Quantcast
Channel: KURAN MEAL TEFSİR (DERLEME)
Viewing all 327 articles
Browse latest View live

ESMA DERSLERİ – 23 – EL KAHHÂR (C)

$
0
0

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

………“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

………Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 ………“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

………Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

………******************************************************************

………EL KAHHÂR

………Elhamdülillâhi Rabbil âlemin Esselâtü vesselamü Aleyke yâ Seyyidel evvelîne vel âhirîn ve iza cemîil enbiyayı ver mürselin velhamdülillahi Rabbil alemin.

………Bugün inşallah hep beraber Allah’ın el Kahhâr ismini anlamaya çalışacağız. Bundan önce Allah’ın Vâhid ismini anlamaya çalışmıştık. Allah’ın isimlerini öğrenirken nüzül sırasına göre öğrenmeye çalışıyoruz.

………Allah’ı Kahhâr ismi Kur’an ı kerimde 6 yerde gelir. Hepsi de Allah’ın Vâhid ismi ile beraber geliyor. Allah Vâhidü’l-Kahhâr dır, Allah’tan başka ilâh yoktur, O Vâhid ve Kahhâr dır.

………Allah’ın Kahhâr isminden sonra nüzül sırasına göre Müntakîm ismi geliyor, intikam alan. Ama bizim zannettiğimiz, anladığımız gibi değil. Onun peşinden Kebîr ismi gelir, tek büyük. Ondan sonra Müteal ismi gelir, yüce, yüceler yücesi. Peşinden ‘Alîm ismi geliyor kıyamda olan, her alanda işi idare eden. Peşinden Şehid ismi gelir yaptığına şahit olan, yapılana şahit olan. Peşinden de Berr ismi gelir. İyi olan, en iyi olan, tek iyi olan, bütün iyiliklere sahip olan. Vâhid isminden önce de Allah’ın Vehhab ismi geliyordu hibe eden.

………Allah’ın Vâhid ismi, Kahhâr ismi, Müntakim ismi, Kebîr ismi, Kâim ismi, Şehîd ismi Allah’ın Vehhab ve Berr isimlerinin arasına konulmuş. Allah Kahhar dır, kahredendir. Ama bu kahrı rahmetinin içinden tecelli eder. Ayetleri okurken hep berber bunu anlayacağız inşallah.

………Kahretmek demek boyun eğdirmek demektir. Allah birine boyun eğdiriyorsa o hayırdır, o O’nun rahmetidir. Eğer insana boyun eğdirdi ise Hakka boyun eğdirmiştir, hakikate boyun eğdirmiştir. O yanlış yaptığı için Allah onu hakikate boyun eğdirir, onun için Kahhâr dır. Bütün varlık Allah’ın kahhar isminin tecellisine muhataptır, mazhardır. Yani Allah bütün varlığa, bütün kâinata, bütün mevcudata boyun eğdirmiştir, bütün varlık O’nun emri ile hareket eder. Eğer varlıktan biri emri dışına çıkacak olsa ne olur? Yok olur, böyle bir şey zaten düşünülemez. Ama Allah kullarına irade vermiştir, tercih etme hakkı vermiştir, o O’nun emretmediği, sevmediği, beğenmediği o kul için takdir etmediği bir yola girebilir. Yani iman etme ya da kâfir olma hakkı vermiş. Tercih senindir demiş iradeyi verdiği için. Ama bununla beraber ne yapar? Allah kullarının küfrüne razı olmaz ama müdahale etmez. Ne kendisi müdahale eder ne de kimseye müdahale ettirir. Onun için ayeti Kerime de;

………Ve kulil Hakku min Rabbiküm femen şâe felyu’min ve men şâe felyekfür… (Kehf/29)

………İman da bellidir, küfürde bellidir dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun. 

………Kullarına da sen müdahale etme dedi Ayette;

………Lâ ikrahe fid Diyn.. (Bakara/256)

………Dinde zorlama yoktur dedi. Değil zorlamak sıkıntı vermek, ikrah ettirmek, tiksindirmek dahi yoktur. İllâki şunu şöyle yap demek yoktur.

………Sadece dinde değil, eğer din de yoksa hiçbir şekilde, hiçbir şeyde yok demektir. Mesela; ResulAllah efendimiz sahabesiyle beraber Medine ye hicret etmiş, bu arada Yahudilerden bir aile ihanet etmiş. ResulAllah efendimiz oraya gittiğinde orada ki Yahudiler le anlaşma yapmıştı; Hep beraber burada yaşayacağız, eğer bir saldırı olursa hep beraber şehrimizi, memleketimizi koruyacağız diye. Müşrikler Medine’ye saldırınca Hendek savaşında Müşrikler Yahudilerle anlaştılar, onlarda arkadan Müslümanlara saldırdılar. Müşrik ordusu dağılınca ResulAllah efendimiz bu sefer sahabeyle beraber onlara yöneldi.

………Hatta şöyle oldu; Müşrikler dağılınca Cebrail AS. Geldi dedi ki Ya ResulAllah, savaş devam ediyor sıra bu diğerlerinde yani ihanet edenlerdedir. ResulAllah efendimiz onlara memleketi terk edin diye bir mühlet verdi. Her şeyi bırakıp burayı terk edin dedi. Onlar da bunu kabul ettiler mecburen. Çünkü yapacakları bir şey yok.

………Bu arada ResulAllah oraya hicret etmeden önce müşrikler kendi aralarında çocukları olmayanlar özellikle öyle yapıyorlardı, vaatte bulunuyorlardı. Çocukları olmayan müşrikler eğer benim bir çocuğum olursa onu Yahudilerin manastırına, ibadethanelerine hibe ediyorum, vakfediyorum diye vaatte bulunurlardı. Çok sayıda müşriklerin evlatları Yahudilerin yanında Yahudi olarak ve onların yöntemleriyle yetiştiriliyordu.

………Hendek savaşından sonra müşrik Araplar Müslüman olmuş iman etmişlerdi. Yahudiler Medine den sürülünce gelip Resul Allah’a dediler ki; “Ya ResulAllah bizim çocuklarımız onların yanındadır, o zaman biz henüz iman etmemiştik, onları kendimizden daha iyi biliyorduk. Bu yüzden Allah bize evlat verirse biz de onlara teslim edeceğiz, ibadethanelerine bağışlayacağız diyorduk. Ama şimdi bizonlardan üstünüz ve çocuklarımızı geri istiyoruz.”

……… Ek bilgi; {Hz. Peygamber dönemi Medine’sindeki Yahudileşen Arap kökenliler, “Miklat” adı verilen çocuksuz kadınlar, çocukları olursa bir ‘adak’ olarak Yahudilere vereceğine dair söz verirlerdi. Birçok Arap çocuğu bu yöntemle Yahudileşmişti. Nadir oğulları Yahudileri sürgünle cezalandırılınca, onlarla beraber bu şekilde Yahudileşmiş birçok Arap çocuğu da gitti. Bu çocukların Müslüman olan ebeveynleri Resul Allah’a başvurup çocuklarını geri alma taleplerini ilettiklerinde, Hz. Peygamber, seçimin söz konusu çocukların özgür iradelerine bırakılması gerektiğini söylemekle yetinecektir.}

………Çocuk sayısı çoktu yani yüzlerceydi. Böyle bir durumda nasıl hüküm verilmesi gerekir? Resul Allah’ın verdiği hüküm; “Çocukların her birine tek tek soracağız. Anne babanı mı istiyorsun, yoksa yanında büyüdüğün aileyi mi istiyorsun diye. Eğer sizi tercih ederse burada kalacaklar, onları tercih ederlerse onlarla beraber gidecekler.”

………Sordular, çocuklar kendi ailelerini değil yetiştiği aileleri, Yahudileri tercih ettiler. Hiç kimse dokunamadı. Dokunsalardı ne olurdu, yani çocuklar onlardan alına asıl ailesine teslim edilse Müslüman olup öyle yetişmiş olmazlar mıydı? Ama ölçü öyle değilmiş, Allah’ın istediği böyle değilmiş. Çocuklar kendi iradesine bırakılacak, tercih hakkını o kullanacaktı. Onun için hiç kimse kimseyi zorlayamaz. Yani çocuk olsa bile iman etmeye zorlayamaz. Hani diyorlar ya çocuk namaz kılmazsa dövün. Kim söyledi sana öyle? Bu durumda çocuklarımıza nasıl muamele etmemiz gerektiğini buradan öğrenmemiz lazım.

………{{Ek bilgi; Amr İbni Şuayb babası Şuayb’dan, o da dedesi Abdullah İbni Amr İbni Âs ra. den ResûlAllah’ın şöyle buyurduğunu rivayet etti:

………Çocuklarınıza yedi yaşındayken namaz kılmalarını söyleyiniz. On yaşına bastıkları hâlde kılmazlarsa kendilerini cezalandırınız yataklarını da ayırınız.” (Ebû Dâvûd, Salât 26)

………Bu da bir zorlama değil terbiye etmektir, hatta korumak, kollamak da diyebiliriz çünkü Rabbim şöyle buyurmuş;

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ümmetine ve yakınlarına namazı emret. Kendin de o namaza sımsıkı sarıl veya namazı emretmede dirençli ve dayanıklı ol…” (Taha/132)

………Ey iman edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun ki onun yakıtı insanlar ve tutuşturulmaya yarayan taşlar veya taştan yapılmış tüm putlardır…” (Tahrim/6)………Kısacası “Dinde dine zorlama yoktur}}   

………Allah Vâhidü’l Kahhâr dır, Allah’ın Vâhid ismini anlatırken Vâhid; sıfatlarında bir olan, isimlerinde tek olan demektir. Allah Vâhidü’l Kahhâr dır denince ne anlaşılır? Eğer biri Allah’ın isimlerinden veya sıfatlarından birine sahip çıkmaya kalkışırsa, Yani ben Rabbım, ben Rahîm’im, Ben Kerîm’im, ben Rezzak’ım ya da ben Afûv um Allah’ın hangi ismi olursa olsun dese, Allah’tan bağımsız olarak bunu söylese Allah onu kahreder. Kahretmek demek o hakka dönsün, hakikate dönsün, hakikat karşısında boyun büksün diye Kahhâr ismi ile tecelli eder, onu kahreder.

………Bütün varlık Allah’ın Kahhâr isminin tecellisine mazhardır ve hepsi Allah’a boyun bükmüştür, itaat halindedir. Fakat iradeli varlıklar bunun dışındadır ki Allah onlara tercih hakkı vermiş, bununla beraber Allah’ın onlar üzerinde ki muradı gerçekleşsin diye onlara da Kahhâr ismi ile tecelli eder, yani insana neden Kahhâr ismi tecelli eder? İnsan Allah’a dönsün, Hz. İnsan olsun, Allah’a iman etsin, Allah’a halife olsun diyedir. Kendini Allah’tan bağımsız bir varlık olarak görmesin diyedir. Rabbine hamd etsin, övgüye layık olsun diyedir. Kahhâr ismi bunun için tecelli eder.

………Bir vuslat yolcusu Allah’a vasıl olana kadar yol boyunca gönül itibarıyla, yani iradesi olarak gerçekleşir bu onda, Allah’ın bir ismini mutlaka zikir halindedir. Bir isim onun maneviyatının zikridir. Yola girerken, başlarken istiğfarla başlar. Yani yola başlarken onda tecelli eden Allah’ın Ğafûr, Ğaffar ismidir, Tevvab ismidir, Afûv ismidir.

………Allah zikri Allah’ın Zati ismi olduğu için her safhada geçerlidir. Yani yolun başında da geçerlidir, sonunda da geçerlidir. Ruh devamlı o zikri yapar, bu şekilde bütün isimlerini birden zikretmiş olur. En son safhada çekeceği zikir Allah’ın Kahhar isminin zikridir. Ama bu isme dayanması gerekir, dayanabiliyorsa mürşidi ona bu zikri yaptırır.

………Dayanmak ne anlama geliyor? Beni kahret diyor, beni kahret demek, ya da ya rabbi bunu kahret demek onun için duadır. Her ne kadar Türkçe de yanlış bir anlam yüklenmişse de kahretmek demek hakikate boyun büktür demektir. Nefsini ruha boyun büktür demektir. Yani senin nefsin Allah’a, O’nun vahyine, Resulüne boyun büksün denektir.

………Allah’ın Kahhar ismi bir kulda tecelli ederse ki bunu zorla yapar. Eğer kul iyilikle, güzellikle hakka, hakikate boyun bükmezse, kabul etmezse, teslim olmazsa Allah Kahhâr ismi ile tecelli eder, ona boyun büktürür. Ama burada kulun mutlaka bir tercihi vardır. Eğer bir kul Allah’a; “Ya Rabbi ben seni, senin rızanı, dostluğunu, cemalini istiyorum“ diyorsa Allah onun bu duasını kabul etiyse -ki Allah dua reddetmez, kabul etmesi demek kulun duasındaki samimiyet derecesidir.- mutlaka Kahhâr ismi onun üzerinde tecelli eder. Ama eğer güzellikle bunu yaparsa bu ismin tecellisi geldiğinde hiçbir sorun, hiçbir sıkıntı yaşamaz. Çünkü iyilikle, güzellikle boyun bükmüş, teslim olmuş. Olmazsa ne olur? Allah’a, Hakka, Hakikate zorla boyun büktürür, çünkü duasını kabul etmiş. Onun için sıkıntı yaşarken, sorun yaşarken neden bu böyle demek doğru değildir.

………Allah senin nefsine boyun büktürüyor. Hastalık Allah’ın Kahhâr isminin tecellilerindendir. Yokluk, sıkıntı, bela, musibet hepsi Allah’ın Kahhâr isminin tecellilerindendir. Hapse girmek, zindana atılmak, yani peygamberlerin yaşadığı bütün hallerin hepsi Allah’ın Kahhâr isminin tecellisindendir. Ama sonuç hayırdır çünkü Allah’ın rahmetinin içinde tecelli etmektedir.

………Mesela bakıyoruz adam hapse girmiş namaza başlamış, Kur’an okumaya başlamış. O Rabbine boyun büktü. Demek ki şer gibi görünüyor ama içinde hayır varmış. Sağlıklı iken Allah’a dönmüyor, sonra bir hastalığa duçar oluyor bakıyorsunuz ki o Allah’a dönüyor. Mesela hastalığı tehlikeli ve ciddi bir hal almışsa ne diyor? Ya Rabbi eğer bu sefer iyileşirsem bu sefer sana şöyle şöyle kulluk yapacağım diyor. İşte ona boyun büktürdü Allah. Bu bütün sıkıntılar, musibetler için böyledir. Hepsinde Allah’ın Kahhâr isminin tecellisi gizlidir ve mutlaka sonuç hayırdır. Hakka hakikate boyun büktürür. Aynı şekilde oruçta öyledir, aç kalınca nefis boyun büker.

………Bir de Allah’ın Kahhâr ismi Allah’ın gazabı olarak tecelli eder. Mesela Firavuna, Nemruda, Ebu Cehile, Ebu Lehebe Kahhâr ismi ile tecelli etmiş, ama helak etmiştir. Çünkü Allah ayeti kerimede buyurdu ki firavun için;

………{{Ve lekad ehazna ale fir’avne Bissiniyne ve naksın mines semerati leallehüm yezzekkerun. (A’raf/130)

………Andolsun ki, biz de Firavun’a uyanları ders alsınlar diye yıllarca kuraklık ve mahsul kıtlığı ile cezalandırdık.(Elmalı)}}

“Biz onları birçok musibetle uyardık.” Yani birçok musibetle önce uyarıyor, ama buna rağmen rabbine boyun eğmiyor. Her musibetle uyarıldığında, onunla beraber olan kavmi de Hz. Musa’ya;

……...{{Ve lemma veka’a aleyhimürriczü kalu ya Mused’u lena Rabbeke Bi ma ahide ‘ındek* lein keşefte annerricze lenu’minenne leke ve le nursilenne me’ake beniy israiyl; (A’raf/134)

……...Azap üzerlerine çökünce, “Ey Musa! Sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et; eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrail oğullarını seninle göndereceğiz” dediler. (Elmalı)}}

Allah’a dua et, Rabbine dua et bu sıkıntıyı üzerimizden kaldırsın, bu sefer iman edeceğiz dediler.

…….. {{Feerselna aleyhimüt tufane vel cerade vel kummele veddafadia veddeme âyâtin mufassalatin festekberu ve kânu kavmen mücrimiyn. (A’raf/133)

……Biz de ayrı ayrı mucizeler olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik; yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular. (Elmalı)}}

………Bu musibetlerden birinde kurbağa yağdırdı, evlerinin içleri bile kurbağa doldu. Yine birinde Nil nehri kan olarak aktı. Birinde memleket çekirgelere boğuldu. Her seferinde de Hz. Musa’ya geldiler, Rabbine dua et bu sıkıntıyı gidersin iman edeceğiz dediler. Hz. Musa dua ediyor kaldır diye, Allah o musibeti kaldırıyor ama onlar küfre, düşmanlığa devam ediyorlar. En sonu ne oldu? Bu sefer gazab olarak tecelli etti, siz adam olmazsınız dedi yani. Yolun sonuna bu şekilde gelmiş oldular. Sonra ne yaptı?

…….. .{{Entekamna minhüm feağraknahüm fiyl yemmi Bi ennehüm kezzebu Bi âyâtina ve kânu anha ğafiliyn. (A’raf/136)

…….Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kalmaları sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk. (Elmalı)}}

………Suda hepsini boğdu, su onlar için Kahhâr isminin tecellisi oldu. Ama su haddi zatında rahmettir, insan ters tarafa gidince böyle olur. Rahmet bir anda onun için gazaba dönebilir.

………Aynı şekilde İslâm da suç işlenince verilen had cezaları vardır,  bunlar da hepsi Allah’ın Kahhâr isminin tecellisidir, yani hakikate boyun büksün, hakikate teslim olsun diyedir, ceza olsun diye değil. Onun için birine Allah seni kahretsin desek ne demiş oluruz? Allah senin nefsini hakikate boyun eğdirsin demiş oluruz ki bu onun için yapılmış bir duadır. Belanı versin demek başka bir şey, kahretsin demek başka bir şeydir.

………Kur’an ı kerimde Allah’ın Kahhar ismi tek bir yerde fiili olarak geçer;

………Feemmel yetiyme fela takher; (Duha/9)

………Sakın yetimi kahretme, kimsesi olmayanı kahretme, bir desteği olmayanı, arkasında bir desteği olmayanı kahretme, onu ezme, ona boyun büktürme, boynu bükük kalmasın

………Allah kendisine asi olanları, Kahhâr ismi ile tecelli edip haddini aşanları kahreder, düzeltir. Bu bütün kulları için geçerlidir, mutlaka ona boyun büktürür. Ama bu O’nun rahmetidir, hakikate ersin, ebediyyen kaybetmesin diyedir. Onun için hep ne diyoruz? Biz kendimiz için dünya hayatının hesabını yapıyoruz, Allah ise bizim ebedi hayatımızın hesabını yapar.

………Mesela Allah bazı kavimleri toptan helak etmiştir. Kendi peygamberlerine iman etmedikleri, Allah’ın vahyine iman edip hakikate boyun bükmedikleri için sonuç itibarıyla Allah onları kahretmiştir. Ayeti kerimelerde Allah Lût kavmini, Semud kavmini, Ad kavmini, Eyke ahalisini helak ettiğini beyan ediyor. Toptan helakte yapmış. Sebep? Hakikate boyun bükmedikleri için Allah’ta onları tekrar tekrar boyun büksünler diye Kahhâr ismi ile onlara tecelli etmiş, buna rağmen boyun bükmeyince Kahhar isminin tecellisi onlara gazab olarak gelip onları öbür tarafa alır. Bununla beraber bu alınanlara da bunun içinde hayır vardır. Nasıl? Ne kadar dünyada kalmış olsalar o kadar azaplarını artırmış, aşırı gitmiş olacaklardı. Dolayısıyla onlar için kahırda bir rahmettir.

………Onun için anlatırken ne diyoruz? Kul bazen yanlış yapar, buna şu kardeşimiz sınıra gelmiş diyoruz. Allah’ın Kahhâr isminin tecellisinin sınırına gelmiş, yani Allah kahredecek onu. Kendisi bunu görmediği için bir korku veya endişesi yok ama biz onun için korkuyor ve endişe ediyoruz. Eğer Allah Kahhâr ismi ile tecelli ederse hiç kimse onu kurtaramaz, yardım edemez. Yani Allah kuluna; “Bir yerde dur” der. “Bu kadar yeter.” Yani senden adam olmaz dediğinde iş bitmiştir, artık kimse ona yardım edemez hatta kalkışamaz bile. Onun için bizim bu sözlerimize, halimize dikkat edilmelidir. Eğer biz birine sen uçurumun kenarındasın dediysek artık bilmelidir, anlamalıdır bunu, tehlikeyi görmelidir.

………Söylediklerimiz var mıdır? Vardır. Arkadaşlara direk söylüyoruz; Arkadaş sen uçurumun kenarındasın diyoruz, gidiyorsun bak dikkat et diyoruz. Allah bir yerde dur der yani. Dur demek ne demek? Senin adam olmaya niyetin yok galiba demektir. Sen adam olmayacaksan azabını artırma bu kadar yeter olsun demektir.

………Allah iradeli varlıklara Kahhâr ismi ile peşinen tecelli etmez, önce onları ikna yoluna gider. Mesela Allah bir müşriğe bile cevap verir, ya da haydi Allah’tan başka ilahlar edindiniz haydi delilinizi getirin bakayım der. Yani sen ne saçmalıyorsun demiyor, delilini getir diyor, aklını kullan delilini getir ve bunu ispatla. Yoksa senin hakka boyun bükmen lazım. Ama körü körüne ters tarafa gidiliyorsa o da Allah’ın Kahhâr isminin tecellisine mutlaka uğrar.

………Allah’ın Kahhâr ismi bütün varlığa tecelli etmiştir, bütün kâinat, gezegenler, galaksiler hatta atomlar hepsine. Eğer öyle olmasaydı Allah’ın Kahhâr ismi bir an çekilse her şey darmadağın olur, yok olurdu. Yani her şey Allah’a boyun bükmüş ve O’nun emrinde ve O idare etmektedir. Allah bir an için bile olsa emrini, Kahhâr ismini çekseydi hepsi birbirine girer karma karışık olurdu.

………Mesela mevsimler de birbirlerine karşı kahredicidir. Biri gelince öteki gitmek zorunda kalır. Yaz geldiğinde ilk bahar gitmiş olur, sonbahar geldiğinde yaz gitmiş olur yani yaz ilk baharı, son bahar yazı, kış ta son baharı kahreder, ortadan kaldırır. Gece geldiğinde gündüzü kahreder, gündüz geceyi kahreder. Ne yapar? Ortadan kaldırır. Aynı şekilde nefis ruhu kahredebilir, ruhta nefsi kahredebilir. Hangisi hangisine boyun bükmek zorunda kalırsa o onu kahretmiştir.

………Allah’ın Kahhâr ismi insanda nasıl tecelli etmesi lazım? Allah Kahhâr ismi ile tecelli edince hakikate, doğruya, hakka boyun büktürür. İnsan da kendi nefsini eğer Allah’a, hakka, resulüne boyun büktürebilirse Allah’ın Kahhar ismi onda tecelli etmiş demektir. Yapmazsa ne olur? Yapmazsa şeytanın hükmüne girer şeytan onda tecelli eder.

………Eğer birisi kendi gazabına, kızmasına sahip olamıyorsa, yani gazabını kahredemiyorsa, ona boyun büktüremiyorsa bu durumda gazabını, kızgınlığını kahredemedi kontrol edemedi hakka boyun büktüremedi demektir. Yani Allah’ın Kahhâr ismi onda tecelli etmedi. Aynı şekilde bir yanlış, bir günah işlenmesi karşısında da aynı durum geçerlidir. Nefsinin yanlışlarını kahredebilmeli, onu hakka boyun büktürebilmelidir. Bunu başarıyorsa o zaman Allah’ın Kahhâr ismi onda tecelli etmiş demektir. Yoksa Allah’ın Kahhâr isminin tecellisi başka birini kahretmek değildir, nefsinin yanlışını, kötülüğünü, şirkini kahretmektir, şeytanını kahretmektir.

………Bütün hayat Allah’ın Kahhâr isminin tecellisi ile yaşanır, devam eder, her zaman için bu böyledir. Mesela hayatı yaşarken iki saat seviniyoruz, bir saat üzülüyoruz. Bir gün seviniyoruz iki gün üzülüyoruz, ya da bunun tersi. Önce sevindik, Kahhâr ismi tecelli etti, başladık bu sefer üzülmeye. Üzüntü gelince sevinci giderdi, sevinç geldiğinde de üzüntü gider.

………Hayat bir imtihandır, kazanma imkânıdır ve baştan sona da böyle Allah’ın Kahhâr ismi tecelli etmeye devam eder. Ama hakikate boyun büktürmek içindir. Eğer insan hikmetle bakarsa, Allah’ın muradını anlamaya çalışırsa bunu anlar, yoksa trene bakar gibi hiçbir şey anlayamaz. Ben üzüldüm, ben sıkıldım vs. der. Sıkıntı olmasın, sorun olmasın, Allah Kahhâr ismi ile tecelli etmesin, beni düzeltmesin, bana öğretmesin demiş olur. Bunun nedeni farkında olmadığı, bilmediği içindir.

………Allah’ın Kahhâr ismi bir kulda tecelli edince imanının, küfrü kahretmesi lazımdır. İmanı ona Allah’a, Hakka, hakikate boyun büktürüyor olması lazım. Bunu başardıysa iman küfrü kahretti demektir.  Ama küfre müsaade ederse ne olur? Bu sefer küfür imanı kahreder. Şeytan onun imanını yok eder. Hayat bu ikisinden biridir, tercih hakkı tamamen kula aittir. Allah’ın Kahhâr isminin tecellisine ya müsaade eder ya da etmez. Etmezse şeytana müsaade etmiş olur. Bu sefer de Şeytan iman üzerinde kahredici olur onu yok eder sonuçta.

………İnsan kendi bedeni üzerinde Kahhâr’dır, yani istediğini yaptırır. Eline, ayaklarına gözlerine, gönlüne, aklına, iradesine istediğini yaptırır, kendi üzerinde Kahhârdır. Eğer tecelli eden Allah ise yani Allah’ın Kahhâr ismi ile bunu yapıyorsa bunu aynı zamanda imanla yapar.

………İnsanın gönlü boşluk kabul etmiyor, yani sen Allah’ın bir ismine iman etmediğinde şeytan oraya yerleşiyor. Ya Allah’ın Kahhâr ismi ile hareket edip bütün organlarına, gönlüne, varlığına boyun büktürüyorsun Hakka ve hakikate karşı, ya da onu şeytana teslim etmiş oluyorsun. Böyle olunca da şeytan onu her tarafında da kullanır. O zaman Allah yolunda değil de elini, dilini gözünü, kulağını, gönlünü, aklını, iradeni şeytan kendi yolunda kullandıracaktır. Bakacağız Allah’ın Kahhâr ismi mi tecelli etmiş, yoksa Allah’ın Kahhâr ismi tecelli etmediği için şeytan orayı boş bulup yerleşmiş mi. Her bir isim için bu böyle geçerlidir.

………Her ne olursa olsun mutlaka Kahhâr ismi tecelli eder. Yani yapmayı istediğin iş her ne olursa olsun orada Allah’ın Kahhâr isminin tecellisi vardır. Tabii bir mü’min olarak. Ama eğer imanın yoksa imanın senin gönlünü kaplamamışsa, Allah senin gönlüne tecelli etmemişse, sen bu tecelliyi kabul etmemişsen bu durumda şeytan oraya kurulmuştur, Allah’ın Kahhâr ismi değil şeytan tecelli etmiştir.

………Bu konuda ki ayetleri hep beraber anlamaya çalışalım. Allah’ın Vâhid ismini anlamaya çalışırken bir parçasına değinmiştik.

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim.

……. [[Kul innema ene münzir* ve ma min ilâhin illAllâhul Vâhid’ül Kahhâr. (Sad/65)

…….  (Resûlüm!) De ki: Ben sadece bir uyarıcıyım. Tek ve kahhâr olan Allah’tan başka bir ilâhı yoktur.]]

………Kul innema ene münzirun de ki ben bir uyarıcıyım. Hitap ResulAllah efendimizedir. Bir uyarıcıyım demek ne demek? Bu vazifeyi sana ben vermişim, de ki ben bir uyarıcıyım. Ne ile uyarıyor? Allah’ın vahyi ile kendi kendine değil. Kafasına estiği gibi şunu şöyle yapın, sizi uyarıyorum değil. Allah neyi vahy ediyorsa, nasıl uyarılıyorsa öyle yapıyor yani Allah adına yapıyor. ve ma min ilâhin illAllâh Allah’tan başka ilâh yoktur. ul Vâhid’ül Kahhâr O vâhid ve Kahhâr dır. Bütün güzellikler, esma-i Hüsnası O’na aittir, bununla beraber o Kahhâr’dır. Esmasına kim sahip çıkarsa onu kahreder. Bütün varlığa, bütün kâinata boyun büktürür, hiç kimse O’nun kahrının dışına çıkamaz. Hiç kimse O’na boyun bükmekten, itaat etmekten, teslim olmaktan çıkamaz. Ama insana irade vermiş onu uyarıyor, ikaz ediyor. Peygamber Allah’ın vahyi ile ikaz ediyor. Allah’ın vahyine uyun, iman edin, tabi olun. Değilse Allah Vahid ve Kahhâr dır. Allah sizi kahreder haberiniz olsun. Yani meydanı sana bırakmaz, sana ilâhlık yaptırmaz. Sakın böyle bir şeye kalkışmayasınız, yoksa Allah sizi de kahreder.

…….  [[Kul men Rabbüs Semavati vel Ard* kulillâh* kul efettehaztüm min dûniHİ evliyâe lâ yemlikûne lienfüsihim nef’an ve lâ darra* kul hel yestevil a’ma vel basıyru, em hel testeviz zulümatü vennûr* em ce’alu Lillâhi şürekâe haleku kehalkıhı feteşabehel halku aleyhim* kulillâhu haliku külli şey’in ve HUvel Vâhid’ül Kahhâr. (Rad/16)

……  (Resûlüm!) De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah’tır.” O halde de ki: “O’nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?” De ki: “Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?” Yoksa O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir.]]

………Kul men Rabbüs Semavati vel Ard de ki göklerin yerin rabbi kimdir? Kulillâh  de ki Allah’tır. Yani hem sor hem de cevap ver. Öyle değilse itiraz etsinler. kul efettehaztüm min dûniHİ evliyâe lâ yemlikûne lienfüsihim nef’an ve lâ darra De ki onlara; Onlar kendilerine ne bir fayda ne de bir zarar vermeyen Allah’tan başka veliler edindiler. veliler. Eğer Allah fayda vermezse zarar görürsünüz. Bu durumda fayda Allah’tandır zararını faydasını görmeyince görürsünüz. Ama sizi Allah’tan başka veli edindikleriniz, dost edindikleriniz, ilâh edindikleriniz ne size ne de kendilerine fayda ve zararları olmaz.

………kul hel yestevil a’ma vel basıyru de ki onlara hiç görenle görmeyen bir olur mu? em hel testeviz zulümatü vennûr ya da aydınlıkla karanlık bir olur mu? em ce’alu Lillâhi şürekâe haleku kehalkıhı feteşabehel halku aleyhim De ki onlara yoksa Allah’a benzettikleri O’na ortaklar mı buldular. Onlar da Allah gibi yaratıyorlar mı? Gökleri, yeri, insanı, herhangi bir şeyi yaratıyorlar mı? O ilâh edindiklerine Allah’ın vasıf ve sıfatlarını verdiklerin de onu Allah mı zannettiler. kulillâhu haliku külli şey’in De ki her şeyin yaratıcısı, Halıkı Allah’tır. ve HUvel Vâhid’ül Kahhâr ve O Vahid ve Kahhâr dır. Eğer öyle yaparsanız, yani Allah’ın isimlerinden birini kullarına, mahlûkatına verirseniz, o her ne olursa olsun onu Allah’a benzetmiş olursunuz ki, o ne kendine ne de size fayda veya zarar verebilir. Böyle yaparsanız Allah’ın Kahrına uğrarsınız.

………[[Lev eradAllâhu en yettehıze veleden lastafa mimma yahlüku ma yeşau, subhaneHU, HUvAllâhul Vâhid’ül Kahhâr. (Zümer/4)

………Eğer Allah bir evlât edinmek isteseydi, elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi. O yücedir. O, tek ve kahhâr olan Allah’tır.]]

………Lev eradAllâhu en yettehıze veleden lastafa mimma yahlüku ma yeşau Onlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar Allah çocuk edindi dediler. Eğer Allah bir çocuk edinseydi kendisine dilediğini seçerdi. Neden insandan seçsin ki, belki meleklerden seçerdi size ne? Belki de başka bir mahlûkattan seçerdi. subhaneHU O sübhandır böyle bir şeyden Berî dir, münezzehtir. HUvAllâhul Vâhid’ül Kahhâr Allah Vahid ve Kahhâr dır. Eğer böyle söylemeye devam ederseniz Allah sizi kahreder.

………En büyük kahır cehennemi hak etmektir. Allah bir ayeti kerimede, mürikler ResulAllah efendimizle alay ettiler, dalga geçtiler, Allah’ın ayetleriyle de alay ettiler. Sonra dönüp dediler ki eğer sen doğru yolda olsaydın bu durumda Allah’ın bize gazap etmesi gerekmez miydi? O zaman sen doğru yolda değilsin. Allah onlara cevap verdi buyurdu ki; Cehennem yeterli bir azab, yeterli bir gazab değil midir?

………[[…Kendi içlerinden de: Bu söylediklerimiz yüzünden Allah’ın bize azap etmesi gerekmez miydi? Derler. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir. Ne kötü dönüş yeridir orası! (Mücadele/8)]]

………{{Ya sahıbeyissicni e erbabün müteferrikune hayrun emillâhul Vâhıd’ül Kahhâr. (Yusuf/39)

………(Yusuf dedi): “Ey zindan arkadaşlarım… Birbirinden farklı özelliği olan rabler mi daha hayırlı, yoksa Vâhid’ül Kahhâr (TEK ve her şey hükmü altında) olan Allâh mı?}}

………Ya sahıbeyissicni e erbabün müteferrikune hayrun emillâhul Vâhıd’ül Kahhâr Bunu Yusuf AS. Zindandaki arkadaşlarına söyledi; Bir çok İlâhlar mı daha hayırlı yoksa Vahidü’l-Kahhâr olan Allah mı? Oradakilere ders veriyor, imana davet ediyor. Onlar birçok putlara tapıyorlardı, onlara kendiler isimler vermişlerdi. Yusuf AS. Da onlara bir çok putu razı etmeye çalışmak mı doğrudur, yoksa bütün esmaü’l-Hüsnaya sahip olan, bununla beraber gücüne karşı durulamayan, bütün varlığı, mahlûkatı Kahhâr isminin tecellisi ile kontrolünde tutan mı hayırlıdır. Hangisi daha hayırlı? Yani Allah’a davette aklı kullanmaya davet ediyor. Kuru kuruya siz yanlış yapıyorsunuz diye değil.

………[[Yevme tübeddelül Ardu ğayrel Ardı vesSemavatu ve berazu Lillâhil Vâhidil Kahhâr. (İbrahim/48)

………O süreçte arz (beden), başka arza (bedene) dönüştürülür, semâlar da (bilinçler de başka bir algılayışa)! (Hepsi) Vâhid, Kahhâr olan Allâh’a bârizdirler (içyüzleriyle apaçık ortadadırlar).]]

………Yevme tübeddelül Ardu ğayrel Ardı vesSemavat O gün, kıyamet günü yeryüzü başka bir yer, gökyüzü de başka bir gökyüzü olur. ve berazu Lillâhil Vâhidil Kahhâr O gün her şey Allah’ın emrine amadedir. O gün insanın iradesi artık kâr etmez. Ondan iradesini kullanması da istenmez. Artık hüküm Vahidü’l-Kahhâr olan Allah’a ait olmuştur. O gün hesap günüdür artık, iradesini nerede ve nasıl kullandı onu görecektir.

………{{Yevme hüm barizun* lâ yahfâ alAllâhi minhüm şey’* li menil Mülkül yevm* Lillâhil Vâhidil Kahhâr. (Mü’min/16)

………Bu süreçte onlar her yönleriyle ortaya çıkarlar! Onlar hiçbir şeyi Allâh’a gizleyemezler… “Yaşanan süreçte (Allâh’a göre ‘AN’ vardır, tek bir süreç) Mülk kiminmiş?”… “Vâhid, Kahhâr olan (Tek ve mutlak hükmü zaman mekân kavramsız olarak yerine gelen) Allâh’ındır!”}}

………Yevme hüm barizun Kıyamet günü kabirlerinden çıkarıldıkları gün, lâ yahfâ alAllâhi minhüm şey’ün Allah’a hiçbir şey gizli kalmaz. Hiç kimsenin açıktan veya gizliden yaptıkları Allah’tan gizli kalmaz. li menil Mülkül yevm anlatmıştım daha önce ResulAllah efendimiz buyurmuştu; o gün herkes diz üstü yere çökmüştür. Hiç kimsenin ayağa kalkmaya gücü kalmamıştır. Allah sorar bugün mülk kimin? Hiç kimse bugün cevap verme gücünü kendisinde bulamaz. Allah tüm kullarına, mahlûkatına hep birden hitap ediyor; Bugün mülk kimindir? Yani dünyadayken şu benimdir bu benimdir dedin, ben kendime aitim dedin, mülkten her ne olursa olsun ona sahiplik tasladın. Şimdi hepsine soruyor, bugün mülk kimindir, mülk kiminmiş?

………Yine Allah cevap veriyor; Lillâhil Vâhidil Kahhâr Mülk Vahidü’l-Kahhar olan Allah’ındır.

………O gün eğer biri Allah’ın isimlerinden birine sahip çıkmaya kalkışmışsa, Allah’ın vahdaniyetini zedelemeye çalışmışsa yani, kendi gönlünde, imanında Allah’ın bir ismi için bu da Rahimdir demişse, şu da Kerimdir demişse, şuna Rezzak demişse. Allah’tan bağımsız olarak bu söylemişse Allah o gün onu kahreder. Onun için ResulAllah efendimiz buyuruyor; Allah’ın kul üzerinde ki hakkı, kulun Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmamasıdır. Kulların Allah üzerinde ki hakkı; kendisine hiçbir şeyi şirk koşmayan kuluna azab etmemektir.”

………Allah hakkı deyince önce şunu anlamak lazım. Allah’ın üzerimizde ki hakkı namaz kılmamız değildir, oruç tutmamız değildir, hacca gitmemiz değildir. Bütün bunlar hepsi kendi üzerimizdeki hakkımızdır. Yani aç kaldığımızda kendimize zulmetmiş oluruz. Namaz kılmadığımızda, Allah’ın manevi olarak ikram ettiğini yiyip içmemiş oluruz, yani yine kendimize zulmetmiş oluruz. Ama Allah’ın üzerimizde ki Hakkı O’na hiçbir şeyi şirk koşmamaktır. Kâmil manada “La ilâhe illallah” demektir yani. Bunun içinde İllallah derken ne söylediğini bilmeniz lazım. Allah’ı bilmiyorsan, tanımamışsan, Allah’ın kendisini tanıttığı gibi onu anlamamışsan, yani el Esmaü’l Hüsnasından O’nu tanımamış anlamamışsan İllallah derken neyi kastediyorsun? Senin için Allah nedir, kimdir?

………Hiç kimse Allah’ı öğrenmeyi, anlamayı, tanımayı hafife alamaz. O kul ise hafife alamaz. Mü’min ise hafife alamaz. Allah’ı seviyorum diyorsun, iman sevmek demektir, Allah’ı seviyorum. Tanıyor musun? Yok tanımıyorum. Tanımıyorsan nasıl seviyorsun? Ya da neden seviyorsun? Bu yalan olmuyor mu? Seviyorsan bütün çaban ve gayretinle sevdiğini tanımaya çalışırsın, insan sevdiğini tanımaya çalışmaz mı, anlamaya çalışmaz mı, dinlemeye çalışmaz mı, neyi kimi sevdiğini öğrenmeye çalışmaz mı?

………Aynı şekilde mesela sevdiğimizden bize bir mektup gelse onu alır okuruz. Askerlik yapanlar bilir, anasından babasından, yakınından bir mektup geldiğinde onu alıp tekrar tekrar okur, kelime kelime ne dediğini anlamaya çalışır tekrar tekrar yapar bunu.

………Allah Kur’an ı her bir kuluna mektup olarak göndermiş. Zaten bir kişi eğer Allah bu kitabı bana indirmiş demezse Kur’an a iman etmiş olmuyor. Bununla beraber Kur’an ın içinde ne varsa bunların hepsi kulun Allah ile yaptığı ahitleşmedir. Ben Kur’an a iman ettim dediğinde Allah orada neyi emretmişse ona evet demiştir. Sana nasıl ol demişse, nasıl iman et demişse sen de ona evet demişsin demektir. Allah’a neye göre söz vermişsen bunu anlamaya çalışman gerekmez mi? Eğer biri hayır bana bu kadarı yeter diyorsa bu iman etmiş olur mu, bu kul ebedi hayatını ciddiye almış olur mu?

………Şu anda mesela Allah bütün imkânları kullarına vermiştir. Birisi dinini öğrenmek isterse, rabbinin kelamını dinlemek isterse, yani okuma yazması hiç olmasın anlamak isterse mutlaka öğrenir. Çabasını gayretini sarf eder, vesilelere sarılır mutlaka öğrenir. Hiçbir şey yapmasa, evinde oturduğu yerde bile Kur’an ın öğretildiği, Allah resulünü anlatan TV. Kanallarını açsa gene öğrenir. Bu herkes için geçerlidir.

………Bir de eğer kitap okuma ya da bilgisayarda öğrenme, dinleme imkânı varsa bütün imkânlar önünde demektir. Bunun için ister tefsir, ister esma-i Hüsna sohbetleri olsun hepsi kayıt altında, internette mevcuttur. İsteyen herkes bu yolları izleyerek dinini öğrenmek için Allah’ın kelamını dinlesin, anlamaya çalışsın diye biz de kayıt altına aldık herkes faydalansın, Allah’ın her bir ayetini anlamaya çalışsın diye. Zaten mümkün mertebe kısa ve öz olarak anlatmışız. Neden böyle yaptık? Allah ayeti kerimede buyurmuştu ki; Hitap ResulAllah efendimizedir.

………Ve innehu lezikrun leke ve likavmik* ve sevfe tüs’elun. (Zuhruf/44)

………Andolsun ki seni ve sana iman edenleri kıyamet günü bu kitaptan sorumlu tutacağız.

………Kitabın neyinden sorumlu tutacak? Kabından mı, Kur’an sizin elinizde var mıydı yoksa yok muydu mu denecek? Yoksa içinde ki ayetlerden mi sorumlu tutulacak. Tabii ki içinde ki her bir ayetinden her bir emrinden, her bir hükmünden sorumlu tutacak. Sen emri bilmeyince, Allah’ın vahyini anlamayınca nasıl sorumlu olacaksın.

………İşte kitaplarda okuduk, böyle böyle söylediler biz de böyle yaptık. Senin kitabın onların kitabı mıdır yoksa Allah’ın kitabı mıdır? Allah seni falancanın filancanın kitabından sorumlu tutacağım demiyor, bu Kitap’tan, Kur’an dan, gönderdiğim mektuptan sorumlu tutacağım diyor. Biz de bu sorumluluktan kurtulunsun, sorulduğu zaman cevaplarını verebilsinler diye. Ya rabbi kitabının hepsini anlamaya çalıştım diyebilsin diye bunu yapıyoruz. Okuyamıyorsan bari dinle, bari izle.

………Mesela ben bir soru sorsam, ben kardeşlerimin hesabını bu şekilde yaparken acaba kardeşlerimizde kendi adlarına göre kendi hesaplarını böyle yapıyorlar mı ya da kaç kişi yaptı? Verdiğiniz derslerin hepsini dinledim diyebilir mi? Bunu da ben sorayım. Ben kardeşlerimiz Allah’ın huzurunda cevaplarını verebilsinler diye böylesine bir çaba gayret sarfettim, ama onlar kendi cevaplarını vermek için eğer dinlemeye tenezzül etmedilerse, anlamak için bir çaba, gayret sarf etmedilerse acaba benim ne düşünmem lazım böyle bir durumda?

………Aynı şekilde burada Allah’ın isimlerini anlatıyoruz Bu isimler nüzül sırasına göre 46. İsimdir. Bir sefer dinlemekle belki, yeteri kadar anlaşılmaz, ama iki sefer dinlediğinizde çok daha güzel, çok daha rahat o ayetlerle beraber anlarız. Yani en azından buna tenezzül etmemiz gerekmez mi? Bir saatimizi rabbimizin bir ismini daha anlamak, öğrenmek için ayırmamız gerekmez mi? Ayırmayınca o zaman boşuna gitmiyor mu yani o zaman harcanmıyor mu? O harcanan zamanımızın bir saatini, iki saatini Allah’a ayırsak Allah’ı daha ciddiye almış olmaz mıyız?

………Esma-i Hüsna demek Allah’a iman demektir, Allah’ı bilmek, tanımak Allah’a imandır. Şirkten kurtulmak, tevhid, lâ ilâhe illallah, esma-i Hüsnayı anlamaktır.

………Aynı zamanda en büyük, en güzel, en değerli ilim en büyük, en güzele ait olan ilimdir. O da Allah’a ait olan esma-i Hüsna ilmidir. Yani ne kadar kıymet değer verildiğini anlatmaya çalışıyorum. Bunu her birimiz kendimize sormamız lazım. Allah bizi huzura alırken hep yaptıklarımızdan hesaba çeker, bir de yapmamız gerekip te yapmadıklarımızdan da hesaba çekiyor. Eğer benim bu sorduğum gibi hesaba çekerse hesabı vermek zor olacaktır. Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki bunu soracaktır. Kulum olarak, abdı m olarak beni anlamaya, dinlemeye, tanımaya tenezzül etmedin demeyecek midir?

………Allah ayeti kerimede buyurdu ki;

…………ve lakinnAllâhe habbebe ileykümül iymane… (Hucurat/7)

………Allah mü’minlere imanı sevdirdi.

………İmanını seviyor musun? Ben arkadaşlara soruyorum imanınızı seviyor musunuz? Allah’ı tanıdıkça imanını seveceksin, ben iman etmişim diyeceksin, imanından razı olacaksın, hamd edeceksin. Yoksa durup dururken neden imanını sevesin ki. İmanın arttıkça onu seveceksin. Burası imanını artırma, kemale erdirme yeridir. Onun için gönlümüzü açıp dinlememiz gerekir, yetmez bir daha dinlememiz lazımdır. Eğer buradan öğrenemiyorsak nereden öğrenebiliyorsak kesinlikle yerimiz orasıdır gidip oradan imanımızı öğrenmemiz lazımdır. Kimden daha güzel öğrenebiliyorsak gidip ondan öğrenmemiz lazım, bunu dert edinmemiz lazım. Ya rabbi seni biraz daha tanımak, anlamak istiyorum demeniz lazım.

………Mesela Allah’ın Kahhâr ismini anlattık daha önce de Esma-i Hüsna okunurken duymuştuk. Biz Kahhar isminin böyle olduğunu biliyor muyduk, ya da kaç kişi bunun böyle olduğunu biliyordu. Kahhâr isminin Vahid ismi ile beraber tecelli ettiğini, bununla beraber Rahmet olduğunu, hakikate boyun eğdirmek için Kahhâr isminin tecelli ettiğini, birine Allah seni kahretsin dediğinizde ona dua ettiğinizi biliyor muyduk? Kahreder denince biz başka bir şey anlamıştık. Eğer anlamamışsak bir sorun var o da rabbimizi yanlış tanımışız manasınadır. (M. Hüseyin esma derslerinden derleme)

………************************************************************************

………EL KAHHÂR

………El Kahhâr; galip ve hakim olan yegane güç sahibi ve gücüyle tüm tasarrufu elinde tutan, tek Hakim ve hüküm sahibi olandır.

………Kahr; bir şeye onu mahv ve helak edebilecek surette galip olmak demektir.

………Yevme hüm barizun* lâ yahfâ alAllâhi minhüm şey’* li menil Mülkül yevm* Lillâhil Vâhidil Kahhâr. (Mü’min/16)

………Bu süreçte onlar her yönleriyle ortaya çıkarlar! Onlar hiçbir şeyi Allâh’a gizleyemezler… “Yaşanan süreçte (Allâh’a göre ‘AN’ vardır, tek bir süreç) Mülk kiminmiş?”… “Vâhid, Kahhâr olan (Tek ve mutlak hükmü zaman mekân kavramsız olarak yerine gelen) Allâh’ındır!”

