa da bu itikad bazen hazır, bazen gaip olur. Sebebine gelince de; Hicaptır. (Onlarla Allah arasında ki perde) O halde bu konuda müminlerin itikadı, sadece gayba olan imanlarından dolayıdır. Müşahede ve hakikati atan beyan görmekten değildir.
Allah kime merhamette bulunursa, aradaki bu hicabı giderir de ona kendisini müşahede ile ikramda bulunur. Artık bu durumda olan kimse ancak Haktan gelen Hak şeyi ve Hakka giden hakkı görür. İşte feth-i Mübin = Apaçık fetih ile bu hususa işaret edilmiştir.
– Allah resulüne bu fetih ne zaman geldi?
– Ta küçüklüğünden beri, çünkü Allah resulü olan efendimiz Allah’tan hiçbir zaman mahcub olmamıştır. (Perde gerisinde kalmamıştır.)
Fetih kuvvet ve zayıflık bakımından çok farklılık arz eder. Her biri güç ve yeteneğine göre fetihten nasibini alır. ResulAllah efendimizde ki akıl, ruh, nefs, zat, sır ve hafıza kuvveti başkasında yoktur. Fethe nail olmuş bütün peygamberler ve başkaları bir araya gelseler de ResulAllah efendimizde ki bu kuvvet onların üzerine konulsa hepsi de eriyip gider, zatları kayıp, yok olur.
Peki; “Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar” ı nasıl anlayacağız?
Bu günahtan maksat, gaflet ve topraktan meydana getirilen zatın aslında ki karanlık hicaptır. Diyebilirim ki bu gaflet ve hicap, günah hususunda kirli paslı elbiseye benzer. Sinekler üzerine konup elbiseyi nasıl kirletiyorsa bu da manevi alanda ona benzer. İşte bu kirli ve paslı elbise bir kimsenin üzerinde ne kadar süre kalırsa o kadar sinek konar. Bu elbise giderilince sinekler de konmaz olur. Elbise hicaba sinek te günahlara misaldir. Kim bu elbiseye sinek adını verirse şüphesiz ki böyle bir isim verme kolay ve geçerlidir. İşte bunun gibi günahtan da maksat burada hicaptır.
Geçmiş ve gelecekten maksat bu hicabın tamamen giderildiğini kapalı bir ifadeyle belirtmektedir. Cenab-ı Hak sanki şöyle buyuruyor;
“O halde kıyamet günü peygamberler mahşer ehline; “Siz Allah kulu Muhammed’e gidin çünkü onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır”.
Çünkü hicabın kalkmasından daha üstün bir nimet maarife erişmekten daha üstün bir hidayet, durumu bu ölçüye gelenlere sunulan yardımdan daha üstün bir yardım yoktur.
……………………………………………………………………….
İnsan bütün güzelliğine rağmen ikiye ayrılıyor. İnsanın zatının bütün zatlardan güzel ve kuvvetli olmasına rağmen Allah’ın ezeli ilminde ondan bir kısmının cennete, bir kısmının da cehenneme gireceği belirlenmiştir. Bunun sebebi ise insanların gözleri üzerinde ki müşahedeye engel olan hicaptır. Bu hicaptan dolayı İlâhî azamet ve kudreti görememektedir. Çünkü Cenab-ı Hak önce insanın zatına ruhu yerleştirdi. Onunla birlikte sırrı mahiyetinde ki aklı koydu. Ayrıca Marifet-i ilâhiyye ile imanı da ona verdi.
Müşahedeyi lütfederken hicabı kaldırdı. Böylece insanla Allah arasında ilişki sağlandı, insan yaratanını bildi. Tabii bu bilme en mükemmel mana ve ölçüde idi. Ama Allah vaadini infaz etmek istediğinde belirtilen hicabı tekrar indirdi. Bu hicapla insan zatlarının gözleri önüne bir perde çekti, böylece daha önce mazhar olduğu müşahede kalkmış oldu. Bu sebeple de Allah’ın azamet ve kudretini göremez oldu ve kesilip kaldı.
Evet, bu kopma ve kesilmeyle cidden insana yazık oldu. İnsan böylece düştüğü şeyde bir nevi muhayyer de bırakılmıştı. Şöyle ki; İnsanın zatı kendisinde ki aklın nurundan meydana gelen manevi ipe bakınca ona yapıştı ve onu kendisine dayanak seçti. Her şeyde onun rehberliğine başvurdu. Bu sebeple Allah’tan kopup uzaklaşması arttı. (çünkü her şeyi çözmeye, anlamaya, yaratanını bulup azamet ve kudretini görmeye yeterli değildir.)
İnsan bu gaflet içinde hep aklına baktı, aklını kendisinden bir parça olarak gördü. Kendisinden çıktığını ve yine kendisine döndüğünü düşündü, bütün işlerde ona müracaat etti. Böylece aklı onun zatına bir istikbal getirdi. Fakat Allah’tan koparıp uzaklaştırdı. Eğer insan aklına, onun Allah’tan gelme bir nimet olduğu ölçüsünde bakıp, onu her an harekete geçirenin Allah olduğunu görseydi, bu basiret içinde insanın dönüşü Allah’a olur, aklından ve diğer şeylerden bir bakıma kopardı. Yani kendisinden alınan müşahedeye tekrar mazhar olurdu.
Netice olarak diyebiliriz ki insanın zatının durumu şudur; O aklına bağlanıp kalmakla öncesiz olandan koptu, sonradan olma şeye bağlanıp kaldı. Eğer böyle bir bağlantısı olmasaydı kendisi için çok hayırlı olurdu.
İşte böylece Cenab-ı Hakta vakta ki, insanın aklına bağlanıp kaldığını, bütün işlerde akla başvurduğunu, her şeyde tek dayanak olarak aklını seçtiğini görünce artık bu durumda onun hak yolundan sapacağını anladı. Ve onu doğru yola getirmek için Ma’rifetine eriştirmek üzere peygamberler gönderdi. Bu durumda ezelde mukadder olan hüküm yerini bulmuş oldu.