………Allah, insanların sıkıntılarını giderme gücüne ve onların kalplerine ferahlık vermeye nasıl kadirse, onları büyük bir azapla kahretmeye de kadirdir. Aynı zamanda Allah’ın yardım ve desteği yine bu ismin hükmüyle gelir.

………El Kahhâr’ın madde dünyasında ki kitlesel helak edici etkisi yanında kişilerin iç dünyalarında da aynı yıkıcı ve kahredici etkiyi halk eder ki insanlar kendilerini tek ve büyük görüp rabblik iddiasında bulunmasınlar.

………Bakan iki gözle kusursuz ve mükemmel biçimde dünyayı bir gören insan, bir bakışıyla içine aldığı bu dünyanın aynı zamanda bir parçası, bütünün bir halkası konumundadır. İnsanları kahreden düşmanları ise kendi nefisleridir, şeytandan daha tehlikelidir. Bir kimse gayri meşru olan heva ve hevesini, arzu ve şehvetini kahrederse o kimse aslında şeytanı kahretmiş olur.

………Böylece kişinin iç dünyası ve dış dünyası insanda birleşmiş olmuş, bu şekilde de el Kahhâr, tüm bu ki,şinin iç ve dış dünyasını ihata edip kaplar. Kişinin iç dünyasını

………Küllü men ‘aleyha fan,

………Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm. (Rahman/26-27)

………Yeryüzünde olan her canlı fânidir, Fakat azamet ve ikram sahibi olan rabbinin Zat’ı Bâki’dir.

………Ayetinin hakikatine mazhar olan kul, vücudunu Hakta yok oluşu yaşar. Madde dünyası da böylece celâl ve ikram sahibi Rabbini bilir ve bulur.

………Yevme tübeddelül Ardu ğayrel Ardı vesSemavatu ve berazu Lillâhil Vâhidil Kahhâr. (İbrahim/48)

………Kul innema ene münzir* ve ma min ilâhin illAllâhul Vâhid’ül Kahhâr. (Sad/65)

………Vetteba’tü millete abaiy İbrahiyme ve İshaka ve Ya’kub* ma kâne lena en nüşrike Billâhi min şey’* zâlike min fadlillâhi aleyna ve alenNasi ve lâkinne ekseranNasi lâ yeşkürun. (Yusuf/38)

………Ya sahıbeyissicni e erbabün müteferrikune hayrun emillâhul Vâhıd’ül Kahhâr. (Yusuf/39)

………Kaşani Hz. Yunus /38-39) cu ayetlerin te’vilatında; “Vetteba’tü millete abaiy İbrahiyme ve İshaka ve Ya’kub Ve tevhid yoluna sülûkta babaların İbrahim, İshak ve Yakub’un milletine tabi oldum. ma kâne lena en nüşrike Billâhi min şey’in Biz maaşir-i enbiyaya (nebiler topluluğuna) vücudu olmayan bir şeyi Allah’u Teâlâ’ya şirk etmek caiz ve sahih olmaz. zâlike min fadlillâhi aleyna ve alenNasi ve lâkinne ekseranNasi lâ yeşkürun. Bu şühûd nev’indendir. Lâkin insanların çoğu Allah’ın nimetlerine şükür etmezler.

………İmdi Yusuf ile beraber zindana giren iki kişinin birisi, kalbe lazım olan muhabbet-i ruhiyye fütüvvetidir ki melike hükümdara aşk şarabı içiren şarapçıdır. İkincisi hayat-ı ruhiyye gibi hiçbir halde kalpten ayrılmayan heva-i nefistir. Zira heva nefsin bekası için ruhtan nefse feyezan eden nefsin hayatıdır ki bu heva medine-i bedende (beden şehrinde) rızıkları tedbir eden hükümdarın ekmekçisidir. Bu iki kuvvet halvetin gayrinde değil halvette kalbe mülâzemet (meşguliyet) ederler.

………Ya sahıbeyissicni e erbabün müteferrikune hayrun emillâhul Vâhıd’ül Kahhâr. Yusuf “ey zindan arkadaşları, sizin her birinizin mesela muhabbetin sıfat ve esma gibi hevanın kuvve-i nefsaniyye gibi müteferrik biri bir emirle, diğeri başka bir emirle emr eden yekdiğerine zıt fakat hepsi de aciz birçok rabbleri olmak mı hayırlıdır.”

………Kul innema ene münzir* ve ma min ilâhin illAllâhul Vâhid’ül Kahhâr. (Sad/65)

………Kâşani te’vilâtında; Kul innema ene münzirun Habibin sen de ki “Ben ancak inzar edici, Allah’ın azabı ile korkutucuyum. Sizi nefsime davet etmiyorum, hidayetinize de kadir değilim. Çünkü ben nefsimden ve kudretimden fani, inzar hususunda Allah ve sıfatı ile kaimim. ve ma min ilâhin Vücutta hiçbir ilâh yoktur. illAllâhul Vâhid’ül Ancak zatıyla vahid olan Allah mevcuttur. Elkah-har O’ndan gayri her bir şeyi vahdaniyetinde ifna etmekle kahredici zattır.”

………Ya rab, bizleri doğru yolundan ayırma, Cemal-i izzetinden rahimiyetine Bâki rahmetin ile nuruna gark eyleyip bizlere muhabbetini ilham eyle. Nefsin sıfatlarına meyledip hevasına düşürme. Ol Cemal-i kereminin lütfuyla kapından ayırma. Zatına kul, Resul-ü ekremine ümmet eyleyip ayağımızı kaydırma ya Rab. Amin, velhamdülillahi rabbil alemin) (Anonim)

………******************************************************************

………“EL KAHHÂR”

………El Kahhar; yenen, kendisine meydan okunamayan, ezen yani boyun eğdiren demektir. Kimse Allah’a diklenmeye kalkmasın! Kahhar olan Allah’tan intikam alınamaz!  Allah, yine kahran lütfeder. Varlığa boyun eğdiren Allah kahretsin demek; Allah boyun eğdirsin demektir. İlahi yasalara ve sistemi ilahinin kanunlarına uyun!

………Fiilin insana boyun eğdirmesi Allah’ın kahhar esmasındandır. Allah; insanı aç koyar, insanı araştırmaya, yemek tedarikine koşturur.

………Allah, her şeye boyun eğdirmiştir. Hatta kendi gücüne bile boyun eğdirmiştir, yani lütfetmiştir.

………Zalimi, zulüm kahreder. Mutluyu mutsuz, mutsuzu mutlu kahreder. Allah’ın kahhar ismi, her şeye faiktir.

………Şeytaniyet; Allah’ın lütfuna yamuk bakmaktır. Allah suyu kaynatarak, kahra alet eder. O kaynayan su demli su olur, lütfa sebep olur. Derdi sıhhatle, sıhhati dertle kahreder.

………Acı, hayatınızın sırrı ve icabıdır. Dünya eziyetinden muaf olmak için, yaratıktan yaratana dönmek lazımdır.

………Acılar insanlara dünyayı öğretir, dayanmayı öğretir. Allah’ım bize acı!

………Allah; yarattığıyla alakadardır, insan bunu bilmez. Bilse de bilmese de, Allah kulu iledir. Sığınma ve dua, insanın idrakini arttırır.

………Allah’ın her hali; kuluna derstir, öğüttür. Allah’ın kahhar esması, boyun eğdirmesidir. Meleklere, insana boyun eğdirmesi de böyledir.

………Sorumluluğunu bilene ikram, bilmeyene ceza vardır. Mücrimlerden intikam alınır, yani onların yaptıklarının acısı, onlara tattırılır.

………İyiler, kötüler ölür de, iyilik ve kötülük ölmez. Hayat, bir ibretler âlemidir. Bu rolü, aktörler üstlenirler. Çünkü sahneyi ilahi, ibret için boş kalmaz.

………Acı çekmeyenler, cehennemi bilmezler. Fakirlik, yokluk çekmeyenler de cenneti bilmezler. (M. Rasim Mutlu)(derleme)

………***************************************************************

………Ey Kahhâr olan Rabbim!

………Sana inanıyor ve iman ediyorum! Bu inancımla, Kahhâr ismine iltica ediyor ve sana, bu isminin tecellileriyle, yaşamıma şekil vermen için dua ediyorum.

………Yeryüzündeki azılı şakîleri, Kahhâr isminle helâk ettiğin gibi, benim ruh ve beden ülkemin azılı şakîsi olan nefsimi, yıllardır başımın belâsı olan şeytanımı, Kahhâr isminle kahreyle Rabbim!

………Nazargâhın olan kalbimi perişan eden, Rabbânî tecellileri almamı engelleyen mâsivâdan Kahhâr isminle kurtar beni ya Rabbi!

………Ufkumu saran karanlıkları ve zulmeti “Kahhâr” isminle kaldırıp, ruh dünyamı aydınlıklara gark et Allah’ım!

………Sen, Yüceler Yücesi Rabbim! Sen dilersen, kalbimi, zâtının nurlarını alacak şekilde temizler, nefsimin ıslâhını kolaylaştırır, aklımı, mirâcıma Burak eylersin! Sana inanıyor ve isimlerinle sana dua ediyorum Rabbim! Beni bana bırakma! Tut ellerimi Rabbim!

………Son nefesime dek… Sana varıncaya dek inşaallah! (Vuslat Turabi)

………*********************************************************************

………Her şeye, her istediğini yapacak surette galip ve hâkim.
Ey bütün güçleri yenen, isyankârları kahreden, mağlup eden Kahhâr Allah’ım! Şeytanımı mağlup ederek, kahreyle. (Hz. A. Geylani)

………Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn.



ESMA DERSLERİ – 24 – EL VEHHÂB (55.Video)

$
0
0

……… “Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

………“BismillahirRahmanirRahıym”

……….El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

. ………Rabbişrah liy sadriy;

……… Ve yessirliy emriy;

……….Vahlül ukdeten min lisaniy;

………Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

………Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni.

…….. Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. (İsra/80)

……..Rabbim girdiğim yere, girdiğimiz yere, sana, imana, Kur’an a, hakikate sadakatle girdir, çıktığım ve çıktığımız yerden sana, imana, Kur’an a, hakikate sadakatle çıkar ve bize bu sadakati koruyacak bir güç ver ya Rabbi. Amin, amin, ya mu’in..!

……..Değerli dostlar bugün 55. Esma dersimizde yine beraberiz Rabbe hamd olsun. Bugün inşaAllah iki isim işleyeceğiz, işlemeye çalışacağız; Vehhâb ve Vâhid isimleri. Önce Vehhâb isminin lügavi çerçevesinden girmek istiyorum her zaman olduğu gibi.

……..El Vehhâb; karşılıksız veren, bağış yapmada eşsiz ve benzersiz olan, kendisinden bedelsiz istenilen, verdiklerinin hiç birinden bedel beklemeyen, mutlak ve sonsuz özne demektir. Dilimize de geçmiş hibe, falan falana hibe etti. Hibe bağış ile karşılanıyordu Türkçe de, kişinin kendisine ait bir şeyi bir başkasına karşılıksız olarak vermesine hibe diyoruz. Hibe de 2 şey var mecburi 1 – vermek, 2 – herhangi bir şey beklememek. Sadece istememek değil, beklememek te, yani hibe eden hibe ettiğinden bir şey istemediği gibi bir şey de beklemez, beklenti içine de girmez. Çünkü beklenti de bir karşılıktır.

……..vehebna lehu İshaka.. (Meryem/49) alınız hibe kökünden bir kelimeyle karşı karşıyayız. Biz ona İshak’ı hibe ettik. Rabbimiz Hz. İbrahim’e İshak AS. ı hibe etmiş. Yani hiçbir karşılık beklemeden vermiş. Esasında herkese vermiyor mu, herkese hibe etmiyor mu, oraya geleceğiz. Kur’an da vehebna gibi fiillerle gelen tüm hadiseler olağanüstü hadiselerdir. Hz. Zekeriyya’nın duası

……..Rabbi heb liy min ledünKE zürriyyeten tayyibeten, inneKE Semiy’ud du’â’. (A. İmran/38) Rabbim bana hibe et, tertemiz bir evlat hibe et.

……..Şimdi bu gibi hadiselerde Hz. Meryem’in duasında da hibi vardır. Hz. Hanne’nin duasında da hibe vardır, Hz. Zekeriyyanın duasında hibe vardır, Hz. İbrahim’in duasına icabette hibe vardır. Hz. Davud’un duasında Hz. Süleyman’ı isterken hibe vardır. Yani bütün bunlarda esasında kendi isteği ile elde etmeye çalışsa elde edemeyeceği bir şey manası vardır. Hz. İbrahim kendi arzusuyla bir evlat elde edemezdi. Çünkü yasalar açısından, Rabbimizin kanunları açısından evladı olmamıştı. Ama Rabbimiz orada müdahil oldu, hibe etti. Yasaları aşan bir şey. Hz. Zekeriyya da öyle. Evlat sahibi olmamıştı, rabbimiz ona da yasaları aşan bir müdahaleyle verdi. Hz. Meryem’e hibe edildi Hz. İsa. Ona da yasaları aşan bir yolla hibe edildi. Hz. Hanne’ye, ona da çünkü ömrünün sonuna kadar bir evlat sahibi olmamıştı ona da hibe edildi.

……..Peki burada şöyle bir sual gelir; Hz. Davud’a hibe edilen ne? Hz. Davud’ – Hz. Süleyman, öyle bir durum yoktu. Hayır orada da hibe var. Hz. Davud bir çocuk istemedi, hz. Davud hikmet ve hüküm sahibi bir çocuk istedi yani özel bir çocuk istedi, orada da hibe vardı. Dolayısıyla Hibe; İbrahim, Hanne, Meryem, Zekeriyya, Davud AS. ecmain, hepsine birden salât ve selâm olsun bu kişilere rabbimizin verdiği olağan dışı bir nimete delâlet eder.

……..Hibe ile ‘iğta arasında fark var, ‘İğta vermek, hibe de vermek. Hibe mülkü olacak şekilde vermektir. ‘iğta ise geri almak için vermeye de ‘iğta denir, alıcısına ulaşması yeterli. Ne için olduğu, daha sonra geri alınıp alınmayacağı âriyeten verilebilir ödünç diyoruz ya öyle verilebilir, kullanıp geri ver diye verilebilir, veyahut ta mülkiyeti benim olsun kullanımı sana ait olsun diye verilebilir. Bütün bunlar ‘iğta dır. Ama hibe mülkü senindir şeklinde vermek.

……..Hibe ile hediye arasında fark var, hediye veren ile alanı birbirine yaklaştıran, ya da yaklaştırma amacı taşıyan vermedir. Yani vereyim de bana yakın olsun. Allah vereyim de bana yakın olsun beklentisi ile vermez. Öyle verseydi eğer verdiği her kul kendisine yakın olmak zorunda kalırdı. Oysa ki O inkârcıya da verir, kâfire de verir, mülhide de verir, müşrike de verir. Zaten müşriki yaratması onu vermesidir, varlığı vermektir zaten.

……..Hibe ile Nimet arasında da fark vardır, nimet özünde iyi olan vermeye denir, yani nimet olduğu zaman mutlaka özünde iyi güzel helaldir, temizdir. Ama hibe öyle değil haramdan da hibe olabilir. Bir kimse haramdan kazanır hibe eder. Dolayısıyla hibe ilke nimet arasında böyle bir fark var.

……..Vehhâb; mübalağa ile ismi fail, yani hep veren, çok çok veren, daima veren. Mübalagalarda iki vurgu vardır, biri fiilin en yüksek derecesi yani en çok veren. İkincisi fiilin sürekliliği. Biri fiilin yani dikeyine, diğeri yatayına zaman içerisinde. Dikeyine olan verenlerin içinde en yüksek veren. Yatayına olan ise sürekli veren, hep veren. Öyle değil mi, en nankörü nefes alarak yaşıyor her nefes Allah’ın hibesidir, kulun kazandığı bir nefes yoktur.

……..Nazari çerçeve şöyle kısaca çizmeye çalışalım. Kur’an da kullanılan tüm isimler ve fiiller sadece Allah’a hastır, her şeyde böyle değil, her maddede böyle değil. Bu maddeden Vehhâb isminin kökünde Kur’an da ne kadar isim ve fiil geliyor hepsi Allah’a isnaden kullanılıyor. Bu da çok özel bir madde olduğunu gösteriyor.

……..Vehhâb sadece O’dur, zira her bağışçının bağışladığı kendisine Allah’ın hibe ettiğidir. Onun için insanların içinde bu Vehhâb dır diye birini göstersek, bu çok bağışlar, çok hibe eder, çok verir diye. Esasında o hiçbir şey vermez, özüne baktığınızda onun verdiği her şey Allah’ın ona verdiğidir. Esasında Allah dışında birini vermesiyle öven aslında Allah’ı över, çünkü gerçekte veren O’dur. Onun için ekmeğe değil ekmeğin sahibine teşekkür edilir. Ekmek teşekkürü ne bilsin, ekmeği verene teşekkür edilir.

……..İnsan da bağışladığı şey de o şeyi kendisine bağışladığı insan da Allah’ın hibesidir. Şimdi biri birine bir şeyi hibe ediyor, hepsi hibe burada. Veren Allah’ın hibesi, verilen Allah’ın hibesi, verdiği Allah’ın hibesi, bir hibe daha var verme isteği Allah’ın bir hibesi. Allah o arzuyu vermese, vermeyi vermese veremezdi. Onun için vermeyi ver ya Rabbi diye dua etmek lazım. Vermeyi, verme aşkını ver ki vereyim, vermeyi sen bana hibe etmezsen ben neyi vereceğim, vereceğimi hibe etmezsen ben neyi vereceğim, bini hibe etmezsen ben neyi vereceğim, vereceğim kimseyi hibe etmezsen ben neyi vereceğim..!

……..Bir vermede kaç teşekkür varmış meğersem, meğer verdiğimiz için teşekkür beklemek yerine dört kez teşekkür etmemiz gerekiyor. Ya rabbi veren beni verdin şükrolsun, verdiğimiz verdin şükrolsun, verdiğim kişiyi verdin şükrolsun, bana verme arzusunu verdin şükrolsun. Onun için verip te bir de teşekkür beklemek yerine verip dörtte teşekkür etmek lazım.

……..Bunun en güzel örneklerini Kur’an da hayatın içinde görüyoruz değil mi? Hz. İbrahim, Hz. Hanne. Hz. İbrahim rabbimizden en büyük hibeyi alan kullardan idi. Ömrü boyunca çocuksuzlukla imtihan edilmişti, ömrünün sonunda rabbimiz ona bir evlat bağışladı, hibe etti, tam bir hibe. Bazı kaynaklarda 90 yaşında bazı kaynaklarda 120 yaşında olduğu zikredilir. Yani şu veya bu, çok fazla şey değil ama her tür beklentinin kesildiği bir dönem. Ama rabbimiz hibe edince demek ki bir alt yasa bir üst yasayla aşılıyor. Rabbimiz koyduğu kanunlarına göre işletiyor kâinatı, fakat koyduğu kanunun mahkûmu değil hakimi olan bir Allah olduğuna da iman ediyoruz. Onun için bu manada zaten kanunlarına mahkûm olan bir Allah, Allah olamaz. El Hâkim olamaz, el Hakîm de olamaz. Kanunlarına gücü yetmeyen kanunun sahibi değildir kanun ona sahiptir. Ama bu demek değildir ki keyfine göre kanun koyar, hayır. Keyfine göre koymaz, o da O’nun sünneti. Çünkü O sünnet sahibi bir Allah’tır.

……..Hz. İbrahim evladı aldı, hibeyi aldı, peki ne yaptı? Teşekkür etti. Nasıl teşekkür etti? Aldığını Allah’a kurban ederek. İşte hibenin teşekkürü aldığını rabbine kurban etmek. Peki orada bir yanlış vardı, zaten Kad saddakterrü’ya.. (Saffat/105) sen rüyayı tasdik ettin, oysa rüya te’vil edilirdi, tabir edilirdi, sen tasdik ettin. Tabir etmeliydin ama tasdik ettin. Tasdik edince yanlış oldu. İnsanlık tarihinde yoldan çıkmış inançlar insanı hayvan yerine koyup kurban ederler. Sen insanı hayvan yerine koyma ey İbrahim, Hayvanı hayvan yerine koy. Çünkü hayvan insana musahhar kılındı, insan sa rabbine. Allah’a kurban olmanın yolu insanla hayvan arasında değişir. Hayvanı Allah’a kurban edeceksen kes. İnsanı Allah’a kurban edeceksen yetiştir. İnsanın Allah’a kurban olması yetiştirilmesidir, terbiyesidir, rabbin rububiyyetine uygun bir terbiye ile yetiştirilmesidir. O zaman yetiştir kurban olmuş olsun, nezzet kurban olmuş olsun, ada kurban olmuş olsun, tebettül et  ve tebettel ileyhi tebtiyla. (Müzzemmil/8) dolayısıyla Hz. İbrahim mesajı aldı.

……..Hz. İbrahim’e kadar gelen dini geleneklerde zaten insan kurban ediliyordu ve rabbimiz bundan razı değildi, doğru değildi. Aslında Habil ve Kabil ile kurbanın nasıl olacağı göstermişti. Fakat insanlık yoldan çıkınca bu ilahi öğretiyi unuttu, yoldan çıktı birbirini kurban etmeye başladı. İşte Mısır’a bakire kızlar kurban edildi, işte batı geleneklerinde, özellikle İskandinav geleneklerinde bakire kızlar tanrılara kurban edildi. İşte doğu geleneklerinde hindu geleneği, Budist geleneği, daha öncesinde Brahmanist gelenek hepsinde insan kurban edildi. Oysa ki Allah’ın arzusu bu değildi, insanın kurban edilmesi insanın Allah’a yaklaşmasıdır, her adımınız bir kurbandır. Onun için her ibadet kurbandır, sadece kurban kesmek kurban değildir. Namaz kurbandır, sizi Allah’a yaklaştıran her şey kurbandır. Oruç kurbandır, hacc kurbandır, nasihat kurbandır, zekât kurbandır, emri bil ma’ruf bir kurbandır, cihad kurbandır. Yani Allah’ a ne ile yaklaşıyorsanız o kurbandır. Hatta sizi Allah’a en çok yaklaştıran en büyük kurbandır.

……..Bazen kurbanınız sizi hiç yaklaştırmaz da bakarsınız bir güzelliğiniz yaklaştırır. Bazen kestiğiniz hayvan hiç yaklaştırmaz da bazen kestiğiniz kötü bir huyunuz Allah’a daha çok yaklaştırır. Dolayısıyla sizi, insanı Allah’a yaklaştıran ne varsa o kurbandır. Çünkü sisi Allah’a yaklaştırıyor.

……..Hz. İbrahim’e verilen de buydu, Hz. Hanne içinde aynı şey. O dua etmişti rabbinden, bir yavru istemişti Allah’ta ona; İz kaletimraetü ımrane Rabbi inniy nezertü leKE ma fiy batniy muharreren fetekabbel minniy. (A. İmran/35) Hani İmran’ın kadını demişti ki Rabbim ben karnımdaki doğurmamış olduğum yavrumu sana adadım, benden kabul buyur. Birgün bir ağacın altında otururken bir anaç kuşun bir yavru kuşun ağzında gıda getirdiğini görmüş ve ya rabbi bir yavru da bana versen de şöyle besleseydim diye yüreği Allah ile konuşmuş. Bazı dualar kalbin Allah ile konuşmasıdır o dualar ret olunmaz. Öylesi dualar doğrudan bağlantıdır. Onun için bazen kapsama alanına girer insan kapsama alanına girdi de duayı etti mi frekansı tutturmuştur ve işte hani derler ya keşke başka bir şey isteseydim. O anda tam frekansı tutturmuştur ve kabul olunur reddolunmaz.

……..Hanne de öyle bir ana denk gelmiş ve duası dergâhı ‘ahadiyete yükselmiş ve rabbimiz kabul ve karîn buyurmuş. Kocası İmran. Yalnız bu iki ailenin farklı bir konumu var Kur’an da. Kur’an iki aileyi model gösterir o da bu iki aile. İnnAllâhestafa Ademe ve Nuhan ve âle İbrahiyme ve âle ımrane alel âlemiyn. (A. İmran/33.) iki ferd, iki aile. Adem diğer canlı türleri içinden seçilip ruh üflenip insan kılınan. Nûh insanlar içinden seçilip 2. Baba kılınan. İbrahim ve İmran ailesi ise model aile olarak takdim edilen iki örnek.

……..Aile; İbrahim ailesini biliyoruz, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak, Hz. Sâre, Hz. Hacer. Belki buna yeğen olan Hz. Lût’u da ilave etmek mümkin. Belki tefsirlerde nakledilip Kur’an da nakledilmeyen isimler de ilave edilebilir. Ama ana ekseni itibarıyla bu. İmran ailesi ise Hz. İbrahim’in soyundan yine, Musa’nın soyundan gelen İmran bin Ma’san ve onun eşi Hz. Hanne. Anna diye koyarlar batıda özellikle Hristiyan geleneğinde, bizde Hanne diye telaffuz edilir.

……..Dolayısıyla adayış risalesinden sonra Türkiye de Hanne ler pek çoğaldı MaşaAllah. Bakıyorum kimin adı Hanne, ha..! adyış risalesinin çocuğu diyorum. Ve onun evladı Meryem, onun evladı İsa. Hanne’nin kız kardeşi Elişa, Elizabeth. Onun kocası Hz. Zekeriyya ve onun oğlu Yahya. Ali İmran da bu. Yanbi aslında tek çekirdek aile değil, 3 çekirdek aile ama hepsi bir aile. Onun için model gösteriliyor, model göstermede de hep bakıyorsunuz evlat ile ebeveyn ilişkisi merkezde hep kadrajda o oluyor. En iyi ebeveyn evladını Allah’a en çok yaklaştırandır. Tabii bizde en iyi ebeveyn evladını kendine yakandır. Kendine yaktı mı evladını yakıyor zaten. Ama Allah’a yaktı mı kendini de evladını da yanmaktan kurtarıyor. Yani ata erkil, baba erkil, ana erkil, çocuk erkil, bacı erkil değil, Allah erkil, Allah eksenli.

……..Erkil eksen miydi? Eyvallah, Allah eksenli bir dünya, Allah merkezli bir dünya, kuracaksan öyle bir dünya kur. Çünkü sen fanisin hatta yanılmaz değilsin. Eğer kendine yakarsan sen yanıldın mı evladın da otomatikman yanacaktır. Dolayısıyla Hakikate yak ki hakkın takipçisi olsun eğer vermek istiyorsan bir şey. O zaman hem anne ya da babası, hem de hocası olursun.

……..Evet, Hz. Hanne de böyle yaptı, Allah’a adadı ve teşekkür de beklemedi fetekabbel minniy benden kabul et Allah’ım. Yani hayatta tek varlığı o idi, kocası da üstelik vefat etmişti kendisi hamileyken dul kalmıştı. Yani bir öksüzdü Hz. Meryem Öksüz de Kur’an ın lügatinde yetimdir. Kur’an da ayrıca öksüz geçmez, yetim öksüze de tekabül eder. Bizde ayrılır da Kur’an da ayrılmaz. Hatta bakanı olmayan, kazananı olmayan, kazananı vefat etmiş, yeri de dolmamış olan herkes yetimdir Kur’ana göre.

……..Tabii esasında kişi mahrum olduğunun yetimidir, onun için sadece yetim olmayı anası olmamak, babası olmamak şeklinde değil. Esasında şu Allah’tan mahrum olanlar da Allah yetimidir, Allah etmesin. Ahlaktan mahrum olur ahlak yetimi olur, vijdan dan mahrum olur vijdan yetimi olur. İnsaftan mahrum olur insaf yetimi olur. Adaletten mahrum olur, adalet yetimi olur. Onun için bazı yetimlikler vardır ki iftihar edilebilecek bir şey, bazı yetimlikler vardır ki hiç te iftihar edilecek bir şey değildir. Belki yerilecek, üzünülecek bir şeydir.

……..Bu anlamda velisi olmayanın velisi Allah’tır hakikati işler. Yani Rabbimi onu velisiz yaratmadı, çünkü hiç kimse ağaç kovuğundan yaratılmadı. Eğer o büyümeden, o kendi kendine yeterli hale gelmeden almışsa velisini, o zaman Rabbimi ona veli olmuş demektir. Onun için anasız babasız yetimlerin olduğu bir dünyada çocuksuz anneler ve babalar da var. O zaman onlar, onlara veli olmalı. Onlarla onlar buluşturulmalıdır.

……..Esasında Rabbimizin arzusu da budur, isteği de budur, rızası da buradadır. Ama maalesef böyle bir dünyayı kuramadık. O zaman biz yetimlerin velisi olan İslam ümmeti, velisi olduğu yetimlerine henüz layığı gibi bakabilmiş, ana babalık yapabilmiş değil manasına gelir bu.

……..Kur’anî çerçeve; Kur’an da Fiil olarak 20 kez geliyor, isim olarak 3 kez geliyor. 20 fiilin tamamı da nimet bağışlama anlamında kullanılıyor ve Allah’a isnat ediliyor daha önce söylemiştim. Vehhâb sadece esma-i Hüsna’dan değil ef’al-i Hüsna’dan da olmuş oluyor. Çünkü fiil olarak Ve vehebna, vehebna, ve heptu. Bu gibi fiiller geldiğinde hep Allah’a isnatla geliyor ve ef’al-i Hüsna dan bir fiil olarak ta Kur’an da gözüküyor.

……..Vehhâb, Sâd/9 da Azîz ismi ile birlikte geliyor. Bu şu manaya gelse gerek, sultanlar, imparatorlar, krallar, emirler, zenginler, ağalar, beyler, paşalar..! Hülasa verme konumunda olan herkes vermeye muhtaç olduğu için verirler. Vermeye niye muhtaçlar? Çünkü konumları gereği vermek zorundadırlar, vermezlerse hatır kaybına uğrarlar. Allah ise vermeye muhtaç değildir. Çünkü vermezse hatır kaybına uğramaz. Niye? Allah’ın hatırı, yani izzeti şerefi kazanılmış bir izzet değildir, çünkü O el Azîz’dir. O zaman Allah hatır kazanayım diye vermez. El Az’iz ola ola vermektir işte hibe etmek, asıl hibe Allah’ın hibesidir. Yani hiçbir şey vermeseniz hiç hatır kaybetmeyeceğini bile bile vermektir. Onun içib Azîz ve Vehhâb isimleri bir arada gelir.

……..İkincisi vermek bir yerde ezmektir, karşılıksız vermek daha da ezmektir. Biri verdiğinizin bir karşılığı olduğunu bilirse ezilmez, onun için ücretli aldığınız bir şeyler karşısında ezilmiyorsunuz bakınız, hizmet veriyorsunuz ücret alıyorsunuz. Ama hizmet vermeden bir şey verse onun karşısında kendinizi biraz ezik hissedersiniz. Daha çok vermek daha çok ezmek anlamına gelecektir bu durumda. Fakat Allah hem karşılıksız verir, hem de verdiğini asla ezmez.

……..Tabii burada şöyle bir sual var, dediniz ki diyeceksiniz Allah’ın Mustafa kulu vermek Vehhâb, karşılıksız çok veren. İyi de Allah bizden kulluk istiyor. İstediği kulluk karşılık değil mi, namaz istiyor, oruç istiyor, dürüstlük istiyor, hakkaniyet istiyor, adalet istiyor, istiyor, istiyor, istiyor, iman istiyor, teslimiyet istiyor, yani kulluk istiyor, Kulluk karşılık değil mi?

……..Cevap; Hayır. Kulluk Allah’a verdiğimiz bir karşılık değildir. Kulluk ta Allah’ın hibesidir. Kölelik olsaydı tamamdı, eğer Allah bizden kulluk istemese de kölelik isteseydi karşılık olurdu. Ama kulluk isteyince karşılık istemiş olmuyor, çünkü kul; iradesi ile kuldur, köle iradesizliği ile köledir. Ne kadar az irade o kadar iyi köle. Ne kadar çok irade o kadar iyi kul. Bu durumda kulluk onun insan yeni ve yeniden bir ikramı olmuş oluyor. Niye? Kulluktan insanın çıkarı var, Allah’ın hiçbir çıkarı yok. Allah’a kul olmak insanı kula ve eşyaya kul olmaktan kurtarıyor bir daha borçlu olmuş oluyorsun. Ver bakalım ya Rabbi ben sana kulum. Değil, ver bakalım kulum, sana, yalnız bana kul olmayı emrettim, bunun karşılığını ver bakalım. Ne karşılığı ya Rabbi kul olduk ya. Hayır. Bana kul olmakla kula kul olmaktan kurtardım seni. Bana kul olmakla eşyaya kul olmaktan kurtardım, seni mala kul olmaktan, paraya kul olmaktan, mevkie kul olmaktan kurtardım, yani kölelikten kurtardım seni. Dolayısıyla o da bir hibe, o da bir verme.

……..Mekke toplumuna Vehhâb ismi ile hitab ediyor rabbimiz, onları şöyle uyarıyor bakınız; Em ‘ındehüm hazainu rahmeti Rabbikel Aziyzil Vehhâb. (Sâd/9) yoksa rabbinin  rahmet hazineleri onların katında mı, Vehhâb ve Azîz olan rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı?

……..Em lehüm mülküs Semavati vel Ardı ve ma beynehüma* felyerteku fiyl esbab. (Sâd/10) yoksa göklerin ve yerin mülkü onların elinde mi, o ikisinin arasındakiler onların elinde mi? Yani onlar mı tüm sebepleri ellerinde bulundurup ta istediklerine dağıtıyorlar. O’nun Vehhâb olduğunu müşrik Mekke toplumu da bilmezse kim bilir. Demek ki Vehhâb olduğuna, hibe ettiğine iman etmiyorlar. Mekke toplumu oysa ki bu hakikati en çok bilen bir toplum olması lazım. Niye? Mekke bölgede tabii ve doğal açıdan en fakir yer. Ormanı yok, ırmağı yok, suyu yok, gölü yok, denizi yok, yok, hiçbir şeyi yok, toprağı yok. Toprağı yok deyince aslında bitti, böyle bir yer nasıl bölgenin en zengin yeri olur?

……..Böyle bir yeri bölgenin en zengin yeri yapacak olan sadece Allah’tır. Kâbe’yi koyarsınız içine o zaman, yoksa Taif var, adam eksen adam biter, çok değil iki saat yani arabayla tabii, yaya da gitse 1.5 günlük yol. Orası yayla orada her şey biter. Yemen plato, 2.000 rakım. Oraya yağış düşmez ama Yemen’e kar yağar, Zem zem Yemen den gelir, bölgenin suyu Yemen den gelir. Ama ne Yemen ne Taif, ner Şam, ne şura ne bura, bölgenin en zengini, baharat yolunun en zengin yeri Mekke.

……..Li iylâfi Kureyşin, İylâfihim rıhleteş şitâi vas sayf, Felya’budû Rabbe hâzelBeyt. (Kureyş/1-2-3) Hiçbir şeyin hatırı yoksa bari şu yaz ve kış seferlerinin hatırını gözetsinler. O halde şu beytin rabbine kulluk etsinler, bu beytin ekmeğini yiyorsunuz, Kâbe’nin ekmeğini yiyorsunuz. Bilmezler mi? Bilmiyorlar işte, Vehhâb’ı bilmiyorlar, Vehhâb’a şükretmiyorlar.

……..Vehhâb olan Allah’ın tecellileri. Vehhâb isminin Ef’al-i Hüsna daki karşılığı fiil olarak aynı kökten karşılığı bulunan isimler, fiil olarak aynı kökten karşılığı bulunmayan isimler diye esma-i Hüsna’yı ikiye ayırabiliriz. Zaten yeri geldikçe bunu burada yapmaya çalışıyoruz. Esma-i Hüsna da ki her ismin fiili karşılığı yok, bazen de fiil olarak Ef’al-i Hüsna dan var, onun  esma karşılığı yok. Çok ilginç, bunlar mühim. Bu bir yöntem, bu bir metot, fakirin tefsir metodu bu. Edebi tefsir metodu da derler buna, Kur’an ın nazmı da derler, Yani Kur’an ın icazı, mucizeliği Kur’an ın manasında, söz dizimin de, nazmındadır. Bu manada Kur’an ın nazmı tesadüfi değildir, Kur’an ın kelimelerinde bir mucizevilik vardır, bunu Kur’an ın kelimeleriyle ilgilenenler bilir. Onun için zaten Kur’an ın Allah’tan olduğuna inandığınız zaman böyle bir mucizevilik beklemek te hakkınızdır. Onun için Kur’an da bir şeyin isim olarak, bir şeyin fiil olarak, bir şeyin yalnız isim olarak, bir şeyin yalnız fiil olarak, bir şeyin hem fiil hem isim olarak, bir şeyin hiç isim olmadan sadece fiil olarak gelmiş olması bir anlam taşır, önemli bir anlam taşır çok ilginçtir.

……..Onun için İrade fiili Kur’an da 140 yerde gelir, bir tane isim olarak gelmez. Tesadüf müdür? Böyle tesadüf olabilir mi? Demek ki irade fiildir diyorsunuz. Evet İrade isim değildir, bu ne demektir? Şudur iradesini kullanmayan adamda irade yoktur demektir. Kullananın vardır kullanmayanın yoktur. Akıl da öyle, bir sürü yerde fiil olarak gelir ama hiç isim olarak gelmez. Aynı şeyi onun içinde söylüyoruz. Akıl akledenindir akletmeyenin aklı yoktur. Bakınız sonuçlara ulaşıyoruz, ama müthiş sonuçlar bunlar. Bu Kur’an ın nazmıdır bu çok mühimdir aynı zamanda.

……..İşte bu çerçeve de baktığımızda bu mübarek isim Vehhâb ismi şerifi fiili karşılığı olan bir isimdir aynı zamanda Kur’an da. Bu kökten gelen fiil sayısı 22, 2 si Allah’a isnatla kullanılmıyor, 20 si Allah’a isnatla kullanılıyor. Ama biz 22 sini birden sıraya dizdiğimizde çok ilginç bir şey çıktı. İlk defa yaptım, ilk defa gördüm bunu yani bu ders için. Daha önce hiçbir çalışmamda yapmadım bir başkasında zaten görmedim. 22 yerde kullanılan Ve he be fiilinin türevlerinin tamamını alt alta dizdim, hepsinin de ortak noktası “aile” çıktı başka bir şey değil.

……..Allah Allah..! çok ilginç geldi bana çok şaşırdım, memnun da oldum. Demek ki dedim rabbimiz aile ile ilgili problemlerin çözümünde kespi olanın yanında Vehbi olanı da gösteriyor Yani ilahi hibe kısmına dikkatimizi çekiyor. Aile meselesi çok önemli onun için bu noktada Hz. İbrahim ailesi, Meryem ailesi, Zekeriyya ailesi, Davud ailesi, Süleyman ailesi, Yunus ailesi, Hz. Nebi ve ailesi ve herhangi bir aile mü’min aile, bunlar hakkında geliyor, çok ilginç hepsi aile için.

……..Demek ki kespi olanı yapacaksınız elinizden geleni, ama aile konusunda elimizden gelmeyen bir kısmı vardır onu mutlaka Allah’tan talep edeceksiniz. Bu da aslında Kur’an ın gösterdiği bir şey değil, eğer işin Vehbi kısmı olmasaydı Hz. Nûh’un oğlu Ken’an ı nasıl izah edecektik. Baba peygamber oğul kâfir, baba put perest oğul peygamber. Hz. İbrahim ve Azer. İşte koca peygamber eşi kâfir. İşte eşi peygamber Asiye’ye haydi Eş’ari gibi diyelim ve kocası firavun. İşte yeğen peygamber amca kâfir. Bunları boşuna göstermiyor yani aile meselesinde rabbimizin mutlaka orada bir kudret eli var, bir hikmeti var, bir sebebi var, bir illeti var ama biz biliriz, ama bilemeyiz. Bu böyle bir sonuç ortaya çıktı bunu da paylaşayım istedim.

……..Zekeriyya; Rabbi heb liy min ledünKE zürriyyeten tayyibeten inneKE Semiy’ud du’â’. (A. İmran/38) diyor. Rabbim bana tertemiz bir evlat ver, sen duaları işitensin. Ve rabbimiz veriyor tabii. Hani hep söyleriz ya; Allah’tan hep dua ediyor, duası tutuyor ..Rabbi enna yekûnu liy ğulamun.. (A.İmran/40) Rabbim benim nasıl oğlum olur diyor ondan sonra ve kad beleğaniyel kiberu vemraetiy akır benim yaşım 70 işim bitmiş, eşim de kısır. Yani olmaz bu iş. E biraz önce sen istedin, şimdi sen itiraz ediyorsun, isterken niye istedin o zaman bilmiyor muydun? İsterken aşk modunda, sorarken akıl modunda sordu. Demek ki akılla aşkın modları farklı, kod var arada. Onun için Allah’tan aşk modunda istiyor akıl moduna inince de soruyor.

……..Aslında ikisi de garip değil diyor rabbimiz, aşk modunda isteyin akıl modunda da söyleyin. Ne soruyorsun Zekeriyya demiyor, ayıp olmuyor mu demiyor, bir de cevap veriyor. Demek ki rabbimiz kusurumuza bakmıyor yani bu noktada. Aklı veren kendisi, akıldan doğan soruların kusuruna bakmayan da yine O.

……..Sual; Bu kökten ilâhi fiillerin aile bağlamında gelmesini nasıl değerlendirilmeli?

……..Cevap; İman ve küfür genetik değildir, eğer öyle olaydı mü’min den mü’mine mü’min, Kâfirden kâfir doğardı. Aklın, iradenin, peygamberlerin, vahiylerin bir hükmü kalmaz hepsi de boşa çıkardı. O zaman iman ve küfür, iyi ile kötü, Hakk ve batıl, haram ve helal sınırı kalmazdı. O zaman ödül ve ceza, cennet ve cehennem ve hesap gününün bir anlamı kalmazdı. İman ve küfür genetik değildir, Kenan, Azer, Lût’un eşi, nebî nin amcası, Asiye nin kocası bunun örneği.

……..Sual; Peki, bunun ilahi hibe ile alakası ne?

……..Cevap; Allah’a hep, hibe et diye yalvardılar. Varlıkları baştan ayağa dua kesildi. Hz. İbrahim, Hz. Hanne, Hz. Meryem, Hz. Zekeriyya, Hz. Davud işte bunların hepsi aşk makamında istediler. İbrahim ve Hanne de görüldüğü gibi ilahi hibeye nail oldular, alıp gitmediler alıp kurban ettiler, alıp nezrettiler. Bu örnekler üzerinden Kur’an ideal ailenin oluşumunda gayret ile birlikte inayete dikkat çekiyor. Yani mü’min insana diyor ki Allah yokmuş gibi konuşma, evlat hususunda özellikle Allah yokmuş gibi konuşma. Evet, bu noktası olsun işin.

……..Hz. Süleyman’ın Vehhâb olan Allah’a duası; Ve lekad fetenna Süleymane ve elkayna alâ kürsiyyihi ceseden sümme enab. (Sâd/34) Biz süleyman’ı sınadık, imtihan ettik, fetenna yani fitneye düşürdük. Fitne; imtihan burada. Onun kürsisine yani tahtına bir ceset bıraktık.

……..Kale Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ yembeğıy liehadin min ba’diy* inneKE ENTEl Vehhâb. (Sâd/35) (sonra Allah’a döndü yöneldi, tevbe etti yani) Demek ki bir hata etmiş, sonra Allah’a yöneldi ve dedi ki Rabbığfir liy, rabbim beni affet, beni bağışla ve heb liy mülken lâ yembeğıy liehadin min ba’diy ve bana öyle bir mülk ver ki benden sonra kimse öylesi bir mülke nail olmasın inneKE ENTEl Vehhâb hiç şüphe yok ki sen her şeyi çokça verensin, Vehhâb olan Allah’sın.

……..Onun tahtının üstüne bir ceset bıraktık, eski müfessirler bunu nasıl yorumlamış? Aman neler söylemişler..! sihirli yüzüğünü bir cin çalmış ondan sonra cin onun tahtına oturmuş, Süleyman’lık yapmış, ondan sonra işte bir şeyler bir şeyler..! olmuş. En sonunda anlaşılmış. Süleyman deniz kenarına gitmiş bir balıkçıya çırak olmuş, balıkçının çırağı olarak bir balık yerken balığın karnından yüzüğünü bulmuş v.s. v.s. Hepsi İsrailiyattan tabii. Bunun tahtına ceset bırakmakla ne alakası var diyorsunuz. Yani, bana ceset bırakılmasının cevabını verecektin, başladın İsrailiyat anlatmaya.

……..Ebu Hüreyre’den ResulAllah’ın ağzına konulmuş bir rivayet var. Üstelik Buhari ve Müslim de nakledilmiş. Hz. Süleyman 70 hanımıyla bir gecede beraber olacağına yemin ediyor, bu beraberlikten bir çocuk doğacak o da mücahit olacak diyor. Ama İnşaAllah demiyor, İşte çocuk doğuyor fakat çocuk yarım bir ceset halinde doğuyor, onu da eşi getirip tahtına bırakıyor. Tövbe, tövbe, tövbe..! Yani o da apayrı bir mesele tabii.

……..Eğer rivayetin otoritesini, hakikatin otoritesinin üstüne koyacaksanız mesele yok. Ama hakikatin otoritesini koyacaksanız efendimiz böyle bir şey demez. Yani Kur’an ın demediğini demediği gibi Kur’an ın dediğine uymayan şey söylemez efendimiz. Efendimiz dini Kur’an dan öğrendi unutmayalım. Sen bundan önce kitap nedir iman nedir bilmezdin. Bitti..! mâ künte tedriy melKitâbu ve lel iymân. (Şûrâ/52) efendimiz dini de imanı da Kur’an dan öğrendi, efendimizin Kur’an dışında bir kaynağı yok, yok ki ona böyle bir şeyler dedirtelim. Bu çok önemli, bunu o bilmez mi, kendisi bilmez mi.

…….. Evet, bu noktada onu da geçiyoruz. Hz. Süleyman karısının kardeşini bir davada kayırma sözü vermiş. Hz. Süleyman bir peygamber olarak karısının kardeşini bir davada haksız yere kayıracak..! Bu da Hz. Süleyman’a hakaret.

 ……..Dördüncüsü savaş esiri olan çok güzel bir hanımı almış, azad etmiş. Onunla nikâhlanmış, o hanım çok rica etmiş, onun tanrısını heykel olarak yaptırmış, hanım da gizli gizli tanrısına taparmış. Bunu Hz. Süleyman görünce çöle gitmiş ağlaya ağlaya dua etmiş, çölün topraklarını yüzüne sürmüş falan falan falan..! Onu da geçiyoruz. Yani tahtına ceset bırakmakla ne alakası var diyoruz.

…….. Beşincisi mabed yapımında başrol oynayan ustalar, mason usta demektir, yani masonlar ona karşı baş kaldırmış ve iktidarını kaybetmiş..! Yani bütün bunlar görüyorsunuz bize aslında cevabımızı vermiyor. Bir şahsı kastedilmiş olabilir. Otorite ilahi kılavuzluktan yoksun kalırsa ruhsuz bir ceset olur manasına gelir. Yani hani bana öyle bir mülk ver ki, iktidar ver ki benden sonra hiç kimseye nasip olmasın diyor ya. Ey Süleyman sen araçla amacı değiştirdin mi burada. Bu nasıl dua dercesine. Yani eğer güç ahlakını unutursan güç senin için belâ olur, ceset olursun manasını alabiliriz.

…….. İkincisi Bu cesedin onun tahtına varis olan oğlu olduğu söylenebilir. Ki oğlu Ruhbam, kendisinin vefatından sonra M.Ö. 931 yılında vefat etti, vefatından hemen sonra kurduğu devlet param parça oldu. Kurduğu devleti küçümsememek lazım yer yüzünün en büyük devletlerinden biriydi. Yani hakim olduğu bölge belki ama Akdeniz’i bir göl haline getirmişti. Çünkü Fenikelileri kendi içine katmıştı. Fenikelilerin ta İspanya da kolonisi vardı, ta Kartaca da, Tunus’ta kolonisi vardı, ta Fas’ta kolonisi vardı, ta İtalya da kolonisi vardı. Yani Akdenizin her tarafında, adalarda kolonileri vardı Fenikelilerin. Hz. Süleyman Fenikelileri de içine kattığı için Akdeniz bir göl haline gelmişti. Yemen’den İspanyaya kadar Hz. Süleyman’ın hükümranlık alanına giriyordu. Böyle bir devlet param parça oldu kendisinden sonra. Bu da ceset.