İnsanlar bu hususta da ikiye ayrıldı; Bir kısmı gönderilen peygamberlere gönül verip onları müspet karşıladı. Bir kısmı ise onları yalanladı. Birinciler akla tamamen uymaktan vazgeçtikten sonra peygamberlere uyabildiler. İkinciler ise akla sımsıkı bağlı kaldıkları için peygamberleri sert bir dille tekzibe yeltendiler.
Müşahedenin kalmasına sebep olan hicap düşünülenden farklıdır. Bu hicap cehennem karanlığından bir karanlıktır ki zata giydirilmiştir. Böylece bu karanlık onu Cenab-ı Haktan mahcup etmiş, yani bir perde, bir hicap olmuştur.
Peygamber çağrısına evet diyenler de iki guruba ayrıldılar. Bir grup cevap vermekle kalmadı, kendilerine fetih yapılmadığı halde gayba iman ettiler. Bunlar umumiyetle halk tabakasıdır. Diğer grup ise hem onların davetine evet dediler hem de fetih mazhariyetine eriştiler. Bunlardan kimisi fetih üzere devam etti, kimi de fetihle duraklayıp kaldı. Fethin süreklilik gösterdiği zatlar daima fazlalık içindedirler. Yani her geçen gün irfanlarını artırmakta, müşahedeleri genişlemektedir. Fethin duraklayıp kaldığı zatlar ise her gün noksanlık içindedirler.
Bu durumu iki fakir adama benzetebiliriz. İki fakir birlikte çıkıp bir zengin aramaya koyuldular, Zengin bir zatla karşılaşınca ellerini açtılar, her biri ondan bir dirhem istedi. Birisi bir dirhem alınca onunla yetindi. Diğeri ise bir dirhemi aldıktan sonra yine istedi, o zengin de vermeye devam etti. Neticede on mevzuna kadar çıktı. Fakat o fakirin isteği bitmedi, yine istedi, zengin de o istedikçe artırdı ve bir altın daha verdi.
Biz bu zengini çok alicenap ve cömert kabul edelim, hazinesini de tükenmez sayalım. Ondan dilenen fakiri de devamlı ister vaziyette görelim. Ona verilen bağışlar onunla duraksayıp kalmaz.
İşte Allah dostları olan velilerin de hali böyledir. Fethin kendilerinde süreklilik gösterenleri her an fazlalık içindedirler, yani irfanlarını artırırlar. Bu böyle devam edip gider. Ölüm kendilerine gelince de durumları yine bu ölçüdedir. Allah onlardan razı olsun, bunu ölüm anında bile hissetmezler. Çünkü akılları, ruhları ve zatları Allah’tan başkasından kopmuş vaziyettedir, aynı zamanda ölümden de kopmuşlardır, ölümün geldiğinden haberleri bile olmaz.
Ma’rifeti haktan başka hiçbir sanat ve işi olmayan kâmil bir veli sadece ilâhi ma’rifet hakkında söz söylemekten hoşlanır ve ancak bu mana etrafında toplanmayı sever. Allah’a kavuşmayı, O’na yaklaşmayı tek zevk sayar. İşte kim o veliyi bu ölçü ve açıdan tanırsa hem dünyada hem de ahirette kârlı çıkar. Onu bu açıdan başka bir hal üzere tanıyan kimsenin de durumu aksine bir netice verir.
Müşahede derken şöyle düşün; Şu duvarı görüyor musun? Biz onu o an müşahede ediyoruz. Halbu ki o zamanla yok olur. Ama biz onun rabbini, yaratanını ve onu kudretiyle ayakta tutanı göremiyoruz. Hâlbuki onun yaratanı hep diridir ve hep vardır. Ne yok olur, ne ölür, ne de varlığını yitirir.
O bize şah damarımızdan daha yakındır, bizim de yaratanımızdır. Bizde dilediği gibi tasarrufta bulunur. Böyle bir duvarı müşahede etmek ne fayda ne de zarar verir. Bununla beraber Cenab-ı Hakkı müşahede edemiyoruz. O halde duvarı müşahedemiz batıl bir müşahededir. Ama ondaki butlan nispidir, yani müşahede ettiğimiz nispetle yok gibidir. Daha önce levhayı görüp te içindeki yazıları görmemek batıl bir müşahede sayılmıştı.
Cenab-ı Hak kime merhamette bulunup fetih kapısını açar da yüce zatını, övgü değer sıfatlarını, tertemiz fiillerini müşahede ederse o artık rabbine bağlanmış olur ve bir daha bedbahtlığa yol açmayacak tertemiz bir hayat yaşar. Ölümsüzlüğe mazhar olur. Çünkü fani olan baki olana bağlanınca onun bekasıyla baki olur ki buna işaret edilmiş bir sözle bakileşir. Allah daha iyisini bilir.
BİRİNCİ FETİH
Birinci tür fetihte her ne kadar karanlık ehli ile hak ehli müşterek durumda iseler de bundaki maksat hayli farklıdır. Çünkü bu hususta karanlık ehlinden yana maksat; Allah’ın kapısından kovulmak, O’nun dosdoğru yolundan ayrılmaktır. Çünkü Cenab-ı Hak onlara gazab etmiş, kendisinden uzaklaştırmış ve kalplerini başkasına bağlamıştır. Sonra da onları bu türlü harikulade hadiselerle destekleyip istidraç kapısını açmıştır. Onlar da böylece kendilerini bir şey sanıp büyük bir yanılgı içine düşmüş bulunurlar.
Ehli haktan yana olan maksat Allah’a karşı sevgilerini artırmak, bir dereceden başka bir dereceye yükselip kemâle ermektir. Çünkü Cenab-ı Hak onlara kapıyı açtı ve hicabı önlerinden giderdi, kalplerini de kendine bağladı. Sonra da bu tür harikulade hadiselerle onları destekledi. Ta ki basiretleri kuvvetlensin, ma’rifetleri artsın. Buna işaretle Cenab-ı Hak buyuruyor ki;
Ve izâ ma ünzilet suretün fe minhüm men yekulü eyyüküm zadethü hazihi iymana* feemmelleziyne amenû fe zadethüm iymanen ve hüm yestebşirun; (Tevbe/124)
Ve emmelleziyne fiy kulubihim meradun fezadethüm ricsen ila ricsihim ve matu ve hüm kafirun; (Tevbe/125)
“Bir sure inince aralarında; “Bu hanginizin imanını artırdı?” Diyen ikiyüzlüler vardır. İnananların ise imanlarını artırmıştır. Onlar birbirlerine bunu müjdelemek isterler.
Kalplerinde hastalık olanların ise pisliklerine pislik katmıştır. Onlar kâfir olarak ölmüşlerdir.”
Müşahede gücü bazen küçük, büyükten daha kuvvetli olur. Yani belirtilen olayları müşahede vadisinde derecesi aşağıda olan bir veli, bazen derecesi çok daha yukarıda bulunan veliden daha kuvvetli olur. Çünkü büyük bir veli kendisinden çok kuvvetli olan zattan galip bulunuyor ki bu Hakkı müşahededir. Küçük veli ise onun durumu böyle değildir o müşahedeyi kastetmektedir. Bu durumda her ne kadar onun da Hakkı müşahede durumu varsa da büyük velinin müşahedesi gibi değildir.
Özetleyecek olursak; Büyük veli Hakkı müşahedesinde kuvvetlenir, halkı müşahedesinde zayıftır. Küçük veli ise bunun aksi yer alır. Yani halkı müşahedesinde kuvvetli, Hakkı müşahedesinde zayıftır.
Bu duruma kıyasla Hz. Hızır ile Hz. Musa hadisesi hatıra gelir. Cenab-ı Hak onların kıssasını bize kendi kitabında anlatırken üç hususu belirtir; Çocuk, gemi ve duvar.
Bu üç olayın bilgisi Hz. Musa’ya gaip idi. Çünkü o bundan daha kuvvetli olanı müşahede ediyordu ki o da Cenab-ı Haktır. Yani Hz. Musa bu durumda Cenab-ı Hakkı müşahede halinde olduğu için halk ile ilgili o üç olayı müşahede de Hz. Hızır’dan zayıf bulunuyordu. Şüphesiz Hz. Musa’nın bu hadiselerle ilgili bilgisizliği onun Kemâl mertebesinin zirvesinde bulunduğunu gösterir. Buna bir misal verecek olursak;
Hz. Hızır ile Hz. Musa bir hükümdarın iki kuluna benzer. Onlardan birini Hükümdar bağrına basmış onu kendisine yakın bir dost edinmiştir. Böylece o kulun hükümdarın yanında oturmaktan ve onun yüzüne bakmaktan başka bir meşguliyeti yoktur. O kadar ki hükümdar bir yere çıkınca o da beraberinde çıkar. Bir yere girdiğinde onunla birlikte aynı şeyi yapar, hükümdar konuşmak istediğinde ancak bu kulu ile konuşur.
Diğer kulunu ise halkın işlerini görmekle, onlarla meşgul olmak üzere görevlendirmiştir. Bu bakımdan ikinci kul halk ile meşgul bulunur, onların işlerini düzenler, hükümdarının emirlerini yerine getirir. Halk ile memleket meselelerini görüşüp konuşur, onların durumunu düzeltmek için uğraşır, bu yüzden de uzun müddet hükümdardan uzak kalır.
Hiç şüphe yok ki birinci kul hükümdara hem daha yakın, hem de O’nun esrarını çok daha iyi bilir. Bununla beraber halkın durumundan, girip çıkanlardan kendisine soru geldiğinde çoğunu bilemez. Çünkü uzun müddet halktan uzak kalmış hükümdarın huzurunda bulunmuştur. Bu hususta ikinci kul ondan daha bilgilidir. İşte Hz. Musa’nın Allah ile olan hali de böyle idi.
ALLAH BİR KULUNU HİCAP HALİNDEN ALIP FETİH HALİNE NAKLETMEYİ DİLEMESİ
Cenab-ı Hak kuluna rahmet edip fetih haline nakletmeyi irade ettiğinde, Evliya-ı Kiram o kul hakkında korkmaya başlar. Çünkü bu fetih ile onun güç yetiremeyip öleceğini veya aklî dengesinin bozulacağını ya da yerinde kalacağını kesin olarak bilemezler. Bu bakımdan o kul hakkında hayli endişeye kapılırlar.
Aklî dengenin bu hususta bozulmasından maksat, müşahede ettiği çok önemli hususlarla birlikte muvazene ve hususiyetini kaybetmesi ve bağlı bulunduğu zattan tamamen kopup ayrılmasıdır. Öyle bir kopuş ki bir daha dönmemesine, aklın yerinde kalması ise, nurundan bir kısmını yitirmesi ve müşahede ettiklerinden bir bölümünü kaybetmesidir. Az bir ölçüsünün zat ile kalması ve zatı koruyacak kadar bir mana taşımamasıdır. Yani bağlı bulunduğu zatın yemek, içmek, giymek, bakmak ve benzeri hususlarda ihtiyaçlarını karşılayacak kadar aklî melekesinin yerinde kalması demektir. İşte bu durumda hiç kimse, Allah’ın bu iradesinden sonra kulda nelerin meydana geleceğini bilmez ancak o kulun şeyhi bilebilir.
Peki, neden fethe mazhar olan zatta bu gibi haller olur?
Kula fetih yapılınca güç yetiremeyeceği hususları müşahede etmeye başlar. Melekler, cinler ve şeytanlar âleminden takat getiremeyeceği şeyleri görür. Çok korkunç suretlerle karşılaşır, dehşet verici sesler işitir, ödü kopacak hale gelir. Nice kişiler kendi işinde gücünde meşgul olurken Allah ona fetihte bulunur da güç yetiremeyeceği şeyleri müşahede eder ve derhal ölür. Halkta onun ansızın bir kalp krizi geçirip öldüğünü zanneder. Hâlbuki ki fetihten dolayı ölmüştür.
Peki, fetihten dolayı aklını kaçıranla, başka bir sebepten akli dengesi bozulan arasında ne fark vardır?
Fetihten dolayı aklını kaybeden kimse hakikatte aklını yitirmemiş, o sadece Cenab-ı Hakkı müşahede atmosferi içinde kendini kaybetmiştir. Böylece akıl ilahi müşahede denizinde devamlı olarak kendini kaybetmiş oluyor.