 ……..Aslında sözün özü burada değil, sözün özü şu; Dua eden isterse bir peygamber olsun. O peygamber isterse Sultan Süleyman gibi yeryüzünün cihangiri olsun. O cihangir isterse karaya ve denize, rüzgâra ve suya, yeryüzünün ifrit gibi uzmanlarına hükmeden bir padişah olsun. Bütün bunlara sahip olan yeryüzü hükümdarı tüm tevazu içinde rabbine yönelip tüm içtenliğiyle yalvarsın, yalvardığı Allah’ta el Vehhâb karşılıksız veren eşsiz ve benzersiz bağış sahibi olsun yine de Allah ilahi kanununu bozmaz, kimseye ölümsüz bir mülk vermez. Ve amin.

…….. Amin, Rabbenâ lâ tuzığ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünKE rahmeten, inneKE entel Vehhâb. (A. İmran/8)

……..Rabbena inneKE camiun Nasi liyevmin lâ raybe fiyh* innAllâhe lâ yuhliful miy’ad. (A. İmran/9)

……..Rabbimiz bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma ve bize katından bir rahmet bağışla. Çünkü yalnızca sen karşılıksız veren bir Vehhâb’sın.

……..Rabbimiz geleceğinden şüphe duyulmayan o günde sen insanlığı bir araya toplayacaksın, çünkü Allah vaadinden asla dönmez. Bizi vaad ettiğin sonsuz nimete kavuştur. Amin, amin, amin..! 52.39

……..Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn.

…….. Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)


ESMA DERSLERİ – 24 – EL VEHHÂB (A)

$
0
0

         Bismillahirrahmanirrahim

         Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

         De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

         “Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

         Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

          “Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

         Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

         **************************************************************************

         EL’ VEHHAB; Hibe, karşılığı olmayan ivezsiz ve garazsız bir bağıştır. Bu sıfatla bağışı çoğaltan kişiye cömert ve Vehhâb (ziyadesiyle veren ve bağışta bulunan) denir.

         Gerçek Cömertlik, karşılığında hiç bir şey beklemeden vermek ve bağışlamak ancak Allah’tan beklenir. Bu, ancak Allah’a mahsustur. Çünkü O, her muhtaca verdiği zaman karşılık beklemeden vermiş ve halen de vermektedir. Hem de peşin verir, vereceğini sonraya bırakmaz.

         Bir kimse, bir bağışta bulunduğunda, karşılığını hemen beklerse ve yahut zamanla insanlar tarafından övülmesini veya en azından kınanmaktan kurtulmasını isterse o insan bağışta bulunmuş bir insan değildir. Cömert olmak şerefini bile ihraz etmiş sayılmaz. Çünkü her verilen şeyin karşılığı mutlaka para veya mülk olamaz. Bazen de bunların cinsinden olmayan, elle tutulmayan manevî değerler de olabilir verdiği şeyin karşılığı.

         Her kim şeref kazanmak veya övülmek için bir bağışta bulunursa o sadece bu bağışı meydana getiren bir işçi olabilir. Çünkü gerçek bağışlayıcı o kimsedir ki, herkes ondan karşılıksız faydalar görür, yani herkese ivezsiz ve garazsız faydası dokunur.

         Hatta bazen öyleleri de olabilir ki, sırf hayrı (bak ne cimri adamdır, hiç hayır yapmıyor) demesinler için sırf korkusundan yapar, işte böyle bağışlarda bulunanlara da bağışta bulunan insan denemez. Çünkü bu da bağışını ötekiler gibi karşılık için yapmıştır.

         Kul’dan, hiç bir zaman gerçek mânâda cömertlik ve bağışlayıcılık beklenemez. Çünkü o, yapılacak bir işin, yapılmaması evlâ olunca o işi yapmaya katiyen yanaşmaz. Fakat bütün varlığını hatta en aziz varlığı olan ruhunu Allah yolunda, Cennetine tama etmeden veya azabından kurtulmak gibi bir gaye beklemeden feda ederse o kişi şüphe yok ki gerçekten Vehhâb (Bağışta bulunan) ve Cevad (son derece cömert olan) ismine lâyık olmuş olur.

         Böyle olmayıp da sırf Allah’ın cennetine kavuşmak veya azabından kurtulmak gayesiyle yaparsa veyahut insanlar tarafından övülmek, beğenilmek dolayısıyla nam ve şöhret kazanmak için bir bağışta bulunmuşsa, o kişi her ne kadar zahiren karşılıksız bir bağışta bulunmuş hissini vererek, insanlar tarafından Cevad (son derece cömert) kabul edilirse de aslında böyle değildir. Çünkü insanlar karşılığın yalnız madde olduğunu sanırlar oysa maddî olmayan, manevî olan karşılıklar da vardır.

         – Pekâlâ, sadece Allah rızası için bir manevi nasip bekleyerek bütün varını bağış olarak veren kişi nasıl Cevad (fazla cömert) olma vasfına mazhar olamaz diye bir sual varid olursa deriz ki:

         Bu tip kimselerin hazzı yalnız Allah’tır, rızasıdır, ona kavuşmaktır. İnsanoğlunun ihtiyarî olan fiilleri ile kazanabileceği en büyük mutluluktur bu! O öyle bir haz ve saadettir ki bütün mutluluklar onun yanında hiç kalır.

         Şu halde Arif-i Billâh o kişidir ki, Allah’a yalnız Allah için ibadet eder. Yoksa karşılığında herhangi bir saadet beklemek için değil sözünün manası nedir? Ayrıca Allah’a karşılıksız ibadet edenle, ondan bir şeyler bekleyen kişinin ibadeti arasında ne gibi farklar vardır dersen, cevabım şu olur:

         – Haz, insanlarca yapılan herhangi bir işin karşılığı demektir. Kul, ibadeti esnasında bu gibi niyet ve arzudan tamamen tecerrüt ettiğinde, Allah’tan başka gayesi ve maksadı kalmamış demektir. Ona, insanların haz kabul ettiği şeylerden tamamen tecerrüt etmiş derler.

         Meselâ bir köle, efendisine, efendisi olduğu için değil de, ondan bir ikram beklemek için hizmet eder. Efendi de kölesini, kölesi olduğu için değil de ondan hizmet ve hürmet beklemek için korur. Bir baba böyle mi ya? Bir baba, çocuğunu, çocuğu olduğu için korur, ondan menfaat beklemek için değil. Hatta oğlu ona gereken hürmeti göstermese bile yine onu düşünür, onun iyiliğine çalışır. (Adam sende!..) diyemez!

         Bir kimse, bir şeyi (o şeyin kendisi için değil de) başka şeye ulaşmak için talep ederse, sanki onu talep etmemiş demektir. Çünkü istemesinde o gaye değil, başka şeydir. Altın isteyen kimse gibi. Altın isteyen kişi, onu bizatihi istemez, bilakis onunla yiyecek ve giyecek almak için ister. Hatta yiyecek ve giyecek de bizatihi murat değildir; lezzet elde edip, elem ve kederi gidermek için arzulanmışlardır.

         Lezzet (zevk)  bizatihi murat edilmiştir. Ardında başka gaye yoktur! İnsanoğluna arız olacak elem ve kederin önlenmesi >de öyle. İşte altın, yiyecek elde etmek için bir vasıtadır. Yemek de şehvet ve lezzet elde etmek için bir köprü! Lezzet ise gayedir, vasıta değil.

         İşte çocuk da bir baba için vasıta değildir. Babanın onu arzulaması (sevmesi) onun selâmeti içindir. Çünkü çocuğun kendi, bizatihi pederin hazzıdır.

         Allah’a Cennet için ibadet eden de böyledir: Allah onu (Cenneti) kendisinin aranması ve istenmesi için bir vasıta kılmıştır; gaye değil. Vasıtayı şöyle anlayabiliriz: Şayet gayeye onsuz (vasıtasız) ulaşılacak olursa o aranmaz.

         Dünyevî istekler eğer altınsız elde edilse hiç şüphe yok ki, altın aranmaz. Kimse ona iltifat etmez. Şu halde gerçekte mahbûb olan ulaşılmak istenen gayedir, altın değil.

         Eğer Allah’a ibadet edilmeden cennet elde edilseydi, kimse Allah’a ibadet etmezdi. Şu halde Abid’in (İbadet eden kişinin) mahbûbu ve matlûbu cennetti, başkası değil. Lâkin Allah’tan gayri mahbûbu olmayan, bütün hazzı ve gayesi Allah’a kavuşmak olan kişi böyle değildir. Onun bütün gayesi ve arzusu Allah’a kavuşmak, Mele-i Ala da mukarreblerde beraber olmaktır. İşte bu niteliği taşıyan kişiye «O, sadece Allaha ibadet ediyor, yani Allah’a Allah için ibadet ediyor; başka bir gaye güderek değil..» derler. Bu demek değildir ki, onun hiç bir hazzı yoktur. Onun hazzı vardır ve o hazzı yalnız Allah’tır, O’ndan başkası değil.

         Allah’a kavuşmak, onu müşahede etmek, onu bilmek sevinç ve neşesine inanmayan, ona müştak olamaz.. Ona müştak olmayan hakkında, Allah’ın onun gayesi olduğu düşünülemez. Bu sebepledir ki, o kişi yaptığı ibadet babında, sadece maddiyatı düşünen kötü bir işçi gibi olur.

         Ne yazık ki insanların çoğu, bu zevki tatmamışlardır, bu zevki tanımamışlardır, Allah’ın cemaline bakmanın lezzetini anlayamamışlardır. Bu tip kimselerin, îmanı yalnız dilledir. İçlerine işlememiştir.. Çünkü içlerinden biran evvel Cennette Müminlerin emrine verilecek hurilere kavuşmak isterler.

         Bütün bu anlattıklarımızdan şu neticeyi elde ediyoruz: Hazlardan hali olmak muhaldir. Allah’a kavuşmak nazların en büyüğüdür. Eğer insanların kabul ettiği, yapılan herhangi bir işin karşılığı olan maddi veya. manevî menfaati bir haz olarak kabul ederseniz ben buna (Haz) demem.

         Kul hakkında elde edilmesi, ondan mahrum olmasından daha iyi ise tabii ki bu onlarca haz kabul edilebilir. (İ. GAZALİ-Esma-iş Hüsna şerhi/90-94)

         *******************************************************************

         EL VEHHÂB

         El Vehhâb, el Vâhib ismi failinin mübalağa kipidir Bunun anlamı herhangi bir bedel olmaksızın “veren” demektir. O, verdiğinin karşılığında, teşekkür veya karşılık beklemez.

         Hak, iyiye ve kötüye herhangi bir beklentisi olmaksızın, karşılıksız verendir. Hakkın keremi, kendisine isyan edilmesiyle eksilmez; günah nedeniyle ikramı kesintiye uğramaz.

         Binaenaleyh bu isimin eserleriyle tahakkuk eden kimse, Haktan başkasına ümit bağlamaz; bunun hükümleriyle bezenen kimse, sıkıntılarda sadece Hakka dua eder; tevekkül eden sadece Hakka tevekkül eder; muhtaç, ihtiyaçlarını sadece Hakka arz eder.

         Bilinmelidir ki:

         İkramlar, iki türlüdür: Birincisi, nimetlendirme tarzındaki ikramlardır. Bu nimetlendirmenin karşılığında nimeti veren zikredilmek veya şükür vb. gibi herhangi bir karşılık beklemez. Bu anlamda veren, el-Vâhib’tir.

         İkinci tür ise, kendisine şükür ve karşılık talebinin de bitiştiği ikrâmdır. Bu, talep edilen şeyin gerçekleşip gerçekleşmeyişine göre, artabilen ve eksilebilen ticaret ikrâmıdır.

         Bu mertebeden yardım isteyen kimse, kendisine karşılık olarak değil sadece nimetlendirme niyetiyle fayda verecek kimse uğruna malî hibeleriyle ve bedenî hareketleriyle bütün arazlarından soyutlanır. Bununla birlikte Hak, ona ikrâmda bulunursa, ecrini zayi etmez. Bu ikrâm, kula değil, Allah’a aittir.

         Aynı şey, ibâdet yapan için söz konusudur. Şayet bu insanın gayesi ve niyeti, ibâdetinin zuhuruyla ruhânî bir sûret meydana getirmek ise, bu mertebenin ehline katılmalıdır; söz konusu ruhânî sûret, Allah’ı tespih eder ve melekût fezâsını Allah’ı tespih edenlerin artmasıyla süsler.

         Şâyet insan, başka bir niyet taşımış olsa, bu mertebeden bir payı olamaz. Bu bağlamda, tahkik sâhibi, fiil ve amellerine kâmil-ruhânî sûretler verir, nitekim Hak da tahkik sâhibine sûret verir. (Sadreddin Konevi-Esma-i Hüsne şerhi/71-72)

         ***************************************************

         EL VEHHÂB (İbn. Arabi)

         Taalluk; Herhangi bir gerekçe, şart, kayıt ve aracı olmaksızın bir işi gerçekleştirmek amacıyla bu isme ihtiyaç duyarsın.

         Tahakkuk; Vehhab; maddi ve manevi hiçbir ihtiyaç duymaksızın, bir gerekçe kabul etmeksizin ve şart koşulmaksızın veren demektir. Bu nitelik hem yaratan hem de yaratılan hakkında söz konusudur.

         Tahalluk; Vehhab isminin makamı kul bağlamında düşünüldüğünde, o Vehhab olarak adlandırıldığı zaman Allah’ın rahmetine mazhar olur. Böylece Allah onu yardım vasıtası yapar. Cömertlerin cömerdi olan Azze ve Celle dilediklerine dilediği ihsan ve nimetini bu isimle ahlaklanan kişinin eliyle verir.

         ………………………………………………

         El Vehhab ilâhi ismi (VEHB, VERME MERTEMESİ)

         Bütün vergiler O’ndan bir ihsan,

         Gerçi yaratılmış bunu bilmez lakin

 

         Allah’tan öğrenen kişiye kapalı değil bu bilgi

         İlahi müşahede sahiplerine.

 

         Öyle değilse cehalet onun yaratılış özelliği,

         Müşahede edilen varlık böyle gelmiş. 

         Bu mertebenin sahibi Abdulvehhab diye isimlendirilir. Vehb nimetlendirmek amacıyla ihsan etmek ve vermek demektir. Verenin aklına teşekkür veya başka bir karşılık gelmez. Teşekkür talebinin bitiştiği verme vehb değil, karşılığında kazanç veya zararın arandığı ticaret sayılır.

         İlahi vergiler (vehb) türlere ayrılır. Bunlar –Allah izin- verirse bu bölümde sayılacaktır. Bu mertebeden kul bedeni ve mali bütün vergilerinde ki beşeri arzularından soyutlanır. “Bedeni” derken bedeninin yolculuk veya herhangi bir bedensel hareket türünde kullanılmış olduğu vergileri kastetmiyoruz. O vergi Allah’ın kullarından birisi için olabileceği gibi hayvan içinde olabilir. Vehbî vergide kişi ücret talep etmediği gibi şükür de talep etmez. Bu vermenin tek nedeni kendisinden dolayı hareket ettiği kişiye menfaat sağlamak veya ondan zararı uzaklaştırmak üzere nimet vermektir. Bu vermeye karşı kişiye ecir vermek ise Allah’a kalmış bir iştir, kendisine değil. İnsan sadece bu niteliğe sahip olman için verir. Ve bu ilahi isim onun üzerinde hüküm sahibi olsun ister.

         Yaratılmışların menfaatinin ve hazzının bulunmadığı ibadetleri yapmaya gelirsek, böyle ibadetlere namaz, oruç, hac vb. hatta bütün meşru ibadetler girer ve bunlarda ki davranışta söz konusu mertebeden ortaya çıkar. Kişi bu ibadetle yaratılmışın payının bulunmadığı bir fiili meydana getirebilir ve hareket veya el çekerek onu ortaya çıkarabilir.

         İkinci durum ise ibadetin –yapma ve fiil değil- terklerle ilgili olması durumunda geçerlidir. Böylece insan ibadetini yaratılışı bakımından son derece güzel ve tam bir surette izhar eder. Ardından o suret Allah’ın karşısında huzur sahibi olmaktan kaynaklanan bir ruh elde eder. Söz konusu ruh ibadette belirlenmiş salih niyete bağlıdır. Kişinin ibadetini farz veya nafile ibadet olarak yapması birdir. Kulun meydana getirdiği ve ibadet diye isimlendirilen bu suret, Allah’ı tesbih eder. O’nun emrinin gereğince kendisini zikreder. Kul dince belirlenmiş meşru amelin suretini izhar ederek amele verdiği nimeti artırır Amelin sureti de kendisine ve tesbih mertebesine verilen nimetin karşılığı olarak O’nun hamdini tesbih ederken kul ibadetlerinde O’nun hamdini tesbih eden ve daha önce varlıkları olmayan diller yaratır.

         Bir kadın şeyhimiz Abdulrezzak meclisine gelerek şöyle demiş; “Efendim Dün gece rüyamda arkadaşlarımdan birini gördüm Kıldığı namaz bir suret olarak meydana gelmişti, suret yükseliyordu Ben de arşa çıkıncaya kadar ona bakıyordum. Namazın sureti arşı tavaf ederden biri oldu.” Şeyh hayretle “Ruh ile birlikte namaz” demiş, sonra şöyle eklemiş. “Böyle bir namaz benim arkadaşlarım arasından sadece Abdülrezzak’a ait olabilir.” Bunu içinden söylemişti. Sonra kadına şöyle demiş; “Sen o adamı arkadaşlarının içinde tanıdın mı?” Kadın “evet falancadır” diyerek daha önce şeyhin aklına gelmiş olan Abdulrezzak’ı gösterince “Doğru söyledin.” Demiş. Haberi Allah’tan gelen bir müjde kabul etmiştir. Hikâyeyi bana Abdullah b. El-Ustad el Mebrurî Endülüs şehirlerinden Mebrur da anlatmıştı. Adam güvenilir ve doğru sözlü bir ravi idi. Hz. İsa topraktan bir kuş sureti yaratmış, ona üflemiş, o da Allah’ın izni ile kuş olarak uçmuştu. Suretin varlığı onun ellerinde gerçekleşmiş, sonra ona üflemiş suret Allah’ın izni ile kuş olmuştu. Başka bir ifade ile Allah bunu ona emretmiş ve bu konuda kendisine izin vermişti. Benzer şekilde, Allah mümine şeriatta emirler vermiş, onu yükümlü kıldığı ibadetlerin suretini meydana getirmede ona izin vermiştir.

         Hz. İsa kuşu yaratırken kendisini var olanların arasına katarak surete nimet vermek niyeti taşımış olabilir Aynı zamanda tesbih edenlerin sayısını arttırmakla, tesbih mertebesine de nimet verme niyeti olabilir. Böyle ise o da bu mertebenin ehlinden ve onlara katılanlardandır. Başka bir niyet taşımışsa niyetine göre değerlendirilir. Bu makam sahibiyle başkaları arasında sadece niyet farkı ile amellerin kendisinden suret şeklinde ortaya çıktığını görme farkı vardır. Çünkü kendisinde iş yükümlülerin ibadet suretlerini inşa etmesidir. Suret çirkin veya güzel de olsa bu durum kaçınılmazdır.

         İnsanlar niyet ve maksatlarında ayrılır ve sadece yükümlü vardır. Onların en kıymetlisi ibadetleriyle zikrettiğimizi amaçlayandır. Daha üstün bir nitelik ve ibadetler içerisinde, daha yüksek bir menzile sahip olduğu için ibadetini yerine getiren bir kul ise bu mertebenin mazharı değildir. Çünkü emir/iş ortaklık kabul etmez. Böyle birini ibadetlerin suretlerini inşa makamına yerleştiren niyet, onların sıfatları ve değerleridir.

         Böyle bir kul ecir ve sevap elde etmek üzere öyle bir makama yerleştirilmemiş kimseden ayrılır. Bu mertebenin sahibi sadece ibadetin zuhuruna nimet vermek amacı taşıyarak Allah’ı tesbih edenlerin sayısının artmasını diler. Burada övülmek veya meth edilmek veya karşılık almak niyeti yoktur. Onun yegane niyeti Hakkın alemi var ederken ki maksadıdır. Allah alemi sadece kendisine ibadet etmesi amacıyla yaratmış;

         “Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.“ (Zariyat/56)

         Demiştir. Başka bir ayette;

         Her şey O’nun hamdini tesbih eder.” (İsra/44) Buyurur.

         Bu mertebenin sahibi olan kul da ibadetlerinin suretlerini inşa ederken Hakkın alemde irade ettiği üzere O’na ibadet etmelerini amaçlar. Bu durum kulun kendilerini var etmek ve inşa etmekle suretlere nimet verme niyetini geçersiz kılmaz. Bununla birlikte kulun müşahedesi suretleri kul vasıtasıyla inşa edenin Allah olduğunu kendisine gösterirse –onları var eden kendisi değildir- böyle biri vehb mertebesinden değildir. Böyle bir davranış inşa edilen surete dönük ilahi verginin neticesidir.

         İfade ettiğimiz hususta maksadımız, menzil bakımından daha ulvi ve üstün olanı belirtmek değildir. Gayem makamları birbirinden ayırmak, onları yerine getirenlerde karışıklığın bulunmamasını sağlamaktır. Çünkü hükümler makamlarda iç içe girer. Halleri ve makamları ayırt etmek sadece ilahi bilgide derinleşenlerin bileceği bir iştir.

         Allah inşa ettikleri amel suretlerine karşılık olarak sahiplerine nimet verdiğinde, suretleri inşanın –yükümlü kula değil- Allah’a ait bir iş olup suretlere nimet vermenin kula değil de Allah’a ait bir ihsan olduğunu müşahedenin karşılığı, suretleri inşa esnasında aynı müşahedeye sahip olmayandan büyüktür.

         İki şahıs meşru bir ameli yerine getirirken müşahedelerine göre ayrışmıştır. Bu konu aşina olunmayan bir meseledir ve ona hakkıyla sadece biz dikkat çektik. Konuyu ayrıntılı olarak açıkladık. Allah’ı bilen bir kişi veya eşyayı bilenler, nimet verme yoluyla Allah’ın ihsanından habersiz değillerdir. Bizim zikrettiğimiz şekilde onu düşünmez veya bu vehb mertebesiyle tahakkuk edenlerin dışında amel sahiplerinin aklına söylediğimiz husus gelmez.

         Bu mertebeye yerleşen ve onunla tahakkuk eden insan AbdulVehhab diye isimlendirilir. El Vehhab ismi onu var etmiştir başka bir isim değil. Misal olarak Hz. İsa’nın Hz. Meryem’e verilişi hakkında;

         “Sana temiz bir çocuk vermek üzere.” (Meryem/19) Denilir.

         El Vehhab’ın meydana getirdiği suretler son derece azdır, İlahi isimlerin sayısı kaça çıkarsa çıksın mertebelerini bildiğinde bunu da anlarsın. Bu kadar işaret bu mertebenin bilgisi hakkında yeterlidir.

         “Allah doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.” (Ahzab/4)

         O en doğru yola ulaştırandır. (İbn. Arabi-F. Mekkiyye/c.16/s.265-268)

         ******************************************************************

         EL VEHHÂB

         Bu isim, Kur’an-ı Kerîm’de birkaç yerde geçmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

         Yoksa güçlü ve üstün olan, karşılıksız bağışlayan (Vehhâb olan) Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?” (Sad/9)

         “Rabbimiz, bizi hidayete eriştirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve ya­nından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok (Vehhâb) olan sensin Sen.” (A. İmran/8)

         Süleyman (a.s.)’ın şöyle dua ettiğini haber verirken şöyle buyurur:

         “Rabb’im, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin (Vehhâb olansın).” (Sad/35)

         Mevhib, Mevhibe ve Vehhâb isimleri, bahşetmek, armağan etmek, karşılıksız vermek ve ihsanda bulunmak gibi anlamlara gelen “ve-he-be” kökünden türemektedirler. Aynı kökten türeyen îhâb, hibe edileni kabul etmek; el-istihâb, hibe etmesini istemek demektir.

         Bu isim Allah hakkında, kapsamlı ve geniş bağışa; hiçbir karşılık beklemeksizin ve hiçbir amaç gütmeksizin zorlanmadan daima vermek anlamına gelir. Oysa O’nun dışında bağışta bulunan herkesin dünyevî veya uhrevî, er veya geç bir amacı ve çıkarı vardır. Bu yüzden mutlak hibe, yalnız Allah için geçerli olup, bu sıfatın O’ndan başkası için kullanılması doğru değildir. Zira hibeler, dünyada ve ahirette hiçbir kesintiye uğramadan ve tükenmeden daima Allah’tan kullarına doğru akar. Allah’tan gelen hibeler, bu şekilde sonsuza dek artarak devam eder. Vehhâb ismi, Allah’ın bütün fazlını, ihsanını, keremini, geniş mülkünü ve adaletini kapsar.

         İbn Arabi der ki: “İslâm âlimleri bu ismin Allah’ın zatî sıfatlardan mı yoksa fiilî sıfatlardan mı olduğu konusunda ihtilafa düştüler. Bu ismi Allah’ın zatî sıfatı olarak kabul edenlere göre hibe, hibe edenin “sana verdim” veya “sana hibe ettim” şeklindeki sözüdür. 

         “Yerde olanların tümünü sizin için yaratan O’dur.” (Bakara/29)

         Ayeti Allah’ın hibe sözüne işaret etmektedir. Dolaysıyla hibe, söze dayanmaktadır. Bu yüzden zatî sıfatlardan sayılmalıdır. Ancak onların bu iddiaları doğru değildir. Çünkü hibe edenin “sana hibe ettim” sözü, hibeyi haber vermek veya hibe etmeyi emretmek içindir. Oysa hibenin aslı, kula ulaşan ve ona yarar sağlayan şeydir. O halde hibe, bir fiildir. Bu fiilin Allah’ın emriyle gerçekleşmesi, tıpkı diğer fiillerin Allah’ın “Ol!” emriyle gerçekleşmesi gibidir. Bu isim (Vehhâb) hibeye, hibeye muhtaç olana (kul) ve hibe edene (Vehhâb olan Allah’a) işaret etmektedir.”

         el-Hattâbî ise bu isim hakkında şunları söyler: “Hibe ettiği şeyler çok çeşitli olmadıkça, daima fazla vermedikçe ve bağışı devam etmedikçe Vehhâb adı hak edilmez. İnsanlar ancak sahip olabildikleri mal ve erzakı hibe ola­rak verebilirler. Dolaysıyla onların hibe etme güçleri sınırlıdır. Bu yüzden hastaya şifa, kısır olana çocuk, dalalette olana hidayet, sıkıntı ve belâda olana esenlik ve afiyet veremezler. Oysa Allah, bütün bunları vermeye ve hibe etmeye kadirdir. O’nun cömertlik ve merhameti bütün varlıkları kuşatmıştır. O’nun bağış ve hibeleri asla kesintiye uğramaz. İyilik ve ihsanı süreklidir.”

         Kadı Ebû Bekir b. el-Arabî de der ki: “Allah’ın hibe ve vergisi, herhangi bir nimet ve iyiliğe bağlı olmaksızın gelendir. O’nun hibe ve vergisinde hiçbir acı ve zarar bulunmaz. İçinde acı, zarar veya zorluk bulunan nimet ve iyilikler hibe sayılmaz.

         “…ve yanından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan sensin sen” (A. İmran/8)

         Ayetinin anlamı budur. Allah bu ayetle salih kullarına nasıl ibadet ve dua etmeleri gerektiğini, içinde bir zorluk ve zararın bulunmadığı nimet ve ihsanının nasıl isteneceğini, inkârcıların sapıklığını arttırmak için Allah’ın kendilerine üst üste verdiği iyiliklerden (istidrâc)den nasıl korunmak gerektiğini öğretmektedir. İnkârcıların istidracı, görünürde bir iyilik ve ihsan olmasına karşın gerçekte kendileri için bir zarar ve helaktir. Oysa Allah’tan içinde hiçbir zarar ve acı bulunmayan, kesintiye uğramayan, eksilmeyen ve değişmeyen hibe ve bağışı istenmelidir.”

         BU İSMİ BİLMENİN FAYDALARI

         Her Müslüman yüce Allah’ın hibe ve bağış sahibi olduğunu bilmeli, O’nun mutlak Vehhab olduğuna inanmalıdır.  Hangi yönden, hangi halde helal ve haram, bir sebebe bağlı veya sebepsiz olarak kula ulaşan her şey Allah’ın bir hibesi, bağışı ve vergisidir. O dilerse hibe ettiği bütün şeyleri çekip alır, dilerse bırakır.

         Her Müslüman, bu üstün niteliği kazanmaya çalışmalı, insanlara ve diğer varlıklara dünyevî veya uhrevî bir karşılık beklemeksizin hibe ve bağışlarda bulunmalıdır. Şu âyet bu üstün niteliğe işaret etmektedir:

         “Ey iman edenler, rükû edin, secdeye varın, Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin, umulur ki kurtuluş bulursunuz.” (Hac/77)

         Müslümanın bir vacibi yerine getirmek için yaptığı iyilik ve yardımlar hibe sayılmaz. Kendisine vacip olmayan, yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için yaptığı hayırlar ve iyilikler hibe sayılır. Hz. Peygamber Müslümanları bu tür iyilikler yapmaya teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Sabahlayan her ekleminiz için bir sadaka vermek gerekir. Her tesbih (suphanallah) bir sadakadır. Her tekbir (Allahuekber) bir sadakadır. Her tahlîl (lâ ilâhe illallah) bir sadakadır. İyiliği emretmek bir sadakadır. Kötülükten alıkoymak bir sadakadır. Bütün bunların yerine kuşluk vaktinde iki rekât namaz kılmak yeterlidir.” (Müslim) Kişinin gücü yettiğince bu zikir ve namaza devam etmeli ve daha fazla kılmaya çalışmalıdır.

         Allah’ın sana hibe ettiklerinden sen de başkalarına hibe et. Allah’ın geçici olarak sana emanet ettiği şeylerde sakın cimrilik etme. Zira O, sen verdikçe sana daha fazla vereceğini vaat etmiştir. Cimrilik edip vermeyenin malını da yıkıma uğratacağını bildirmiştir. Eğer Allah sana, kişileri yüksek derecelere çıkaran önemli bilgiler ve ilimler vermişse sen de hiçbir karşılık beklemeksizin bu bilgi ve ilimleri, ihtiyaç duyan kimselere öğretmelisin. Bu aydınlık bilgileri onlardan gizleyip saklama ki, kıyamet günü ağzın ateşten bir gemle gemlenmesin. Ancak gizli sırlar ve bilgileri ehil olmayanlara vermemeye dikkat etmelisin. Bu bilgileri ehil olmayanlara verirsen, onların bilgisizliklerini daha da artırır ve kafalarının karışmasına dolayısıyla sapmalarına neden olursun. Bil ki, bilgiyi ehil olandan gizlemek zulüm ve haksızlık olduğu gibi onu ehli olmayana vermek de en büyük zulüm ve haksızlıktır. Bu yüzden iyi düşünmeli, bilgiyi kime verip vermeyeceğine öyle karar vermelisin. Allah’ın sana bağışladığı ve hibe ettiği şeyleri uygun olmayan yerlerde kullanmamalısın. Aksi halde sana verilen dünyevî ve uhrevî değerli hibeleri heba etmiş olursun. Onları uygun yerlerde kullan ki, Allah’ın daha fazla hibe ve bağışını hak edebilesin.

         Bu büyük isme bağlı kalmaya ve onu daima okumaya özen göster. Böylece bol miktarda mal ve mülk sahibi olursun. Anlatıldığına göre eş-Şiblî, Ebû Ali es-Sakafî’nin bazı dostlarına: “Ebû Ali’nin dilinde Allah’ın en çok hangi isim vardı?” diye sormuş. Ebû Ali’nin dostları: “Vehhâb ismi” demişler. Bunun üzerine eş-Şiblî: “Demek bu yüzden çok malı varmış.” der.

         Allah’ın Vehhâb olduğuna içtenlikle inanan ve bunu kendi nefislerinde gerçekleştirenler, her türlü ihtiyaçlarını yalnız Allah’a iletir ve O’ndan başkasına dayanıp güvenmezler. Allah’a gösterdikleri bu içtenlik ve inançla, zillet ve acizlikle O’nun hibe ve bağışlarına kavuşurlar.

         “Dualarımızın sonu, âlemlerin Rabb’i olan Allah’a hamd etmektir.” (Yunus/10)  (İbn Kesir-Kurtubi-Beyhaki-Es Sadi-İbn. Kayyım el cevziyye/ Esma-i Hüsna/365-368)

         ************************************************************

         EL VEHHÂB

         Yüce Allah’ın bu kerim kitabının mana ve medlulünü yalnız bu üç imamdan biri olan Ebu’l Hakem Berrecan el-Endülüsi açıklamış diğer ikisi ona katılmamışlardır Güçlü kitabın Bakara/ 47. ayetinde Hak Teâlâ:

         …enniy faddaltüküm alel alemiyn. (Bakara/47)

         “Ben sizi bütün Âlemlerden üstün kıldım.”

         Buyurmaktadır.

         Hiç şüphesiz bu Allah kelamının iştikakı tafdile dayanmaktadır. Tafdil ise manası malum olan, şüphe taşımayan bir adıdır ve gerçektir. Hazırlıkları değişiktir. Bir kimsenin hazırlığı yani (isti’dadı) diğer hazırlıklardan daha tam ise, şüphe yok ki, Hak Teâlâ âdildir, kendisinden aşağı olana daha çok verir. Zira istihkakın kapısı hazırlıktır. Bir kimsenin hazırlığı diğer bir kimsenin hazırlığından üstün ise yukarda geçen Hak Teâlâ’nın icabı olarak Yüce Hak’tan daha çok bağış alır. Bunun için isti’dad demek, Yüce Allah’tan faydalanmaktır. îsti’dadın esas nefsi mahiyet ve medlulü ise, kemale erişmek için hazırlığını yapmış olan bir kimsenin, Hak Teâlâ’nın ona verdiği üstünlüktür.

         Şunu öğrenmiş olduk: Hazırlık yalnız hazırlığını tamamlamış zattan olamaz. Zira zaman ve mekân şahsı takip eden bazı arızaların değişikliklerinden ileri gelir. Bütün bunların hey’eti umumiyesinin isti’dad yani hazırlıktır ve bu hazırlıkla üstünlük elde edilir.

         Şunu bil ki, Hak Teâlâ hiç bir şekilde insanlara zulmetmez. Bir kimse­nin hazırlığı kemal ile tam olursa, o kimse tam temizliğe kavuşur. Temiz­liğini daha az yapanlar ya orta veya geç temizlenmiş olurlar. Hazırlığını orta derecede yapanlar, orta derecede temiz, geç yapanlar da geç temizlenmiş olurlar. Hak Teâlâ güçlü kitabının Yunus suresin de;

         .. lâ tebdiyle likelimatillâh* zâlike hüvel fevzül azıym. (Yunus/64)

         “Allah’ın kelimelerinde değişiklik yoktur ve bu en doğru dindir.”

         Buyurmaktadır. Şimdi sen temiz olana bakmalısın. Temiz ve pak olanın, ancak Hak sübhanehû ve Teâlâ olduğunu öğrenirsin. Kim temizlik yönünden daha üstün olursa, Hak Teâlâ onu da üstün kılar.

         Ey Mü’min kardeşim! Şunu bilmen gerekir, Rabbinin sana fazileti vardır, onun hükümleri altına girmelisin. Çünkü o senin Rabbindir. O’nda bulunan fazilet miktarınca sana fazilet vermiştir. Bu bir yönden, diğer bir yönden ise sana verdiği üstün faziletle sen de onun Rabbisin. Lakin fazileti yönünden o senin Rabbindir. Çünkü rubûbiyyet yalnız bir mertebeye bağlanmaz. Bu hal ve tavırlarda dolaşan bir hükümdür. Rububiyyeti temizleyen terbiye ile kulun terbiye edilmesi vacib olmuştur. Rububiyyetten kendi üzerinde neler zuhur etmişse, ona öyle bir ibadetle karşılık vermelisin. Bunu yapmadığın takdirde bu yakınlıktan dolayı Rabbine karşı kâfir olursun ve bu küfür sana bir yarar sağlamaz. Kişi bir yakınlıktan Hak Teâlâ’ya İman ederek nimetlenmiş diğer bir yakınlıktan ise azab görmektedir.

         Nitekim kişi hakkında iki şey vardır: Bir zaman nimetlenmek, diğer bir zaman da azab görmek. Bu iki hüküm bir araya toplanmıştır. Birbirine zıt olan bu iki şey nasıl bir araya gelmiştir, diye sorma. Biz cevap olarak “Bunların ikisi, itibarlarının yükseklik farklarının değişik olmasından dolayı bir araya gelmiştir.” deriz. Bunu böyle bilmelisin.

         Ey Kardeşim! Ne vakit adaletinde aşırı gidersen zalimsin demek, zulmünde ne kadar zulmedersen o kadar ceza görürsün. Şayet birinci yolculukta gerçek vücud ehlinden olursan, her şeyi güzel görmüş olursun. İkinci yolculukta gerçeği görenler ehlinden olursan o vakit güzelliğine güzellik katılır. Çirkin de daha çirkin olur. Bu sebeple bulunduğun makamı öğren. Hükümlerini gerçekleştir. Çünkü bu makamda yiyor ve içiyorsun. Yiyeceğinden kanaatli ol! Sırat-ı müstakim üzere adaletli olarak yol almalı. Kişi bu yolda ya ceza görür veya nimetlenmiş olur.

         Bu adın gerçeği, açıklamayı değiştireceğini iktiza etmektedir ki, sana onu ta’zim ve tescil etmek düşer. Şayet ta’zim yerini bulursan onu azametlendir. Cahilin biri bu türlü davranışı sana yasaklarsa doğruyu ona öğret! Öğrenmeyi kabul etmez ise ona bunu haram ettir!

         Âdem’in anlamı, yokluk veya yok olmaktır. Onunla karşılaştığın takdirde ya susacaksın veya konuşacaksın. Çünkü o mahrum edilenlerden biridir. Hak Teâlâ Bakara suresin de

         İnnemâ harreme aleykümül meytete veddeme ve lahmel hınziyri ve ma ühille Bihî li ğayrillâh* femenidturre ğayre bağın ve lâ ‘adin felâ isme aleyhi, innAllâhe Ğafûr’un Rahıym. (Bakara/173)

         “Allah size ancak ölüyü (leşi) kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir.”

         Ayetinde ölü etini haram ettiğini buyurmaktadır. Bunlar Hakkı görmek için hazırlığı olmayanlaradır. Daha sonra kanı da haram kıldığını buyurmaktadır ki, bu da gazab ve hiddet ehli içindir. Çünkü gazap kanın kaynamasından ileri gelmektedir.

         Daha sonra Hak Teâlâ domuzu da yasaklamıştır. Bu da kendi nefsinde kıskançlık duyanlaradır. Allah’tan başkası için kesilmiş olan hayvan etini de haram kılmıştır. Bu da ikiyüzlü riya ehline karşıdır. Boğulmuş olanı da haram kılmıştır. Bunu da kaldıramayacakları bir teklif sonucundan dolayı saklamıştır.

         Ayetin devamından kokmuş ve bozulmuş olanı haram kılmıştır, içlerinde oluşan şüphe ile Allah’a yönelmeyenlerdir. Yine davarlardan boynuzlaşarak ölenleri de haram kılmıştır. Bunlar da bazı kimseler tarafından her hangi bir etki İle sapıklığa düşenler içindir.

         Ayetin devamında vahşi hayvan tarafından yenmiş olanı da haram kılmıştır. Bunlar cahil olup temizlik ve ibadet üzere müşahede edilen ve cahil bir şeyhi arif olana tercih edenlerdir.

         Bu takdire göre ne yönden olursa olsun Rabbine bir noksanlık yükleme. Öyle bir makamda bulunmalısın ki onda ne bulunuyorsa, on­ları Rabbinden almalısın. Çünkü onun zatı her şeye çok yakındır. Sıfatlar makamında hiç bir yakınlık yoktur ki, ona ibadet edene yakın olmasın.

         Hak Teâlâ Hud suresin de;

         Velev şâe Rabbüke lecealenNase ümmeten vahıdeten ve lâ yezalune muhtelifiyn. (Hud/118)

          “Rabbin isteseydi insanları bir dinden yapardı, fakat onları kendi arzularına bıraktı, onlar anlaşamamazlıktan geri kalmazlar, Allah’ın lütuf ve merhametini kazananlar müstesnadır.”

         Buyurmaktadır.

         Hâlbuki ki insanlar bugüne dek anlaşmazlıklar içinde bulunmaktadır. Hak Teâlâ bir gaye ve maksat için insanları yaratmıştır. Buradan anlaşılan şu ki O’nun üstün tuttuklarının durumu başkadır. Onları üstün tutması yüce Allah kelamının gerçekliğindendir. Onun için kullarını çekinmeden yaratmıştır. Hak Teâlâ’nın herhangi bir faziletini elde eden kişi eksik bir rütbede de olsa kendi istihkakını biliyorsa, kendini daha aşağı bir rütbede olanlarla üstünlükte bir tutmalıdır. Bilmiyorsa imkân ölçüsünde kendisine eşit tutmalıdır.

         Allah’ın arif kulları çoğunlukla böyle davranmaktadırlar. Çünkü kullar Hakk’ın zuhuratını hesap etmektedirler. Şairin dediği gibi su kâsesi hangi yönden kendini sana gösterirse, ona karşı ayağa kalkarsın.

         Şeyh Muhiddin hazretleri (Allah’ın rızası üzerine olsun), telif ettiği bir kitabına el-Abâdile adını vermiştir. Bu kitabını rastgele kullara değil onlardan üstün olan marifet ehline, yani arif kimseler için yazmıştır. Çünkü bunlar İlâhî mertebelere intisap ettiklerinden kendi anne ve babalarının onlara verdikleri adlarla değil, bulundukları mertebelere göre yukarıda açıklanan adı vermiştir.

         Arif bir kimse Rabbini tanıyan ve bilendir. Onun yüce adlarından bir adını bilen veya sıfatlarından birini bilen bir kimse ubudiyet yönünden bu adın karşılığı olan iz ve eseri kazanmış olur. Kazandığı bu iz fena bulmadır ve temelli olarak diğer izlerle birlikte o kimse de kalmış olur. Bunlardan yok olanlara gelince, Hak Teâlâ’nın tecellisine mazhar olan ve tecellinin oluşturduğu mertebe ve sıfatlarını taşıyan bir kul da bu iz ve sıfatlar daimî kalmış olur. Bu adın yakınlık çevresinden uzaklaşıp rubûbiyete katılmış olur ki o vakit bir başkası değil bizzat kendisi tecelli etmiş olur. İz ve tesirleri tümü ile silinip yok olan ise düşman demektir. Nitekim bu konuda Şeyh Muhyiddin Arabî hazretleri (Allah’ın rahmeti üzerine olsun): “er-Rab Rab’dır kul da Rab’dır. Keşke benim şiirim mükellefden olsa” demiştir.

         Bu öyle bir yakınlıktır ki bunu ancak ehli bilir. İman ehli bunu inkâr etmediği gibi buna kulak verip duyan bunun şahididir.

         Arifler ise, asümân mertebelerinin ibadet ehlidir. Bunlardan her birinin tecelliden kendisine ne düşmüş ise tecelliden kendisine düştüğü ölçüde özel bir ibadeti vardır. O kimse bu ad cihetinden Allah yanında olur. Bu ibadet ile ve mertebesiyle adlandırılır. O vakit Muhyiddin Hazretlerinin yukarıda sözü geçen kitabına vermiş olduğu ad olan Abâdiie den olmuş olur.

         Her ibadet edenin mabudu (yani taptığı varlık) kendisinden daha faziletlidir. Üstün bir ismin ahkâmı iki yakınlık çevresinde hükmünü icra eder. Bu iki yakınlık çevresi Rububiyyet ve merbubiyyetdir. Allah en iyisini bilir. (Afifüddin S. Et-Tilmsani/Esmaü’l-Hüsna-28-31)

         *********************************************************************

         EL VEHHÂB

         El Vahib ve el Vehhab isimleri Allah azze ve cellenin isimlerindendir. Vâhib ismi şerifi; “bağışlayan, ata, veren” demektir. El Vehhâb ismi şerifi ise el Vâhib ismi şerifinden daha mübalağalıdır. Vâhib Allah Teâlâ’nın fiilinin sıfatlarındandır. Allah Teâlâ lütfu ve karşılaması çok bağışı ve ödülleri büyük olandır. O isteme gerçekleşmeden önce bahşedendir. Cömertliğinin ve fazl vermenin hususiyetleri ile gark edendir.

         Denilmiştir ki Hz. Musa AS. Şöyle demiştir. “Ey rabbim ben Tevrat’ta kandilleri sinelerinde bulunan bir ümmet görmekteyim, bunlar kimlerdir?” Allah Teâlâ cevaben; “Bunlar Muhammed’in ümmetidirler.” Buyurdular.

         Hz. Musa AS. Onlarla karşılaşma iştiyakı meydana geldi. Bunun üzerine Allah azze ve Celle; “Sen onları göremezsin, ancak istersen ben onların sedalarını sana işittiririm.” Buyurdu.

         Ardından Allah azze ve celle Muhammed ümmeti babalarının sulplerinde iken onlara nida etti. Onlar “Lebbeyk ey Rabbimiz” dediler. Allah azze ve celle; “Ey Muhammed (AS.) ümmeti, sizler benden istemeden önce size ihsanda bulundum, benden istiğfar istemeden önce sizi bağışladım buyurdular.

         Hikâye olunur ki; Şibli (r.a.) Ebu Ali es Sakafi’nin ashabından birisine şu soruyu sordu;

         – Ebu Ali’nin dilinde Allah Sübhanehu ve Teâlâ’nın isimlerinden hangi ismi daha çok telaffuz edilirdi? O da cevaben;

         – O’nun el Vehhâb ismi şerifi. Dedi. Şibli de bunun üzerine;

         – Bundan dolayı onun malı çoğalmıştı. Dedi.

         Büyüklerden birisinin şöyle dediği hikâye olunmuştur;

         Ben tavafta şu beyitleri okuyan çıplak Arabî bir yaşlı gördüm.

         “Ey mahlûkatın bütününü yaratan yüce yaratıcı, utanmaz mısın Sen Kerîm olduğun halde sana çıplak olarak yakarmaktayım. Sen bütün domuzların yavrularını rızıklandırmaktasın, babası Temim olan beni yaşlı bir şeyh olarak bırakmaktasın.”

         Ben de bu şiiri işitince ona;

         – Allah Teâlâ’ya bu tarz bir şekilde hitap edilmeyeceğini bilmez misin? Dedim. O da cevaben;

         – Beni bırak, zira ben O’nu senden daha iyi bilmekteyim. Dedi, ardından ayrılıp gitti.

         Bir müddet sonra ipek kumaştan dokunmuş bulunan cübbe giyinmiş bir halde geldi. Bu cübbe içinde caka satıyordu. Beni gördüğünde şöyle dedi;

         – Ben sana O’nu senden daha iyi tanıyorum demedim mi? Ben onu kınadım, o da bana ipek bir cübbe bahşetti.”

         Allah Teâlâ’nın Vehhab olduğunu bilen birisinin ihtiyaçlarını sadece O’na iletmesi ve bütün işlerinde sadece O’na tevekkül etmesi edeplerindendir. (El Kuşeyri-Esma-i Hüsna/67-69)

         *************************************************************

         EL VEHHÂB

         Vehhab kelimesi bağış anlamına gelen hibe isminden, mübalağa ve tekerrür ifade eden bir binadır. Hibe; Garaz ve ivazdan hali olan bağıştır. Allah’ın sıfatı olarak el Vehhab, Kullarına çok çok ve tekrar suretiyle in’amda bulunan demektir. El Hattabi’nin açıklamasına göre ihsanları türlü türlü olmayan ve devam etmeyen kimse Vehhab diye nitelendirilemez. Mahlûklar ancak bazı durumlarda ve kayıtlı şekillerde bir takım maddi şeyler hibe edebilirler. Bir hastaya şifa, bir kısıra çocuk, bir sapığa hidayet, bir müptelâya afiyet veremezler. Allah Teâlâ ise bütün bunlara maliktir. O’nun kerem ve rahmeti cümle mahlûklara yayılmıştır. İhsanları tevali etmektedir.