Cenab-ı Hakkın bu durumda onun aklını zatından koparıp alması, irade ettiği bir hikmetten dolayıdır. Başka bir sebeple aklını kaybeden kimse böyle değildir. Bunun sebebi Cenab-ı Hak bir kulunu helâk etmeyi murad ettiğinde onun aklını alır. Böyle bir akıbetten Allah’a sığınır O’ndan selâmet dileriz.
Böylece Allah bu gibilerin aklını alınca ruhunu da yavaş yavaş kendi zatının müşahedesinden koparıp o sadece artık kendi zatının ef’alini görebilir. Ruh bu durumda böylesine çirkin fiilleri müşahede vadisinde olgunlaşmaz. Daha doğrusu zata bu durumda bir kabz hali gelir ve aklı ayrılıp gider. Allah’tan selâmet dileriz.
Kulun başına gelen kabz hali devam ettikçe yani ruh böyle bir kasılıp kalmanın tesiri altına girince akıl yerinden ayrılır. Kabz hali devam etmeyecek olursa ruh için bast başlar tekrar sahibine dönüş yapar.
Fetihten başka bir sebeple aklını kaybedenler hayvanlar hükmündedir. Ne var ki Cenab-ı Hak onları cennetine sokmakla merhamette bulunur. Çünkü delilerde ki insan sureti kendileri için şefaatçi olur. Onlar bir bakıma insan suretinde olan hayvanlar gibidirler. Çünkü İnsan son derece saygı değerdir.
Peygamberler, seçkin kullar (onlara sâlat-ı Selâm olsun) insan suretindedirler. Allah onları insanlardan seçip çıkardı, meleklerden çıkarmadı. Bu bakımdan insan, insan olduğu için mükerrem ve muazzezdir. BU sebeple deliler hayvanlar gibi toprak olmayıp kıyamet günü diğer insanlarla birlikte haşr-neşir olup ilahi rahmetten nasiplerini alırlar. Fetih sebebiyle akıllarını kaybedenler ise saygıdeğer velilerdir. Ne var ki diğer velilerle birlikte tasarruf yetkileri yoktur.
NUR KUVVETİ İNMEDEN FETİH YAPILIRSA;
Nur kuvveti inmeden fetih zata gelirse zatta bir karışıklık ve anormallikler meydana getirir. Böyle bir konumda ya ölüm vaki olur ya da aklın yitirilmesiyle neticelenir. Ama zat üzerine nur kuvveti fetihten önce iner, sonra da fetih yapılırsa bu durumda zata bir zarar gelmez.
Nur kuvveti dediğimiz mesela Cenab-ı Hak zayıf bir ota sözünü ettiğimiz kuvvetten verse, şüphesiz ki karşımızda duran dağı kaldırmaya güç yetirebilir. Allah’ın tevfikine mazhar olan zat kendisine henüz fetih nuru inmeden önce bu nur kuvvetinin inmesini arzular. Allah daha iyisini bilir.
Büyük fethe mazhar olanların geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır. Yaptıkları iyilik ve sevaplar makbuldür Günah ve kusurlarının hepsi iyiliğe ve sevaba döner. Yani fetihten önce işledikleri günah ve kusurlar fethe mazhar olduktan sonra iyilik ve sevaba munkalip olur.
Fetihten sonra ise onlardan günah ve isyan sadır olmaz. Çünkü günah ve isyan ancak perde gerisinde, basireti kapalı kalmış kimselerde meydana gelir. Büyük fethe mazhar olanlar ise her an Hakkın müşahedesinde bulunuyorlardır ki bu müşahede onları günah ve isyandan alıkoymaktadır. Melekler de böyle değil midir? Allah’ın emrettiği hiçbir şeyde isyan etmezler emredileni her halde yaparlar. Allah daha iyisini bilir.
FETHİN DURUMU HAYRET VERİCİDİR.
Fethin durumu garip ve oldukça hayret vericidir. Allah’ın nice sevgili kulları var ki Cenab-ı Hak onlara olan rahmetiyle fetih kapılarını açmıyor. Çünkü fetihte öyle haller ve özellikler var ki kendisine fetih yapılan zat fetihten önce zatını arındırıp hazırlamamışsa derhal dönüş yapar. Yani fethin yapılmasıyla ondan dönüşü bir olur. Bundan Allah’a sığınırız.
Bazen Hristiyanlaşır. Bunda da öyle haller var ki onları müşahede ettiğinde ondan da dönüş yapıp bu kez Yahudileşir. (Böyle bir halden Allah’a sığınırız.
Nice kimseler var ki ancak ruhu kendisinden ayrılacağı sırada fetih kapısı açılır. Nice adamlar da var ki kendisine fetih yapılmadan ölür. Ama Cenab-ı Hak onu fethe mazhar olmuş kişilerin halinin çok üstünde ve daha mükemmel ve manasıyla hasreder.
FETİH ANINDA İNSANDAN SİYAHIMSI BİR SİCİM ÇIKAR.
Kendisine fetih yapılan zattan Fetih anında siyah, sicime benzer bir karanlık çıkıp ayrılır. Ki bu onun zatını kuşatmış vaziyettedir. Zattan bu siyah karanlık sicimsi mana ayrılınca zatın üzerine fetih nuru dökülür. Bu nur büyük bir topluluk halinde olur, meleklerden meydana gelmiştir ve bir de başka bir kavimden oluşmuştur ki bunlar o karanlık sicimsi şeyin ayrılmasıyla meşgul olurlar.
Melekler de sırrı taşırlar, O karanlık sicimimsi şey zattan ayrılınca melekler nuru zatın üzerine koyar. Ne var ki o karanlık sicimimsi şeyin zattan alınmasında yaratıklar dehşete kapılır. Hepsi de kendisine fetih yapılan zat hakkında endişelenir. Çünkü başına ölüm mü gelecek, aklını mı kaybedecek bilemezler. Selâmete mi erecek, sonucu ne olacak bir türlü kestiremezler. Bu bakımdan durmadan Allah’a yalvarıp yakarıp o zata güç ve kuvvet, destek ve başarı vermesini boynuna takılan şeyi taşıyabilmesi için kudret bahşetmesini dilerler.