         VHB maddesi Vehhab ismi dışında sadece fiil olarak kullanılmıştır, isim şekli yoktur. Fiil olarak geldiği hemen her yerde fail Allah’tır. Bir ayette sebeblik yönden ilahi bir mucizeye vesile olan Melek’e izafe edilmiştir. (Meryem/19) Bir başka ayette ise nimet bağışlama anlamı yoktur. (ahzab/50) şu halde bağışta bulunma anlamıyla sadece Allah’a izafe edilmiştir. Dünyevi nimetleri ihsan etmek bu fiil ile ifade edildiği gibi Mülk  (Sad/35), temiz nesil (A. İmran/38) manevi lütuflar da aynı fiil ile belirtilir. (Allah katından rahmet ve hidayette devam istemek (A. İmran/8) nübüvvet nimetini vermek (Şuârâ/21)

         El Vehhab; Kur’an da 3 ayette geçer ve münhasıran Allah’ı tasvir eder. İlk defa Sad suresinde “El Azîz el Vehhab” şeklinde gelmiştir. (Sad/9) Sonra aynı surede (sad/35) ve bir medeni ayette münferit olarak zikrolunmuştur. (A.İmran/8) (Prof. Dr. Suad Yıldırım-Kur’an da uluhiyet/184)

         **********************************************************************

         EL VEHHÂB

         Koşulsuz, sınırsız ve karşılığında herhangi bir fayda veya nesne istemeksizin herkese, her yerde ve her zaman her şeyi ihsan edendir. O, fakire para, hastaya sağlık, kısıra çocuk, kısılmışa özgürlük ve cahile ilim verendir.

         En ufak bir ihtiyaçtan en büyük servetlere kadar ihtiyaç sahiplerinin her şeyini, ihtiyaçlarını ve ihtiyaçlarının giderilmesi için gereken vasıtaları yaratan O’dur. El Vehhab böylesine i’ta ve ihsan edici olmasaydı hiç kimse hiçbir zaman bir nesneye sahip olamazdı.

         El Vehhab; ihsan etmeyi dileyince o hayrın sana gelmesine kimse engel olamaz. Ve başka bir kimseye vermeyi diledi mi dünya içinde hiçbir kuvvet onu sana doğru çeviremez.

         Allah insanlarda da ihsan edici bir mizaç yaratmıştır ki bu mizaç ile onlar da karşılığında bir şey istemeden verebilirler. Fakat onlar, kendi ellerinden verilen şeylerin yaratıcısı olmadıkları için ancak Allah’ın el Vehhab sıfatının birer alameti olabilirler. Bir ağaç gibi insan da ancak az kimseye belli bir zaman dâhilinde ve belli bir miktarda bir şeyler verebilir. Bu verilenlerden istifade edenler verenleri severler ve onlara teşekkür ederler. Peki o zaman bütün yarattıklarına sonsuz bir şekilde ihsan edene ne kadar şükretmeli acaba?

         Bir kimse verebilir, ancak belli bir karşılık bekleyerek verdiği kimseden en azından tanınma ve şükran bekler. Hepsinden öte bir şeyi verebilmek için önce onun bize verilmesi lazım. Meyve veren bir ağaç veya süt veren bir keçi evvel emirde bakıma, suya, yiyeceğe muhtaçtır.

         Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir, o yüzden ancak O’nun verdiği hakiki hediyedir.

         AbdulVehhab o kuldur ki Allah ne dilerse onun aracılığı ile verir. Böyle bir kimse ihtiyaç sahiplerine vermeye değecek kimselere hiçbir şey beklemeksizin ve ihsanını bir nesneye talik etmeksizin verir.

         Bazen olur da bir kimse hapse düşer, çaresizce bir şeye muhtaç olur veyahut fakirliğin pençesinde kıvranıyordur ve hayatta maddi manevi ilerlemek için bütün gayretlerine rağmen umduklarına nail olamamıştır. Arka arkaya üç veya yedi gün boyunca gece yarısından sonra iki rekât namaz kılar da ellerini rabbine açarak ihtiyacını dilemeden evvel 100 kere ya Vehhab çekerse Allah muradını ihsan edebilir. (T. Bekir Bayraktaroğlu-Esmaü’l Hüsna/67-68)

         *************************************************************

         EL-VEHHAB

         – Biz yoktuk var olduk.

         – Varlıklar içinde taş, toprak gibi cansız bir varlık olabilirdik. Ama olmadık, hayat sahibi olduk.

         – Hayat sahipleri içinde çiçek veya ağaç gibi bir bitki olabilirdik. Ama olmadık, şuur sahibi olduk.

         – Şuur sahipleri içinde herhangi bir hayvan olabilirdik. Ama hayvan da olmadık, insan olduk.

         – İnsanlar içinde ateşe tapan bir Mecusi, öküze tapan bir Hindu veya puta secde eden bir putperest olabilirdik. Ama olmadık, Allah’ı tanıdık ve O’na iman ettik.

         – Allah’a iman edenler içinde O’na evlat isnat eden bir Yahudi veya Hristiyan olarak Allah’ın gazabını celbedebilirdik. Ama yine olmadık. Elhamdülillah Müslüman olduk.

         – Müslümanlar içerisinde de Hz. Muhammed (sav)’e ümmet olmakla şeref bulduk.

         El- Vehhab;  hibe eden demektir. Hibe ise; karşılık beklenmeden yapılan bağıştır. Evet Allah Vehhab’tır ; Karşılıksız hibe eder, cömertçe ihsan eder ve verdiklerine mukabil bir bedel istemez. Zaten insan da kendisine verilen bu nimetlerin ücretini ödemek istese de ödeyemez.

         el-Vehhâb, bağışı çok olan, karşılıksız veren, nimetlerinin ardı arkası kesilmeyen, mü’min ya da kâfir ayrımı yapmadan, bütün mahlûkuna nimetlerini yağdıran, ihsân eden demektir.

         Istılah anlamı:

         1-Vehhab; hastalara şifa, dertlilere deva verendir.

         2-Vehhab; çocuğu olmayanlara çocuk verendir.

         “(İbrahim şöyle dedi:) İhtiyarlığımda bana İsmail’i ve İshak’ı bağışlayan/hibe eden Allah’a hamdolsun! Şüphesiz benim Rabbim duaları işitendir.” (İbrahim/39)

         Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder/hibe eder. Yahut onları hem erkek, hem kız olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır bırakır. O, her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir.” (Şura/49-50)

         3-Vehhab; yolunu kaybedenlere hidayet eden, yol gösterendir.

         “..Musa şöyle dedi: Rabbim bana hikmeti bahşetti/hibe etti ve beni peygamberlerden kıldı.(Şuara/21)

         Duha suresi;

         1- Kuşluk vaktine andolusun.

         2 – Durgunlaşan geceye andolsun ki,

         3 – Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı,

         4 – Andolsun senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır,

         5 – Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.

         6 – O seni yetim bulup barındırmadı mı?

         7 – Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?

         8 – Fakir iken seni zengin etmedi mi?

         9 – Yetime gelince sakın onu üzme,

         10 – Yoksula gelince sakın onu azarlama,

         11 – Yalnızca Rabbinin nimetini anlat.

         4 – Vehhab; Allah’ın kullarına karşılıksız bir şekilde, sürekli bağışta bulunması bugüne kadar devam etmiştir, bundan sonra da devam edecektir.

         El-Vehhab ismi, Rabbimizin ismi olarak Kur’an’da üç kez zikredilmiştir:

         1 – Akıl sahiplerinin (Ulu’l-Elbab) duasında zikredilir:

         Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından bir rahmet bağışla/hibe et. Şüphesiz sen Vehhab’sın, lütfu en bol olansın.” (Ali İmran/8)

         2 – Müşriklerin ileri gelenlerinin hiçbir şeye sahip olmadıklarını anlatan ayetlerin arasında zikredilir:

         Yoksa Aziz ve Vehhab olan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?” (Sâd/9)

         3 – Hz. Süleyman’ın Allah’tan “Hiçbir kimsenin sahip olamayacağı mülkü” istediği duasında zikredilir:

         “Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen Vehhab’sın, daima bağışta bulunansın.” (Sâd/35)

         Dünyaya açılan pencerelerimiz gözlerimizdir. Gözlerinizi kazanmak için ne yaptın? Evlatların oluyor, o yavruların ebeveyni olmak için ne tür bir fedakârlık yaptın? Ya da aklın var, akıllı olmak içine yaptın? Güneşin her sabah üzerine doğması için ne yapıyorsun? Bu sorular karşısında sus pus oldunuz değil mi?

         Bütün bu nimetlere karşı Allah’a ne verdik?  Hiçbir şey!

         İşte karşılıksız, cömertçe ikram ve ihsan edilen bu nimetler üzerinde Allah’ın Vehhab ismi gözükmektedir. Demek bizlere bedelsiz verilen hayatımız, vücudumuz, vücudumuza takılan gözümüz, kulağımız, dilimiz ve diğer azalarımız, bu azalara takılan hissiyat ve duygularımız, sözün özü maddi ve manevi sahip olduğumuz her şey, Allah’ın bize bir hibesidir. Ve Vehhab isminin bir tecellisidir.

         Demek ağaçlara takılan yapraklar, çiçekler ve meyveler, kuşlara takılan kanatlar, balıklara verilen yüzgeçler, kısacası her bir mahlûka yapılan hibeler ve ona verilen hediyeler Allah’ın Vehhab isminin bir tecellisidir.

         Demek her bir varlık kendisine verilen cihazların, hibe edilen duyguların, ikram edilen rızıkların ve kendisine yapılan bütün iyiliklerin lisan-ı haliyle Allah’ı Vehhab ismiyle zikreder ve O’nu tesbih eder.

         İnsan bu vazifeyi yaptıkça insandır. Ve bu âleme gönderiliş vazifesi budur. Kendisine yapılan en küçük bir iyiliği unutmayan ve yıllarca o iyiliğin sahibinden övgüyle bahsedip ona minnettar olan insan, nasıl olur da, nimetleri saymakla bitmeyen Allah’ın iyiliklerini unutur? Ve O’na karşı minnettar olması gerekirken, nasıl olur da o minneti, nimetin gelmesine vasıta olan sebeplere verir?

         Bir padişahın kıymettar bir hediyesini bize getiren miskin bir adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece ahmaklık ise, öyle de, Allah’ın nimetlerini bize getiren sebeplere medh ve muhabbet edip, nimetlerin hakiki sahibi olan Allah’ı unutmak, ondan bin derece daha ahmaklıktır.

         Evet tavuk sebeptir, yumurta Allah’ın ihsanıdır. Koyun sebeptir, süt Allah’ın ikramıdır. Arı sebeptir, bal Allah’ın nimetidir. Bulut sebeptir, yağmur Allah’ın rahmetidir. Ağaçlar sebeptir, meyveler Allah’ın hediyesidir. Bunlar gibi sebeplere takılan bütün nimetler Allah’ın hibesidir. Ve Vehhab isminin tecellisidir. O halde şükredilmeye, övülmeye ve methedilmeye en çok layık olan; nimetlerin gerçek sahibi olan Allah’tır. Çünkü nimeti getirene değil, onu gönderene bakılır.

         İnsanın bu ismi ahlak edinmesi ise şöyle olur; Yaptığı iyiliklerde karşılık beklememelidir. Karşılık sadece malla, mülkle de olmaz. Beklenilen bir övgü, kazanılmak istenen bir şeref, istenilen bir hürmet ve arzu edilen bir teveccüh de manevi bir bedeldir. Eğer yaptığı iyiliklere karşı böyle manevi bir bedel beklerse, yine Vehhab ismini ahlak edinememiştir.

         Hatta yaptığı ibadetleri, sadece Allah’ın rızası için yapmalı ve karşılığında cenneti beklememelidir ki, Vehhab ismine mahzar olabilsin. Zaten ibadet, geçmişte verilen nimetlerin şükrüdür. Yoksa gelecekte verilecek nimetlerin karşılığı değildir. Evet, biz ücreti almışız ve ibadetle mükellefiz.

         Bir de şu açılardan bakalım. Günah işliyoruz, yüce Allah onu silelim diye bize fırsat veriyor. Bu da Allah’ın Vehhab olduğunu göstermiyor mu? İstese hesabımızı hemen keserdi. Ama o bağışlıyor! Mühlet veriyor belki aklını başına devşirirsin diye… Doğru düşünce yollarına girersin diye seni ikna edecek ilahi haberleri, mesajları ulaştırıyor. Doğru bilgi olan Kur’an her zaman elinizde olabilir. Fakat ona iman etmek, yani kalbin ikna olması Allah’ın elindedir. Çünkü kalplere hükmeden O’dur. El-Vehhab olduğu için kalbin ikna oluşunu bahşediyor! Böyle müminler iman etmenin lezzetine varıyorlar.

         Hayatta bazen beklemediğiniz bir rızk, emek harcamadığınız bir başarı, okumadığı bir ilim, ummadığı bir beceri, karar vermediği bir olay gerçekleşebilir. Allah isterse kâinattaki yasaları bile değiştirebilir. Sebepler yasalar biz yaratılmışlar için söz konusudur. Aziz olan Allah için sebep gerekmez. Çünkü o yasaların da sebeplerin de melikidir. O halde Allah ne isterse, dilediği gibi, dilediği mahlûka bahşeder. Hani şu sözü söyleriz hep; “bu Allah vergisidir!”

         Yüce Allah nimetlerini bu dünyada veriyor, istiyor ki ahiret hayatında da ebedi nimetler versin. Çünkü O mülkünde de Vehhab’dır.

         Bunlar Yüce Allah’ın bir hediyesidir bizlere. Karşılık beklemeden bizi hediyelere boğan Allah’ımıza ne kadar hamd etsek azdır. İşte güzel dostluğun özelliği! Karşılıksız vermek, karşısındakinin hatırını ciddiye almak… Sevdiği için bir şeyler yapmak. O, bizi seviyor ve tüm nimetleri bizlere bahşediyor. Bizler de Rabbimizi sevdiğimiz için O’nun sevdiği işleri amelleri yapmalıyız. Kendi isteğimizle Allah’ın hoşlanacağı, razı olacağı şeyleri yapmalıyız. Sadece farz ibadetlerle Allah’a yaklaşmakla kulluğu yeterince anlamadığımız ortaya çıkıyor. Kulluk yapmanın en alt sınırı bellidir. Ama üst sınırı belli değildir. Nereye kadar yükseleceğin yaptığın amellere göredir.

         Kulluğun temelinde de sevgi olmalıdır. Allah için kulluk çok yücedir. Sana o kadar çok şey bahşeden, hakkın olmadığı halde bedelini ya da şükrünü eda etmede aciz olduğun halde birçok lütuf sana ulaşıyorken, sen niye Rabbin için bir şeyler yapmayasın? O sana sevgisini sınırsız lütfederek gösterirken, sen niye O’na sevgini göstermiyorsun?

         De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Al-i İman/31)

         “Çeşit çeşit nimetleri daima bağışlayıp duran, mü’min ya da kâfir ayrımı yapmadan kullarına karşılıksız ihsan eden, nimetlerinin ardı arkası kesilmeyen.”

         Allah’ın bu ismi şerifi “he”’nin kesresiyle ‘hibe’dendir. Hibe herhangi bir karşılık ve menfaat gözetmeden birine bir malı bağışlamak manasındadır. Vehhâb ise mübalağa ve tekerrür ifade eden bir kalıptır. Bu da her zaman, her yerde ve her şeyi verebilme gücüne sahip olmaktır. Başka bir tarife göre ise Vehhâb ism-i şerifi istihkak (hak ediş) ve istidad (hazırlık) esası gözetmeden sürekli olarak lütuf ve ihsanda bulunan demektir.

         Kullara verilen nimetlerin birçoğu istihkak ve istidattan dolayıdır. Ama bir kısım nimetler de vardır ki; bu esaslar gözetilmeksizin verilir ve verilirken de istihkak ve istidadın gereğinden çok daha fazlası olur. Mesela muhtaç olana malın, hasta olana şifanın verilmesi gibi.

         Vehhab isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

         1 – Rabbimiz bunca nimeti bize karşılıksız olarak bahşetmiş, hibe etmiştir. Allah zengindir. Kullarının karşılık vermelerinden müstağnidir. Zaten kulların verebileceklerini veren yine O’dur Kulların elinde hiçbir şey yoktur. O, Hamid’dir, kendi katında övülmüştür. Melekler O’nu daima övüp yüceltirler. O’nun övülmeye ihtiyacı yoktur.

         Ancak bizler Rabbimizi över ve yüceltirsek O da bizim kulluğumuzu övecek, kulluk derecemizi yüceltecektir. Bizler şükretmeye devam ettikçe O nimetini artıracak, bağışlarını bol bol bize gönderecektir.

         2 – Akıl sahiplerinin, “Ey Rabbimiz! Hidayetten sonra kalplerimizi eğriltme.” diye dua ettikleri gibi, biz de Rabbimize yalvarmalıyız. Çünkü Rabbimizin en büyük bağışı ve hibesi, hidayettir. İndirdiği kitabı, gönderdiği peygamberi, gösterdiği Sırat-ı Müstakim’idir. Allah’tan bu bağışın devamını dilemeli, içinde bulunduğumuz hidayetin kıymetini bilmeli ve hidayetimizin artırılmasını temenni etmeliyiz.

         Eğer bizler bu nimetlerden sonra Allah’ın kitabıyla bağlantımızı kesersek Allah korusun kalplerimizin eğrilmeye ve yamulmaya yüz tutacaktır. Bundan sonra da ayaklarımız kayacaktır. Kullar eğrilmedikçe Allah onların kalplerini eğriltmez. Kullar kaymadıkça Allah onların kalplerini ve ayaklarını kaydırmaz.

         “..Onlar eğrilip yamulunca Allah da onların kalplerini eğriltti, yamulttu. Allah  fasıklar topluluğunu doğru yola iletmez.” (Saf/5)

         3 – Rabbimizden bizlere hayırlı eşler, evlatlar ve zürriyetler bağışlamasını dilemeliyiz.

         Zekeriyya Rabbine yalvararak şöyle demişti: Rabbim, bana tertemiz bir zürriyet bağışla. Şüphesiz sen duaları işitensin.” (Ali İmran/38)

         Rahman’ın gerçek kullarının duasıyla Rabbimize yalvarmalıyız:

         Rabbimiz! Bize gözlerimizi aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önderler kıl.” (Furkan/74)

         4 – Rabbimizden hüküm ve hikmet istemeliyiz:

         “(Musa:) Rabbim! Bana hikmet bağışla/hibe et ve beni salihlerin arasına kat.” (Şuara/83) (Sinan Konuk- ADANA SİYER ARAŞTIRMA DERNEĞİ)

         Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

         Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 


ESMA DERSLERİ – 24 – EL VEHHÂB (B)

$
0
0

……… Euzübillahimineşşeytanirracim,

……… Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

……..De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

……..“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

……..Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

…….. “Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

……..Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

……..***********************************************************

……..EL VEHHÂB

……..Bismillahirrahmanirrahim

……..El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve sahbihi ecmaiyn. Emma ba’d

……..Bugün Allah izin verirse el Vehhâb ismini anlatacağız. El Vehhab isminin kökü Arapça’da; Ve-he-be den geliyor. Bu kelimenin manası bizim Türkçe de de kullandığımız hibe etmek birine karşılık gözetmeden bir şey vermek, karşıdakinin hak edip etmeyişine bakmadan ona elde olan imkânları sunmak anlamına gelir.

……..Allah Kur’an ı kerimde el Vehhâb ismi 3 defa kendi zatı için kullanmış. Bu ayetlerden birincisi A. İmran suresinde geçen 8. Ayettir;

……..Rabbenâ lâ tuzığ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünKE rahmeten, inneKE entel Vehhâb; (A. İmran/8)

……..Allah’ım, bize hidayet verdikten sonra bizim kalplerimizi eğriltme, bize kendi katından bir rahmet ver, şüphesiz ki sen Vehhâb olan Allah’sın.

……..El Vehhab ismi ikinci olarak Sad/9. Ayette geçer. Müşrikler nübüvvetin Hz. Muhammed AS. Verilmesinden hoşnut olmayınca diyorlardı ki; Eünzile aleyhiz Zikru min beynina… (Sad/8) yani bu kadar insanın arasından bu Kur’an, bu nübüvvet ona mı indirildi diyorlar. Allah’ta onlara cevap verirken diyor ki;

……..Em ‘ındehüm hazainu rahmeti Rabbikel Aziyzil Vehhâb. (Sad/9)

……..Senin Aziz ve el Vehhab olan rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır ki kime neden ne kadar vereceklerine karar veriyorlar diyor.

……..Üçüncü olarak yine Sad/35 ayetinde Hz. Süleyman AS. In duasında geçiyor.

……..Kale Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ yembeğıy liehadin min ba’diy* inneKE ENTEl Vehhâb. Sad/35)

……..Biliyorsunuz Süleyman AS. Allah’tan öyle bir mülk istiyor ve dua ediyor, diyor ki; Allah’ın benim günahlarımı bağışla ve bana öyle bir mülk, öyle bir saltanat ver ki benden sonra hiç kimseye böylesi olmasın. Şüphesiz ki sen el Vehhab olan Allah’sın.

……..El Vehhab demek mübalağalı ismi fail, yani çokça veren, karşılıksız olarak çokça veren, verdiği zaman karşısındakinin hak edip etmediğini bakmadan insanlara veren, verdiği zaman karşısındakinden hiçbir karşılık beklemeyen Allah el Vehhab olan Allah’tır.

……..Peki, Allah’ın el Vehhab ismi bir Müslümanın hayatında nerelerde tecelli eder, açığa çıkar? Bundan önce şunu söyleyelim; Bizim hayatımızda ne varsa hepsi Allah’ın el Vehhab isminin bir tecellisidir. Yani biz kendi kazancımız kendi imkânımızla, hiçbir şey elde edemeyiz. Ne varsa hayatımızda bir nimet bir güzellik olarak, bu Allah’ın bize hibesidir, bağışıdır.

……..İnsanın hayatında bulunan her şey Allah’tan dır, lâkin Allah’ın bazen özel hibeleri vardır. Kur’an ı kerimde Allah el Vehhab, verme fiilini belli bazı özel nimetleri için kullanmıştır ki şimdi onları zikredeceğiz. Yoksa ben 6 madde zikredeceğim ama sadece Allah’ın el Vehhab ismi bunlarda tecelli eder, bunların dışında tecelli etmez değildir. Aldığımız nefes bile Allah’ın hibesidir, gözümüzdeki görme kudreti bile Allah’ın bir hibesidir. Şu an benim konuşabiliyor olmam Allah’ın bir hibesidir. Yani aklımıza gelen bütün güzelliklerin tamamı Allah’tan dır

…….Ama demek ki Allah’ın bu nimetleri arasında bazıları çok önemli olduğu için veya çok değerli olduğu için Allah Kur’an ı kerimde bunların altını kalın çizgilerle çizmiştir. Şimdi bunlardan Allah’ın el Vehhab isminin tecelli ettiği 6 tanesini açıklayalım.

……..1 – Allah el Vehhab ismi ile kullarına çocuk bahşeder. Şura suresinde Allah;

……..Lillâhi Mülküs Semâvati vel Ard* yahlüku ma yeşa’* yehebü limen yeşau inasen ve yehebü limen yeşaüz zükur. (Şura/49)

……..Yerin ve göğün mülkü Allah’a aittir, O Allah dilediğini yaratır, dilediği kullarına kız çocuğu hibe eder, dilediği kullarına da erkek çocuğu hibe eder.

……..Ev yüzevvicühüm zükranen ve inasâ* ve yec’alü men yeşau ‘akıyma* inneHU ‘Aliymun Kadiyr. (Şura/50)

……..Ya da bazı kullarına çift çift verir ve Allah bazı kullarını da kısır kılar, onları bu hibeden men eder. Niçin bu böyle? Çünkü O Allah her şeyi bilen ve her şeye güç yetirendir. Her şeyi bilir, kimin için neyin en uygun olduğunu en iyi Allah bilir, çocuk nimetlerini de Allah buna göre dağıtır. Kadir’dir güç sahibidir, eğer birine çocuk vermek istiyorsa o çocuğun sayısı, çocuğun cinsiyeti vs. hiçbir şey Allah’ı aciz bırakamaz.

……..Allah bir kula çocuk vermeyi dilemişse hiçbir şey Allah’ın dilemesinin önünde duramaz. Mesela Melekler Lût AS. In kavmini helak etmek için Allah tarafından vazifelendirildiklerinde İbrahim AS. In evine uğruyorlar. İbrahim AS. Onlara bir sofra kuruyor, yemeği önlerine uzatıyor. Onların yemek yemediklerini görünce bir tuhaflık olduğunu anlıyor. Onlar da biz hem seni bir çocukla müjdelemeye geldik, hem de Lût As. Kavmini helak etmeye gidiyoruz diyorlar.

……..İbrahim AS. a, senin bir çocuğun olacak dedikleri zaman Karısı;

……..Vemraetühu kaimetün fedahıket febeşşernaha… (Hûd/71)

……..O esnada hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca) güldü. Ve;

……..Kalet ya veyleta eelidü ve ene acuzün ve hazâ ba’liy şeyha* inne hazâ leşey’ün aciyb. (Hûd/72)

……..Ben bu kadar yaşlı bir kadınken ve benim kocam da bu kadar yaşı ilerlemişken Allah bize bir çocuk mu nasip edecek, bu gerçekten şaşılası bir şeydir dedi. Çünkü İbrahim AS. 80 yaşını geçmiş, hanımı da yaş itibarıyla ona yakınlaşmış. Dünya ölçülerine göre bu şekilde iki çiftin çocuklarının olması mümkün değildir ki o da şaşırıyor. Melek te ona cevap veriyor;

……..Kalu eta’cebiyne min emrillâhi rahmetullahi ve berakâtühu aleykum ehlel beyt* inneHU Hamiydun Meciyd. (Hûd/73)

……..Allah’ın işine mi şaşırıyorsun ey kadın, yani şu dağları, denizleri yaratan Allah siz yaştakilerden birine çocuk vermesine mi şaşırıyorsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun ey bu evin halkı. Şüphesiz ki O Allah hamid’dir, her dilde övülen Allah’tır ve Mecid’dir şan ve şeref sahibidir.

……..Aynısını biz Zekeriya AS. da da görüyoruz, onun kıssası daha ilginç. Zekeriya AS. ın çocuğu olmuyor, Allah’ın Meryem’i İmran ailesine verdiğini görünce onun da içinde istek kabarıyor, o da istiyor normalde. Onlara verdiyse bana da verebilir diyor ve dua ediyor.

……..Ve Zekeriyya iz nada Rabbehu Rabbi lâ tezerniy ferden ve ente hayrul varisiyn. (Enbiya/89)

……..Zekeriyya’yı da (an). Hani o, Rabbine şöyle niyaz etmişti: Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen, vârislerin en hayırlısısın, (her şey sonunda senindir).

……..Allah’ta duasına icabet etti, belli bir müddet sonra Zekeriya AS. a dedi ki;

……..Festecebna lehu, ve vehebna lehu Yahyâ ve aslahna lehu zevceh* innehüm kânu yusari’une fiyl hayrati ve yed’unena rağaben ve raheba* ve kânu leNA haşi’ıyn. (Enbiya/90)

……..Biz onun da duasını kabul ettik ve ona Yahya’yı verdik; eşini de kendisi için (çocuk doğurmaya) elverişli kıldık. Onlar (bütün bu peygamberler), hayır işlerinde koşuşurlar, umarak ve korkarak bize yalvarırlardı; onlar, bize karşı derin saygı içindeydiler.

……..Zekeriya AS. müjdeyi alınca dedi ki;

……..Kale Rabbi enna yekûnu liy ğulamun ve kad beleğaniyel kiberu vemraetiy akır* kale kezâlikÂllahu yef’alu ma yeşa’; (A. İmran/40)

……..Ya Rabbi dedi benim nasıl çocuğum olabilir, benim karım kısırdır, çocuğu olması mümkün değildir, bana gelince ben yaşını başını almış ihtiyar bir adamım dedi. Ama Allah hüküm verdi mi hiçbir engel O’nun iradesinin karşısında duramaz.

……..İnsanlar bu hakikati genelde anlamadıkları için mesela biri çocuğunun olmasını çok istediği halde olmuyor o da doktora gidiyor araştırıyor. Doktor diyor ki tıbben sizin çocuğunuzun olması mümkün değildir. O kul da bu sözü işittiği zaman ümitsizliğe kapılıyor. Yani ben ne yaparsam yapayım Allah bana çocuk nasip etmez çünkü tıp benim çocuğumun olmasının mümkün olmadığını söylüyor. Oysa Allah’ı el Vehhab olarak tanıyan insan hiçbir surette, hiçbir şeyin Allah’ın dilemesinin önüne geçemeyeceğini bilir. Ne olursa olsun, kim ne söylerse söylesin fark etmez, elini kaldırıp ey Vehhab olan Allah’ım, ey insanlara karşılık beklemeden veren Allah’ım, ey İbrahim’e İsmail’i veren, Zekeriya AS. a Yahya’yı veren Allah’ım. Sen dilediğin kullarına dilediğini verirsin. Bana da merhamet et, kendi katından çocuk nasip eyle der. Çoğunlukla bu isimle Allah’a yönelir talep eder. Bu bir.

……..2 – Allah’ın el Vehhab isminin tecelli ettiği yerlerden bir tanesi Allah’ın insana nasip ettiği zürriyetini dilerse el Vehhab ismi ile salih kılar. Yani Allah birine çocuk verir, ama onu salih bir çocuk kılmamışsa Allah ona büyük bire nimet vermiş anlamına gelmez. Ama Allah Müslüman’ın zürriyetini Müslüman için salih kılar, Allah’a itaat eden bir zürriyet haline getirirse o zaman kuluna vereceği nimetlerin en büyüğünü vermiş demektir. Mesela biz müminler Allah’a dua ederken nasıl dua ediyoruz?

……..…. Rabbena heb lena min ezvacina va zürriyyatina kurrete a’yunin vec’alna lil müttekıyne imama. (Furkan/74)

……..Rabbimiz bize çocuklarımızdan ve eşlerimizden göz aydınlığı olacak çocuklar ve eşler ihsan eyle ve bizi muttakilere imam kıl.

……..Hasan el Basri diyor ki; “Vallahi bir Müslüman hanımının, çocuklarının, torunlarının ve yakınlarının Allah’a kulluk ettiğini gördüğü zaman gözü aydın olduğu gibi başka hiçbir zaman insanın gözü aydın olmaz.” Yani bütün dünyayı bir Müslümana verseler gözleri aydın olmaz. Ama çocuğunun, hanımının, akrabalarının Allah’a itaat ve kulluk ettiklerini gördüğü zaman Müslümanın gözü aydın olur. İşte bundan dolayı Müslümanlar Allah’tan salih olan, sana kulluk edecek olan bir zürriyet ve eşler nasip eyle diye dua ederler diyor.

……..Allah Kur’an ı kerimde özellikle peygamberlerin zürriyetini salih kılmışsa Allah bunu Vehhab ismi veya ve he be fiiliyle anlatıyor. Mesela İbrahim AS. için diyor ki;

 ……..Ve vehebna lehu İshak* ve Ya’kube nafileten, ve küllen ce’alna salihıyn. (Enbiya/72)

……..Biz ona İshak’ı ve Yakub’u hibe ettik ve biz onun zürriyetinin tamamını Salihlerden kıldık diyor.

……..Demek ki Allah sana çocuk verdiği zaman Allah’ın verdiği bu çocukta bir hibedir, ama asıl hibe, büyük hediye senin zürriyetini salih kılmasıdır.

……..Şimdi biz dedik ya Kur’an ı Kerimde 3 defa Vehhab ismi geçiyor. Ama 20 defa hibe fiili Allah’a nispet ediliyor. Bu 20 nin 18 inde de çocuk ve aile için Allah’a nispet ediliyor. Neden böyle peki? Çünkü bir insanın evinde salâh varsa insanın hayatında huzur vardır, yoksa huzur olması da mümkün değildir. İster evin tamamında olsun bu kötülük, ister bir cüzünde olsun, yani Allah bir Müslümana 10 tane çocuk nasip etsin 9. U salih olsun biri salih olmasın, hayat o Müslüman için çekilmezdir. Çünkü insanın evladı insanın ciğerinin bir parçası olduğu için onun isyan ettiğini gördüğü zaman buna dayanmak mümkün değildir. Birinin 4 hanımı olsun, 3ü saliha olsun bir tanesi problemli olsun yani isyan edip sorumluluklarını erine getirmemesi halinde hayat o Müslüman, salih bir adam için çekilmezdir. Onun için Allah’tan el Vehhab ismi ile kendisinin, eşinin ve çocuklarının salih birer kul olmasını dilemesi lazımdır.

……..Peygamber AS. Bir hadisi şerifinde buyuruyor ki;

……..“İnsanoğlunun saadeti de, şekaveti, de 3 şeydedir.” Yani 3 şey maddi ve manevi mutlu kılar, 3 şeyde mutsuz ve huzursuz kılar.

……..Nedir bunlar? Kişiye Allah’ın salih bir eş ihsan eylemesidir, kişiye Allah’ın salih, güzel bir ev ihsan eylemesidir (içerisinde Allah’a kulluk yapılan bir ev) Bir de Allah’ın insana salih, sağlam bir binek ihsan eylemesidir. Yani insanın kullandığı araba olur at olur her ne ise salih bir binek ihsan eylemesidir.

……..Peki, mutsuzluk nerededir? O da üç şeydedir. Kötü kadın, yani Allah’a itaat etmeyen, kocasına itaat etmeyen kadın. Kötü bir ev. Kadının Müslümanın ve çocuklarının içerisinde Allah’a hakkıyla kulluk etmedikleri kötü bir ev. Ve kötü bir binek. Burada binek, insanın dünyalık işlerini kolaylaştıran araç ve gereçleri kastediyor Allah resulü.

……..Tevbe suresinde bir ayeti kerime var;

……..… velleziyne yeknizunez zehebe vel fiddate ve lâ yünfikuneha fiy sebiylillâh* febeşşir hüm Bi azâbin eliym. (Tevbe/34)

……..Altını ve gümüşü depolayıp ta onu Allah yolunda infak etmeyenleri elem verici bir azab ile müjdele diyor.

……..Bu ayet indiğinde o günün Müslümanlarına çok ağır geliyor. Çünkü başta anlamını tam anlayamıyorlar. Yani her para toplayan adamın Allah katında kötü bir iş yaptığını ve Allah’ın ona elem verici bir azab dokunduracağını zannediyorlar. Hz. Ömer (rad.) diyor ki ben sizin yerinize gidip Allah resulüne bu soruyu soracağım diyor ve gidiyor. Ey Allah’ın resulü diyor, biz hangi cins mal toplayalım. Yani altın ve gümüşü Allah yerdi peki biz ne yapalım, nasıl mal toplayalım? Allah resulü ona diyor ki; “Sizden biri eğer bir şey edinecekse Allah’a şükreden bir kalp elde etmeye çalışsın. Yani Allah’ın verdiği nimetlerin farkında olan ve Allah’a şükreden bir kul olmaya çalışsın.” İki; “zikreden bir dil elde edinmeye çalışsın, dili sürekli Allah’ı zikretsin.” Altını gümüşü ne yapacaksın onlar dünyada senin gözünü aydın kılacak ama ahiret gününde keşke olmasaydı diye yalvaracaksın. Ya da keşke biriktirmeseydim de Allah yolunda infak etseydim diyeceksin. Bir de saliha bir zevce edinsin, ahiret işlerinde ona yardımcı olacak biri olsun diyor Allah resulü.

……..Saliha bir eş, saliha çocuklar içerisinde Allah’a kulluk edilen salih bir ev vs. Bunların hepsi Allah’ın insanın üzerinde ki nimetlerindendir ve kişi bu anlamda hayatında bir eksiklik görüyorsa Allah’ın hangi ismine sığınmalıdır? El Vehhab ismine sığınmalıdır. Elini kaldırıp diyecek ki; “Ya Rabbi, ey Vehhab olan Rabbim bana bu kadını hibe ettiğin gibi bana bunun ıslahını da, salihliğini de hibe et. Allah’ım bana bu çocuğu hibe ettiğin gibi ki buy senin bir nimetindir. Bu nimeti tamamına erdir, ban bunun salih bir çocuk olmasını da hibe et.

……..Bir evi varsa ve orada bir türlü düzen oturtamıyorsa Allah’a kulluk anlamında Ya rabbi desin, bana başımı sokacağım, kendimi dışarının tehlikelerinden muhafaza edeceğim bir ev hibe ettiğin gibi, bana bu evi ıslah etmemi, senin razı olacağın bir ev haline getirmemi de bana hibe et. Diye bu isme sığınmalıdır.

……..3 – Allah el Vehhab ismi ile mümin kuluna onu benzer ve akranlarından ayıran ayrıcalıklı nimetlerini ihsan eder. Allah hepimize nimetler veriyor, fakat bazı nimetler vardır ki kulun dünyada iken bile şanını şerefini yükseltir. Sen o nimetten anlarsın ki bu nimet bu kulun şanını şerefini dünya da yüceltmiş, o zaman Allah’a hüsnü zan edersin. Dersin ki; inşallah rabbim bu nimetle ahirette de şanımı şerefimi yüceltecektir.

……..Her nimet aynı değildir, mesela Allah resulü diyor ki;

……..Sadece iki şeyde haset olur, ya da gıpta edilecek şeyler arasında en büyüğü şu iki şeydir. Birisi nedir? Allah birine mal vermiştir, o Allah’ın verdiği o malı Hakk uğruna harcamayı Allah ona müyesser kılmıştır. İkincisi Allah bir kuluna bir hikmet vermiştir, ilim vermiştir, O kul hem onunla hükmeder, hem de insanlara öğretir.”

……..Şimdi dikkat edin Allah birçok insana mal verir, lâkin bu mal nimetini verdiklerinden bazılarına bir nimet daha verir, hibe eder daha doğrusu, o da o malı helal yerden kazanmak ve Allah’ın razı olacağı şeylere o malı harcamaktır. Kişiye bunu nasip etmişse başka insanlar buna gıpta edebilir, keşke ben de onun gibi olsaydım, keşke Allah ona verdiğini bana da verseydi diye temennide bulunabilir.

……..Yahut birçok insana ilim verir, kimisi o ilimle hükmeder insanlara da öğretir, kimi vardır cimrilik eder o ilmi sadece kendisine saklar. İlim bir nimettir fakat birincisine Allah’ın hibe etmiş olduğu ayrıcalıklı bir nimettir. Kişi bundan ötürü Allah’a ne kadar şükretse, ne kadar hamd etse azdır.

……..İnsan böyle ayrıcalıklı bir nimet istiyorsa eğer Allah’ın Vehhab ismine yönelmelidir. Çünkü o ismin tecelligâhlarından bir tanesi de budur.

……..Süleyman AS. Allah’tan kendinden sonra bile hiç kimseye vermeyeceği bir mülk istediğinde ne demişti?

……..… Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ yembeğıy liehadin min ba’diy* inneKE ENTEl Vehhâb. (Sad/35)

……..Benim günahlarımı bağışla ve bana öyle bir mülk ver ki benden sonra bile hiç kimseye o mülkten verme. Şüphesiz ki sen el Vehhab olan Allah’sın. Dedi.

……..Bir Müslümanın böyle bir nimet istemesi caizdir, yani kendisini ayrıcalıklı kılacak bir nimeti Allah’tan istemesi caizdir. Ama ne ile isteyecek bunu? El Vehhab ismi ile isteyecek.

……..Mekke’li müşrikler biliyorsunuz Hz. Muhammed’e nebilik verilmesinden memnun değillerdi, Niçin? Peygamberlikten değil, peygamberliğin Abdullah oğlu Muhammed’e verilmesinden memnun değillerdi. Çünkü şöyle inanıyorlardı; Nesebi ondan daha yüksek olan, malı ondan daha fazla olan, saygınlığı konumu ondan daha üstte olan insanlar var, Allah birine bu nimeti verecekse böylesi insanlara vermesi lazımdı.

……..Mesela Zuhruf suresinde Allah bildiriyor;

……..Ve kalu levla nüzzile hazel Kur’ânu alâ racülin minel karyeteyni ‘azıym. (Zuhruf/31)

……..Bu Kur’an ın iki beldeden (Tai,f ya da Mekke) büyük bir adamın birine verilmesi gerekmez miydi?

……..Sad suresinde de şöyle söylüyorlar;

……..Eünzile aleyhiz Zikru min beynina… (Sad/8)

……..Yani bizim aramızda bu kadar insan varken şu Kur’an Muhammed’in üzerine mi indirildi.. Diyorlar.

……..Allah Teâlâ işte onlara cevap veriyor. Ayeti kerimede diyor ki;

……..Em ‘ındehüm hazainu rahmeti Rabbikel Aziyzil Vehhâb. (Sad/9)

……..Aziz ve Vehhab olan Allah’ın rahmet hazineleri onların yanındadır da onlar mı karar veriyorlar. Allah kime nübüvvet verecek, kime mal verecek, kime ilim verecek, kime çocuk verecek onlar mı buna karar veriyorlar diyor Allah.

……..Biz buradan neyi anlıyoruz? Nübüvvet ayrıcalıklı bir nimettir, demek ki Vehhab olan Allah rahmet hazinelerinden verdiği nübüvvet ayrıcalığını dilediği kuluna indirir.

……..Bu son ayette belki Allah müşrikleri kınıyor olabilir, fakat bu ayet aynı zamanda Müslümanları da terbiye eden ayetlerden bir tanesidir. Nasıl? Allah bir kuluna onu ayrıcalıklı kılan bir nimet vermişse ve sen de bunu ona yakıştıramıyorsan, böyle bir haddini bilmezlik içindeysen Mekke li müşrikler gibi, bu ayetle kendini terbiye etmek gerekir. Senin kendine sorman lazım, El Vehhab olan Allah’ın rahmet hazineleri senin elindedir de, kimin neye layık olacağına sen mi karar veriyorsun, sana ne. Allah dilediğine mülk verir, dilediğine konum verir, dilediğine para verir, dilediğine çocuk verir, dilediğine ilim verir. Sen kimsin? Hani şu adam buna layıktır veya değildir diyebilesin.

……..Bunu kim söyleyebilir? Ancak Allah birine der ki ben rahmet hazinelerimi sana bırakıyorum, bundan sonra sorumlu sensin. Sen dağıt insanlara. Sen dağıtırken de dersin ki kepçe biraz fazla kaçmış, yani ben buna bu kadar vermeyecektim, ama biraz fazla kaçırmışım, dolayısıyla o da rahmet hazinelerinden fazla fazla vermişim…! (Haşa) Sen farkında olmadan bir insanı bir şeye yakıştıramıyorsan, aslında sen Allah’ın dağıtımına itiraz ediyorsun, fakat bunun farkında değilsin.

……..Özellikle şirk ehli toplumlarda bu çok fazladır. Mesela bir akraba zümresi olsun, aynı meslekten, aynı işi yapan insanlar olsunlar. Bir tanesi biraz daha fazla kazanmaya başlasın, Allah ona bazı imkânlar tanımaya başlasın. Diğerlerinin şöyle dediklerini duyarsınız. “Ya kardeşim biz de aynı çalışıyoruz, biz de aynı işi yapıyoruz. Allah bize niye vermiyor, niye ona veriyor. Çalmasa, çırpmasa, haram işlemese hiç bu kadarını kazanabilir mi? Mümkün değil.”

……..Bir berber vardı, bilirsiniz onlar çok konuşurlar, siz önünü kesmezseniz baş ağrısı ile çıkmanız olasıdır. Berber traş yaparken biri dükkânın önünden geçerken selam veriyor adama. Hani esnaf yalakalığı dediğimiz şeyi yapıyor. Adam gittikten sonra Hocam şunu görüyor musun,  sen de çalışıyorsun ben de çalışıyorum sabahtan akşama kadar ayağımızın üzerinde çalışıyoruz. Bizim kazandığımız şey belli, adamın bindiği arabaya bak diyor, adamın oturduğu eve bak diyor, bir tane daha ev almış kendisine diyor. Kapının önünden 3 kişi geçiyorsa mutlaka biri hakkında bu yorumu yapıyor. Ben de her seferinde diyorum ki. Bak illaki herkes hırsızlık yapmak zorunda değil, belki Allah onun rızkını genişletmiştir. Yani Allah’ın rahmet hazinelerini sen elinde tutmuyorsun. O zaman da diyor ki “Doğru ya diyor, bilmiyoruz.” Ama 10 dakika geçiyor bir adam daha geçiyor yine aynı şekilde davranılıyor.

……..İnsan şunu anlıyor ki bu durum insanlarda yerleşmiş bir ahlak haline gelmiş. Ama bir Müslüman Allah’ın el Vehhab olduğunu bilir, dilediğine dilediğini hibe ettiğini bilir, başkalarının elinde olanla ilgili yorum yapmaz. İslâm’a göre zenginin malı fakirin çenesini yormaz, yormamalıdır, bu tip şeylerle ilgilenmemelidir. Allah kime ne vermişse vermiştir, biz Müslümanlara düşen Allah kime ne vermişse bizim başımız gözümüz üstünedir, O’nun taksimatına rıza gösteririz diyelim.

……..4 – Yine Allah’ın el Vehhab isminin tecelli etmiş olduğu alanlardan bir tanesi de şudur; Allah Müslümanlara el Vehhab ismi ile hidayet ihsan ettikten sonra hidayet üzerinde sabit kalmalarını da hibe eder. A. İmran suresinde Allah müminlerin dualarını anlatırken ne diyordu?

……..Rabbenâ lâ tuzığ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünKE rahmeten, inneKE entel Vehhâb; (A. İmran/8)

……..Rabbimiz hidayet ihsan ettikten sonra bizim kalplerimizi eğriltme, bize kendi katından bir merhamet ver. Çünkü sen El Vehhab olan Allah’sın.

……..Allah’ın mümine en büyük hibesi ihsan ettiği hidayettir. Bundan daha büyük bir nimet, bundan daha büyük bir hibe bulunamaz. Peki, yeter mi bu kadarı mümin için? Yetmez. Çünkü ikinci bir sorumluluğu daha vardır müminin o da hidayet üzerinde sabit kalabilmek, Müslüman olarak can verebilmektir. Allah’ın huzuruna İslâm dışında bir din ile çıkmamaktır. Onun için elimizi kaldırdığımızda diyeceğiz ki;

……..“Ey Vehhab olan rabbimiz bize hidayeti hibe ettin, bir karşılık beklemedin sana hamd olsun. Madem bize bu kadarını hibe ettin bizi hidayet üzerinde sabit kalmamızı da bize hibe et. Senin el Vehhab oluşunun sınırı yoktur.”

……..Allah’ın mümine yine hibe ettiği şeylerden bir tanesi de, Allah’ın bir görev ile vazifelendirdiği bir Müslüman var ise Allah ona el Vehhab ismi ile hayırlı bir yardımcı hibe eder.

……..Biliyorsunuz Kur’an ı kerimde en fazla kıssası anlatılan peygamberlerden bir tanesi Musa AS. dır. Allah Musa AS. ı risalet ile vazifelendirdiği zaman Allah’tan bir şey istedi. Dedi ki;

……..Vec’al liy veziyren min ehliy. (Taha/29)

……..Bana benim ailemden bir vezir, bir yardımcı tayin et ya rabbi. Dedi.

……..Tabii bu birçok surede farklı sebeplerini de söyledi, bazısında dedi ki;

……..Ve ehıy Harunu huve efsahu minniy lisanen… (Kasas/34)

……..Kardeşim Harun benim istemiş olduğum yardımcının dili benden daha fasihtir, daha güzel meramını anlatır.

……..Devamında dedi ki;

……..feersilhu me’ıye rid’en yusaddikuniy.

……..Onu bana yardımcı kıl insanların beni yalanladıkları yerlerde Harun beni doğrulasın.

……..Bütün bu dualarını Allah kabul ederken; 

……..Ve vehebna lehu min rahmetiNA ehahu Harune Nebiyya. (Meryem/53)

……..Biz ona rahmetimizden kardeşi Harun’u nebi olarak hibe ettik diyor. Yani Musa bizden istedi ona bir yardımcı hibe edelim diye, biz de ona kendi rahmetimizden ötürü kardeşi Harun’u hibe ettik diyor.

……..Bir Müslümanın üstlendiği ister en küçük sorumluluk ve vazife olsun İslâm davası için, ister en yüksek sorumluluk olsun fark etmez hiç kimse yaptığı işi tek başına yapması mümkün değildir. Neye ihtiyacı vardır insanın? Yardımcıya ihtiyacı vardır. Ona yardım edecek, ona hatırlatacak, yardımcı olacak, yükünü hafifletecek yardımcılara ihtiyacı vardır. İşte el Vehhab olan Allah bir insanda hayır görmüş ise ona hayırlı yardımcılar ihsan eder. Hayır dilemiyor ise ona kötü yardımcılar nasip eder.

……..Buhari’nin rivayet ettiği bir Hadis-i şerifte Allah resulü buyuruyor ki;

……..Allah’ın gönderdiği hiçbir peygamber yoktur ki, veya Allah’ın insanların başına atadığı hiçbir halife yoktur ki mutlaka onun iki çevresi vardır. Birincisi hem o yöneticiye hayır ile muamele etmesini tavsiye ederler, hem de onu teşvik ederler. İkincisi hep kötülüğü ona telkin ederler, kötülük yapmaya teşvik edenler. Korunmuş kişi ancak Allah’ın koruduğu kişidir.