Şüphesiz ki fethin nuru şeyhin zatında olur. Onun ömrünün sonunda varisleri onu taşımaya güç yetirebilirlerse alırlar. Yani şeyhten ayrıldıktan sonra onlar o nuru yüklenirler. Eğer varisler ona güç yetiremezlerse bu bir emanet olarak Cibril AS. a bırakılır. Müridin zatı buna güç yetirinceye kadar Cibril AS. da kalır. Mürid bu aşamaya gelince o karanlık sicimimsi hal ayrılır ve sırrı alır. (Eşşeyh Abdulaziz Debbağ Hz. – El İbriz)
********************************************************************
KENDİNİ TANI – BİLİNCİN ARINIŞI
Nefs”, “Ben” kelimesiyle işaret ettiğin varlıktır!
“Nefs” ve ondaki “bilinç”, gerçeği itibarıyla, yapısının özü itibarıyla; “Rubûbiyet Nûru”ndan yani “Esmâ” mertebesinden yaratılmıştır.
“Nefs”, varlığını Esmâ mertebesinden yani Hakk’ın varlığından alıp, “Rubûbiyet Nûru”ndan yaratıldığı için, “yapısının gereği olarak dilediğini yapmak ister ve yapar”… Engel tanımaz! Hayır veya şerr, iyi veya kötü diye bir kavram bilmez! O, sadece dilediğini yapmak ister ve yapar. Çünkü varoluşu “Rubûbiyet nûru”ndandır.
“Nefs”in aslı, “Nefs-i Küll”dür.
“Nefs-i Küll” nedir?
Cenâb-ı Hak, kendi Esmâ’sını yani özelliklerini seyretmeyi dilediğinde, kendi Zât’ındaki mânâları seyretmeyi dilediğinde, “Zâtı’ndan Zâtı’na tecelli etti” denen bir biçimde, kendi ilminde kendi Esmâ’sını-özelliklerini seyretti!
Bu, “kendi Esmâ’sının seyri” dediğimiz ilmî seyr neticesi olarak, bu Esmâ’nın toplu bulunduğu mânâlar “Ruh-u Â’zâm” adlı meleği meydana getirdi.
“Ruh-u Â’zâm” denilen bu Ruh’a, sahip olduğu bilinç ve ilim itibarıyla “Akl-ı Evvel” adı verilir.
Esasen “RUH” kelimesi kullanım yeri ve işaret ettiği anlam itibarıyla çok farklı yapılara isim olmuştur… Tıpkı “Kıyamet” kelimesi gibi!
“Kıyamet” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de; bazen bireysel anlamda “ölüm”, yani bir yapının, diğer bir boyuttaki yaşam biçimine dönüşmesi anlamına işaret ederken; bazen de “ruh boyutu yaşamının, nûrânî yaşam boyutuna” dönüşmesi süreci olarak kullanılmıştır.
Evet, “Akl-ı Evvel”; varlığında mevcut olan kudret itibarıyla “Nefs-i Küll” adını alır. Hayatiyeti, canlılığı itibarıyla, “Ruh-u Â’zâm”, “Ruh” adını alır. Sahip olduğu mânâlar, Esmâ-i ilâhîye itibarıyla da, “Hakikat-i Muhammediye” adını alır.
“Nefs-i Küll”ün zâhiri ve varlığı, bu kâinatı oluşturan cevher olan “enerji” dediğimiz şeydir.
Eni boyu, derinliği, ağırlığı, sınırı falan yoktur. Sınırsız, sonsuz kudrettir… Bir diğer ifade ile “enerji”, Cenâb-ı Hakk’ın “Kudret” sıfatının açığa çıkmasından başka bir şey değildir… Var olan her şey, bundan meydana gelmiştir!
“Nefs-i Küll”de mevcut olan bilinç, ilâhî isimlerin mânâlarını yansıtan bilinçtir, ki kendindeki mânâları ortaya koymayı diler.
“Yef’alü ma yüriyd”; “İrade ettiğini = Dilediğini yapar!” (Hac/14)
İşte “MÜRİYD” oluşu, yani irade edişi – dilemesi, “Rubûbiyet”in kuvveden fiile dönüştüğü mertebedir.
Ve O, “Rubûbiyetin gereği olarak, dilediğini halkeder!”.
“…yef’alullahu ma yeşa”(İbrahiym/27)
“Nefs-i Küll”den, yani varlığın özünü meydana getiren enerjiden, ana rahmindeki sperm-yumurta birleşmesiyle hâsıl olan ilk maddeye, 120.günde özden dışa doğru diye tanımlamaya çalışacağımız bir boyutsal geçişle ulaşan “Nefs-i Küll”ün kudreti, o birimde, “Ruh-u izafî”yi yani “Birim ruhunu=Ruh-u insanî”yi meydana getirir.
Yani, beyin çekirdeği, 120.günde “can”lılığa kavuşur, faaliyete geçer… “Nefs-i Küll” dediğimiz varlığı meydana getiren kaynak enerjiden yani Ruh-u Â’zâm’dan aldığı hayatiyet, melekî güç tesiri ileürettiği ışınsal yapıyla, kendi ruhunu meydana getirir!
Ve, böylece “birimsel izafî ruh”, “Ruh-u insanî” meydana gelir.
………………………………………………………….
“İnsanlar Uykudadır, Ölünce Uyanırlar!”
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) onu da şöyle açıklıyor:
“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!”
Şimdi lütfen bu cümleye iyi dikkat edin.
Bu cümlede sınırlama, istisna yok!
Bir cümleyi okuduğumuz ya da duyduğumuz zaman, önce kafamızdan şunu geçireceğiz. Bu cümle bir sınırlama getirmiş mi, getirmemiş mi?
“İnsanlar uykudadır…” diyor!
Beyazlar, zenciler, Araplar, Türkler gibi ırk ayırımı yapmıyor. Nerede, hangi ortamda, ne yaşamda, ne millette, ne kavimde olursa olsun, bütün insanlar uykudadır! Ancak, uyanma hükmünü neye bağlıyor?
Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın açıklamasının devamı da şöyle:
“…ölünce uyanırlar”!
Ayrıca bu konuyla ilgili şu açıklaması da var;
“Ölmeden evvel ölünüz”, ki uykudan uyanmış olasınız.
İki türlü ölüm var:
Birincisi, fiziki ölüm! Yani, senin iraden dışı olarak, beyin faaliyetinin durması sonucu, beden ve bu bedene bağlı olan her şeyin üzerindeki tasarrufunun kesilmesi.
Ölüm nedir?
Ölüm, tadılacak bir olaydır!
“Küllü nefsin zâlikatül mevt…”
“Her bilinç, ölümü (biyolojik bedensiz yaşamayı) tadacaktır!” (Âlu İmran/185) diyor Kur’ân.
Yani, “nefs”in “ölmesi” diye bir şey yoktur!.. “Nefs”in “ölümü tatması” olayı var!
Senin o nefsim dediğin yapının, ölüp yok olması diye bir şey kesinlikle söz konusu değil! Dolayısıyla, bu “nefs” ölmüyor; ölüm denen olayı yaşayarak, tadarak yeni bir boyuta geçiyor!
Beden ise kullanılmaz hâle gelerek çözülüyor!
Beden kullanım dışı kaldığı zaman, bedendeyken sahip olduğun huylar da ortadan kalkıyor mu?
Hayır!
Bilinç yani şuur, biyolojik bedendeyken hangi huyları ve değer yargılarını benimsedi ise onlarla yaşamına devam ediyor. Biyolojik bedeni olmasa da! Mikrodalga bedeni ve beyniyle!
İşte, “nefs” yani bilinç, biyolojik bedenli yaşamında bunları benimsediği; ve ölümle boyut değiştirerek bunlardan kurtulamayacağı için; “ölmeden evvel ölmek” çaresini getiriyor Hz. Muhammed (aleyhisselâm)!
Zira, normal ölümle ölürse kişi; o hâlinin sonuçlarını yaşamaktan başka yapabileceği bir şey yok ölüm sonrasında!
“Uyku” nedir?
“Uyku”; kişinin bilinçli olarak yaşamını yönlendirememesi hâlidir!
Bilinçli davranışlar ortaya koyamaması hâlidir. Çevresini, bilincini ve ilmini dilediği gibi değerlendirememe hâlidir uyku!
Eğer dünyada yaşarken “NEFS”ini tanıyamamışsan; bilincinin gerçek boyutunun değerlerini elde edememişsen; uyku hâli, kıyamete kadar sürer.
Kıyametten sonra da ebede kadar, sonsuza kadar uyku hâli, gaflet hâli, yani hakikati kavrayamama hâli devam eder!
Sonuç, kişideki kendini şu birim olarak görme, hissetme hâli; onun uykuda oluşunun açık ispatıdır!
Bu hâldeyken boyut değiştirirse kişi, ölümden sonra kıyamete kadar ve daha sonraki sonsuz yaşamda dahi kişi, kendini bir birim olarak hissetme hâli olan uykulu yaşamına devam edecektir. Yani, “Hakikat”i bilemeden, hissedemeden, yaşayamadan, yaşamını sürdürecek.
“Ölmeden evvel ölünüz!..”
“Biyolojik bedenden ayrılmadan önce, algılama yetersizliğinden oluşan varsayım benliğinizin olmadığını idrak suretiyle boyut değiştiriniz”!
Niye?
Çünkü, “ölmeden önce ölmek” hâlini yaşayamadığın takdirde, biyolojik bedenden holografik dalga bedene geçişle problem çözülmez! Bu geçiş, senin “nefs”ini yani hakikatini tanımana yeterli olmaz! Hatta, bunun artık gerçekleşmesi olanaksız olarak sâbitler yapını!
Çünkü, mikrodalga-holografik dalga beynin ancak dünyadaki çalışan beyninin kapasitesine sahiptir!
Doğal şartlardaki yaşamınla ilgili olarak ne dedik?
Bu dünyada neye bağlanmışsan, neyinin terki sana zor geliyorsa; bu, senin kendini, beden, huylar, şartlanmalar toplamı olarak kabul etmendendir! Bunun, kesin olarak başka bir izahı yok.
Neden kopamıyorsan, neye bağlıysan; senin kafanı ne meşgûl ediyorsa, neyi kaybetmenin ıstırabını çekiyorsan, bu çektiğin ıstırap, senin açık seçik, vehmi kişiliği yaşama hâlinin tabii neticesidir. Zaten o çektiğin ıstırap, kâbus hükmündedir.
Nasıl ki uykunda bazı zamanlar kâbus görürsün; kurtulmak istersin kurtulamazsın!
Düşün ki hayatın boyunca bağlanıp kaydından kurtulamadığın şeyden kopma gerçeğiyle yüz yüze geldiğin anda nasıl bunalırsın! Sanki boğazını sıkarlar da nefes alamazsın, boğulacak gibi olursun! Öylesine bir ıstırap çekmeye başlarsın.
Düşün ki, bütün hayatını ona tapınmakla geçirmişsin! İlâhın o olmuş! Şimdi ise onu yitirmek durumundasın! Aklın bunu tasdik ediyor, fakat hâlin de ondan kopmanın çekişmesini veriyor.
Can çekişme anındaki hâli düşünün; hani içinden çalı süpürgesi çekilir gibi diye tarif edilir ya, işte o an!
Hayatını o şeye adamışsın, varlığını ona adamışsın; ve bir anda bakıyorsun, o senin terk edemediğin şey, seni terk etmeye başlıyor! Çalı süpürgesinin içini parçaladığı gibi, o parçalanışı duyacaksın, hissedeceksin.
Ve sende böylesine bir bağımlılık oluşmuşsa, böylesine bir kendini kaptırma yerleşmişse o şeye karşı; şimdi de ondan kopmanın, ayrı düşmenin ıstırabını duyacaksın! İşte bu, kâbus hükmü oluyor!
Bu kopuşlar gerçekleşmediği sürece, senin kendini tanıma noktasına gelmene imkân yok!
İşin bilgi yanını konuşmuyorum, yaşam yanından söz ediyorum.