……..Bir başka hadis-i şerifte Allah Resulü buyuruyor ki;

……..Sizden biri bir sorumluluk üstlendiği zaman ve Allah’ta onun için hayır dilemişse ona salih bir yardımcı ihsan eder. Unuttuğu zaman ona hatırlatır, hatırladığı zaman da ona yardımcı olur.”

……..Bu hadisin bir rivayetinde ise; “Eğer Allah onun için hayır dilememiş, onun için iyilik murad etmemişse ona kötü bir yardımcı verir, una hatırlatmaz, onun hatırladığı işlerde de yardım etmez.”

……..Demek ki sen ister dünyevi iş yap ister dini bir iş yap işinde senin işini kolaylaştıracak bir yardımcı istiyorsan Allah’ın el Vehhab ismine yöneleceksin. Ya rabbi diyeceksin bu işimde bana, seni unuttuğumda seni hatırlatan, hatırladığım işlerimde yardımcı olan, bana iyiliği emreden ve iyiliğe teşvik eden hayırlı bir çevre, hayırlı yardımcılar bana ihsan et. Diye dua edeceksin. Çünkü bu Allah’ın mümin kuluna verdiği hibelerden biridir.

……..5 – Allah’ın müminlere el Vehhab ismi ile hibe ettiği şeylerden bir tanesi ise Mü’min kuluna Allah’ın verdiği güç ve İslâm’ı yönetimde tutacak kadar insanlara tanımış olduğu temkin ve kuvvettir.

……..Mesela Kur’an ı kerimde Musa AS. firavun ile konuştuğunda Firavun onu küçümsüyor, onun geçmişini ona hatırlatıyor. Musa As. da ona cevap olarak diyor ki;

……..… fevehebe liy Rabbiy hükmen ve cealeniy minel murseliyn; (Şuârâ/21)

……..Allah bana hükmü hibe etti ve beni gönderilmiş peygamberlerden kıldı. Diyor.

……..Aynı surede İbrahim AS. Allah’a dua ederken diyor ki;

……..Rabbi heb liy hükmen ve elhıkniy Bis salihıyn. (Şuârâ/83)

……..Ya rabbi bana hüküm hibe et, yani güç, kuvvet, İslâm’ı yönetime getirecek, insanlar arasında hükmedecek güç hibe et ve beni salih olanlara dahil et.

……..Peygamberler Allah’tan hüküm istedikleri zaman el Vehhab ismi ile istemişler ve Allah’ın kendilerine vermiş olduğu hükümleri insanlara anlatırken, nimeti tahdis ederken, bu nimetin Allah’ın hibelerinden biri olduğunu söylemişler.

……..İslâm’ın yönetimde olması demek sadece Müslümanlar için değil, tüm insanlık içinde hayırlıdır, hayvanlar âlemi içinde, kâinat içinde hayırlıdır. Hani diyorlar ya, atmosfer delindi, denizlerin sıcaklığı değişti, küresel ısınma var, bitki örtüsü değişiyor, mevsimlerde değişiklik oluyor. Bunların hepsinin sebebi nedir? Bunların sebebi insanları hayra teşvik edecek ve insanlar kötülük yaptığında onların önüne set çekecek İslâm’i bir yönetimin olmamasıdır.

……..Zaharel fesadü fiyl berri vel bahri Bima kesebet eydinNasi li yüziykahüm ba’dalleziy amilu leallehüm yerci’ûn. (Rum/41)

……..{{(Allâh’ın) onlara, insanların elleriyle yaptıklarının getirisinin bazısının (sonucunu) tattırması için karada ve denizde bozulma açığa çıktı! Belki geri dönerler.}}

……..Karada ve denizde ortaya çıkan fesad, bütün bozgunculuk insanların kendi elleriyle kazandıklarından ötürüdür.

……..Bu da ne ile olur? İnsanlar kendi nefisleri ile baş başa bırakıldıklarında yeryüzünde hevalarına göre diledikleri gibi yaşamaya başlarlar. Sınırsız özgürlük, sınırsız hürriyet adı altında her türlü kötülüğü yaparlar. Yaptıkları kötülük sadece kendilerine zarar vermez, kendileri ile beraber hayvanlara, beraber yaşadıkları insanlara, hayatı paylaşmış oldukları bütün canlılara kötülük yaparlar. Onun için Müslümanın el Vehhab ismi ile İslâm’ın yönetime gelmesini istemesi sadece kendisi için istediği bir hayır değil, kendisi ile beraber canlı cansız ne kadar varlık varsa bütün varlıkların hayrı için Allah’tan talep etmiş olduğu şeydir.

……..İ. Ahmed’in kaydettiği bir rivayette Allah resulü de İslâm’da ilk kaybolan şeyin hüküm olacağını söylüyordu.

……..“İslâm’ın bağları ve halkaları halka halka çözülüp insanların arasından kaybolacaktır “ diyor.

……..Yani İslâm halkalardan oluşur, nedir bunlar? Namaz halkası, Oruç halkası, zekât halkası vs. zincirleri birbirine bağlayan halkalar gibi düşünün, her biri İslâm’ın bir şiarını temsil ediyor, bunlardan bir tanesi de hüküm halkasıdır. Allah resulü diyor ki;

……..Her dal koptuğu zaman insanlar ondan bir sonra gelene yapışırlar, ilk İslâm’dan kaybolacak olan halka hüküm halkasıdır, yönetim halkasıdır. Son kaybolacak olan halka da namaz halkasıdır.”

……..İnsanlar Allah’ın verdiği nimete nankörlük yaptıkları zaman ilk olarak hangi nimeti alır? Allah insanlara hibe ettiği en ayrıcalıklı nimet hangisi ise onu alır. İslâm ümmetine Allah’ın vereceği en büyük nimet hangisidir? İslâm’ın yönetimde olmasıdır. İnsanlar Allah’a isyan edip O’nun hudutlarını gözetmediklerin de Allah onların elinden bir bir nimetlerini almaya başlar. İlk Müslüman insanlardan almış olduğu nimette Müslümanca bir yönetimini Müslümanların elinden çekti aldı. O günden beri de ne Müslümanların İslâm ümmetinde, ne de dünyanın kalan kısmında ne huzur, ne selâmet, ne de afiyet hiçbir şey kalmadı. Dünya o günden beri de kan ağlıyor. Onun için her Müslümanın hem kendisi, hem ailesi hem de insanlık için sürekli el Vehhab olan Allah’a duada bulunması lazım ki;

……..“Ey İbrahim’e, Musa’ya ve sair peygamberlere hükmü yönetimi hibe eden rabbim, sen Müslüman kullarına adaletle ve senin şeriatınla hükmedecek kullarına tekrardan yeryüzünde senin hükümlerinle hükmetmeyi hibe et.” Diye yardım istemesi lazımdır.

……..Bunlar Allah’ın el Vehhab isminin tecelli etmiş olduğu alanlardır. Biz ne dedik? Allah’ın hayatımızda el Vehhab ismi her an ve her saniye tecelli etmektedir, yani hiçbir şey Allah’ın el Vehhab isminin dışında değildir. İçmiş olduğumuz su bile Allah’ın bir hibesidir. Allah eğer Kur’an ı Kerimde tek tek hibelerini saysaydı ülkelere sığmayacak bir kitap yazılması lazımdı. Onun için Allah genel olarak ayette;

……..Ve in te’uddu nı’metAllâhi lâ tuhsuha… (Nahl18)

……..Allah’ın nimetlerini saymaya kalkarsanız sayamazsınız, sayısızdır.

……..Fakat Kur’an ı kerimde özellikle Allah; Müminlerin farkında olmalarını istediği, bundan ötürü de altını çizdiği bazı hibeleri, hediyeleri vardır. Biz sadece bunları zikretmiş olduk.

……..El Vehhab ismi Allah’ın Cemal isimlerindendir. Ne demektir Allah’ın Cemal ismi? Allah’ın isimleri iki kısma ayrılır. Ya Cemal isimleri, ya da Celâl, Allah’ın azametine şanına, yüceliğine delalet eden isimlerdir. Allah’ın Celâl isimleri kendi zatına hastır, hiç kimse onlarla ahlaklanamaz, çünkü onlar bir tek Allah’a yakışır. Allah’ın Cemal isimleri ise Allah mü’min kullarının da bu sıfat ile sıfatlanmasını ister. Yani Allah cömerttir, cömert olanları sever. Allah Muhsin’dir, iyilik yapanları sever. Allah rahmen’dır, rahmet ehlini sever. Allah el Vehhab’tır kullarına bol bol hibe eder, mü’min kulundan da Allah’ın kendisine verdiği bu hediyelerden onlara vermelerini diler. Bir mü’min el Vehhab isminin hayatında çokça tecelli etmesini istiyorsa kendisi de bu ahlak ile ahlaklanması lazım, sevdiği değer verdiği şeylerden insanların arasında dağıtması, hediyeleşme, hibe kültürünü Müslümanın da hayatına dâhil etmesi lazım.

……..Cömertlikle alakalı konuları el Kerîm isminde açıklamak, şimdi ise cömertliğin dışında iki hususa dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan bir tanesi şudur; Allah sana el Vehhab ismi ile seni ayrıcalıklı kılan ve senin gözünü aydın kıldığı bir nimet vermişse sana, Allah’ın en hoşnut olduğu şey o verdiği nimeti tekrar Allah’a vermendir. Bunun örneği nedir? Allah’ın İbrahim AS. a hibe etmiş olduğu İsmail AS. ı tekrardan geri Allah’a hibe etmesi ve Kurban olarak Allah’a sunmasıdır.

……..Haydi, bu peygamberdi ama bir de Kur’an ı kerimde peygamber olmamasına rağmen Kur’an’a konu olmuş bir kadın var ve onun adına Allah Kur’an ın en uzun surelerinden bir tanesini indirmiş. O da nedir; A. İmran suresidir. İmran’ın hanımının davranışından ötürü bu aileyi diğer bütün insanlara üstün kıldı.

……..İnnAllâhestafa Ademe ve Nuhan ve âle İbrahiyme ve âle ımrane alel âlemiyn; (A. İmran/33)

……..Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini bütün alemlere üstün kıldı, seçti, seçkin kıldı.

……..Adem’i, Nuh’u ve İbrahim’i anladık. Peki, İmran ailesi kim? Yani bunlar adına sure iniyor, bunlar peygamberlerle beraber zikrediliyor, bir ayet sonra Allah bunun gerekçesini de söylüyor.

……..İz kaletimraetü ımrane Rabbi inniy nezertü leKE ma fiy batniy muharreren fetekabbel minniy*… (A. İmran/35)

……..İmran’ın karısı demişti ki Allah’ım ben karnımda olan bu çocuğu bütün kayıtlardan azade bir şekilde sana adak olarak adıyorum. Benim bu adağımı kabul et çünkü sen duaları işiten ve icabet edensin. Dedi.

……..Bir kadın Allah’ın ona hibe ettiği bir çocuğu tekrar geri Allah’a hibe ettiği için bütün âlemlere üstün kılındı ve Allah onun adına koca bir sureyi onun adına indirdi.

……..Sen de hayatına bakacaksın, tabii ki yüksek dereceler istiyorsan eğer, -Allah bu gözü milletin ayaklarının topluklarına bakan için değil, gözlerini gökyüzüne dikmiş insanlar içindir bu söylediğim- bakacaksın Allah senin neyini ayrıcalıklı kılmış, diyeceksin ki ya rabbi sen beni madem bununla ayrıcalıklı kıldın ben de bunu senin dinin için sana tekrardan geri veriyorum, hibe ediyorum. Diyeceksin.

……..İkinci mesele ise; Hani demiştik ya, bizim hayatımızda bulunan her şey Allah’ın hibesidir. Fakat insanoğlu o kadar nankördür ki Allah’ın sayısız nimetlerini görmez, Ama Allah’ın insanı terbiye etmek için ona verdiği sayılı imtihanları da hiç unutmaz. Yani kim olursa olsun insanlarla beraber oturduğumuz zaman herkesin bir derdi vardır ve herkes sürekli bu dertlerden şikâyet ediyor. Kimi evladından şikâyet ediyor, kimi hanımından şikâyet ediyor, kimi sağlığından şikâyet ediyor, kimi işinden şikâyet ediyor ama herkes bir şekilde Allah’a şikâyet ediyor. Oysa aynı insanlara deseniz ki gel biraz otur bakalım. İki kâğıt koyalım, birine Allah’ın sana verdiği nimetleri yaz, bir tanesine de Allah’ın sana verdiği musibetleri belaları yaz. Vallahi bir tanesini ne defterler, ne kitaplar, ne ansiklopediler vs. yaz yaz bitmez. Allah’ın hangi nimetini sayacaksın, mümkün değil. Ama adama deseniz ki Allah’ın sana verdiği ve senin hoşnut olmadığın belaları yaz. Ya 3 satır yazacaktır ya da 4 satır yazacaktır, fazlası yoktur. Ne kadar büyük bir nankörlüktür ki insan Allah’ın verdiği sayısız nimetleri görmesin, Amma Allah onun hayrı, iyiliği için, azmasın diye, günahlarını döksün diye, şımarmasın dengede kalsın diye başındaki birkaç musibeti anlata anlata bitiremez. Döner dolanır tekrar onu anlatır. Ondan ötürü Allah Kur’an-ı Kerimde kullarından bazılarına öfkeleniyor, diyor ki;

……..Kutilel’İnsanu ma ekfereh. (Abese/17)

……..Kahrolası insan ne kadar da nankördür.

……..Yani bu kadar da nankörlük olur mu diyor Allah. Müslüman böyle olmamalıdır. Çünkü Kur’an-ı Kerimde biz biliyoruz Allah kullarını anlatırken diyor ki;

……..… kaliylun min ıbadİYeş Şekûr. (Sebe/13)

……..Benim kullarımdan çok azı şükreder. Yani şükür insanın özel bir çaba göstermesi gereken bir ahlaktır. Önce nimetlerin farkında olmak lazım, sonra o nimetlerin Allah’tan olduğunu sürekli hatırında tutması lazım, sonra onların canlı kalması için sürekli hem kendine hem başkalarına bu nimetleri anlatman lazım ki Allah’ın şükreden kullarından olunabilsin.

……..Ama nankörlük böyle değildir, kendini serbest bırak nankörlük edersin. Zaten insan kendi insanlığını unuttuğu için sürekli nankörlük yapar. Bu Müslümana yakışmaz.

……..Bizim ne yapmamız lazım? Allah’ın bizim üzerimizdeki hibelerini, hediyelerini görelim. Allah’ın musibetlerine gelince, verdiği nimetlerin karşısında onların hiçbir değeri yoktur ve o musibetler de bizim iyiliğimiz için verilmiş musibetlerdir. Sürekli bozuk plak gibi musibetleri tekrar etmek yerine Allah’ın bize vermiş olduğu nimetlerini görelim, idrak edip başkalarına da anlatalım.

……..Ben şunu söyleyebilirim size mesela bazı Müslüman kardeşlerimiz var, şükür ehlidir. Yani ne kadar derdi, sıkıntısı olursa olsun onu hep şükrederken görürsün. Zannedersin ki onun hayatında hiçbir sıkıntı, musibet yoktur. Ben bakıyorum aynı adamın yetiştirdiği çocuk ta onun gibi. Yani o yapıya sahip olan adamın çocuğu da aynı. Sürekli güler yüzlü, Allah’a hamd ediyor, şükrediyor..! hep güzelliklerin farkında.

……..Bir de böyle kabus gibi insanlar vardır. Gözünde sanki simsiyah bir gözlük var, nerede bir kötülük varsa adamın gözü o kötülüğe takılır, kendi hayatında ve başkalarının hayatında da o kötülüğü görür. Böylesi insanların bakıyorsunuz çocukları da aynı. Yani çocuğun hayatında yüzlerce güzellik var, bir sıkıntısı var. Çocuk dönüp dolaşır aynı sıkıntıyı bozuk plak gibi şikâyet eder.

……..Bu kötü bir ahlaktır. Şükreden kullardan olmak Allah’ın Kur’an ı Kerimde övdüğü ayrıcalıklı bir ahlaktır. Mü’min Allah’ın hibelerinin farkında olan ve sürekli bir şekilde hem diliyle, hem kalbiyle Allah’ın bu hibelerine şükreden insandır. İmanında problem olan insan, ya da kafir, müşrik, münafık olan insanlar ise Allah’ın nimetlerini görmeyen sürekli bir şekilde Allah’tan şikâyetçi olan ki o da ayrı bir akılsızlıktır. Yani sen Allah’ın sana verdiği sıkıntıları insanlara anlatarak kimi kime şikâyet ediyorsun. Diyelim ki Allah’ın verdiği musibeti bir insana şikâyet ettiniz. O insan Allah’a haşla “Yeter kes bu musibeti” diyecek bir güce sahip olabilir mi? Kafanı duvarlara da vursan, ah, vah da etsen, ağlasan vaveyla da koparsan Allah’ın iradesi kesindir, hiç kimse Allah’ın iradesinin karşısında duramaz.

……..Demek ki musibetlerden devamlı şikayetlenmenin sana dünyada da bir faydası yokur, hem de ahirette bir faydası yoktur. Şikâyet ehli olmak yerine şükür ehli olmaya çalışalım.

……..Allah bizleri el Vehhab ismi ile dünyada ve ahirette şerefli kılacak güzellik varsa onları hibe etsin. Rabbim bizlere eşler ihsan eylediği gibi, çocuklar hibe etmiş olduğu gibi bunları ıslah etmeyi de bize hibe etsin. Rabbim çocuk vermedi Müslüman kardeşlerimize en kısa zamanda hediyelerin en güzeli olan çocuklar hibe edip rızıklandırsın. Bizleri Allah’a şükreden o azınlık ve seçkin olan kullarından eylesin. Allah’ı kullarına şikâyet eden bedbaht kullarından bizi muhafaza eylesin.

……..Allahümme amin. “Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn” (E. Hanzala esma ders. drlm.)

……..**********************************************************************

……..EL VEHHÂB

……..“O¸ dilediği kimselere nimetlerini bolca hibe edebilir. Bu konuda yaptıklarından O’nu sorumlu tutacak hiçbir makam yoktur. Nimetin sahibi de O’dur, dağıtıcısı da O’dur.”

……..Arapça ‘da el-Vehhâb; ivazsız bağış, bahşiş, karşılıksız hediye anlamına gelen hibe isminden türemiştir. Hibe bedelsiz ve karşılıksız olarak verilen temlikten ibarettir. Bu işi yapan zata Cevvâd-Vehhâb denilir. İşte bu anlamda Allah’ın en güzel isimlerinden birisi olan el-Vehhâb sebepsiz olarak kullarına bol bol in’amda ve karşılıksız hibede bulunan anlamına gelir. Bundan dolayı el-Vehhâb ismine; “hiçbir maksat olmadan hayatı sonlandıran ve hiçbir bedel olmaksızın veren” denilmiştir. Çünkü hayatı ve mülkü bize hibe eden O’dur.

……..Bu anlamdaki gerçek hibe¸ ancak cömertliği nihayetsiz olan Allah’tan elde edilir. Hibenin temel iki rüknünden birisi temlik¸ diğeri ise bedel/karşılık ödememektir. Dolayısıyla mânevî boyut açısından temliğe kullar güç yetiremez. Kulların bütün fiillerini yaratan Allah’tır. Bu fiillerin içerisine kalp ve bedenle yapılan fiiller de girer. İnsanın iki tip fiili vardır. Bunlardan birisi insanın irade ve ihtiyarına bağlı olarak gerçekleşen fiiller, diğeri ise irade ve ihtiyarının dışında meydana gelen zorunlu fiillerdir. Biz, irade ve ihtiyarımıza bağlı olan fiillerden sorumlu tutulacağız. İnsanın bütün fillerini yaratan Yüce Allah, bu fiilleri meydana getiren, yapıp eden de insandır. Şu âyetlerde açıkça bu durum ortaya konmuştur:

……..Allah¸ her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil de O’dur.” (Zümer/62)

…….. Hiç yaratan (Allah)¸ yaratmayan (putlar) gibi olur mu? Artık siz düşünmez misiniz?” (Nahl/17)

…….. Hâlbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Saffat/96)

……..İnsanlar özgür iradeye dayalı olarak yaptıkları eylemlerin çoğu defa içyüzünü bilemezler. Herhangi bir eyleminde tam bir bilgiye sahip olmayan kimse onu var kıldığını nasıl iddia edebilir? İslâm düşünce tarihinde bir takım dinî anlayışların ifade ettiği gibi insan kendi eylemlerinin mutlak anlamda yaratıcısı değildir. İnsanın bütün eylemlerini yaratan Allah’tır.  İşte en güzel isimleri arasında yer alan el-Vehhab Allah’ın kullarına yönelik sayısız lütuflarla işlevsel mânâda yaratıcılığını gösterdiği niteliklerden birisidir.

……..İnsanın başkalarına bağışta bulunmasıyla Allah’ın bütün bir varlığa bağışta bulunması asla mukayese kabul etmez. Çünkü insanların bağışlarına desinler ya da bir karşılık beklemek gibi niyetler ve süflî arzular karışabilir. Gerçek hasbîlik ise ancak yüce ruhlara özgüdür. Bu sebeple ivazsız ve garazsız hakîkî bağışta bulunan sadece ve sadece Allah’tır. Kur’an-ı Kerim’de hibe iki âyette sebeplilik yönüyle insana diğer âyetlerde de fâil olarak Allah’a nispet edilmiştir. Şu âyette hibe sebeplilik yönünden meleğe izafe edilmiştir:

…….. “Melek: Ben yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim dedi.” (Meryem/19)

……..Şu âyette ise hibe sebebiyet yoluyla insana izafe dilmiştir:

……..Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını Allah’ın sana ganimet olarak verdiği ve elinin altında bulunan cariyeleri, amcanın, halanın, dayının ve teyzenin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde¸ kendisini peygambere hibe eden mü’min kadını diğer müminlere değil sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Kuşkusuz biz hanımları ve ellerinin altında bulunan cariyeleri hakkında müminlere neyi farz kıldığımızı biliriz. (Bu hususta ne yapmaları lâzım geldiğini onlara açıkladık) ki sana bir zorluk olmasın. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” (Ahzab/50)

……..Aşağıdaki âyetler grubunda el-Vehhâb doğrudan doğruya Yüce Allah’ı tavsif için gelmiştir:

……..Süleyman: Rabbim! Beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen daima bağışta bulunansın dedi.”  (Sad/35)

…….. Orada Zekeriyyâ Rabbine dua etti: Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin dedi. (A. İmran/38)

…….. “(Onlar şöyle yakarırlar:) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (A. İmran/8)

……..Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni peygamberlerden kıldı.” (Şuârâ/21)

……..Görüldüğü gibi bu âyetler grubundan birisinde Hz. Süleyman (a.s)’ın hükümranlık; diğer bir âyette Hz. Zekeriya (a.s)’ın hayırlı nesil; bir başkasında rahmet ve peygamberliğin hibe edilmesinin istendiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bizler de Allah elçilerinin ve salih kulların yaptığı gibi Yüce Allah’ın el-Vehhâb ismini vesile ittihaz ederek meşru isteklerimizi O’na arz edebiliriz.

……..Yüce Allah’ın el-Vehhab ismi O’nun zatıyla kâim olan ilâhî bir sıfatıdır. Eğer O ezelî ilminde bağışta bulunmaya hükmetmemiş olsaydı¸ bu bağışın meydana gelmesi mümkün olmazdı.  Burada O’nun el-Âlim ve el-Vehhâb isimleri arasında yakın bir ilişki vardır. Allah’ın her şeyi önceden bildiği ilkesinden hareket edilirse O’nun kime neyi nasıl ve hangi miktarda hibe edeceğini de yine kendisinin uhdesinde tuttuğunu söyleyebiliriz. O, dilediği kimselere nimetlerini bolca hibe edebilir. Bu konuda yaptıklarından O’nu sorumlu tutacak hiçbir makam yoktur. Nimetin sahibi de O’dur dağıtıcısı da O’dur. Çünkü varlık alanında¸ sonradan yaratılan bir şeyin Allah’ın iradesine hükmüne ve ilmine aykırı olması imkânsızdır.

……..Yüce Allah’ın sonsuz nimetine mazhar olan insan¸ O’nun yarattığı âciz ve nâkıs bir kuldur. Dolayısıyla eğer O vermezse insan hiçbir şeye mâlik olamaz. Nitekim bu durum Kur’an’da “köle-eli açık efendi” misaliyle şöyle anlatılmıştır:

……..Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile kendisine verdiğimiz güzel rızktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah’a mahsustur fakat onların çoğu bilmezler.”  (Nahl/75)

……..İslâm’a göre mülk Allah’ın olduğuna göre mükemmel ölçüde temlîk görevi de O’na aittir. Aslında her insan Allah’ın sayısız nimetlerine mazhar olmuştur. Dünyaya gelişimiz başlı başına bir hibe örneğidir. Biz seçilerek gelmişizdir. Bu âlemde her bir varlığın kendisine yüklenen bir sorumluluğu vardır. Âzâlarımızın sağlam oluşu, sâlih bir çevrede yetişmemiz, sâlih eş ve evlatlarımızın oluşu, yaşamak için su, hava, toprak, ateş gibi nimetlerin sunulmuş olması vb. gibi sayısız nimetler bizim açımızdan büyük bir değer ifadesidir.

……..Yaşadığımız imtihan dünyasında her insan varlığın tekâmüle eriştirilmesinde bir parça görev yapmaktadır. Parçalar ise bütünü oluşturur. Allah’ın sonsuz nimetlerine mazhar olan insanın da sahip olduğu nimetleri meşrû bir çerçevede ihtiyaç sahipleriyle paylaşmak gibi ahlâkî bir sorumluluğu vardır. Bunun başında da önceliği kendisine sayısız nimet veren Yüce Varlığı takdir etmek gelir. Bu takdir duygusu¸ hem dil ve hem de fiilî planda gerçekleştirilmelidir. (Bakara/152) Çünkü bize olan hibenin sürekliliği şükür denilen takdir duygusuyla artma kaydeder. Eğer biz Allah’ın hibesi olan malımızın bir kısmını yoksullarla paylaşırsak, malımız artacak; eğer biz, hibe olarak bize verilen ilmimizi toplumla paylaşırsak, ilmimiz artacak; eğer biz, hibe olarak bize verilen zamanımızı faydalı işlerle değerlendirirsek, zamanımıza bereket gelecektir.

……..Sonuç olarak söylemek gerekirse insan da hibe olarak sahip olduğu nimetleri nimet sahibinin beyan ettiği kimselerle paylaşmalıdır. Her ne kadar mutlak anlamda herhangi bir hastaya şifa, bir kısıra çocuk, bir sapığa hidâyet, bir mübtelâya âfiyet veremesek de -ki bütün bunları Yüce Allah vermeye kâdir ve mâliktir- sebeplilik yoluyla katkıda bulunma gibi bir imkânımız her zaman olabilir. İşte ancak o zaman Yüce Allah’ın el-Vehhab ismiyle ahlâklanmış oluruz.  (Yazar: Ramazan ALTINTAŞ)

……..Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

…..Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ESMA DERSLERİ – 24 – EL VEHHÂB (C)

$
0
0

……… Euzübillahimineşşeytanirracim,

……...Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

………“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

………Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 ………“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

………Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

………******************************************************************

………EL VEHHÂB (Gece öyküleri)

………….“Allah, Vehhab’dır. Hak edene etmeyene, karşılıksız ve bol bol ihsan eder. Bu sıfat gereği, çok hibe eder, çok bağışlar. Yarattıklarına, hak sahibi olmadıkları halde nimet yağdırandır. O kahramanlar da Vehhab sıfatıyla hak edene etmeyene bu toprakları bahşedip, aramızdan ayrıldılar.”

……...- “Kuranda Vehhab da geçiyor mu? “

………– “Geçmez olur mu? Sad/9. Ayetinde: “Yoksa Azîz, Vehhab olan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? ” buyrulmaktadır.”

……...- “Hibe ne demek, dede? “

………– “Hukuk dersinde öğrenmediniz mi? ‘Hibe’, ‘bağışlama, bahşiş’ demektir. Hibe etmek, gönlünden koparak vermek ve karşılığında hiçbir şey beklememektir. Hiçbir iş yapmadığımız; emek çekmediğimiz, kuvvet sarf etmediğimiz halde Allah bize aralıksız ihsan ve yardımda bulunur. Yani sürekli inen nimetleri hibe eder.”

………- “Allah, o ismi gereği herkese mi bahşeder? Besmelede geçen ismindeki gibi mi? “

………- “Allah’ın Vehhâb isminin tecellisi, yoktan var ederek, hak edene etmeyene, beklentisiz sunmaktır. Beklentisiz sözcüğüne dikkat et! “

………- Aslında her olmuş olan, Allah’ın izniyle olmuştur. Bulunduğu konuma gelen bazı yaratıklar, çaba sarf ederek yükselmemiş, Allah öyle ihsan etmiştir. Bizim hayvan, bitki veya cansız varlık olarak yaratılmamış olmamız, çaba sarf ederek gerçekleşmemiştir. Allah’ın bizi, en şerefli mahlûkat olarak halk etmiş olması da Vehhab oluşundandır. İnsan olarak yaratılmış olmamızın yanı sıra, İslamiyet’i arayarak bulmak zorunda olmayışımız, Müslüman ana babadan doğup, en güzel dine mensup oluşumuz, Allah’ın en büyük ihsanlarındandır ve Vehhâb isminin tecellilerindendir.

………Allah, dünya ve içindekileri, sadece insanlar için yaratmış, her şeyi ihtiyacımıza sunmuştur. Bütün uzuvlarımız birer bağıştır. Her lütfunun karşılığı olarak sadece ihsanları fark etmemizi ve şükretmemizi istemektedir. Ne kadar şükretsek, hamd etsek azdır!

………İşlediğimiz günahların cezasını hemen vermemesi de bir ihsandır. Af dilememiz ve o günahlardan dönmemiz için süre tanıması, bize fırsat vermesi de bağıştır. Kalplere hükmederek, imanımızın pekişmesi hususunda da yardımcı olması, karşılaştığımız olaylarla yönlendirmesi, rüya kanalıyla uyarması da öyle… Yardımıyla inancımız artıyor, imanın tadını daha fazla almaya başlıyoruz.

………Al-i İmran/8. Ayetinde bakın, ne buyruluyor:

………“(Onlar derler ki) : Rabbimiz bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme! Bize katından bir rahmet ver, şüphesiz sen çok bağış yapansın! ” (A. İmran/8)

………Allah, yasaların ve sebeplerin de melikidir. Dilediği mahlûka bahşeder. Her şey Allah vergisidir! Anlama, kavrama, irade kullanma, ilimle amel etme, hatırlama gibi her şeyi bahşeden Allah’tır! Zaferleri de bahşeden O’dur. Sebep elden, derman Allah’tandır.

………O seferlere çıkılmasını nasip eden, padişahların kumandasında, şanlı ordularımıza galibiyete götüren, onlara art arda zaferler ihsan eden, Yüce Allah’tır. Bu topraklar bizlere o kahraman cengâverlerin armağanı, aslında Allah’ın hediyesidir. Çünkü bizlere, hiçbir karşılık beklemeden bahşedilmiştir. Hangi bir armağanından bahsedeyim? Saymakla biter mi? Allah’a ne kadar şükretsek, yetmez! ”

………Nimetlerin bazıları istihkak ve istidat esası üzerine indirmektedir. Bazıları da Vehhab ismi gereği, Rezzak ve Mukît isimleriyle kullarına verdiklerinin dışında, özel bir takım nimetler olarak bahşeder. Kur’an’da, bahşettiği nimetlerden bazıları geçmektedir. Bazıları, çünkü saymakla bitmez! Peygamberliği, hükümdarlığı, şehitliği, evladı, malı mülkü, hayırla anılmayı ve nicelerini Allah Vehhab sıfatıyla lütfetmiştir.

………Bizler de dualarımızda, O’ndan; fazladan rahmet, zürriyet, mal mülk, hüküm, yol gösterici, yardımcı, şefaatçi ister, salihlerden olmayı dileriz. Duaların en güzeli ve en kolayı; Peygamber Efendimizin istediklerini istemek, sığındıklarından O’na sığınmaktır.” Son sözü söylemek istedim:

………“Padişah huzuruna çıkılır da eli boş dönülür mü? Lâ Vehhabe İllallah! ..” (Onur BİLGE – BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0285)

………*********************************************************************

……...EL VEHHÂB;

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

……...Elhamdülillâhi Rabbil âlemin Esselâtü vesselamü Aleyke yâ Seyyidel evvelîne vel âhirîn ve iza cemîil enbiyayı ver mürselin velhamdülillahi Rabbil alemin.

………İnşallah bugün Allah’ın el Vehhab ismini anlamaya çalışacağız, Allah Vehhab’dır, Allah Kerîm’dir ikram eder, Allah Rezzak’tır rızık verir, Allah Ekrem’dir insanı Kerim yapar, Allah Vehhab’dır hibe eder. Hibe karşılıksız verilen demektir. Vehhab’ta karşılıksız veren demektir. Ama bu karşılıksız denilince sanki Allah’ın hiçbir muradı yokmuş gibi, hiçbir hikmeti yokmuş gibi anlamak doğru değildir. Mutlaka Allah bir şeyi hibe etti ise, ikram ettiyse, karşılıksız onu verdiyse Allah’ın bir muradı vardır.

………Allah’ın Vehhab ismi Kur’an ı Kerîm de 3 yerde geçer, 3 defa Allah’a isnat edilir, toplam 22 sefer bu isim gelir. Vehhab ve hibe kelimesi hepsi de aile ile ilgilidir. Allah aileye hibe eder, karşılıksız ikramda bulunur. Çünkü eğer ailemiz cennet gibi olursa, orada Allah’ın vahyi okunursa, hikmeti öğretilirse, Allah’ın hesabı yapılırsa orada yaşayanlar da ne olur? Allah’a abd olur, kul olur. Evladın ana baba üzerinde ki hakkı, ana babanın evladını Allah’a layıkıyla kul yapması, abd yapmasıdır. En güzel kim evladını yetiştirir, kim Allah’a kul olarak yetiştirmişse onu yetiştiren ana baba onlardır. Kim de evladını bu şekilde yetiştirmişse o ana baba Allah’ın kendilerine emanet ettiği bu evladına en büyük mirası, serveti ona bağışlamış demektir.

……...Eğer böyle değilse, evlat rabbini bilmiyor, tanımıyor, anlamıyor, ona kul, abd olmamışsa bütün dünyayı ona miras olarak bıraksa da onun gideceği yer cehennemdir. O zaman onu yetiştiren anne baba kendilerine Allah’ın verdiği emanete ihanet etmiş, kendi evladına zulmetmiş demektir. Yarın kıyamet günü evladı o ana babasından davacı olur. Bunun için Allah resulü buyuruyor ki;

……...Kıyamet günü kaybedenler, ana babası için derler ki; “Ya rabbi bunlar seni bize tanıtmadı, iman etmemize, sana kul olmamıza vesile olmadılar, bize öğretmediler, örnek olmadılar. Onun için bugün bu ateş azabından onlara iki kat ver.” O evlat kendi ana babası için böyle duada bulunur. Peki, Allah’tan aldıkları cevap nedir? Merak etmeyin hepinize iki kat azab vardır. Yine Allah resulü buyurdu ki; “Bir ana baba için bundan daha acıklı bir durum yoktur. Yemeyip yedirdiğin, içmeyip içirdiğin, giymeyip giydirdiği evladı onlar için cehennemden iki kat azab istiyor.

………Hep beraber bakacağız evlatlarımızı nasıl yetiştiriyoruz dikkat edeceğiz. Allah’ın bize emanet ettiği evlatlarımıza nasıl sadakat gösteriyoruz veya ihanette mi bulunuyoruz. Allah’ın bize teslim ettiği Allah’ın bir kuludur. Onu bir abd olarak, kul olarak yetiştir diye. Ama onlara başka şeyleri dayatırsan senin için hayatta ki en önemli şey dünyayı kazanmaktır dersen, okulu, mesleğini kazanmaktır, işe girmektir dersen, ona sırat-ı Müstakimi değil, kendine göre başka bir yolu göstermiş olursun. Onun için bize düşen evlatlarımıza bana itaat et, bana saygı göster, beni sev demek değildir.

………Ne demek lazım? Allah’a itaat et, Allah’ı sev, Allah’a teslim ol. Zaten Allah’a teslim olur Allah’ı severse seni sevmemesi, itaat etmemesi mümkün değildir. Hem sizi bir ana baba olarak hem de yine sizi Allah için sever. Bu sevgi bambaşka bir sevgidir, böyle bir saygı da bambaşka bir saygı olur, edep olur.

………Hz. İbrahim, Hz. İsmail’i kurban etmeye kalkışırken önce ona soruyor, ne diyor?

………{{Felemma beleğa maahüs sa’ye ya büneyye inniy era fiyl menami enniy ezbehuke fenzur mazâ tera. kale ya ebetif’al ma tü’mer* setecidüniy inşaAllâhu minas sabiriyn; (Saffat/102)

………Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin? dedi. O da cevaben: Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun, dedi.}}

………Yavrum diyor ben rüyada, -Rüya demek rü’yet görmek demektir- ben seni kurban ettiğimi görüyorum. Soruyor, acaba nasıl bir tepki alacak. Ne dedi Hz. İsmail? Babacığım emr olunduğunu yap, inşallah beni sabredenlerden bulursun.

………10 yaşında çocuk, kim yetiştirmiş? Hz. İbrahim. Evlat böyle yetiştirilir. Ne dedi? İstediğini yap demiyor, Allah’ın sana emrettiğini yap. Rabbini biliyor, biliyor ki rabbi sübhandır, yanlış yapmaz, eksik yapmaz. Biliyor ki kendisi bütünüyle Allah’a aittir, Allah’a teslim olmuş, bütünüyle Allah’a tevekkül ediyor, mümin, güveniyor.

………Vehhab; karşılıksız veren demekti, karşılıksız ikram eden. Ama ikram ederken, hibe ederken mutlaka Allah’ın bir muradı vardır. Allah’ın insanı yaratmış olması insana karşılıksız bir hibedir, Vehhab isminin tecellisidir. Ama Allah’ın insan üzerinde bir muradı vardır. Varlığı onun hizmetine vermiş olması karşılıksız bir hibedir, yani insanın orada ne duası vardır, ne isteği vardır, ne de herhangi bir çabası, gayreti emeği vardır.

………Mesela Allah güneşi yaratmış insanı ısıtıyor, aydınlatıyor. Bununla beraber bütün mahlûkat güneş olmazsa var olmaz, yani hayatını sürdüremez. Ama hepsi insanın hizmetindedir, bu insanoğluna yapılmış genel bir ikramdır.

……...Bir de Allah kullarından bir kısmına özel olarak ikramda bulunur, hibe eder. Hibe iki çeşittir. 1 – Zahiri hibe, 2 – Manevi hibe. Allah hibeyi kime yaptığını beyan ediyordu? İbrahim ailesine, Musa ailesine, Zekeriya ailesine, Meryem ailesine, Davud ailesine, Süleyman ailesine, Yunus ailesine bir de ResulAllah efendimizin ailesine Allah evlat hibe ettiğini beyan ediyordu. Demek ki evlat hibe imiş. Bununla beraber evlat insanın aynı zamanda salih ya da salih olmayan amelidir. Bu her zaman insanın elinde olan bir şey değildir.  Allah peygamber ailesinden de olsa bazen mesela Nuh AS. ailesinden Kenan gibi iman etmeyen birini çıkarabilir. Aynı şekilde Hz. İbrahim’in de Azer gibi müşrik bir babadan çıkarır. Lût AS. ın hanımı da iman etmemişti.

………Kişi iman etmeyebilir, yani Allah irade vermiş ama Allah güzel yapanlara, kendi rızasını gözetenlere hibe eder. Neyi hibe eder? Salih evlat hibe eder. Cennete dönmüş bir evde salih evlat yetişir. Allah’ta o aileye hibe eder, ikramda bulunur. Böyle bir şey ailece Allah’a kul olmaya, abd olmaya, rablerini tanımaya çalıştıkları için Allah onlara hibe eder. Sadece evladı değil, zahiri olarak ta hibe eder, ikramda bulunur.

………Bu durumda Allah’ın hibesini, Allah’ın Vehhab isminin tecellisini almak kulun çabasına, gayretine göreymiş. Yani durup dururken Allah hibe etmiyor. Hibe ederken O’nun bir muradı vardır.

………Vehhab kendisinden karşılıksız istenen zat, hiçbir ödemede bulunmadan, bir bedel ödenmeden kendisinden istenilen zat demektir. Yani ya rabbi ben şunu bunu yaptım bana ikram et, Vehhab isminle tecelli edip hibe et değil. Hiçbir şey yapmamışım ama sen Vehhab’sın, karşılıksız da verensin. Sen bana ikramda bulunursan ben de şunu şöyle yaparım dediğinde El Vehhab olan Allah’tan tecelli etmesini istemiş olursun.

………Doğrusu baktığımızda birçok Allah dostu, Allah’ın diğer isimleri ile beraber en çok Vehhab ismini kendisine vird edinmiş onu zikrediyor. Bütün isimler hepsi birbiri ile bağlantılıdır, beraber tecelli ederler. Allah Vehhab’dır bunula beraber aynı zamanda Hakk tır. Yani mutlaka bir muradı vardır, hibe etmesi boşuna, sebepsiz değildir.

………Kur’ân da Allah’ın hibesidir. Göndermiş olduğu bütün nebiler, bütün Resulller aynı şekilde Allah’ın hibesidirler. Yani bu bir çaba bir gayret sarf etmeden Allah’ın ikram ettiği, hibe ettiği nimetlerdir. Onlar da aynen güneş gibidirler. Gönül âlemini aydınlatırlar, yol gösterirler. Bununla beraber manevi olarak ta ısıtırlar, imana vesile olur, muhabbete, ebedi hayatı kazanmaya sebep olur vesile olur. Kıyamete kadar gelen ve gelecek olan Mürşid-i Kâmillerde aynı konumdadır, mesele doğru görebilmektir. Onun Allah’tan bir hibe olduğunu görebilip anlayabilmektir. Eğer kendisine baktığı gibi ona bakıp kendisi gibi zannederse onu Allah’tan bir hibe olarak görüp verdiğini kabul edip almazsa yani onunla yolunu bulmazsa, gönü onunla beraber Allah’ın ayetleri ile gönlünü aydınlatmazsa, onu kendisine örnek almazsa, onun gibi yapmaya, onun gibi olmaya çalışmazsa ne yapmıştır? Allah’tan en büyük hibeyi kabul etmemiş demektir. Bunu görmeyip anlamayınca böyle bir nimete şükretme ihtiyacı da duymaz.

………Fakat duyarsa ve anlarsa ne olur? Bunu anlarsa onunla, Allah’ın o hibesiyle beraber Hz. İnsan olur, ebedi hayatını kazanır, cenneti kazanır, Allah’ın rızasını kazanır, dünyası huzurla dolar, huzurlu yaşar. Hem kendi gönül âleminde hem ailesinde, hem bulunduğu yerlerde huzurlu olur, huzur verir. Ama eğer o kendini bundan mahrum ederse Allah’ın hibesini kabul etmemiş, Allah’ın Vehhab isminin tecellisini anlamamış demektir. Kur’an Allah’ın hibesidir dedik, peygamberlerde Allah resulü de canlı Kur’an dır. Yani Kur’an ın müşahhas hali, şahsiyete dönüşmüş halidir. Bu yüzden Allah Resulü buyurdu ki;

………“Kur’an ile insan ikiz gibidir” Tabii insan denilince Hz. İnsanı anlamalıyız Kur’an onun, Hz. İnsanın üzerinde görülür, onun üzerinde anlaşılır, tanınır.

………Allah’ın Vehhâb ismi ile ilgili ayetleri birlikte anlamaya çalışalım inşaAllah.

………{{HUvelleziy enzele aleykel Kitabe minhu ayatun muhkematun hünne Ümmül Kitabi ve uharu müteşabihat* fe emmelleziyne fi kulubihim zeyğun feyettebiune ma teşabehe minhübtiğael fitneti vebtiğae te’viylih* ve ma ya’lemu te’viylehu illAllâh* ver Rasihune fiyl ılmi yekulune amenna Bihi küllün min ındi Rabbina* ve ma yezzekkeru illâ ulül elbab; (A. İmran/7)

………“HÛ”dur; ki sana inzâl ettiği BİLGİ (Kitap) işaretlerinin bir kısmı muhkemdir (açık – net anlaşılır hükümler ihtiva eden), bilginin (Kitabın) anası – temelidir; diğerleri de müteşabihâttır (teşbih – misal benzetme yollu anlatım). Kalplerinde zey (art niyetli, olayı saptırmak isteyen düşünceye sahip) olan kişiler, fitne amaçlı tevilini (yorumunu – neye işaret ettiğini) yapmak üzere müteşabih olanlarıyla hükmederler. Bunların tevilini (kesin olarak ne kastedildiğini) ancak Allâh bilir. İlimde Rasih olanlar (derinlikli düşünenler): “İman ettik, onların tamamı Rabbimizin indîndendir” derler. Öze ermişlerden (Ulül Elbab) başkası bunu anlayamaz. (Meal*A. Hulusi)

………HUvelleziy enzele aleykel Kitabe kitabı sana indiren O’dur. minhu ayatun muhkematun hünne Ümmül Kitab O’nun ayetlerinden bir kısmı muhkem ayetlerdir. Muhkem ayet, manası apaçık belli olan, hüküm içeren ayetlerdir. ve uharu müteşabihat gerisi de müteşabihattır. Yani Allah örnek vererek, benzetme yaparak anlatmış, anlaşılmayan bir şeyi insanın anlayabileceği bir örnekle anlatmak demektir müteşabihat.

………fe emmelleziyne fi kulubihim zeyğun kalplerinde eğrilik, hastalık bulunanlar feyettebiune ma teşabehe minhübtiğael fitneti vebtiğae te’viylih kalplerinde hastalık bulunanlar müteşabih olan ayetler ilgili yorumlar yapmaya çalışıyorlar. Neden bunu yapıyorlar? Fitne çıkarmak için keyfine göre kafasına göre yorumlayarak, onun te’vilini yapmaya kalkışıyor.

………ve ma ya’lemu te’viylehu illAllâh* ver Rasihune fiyl ılmi Onun te’vilini ancak Allah bilir, bir de din de rasih olanlar, ilimde derinleşmiş olanlar manasını bilir. yekulune amenna Bihi küllün min ındi Rabbina derler ki hepsi rabbimizin katındandır ve biz de iman ettik. Anlamayınca iman olmuyor, ancak anlayanlar iman eder. Yoksa biz bu ayetleri anladık diğer ayetleri anamıyoruz o zaman o diğer ayetlere iman etmemize gerek yoktur denemez. Ne demesi lazım? Öğrenmesi, anlaması lazım. Kimden? İlimde derinleşmiş olan Rasihun alimlerinden öğrenmesi lazım, sonra da bunların hepsi rabbimizin katındandır tümüne iman ettik demesi lazımdır. ve ma yezzekkeru illâ ulül elbab bunu ancak gönül sahipleri, ulül elbab, yani kalbi diri, gönlü ölmemiş, imanla diri olanlar bunu düşünüp anlar.

………{{Rabbenâ lâ tuzığ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünKE rahmeten, inneKE entel Vehhâb; (A. İmran/8)

………Rabbimiz, bize hidâyet ettikten (hakikati gösterip idrak ettirdikten) sonra şuurumuzu (nefsaniyete – egoya) döndürme ve bize ledünnünden bir rahmet bağışla. Muhakkak sen Vehhâb’sın. (A. Hulusi)}}

………Rabbenâ lâ tuzığ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ derler ki rabbimiz bize hidayet geldikten sonra kalbimizi eğriltme, eğrilmesine müsaade etme. Allah bunu mü’minlere, Müslümanlara öğretiyor. Allah’ın ayetlerini okunurken korkuyor ve kalbinin sapmasından endişe ediyor. Duaları neymiş? Ya rabbi, bize hidayet geldikten sonra kalbimizi eğriltme. ve heb lenâ min ledünKE rahme Allah’tan hibeyi istedi, neyi hibe et dedi? Katında bize rahmet ver dedi. inneKE entel Vehhâb Sen Vehhab’sın.

………Allah’ın Vehhab ismi burada neyle ilgili olarak geldi? Kur’an ile. Mü’minler Allah’tan rahmeti istemeli, bize rahmeti hibe et demelidir ki iman ettikten, hidayete erdikten sonra senden başka tarafa dönmeyelim, hidayeti, imanı kaybetmeyelim, kendi kafamıza, nefsimize ya da birilerine göre ayetlerini yorumlayıp, kendimize uydurup sapmayalım, rahmetinden mahrum kalmayalım diyerek Allah’tan rahmetini hibe etmesini istemelidir.