Çünkü, ne olursa olsun bilgi, insanı arındırmaz!
Bilgi, insanı paklaştırmaz!
Bilgi, gereği uygulanmak içindir!
Öz’ündeki, “sır”rındaki hakikati, Kurân’ı anlayabilmen için ancak ve ancak, temizlenmiş, arınmış olman şart!.. Çünkü:
“Ona (Bilgiye), (şirk pisliğinden – hayvaniyetinden) arınıp, tâhir olanlardan başkası dokunamaz!” (Vâkı’a/79)
Diyor. Neden arınacaksın?
Gerçekleri görmene ve değerlendirmene engel olan tüm şartlanmalarından, huylarından, bağımlılıklarından, dünyaya ait seni kendine esir eden tüm ilgilerinden arınacaksın!
Bütün bunlar, kendini varsayım kişilik olarak hissetmene sebep olan şeyler.
Zaten kendini kişi olarak hissetmesen, onlar senin için hiçbir şey ifade etmeyecektir!.. Seni zorlamayacak, seni üzmeyecek, seni sıkmayacak, seni bunaltmayacak, kafanı bir an bile meşgûl etmeyecek.
Hangi olay, hangi konu, hangi problem senin kafanı meşgûl ediyorsa, o meşgûl eden şey kadar sen bu kişisin!
Oysa sen, bu kişi değilsin!.. Sen, bu beden, çevrenin gördüğü gibi hitap ettiği kişi değilsin!
Nesin?
İşte seni, ne olduğuna yöneltmek isteyen âyetlere geliyor sıra.
Diyor ki:
“‘HÛ’dur, Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın!..” (Hadiyd/3)
Geçmiş veya gelecek. Sınırsız geçmiş veya sınırsız gelecek. Zâhir ve Bâtın O’dur!
“Zâhir” dediğimiz şey nedir?
Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, “zâhir” kelimesi kapsamına girer… “Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey. Bunların, sana göre tümü, “O”dur! Yani, bunların hepsi de -ki bu çokluk kavramı sana göredir- “O” dediğin varlıktır!
Yani, “HÛ”!
“HÛ” kelimesinin mânâsı bir anlamıyla “O” demektir!.. Bir diğer anlamıyla da “Zât’ın hüviyetine” işaret eder ki, o mânânın tafsiline bu kitapta girmeyeceğiz.
Sen, bu beş duyu aracın dolayısıyla, o bütünün arasına giriyorsun; araya girişin itibarıyla da, senin önün ve arkan, ön yüzün ve arka yüzün diye bir olay ortaya çıkıyor!
Gerçekte TEK bir sonsuz sınırsız mutlak var, ki “O”nun için, “O”na GÖRE, “Zâhir”, “Bâtın”, “Evvel”, “Âhir” gibi kavramlar söz konusu değil!.. Bunlar bize GÖRE tarifler, tanımlamalar! Anlayış sınırlarımızı genişletmek için verilmiş izahlar.
Sen, algılama kapasitendeki sınırlılığın getirdiği varsayımınla, TEK’i bölüyorsun!.. Zâhir ve Bâtın çıkıyor ortaya!
Artık sen oradan, o aradan çık, sıyrıl!
O zaman “Tek bir Bütün”ün var olduğunu fark edersin!
Yani, ikilik “sen”den, senin kendi varlık zannından doğuyor!.. Aslında ikilik yok, dış yapı böylesine bir bütün.
Peki. Bu bütünün arasına “Ben giriyorum, ben varım” diyorsun. Hayır! Sen yoksun, diyor. Neyle ifade ediyor bunu?
“Attığında, sen atmadın, atan ALLÂH’tı!..” (Enfâl/17)
Bedir savaşında Rasûlullâh (aleyhisselâm) düşmana ok atıyor. Ok atma olayı ile ilgili olarak da bir gerçeği ifşa etmiş oluyor.
Oku, göze göre, zâhire göre kim attı? Rasûlullâh (aleyhisselâm) attı!
Ama, âyet diyor ki; “Attığında, sen atmadın, atan ALLÂH’tı!..”
O TEKLİĞİN içinde senin bir ayrıcalığın, ayrıca bağımsız bir varlığın yok ki, sen atmış olasın!
Mâdemki “O” bir bütün, tümel TEK varlık; bu tümel varlığın içinde “sen”in ayrıca bir varlığın yok!
Yoksa, sen, nasıl olur da “ben attım” dersin?
Veya, ha “ben attım” demişsin, ha “sen attın” demişsin! Ben attım sözüyle, sen attın sözü aynı düzeydedir! Fark yapmaz ki! Sen attın, ben attım veya o attı!
Bunların tümünün üstüne bir çapraz çiziyor.
Hayır! “Allâh attı!” diyor.
Sen ne zaman ki bir olayda, “falanca yaptı veya filanca yaptı” dedin. Yani, araya bir kişi soktun. Ahmed de, Hulûsi de, Cemile, Mazhar de; velhâsılı kelâm ne dersen de, araya kişi soktun! İşte bu anda âyetin bu hükmünü farkında olmadan inkâr ettin!
“Attığında, sen atmadın, atan ALLÂH’tı!..” (Enfâl/17) diyor.
Peki bu gördüğümüz varlık ne?
Ona geliyoruz şimdi:
“Biz, semâları ve arzı ve ikisi arasındakileri Hak olarak yarattık!..” (Hicr/85)
Yerler, gökler ve ikisi arasındaki her şey, Hakk’ın dışında bir şey değildir!
Sen, Hakk’ın varlığıyla meydana gelmiş olanlara, algılama araçlarının sana verdiği verilere dayanarak değişik isimler taktın… Yer dedin, gök dedin, insan, hayvan dedin vs.
Hâlbuki bu varlık, gerçeğiyle Tek bir varlık; Tek bir yapı hâlindeki varlık!
Ama bu beş duyu ile mevcut yapıya bakarsan, pek çok varlık var sanki!
Öte yandan basîretinle bakarsan, Tek bir varlık!
Ancak basîretinle bakabilir misin? Şimdi ona geleceğiz.
Dikkat et; sana varlık âleminde mevcut olan her şeyin, gerçekte Tek varlık olduğunu, Hak söylüyor!