………{{Ma semı’na Bihazâ fiyl milletil ahireti, in hazâ illahtilak; (Sad/7)

………“Bunu önceki milletlerden işitmedik! Bu (TEKLİK anlayışı) ancak bir uydurmadır!” (A. Hulusi)}}

………Ma semı’na Bihazâ fiyl milletil ahire Müşrikler bunu ResulAllah efendimiz için söylüyorlardı; Biz bundan önce ne bir milletten ne de başkalarından, ne büyüklerimizden bunu işitmedik. in hazâ illahtilak bu sadece onun söyledi bir uydurmadır.

………{{Eünzile aleyhiz Zikru min beynina* bel hüm fiy şekkin min ZikrİY* bel lemma yezûku azâb; (Sad/8)

………“Hem Zikir (hakikati hatırlatma), aramızdan O’na mı inzâl olundu?”… Hayır! Onlar Zikrimden (hakikati hatırlatmamdan) kuşku içindeler! Hayır, onlar benim (gerçeği fark ettiren) azabımı (ölümü) henüz tatmadılar! (A. Hulusi)}}

………Eünzile aleyhiz Zikru min beynina aramızdan zikir, Kur’an ona mı verilmiş bel hüm fiy şekkin min ZikrİY Hayır dedi Allah onlar ayetlerimiz hakkında şüphe içindedirler bel lemma yezûku azâb onlar daha azabımızı tatmamışlar, ayetlerimizi inkâr etme azabının ne olduğunu bilmiyorlar.

………{{Em ‘ındehüm hazainu rahmeti Rabbikel Aziyzil Vehhâb; (Sad/9)

………Yoksa Aziyz, Vehhâb olan Rabbinin rahmet hazineleri (nimetleri) onların indînde mi? (A. Hulusi)}}

………Em ‘ındehüm hazainu rahmeti Rabbikel Aziyzil Vehhâb Allah; yoksa dedi Azîz ve Vehhâb olan Allah’ın rahmet hazineleri onların yanında mı? Allah kime peygamberlik verir, kime kitap indirir, kime vahyeder bu rahmet onların yanında mı? Oysaki bu Azîz ve Vehhab olan Allah’a aittir, O hibe eder. Kime hibe eder? O şerefi, o izzeti hak edene hibe eder, ikram eder. Hibe ederse ne olur? O da hibe eder. O da Allah için hayatını ümmeti için hibe eder. Onun için kul hiçbir zaman Vehhab olamaz, yani Allah’ın Vehhab ismi ile tecelli etmesi gibi Vehhab olmaz. Kul neyi verirse versin, neyi hibe ederse etsin, Allah yolunda neyi kurban ederse etsin mutlaka bir karşılık bekler. Neyi bekler? Allah’ın rızasını bekler, Allah’ın kendisini affetmesini, mağfiret etmesini bekler, kendisine rahmet etmesini bekler, cennetini ikram etmesini bekler. Ne yaparsa yapsın mutlaka onun karşılığını bekler. Yani hiçbir zaman karşılıksız hibe edemez, bu yüzden de hiçbir zaman El Vehhab olamaz.

………Fakat Allah hibe ederken kulundan karşılık beklemez ama bir muradı vardır. Allah’ın insanı yaratmış olması tamamen saf hibedir yani el Vehhab isminin tecellisidir. Ama el Vehhab ismi tek başına tecelli etmiyor, yukarıda okuduğumuz ayette gördüğümüz gibi rahmetiyle tecelli ediyor. Allah’ın vahyi olarak, Kur’an olarak tecelli ediyordu. Peygamberler de peygamber olarak tecelli ediyordu, evlat olarak tecelli ediyordu.

………{{Kale Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ yembeğıy liehadin min ba’diy* inneKE ENTEl Vehhâb; (Sad/35)

………“Rabbim beni mağfiret et (birimselliğimi ört) ve bana, benden sonra kimseye gerekmeyecek (bana has) bir özellik hibe et… Muhakkak ki sen Vehhâb’sın” (diye dua etti).(A. Hulusi)}}

………Kale Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ yembeğıy liehadin min ba’diy* inneKE ENTEl Vehhâb Bu Hz. Süleyman’ın duasıdır. Ne dedi? Rabbim beni mağfiret et, bana öyle bir mülk ihsan et ki benden sonra hiç kimseye ihsan etmemiş olasın. Muhakkak ki se Vehhab’sın, verdin mi verirsin ben bunu hak ettiğim için değil duam budur dedi. Allah bu duayı kabul etti mi, evet. Hz. Süleyman’a verdiği mülkü daha sonra hiç kimseye vermedi. Hiçbir nebi, hiçbir resul de onun gibi hükmetmedi. Allah cinleri, şeytanları, hayvanatı, rüzgârı onun emrine vermişti.

………{{Hünalike de’â Zekeriyya Rabbehu, kale Rabbi heb liy min ledünKE zürriyyeten tayyibeten, inneKE Semiy’ud du’â’; (A. İmran/38)

.……..Aynı yerde Zekeriyya Rabbine dua etti: “Rabbim, bana ledünnünden (rahmeti sonucu özel melekî kuvve açığa çıkışıyla) tertemiz bir nesil hibe et. Sen kesinlikle duamı işitensin (yönelişimi algılayansın).” (A. Hulusi)}}

………Hünalike de’â Zekeriyya Rabbehu Zekeriya AS. Kudüste ki mescidin mihrabında rabbine dua etti. kale Rabbi heb liy min ledünKE zürriyyeten tayyibeten dedi ki rabbim bana zürriyetimden temiz bir evlat ihsan eyle inneKE Semiy’ud du’â’ muhakkak ki sen duaya icabet edensin, işitensin. Allah’ta ikram etti mi? Evet Allah evlat ikram ettiğini müjdeledi.

………FenadethülMelaiketü ve huve kaimun yusalliy fiyl mıhrabi, ennAllâhe yübeşşiruke Bi Yahya musaddikan Bi Kelimetin minAllâhi ve seyyiden ve hasuran ve Nebiyyen minassalihıyn; (A. İmran/39)

………O mabette Rabbine yöneliş hâlindeyken, melâike Ona nida etti: “Allâh’tan sana Bi-kelimeyi (İsa – özel kuvvelerin açığa çıktığı Allâh kelimesini) tasdik edici, seyyid (kuvvelerinin efendisi), hasur (nefsaniyetini kontrol eden) sâlihlerden bir Nebi olarak (varlığındaki Hakk’ı yaşayan) Yahya’yı müjdeler.” (A. Hulusi)

………Kale Rabbi enna yekûnu liy ğulamun ve kad beleğaniyel kiberu vemraetiy akır* kale kezâlikÂllahu yef’alu ma yeşa’; (A. İmran/40)

………Dedi: “Rabbim, benim nasıl oğlum olur! İhtiyarlamışım, üstelik de karım kısır!” Buyurdu: “(Şartların) öyle ama… Allâh dilediğini yapar!” (A. Hulusi)

………Sonra Zekeriya AS. Dedi ki ya rabbi benim evladım nasıl olur ben yaşlanmışım, hanımım da kısırdır. Hem kendisi istiyor hem de bu nasıl olur diyor..! Ama burada hibe et, çünkü sen Vehhab’sın dedi. Yani imkânsız da olsa sen yaratırsın, dilersen verirsin yani.

………Allah’a, el Vehhab ismi ile dua edenlere baktığımızda hepsi de aşk halinde dua etmişlerdir, akılla değil. Akıl devrederken dua etmemişlerdir, aşk haline bürünmüş, bir anda öyle bir hal almış ki sanki akıl durmuş, devreden çıkmış gibi aşkla, muhabbetle birebir rabbinden istemişler. Yani akıl devrede iken kendisi de biliyor ki yaşlıdır, hanımı da kısırdır, normal olarak çocuğunun olması mümkün değildir. Bu halde iken bana bir evlat ver diyor. Aklı devrede olsa bunu söylemeyecek. Ama Allah onu müjdeleyince aklı başına geliyor inanamıyor. Ama nasıl olur ya rabbi diyor, ben yaşlıyım, hanım da kısırdır. Bu şartlar altında çocuğumuz nasıl olur?

………Allah ne buyurdu? Evet söylediklerin doğrudur, öyledir ama Allah dilediğini yapar. Biz bir şeye ol dediğimizde o olur. Sen istedin ben de kabul ettim, hibe ettim. Sen bana Vehhab’sın dedin, yani şartlar müsait olmasa da ben verdim.

………{{Ve vehebna lehu İshaka ve Ya’kub* küllen hedeyna* ve Nuhan hedeyna min kablü ve min zürriyyetihi Davude ve Süleymane ve Eyyube ve Yusufe ve Musa ve Harun* ve kezâlike neczil muhsiniyn; (En’am/84)

………Biz Ona (İbrahim’e) İshak’ı ve Yakup’u bağışladık… Hepsine hidâyet ettik (hakikati bildirdik). Daha önce Nuh’a ve Onun zürriyetinden Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a da hidâyet etmiştik… Muhsinleri böyle mükâfatlandırırız. (A. Hulusi)}}

………Ve vehebna lehu İshaka ve Ya’kub Bu da Hz. İbrahim içindi; Biz ona İshak’ı ve Yakub’u hibe ettik. küllen hedeyna hepsini de hidayete erdirdik ve Nuhan hedeyna min kabl ondan önce Nûh’u da hidayete erdirmiştik ve min zürriyyetihi onun zürriyetini de hidayete erdirdik. Davude ve Süleymane ve Eyyube ve Yusufe ve Musa ve Harun* ve kezâlike neczil muhsiniyn; biz bu peygamberlerin, nebi ve Resullerin hepsini hidayete erdirdik. Her birine evlatlarını hibe ettik, bir de bunları Muhsinler, güzel yapanlar kıldık. İşte biz Muhsinleri, güzel iş yapanları böyle mükâfatlandırırız. Yani soylarından gelecek olan evlatları hidayete erdiririz.

………{{Rabbi innehünne adlelne kesiyren minen Nas* femen tebi’aniy fe innehu minniy* ve men asaniy feinneKE Ğafûrun Rahıym; (İbrahim/36)

………“Rabbim… Muhakkak ki onlar (tanrı edinilenler) insanlardan pek çoğunu saptırdılar… (Artık) kim bana tâbi olur ise, muhakkak ki o bendendir… Kim de bana isyan eder ise, muhakkak ki sen Ğafûr’sun, Rahıym’sin.” (A. Hulusi)}}

………Rabbi innehünne adlelne kesiyren minen Nas Rabbim dedi onlar insanların bir çoğunu saptırdılar, yoldan çıkardılar femen tebi’aniy fe innehu minniy onlardan her kim ki bana tabi olursa o bendendir. ve men asaniy her kimde bana asi olursa feinneKE Ğafûrun Rahıym; Sen Ğafûr ve Rahîm’sin. İşi sana kalmış, istersen mağfiret edersin, rahmet edersin. Senin kulundur, onlar hakkında ben hüküm veremem, fikir beyan edemem. Ama bana uyanlar bendendir.

………Kim söyledi bunu? Hz. İbrahim. Onun için eğer bir peygamber böyle söylüyorsa bir başkası çıkıp bana uyanlar bendendir gerisini helak et diyemez. Ne demesi lazım? Bunlar bana uymuş, bendendir, hesapları bana aittir demektir. Ama bana uymayanlar için sen Ğafûr ve Rahîm’sin, hüküm senindir. Hz. İbrahim hüküm verseydi ne olurdu? Haddini aşmış, rabbine saygısızlık yapmış olurdu. Konuşan Hz. İbrahim olunca ne söylediğini biliyor. Onlar kâfir, müşrik, putperesttir cezalarını ver, helâk et demedi. Onlar senin kullarındır, sen Ğafûr ve Rahîm’sin dedi.

………{{Ve inniy hıftül mevaliye min veraiy ve kânetimraetiy ‘akıren feheb liy min ledünKE Veliyya; (Meryem/5)

………“Muhakkak ki ben, arkamda kalacakların neler yapacağından korkarım. Karım ise zaten kısır! O hâlde ledünnünden bana bir velî hibe et.” (A. Hulusi)}}

………Ve inniy hıftül mevaliye min veraiy Bu da Zekeriya AS. Duasıydı ben arkamdan benim yerime geçecek olan akrabalarım için endişe ediyorum. ve kânetimraetiy ‘akıren Benim hanımım da kısırdır feheb liy min ledünKE Veliyya ama benden, beni temsil edecek bir veli istiyorum.

………{{Felemma’tezelehüm ve ma ya’budune min dûnillâhi vehebna lehu İshaka ve Ya’kub* ve küllen ce’alna Nebiyya; (Meryem/49)

………(İbrahim) onlardan ve onların Allâh dûnundaki yöneldiklerinden uzaklaşınca, Ona İshak’ı ve Yakup’u hibe ettik… Hepsini Nebi oluşturduk! (A. Hulusi)}}

………Felemma’tezelehüm ve ma ya’budune min dûnillâh İbrahim Allah’tan başka ne zaman hem onlardan hem de onların taptıklarından uzaklaştığında vehebna lehu İshaka ve Ya’kub biz ona İshak’ı ve Yakub’u hibe ettik. ve küllen ce’alna Nebiyya bir de onların her birini nebi kıldık. Bu da babanın kendi evlatlarına olan ikrama vesile olmasıdır.

………{{Ve vehebna lehüm min rahmetiNA ve ce’alna lehüm lisane sıdkın ‘aliyya; (Meryem/50)

………Onlara rahmetimizden hibe ettik ve onlarda Sıddıkiyet (Hakikati yaşayarak tasdik) ilminin yüce anlatım kuvvesini oluşturduk. (A. Hulusi)}}

………Ve vehebna lehüm min rahmetiNA biz bunlara rahmetimizden hibe ettik ve ce’alna lehüm lisane sıdkın ‘aliyya bir de bunlara doğruluk, sadakat lisanı verdik. Sadece sadık olması değil, hem sadık oldular hem de bu sıdkıyeti anlattılar, takdim ettiler.

………Ve vehebna lehu min rahmetiNA ehahu Harune Nebiyya; (Meryem/53)

………Biz Musa’ AS.. da rahmetimizden kardeşi Harun’u Nebi olarak hibe ettik. Bu da Hz. Musa’nın duasıydı. Ne demişti?

………{{Ve ehıy Harunu huve efsahu minniy lisanen feersilhu me’ıye rid’en yusaddikuniy* inniy ehafü en yükezzibun; (Kasas/34)

………“Kardeşim Harun var ya, lisan itibarıyla o benden daha rahat konuşur! Onu, destekleyici olarak benimle birlikte irsâl et. Şüphesiz ki ben, yalanlamalarından korkuyorum.” (A. Hulusi)}}

………Dilim biraz ağırdır, kardeşim Harun’u bana yardımcı olarak, işime ortak olarak ver diye dua etti. Allah’ta ona yardımcı, vezir olsun diye nebi olarak hibe ettik.

………{{Ve vehebna lehu İshak* ve Ya’kube nafileten, ve küllen ce’alna salihıyn; (Enbiya/72)

………Biz Ona İshak’ı bağışladık, fazladan da Yakup’u verdik… Hepsini sâlihler kıldık. (A. Hulusi)}}

………Ve vehebna lehu İshak* ve Ya’kube nafileten, ve küllen ce’alna salihıyn Yine Hz. İbrahim için buyurdu; Biz ona İshak’ı, Yakub’u hibe ettik, hepsi Salihlerdendi.

………{{Festecebna lehu, ve vehebna lehu Yahyâ ve aslahna lehu zevceh* innehüm kânu yusari’une fiyl hayrati ve yed’unena rağaben ve raheba* ve kânu leNA haşi’ıyn; (Enbiya/90)

………Biz de icabet ettik, Ona Yahya’yı hibe ettik ve karısını Onun için ıslah ettik (çocuk doğurmak için uygun hâle getirdik)… Muhakkak ki onlar hayırlı işlerde yarışırlar; ümitle ve korkarak bize dua ederlerdi, huşû duyarlardı.(A. Hulusi)}}

………Festecebna lehu, ve vehebna lehu Yahyâ Biz Zekeriya AS. ın duasına icabet ettik ve ona Yahya’yı hibe ettik. ve aslahna lehu zevcehu onun kısır olan hanımını da çocuk doğurmaya elverişli kıldık innehüm kânu yusari’une fiyl hayrat onlar hayır işlerinde yarışırlardı. -Allah hibe etmenin gerekçesini izah ediyor. Hayır işlerinde yarışırlar.- ve yed’unena rağaben ve raheba bir de umutla, korkuyla bize dua ederlerdi. ve kânu leNA haşi’ıyn onlar bize karşı haşyet içindeydiler.

………{{Velleziyne yekulune Rabbena heb lena min ezvacina va zürriyyatina kurrete a’yunin vec’alna lil müttekıyne imama; (Furkan/74)

………Onlar ki: “Rabbimiz… Eşlerimizden (veya bedenlerimizden) ve evlatlarımızdan (bedenî çalışmalarımızın semeresinden) göz aydınlığı (cennet yaşamını) oluşturacakları bize ihsan et; bizi, korunmak isteyenlere uyulası önder kıl” derler. (A. Hulusi)}}

………Velleziyne yekulune Rabbena heb lena min ezvacina va zürriyyatina kurrete a’yunin mü’minler şöyle dua ederler. ”Rabbimiz bize lütfunla, ikramınla bize hibe et. Eşlerimizden ve çocuklarımızdan bizim için göz aydınlığı olacak evlatlar ihsan et.”. vec’alna lil müttekıyne imama bizi ve evlatlarımızı muttakilere imam kıl. Yani sıradan insanlara, cemaatlere imam değil Muttakilere imam, önder, rehber kıl.

………Ayette görüldüğü gibi mü’minler, muttaki olarak yetişen evlatlar istiyor. Bu durumda bize düşen, evlatlarımızı muttakilere imam olacak şekilde yetiştirmemiz, Allah’tan duamızın da bu olması lazım. Yani Allah’tan evlat isterken böyle evlat istemek lazım. Tabii yetiştirirken de böyle muttakilere imam olacak şekilde yetiştirmek lazım.

………Ve vehebna li Davude Süleyman* nı’mel abd*innehu evvab. (Sad/30)

………Aynı şekilde Davud’a Süleyman’ı hibe ettik o ne güzel kuldu. O tesbih edip Allah’a yönelirdi buyurdu.

………Eyyub AS. için buyurdu;

………{{Vezkür ‘abdena Eyyub* iz nada Rabbehu enniy messeniyeş şeytanu Bi nusbin ve azâb; (Sad/41)

………Kulumuz Eyyub’u da zikret (hatırla)… Hani Rabbine: “Muhakkak ki şeytan (kendimi beden olarak hissediş) bana bitkinlik ve azap yaşattı” diye nida etti.

………Ürkud Bi riclik* hazâ muğteselün baridün ve şerab; (Sad/42)

………“Ayağını (hakikatinden kaynaklanan kuvveyle) yere vur! İşte yıkanıp, içeceğin serinletici su (hakikatin ilmi)!” (dedik).

………Ve vehebna lehu ehlehu ve mislehüm meahüm rahmeten minNA ve zikra liülil elbab; (Sad/43)

………Ona, bizden bir rahmet ve derin düşünebilen akıl sahipleri için hatırlatma olarak, ehlini ve onlarla birlikte onların mislini hibe ettik.(A. Hulusi)}}

………Ve vehebna lehu ehlehu ve mislehüm meahüm rahmeten minNA Biz Eyyub’a hem onun ehlini bir de mislini ihsan ettik, ikram ettik tarafımızdan bir rahmet olarak ve zikra liülil elbab gönül sahipleri için ikram olsun, ibret olsun diye.

………Allah’ın El Vehhab isminin, Allah’ın hibe etmesinin geçtiği ayetleri anlamaya çalıştık. Kulun da Vehhab olması gerekir mi? Evet. Nasıl ki Allah’ın hibesinde bir muradı varsa – ki muradı neydi? Salih evlatların yetişmesi idi, Muttakilere önder yetişmesiydi, salih yetişmesiydi-  hibeyi de hep bunlara yapmıştı.

………Kul nasıl Vehhab olur? Öncelikle kul her neyi yaparsa yapsın o mutlaka kendisine geri döner. Allah zerre kadar yapılmış bir hayrı asla boşa götürmez buyurdu. Hatta ayeti kerimede buyurdu ki;

………{{Ya büneyye inneha in tekü miskale habbetin min hardelin fetekün fiy sahretin ev fiys Semavati ev fiyl Ardı ye’ti BihAllâhu, innAllâhe Latıyfün Habiyr; (Lokman/16)

………“Ey evladım… Muhakkak ki o (yaptığın şey), bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde yahut semâlarda yahut arzın içinde olsa, Allâh onu (hakikatinin sonucu olarak) getirir… Muhakkak ki Allâh Latiyf’tir, Habiyr’dir.” (A. Hulusi)}}

………Yaptığın iyilik hardal tanesi kadar olmuş olsa bile, ister göklerde olsun, ister yerin dibinde olsun, ister bir kayanın içinde olsun Allah onu mutlaka karşına getirir buyurdu. Bu durumda hibe etmesi söz konusu değildir. Hibe ederken karşılığında kat kat Allah’tan alır. En az on katını alır sonra Allah kendisinden ilave eder ikram eder. Ama hibeyi yapan kazanır.

………Kul nasıl hibe etmelidir? Hibe ederken karşısındakinden bir teşekkür bile beklememelidir. Çünkü Allah mü’minleri anlatırken onlar fakirleri doyururken derler ki; Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz. Bunun karşılığında sizden herhangi bir ücret istemediğimiz, beklemediğimiz gibi herhangi bir teşekkür de beklemiyoruz. Buyurdu. Mü’min budur. Kimin için yapmış? Allah için. Karşılığını Allah’tan istiyor, Allah’tan bekliyor.

………Kimse Allah’a bir şey hibe edebilir mi? Edemez. Hibe ederse yani kurban ederse ne olur? Dünyayı verir ama ahireti alır. Canını verince neyi alır? Can deyince onu sadece ölmek olarak anlamamak gerekiyor, hayatını verince, hayatını Allah yoluna vakfedince. Sıra Allah’ın Şehîd ismine geliyor inşallah. O zaman bunu anlamaya çalışacağız.

………Eğer vaktini, hayatını, zamanını Allah için Allah yolunda sarf ederse ne olur? Hayatını imanına şahit kılmış olur. Her gün şehit sevabı alır demektir bu. Şehit olmak için yaşamak gerekiyor ölmek değil.

………Allah yolunda kurban diyoruz, kurban deyince de ne anlamak gerekiyor? Kurb; yakınlık demektir. Hangi amelimiz bizi Allah’a yaklaştırdıysa bizim kabul olmuş kurbanımız odur. Kurban keseriz ama onunla belki Allah’a yaklaşmayabiliriz. Ama iki rekât namaz kılarız, iki kere Allah deriz, bakarsınız ki o bizi Allah’a yaklaştırmış. İşte bizim asıl kurbanımız o olmuş olur.

………Aynı şekilde bir yanlışı terk ederiz o yanlışı terk ettiğimizden dolayı Allah’a yaklaşırız. Bizim en büyük kurbanımız, bizi en çok Allah’a yaklaştıran amelimizdir, ya da terk ettiğimiz nefsimizin kötü halidir.

………İnsana hibe eden mutlaka kazanır, yani hibe etmek karşılığında insandan hiçbir şey beklememek demektir. Ama karşılığını Allah’tan bekler, beklemelidir Allah’ın bir verene bin vereceğini bilir, çünkü Vehhab olan O’dur. Sen onun için O’nun verdiğinden O’nun kullarına hibe edince Vehhab olan Allah’ta senin için tecelli edip sana daha fazlasını hibe eder.

………Mesela burada toplanıp Allah dedik, ibadet yaptık, rabbimizin el Vehhab ismini anlamaya çalıştık. Allah bunu bize hibe etti. Bir de ben geldim burada seni anlamaya, anlatmaya çalıştık şimdi bana ikram edin dersek nasıl bir şey olur? Sen gelip kazandın zaten, Hz. İnsan olmaya bir adım daha yaklaştın, biraz daha rabbini tanıdın, sevgisini kazandın. Gönlündeki güzellikler bir derece daha artmış oldu yani hibeyi aldın zaten. Bunun için Allah’tan karşılık istenir mi, beklenir mi? Bütün ibadetler için bu böyledir. Hepsi Allah’ın ikramıdır, hibesidir. O el Vehhab’dır, isimleri ile tecelli eder. Rahmet olarak tecelli eder, rızık olarak tecelli eder, af ve mağfiret olarak tecelli eder, günahını sevaba çevirerek tecelli eder ama hibe şeklindedir.

………Fakat bunun bir hikmeti vardır. Nedir o? Kulum kazansın, Hz. İnsan olsun, o makamı kazanması kolay olsun, Allah’ın güzellikleri onun üzerinde tecelli etsin diyedir. Bu nedenle hibe eder. Zahiri olarak hibe eder, manevi olarak hibe eder. Ama kul bunun farkında olmazsa ne der? Tesadüfen oldu der. Tesadüfen şöyle oldu, tesadüfen böyle oldu, tesadüfen ben şuraya gittim, şuraya uğradım, tesadüfen böyle olmuş bu şanssızlıktı vs. gibi ifadeler duyarsınız. Ne oldu? Tesadüfler, şans vs. İlâh oldu. Hayatta şans diye bir şey yoktur, tesadüf diye bir şey yoktur. Eğer biri buna inanıyorsa onun için her biri bir ilâhı olmuş olur.

………Ne buyuruluyordu ayeti kerimede?

…………ma min dabbetin illâ HUve ahızün Binasıyetiha… (Hud/56)

………Hiçbir canlı varlık yoktur ki biz onu perçeminden tutup hareket ettirmeyelim. Allah seni o şekilde yürüttü ise bil ki bir muradı vardır, sana bir şey verecek, ikram edecek, hibe edecek, öğretecek. Onunla mutlaka kazanırsın bu her an da böyledir. Ama tabii Allah’ın yürü dediği yerde. Allah kimsenin alnından, perçeminden tutup onu meyhaneye yürütmez. Nereye yürütür? İsminin zikredildiği meclislere yürütür. Biz de rabbimizden Vehhab ismi ile tecelli edip bize hibe etmesini istiyor ve dua ediyoruz.

………“Ya rabbi sen Vehhab’sın, sonsuz, sınırsız, sebepsiz yaratıp hibe edensin. Bizim senden istediğimiz sensin ya rabbi. Senden seni istiyoruz, rızanı istiyoruz, dostluğunu istiyoruz, cemalini istiyoruz. Senden senin sevgini istiyoruz, bizi sevmeni ve sevgine layık kılmanı istiyoruz. Biz hibeni hak etmiş olmasak ta, buna layık bir amelimiz olmasa da sen Vehhab’sın onun için bize hibe etmeni istiyoruz ya Rabbi. Bize zatınla, sıfatınla, el Esmaü’l-Hüsnanla tecelli etmeni istiyoruz ya rabbi. entel Vehhâbü’l Rahîm, entel Vehhabü’l Kerîm, velhamdülillahi rabbil alemin.” (Muhammed Hüseyin esma derslerinden derleme)

………**********************************************************************

………EL VEHHÂB

………El Vehhâb; bağışı bol, cömertliği sınırsız, nimetlerinin ardı arkası kesilmeyen, mü’min ya da kâfir diye ayırmaksızın hiçbir karşılık ve bedel beklemeden nimetlerini devamlı bağışlayan, ihsan eden demektir.

………Allah öyle bir Vehhab’tır ki kulu isyan da etse, günaha da dalmış olsa, hatta bağışlamam dediği şirk içinde bile olsa nimetleri azalmaz, kesintiye uğramaz.

………Vehhab hibe kelime kökünden gelir Hibe ise bağışlamak demektir Allah insanı en mükemmel şekilde halketmiş ve onu yeryüzünde halife tayin etmiştir. Kula düşen kendisine ait sanıp ta aslında halif kılındığı, fakat sadece ona belirli bir vakte kadar hibe edilmiş, Allah’ın kendi varlığına mazhar kıldığı bu varlık emanetini sayılı vakit gelip geçmeden sahibine teslim etmektir. Kul bununla mutlak mükelleftir.

………Em ‘ındehüm hazainu rahmeti Rabbikel Aziyzil Vehhâb. (Sad/9)

………Yoksa Aziyz, Vehhâb olan Rabbinin rahmet hazineleri (nimetleri) onların indînde mi?

          Allah’ın vermiş olduğu istidat ve kabiliyetlerine göre iktizası gereği rızıklandırır. El Vehhab bir sıfat ismidir. Bu isim ise Vehbi’dir. Bu özellikler Allah ve kul arasında özeldir.

………Cömertlerin cömerdi olan Allah dileklerine el Vehhab ismiyle tecelli etmesinden dolayı Allah resulünün ahlakıyla ahlaklanan kimselerin eliyle ihsan edip nimetlerini lütfeder.

………Ve minhüm men yekulü Rabbenâ âtinâ fiyddünyâ haseneten ve fiyl âhırati haseneten vekınâ azâben nâr; (Bakara/201)

………Onlardan kimi de: “Rabbimiz, bize dünyada da hasene Esmâ’nın güzelliklerini yaşamayı) ver, sonsuz gelecek sürecinde de hasene (nefsimizdeki Esmâ’nın güzellikleri) ver; (ayrı düşmenin) ateşinden bizi koru” derler.

………Ülâike lehüm nasıybün mimmâ kesebû* vAllâhu seriy’ul hisab. (Bakara/202)

………İşte bunlar kazandıklarının karşılığına ulaşacak olanlardır. Allâh, “Seriy’ul Hisab”dır (hesabı anında gören).

………Men kâne yüriydü harsel ahıreti nezid lehü fiy harsih* ve men kâne yüriydü harsed dünya nü’tihi minha ve ma lehu fiyl ahıreti min nasıyb. (Sûra/20)

………Kim sonsuz gelecek yaşamın nimetlerini isterse nimetleri ona fazlasıyla veririz! Kim de dünyanın nimetlerini isterse, ona ondan veririz… Sonsuz gelecek yaşamda onun için bir nasip yoktur!

………Yani bir insan ibadet ve amellerini sadece dünya ve dünya nimetleri veya cennet ve cennet nimetleri için yaparsa onun karşılıklarını ibadet ve amelleri doğrultusunda karşılığını alacaktır.

………Gerçek Hakk aşığı, arif olan kişi ise cennet, cehennem, dünya nimetleri değil Allah’a vuslattı. Onlar kul-mabut ve ibadetlerini birleyip tevhid eder dünyada ve ahirette karşılık beklemezler. Onlar Allah’ın verdiği ilimle el Vehhab ismine mazhar olup, maddi ve manevi cömertlikte yüksek makamlara ulaşırlar.  Onların tek amacı;

………Festekım kema ümirte ve men tabe meake ve lâ tatğav* inneHU Bi ma ta’melune Basıyr; (Hud/112)

………O hâlde sen hükmolunduğunca hakikati yaşa (istikamet sahibi olmak, hidâyetin açığa çıkması sonucu olarak hakikatin yaşanması, demektir. A.H.)! Seninle beraber, tövbe edenler de (hakikati yaşayamamalarına neden olan şeylere tövbe edenler)… Sakın taşkınlık yapmayın! Çünkü O, yapmakta olduklarınızı (B sırrınca) Basıyr’dir.

………İnnAllâhe ye’muruküm en tüeddül emanati ila ehliha ve izâ hakemtüm beynenNasi en tahkümü Bil’adl.. (Nisa/58)

………Muhakkak ki Allâh emanetleri ehillerine vermenizi ve insanlar arasında âdil olarak (herkesin hakkını vererek) hükmetmenizi emreder.

………Ayeti gereği Hakk ile Hakka ibadet edip Hakkın verdiğini yine Hakka verirler. Tüm yaşamları bu emir gereği hakikati yaşamaya çalışmaktır.

………Arif olan kul için Allah’ın verdiği emanetler iki çeşittir. Birincisi bu zahir âlemde insanlar arasında maddi ve manevi emanetlerdir ki bu emanetler itimat ettiği iyi bildiği, güvenilir kimselerle paylaşılan, verilen veya söylenebilen emanetlerdir.

………İkinci emanetler ise iç dünyasına ait, yani batıni emanetlerdir. Bunlar Allah’ın emirlerini yerine getirip yasakladıklarından sakınarak Allah resulünün ahlakıyla ahlaklanmaya çalışırlar. Allah aşkı, ResulAllah sevgisi ve muhabbetiyle kalpleri yanar tutuşur. Nihayetinde Allah lütfedip kendisine hidayet kapılarını açar. İşte bu emanetler Allah’ın kuluna verdiği en değerli emanetlerdir. Bu durum idrak ve yaşantısıyla anlaşılabilecek emanetlerdir ki edineceği Tevhid ilmi, istidadı, yaratılışı, kabiliyet ve hikmetini öğrenmek, anlamak, bilmekte ki amaç sadece Hakka vuslat içindir.

………Başka bir şekilde açıklarsak Batıni emanetler. Her şeyi, her fiili yaratanın Allah olduğunun idraki ile kendi fiillerini Hakkın fiillerinde fani etmektir. Her şeyi ile en mükemmel, en Kâmil olan Allah’tır. Kul bunun idraki içinde kendi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarında fani kılma yolunda olmalıdır. Mevcut varlığın sadece Allah olduğunun idrakinde kendi vücudunu da Hakkın vücudunda fani kılıp fena fillâh olarak Hakkın kendisine verdiği bütün emanetleri asıl ve mutlak olan hakka verecektir. Allah, kendisine vuslat için biz kullarına gösterdiği yol budur.

..…….Küllü men ‘aleyha fan – Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm. (Rahman/26-27)

………Arzda (bedensel yaşamdaki benliklerin) kim varsa hepsi fânidir (her bedendeki nefs – bilinç ölümü tadar).

………Zül’Celâli vel’İkrâm Rabbinin vechidir (Esmâ mânâları) Bakıy olan!

………İşte bu hakikat sırrına mazhar olan kul hem fiillerinde hem de vücudi olarak Hakka fani olur, dünyevi yaşamında da Celâl ve İkram sahibi rabbini bilir ve bulur. Kemaleddin Abdülrezzak Kaşaniyüs Semerkandi hz. (Nisa/58) ayetini şöyle te’vil ediyor;

………İnnAllâhe ye’muruküm en tüeddül emanati ila ehliha ve izâ hakemtüm beynenNasi en tahkümü Bil’adl* innAllâhe ni’ımma ye’ızuküm Bihi, innAllâhe kâne Semiy’an Basiyra. (Nisa/58)

………Muhakkak ki Allâh emanetleri ehillerine vermenizi ve insanlar arasında âdil olarak (herkesin hakkını vererek) hükmetmenizi emreder. Muhakkak Allâh bununla size ne güzel öğüt veriyor. Kesinlikle Allâh Semi’dir, Basıyr’dir.

……...İnnAllâhe ye’muruküm en tüeddül emanati ila ehliha Tahkik Allah Teala Hazretleri emanetleri ehillerine, yani en evvel istidadın hakkını ödemek, sonra hepsinin iktiza eylediği kemalattan kuvânın haklarını kendilerine vermek, sonra sıfatları kendisine terk ile Allah’ın hakkını vermek, sonra tevhitte fani olup vücudu Hak’ka vermek suretiyle emanetleri sahiplerine eda etmenizi size emr eder. ve izâ hakemtüm beynenNasi en tahkümü Bil’adl Ve fenadan sonra bekaya rücu’ edipte insanlar arasında hüküm eylediğiniz vakit, eşya da Allah’ta kaim olarak sizden cevr ve zulmün sadır olması mümkün’ olmayacak surette Allah’ın adliyle muttasıllar, (ulaşan, kavuşan) adaletle kaimler, olmanız için adl ile hüküm etmenizi emr eder. Adilde derecelerin en azı ise sıfat-ı ilahiye de mahvolmaktır. Çünkü nefsiyle kaim olan kimse ebeden adle kadir olamaz. innAllâhe ni’ımma ye’ızuküm Bihi Allah Teâlâ Hazretleri bununla size güzelce nasihat eder. innAllâhe kâne Semiy’an Basiyra Tahkik Allah Teala Hazretleri, insanlar arasında muhakemelerde sizin sözlerinizi, o sözlerin hak ile olup doğru veya nefs ile olup fasid olduğunu işitici, amellerinizi, o amellerin nefisleriniz sıfatlarından mı, ve yahut Hak sıfatlarından mı sadır olduğunu görücüdür.”

………Aynı ayet ti İbn Arabi açıklarken; “Her hak sahibinin hakkını vermenizi ona vermenizi emretmektedir. Önce istidadın hakkını eksiksiz vermenizi, sonra bütün kuvvetlerin gerektirdiği kemalât olarak tüm haklarını eksiksiz vermenizi, sonra Allah’ın hakkını, sıfatları O’na eda etmek, ardından varlığı O’na eda etmek suretiyle vermenizi, böylece tevhid de fena bulmanızı emreder.

………Fenadan sonra beka bulmuş olarak geri döndüğünüz ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, eşyada Allah ile kaim olur ve adaleti ikame edersiniz. Allah’ın adaletiyle nitelenirsiniz. Artık zulmün sizden sadır olmasına imkân yoktur. Adaletin en küçük derecesi sıfatlarda silinmektir. Çünkü nefisle kaim olan biri, hiçbir zaman adaletli olmaya güç yetiremez.”

………Allah Teâlâ insanlar arasındaki münasebetlerini, birlikteliklerini, çalışmalarını, konuştukları her kelamı ve ameli, gönüllerinden geçirdiklerini bile en ince ve hassas detayına kadar bildiğinden kişilerin nefislerinde mi yoksa Hakkın sıfatlarıyla sıfatlanıp hak sıfatlarıyla mı zuhur ettiğini işitir ve görür.

………Onun için Allah’ın hidayet nasip ettiği kulların nasıl duada bulunmaları gerektiğini de yine Allah işaret eder.

………Rabbenâ lâ tuzığ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünKE rahmeten, inneKE entel Vehhâb; (A. İmran/8)

………Rabbimiz, bize hidâyet ettikten (hakikati gösterip idrak ettirdikten) sonra şuurumuzu (nefsaniyete – egoya) döndürme ve bize ledünnünden bir rahmet bağışla. Muhakkak sen Vehhâb’sın.

………Kâşâni Hz. Bu ayeti açıklarken şöyle der; “Rabbenâ lâ tuzığ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ Ey rabbimiz, nurunla doğru yoluna ve zatınınnurlarıyla Cemâl-i Kerîmine, bizi hidayet buyurduktan sonra dünya muhabbetiyle ve heva galebesiyle aldanmak nefse ve sıfatlarına meyl etmek ve nefsin huzur ve lezzetleri ile kalmak sebebiyle Cenabına teveccühten ve kapında durmakla ve likanı istemekte çalışmaktan bizim kalplerimizi kaydırma. ve heb lenâ min ledünKE rahmeten Bize senin indinden sıfatımızı, sıfatınla ve zulmetlerimizi nurlarınla mahv edecek rahmetini, rahimiyetini bağışla. inneKE entel Vehhâb tahkik, sen çok çok bağışlayıcısın.”

………Hz. Süleyman rabbinin ne kadar cömert olduğunu bildiği için şöyle dua ediyordu;

………Kale Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ yembeğıy liehadin min ba’diy* inneKE ENTEl Vehhâb; (Sad/35)

………“Rabbim beni mağfiret et (birimselliğimi ört) ve bana, benden sonra kimseye gerekmeyecek (bana has) bir özellik hibe et… Muhakkak ki sen Vehhâb’sın” (diye dua etti).

………Biz de rabbimize şöyle dua edelim; Ya Rabbim, zatının nuruyla cemal-i izzetine hidayet buyurduktan sonra dünya muhabbetine bizleri daldırıp gaflete düşürme. Günahlarımızı setreyleyip rahimiyetinde bağışla. Amin. (Anonim)

………********************************************************************

………EL VEHHAB İSMİNİN BİZE YÜKLEDİĞİ GÖREV VE SORUMLULUKLAR:

………1 – Rabbimiz bunca nimeti bize karşılıksız olarak bahşetmiş, hibe etmiştir. Allah zengindir. Kullarının karşılık vermelerinden müstağnidir. Zaten kulların verebileceklerini veren yine O‟dur. Kulların elinde hiçbir şey yoktur. O, Hamid‟dir, kendi katında övülmüştür. Melekler O‟nu daima övüp yüceltirler. O‟nun övülmeye ihtiyacı yoktur. Ancak bizler Rabbimizi över ve yüceltirsek O da bizim kulluğumuzu övecek, kulluk derecemizi yüceltecektir. Bizler şükretmeye devam ettikçe O nimetini artıracak, bağışlarını bol bol bize gönderecektir.

………2 – Akıl sahiplerinin, “Ey Rabbimiz! Hidayetten sonra kalplerimizi eğriltme.” diye dua ettikleri gibi, biz de Rabbimize yalvarmalıyız. Çünkü Rabbimizin en büyük bağışı ve hibesi, hidayettir. İndirdiği kitabı, gönderdiği peygamberi, gösterdiği Sırat-ı Müstakim‟idir. Allah’tan bu bağışın devamını dilemeli, içinde bulunduğumuz hidayetin kıymetini bilmeli ve hidayetimizin artırılmasını temenni etmeliyiz. Eğer bizler bu nimetlerden sonra Allah’ın kitabıyla bağlantımızı kesersek Allah korusun kalplerimizin eğrilmeye ve yamulmaya yüz tutacaktır. Bundan sonra da ayaklarımız kayacaktır. Kullar eğrilmedikçe Allah onların kalplerini eğriltmez. Kullar kaymadıkça Allah onların kalplerini ve ayaklarını kaydırmaz.

………“..Onlar eğrilip yamulunca Allah da onların kalplerini eğriltti, yamulttu. Allah fasıklar topluluğunu doğru yola iletmez.” (Saf/5)

………3 – Rabbimizden bizlere hayırlı eşler, evlatlar ve zürriyetler bağışlamasını dilemeliyiz.

………Zekeriyya Rabbine yalvararak şöyle demişti: Rabbim, bana tertemiz bir zürriyet bağışla. Şüphesiz sen duaları işitensin.” (Ali İmran/38)

………Rahman’ın gerçek kullarının duasıyla Rabbimize yalvarmalıyız:

………Rabbimiz! Bize gözlerimizi aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önderler kıl.” (Furkan/74)

………4 – Rabbimizden hüküm ve hikmet istemeliyiz:

………“(Musa:) Rabbim! Bana hikmet bağışla/hibe et ve beni Salihlerin arasına kat.” (Şuara/83)

………Seyyid Kutup: “İslam hükmetmiyorsa o İslam değildir; Müslüman hükmettirmiyorsa o Müslüman değildir.” der. Bizler hayatımızda Rabbimizin hükmüyle amel etmeyi, bulunduğumuz toplum içinde Allah’ın hükümlerinin hâkim olmasını, Rabbimizin Müslümanlara hüküm yetkisi vermesini istemeliyiz.

………Peygamberimiz (s.a.v) bir hadislerinde:

………İslam’ın halkaları lime lime dökülecektir. Tıpkı bir ipin liflerinin teker teker koptuğu gibi İslam’ın halkaları da kopacaktır. İlk kopacak halka da hüküm halkasıdır. En son kopacak halka ise namaz halkasıdır.” buyurur.

………Hüküm gittikten sonra İslam’ın diğer kurum ve kuruluşları teker teker çözülmeye başlamıştır. Namaz da gerçek anlamda ayakta tutulup ikame edilmediği için gerçek fonksiyonunu kaybetmektedir. İslam; hayata hükmetmek, hayatın tamamını Allah’a teslim etmek amacıyla gelen bir dindir. Oysa bugün İslam adında pek çok din mevcuttur. Herkes kendi tabi olduğuna “İslam” demektedir. Ancak onların “İslam” dedikleri hayata hükmetmekten uzak, kalplerin arasında sıkışıp kalmış duygulardan ibarettir. Müslümanlar hükmeden bir İslam’a tabi olmalı ve Allah’ın hâkimiyetini kabul etmelidirler. (Dr. Ramazan SÖNMEZ- el-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ)

………Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

………Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


TAFSIR LESSONS AL-MAIDA (082-100)(42)

$
0
0

“Euzu Billahiminesheytanirracim”

BismillahirRahmanirRahiym

Dear Qur’an friends, as you remember in our previous lesson we had studied the verses regarding people of the book and how we should behave accordingly as this community, the community of Muhammad. Qur’an had presented us how the people of the book have gone far in their religions. Qur’an was saying, la taglu fiy diynikum gayrel Hakk.. (77) Don’t overstep the boundries that which Allah drew. Don’t overstep the lines of Hakk.

So there’s a line in all constructions. No one can say something like, “If I believe indefinitely, I believe right.” Or “What does it matter, just believe in everything. What’s the harm in that?” No, there’s a completion a constitution and there are lines which defines the boundries and limits of everything. Every addition to that construct, every raise is like a sabotage to the union. That’s why both attacking and overstepping acts do corrupt, break and harm the perfectly balanced belief.

So is it all right to glorify our prophet and give him a position more than he’s supposed to? Wouldn’t it be better? Wouldn’t it be good if we love him like Allah? No, this is the definiton of insulting. You cannot say the same for the first community, “Wouldn’t it be better if we love them like we love the prophet?” No, this is overstepping.

That’s what the christians do. They took the pure and clean Islam unity and corrupted it with their love for the prophet. Actually the belief of trinity is not specifically about believing more than one god. No, Christianism cannot allow this to happen and no christian can accept that. But they claim that Allah shows His form on earth with different images. This is the line they cross. There’s no wicked belief on earth that come forward without a reason. All humanity are capable of doing horrible things and showing some wicked sensibility to justify their actions.

So Qur’an destroys this reasoning completely. And by telling us this, it also advises us to protect out prophets legacy, ourt beliefs, our books and and previous prophets and their previous books within the limits of belief. Otherwise we may end up in the same dilemma of theirs. Today we will continue our lesson with the 82nd verse of Maida Chapter.

82-) Letecidenne eshedden Nasi ‘adaveten lilleziyne amenul yahude velleziyne eshreku* ve letecidenne akrabehum meveddeten lilleziyne amenulleziyne kalu inna nesara* zalike Bi enne minhum kissiysiyne ve ruhbanen ve ennehum la yestekbirun;

Among man, you will indeed find the Jews and the dualists (those engaged in shirq) as the most severe in animosity towards the believers… And you will find the nearest of them in affection to the believers those who say, “We are Christians”… That is because among them (Christians) are men of deep knowledge and men who have renounced the world (submitted themselves wholly to Allah), who have no arrogance. (A.Hulusi)

Strongest among men in enmity to the believers wilt thou find the Jews and Pagans; and nearest among them in love to the believers wilt thou find those who say, “We are Christians”: because amongst these are men devoted to learning and men who have renounced the world, and they are not arrogant. (A.Yusuf Ali)

Letecidenne eshedden Nasi ‘adaveten lilleziyne amenul yahude velleziyne eshreku Among man, you will indeed find the Jews and the dualists those engaged in shirq as the most severe in animosity towards the believers.

ve letecidenne akrabehum meveddeten lilleziyne amenulleziyne kalu inna nesara And right after that, this explanation is added. And you will find the nearest of them in affection to the believers those who say, “We are Christians”.

zalike Bi enne minhum kissiysiyne ve ruhbanen ve ennehum la yestekbirun If we ask the reason of it, her we have. That is because among them Christians are men of deep knowledge and men who have renounced the world submitted themselves wholly to Allah, who have no arrogance.

Dear friends, this verse has a peculiar style. The shirq of christianism is the belief of trinity. Father, son and holy spirit belief is a total shirq. But in another sense arrogance is shirq too, so is lying. Remember there are forms of shirq which has ethical concerns in it. In this sense arrogance and lying are these kinds of shirq.

Interesting though, Qur’an never takes the trinity shirq in velleziyne eshreku form. It can never be described with these words. But all heathens of Mecca or idol worshippers are described with these exact words. velleziyne eshreku. This form is an expression related to the past and the use of it includes purpose. This expression is used to create a purpose knowingly.

So Qur’an hasn’t been carrying this ideology of trinity in Christianism to this level because it hasn’t been carrying a knowingly purpose. This is a very thin line of Qur’an. It doesn’t wipe all be seeing them all the same. Even if there’s a difference by essense, it never says, “It doesn’t matter. They are not muslims, so are the others.”

It’s not only an important point but a very important lesson for us that Qur’an teaches us about humans. Don’t wipe all out. Notice the difference, don’t ignore the difference. If this belief has the essense of right purpose, you cannot ignore it. It’s not up to you. More truly, try to understand it better. Don’t try to manipulate it and inform others the way you think. Try to know it as they described themselves. First try to understand, grasp the ideology, only after that make your judgement with the measures that Allah gave you.

So here about the Christianic trinity mentality, Qur’an chooses not to count them as regular heathens. Instead Qur’an sees their path as philosophical shirq on just image, not accepting mutliple deities. That’s the reason it doesn’t use the form velleziyne eshreku. And as an addition it says, “They are the ones closest to you.” Remember 77th verse. Their behaviours was given in 77th verse. Overstepping in religion. taglu fiy diyn.

Every religion has fanaticism in it. Groups which reach this fanatic level are called Gulat-i Islam. For example there’a a saying Gulat-i Shia. Also known as extreme groups. Rajit groups, extreme sects. Shia or general mentality in this case never accepts them. They are considered as gone astray.

People of Gulat also find their place in sunnet. There were fanatic groups in first community too. Religion always attracks these elements. That’s why Qur’an puts people of the book among the groups which reach to a fanatic level. Even more consider them as Islam’s overstepping fanatic groups. Because Islam is the name of all verses brought down to humanity so in this sense christianism and jewism are Gulat-i Islam, Islam’s fanatic groups.

At this point Qur’an opens a new topic and add the people of the book in this class. It never counts them equal with heathens. They are treated as a completely different group and they are also divided into two sections too. Jews are the ones who have the utmost hatred for believers. And people who say they are christians who are the most close to the book.

When giving this difference to our attentions, we also see this pattern at the end of verse. Among them, there are men devoted to learning and men who have renounced the world, and they are not arrogant. So the basic difference between a jew and christian is this. Arrogance in religion.

We should elaborate this further. Pride in religion, arrogance in religion. Making your beliefs as a closed faith, blessing yourselves and ignore everyone else. This is vanity.

Never accepting a truth beside yours. Rejecting all truths except the ones come from you. Denying the truth whether it’s in the West or the east. Remember we are the community of a prophet who accepts. Wisdom can be lost. Wisdom is a believers eversearched quality. He takes wherever he can find. That’s why the saying, “If a knowledge surfaces in China, go get it.”

Not every explanation is counted as wisdom according to Qur’an and its prophet. Wisdom is the light of truth. Qur’an chooses to name absolute reality and its knowledge, the wisdom. If there’s a reference or a hint about the truth even all across the world, it is be the place where we should go. There’s no denying that. Because the patern of the real truth belongs to noone. The real truth is open for everyone. Only being who owns the real truth and wisdom is Hakk. El Hakk. Allah. That’s why it’s common take for humanity and that’s also why no clan, no nation, no geographical presense can claim the truth for itself. Because of it’s nature you should own the truth not just a persons entrusted belongings but your Rabb’s entrusted possessions. You should treat it as a verse and hold on to it.

Jews haven’t done this like that. They shut themselves down all truth except theirs and the reason of their hatred fort his book has surfaced because of this. They had created a closed are as their religion. For them, there was only one religion existing. Nationality was a vital part for their religion that’s why there’s no missionary position is Jewism. There’s not because one cannot be a jew afterwards, or you cannot be a jew if you don’t carry the blood of sons of Israel.

What’s this? This is allocating the paradise solely to your race, solely to your religional nation. It’s basically taking Allah or in this case Yahve as your personal god of sons of Israel. He created them as first class. And the rest? Rest of humanity? You can see them in corrupted Tora of theirs. Rest of the clans shall bow down to you and kiss your feet.

With this logic they created a secret imperial order with one purpose above all, making all races, all nations, all clans and all cultures to bown down to them and serve them. This become the sole purpose of all jewish thinkers, philosophers, politicians and soldiers.

For that reason they use side organizations. Masons and Illimunati are some of them. Because there isn’t a position of recruiting. Their purpose is to recruit as many servants as they can. These side organizations are their hands on this matter. They don’t ask anyone to convert to Jewish because they had no right to become one of them. Outside their bloodline no human belong to the line of sons of Israel. Their positions outside is irrelevant to them.

Also the only reason of their disbelief in next prophet, even their book heralded his arrival, their ancient text informed them of him, many evidences proved his arrival is this. He’s not from us.

Qur’an brings a new perspective to this you and me concepts. In this sense the real truth doesn’t belong to you or us, the real wisdom is a common property, everyone can benefit from it and it should be taken wherever it may be found.

83-) Ve iza semi’u ma unzile iler Rasuli tera a’yunehum tefiydu mined dem’i mimma arefu minel Hakk* yekulune Rabbena amenna fektubna me’ashahidiyn;

And when they listen to that which has been revealed to the Rasul you will see their eyes overflowing with tears, for they recognize the knowledge revealed in the Truth… They say, “Our Rabb, we have believed… Write us down among the witnesses.” (A.Hulusi)

And when they listen to the revelation received by the Messenger, thou wilt see their eyes overflowing with tears, for they recognize the truth: they pray: “Our Lord! we believe; write us down among the witnesses. (A.Yusuf Ali)

Ve iza semi’u ma unzile iler Rasuli Topic continues here. When they listen to revelations received by Rasul, who are they? That group who call themselves Christians. People who recognize Hakk and bow down to Him, submit to Hakk rule, people who haven’t fallen into their desires in religion, who haven’t tried to take belief into their domain, people who haven’t claimed that they are the only ones that are saved.

tera a’yunehum tefiydu mined dem’i mimma arefu minel Hakk you will see their eyes overflowing with tears, for they recognize the knowledge revealed in the Truth. You see them crying.

Why crying? mimma arefu minel Hakk because they recognize the knowledge revealed in the Truth. Interesting is it not? Recognizing the truth. This is one of the greatest blessing that Allah has given to humanity. Recognizing the truth, Hakk when it is seen. What is the first condition of using this blessing then? Never closing your hearts and minds to the truth and wisdom at first place. yekulune Rabbena amenna fektubna me’ashahidiyn; They say, “Our Rabb, we have believed… Write us down among the witnesses.

There are many rumors on the reason of arrival of this passage and without any alliance as well. But it reeks a historical incident. There must be an event occured those days to be the main subject of this verse. Of course Qur’an never limits itself with a specific incident in history. But the first reason is always the starting point to start the arrival. By doing research I came across a specific event, most consistent fort his situation. Our true believer brother, great king of Ethiopia, Necashi; he sent a group of religion experts to Madina. Arrival of these 12 men to meet Rasulallah can be the reason of arrival of this verse. Taberi and some others also delivers this record from Suddi and not many argues of this incident too.

These religion figures came to answer Rasulallah’s call openly. Necashi, who sent them and gave his reference was also a believer and follower of Rasulallah. So a group of Christian religion experts arrived and came to Rasulallah openly but they returned back as christians. But don’t forget this. They returned back as Muslim Christians who give their faiths to Prophet Jesus.

I’m not going to make speculations over this matter further. There are many verses on this subject whether it can be possible or not. Even this chapter we have been studying, 40 to 52 verses of Al-Maida give us many clues on this. Remember the 48th verse ..li kullin cealna minkum shir’aten ve minhaca.. (48) “To each of you We prescribed a law and a method…” and following message is this. “So hasten to do good.” Allah wants us to race to do good deeds.

Arrival of this group is specific with date and time. And when they came to Rasulallah and heard the truths he was assigned to deliver, they bursted into tears. Because they recognize the truth, their faiths were witnessed with their tears in front of Rasulallah.

I don’t really know about becoming witnesses among the verses that were read though. Is there a verse regarding this communities becoming withesses. Hence the sentence, “Count us among the witnesses.” Like 143rd verse of Al-Baqarah.

Ve kezalike cealnakum ummeten vesetan.. (Baqarah/143) That’s how Allah makes you a balanced community. Balance. litekunu shuhedae alenNas so that you bear witness to humanity ve yekunerRasulu aleykum shehiyda and so that Rasulallah be witness to you, be an example to you. I wonder this verse was read in this meeting, considering the timeline, I have no reason to object this. My humble opinion, there were some passages were read from Qur’an and this verse was among them that’s why when they heard it, they said “O Rabb, write us down among the witnesses. We shall be witnesses too so that Rasulallah be witness to us.”

This was the attitude of that Christian group when they visited Rasulallah in Madina as guests, we see how they are close to the truth and their actions indicates that they are almost there to accept it completely. There are many jewish groups in that area where they witnessed many verses arrival, witnessed many incindent and events. But despite all those truths and all those years of becoming the center of many things, they came nowhere close to accept it. They constantly raised their heads and denied the truth.

So this difference is taken under consideration here. Qur’an makes its seperation based on this historical experience. People of different religions are seperated here based on their attitude in front of the truth. Naturally this seperation is justified like this.

84-) Ve ma lena la nu’minu Billahi ve ma caena minel Hakki ve natme’u en yudhilena Rabbuna me’al kavmisSalihiyn;

“Why should we not believe in that which has come to us from Allah, our essence with His Names, and the Truth, when we have been longing for Him to admit us to the company of the righteous!” (A.Hulusi)

“What cause can we have not to believe in Allah and the truth which has come to us, seeing that we long for our Lord to admit us to the company of the righteous?” (A.Yusuf Ali)

Ve ma lena la nu’minu Billahi ve ma caena minel Hakk again from their speech, Qur’an gives us these words. ““Why should we not believe in that which has come to us from Allah?” And their intentions follow this sentence. “Why shouldn’t we believe?

ve natme’u en yudhilena Rabbuna me’al kavmisSalihiyn seeing that we long for our Lord to admit us to the company of the righteous. This is the intention. We have no insistance over to be counted amont a specific group. Why we convert to christianism in the first place, because hakk is here. So if Hakk is here now, we also want to be among the believers and righteous. We believe this happenings purpose is this. If it’s not, if for any reason the purpose of Hakk is gone, we begin out search for Hakk and be there. As in we don’t claim “Hakk is with us.” We say, “We are with Hakk, we adjust ourselves accordingly. Wherever we see the truth we follow it there. Our membership is at Hakk, not to a name, not to a pattern, not the a title, not to a cliche, not to a label. Our purpose is only and only Hakk.

This is important. Here Qur’an informs us with these verses, only membership of believers, only lead we should follow is hakk, the truth.

85-) Fe esabehumullahu Bi ma kalu cennatin tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha* ve zalike cezaul muhsiniyn;

 And for this Allah rewarded them with Paradises underneath which rivers flow, where they will abide eternally… Such is the recompense for the doers of good! (The recompense/result/consequence of good is good). (A.Hulusi)

And for this their prayer hath Allah rewarded them with Gardens, with rivers flowing underneath,- their eternal home. Such is the recompense of those who do good. (A.Yusuf Ali)

Fe esabehumullahu Bi ma kalu cennatin tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha Their words, their speech of being among the Hakk believers, this mentality that liked by Allah, Allah promise them this. What is Allah’s promise? And for this Allah rewarded them with Paradises underneath which rivers flow, where they will abide eternally. They have been rewarded, Qur’an says. Fe esabehumullahu Bi ma kalu verse is clear as day in its words. They are rewarded. halidiyne fiyha where they will abide eternally.

ve zalike cezaul muhsiniyn Such is the recompense of those who do good. It can also be translated as recompense of the good. Only good people in nature can do good deeds. So, such is the recompense of the good.

86-) Velleziyne keferu ve kezzebu Bi ayatina ulaike ashabul cehiym;

But those who deny the knowledge of the reality and Our signs (the manifestations of the Names), they are the companions of hell! (A.Hulusi)

But those who reject Faith and belive Our Signs,- they shall be companions of Hell-fire. (A.Yusuf Ali)

Velleziyne keferu ve kezzebu Bi ayatina But those who reject Faith and belive Our Signs,

Qur’an works on both angles. Muspet and menfi come one after each other. Good example following the bad or vice versa, blessing and wrath, heaven and hell; they can all be seen from a single frame. That’s how you can make a sound decision, this double angled vision is for our decision. Qur’an works like this. That’s why the frame shows us the second scenario here, we gaze upon the bad now.

Velleziyne keferu ve kezzebu Bi ayatina But those who reject Faith and belive Our Signs, ulaike ashabul cehiym they shall be companions of Hellfire.

Here the passage ends. A new passage opens in front of us. But a new passage doesn’t necessarily means a new topic, unrelated altogether. Qur’ans miracle is in its presentation. It’s knowledge carries a perfect balance in its style. All sentences, all verses, all passages and chapters have perfect balance within. There are countless cross references, direct references, parallel references in all kinds of intricate forms. That’s why it’s a miracle speech. And now we continue this miracle speech with this verse.

87-) Ya eyyuhelleziyne amenu la tuharrimu tayyibati ma ehallAllahu lekum ve la ta’tedu* innAllahe le yuhibbul mu’tediyn;

O believers!… Do not forbid the pure provisions, which Allah made lawful to you, and do not transgress (by making unlawful what has been made lawful)! Indeed, Allah does not like the transgressors. (A.Hulusi)

O ye who believe! make not unlawful the good things which Allah hath made lawful for you, but commit no excess: for Allah loveth not those given to excess. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers!… Or like I mentioned in my previous translations, O you have the claims of being a believer, if you are honest in your claims and wish to prove it la tuharrimu tayyibati ma ehallAllahu lekum ve la ta’tedu Do not forbid the pure provisions, which Allah made lawful to you, and do not transgress.

At first glance, it may seem irrelevant with the previous passage. But look closely and focus. There’s a subtle but obvious connection. Previous passage was mentioning the christians who follow the Hakk and submit themselves the truth. Of course this also carries the reference of history from those days to here. But a contradiction also here for us to notice. Because these groups also belong to christianic agonism.

In Christianism mostly, religion experts, monks, priest and nuns; they own a specific class in society and they choose a path of agony, restricting themselves from several things Allah give permission of is a way to reach Allah. They thing the path of pain is a way to reach enlightenment. By banning themselves from licensed pleasures they try to reach the creator. More painfully they advice these to humanity as well, sometimes by force. For example, don’t get married if you want to get close to Allah. Don’t drink, eat, sleep if you want to reach Allah. Don’t talk to anyone, find a cave and live within.

In Anatolia you may find countless deserted caves that were used by these Christian self-agonizers. First christians were following this path in many occasions. So many cities had marks. From Alexandia to Amasia, you may still come across a deserted cave or buildings used as agonyhouses by these individuals.

So naturally Qur’an objects this. Qur’an says this. O believers; la tuharrimu tayyibati ma ehallAllahu lekum Do not forbid the pure provisions, which Allah made lawful to you. Don’t pull yourselves back from the things that Allah made lawful to you. Don’t forbid yourselves from clean and beautiful things.

We may see similar trends in Islam history especially in Rasulallah’s life in Madina. Many records show similar incidents. Groups including Osman bin Maznun, Caliph Ali, Abu Zer-i Gifari, Selam-ı Farisi and some others.

They also envied a lifestyle like this. One day they promised themselves, without consulting Rasulallah. They thought they know better and swore an oath not to eat meat anymore. More than that, they swore to leave their families, g oto a cave outside the city and try to get close to Allah by making prays and fastings day and night. Of course this news reached to Rasulallah and he summoned them, scolded them harshly and said;

– Innemen kablekum sheddedu ala en fusihim ve sheddedallahu aleyhim.

“Many communities before you tried to make things harder for themselves. Allah looked at them and make things even harder for them.” So don’t do anything unnecessary, so to speak.

“I do fasting, but sometimes I also may not. There are times I choose not to. I pray to Allah, worship Allah but I’m also with my family. I am close to my children. I too eat meat. So you consider me not a good example then? Whom do you take as your example? I am in front of you with my life yet you try to do things I wouldn’t do. You try to do things Allah hasn’t ordered.”

I mentioned above, overstepping the unity, as in “What harm could come from believing more, isn’t this better?” You cannot say that. You cannot say, “More is good.” on this matter. Hulul in actions, overstepping in actions. Don’t undermine your faiths with actions you cannot handle.

What happens then? You stuck in a terrible destruction. At first you feel like these actions make you closer to Allah. After a while you reach to a point where you cannot handle all these but you cannot give up either. Because it may seem disrespectful. You show yourself to public or seen by them as you are now so you cannot back up. Since the things in your past cannot be done in your future, this leads you to act with hypocracy. You then entitle yourself as hypocrite unintentionally. At last you begin to do things you won’t normally do and go beyond that and do worse, you fall into sin territory.

So why would anyone wants to take the title of hypocrite knowingly when the legit and licenced is already there for the taking?

Allah who knows human nature better than anything, cuts the line withot it begins. That’s why Qur’an says, “We haven’t ordered a spiritual class.” Remember the verse, “They invented their rules and they didn’t follow them.” This is the best explanation for this situation, isn’t it? They create first, invent some rules. Then; they choose not to follow them. You are the ones who invent it, at least follow your own rules. But they cannot.

They can’t because human nature is not suited for that. Allah put veins to human nature. Desire is a vein, lust is a vein, pleasure, sustenance is a vein. So these are the reactions, conclusions of these veins. You cannot deny them.

Religion, puts them in a line. It channels you to do these in legitimate borders. It never orders you to give them up completely. There’s a desire in life for life. This is a vein. If joy of life hasn’t been put in human nature, earth would have been a dungeon for people. People can never be attracted to other people. That’s why you shouldn’t try to cut these veins. What should you do then? Keep them open and flowing but rightfully. Without getting them infected. This verse which deny agonism also catches this contraversy.

Tayyibat. It includes everything clean and healthy according to verse. Habisat as the opposite includes all things bad and filthy.

That reminds me an interesting example. From Islamic records, prophethood times, this incident clarifies everything for us.

A clan came to Rasulallah to declare their submission, their faiths to Allah. An arabic tribe. But that tribe had a feature. They weren’t eating the hearts of the animal they cut. They declared them forbidden among themselves. They thought it may bring bad luck and consider this a situation of faith.

Do you know what did Rasulallah say to them? “As long as you don’t eat hearts, your faiths won’t be valid.” Very interesting, some might ask what is the connection of eating hearts and faith. In practical ways; none, nothing, there’s no connection. They are the ones who mix these two different concepts to each other to begin with. Rasulallah’s words set the terms to fix this false assumption altogether. It’s to remind them who is the real right to say the last word, is it you or Allah. This is important. Allah hasn’t said a filthy or dirty about a specific thing, so what gives you the right to say otherwise? Who gives you the power to declare this thing ugly, bad or forbidden? Only Allah has the final decision about a creation. Classification of material is Allah’s territory so one shouldn’t use this power of Allah unjustly. This is a form of shirq.

..men harrame ziynetellahilletiy ahrece li ibadiHI.. Araf/32 says this in Qur’an. Who banishes the blessings Allah created for His worshippers? An interesting expression, right? Who has the authority to put restrictions on blessings, sustenances, provisions which Allah gave to humanity? Forbidding good and clean things to people. Who has this right? Qur’an classifies these people as self claimed Rabbs beside Allah. That’s why Adiy Bin Hatem had objected it.

-But o Rasulallah, we didn’t bow down to our priests, we didn’t take them as Rabb, we didn’t worshipped them.”

Rasulallah answered, “No, it’s not like that. You haven’t understood it. The verse says this. ..ahbarehum ve ruhbanehum erbaben min dunillah Tevbe/31 Yes, they took their rabbis, priests, their religion experts as Rabbs beside Allah.

This dialogue happened for this verse, between Adiy Bin Hatem and Rasulallah. Rasulallah says, “Haven’t you accept what they called good, good and what they call sin, bad? Weren’t those people the ones who set the right and wrong for you? This is the exact definition of taking them as Rabbs. This is a balanced approach which we mostly ignore or forget.

ve la ta’tedu. innAllahe le yuhibbul mu’tediyn; It’s only natural the verse ends with this sentence. but commit no excess: for Allah doesn’t love transgressors.

88-) Ve kulu mimma razekakumullahu halalen tayyiba* vettekullahelleziy entum Bihi mu’minun;

Eat of the lawful and good things Allah has provided for you… Protect yourselves from Allah, whom you believe is the essential reality of your being with His Names. (A.Hulusi)

Eat of the things which Allah hath provided for you, lawful and good; but fear Allah, in Whom ye believe. (A.Yusuf Ali)

Ve kulu mimma razekakumullahu halalen tayyiba* Eat of the things which Allah has provided for you, lawful and good; vettekullahelleziy entum Bihi mu’minun; but fear Allah, in Whom you believe.

In my earlier explanation I mentioned transgressing or outright rejecting Allah’s authority of setting and classification. So here we see the words, “Fear Allah, be respectful to Allah.” If you want to be respectful to Allah whom you show faith, then don’t transgress the boundries and don’t try to take over Allah’s classification authority. Because if you do, you become one of those transgressors.

89-) La yuahizukumullahu Billagvi fiy eymanikum ve lakin yuahizukum Bima ‘akkadtumul eyman* fekeffaratuhu it’amu ashereti mesakiyne min evseti ma tut’imune ehliykum ev kisvetuhum ev tahriyru rakabetin, femen lem yecid fesiyamu selaseti eyyam* zalike keffaretu eymanikum iza haleftum* vahfezu eymanekum* kezalike yubeyyinullahu lekum ayatiHI leallekum teshkurun;

Allah will not hold you responsible for oaths you make thoughtlessly! But you are responsible for the oaths you make intentionally and consciously! The expiation for breaking an oath made consciously is feeding or clothing ten needy people, or freeing one slave! Whoever lacks the means to do this should fast for three days. This is the expiation for breaking your oaths! Keep your oaths… Thus does Allah explain His signs to you, so that you evaluate. (A.Hulusi)

Allah will not call you to account for what is void in your oaths, but He will call you to account for your deliberate oaths: for expiation, feed ten indigent persons, on a scale of the average for the food of your families; or clothe them; or give a slave his freedom. If that is beyond your means, fast for three days. That is the expiation for the oaths ye have sworn. But keep to your oaths. Thus doth Allah make clear to you His signs, that ye may be grateful. (A.Yusuf Ali)

La yuahizukumullahu Billagvi fiy eymanikum A new passage has been entered by Qur’an. A passage about oaths and it says this Allah will not hold you responsible for oaths you make thoughtlessly! ve lakin yuahizukum Bima ‘akkadtumul eyman But you are responsible for the oaths you make intentionally and consciously!

Explanation comes with translation on this one. There’s also a close connection between this passage and the previous one. People cannot turn good to sin by giving oath. As I mentioned before Osman bin Maz’un and his friends had sweared on not to eat meat, to seperate from their family and to live on mountain. So even with an oath you don’t have the power to turn something clean and good for you to sin. You have to break that oath. So if you ask how can we break this oath, Qur’an explains it here.

This verse has two sides, in special it’s the way to break an oath but in general perspective it’s that all oaths, all promises given to Allah shall put a responsibility over people. You swear in the name of Allah, and you expect not to be counted responsible. That won’t happen. Because giving and oath is like talking for Allah; talking for Allah is a bone chilling situation. Qur’an warns us to stop there. You speak for Allah, you give Allah as your witness. That shouldn’t be so simple.

Why? To maintain the sensitivity between Allah and that person. This is the problem. This is all about maintaining the seriousness of this relation. Our Rabb doesn’t want us to break this line.

At this point the speech comes to oaths, as we studied 224 and 225th verses of Al-Baqarah we saw the depths of giving oaths. That’s why I don’t need to go deep on law aspect here. But I want to make a clear picture with this passage and the situation of Osman Bin Maz’un that I mentioned before. This is a reference for all true believers that they should maintatin their relations with Allah and not to carry this connection to some tinier and flimsy platform.

fekeffaratuhu it’amu ashereti mesakiyne min evseti ma tut’imune ehliykum The expiation for breaking an oath made consciously is feeding or clothing ten needy people. With the measures of what you give to your own family of course. That’s why all penances in Qur’an, all penances regarding feding or clothing poors, also fitre alms in Ramadan and all other alms, what is the mesaure of all these, this is the answer to all true believers, the measure is what you eat.

What you eat… Because it’s relative. Everyone eat by their live standards. So, you should give your alms and penances based on your life standards. If you live first class but when it comes to giving alms and helping poors suddenly you turn into third class, that won’t be right. It’s not ethical. That’s why it is said the average of what your family eat. Qur’an offers here to establish an average alms for you in case of a need arises to break a vow.

ev kisvetuhum Or clothing. It’s not just feeding the poor, we have an alternative here. Clothing the poor. ev tahriyru rakabetin or set a person free. This part is about the slavery institution which Qur’an hadn’t cut right awayon its arrival but widen the process through time. This is one of many ways to finish slavery. Qur’an spreads the process through years, centuries even, but it also prevents it to turn into a social scar.

I should also talk about vow situation. Vows and oaths are two parts.

1-Vows make in the name of Allah.

2-Vows make in other names beside Allah.

Vows make to something beside Allah has no place in our religion. It’s not valid or admissible whatever that name may be. Your honor, your pride something else, by religion it isn’t counted as an oath. But by ethical or traditions, it may be a part of that community so it might have a place in society. But by faith, a vow without counting Allah in isn’t a vow. It’s not true or right either. And since oaths are problems about faith, giving an oath to bind you to an earthly situation isn’t true altogether.

Vow means right. Figuratively it can also be used as right hand. Using the right hand for greeting has a weight here. Every vow is a contract. That’s why when you vow, you make a contract with Allah. So naturally you cannot give an oath or say a vow in the name of something else. It’s like you cannot give sacrifice to someone beside Allah, vows fall into the same territory. If it is, it has no value in religion.

So, what about the  vows made in the name of Allah. They divided into 3 parts within themselves.

1-Oaths that don’t require anything as penance which we mentioned at the beginning of this verse. There are some oaths that can be used figuratively, as speeches of habit. You may tell things like, “I swear, it was just like that.” “I swear, this happened.” These are the types of oath that don’t hold any weight.

2- Oaths that require penance. Certain vows which bound the people in future. If an oath is given to Allah verbally regarding something in future, this oath needs a penance in case of breaking it. Naturally if you fulfill the oath to its goal, no penance is required. But it should be legit in first place, as in you cannot swear on restricting yourself from good. In this case you must break it immediately and give penance. Otherwise there might be oaths to encourage yourselves which there’s no harm from them.

A sacrificial promise is an oath in this sense. Sacrificial promise is literally a vow so like all vows it should be fulfilled. Not because it’s a worshipping act, but because it’s a promise in nature. Since you give this promise to Allah, you should definitely fulfill it. If you promise Allah for a sacrifice, you should give that sacrifice in order to maintain a healthy connection with Allah.

3-Last oath type is the one we call false oaths. In Islamic law it’s called yemin-i gamus. There’s no penance for that. It’s a sin so heavy, you cannot save yourselves by just penance. Perjury is a sin and crime. That’s why just penance and repetance are not ways to ease this situation.

Of course like all sins, the door of repetance is open. But like all things every repetances have conditions. If there’s a gain from that false oath or perjury, that gain should be given away, if a harm happens by it, that harm should be eliminated. This is the condition of it, otherwise repetance is not an option to relieve your weight of sin.

femen lem yecid fesiyamu selaseti eyyamin Those who cannot find it shall fast for three days. It was counted above, you feed, you cloth or you set free. But there might be people who haven’t got that kind of power, they should do fasting for three days for penance. Ibn Mesut read this expression with this foot note, fesiyamu selaseti eyyamin

selaseti eyyamin mutetabiatin as in three days in a row. This is an explanation for translation. And this translation is Ibn Mesut’s own Mushaf. There are people who accepts both the translation and the explanation of Ibn Mesut’s Mushaf, but there are some other who read the translation but think differently for the explanation. But many exprerts like Imam Azam Abu Caniph accepted this particular explanation and support this three days of fasting in one.

zalike keffaretu eymanikum iza haleftum there are the penances of those oaths you break. Penalties of broken vows. vahfezu eymanekum so fullfill your oaths, and if you swear an oath that you cannot keep, you should do these penances in return. Do this so you have an integrity at Allah’s floor. Don’t start a thing by counting Allah in and then pull yourselves back because of your laziness or fears, don’t use Allah’s name as a mere tool.

kezalike yubeyyinullahu lekum ayatiHI leallekum teshkurun; Thus does Allah explain His signs to you, so that you evaluate. Like I said, you cannot swear an oath on a name other than Allah. You shouldn’t forget that. The binding of an oath both morally and religiously is the name of Allah. And now Qur’an continues to a new passage.

90-) Ya eyyuhelleziyne amenu innemel hamru vel meysiru vel’ensabu vel’ezlamu ricsun min amelisheytani fectenibuhu leallekum tuflihun;

O believers… Intoxicants, gambling, objects of idolatry and divining arrows (fortune telling) are things of satanic abomination! Avoid them so that you may attain emancipation. (A.Hulusi)

O ye who believe! Intoxicants and gambling, (dedication of) stones, and (divination by) arrows, are an abomination,- of Satan’s handwork: Eschew such (abomination), that ye may prosper. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers.. innemel hamru vel meysiru vel’ensabu vel’ezlamu ricsun min amelisheytani Intoxicants, gambling, objects of idolatry and divining arrows of fortune telling are things of satanic abomination!

Yes, dear friends. What is the connection of this passage with previous one? Previous passage had a different topic, a group among christians; Qur’an wanted us to pay attention to their conflictions. They were forbidding themselves from good things like sins but they were also drinking wine like it’s an act of worshipping. That’s not going to work, Qur’an presents a basic logic here, it’s this. If you make something good as sin for yourselves, you may also make a sin like it’s a good thing for you too. That’s how someone mix the lines. That’s how Christians go astray.

Marriage one of the most clean and good things of life, and they put restrictions on that, they forbid themselves from marriage but then you will go and drink alcohol which is forbidden by Allah and you will do that as an act of worshipping. You will make that as an act of faith. This is the mixed lines. Forbidden goods and blessed sins.

Here the verse mentions meysir or gamble as we know it. All kinds of luck games where you may gain or lose something. It’s not the game itself though. It’s the consequence that makes a game, gamble. If a game leads to an end where lies a sin, that game is gambling and it’s forbidden. If not, then it’s not gambling, it’s just a game. It may be put some restrictions if it may lead to a similar end but forbidding directly is out of question here.

We also see ensab in verse. What is ensab, it’s actually an altar. The stone where the sacrifices been made for idols. The stone where the sacrificial rituals been made. But here we should take this meaning more figurative than literal. It’s making a sacrifice something or someone other than Allah. Forbidden naturally.

So you might say, we make sacrifices when we start building homes or when we finally get together with people we love, what about them? If these sacrifices have been made in the name of Allah, it’s legit. Because it has the nature of shukr, a thank you. But if the sacrifice has been made in the name of that building or person, this officialy enters the acts of heathens for sure. All those sacrifices we see around have been made as a gratitude to Allah.

I mentioned alcohols restriction process before in various verses. This verse is the last of that restriction process. It was a three verses situation as you remember. First restriction came by the form of Al-Baqarah/219. What was it saying?

Yes’eluneke anil hamri vel meysir* kul fiyhima ismun kebiyrun ve menafi’u linNas Baqarah/219

“They ask you about booze, things that intoxicate them, and gambling. Say; “Both things carry benefits for humans.” It’s true. Alcohol business was a strong one in those era many families were gaining a lot of money from it. There were benefits for sure. But the verse also continues “ But there are evils for them too.” Qur’an chose a delicate path here and the restriction process progressed step by step. This is the proof of Qur’ans caring for humanities inner and social situations. This is also the proof of Allah’s compassion.

Second restriction came by the form of Nisa/43. ..la takrebusSalate ve entum sukara.. This verse arrived to make a point for a situation. An imam had lead a pray while intoxicated and that’s when the restriction was widened.

Third and last verse on this subject is this. That’s why Mother Aisha says;

“If alcohol was restricted by the first verse, the community of Muhammad wouldn’t be able to handle it.” That’s why we see Allah’s compassion and understanding to humanity. It also sheds some light on our behaviours and how we should handle a similar situation.

fectenibuhu leallekum tuflihun; Avoid them so that you may attain emancipation. Permanent happiness. Not just a temporary joy of earthly life. Felah is the name of happiness both in this world and the next.

 91-) Innema yuriydusheytanu en yuki’a beynekumul adavete vel bagdae fiyl hamri vel meysiri ve yesuddekum an zikrillahi ve anisSalati, fehel entum muntehun;

 Satan seeks to sow animosity and hatred among you by means of intoxicants and gambling, and to keep you from the remembrance of Allah and from salat… Will you then desist? (A.Hulusi)

Satan’s plan is (but) to excite enmity and hatred between you, with intoxicants and gambling, and hinder you from the remembrance of Allah, and from prayer: will ye not then abstain? (A.Yusuf Ali)

Innema yuriydusheytanu en yuki’a beynekumul adavete vel bagdae fiyl hamri vel meysir As we see here again, Qur’an is a book of persuation. Allah doesn’t order people, Allah persuades the true path. We see it in this verse too. The reason of previous restriction is explained here.

Satan seeks to sow animosity and hatred among you by means of intoxicants and gambling, ve yesuddekum an zikrillahi ve anisSalati and to keep you from the remembrance of Allah and from salat.

You see it, aren’t you? Allah convinces you. Qur’ans history is a persuation history. Even Allah chooses this path to persuade people, we should also follow this path when we deliver Qur’an to other people. This is the way of Allah. Here we see examples of those harmful things we have been restricted with. The message is sent to peoples reasons, minds. Allah doesn’t say, “I forbid them, so they are forbidden.” He says, “I forbid them because of these things, I don’t have anything to gain from that, it’s forbidden because of you. If you use your heads, you forbid them to yourselves as well.”

But if you do this because you bow down to your desires, I should restrict them for your own protection. This order should be a veil in front of your weaknesses so that you won’t work to harm yourself, humanity. Don’t act against yourselves. Don’t sign your own execution. Qur’an says this here. The problem is explained.

fehel entum muntehun Will you then desist?

After the arrival of this verse, first community declared their final decisions. They said, “We gave up.” That’s that. It is said that after this decision the streets of Madina was like a river made byh alcohol. All kegs were broken. It was like, they were carrying all those big containers and broke them with joy. Because they were prepared they were convinced. This was the final hit of a long preparation process.

92-) Ve etiy’ullahe ve etiy’ur Rasule vahzeru* fein tevelleytum fa’lemu ennema ala Rasulinel belagul mubiyn;

Obey Allah, obey the Rasul and beware! If you turn away, know well (the responsibility) upon Our Rasul is only clear notification. (A.Hulusi)

Obey Allah, and obey the Messenger, and beware (of evil): if ye do turn back, know ye that it is Our Messenger’s duty to proclaim (the message) in the clearest manner. (A.Yusuf Ali)

Ve etiy’ullahe ve etiy’ur Rasule vahzeru Obey Allah, obey the Rasul and beware! fein tevelleytum fa’lemu ennema ala Rasulinel belagul mubiyn If you turn away, know well the responsibility upon Our Rasul is only clear notification.

From this verses speech style we understand that these advises aren’t just for Muslims but Christians as well. It’s a possibility. Verses indicates that Rasulallah cannot or should not force anyone to declare his faith. inel belag Only declaration. That’s why we should take this message like this. Rasulallah had no right or obligation to force anyone to faith, his only responsibility was notification, so we should follow the same path. Because you cannot force faith to anyone. That’s hypocracy. You cannot be a believer by force, but you can very well be a hypocrite. That’s the reason why Qur’an chooses the path of persuation.

93-) Leyse alelleziyne amenu ve amilus salihati cunahun fiyma ta’imu iza mettekav ve amenu ve amilus salihati summettekav ve amenu summettekav ve ahsenu* vAllahu yuhibbul muhsiniyn;

 If those who believe and practice the requirements of their faith continue to protect themselves, they will reach (a higher state of) faith and engage in practices pertaining to it… Then, protecting themselves with this understanding they will reach an even higher understanding of faith… With this understanding and as a result of their faith they will protect themselves accordingly… Continuing to protect themselves at this level of understanding will enable them to attain goodness (the station of observation)… Allah loves the doers of good. (A.Hulusi)

On those who believe and do deeds of righteousness there is no blame for what they ate (in the past), when they guard themselves from evil, and believe, and do deeds of righteousness,- then again, guard themselves from evil and believe,- then again, guard themselves from evil and do good. For Allah loveth those who do good. (A.Yusuf Ali)

Leyse alelleziyne amenu ve amilus salihati cunahun fiyma ta’imu iza mettekav ve amenu ve amilus salihati On those who believe and do deeds of righteousness there is no blame for what they ate (in the past), when they guard themselves from evil, and believe, and do deeds of righteousness.

This is an excellent explanation indeed. As long as you keep doing good deeds and believe. So this is the way of proving your faith. Good deeds. As long as you keep doing good deeds in the name of Allah, you won’t be hold responsible for your past actions.

summettekav ve amenu summettekav ve ahsenu* vAllahu yuhibbul muhsiniyn Continuing to protect themselves at this level of understanding will enable them to attain goodness.  vAllahu yuhibbul muhsiniyn; Allah loves the doers of good.

This is the reference for people who commit those crimes and sins we read above. It is said that what’s past is past. Allah won’t hold your responsible if you keep believing and doing good deeds. But if you deliberately do something to rebel against Allah, you will indeeds be responsible, we also understand this expression from this verse.

94-) Ya eyyuhelleziyne amenu le yebluvennekumullahu Bishey’in minas saydi tenaluhu eydiykum ve rimahukum liya’lemAllahu men yehafuHU Bil gayb* femeni’teda ba’de zalike felehu azabun eliym;

 O believers… Allah will try you with something of the game that you hunt with your spears so that it may become evident who fears Him, their unknown (which is unperceivable by them)! And whoever transgresses after this, there is a painful suffering for him. (A.Hulusi)

O ye who believe! Allah doth but make a trial of you in a little matter of game well within reach of your hands and your lances, that He may test who feareth Him unseen: any who transgress thereafter, will have a grievous penalty. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu le yebluvennekumullahu Bishey’in minas saydi tenaluhu eydiykum ve rimahukum liya’lemAllahu men yehafuHU Bil gayb O you who believe! Allah does but make a trial of you in a little matter of game well within reach of your hands and your lances, that He may test who fears Him unseen:

We now entered a new passage. This passage is about hunting. Allah will test you by hunting restrictions. What is the relevance with the passage above? Interesting. A person cannot evaluate every restriction based on its benefit or harm. There are some restrictions that are here to test you. If you come across a restriction which you cannot comprehend or understand its reason-consequence relation, put that on the restriction class of testing you. That’s how I do most of things too.

This is the connection between this passage and previous one. Allah puts restrictions many of them are for a reason but there’s another category among them. That class is testing restrictions. A restriction type which doesn’t have any seen connection to a harm, no reason whatsoever but there to test humans, it’s to evaluate humans faiths. This is the peak of Allah-human relations. If your respect to Allah is at its high point, you might say, “I don’t like what you don’t like, my Rabb.” Or something like, “You don’t like this act, O Rabb. So I don’t like it either then. Why? Because of my love to you. Because I fear of upsetting you. I don’t like that thing because I don’t want to harm your love.” That’s it. We are tested to see if we can say this. Or the verse says we are tested for this. Moving on.

Actually this shows all restrictions are based on some legit reasons. It may not seem an act of forbidden at first. But Allah puts it there to test you. These type is mostly limited though. Like hunting restrictions. We will see it now.

femeni’teda ba’de zalike felehu azabun eliym; And whoever transgresses after this, there is a painful suffering for him.

95-) Ya eyyuhelleziyne amenu la taktulus sayde ve entum hurum* ve men katelehu minkum muteammiden fecezaun mislu ma katele minen ne’ami yahkumu Bihi zeva adlin minkum hedyen baligal ka’beti ev keffaretun ta’amu mesakiyne ev adlu zalike siyamen liyezuka vebale emrih* afAllahu amma selef* ve men ade feyentekimullahu minh* vAllahu Aziyzun zuntikam;

O believers… Do not hunt while you are in ihram (attire worn by the pilgrim to represent a state he enters, where he refrains from worldly activities and turns wholeheartedly to Allah)… Whoever intentionally kills game, the compensation is a sacrifice to be delivered to the Kaba, equivalent to the game that is killed, judged by two just men among you… Or in expiation, to feed the needy, or do the equivalent of that in fasting, so he may taste the consequence of his deeds… Allah has forgiven what is past… But whoever relapses, Allah will enforce the consequences of his deeds! Allah is the Aziz, the Zuntaqim (severely enforces the consequences of an action). (A.Hulusi)

O ye who believe! Kill not game while in the sacred precincts or in state of pilgrimage. If any of you doth so intentionally, the compensation is an offering, brought to the Kaaba, of a domestic animal equivalent to the one he killed, as adjudged by two just men among you; or by way of atonement, the feeding of the indigent; or its equivalent in fasts: that he may taste of the penalty of his deed. Allah forgives what is past: for repetition Allah will punish him. For Allah is Exalted, and Lord of Retribution. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers… Passage continues la taktulus sayde ve entum hurum Don’t kill any game while in the sacred precincts or in state of pilgrimage.

Content of this restriction is understood here. This restriction is for Mecca and its vicinity declared natural grounds and this restriction is put to honor the land. As you know, you call millions of people on earth to Abraham’s call. That’s your message to those millions. Be respectful to these lands you arrived. Don’t destroy any living being, its natural plant life. This is a natural call. But also carries enough motive.

Verse takes attention to land-human connecntion. Don’t destroy the lands you are on. Use it humanely. Don’t disrupt the nature of the land.

This land is dedicated to Prophet Abraham the father of unity faith. It’s not some common land. You are on the lands of Abraham. You are in Mecca. Abraham’s farm. You are his guest. Can you destroy the lands of your host? Would you kill the animals of a farm you are invited?

No, don’t do that. You are a guest of Abraham, a guest of Allah. Because Abraham’s call is Allah’s call. Allah had ordered him to do this call. So in fact you are a guest of Allah and these lands are under the protection of Allah. Abraham might be dead but Allah is eternal. Don’t insult Abraham’s legacy. Don’t destroy or kill here. Be respectful to it. This restriction is for game animals only, for hunting. It’s not about insects as the verse clearly say.

ve men katelehu minkum muteammiden Whoever intentionally kills game, fecezaun mislu ma katele minen ne’ami yahkumu Bihi zeva adlin minkum hedyen baligal ka’beti the compensation is a sacrifice to be delivered to the Kaba, equivalent to the game that is killed, judged by two just men among you. So this is the penance of action. You should deliver an animal in equal valueand two fair witnesses should see and decide for you. This penance is set to prevent further actions.

But even with this penance, the living beings there is totally destroyed. Think about it, what would it look like if this penance hadn’t been set? Back then, removing a stone in haram district to somewhere outside the zone hadn’t been lookes well, let alone touching it. Because these stones witnessed the arrival of revelations. So let the stones be there as witnesses.

This gives the person a sense of curiosity but also gives you a great sensation of sacrecy. This is the gift of this land for people. In this sense, it’s all about opportunities and consciences of believers. The amount in the verse, it isn’t mentioned, the amount of animal you should bring to Kaaba. Not a single explanation of this situation both in Qur’an and in any hadiths.

ev keffaretun ta’amu mesakiyne ev adlu zalike siyamen or by way of atonement, the feeding of the indigent, the poor; or fasting.

liyezuka vebale emrih* Why it is ordered to do so? The explanation for persuation arrived here. So that the person shall feel the weight of his actions. People should feel it in their hearts. afAllahu amma selef Allah erases history.

I remembered Halit bin Velid’s story here. After a long period of hostility, Halid comes to Rasulallah with his friends Abr Ibnul As and Osman bin Talha. He enters the place of Rasulallah and converts to Islam. He converted but his concerns didn’t go away. He was still anxious.

After Rasulallah helped him on his conversion and congratulated him, he asked of his sadness.

 “O Rasulallah, I had done many bad things against Islam. I caused a lot of trouble. (The reason of defeat in Uhud Battle was Halid’s leadership) How can I repay all that?”

This was Rasulallah’s answer there. “El Islam yecib bima kablehe”

Islam wipes clean all things before it.

After Halid heard that, his eyes shined brightly. I remembered that story here when I read the expression afAllahu amma selef Allah erases history.

ve men ade feyentekimullahu minh But whoever relapses, Allah will enforce the consequences of his deeds! vAllahu Aziyzun zuntikam; For Allah is the Aziz, Most Honorable and the Zuntaqim, Lord of Retribution.

96-) Uhille lekum saydul bahri ve ta’amuhu meta’an lekum ve lisseyyareti, ve hurrime aleykum saydul berri ma dumtum huruma* vettekullahelleziy ileyHI tuhsherun;

It has been made lawful for you to hunt and eat the fish of the sea as benefit for you and travelers… But forbidden to you is hunting on land while you are in ihram! Protect yourselves from Allah; unto Him you will be gathered. (A.Hulusi)

Lawful to you is the pursuit of water-game and its use for food,- for the benefit of yourselves and those who travel; but forbidden is the pursuit of land-game;- as long as ye are in the sacred precincts or in state of pilgrimage. And fear Allah, to Whom ye shall be gathered back. (A.Yusuf Ali)

Uhille lekum saydul bahri ve ta’amuhu It has been made lawful for you to hunt and eat the fish of the sea as benefit for you and travelers.

Zemahsheri translates this section as sustaining yourselves. This ve ta’amuhu has this meaning in literal form. But there’s a second opinion. Taberi, Razi, Kurtubi and many other translators choose this second form. Food of the sea. By that it contains all lives above and below water, even the ones on shore. Both opinions are valid and verse supports all forms for this.

meta’an lekum ve lisseyyareti, for the benefit of yourselves and those who travel ve hurrime aleykum saydul berri ma dumtum huruma* But forbidden to you is hunting on land while you are in ihram! So even in state of pilgrimage Qur’an doesn’t forbid you from sea hunts. vettekullahelleziy ileyHI tuhsherun Protect yourselves from Allah; unto Him you will be gathered.

97-) Ce’alellahul Ka’betel Beytel Harame kiyamen lin Nasi veshehrel Harame vel Hedye vel Kalaid* zalike li ta’lemu ennAllahe ya’lemu ma fiys Semavati ve ma fiyl Ardi ve ennAllahe Bi kulli shey’in ‘aliym;

Allah made the Kaba, the Sacred House, the Sacred Month, sacrificial animals and the garlands, a standing place for the people (for the endurance and continuation of people’s faith)… This is so you know that Allah knows what is in the heavens (the station of thought) and the earth (your body), and that Allah is Aleem over all things. (A.Hulusi)

Allah made the Kaaba, the Sacred House, an asylum of security for men, as also the Sacred Months, the animals for offerings, and the garlands that mark them: That ye may know that Allah hath knowledge of what is in the heavens and on earth and that Allah is well acquainted with all things. (A.Yusuf Ali)

Ce’alellahul Ka’betel Beytel Harame kiyamen lin Nasi So a follow up question, why these restrictions? Why forbid normal things in a specific place? Why somethings are forbidden in Hacc? Let’s learn the answer with its motives.

Allah made the Kaba, the Sacred House, the Sacred Month, sacrificial animals and the garlands, a standing place for the people. Ce’alellahul Ka’betel Beytel Harame kiyamen lin Nasi A symbol of stand.

How’s this a symbol of stand? Kaaba is a symbol of judgement days rehearsal. A cubic structure as your know. Most plain and simple building of earth. So what does it symbolize? It represents Abraham’s submission to Allah. “O Rabb. I wanted to build a memorial of my weakness to your grandeur. I dedicated my weakness to stone, my submission to you and my gratitude like this.” You should see it when you look at Kaaba.

Kaaba is also the certificate of submission for Abraham who jump into fire. It’s the signature of Abraham’s unconditional faith written on stone. That’s why every pilgrim when they do their pilgrimage, they write that signature themselves and say, “I too am joining Abraham’s cry that let loose to heavens and I too am crying to you o Rabb.”

veshehrel Harame vel Hedye vel Kalaid* zalike li ta’lemu ennAllahe ya’lemu ma fiys Semavati ve ma fiyl Ardi This is so you know that Allah knows what is in the heavens the station of thought and the earth, ve ennAllahe Bi kulli shey’in ‘aliym and that Allah has knowledge over all things.

98-) I’lemu ennAllahe Shediydul ikabi ve ennAllahe Gafurun Rahiym;

Know that Allah will most certainly enforce the consequences of bad deeds, yet Allah is the Ghafur, the Rahim. (A.Hulusi)

Know ye that Allah is strict in punishment and that Allah is Oft-forgiving, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)

I’lemu ennAllahe Shediydul ikabi Know that Allah will most certainly enforce the consequences of bad deeds ve ennAllahe Gafurun Rahiym and that Allah is Oft-forgiving, Most Merciful.

99-) Ma aler Rasuli illel belag* vAllahu ya’lemu ma tubdune ve ma tektumun;

No more is the Rasul bound to do except provide the knowledge (of the reality and its requisites). Allah is aware of both that which you display and that which you conceal. (A.Hulusi)

The Messenger’s duty is but to proclaim (the message). But Allah knoweth all that ye reveal and ye conceal. (A.Yusuf Ali)

Ma aler Rasuli illel belag* There it is again. The Messenger’s duty is but to proclaim the message. vAllahu ya’lemu ma tubdune ve ma tektumun; But Allah knows all that you reveal and you conceal.