Sonra, seni tekrar ikaz ediyor O yüce Kur’ân!
Kur’ân-ı Kerîm, eğer okuduğunu anlayabiliyorsan, diyor ki:
“Nefslerinizde (Benliğinizin hakikati)! Hâlâ (fark etmiyor) görmüyor musunuz?” (Zâriyat/ 21)
Buraya iyi dikkat et; âyetteki ifadeye bak!
“NEFSLERİNİZDE” diyor. Hani ölümü tadacak “nefs”in var ya. Aslında, o ne olduğunu bilemediğin, “nefs”in var ya! İşte onun için diyor bunu!
Senin şu anda “nefs” diye bildiğin, bedenin, şartlanmaların ve huylarının toplamıdır!.. Oysa böyle değil!.. Ne olduğunu bilmiyorsun, gerçeği itibarıyla “nefs”inin!
Sadece inanıyorsun, bir “nefs”inin var olduğuna!
İşte O, “nefslerinizde mevcut” diyor!
“Nefslerinizde mevcut” derken; bak, dikkat et!
Bir “nefs”in var da, o “nefs”inde “O” da mevcut, değil!
“O”ndan başka bir şey yok dedik, daha önce! Yani senin, “nefs”im dediğin şey, “O”! Bir “nefs”in var, bir de “O” var, değil!
Ama sen, “nefs”im dediğin şeyin ne olduğunu bilmekten mahrumsun! “NEFS” kelimesini kullanıyorsun, ama gerçek anlamını bilmiyorsun!
Oysa ne diyor? “Nefslerinizde (Benliğinizin hakikati)! Hâlâ (fark etmiyor) görmüyor musunuz?”
Tâbire bak!
“Hâlâ görmüyor musunuz?..” diyor.
Madde, göz ile görülür! Ama burada işaret edilen madde değil, “nefs”!
“Nefs” gözle görülür mü?
Demek ki görmekten murat, göz görmesi değil!
“İdrakinle, kavrayışınla onun öyle olduğunu hissedemiyor musun!” anlamında kullanılıyor görme kelimesi burada. Fizik bir maddeyi değil.
İdrakinle, basîretinle bunun böyle olduğunu göremiyor musun; algılayamıyor musun, hissedemiyor musun, fark edemiyor musun? anlamında.
Ve gerçekte var olanı, bu defa bir başka yerde, aşikâre çıkartıyor… Ne diyor?
“Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!..” (Bakara/115 )
Bu âyet, Musa (aleyhisselâm) ümmetiyle, Hz. Muhammed (aleyhisselâm) ümmeti arasındaki farkı da gösterir.
Kur’ân-ı Kerîm’deki, Hz. Musa (aleyhisselâm)’ın mertebesi ile Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın mertebesi arasındaki farkı; Hz. Musa ümmetinin eriştiği nokta ile Hz. Muhammed ümmetinin eriştiği nokta arasındaki mertebe farkını gösterir.
Tabii, “Ümmet” kelimesiyle sıradan bir vatandaşı söylemiyorum… Yani Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın getirdiği kemâlâtı almış bir kişinin durumundan söz ediyorum.
Kur’ân-ı Kerîm’de (A’raf/143) ne diyor Hz. Musa (aleyhisselâm) Rabbine hitapla.
“Rabbim, göster kendini, bakayım sana!”
Diyor, Hz. Musa, Tur dağına çıktığı zaman!
Hz. Musa’ya gelen hitap ise şöyle:
“Len teraniy…”
“Beni, asla göremezsin!..”
Senin beni görmen mümkün değil.
Bu “görme”den murat elbette fizik görme değil! Biraz evvel konuştuk.
Hâlbuki Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın bildirdiği hükümler, âyetler, tamamıyla “görmek” üzerine kurulmuş!
Âdeta, “görememek” kınanıyor!
“…Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zâriyat/21) diyor.
“Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır!” diyor.
“Fe eynemâ tüvellû fesemme VECHULLÂH”… (Bakara/115)
Ama burada dikkat edilecek çok önemli nokta var.
“Allâh’ın yüzünü” görürsünüz, diyor. “Allâh’ın yüzlerini” görürsünüz, demiyor. “Yüzünü” diyor!
Evet, şimdi biz, bu gözle baktığımız zaman ne görüyoruz? Çiğdem’i, Cihan’ı, Keriman’ı görüyoruz! Gözlerimiz bunları görüyor! Yani ayrı ayrı yüzler görüyoruz! İsimleri ve de resimleri kaldırın!
İşte o zaman, bu gördüğünüz yüzleri değil; sûretlerin ardındaki kaynak olan Tek bir yüzü görürsün, diyor âyeti kerîme.
Biraz evvel bahsetmedik mi?
Basîretinle baktığın zaman; Varlık Tek bir bütündür; ve bu tek bir varlık olanı basîretinle gördüğün zaman, ALLÂH’ı görmüş olursun!
Esmâsı yönünden, Allâh’ın vechini görmüş olursun!.. Demek ki, Allâh’ın vechini “basîretle” görmek mümkündür!
Bu “basîretin” diğer bir adı da “İlim”dir. Ama burada “ilim” tâbirini kullanmıyoruz. Çünkü “ilim” dediğimiz zaman, herkesin aklına fizik, kimya ilminden çerçöp yapma ilmine kadar çeşitli şeyler geliyor!.. Zira biz her şey için ilim tâbirini kullanmışız. Oysa hakiki mânâda ilim, bunlar değildir!
Din ıstılahında ve burada geçen “ilim”; Allâh’ı bilme, yaşama, görme, idrak etme ilmidir. Bu da basîret denilen özellikle olur.
İşte Hz. Musa (aleyhisselâm) ümmetinin en ileri gelenlerine dahi “Göremezsiniz” hükmü gelirken; Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın, Kur’ân-ı Kerîm yolu ile kendisinden sonra gelmiş bütün insanlara vermek istediği şey, kendisinin görmüş olduğu “Allâh’ın vechi”nin görülebileceği gerçeğidir! (Ahmed Hulusi – Kendini tanı)
{{“Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn”
Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.}}