100-) Kul la yestevil habiysu vattayyibu velev a’cebeke kesretul habiys* fettekullahe ya ulil elbabi leallekum tuflihun;

Say, “The impure and the pure are not equal in worth… Even though the majority of the impure may appear pleasing to you”… So then, o intelligent ones of deep contemplation who have attained the essence, protect yourselves from Allah so that you may attain emancipation. (A.Hulusi)

Say: “Not equal are things that are bad and things that are good, even though the abundance of the bad may dazzle thee; so fear Allah, O ye that understand; that (so) ye may prosper.” (A.Yusuf Ali)

Kul la yestevil habiysu vattayyibu Say: “Not equal are things that are bad and things that are good, You cannot say good people and bad people are equal in life. There’s no similarities between an good faith and bad faith. Not in both lives velev a’cebeke kesretul habiys* Even though the majority of the impure may appear pleasing to you” Because wicked always finds a way to reproduce but good cannot improve its quantity that easily. fettekullahe ya ulil elbabi leallekum tuflihun; so fear Allah, O you that understand; so that you may prosper.”

May Allah surround us with a faith that lead us to eternal happiness.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”


ESMA DERSLERİ – 25 – ER REZZÂK (71.video)

$
0
0

            {{((“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

 Rabbişrah liy sadriy;

 Ve yessirliy emriy;

 Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

 Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni.

 Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. (İsra/80)

Rabbim girdiğim yere, girdiğimiz yere, sana, imana, Kur’an a, hakikate sadakatle girdir, çıktığım ve çıktığımız yerden sana, imana, Kur’an a, hakikate sadakatle çıkar ve bize bu sadakati koruyacak bir güç ver ya Rabbi. Amin, amin, ya mu’in..!))}}

Er Rezzâk; her çeşit rızkı daima veren, yarattığı rızkı yarattıklarına daim dağıtan. Re ze kâ kökü, rızk kökü bir vakte mahsus olarak yapılan iyilik demektir. Vakte mahsusluk düşmüş, daha sonra umumi olarak kullanılmış.

Er Rızk ezdişenue (Bir kabile ismi) lehçesinde şükür anlamına gelirmiş. Ne kadar güzel bir şey rızık şükürmüş. Rızk; iyilik ve ikram etmek, hayati ihtiyaçlarını tedarik etmek manasına geliyor. Rızk nafaka servet gelir kendisinden yararlanılan şey vurgusunu taşıyor.

Râzık; düz ismi fail rızık veren demek. Düz ismi fail süreklilik, çeşitlilik ve çokluk hakkında bilgi vermez ama Rezzâk geldimi bu düz ismi fail olmaktan çıkıp mübalağa ile ismi fail olur, süreklilik çeşitlilik ve çokluğa delalet eder. Yani ne demektir? Rızkı sürekli, her çeşidiyle sınırsız veren demektir.

Rızık dört türlüdür; Bedenin rızkı, aklın rızkı, kalbin rızkı, ruhun rızkı.

Bedenin rızkı yiyecek ve içeceklerdir, belki giyeceklerdir. Bu rızkın 2 şartı var helal ve temiz olması. Helal ve temiz olan her yiyecek giyecek içecek bedenin rızkıdır.

Aklın rızkı; Düşünceyi besleyen ilim, irfan hikmet aklın rızkıdır, zihin gıdalarıdır bunlar.

Kalbin rızkı duyguları besler, takva, sevgi, şefkat, merhamet gönül gıdalarıdır.

Ruhun rızkı; ruhu besler. İman, kulluk, îkan, taat, teslimiyet ruhun rızkıdır.

Hz. Aişe öyle diyor; Rızık deyince boğazından geçenler aklına gelenin aklına şaşarım. Nedense bizim de hep boğazımızdan geçenler geliyor aklımıza. Demek ki Hz. Aişe’nin aklına şaştığı bir toplumun içinde yaşıyoruz.

Vahiy rızıktır, Hz. Şuayb’ın ağzından naklediyor Kur’an dinler misiniz?

Kale ya kavmi eraeytüm in küntü alâ beyyinetin min Rabbiy ve razekaniy minhu rizkan hasena. (Hûd/88) buyrun ayete bakın. Diyor ki ey kavmim eraeytüm in küntü alâ beyyinetin min Rabbiy ya ben rabbimden apaçık bir hakikat delili üzere isem, ve razekaniy minhu rizkan hasena ve O beni güzel bir rızıkla rızıklandırmışsa ya?

Sizce ne olabilir Hz. Şuayb’ın beni rabbim güzel bir rızıkla rızıklandırmışsa, her halde bana size vermediği ekmeği bana verdi demek istemiyor burada. Yani siz arpa ile besleniyorsunuz, ben buğdayla falan demek istemiyor herhalde burada. Evet, nübüvvet ve risalet, vahiy. Vahiy güzel rızık diyor burada.

Yine şu ayette geçen hesapsız rızık gıda değildir: ve tuhricül hayye minel meyyiti ve tuhricül meyyite minel hayy. (A. İmran/27) O ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır değil mi, eyvallah. Burada aslında kasıtta belli, yani adam peygamberimizin sülalesi olur, ölü olur, adam firavunun sülalesinden gelir diri olur. Diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkarır. Kenan gibi bir ölüyü Nûh gibi bir diriden çıkaran, Azer gibi bir ölüden de İbrahim gibi bir diriyi çıkarır mı? Çıkarır, çıkardı mı? Çıkardı.

ve terzüku men teşâu Bi ğayri hisab ve O dileyen kimseyi sesapsız bir rızıkla rızıklandırmayı diler. Buradaki rızık ta sadece boğazdan geçen değildir, çünkü ayetin bağlamı boğazdan geçenler değildir.

Bedenin rızkı suyla, yağmurla ilişkili, ya Ruhun rızkı neyle ilişkili? Yeryüzü için yağmur ne ise yürek içinde vahiy odur. Yağmur gökten, vahiy arştan inen yağmurdur. Onun için çöle dönmüş gönüller göle dönsün istiyorsa insan vahyin altına gönlünü tutmak zorunda.

Rızık yetesiye yaratılır fakat insanlar onu adil paylaşmazlar. Açlık insanlar yüzündendir açlık Allah yüzünden değildir. Çünkü Mevlâ yarattığı kulun verir rızkın koymaz naçar. Vahyin inşa ettiği akla göre rızık evrenseldir. Kapitalizm bunun tersini söyler, rızık yetersizdir, yani açlık evrenseldir der kapitalizm. Açlığın sebebi rızkı adil paylaşmamaktır. Kapitalizm niye bunu der? Bazıları açlıktan ölüyorsa bu doğaldır demeye getirir sonunda da onun için. Yani doğa, çünkü açlık evrensel, sen gemini kurtarmaya, doymaya, hatta aksırıncaya, tıksırıncaya kadar tepe tepe yemeye bak, hatta yiyemediğini de demirbaş erzak olarak 20 yıl, 30 yılllığına depola. Depoladığının tarihi de geçince denize at.

Avrupa da böyle yapıyorlar biliyor musunuz? Süt ve süt ürünlerinden olağan üstü koşullara şartlara hazırlanmak, savaş şartlarında millet aç kalmasın diye çok yüksek miktarda depoluyorlar, günü geçtiğinde de onu getirip denize atıyorlar. Öbür tarafta da her yıl yetersiz beslenmeden ve açlıktan dolayı 80 – 90 milyon insan ölüyor. Birleşmiş milletler rakamları bu.

Açlık korkusunu en çok çekenler kimler? Açlar demeyin bana, tok olanlardır. Karnı aç olanları bir ekmek doyurur, gözü aç olanları dünyanın tüm fırınları doyuramaz. Karnı aç olanları doyurursunuz. Açlık korkusu açlığın kendisinden bin beterdir, açlık korkusu insana öz evladını dahi öldürtürmüş, cinayet işletirmiş. Biz bunu Kur’an dan öğreniyoruz. Ve lâ taktülu evladeküm haşyete imlak. (İsra/31) açlık korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.

Oruç, açlığı özgürlüğe çevirme temrinidir. Açlık özgürlüğe çevrilir mi diyeceksiniz, eyvallah..! Bizim açlığımız bile özgürlüğümüze çevrilebiliyor, yani mü’min acıkınca özgürleşiyor, çünkü içgüdülerinize karşı özgürleşiyorsunuz, dirençli oluyorsunuz. Karının açlığı oruçluyu içgüdülerinin süvarisi yapar. Zaaflarına mahkûm olmak yerine zaaflarını mahkûm eder. Şimdi bu kişi açlığından dolayı nasipsizlikle itham edilebilir mi? Onun için aç kalan herkese Allah bela vermiştir demesin kimse. Bazılarına açlık nimeti vermiştir dersek daha doğru olur. Eyvallah..! Öyle insanlar vardır ki karnının tokluğu onu iç güdülerinin atı yapmıştır, böyleleri şehvete sahip olmak yerine şehvete ait olurlar, ruhu açlıktan kıvranmaktadır onların. Karnı tokluktan ruhu açlıktan kıvranmaktadır.

Rezzâk olan Allah bir canlının rızkını keserse o var olamaz. Kur’an da rızık kesmek diye bir ibare yoktur, rızık sınırlandırmak diye ibareler vardır, rızkını sınırlandırır kesmez. Keserse var olamaz, var olmak bir rızıktır çünkü. Zira insanlığın var olması Allah’ın varlığa sunduğu en büyük rızıktır. Var olmayı en büyük rızık olarak okumayanlar çevrelerinde ki varları saymak yerine yokları sayarlar.

İnsanoğlu ne garip bir varlık, varları saysa baş edemez, yokları sayar. Çünkü baş edebileceği kadar azdır da yoklar onun için. Bir de varları say? Dizi ağrıyormuş onu şikâyet ediyor, dizim var da ağrıyor desene. Çocuğu haylazmış onu şikâyet ediyor. Çocuğum var da haylaz desene önce..! yani Allah bir evlat vermiş. Şimdi serveti var sevetinden bir kısmını kaptırmış onun peşine düşmüş. Var da peşine düşmüşsün, önce bir var olanı hatırlasana..! Var olanı hatırlarsan ne faydası olur bunun? Elin kolun dökülmez, motive olursun, yani pes etmezsin varı görürsün. Varı gördüğünde umutsuzluğa düşmezsin bu az bir şey mi? Mücadele edersin Eyvallah..!

Fakir Allah’ın rızkını kestiği değil, rızkını sınırlandırdığı kimsedir. Allah kimsenin rızkını kesmez, eğer öyle yapsaydı o insan bir saniye yaşayamazdı, çünkü yaşadığı her saniye de rızıktır. Zira var olmakta bir rızıktır, aldığı her nefes rızıktır, yaşadığı her saniye rızıktır.

İrade rızkının şükrü Rızkı talep etmektir. Rızık veren Rezzâk’ın rızkı, rızık verilen mevzukun talebine bağlıdır. vAllâhu yerzüku men yeşau Bi ğayri hisab. (Bakara/212) (Nûr/38)

Dikkat buyurun burada men yeşau var, yeşa, fiildir eylem. Men nedir? İlgi zamiri, ismi mevsul. Peki, yeşa fiilinin öznesi hangisi? İlginçtir iki özneyi görür. Yeşa fiilinin iki tane gözü var gözünün biri bir özneye bakar, öbürü öbür özneye bakar böyle geldiği her yerde. Gözünün biri “hüve” gizli zamiridir Allah’tır yani, gözünün öbürü “men” dir. O zaman nedir? Evet, vAllâhu yerzüku men yeşau Bi ğayri hisab. Allah dileyen kimseyi hesapsız rızıklandırır, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır, iki manada çıkar buradan yeşa fiili bu iki manayı da verir.

O zaman iki manayı birleştirirsek açılımı ne olur? Allah dileyen kimseyi hesapsız rızıklandırmayı diler. Anlatabildim mi? İşte bu güne kadar bu yeşa’ fiillerinin tek gözünü kör ettiğimiz için yudıllü men yeşa’; Allah dilediğini saptırır. Hayda..! öp babanın elini, Allah dilediğini saptırırmış, sapıklara gün doğdu, vallahi gün doğdu, hiç kimse hesap soramaz;

Niye sapıksın? Allah diledi, itirazın mı var git Allah’a, Allah diledi ben sapıttım itirazın mı var? Firavuna gün doğdu, Nemruda gün doğdu, ebu cehile gün doğdu, tüm çağların firavunlarına gün doğdu. Onun için Yezid’e de gün doğmuştu. Ne geziyorsun sen orada, Allah’ın iradesiyim diyordu. Zorbalıkla gel otur milletin başına Allah’ın iradesi ol. Niye öldürdün Hüseyin’i, Allah’ın iradesi.

Allah’a bundan daha büyük iftira olabilir mi? Rabbinize daha büyük bir iftira yapabilir misiniz insan olarak ve bu akaide dönüştü biliyor musunuz, bu ümmete akaid diye bu yutturuldu ve bu güne kadar bu akaidden en çok kim istifade etti biliyor musunuz? Zalimler. Çok işlerine geldiği için bunu desteklediler, finanse ettiler, zalim yöneticiler bu “akaidi”, bu zulüm akaidini finanse ettiler. Onlar için Kur’an ı çok okuyan ama hiç anlamayan makbuldü, onu da desteklediler. Çünkü sürü istiyorlardı ancak bir sürü olursa onlar rahat ederdi.

Niye sapıksın? Allah sapmamı diledi, bitti. Söyleyecek hiçbir şeyiniz yok. Onun için o “men yeşa’” lar var ya sıra orada. İki gözü var, bir gözünü kör edenin kendi gözü kör olur, onu da gördük zaten.

Rızkı paylaşmayıp yığdıkça yığanlara ne demeli? Rezzâk olana imanla ilgili bir sorunları var demeli. Dostlar, vallahi yığanı yıkarım diyor Allah. Ve tühıbbûnelmâle hubben cemma. (Fecr/20) ne olur yapmayın böyle. Kellâ izâ dükketil’Ardu dekken dekkâ. (Fecr/21) Allah bir sallar yerle bir olur.

Ne olur, çok kazanabilirsiniz ama biriktirmeyin, yığmayın, bu yasak. İhtiyacınız olanı kullanın, fazlasını ihtiyacı olanlarla paylaşın, Allah davasını destekleyin. Güvenmiyor musunuz? Onu verenin yarın da vereceğine güvenmiyor musunuz?. Bakın şu kalpsiz ve vicdansız dünya neden kalpsiz ve vicdansız oldu? Yığdıkları için.

İradeli varlıklara verilen en büyük rızıkladan biri iradedir, insan irade ile rızıklanmıştır. İnsan Allah’tan ilave bir rızık isteyecekse irade ve akıl rızkının şükrünü eda etmeli öyle değil mi? İrade bir rızıktır diyorum, irade rızkının şükrü rızkı istemektir, talep etmektir. Onun için tembelliğin adı tevekkül konulamaz, tevekkül tembellik değildir, tevekkül yatmak değildir oraya geleceğim.

Allah tealâ isterse kullarına gökten sofra indirir, fakat bu O’nun sünnetine aykırıdır. Onun için Hz. İsa’dan havarileri sofra  istediğinde Hz. İsa onların isteğinin kabul edilmeyeceğini zımnen Maide/112 -115 ayetleri arasında söylemiştir.

Bir de iradesiz varlıklar vardır onların rızkını da Allah verir. Sünnetullah gereği Allah hayvanların rızıklarını aramaları için bir iç güdü yerleştirmiştir. Siz hiç avını aramayan bir hayvan gördünüz mü? Ama gözleri de yoksa avı ayağına gelir. Bir de aslanların avı ayağına gelir. Aslan ne yapar biliyor musunuz? Aslanın en büyük özelliği nedir biliyor musunuz? Biriktirmez. Aslan biriktirmez. Açlıktan ölen ayılar çok görülmüştür de aslanlar görülmemiştir. Ayılar biriktirir, gömerler kokuttuktan sonra yerler.

Aslanlar biriktirmezler, o nedenle bakın taze yer, geriye kalandan da binbir mahlûkat istifade eder. Başında beklemez bunu ben öldürdüm, ben avladım, ben emek verdim afiyet olsun dercesine. Karnını doyurur ve gider.

Yaşama güdüsü en temel güdü, bu güdünün kendisi de bir rızıktır aslında. Allah hayvanlara türlerine göre avlanma yeteneği ve avlanmak için silahlar vermiştir. Rezzâk olan Allah aslan yırtıcı diş ve pençe, kartala gaga ve pençe, örümceğe ağ vermiştir. Bu da Rezzâk olan Allah’ın tecellisidir.

Kur’anî çerçeve; Rezzâk isminin geldiği tek yer Zariyat/58 ayeti tek yer. Mekkî bir sure Zariyat. Bu ne demektir? İman edenlere mesaj. İmanınız uğruna mal mülkünüzden oldunuz ey Mekke’li mü’minler, fakat buna üzülmeyin Rezzâk olan Allah var. Müşriklere bir mesaj; İman sizi rızkınızdan eder diye korkuyorsunuz değil mi? Baharat yolu üzerindesiniz,

Dünya da 3 yol var o dönemde biri ipek yolu, iki baharat yolu. İpek yolunu biliyorsunuz, bir Bağdat’a giden kolu var ipek yolunun, bir İstanbul’a gelen kolu var. Akdeniz den ta..! dolanıp daha sonra yukarılara, kuzeye doğru çıkan bir yol.

İki tane de baharat yolu var. 1. Baharat yıolu Hint’ten gelen Medâin üzerinden  geçip Bağdat’a gelen baharat yolu. 2. Baharat yolu Yemen den gelen, Yemen’e kadar denizden geliyor, Bazı gemiler giriyor kızl denize ta akabe körfezine kadar geliyorlar, bazıları kara yoluyla geliyor ki kervanlarla güneyden kuzeye doğru geliyor ta yine ak denize kadar ulaşıyor. Bu yol üzerinde Mekke var.

Mekke de bir şey yok, simsiyah taş. Ne ekin biter, ne orman var, ne göl var, ne ağaç var, ne hayvancılık olur, hiçbir şey olmaz. Ama refah içinde, tabir caizse göller bölgesinde bir ada, Refah içinde yüzen bir Mekke toplumu. Kâbe’ye borçlular Felya’budû Rabbe hâzelBeyt. (Kureyş/3) bu beytin rabbine ibadet edin, kulluk edin. Niye? Bu beytin rabbi sayesinde doyuyorsunuz.

Onlar ne yaptılar? Muhammed geldi, bir getirdi. Kâbe nin içinde 360 put koymuştuk daha da kontenjan vardı. Biz Muhammed’e dedik ki seninkini de koyalım. Ne sakıncası var 361 olur, çünkü bir müşteri daha çıktı. Mantık bu. Şimdi korkum şu ki batılıların mantığı da İslam’a böyle yaklaşıyorlar. Yani Müslümanları ve İslâm’ı nasıl müşteriye dönüştürürüz. Yani satılabilir bir nesneye dönüştürürlerse İslâm’ı, onlar da Müslüman olurlar diye korkuyorlar. Ama bu Müslüman olmak değildir, İsl3am’ı teslim almakla İslâm’a teslim olmak başka şeylerdir.

Bu anlamda korktular, yani ticaret elden gidecek, rızkımız elden gidecek diye Mekke müşrikleri. İşte onlara da mesaj var Rezzâk ismiyle. Nedir mesaj? Allah’ın rızkı ile bu günlere geldiniz ama Allah’ın manevi rızkı olan vahyi reddediyorsunuz. Karnınızın rızkını savunmak için ruhunuzun rızkını reddediyorsunuz ey Mekke’li müşrikler, bunu söylüyordu.

Allah Rezzâk olandır. Kur’an da Rezzâk isminin geldiği tek ayetin içinde yer aldığı pasajın konusu nedir biliyor musunuz? Kulluk, rızık temin etmek değil, toprağı işlemek, tüccarlık, ticaret yapmak, hayvancılık yapmak falan değil, kulluk. Dikkat buyrun okuyalım;

Ve ma halaktül cinne vel inse illâ liya’budun. (Zariyat/56) Ben görünen görünmez tüm iradeli varlıkları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım. Cin ve insan, görünür ve görünmez iradeli varlıklara tekabül eder. Bizim zihnimizde bir cin tasavvuru var ve o tasavvurun dışına çıkmıyoruz. O tasavvuru da genelde cinciler belirlemiş. Bu cin tüccarları var ya, cin imalatçıları, onlar belirlemiş. Onun için bizim zihnimizde ki tasavvurla mutabakat halinde değil Kur’an da ki cin tasavvuru. Kur’an da ki cin kelimesi çok anlamlı bir kelime, tek anlamlı değil. Görünmeyen, bilinmeyen varlıkların tamamı bu kapsama girer bir. İkincisi sizin ilk defa gördüğünüz ve sizi şaşırtan varlıklar bu kapsama girer. Anlatabiliyor muyum? Bölgede bilinmeyen tanınmayan kabile de bu kapsama girer. Şu anda kâinatta bizden başka iradeli varlıkların olmadığını söyleyebilir mi insanoğlu, bu küstahlıktır.

Durun bakalım, eğer yaşarsak göreceğiz, Kur’an bu konuda ip uçları veriyor bizden daha iyilerin olabileceğini söylüyor. Dolayısıyla yarın yaşama elverişli gezegenler bulundukça.. kâinat çok büyük, insan için çok büyük. İnsana yıldız sistemi yeter de yani içinde bulunduğumuz güneş sistemi insan için yeterli. İçinde bulunduğumuz galakside 400 milyar güneş sistemi var. Şu anda bilinen evrende 400 milyar galaksi var ve halâ evren keşfedilmeyi bekleyen yerleri var.

Dolayısıyla siz nasıl büyük konuşursunuz, kendinizi biricik sayarsınız. Onun için Eşref-i mahlûkar sözü Kur’ana ait değildir, ahsen-i takvim sözü Kur’an a aittir. En güzel kıvamda demektir ahsen-i takvim. Eşref-i mahlûkat biraz iri bir laftır, insanın kendisine biçtiği bir roldür. Biraz da efendim böbürlenmektir işin içinde biraz kibir kokuyor. Mahlûkatı ne kadar tanıyorsun ki eşrefi olduğunu ilan ettin dur bakalım daha neleri var.

Onun için yani ahsen-i takvim Kur’an ın ifadesi. Kur’an ımız kıymete ne güzel kanaat ettiriyor bizi değil mi. Aslında dilimizi düzeltsek eğer problem kalmayacak öbür türlüsü olduğu zaman da gizli bir böbürlenme ve kibre kapılıyoruz bu sefer de anlatabiliyor muyum?

Onun için bu manada Ve ma halaktül cinne vel inse illâ liya’budun. (Zariyat/56) sadece kulluk için Ma uriydü minhüm min rizkın ve ma uriydü en yut’ımun. (Zariyat/57) evet, ben onlardan rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istemiyorum, onları ben doyuruyorum. İnnAllâhe HUverRezzâku ZulKuvvetil Metiyn. (Zariyat/58) işte isim geldi burada, Rezzâk ismi burada. Hiç şüphe yok ki Allah rızıkları sonsuzca, sınırsızca her çeşidiyle verendir, ZulKuvvetil Metiyn Metîn bir kuvvet sahibidir, yıkılmaz bir güç sahibidir. Peki, Allah’a kulluktan kimin çıkarı var? Allah’ın çıkarı yok, insanın çıkarı var bu belli.

Rezzâk; rızık verenlerin en hayırlısıdır. Allah’ın bir adı da hayr dır. Rızkı Rezzâk olandan isteyen hayr dan hayrı ister. İnsan bazen hayırlı olan rızkı unutur da daha az hayırlı rızkın peşine düşer mi? Düşer. Vakti gelmiş namaz hayırlı rızıktır. İş yerindesiniz değil mi? Vakti gelmiş namaz rızkını kasaya girecek para rızkına önceleyin. Cuma vakti değil mi? Cuma da bir rızıktır, namaz bir rızıktır, namaz rızkı ruhunuzun rızkıdır. Ruhunuzun rızkını bedeninizin rızkına önceleyin. Eğer Cuma vakti geldi siz Cuma vaktinde alış veriş yapmayı eğer Cuma kılmaya tercih ediyorsanız midenizi ruhunuzun önüne geçiriyorsunuz demektir.

Bu ne demektir dostlar? Şudur, tayfayı kaptan köşküne koyuyorsunuz, kaptanı nereye koymayı düşünüyorsunuz? Başı ayak yerine koyuyorsunuz, ayağı nereye koymayı düşünüyorsunuz? Onun için bu böyledir.

Bu yapılmıştı, ilk Kur’an nesli içinde böyle bir hadise oldu biliyor musunuz? Cuma/11. Ayetinin inmesine sebep olan olaydır. Peygamberimiz Hutbe veriyor ilk Kur’an nesli dinliyor. Dışarıda, Cabir Bin Abdullah’a ait kervan gelmiş, kervanın çıngırakları duyuluyor cemaat tarafından içeride.

Hayda..! Hurra..! cemaat boşaltıyor camiyi. Peygamberimiz orada hutbe veriyor. Bir avuç insan kalıyor içerde. Bir rivayete göre bir düzüne 12 kişi falan kalıyor ve bu ayet iniyor. Yani ve terekûke kaima seni öyle ayakta bıraktılar kendileri kervana koştular. Eyvallah, işte o Cuma ayeti Ya eyyühelleziyne amenû izâ nudiye lisSalâti min yevmilcumu’ati fes’av ila zikrillâhi ve zerulbey’a (Cuma/9) alışverişi bırakıp Allah’ın zikrine koşun emri bunun üzerine iniyor.

Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır neden? İnsanlar rızık verir, en küçük bahaneyle başa kakarlar. İnsanlar rızık verir karşılığında hizmet beklerler, hiç olmazsa minnet beklerler teşekkür beklerler. Allah rızık verir bakınız, ha..! Allah ta bekler, peki teşekkür etmezseniz keser mi? Yo..! kesmez, kesseydi nefes alamazdık saniyemiz olmazdı var olamazdık. Onun için Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.

Güzel rızık helal ve temiz olandır Allah’ın size sunduğu rızıkların helal ve temiz olanlarından yararlanın diyor Maide/88 de. Hayırlı rızkın 2 şartı varmış, helal ve temiz. Temiz; Tayyib orijinal dilde. Genetiği değiştirilmiş gıdalara ne diyeceğiz hocam? GDO lu. Yiyeceğin haramlığı ile değil temizliği ile alakalıdır GDO, Tayyib oluşuyla alakalıdır. Bir yiyeceğin haramlığı ilahiyatın konusudur, bir yiyeceğin temizliği beşeri bilimlerin konusudur. Tıbbın, kimyanın, şunun bunun konusudur.

 

Haram yiyecek ile kazanılan enerji çıkacak haram kapı arar. Bu çok önemli, yani adam durmuyor ya..! elini bağlasanız günahtan tutamıyorsunuz, hatta kendisi de şikâyet ediyor hocam duramıyorum günah işlemeden diyor. Ağızdan haram giriyorsa harama çıkmadan duramaz. Temiz olmayan yiyecek ile kazanılan enerji iradeyi, aklı ve vicdanı kirletir. Temiz olmayan yakıtı depoya koyunca nasıl havayı kirletiyorsunuz, temiz olmayan yakıtı mide deposuna koyunca da aklı kirletiyor, vicdanı kirletiyor iradeyi kirletiyor.

Helal gıdanın ameli salihe dönüşme katsayısıyla haram gıdanın ameli salihe dönüşme katsayısı farklıdır. Mizaçların oluşmasında gıdanın payı sanıldığından da büyüktür. Mizaç zaten karışım demektir. Tek düze beslenenler çoklu düşünemezler tek düze düşünürler. Afrika’nın problemi de budur fi problemi diyelim genelleme yapmayalım. Onun için çocuklarımızın tek düze beslenmesine mani olalım. Çok çeşitli yemedikleri için çeşitli düşünemiyorlar, farklı yönlerden bakamıyorlar. Zira organlar işlevlerini ifa ederken harcadıkları enerjiyi besinlerden alırlar. Nasıl ki kirli yakıt çevreyi kirletirse kirli gıda da insan duygularını kirletiyor.

Gıda bir mahlûktur Hâlıkı Allah’tır, bu bağı kuran Hâlık’la mahlûk arasında ki bağı kuran şükretmekte zorlanmaz, hatta şükretmeden duramaz. Bu bağı koparan ise şükrü hatırlamaz. Besmele işte bu bağı kurmaktır BismillahirRahmanirRahıym dediğinizde (Su içerek) ben su ile Allah arasında bağ kurdum. Çünkü Allah Hâlık, su mahlûk. Yaratanla yaratılan arasında bağ kurduktan sonra aldığım bir yudum su sadece dünyamı değil ahiretimi de ilgilendirir. Sadece bedenimi değil manevi bedenimi de besledi, görünmez bedenimi de besledi. Sadece dünyama bir yatırım yapmadım o suyla ahiretime de bir yatırım yaptım. O bismillah’ı burada dedim ahirette içeceğim. Önüme cennet suyu olarak gelecek. Burada elhamdülillah diyerek yeriz, orada elhamdülillah’ı yeriz.

Hayvanları keserken Allah’ın adıyla ve Allah adına kesmenin esprisi budur. Hâlık ile mahlûk arasında ki bağlantıyı unutmamak, koparmamak. Allah’ın kurulması gerektiği, emrettiği bağlantıları koparmamak yani Bakara, Hac/28)..vs. surelerde ifade buyrulduğu gibi.

Temiz rızkı kirletmekte mümkindir, üzüm temizdir ama şarap yapılan üzüm kirlenmiş olur öyle değil mi? Temiz rızıkla beslenmek besleneni başkalarının önüne geçirirmiş. Kur’an söylüyor bunu. İsrail oğullarını gününün, döneminin insanlığı içinden öne geçirenin temiz rızıklarla beslenmek olduğunu söylüyor Kur’an (Casiye/16)

Allah insanları rızık açısından farklı yaratmıştır, 11 ayet var bu konuda. He ne ki yaratan O tektir, her ne ki yaratılan o çoktur. Hâlık tektir, mahlûk çoktur, çokluk çeşitliliğin sebebidir. Ben bunun üzerinde neden duruyorum biliyor musunuz dostlar, maalesef Hâlık’ın tekliğine vurgu yapıldığı kadar mahlûkun çokluğuna vurgu yapılmıyor, hatta hatta bırakın çokluğuna varlığın birliği iddia edilerek Hâlık – mahlûk farklılığı yok edilmeye çalışılıyor.

Allah tevhid edilir mahlûkat vahdet edilir. Allah’ın tevhidi, mahlûkatın vahdeti esastır. Allah ile mahlûkatın, Hâlık’la mahlûkun vahdeti ise ya hulûle ya ittihada dönüşür. İkisi de Kur’an ın reddettiği, Kur’an ın inkâr ettiği İslâm dışı bir yoldur. Hulül Allah’ın insanın içine girdiğini düşünmek, ittihad insanın Allah ile birleştiği. Ondan daha öte bir şey söylüyor varlığın tamamının içi içe geçtiği hepsinin Allah ile birleştiği.

Kur’an bunu merdut olarak reddeder. Hâlık ve mahlûk aynı saydığınızda panteizm diyoruz biz buna. Bunun İslâmî versiyonunu da vahdet-i vücut olarak savunuyorlar. Bu neyi getiriyor biliyor musunuz? Nihilizmin doğduğu yatak budur, evet hiççiliğin. Nihilizm anlamsızlığın ve ahlâksızlığın ideolojisidir, hiçbir şeyin anlamı yok, hiçbir şeyin amacı yok, hakikat diye bir şey yok, öyle de olur, öyle de olur, öyle de olur. Sen de haklısın, sen de haklısın, sen de haklısın. Sana göre ona göre buna göre, bana göre, hakikat diye, sınır diye bir şey yok, gücün yetiyorsa yap güç her şeydir. İşte nihilizmin sahte peygamberin dediği gibi ve ondan sonra ahlak, ahlaksızlıktır dersin. Bu da Nietzsche’ nin sözüdür maalesef. Güç ifadesinde aynen bunu söyler. Her türlü ahlâka karşı savaş açmaktır ahlak der.

 Dolayısıyla nereye varmaya çalışıyorsun, ne yapmaya çalışıyorsun. Her değeri yıktın yerine ne koymayı düşünüyorsun? Gücü koymaya çalışıyor. Dolayısıyla Panteizm ve onun her türlü rengi nihilizme açılır, ahlâksızlığa, Allah’sızlığa, anlamsızlığa, hiççiliğe, sınırsızlığa açılır. Hâlık’ın ve mahlûkun farklılığı esastır, Hâlık tektir mahlûk çoktur bu böyle.

 Buraya nereden geldik? Şuraya getirmek için geldim sözü. Çokluk çeşitliliğin sebebidir, çeşitlilik farklılığın sebebidir, farklılık ise zenginliktir. Biz çokluğu yok ettiğimiz için farklılıklara tahammülümüz azaldı. Yani bir tür vahdet-i vücud çu felsefe Anadolu’nun 1000 yılını dini düşünceyi şekillendirdiği için halkın dini düşüncesine en çok rengini veren bu felsefe olduğu için çeşitliliğe karşı tahammül eşiğimiz çok düşük. Bakınız onun içinde daima çokluğu, çeşitliliği yok etmeye çalışıyoruz geldiğimiz noktada.

 Biri vardır çalışmayı sever, öbürü vardır tembelliği sever. Biri vardır kafasını çok iyi çalıştırır öbürü vardır kafasını hiç çalıştırmaz. Biri vardır Allah’ın verdiği yeteneği kullanır, öbürü vardır Allah’ın verdiği yeteneği kullanmaz. Şimdi siz bu ikisinin aynı oranda servete sahip olmasının adalet olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hayır, bunun adaletle alakası yok, zulümdür bu. Yatanla çalışana aynı vermek adalet değildir.

 Onun için adalet oran eşitliği değil hakkaniyyet eşitliğidir, fırsat eşitliğidir. Eşit fırsat verirsiniz o fırsatı biri değerlendirir öbürü değerlendirmez. Verirsiniz eline 3 kuruş, 3.000 kuruş eder, verirsiniz eline 3.000 kuruş 3 günde altından girer üstünden çıkar sizi bir de borçlu çıkarır. Şimdi bu ikisini nasıl aynı kefeye koyarsınız siz. Onun için dilediğinin rızkını genişletir dilediğinin rızkını daraltır. 11 ayet var bu konuda. Allah’ın açması da kapaması da elbette bir sınavdır tersini düşünen Karun’a baksın. Yani Allah rızkını açtığı kimseye iyilik ediyor daralttığına kötülük ediyor diyebilir miyiz?

 Hayır, bunu müşrikler böyle düşünüyordu. O zaman Karun’a bak derim. Kasas/82. Ayetini oku. Yani Karun serveti ile birlikte yere geçirdi. Nedir? Kendine çıkarmıştı, yani ben kazandım, niye paylaşayım. Mantığı buydu. Onun için ayette geçen metaa ve na’iym birbirinin zıddı Meta’ dünya nimetine denir, Na’iym ahiret nimetine denir. Meta’ da 3 şey yoktur, Na’iym de 3 şey vardır, Meta’; Bâkî değildir, Daim değildir, Sabit değildir. Na’iym de; Bâkîdir, Daimdir, sabittir. Fakat ikisinin de ortak bir vasfı vardır Bâki değildir. Daimle Bâki aynı kelime değildir. Niye Bâki değildir zira;

Küllü men ‘aleyha fan, Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm. (Rahman/26-27) rabbinin dışında hiçbir şey Bâki değildir dünya nimeti de, ahiret nimeti de. Rabbindir baki kalacak olan. O zaman. Eğer rızık, merzuk bile Bâki değilse rızık baki olur mu? Yani rızkın kendisine verildiği insan Bâki değilse kendisine verilen rızık Bâki olur mu?

Rızıkla ilgili bir başlık. Allah’ın haram kılmadığını kimse haram kılamaz. Eşya da asıl olan mübahlıktır, bu yüzden bir şey haram değilse helal kabul edilir. Onun helalliğine ayrıca delil aranmaz, haramlığına delil olmaması yeterlidir. Kur’an haramı helalleştirme ilkesine bir kez, helali haramlaştırma tehlikesine ise 10 kez dikkat çeker. Şeriat koyucunun Allah olduğuna Kur’an döner döner vurgu yapar. Din adamları sınıfı çıkaran kadîn inanç sistemleri bunu nasıl yaptılar biliyor musunuz?

Haramlar icat ederek yaptılar, sahte haramlarla yaptılar. Sahte haramlarla din adamları sınıfı icat etmenin alakası nedir diyeceksiniz, sahte haramlar icat ettiğiniz zaman millet artık dini haram icat edenlerden sormaya başlar, çünkü neyin haram olup olmadığını onlar belirliyor artık. Dolayısıyla onlara soracaklar. Eğer neyin haram olup olmadığını Allah belirleme yetkisine iman etseydi Allah’a sorardı. Eyvallah..! Din adamları sınıfını çıkaran kadîm inanç sistemlerinin problemi budur, sahte haram koyarak sapıtanlardan bahseden En’am/140. Ayetine atıf yapayım sadece. Mekkî müşrikleri bunu yaptılar burada da Maide/103. Ayetine atıf yapayım.

Uyarı geliyor Kul men harrame ziynetellahilletiy ahrece li ıbadiHİ vettayyibati miner rızk. (A’raf/32) Allah’ın kulları için ziynet olarak yarattığı güzellikleri kimmiş bakayım haram kılacak diyor rabbimiz. Haram kılma hakkı Allah’ın hakkıdır. Zira rızkı yaratan Allah’tır, yarattığı rızık üzerinde hüküm verme hakkı da Allah’ın hakkıdır. Allah’ın yarattıkları hakkında son sözü söyleme hakkı da Allah’ındır. Yunus/56-60 ayetlerine atıf yapayım ve geçeyim.

Rızık – İnfak ilişkisi; Rızkın hayırlısı daha büyüğünü getiren rızıktır değil mi? İnfak edilen rızık daha büyüğünü getiren rızıktır. İnfakı anlamanın ve sindirmenin yolu vahyin inşa ettiği bir servet tasavvurundan geçer. Mülk kimin diye sorunca mülk Allah’ındır, insan mülkün emanetçisidir diyen kazanır. Allah bunu dememizi istiyor.

İnfak imanın yoldaşıdır, Kur’an iman ile infakı yanyana anar. Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler der. Bakara/3 ayetinde. Bu Allah’ın kuluna iki kere ikramıdır, ilki rızık ikramı, ikincisi rızkı rızıklandırma ikramı, infak ikramı. İnfak ta Allah’ın bir ikramıdır.

Rezzâk olan Allah’ın tecellileri var, şükür en büyük tecellisidir, şükür imanın amelidir. İnsanın imanı da amel eder. Şükürsüzlük ta küfrün amelidir. Şükür güvenle alakalıdır, şükürsüzlük güvensizlikle alakalıdır. Allah’a güvenen şükreder, şükredene artırılır.

Takva ve ihlas rızkı celp eder, Allah’ın Rezzâk isminin takva ve ihlas sahiplerine özel bir tecellisi var. Takva rızkı getiren rızıktır. Takva verilen bir şey değil öznesi tarafından elde edilen bir şeydir. Eğer takva rızkını kesp ederseniz Allah maddi rızık kapılarını size ardına kadar açar. Neden? Dostlar, maddi olarak sıkıntı da olan kardeşler, ekranlarından bizi dinleyen Esma-i Hüsna dostları hepinize sesleniyorum Allah kapısız duvar yaratmamıştır, fakat yarattığı duvarların içinde kapıları gizler, zira insan iradeli bir varlıktır, arasında o kapıyı bulsun der. O kapıyı bulmak sana düşer, ama sakın Allah’ın kapısız duvar yarattığını söyleme, kapıyı bul ve aç bu da imtihandır, bu da iradenin hakkıdır, bu da aklın hakkıdır. Kapıyı bul ve aç. Ama sakın bu duvarda kapı yok deme zira Allah kapısız duvar yaratmamıştır A’raf suresini açın bakın cennetle cehennemin arasına çektiği duvarın içinde bile bir kapı vardır. Aynen öyle, yani cennetle cehennem arasına bile duvar yapıp kapı koyan rabbim senin ile rızkın arasına kapı koymaz mı?

Rızık talebi tevekkülün ön şartıdır. Rezzâk isminin tevekkül edenlere özel bir tecellisi vardır, Akif’imiz konuşsun mu?

Çalış dedikçe şeriat çalışmadın durdun,

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun,

Sonun da bir de tevekkül sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdin bununla maskaraya.

                                       (M.Akif Ersoy)

Ancak bu kadar güzel söylenir ne diyeyim, evet sadaka ven nataka, söyleyen güzel söylemiş, doğru söylemiş.

Sahih bir tevekkül ile rızık arasında ilişki vardır, önce deveni bağla I’kılha sümme tevekkel, önce bağla sonra tevekkül et diyor peygamberimiz. Tevekkül arkasından yapmuru sürükleyen rüzgâra benzer. Rüzgâr yağmurun sebebidir. Peki rüzgârın sebebi nedir? Kanat çırpan kelebekler olabilir mi  mesela, kelebek etkisi olabilir mi? Peki kelebeklere kanat çırptıran nedir, kelebekleri hareket ettiren nedir? Bana sorarsanız birilerinin yere ektiği tohumdur. Onun için işi bilenler yağmuru görünce tohum ekmezler, işi bilenler tohumu ekerler göğe bakarlar, çünkü ekilmiş bir tohum toprağın duasıdır. Sen tohumu ek göğe bak, göğün rabbi işini bilir.

Men ve Selva üzerinden verilen bir ders; Rezzâk isminin tarihi tecellilerinden biri de İsrail oğullarına bahşedilen men ve selva. Bu Allah’ın ilah’i rehberliğe tabi olanların rızkına kefil olduğunun ifadesidir. Men ve selva, İsrail oğulları firavunun zulmünden Hz. Musa önderliğinde kurtuldu, tih sahrasına geldi, bugünkü sina sahrasına geldiler ve orada hiçbir şey yok. Ne yiyecek, ne içecekler. Oysa ki Mısır ‘da iken yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında idi. Envai çeşit Nil’in verdiği ürünle rızıklanıyorlardı. Orada ise hiçbir şey yoktu. Rabbimiz sabahları seherde salât için kalktıklarında çölde çöl kumunun yüzüne böyle ince bir tabaka halinde serilmiş kişniş tohumu gibi bembeyaz irmik gibi kumun üstünde bir tabaka bulurlardı. O hem ekmek yapılırdı, hem yağlı bir şeydi, aynı zaman da bir de bıldırcın kuş sürüleri göndermişti rabbimiz o dönemde. Aslında bunu yemeğe geliyorlardı bıldırcınlar, yani tahminim o, onlar da bunu yerken bıldırcınları topluyorlardı.

Aslında men ve selva nedir biliyor musunuz ekmek ve katıktır. Yani, zımnen bu demektir. Ekmeğini de katığını da göndermiş. Hatt bir de meyve suyunu da göndermiş, o da nasıl? Çöl inciri, kaktüs var ya, Adana da falan satılır, kaktüslerin incirleri, meyveleri vardır, harika olurlar. Özellikle yaz mevsiminde. Hem susuzluğu giderirler, hem meyve suyu hükmündedirler hem besleyicidirler. Onu da yanlarında bitirdi hazır meyve suyu bedava, daha ne olsun.

Ama ne yaptılar? Ve iz kultüm ya Mûsâ len nasbire alâ ta’amin vahidin fed’u lenâ Rabbeke yuhric lenâ mimmâ tünbitül’Ardu min bakliha ve kıssâiha ve fûmiha ve adesiha… (Bakara/61) Hani demiştiniz ki ey Musa biz bir tek rızıkla yetinemiyoruz. Ne yap? Soğanı sarımsağı bunun nerede. İşte buna Yahudileşme diyoruz.

Şimdi adam kapı gibi imanıyla bir mü’min bulmuş, onun yanında bir sürü meziyetleri var, vefası var, ilmi var, vs. Ama iki tane de eksiği var. Hani bunun soğanı sarımsağı? Hay senin soğan sarımsağın..! O da eksik olsun ya, men ve selvası var ya, Allah Allah. O da eksik olsun. Dost bulmuşsun, vefakâr bir insan bulmuşsun, güzel bir insan bulmuşsun..! Eee.. iki tane de kusuru var iki tane de eksiği olsun ne olur yani. Hani bunun soğanı sarımsağı…! İşte tam Yahudileşme dediğimiz hadise.

Rezzâk olan Allah’ın adananlara bir tecellisi var mı? Var. Allah’ın Meryem’e tecellisi buydu işte, Hz. Zekeriyya Meryem’in önünde rızkı bulunca kale ya Meryemu enna leki hazâ. (A. İmran/37) diyordu.

Bizim müfessirlerimiz boş durur mu? Hemen bu rızkın ne kadar cennetten getirdiler. Allah aşkına ya..! Müslüman aklı ne zaman normal çalışacak, bunu Allah’ın bizden almamızı istediği ibret? Bu ayetleri bunun için mi emretti. Yani şimdi oturupta cennetten rızık bize nasıl gelir diye düşünmemizi mi istiyor rabbimiz bununla? Yoksa şunu mu istiyor; Ey kul Allah’a adanırsan Allah seni muhtaç etmez, Meryem’e bak. Bunu mu diyor. Ne diyor şimdi? Bunu diyor tabii. Allah adanmışlarını rızıksız bırakmaz diyor.

Efendimize de öyle dememişmiydi; Ve lâ temüddenne ayneyke ila ma metta’na Bihi… (Tâhâ/131) Onlara verdiğimiz nimetlere gözünü dikme. Bu ayet indikten dört gün sonra diyor Hz. Aişe Allah resulü sevdiği hiçbir şeye doyası bakmadı, kırmızı deveyi severdi, atları severdi. Fakat onları gördüğü zaman bir ayıp işlemiş gibi yüzü kızarır kafasını yere eğerdi.

Aman Allah’ım..! şu hassasiyete bakar mısınız? Rabbimizle dost oldunuz mu, O Mevla’nız oldu mu? Acaba O dostu üzer miyim? Yani dostumun gözü yine başka yerlerde der mi..! budur hassasiyet.

Evet, Rezzâk isminin ahirette tecellisi var ve rızıkla ilgili öğütlerle son vereyim. Hz. Ali diyor ki; İnsan senin hangi sıfatına yönelirse ey Allah’ım, sen de insana o sıfatınla yönelirsin. Bunun altını çiziyorum yazabilenler yazsınlar. nehcü’l-belaga’dan) İnsan senin hangi sıfatına yönelirse, sen de insana o sıfatınla yönelirsin. Yani Allah’tan sadece rızık diliyorsan Allah’ta sana Rezzâk isminin sadece dünyevi şeyiyle yönelir onu verir, onu istediği için. Arkasını düşünmedin onu alınca ne yapacağını. Ya rabbi hayırlısını ver bile demedin.

Verir huzurunu alır, elinde paran çok olur gönlünde huzurun yok olur. Şimdi iyi mi ettin? İstedin de iyi mi ettin. O zaman aynı sözü söyleyen bir başka sözü hatırladım. Ben senin Allah olduğunu her istediğimi vermemenden anladım. Eyvallah..!

Ey Ademoğlu yiyeceğinden fazla kazandığın şeyde başkalarının bekçisisin. Biriktirdiğin şeyde diyor başkalarının bekçisisin. Bir adamın üzerine evinin kapısı kapanıp orada hapsedilse rızkı nereden gelecek diye sormuş ta bir askeri, ecelinin geldiği yerden gelecek demiş.

Rızık iki çeşittir: biri senin istediğin rızık, diğeri seni isteyen rızık, ona gitmesen de sana gelen rızık. Yılının endişesini gününe yükleme diyor. 365 günün endişesini bir güne yükleme diyor. Çünkü diğerlerini diğer günlerde yiyeceksin, yiyecek misin bakalım. Her gün o günde olan sana yeter. Yıl senin ömrünün parçası ise Allah Teâlâ yarın da sana ayırdığını verecektir. Yıl senin ömrünün parçası değilse sana ait olmayan bir şey için niçin endişelenesin ki?

Evet, iyi bil ki Azîz kardeşim kişinin zengin mi fakir mi olduğu ölünce belli olur. Dünya da çok zenginler var ki ahirette dilenci olacaklar. Eğer sen rızkı yiyesin fakat rızık seni yemesin istiyorsan elin kârda gönlün yar’da olsun. Eğer gönlün de kârda olursa yar’a ne kalır? Unutma Allah bir göğüste iki kalp yaratmamıştır. Gönül dünyasını yamamak için dininden yırtanın, dininin üstü açılır, dünyası da elden gider. Zira cam almak için elmas veren bu alışverişten kârlı çıkmaz. Rabbim Rezzâk isminin tecellisine bizi mazhar etsin, bizi helal ve hayırlı rızıklarla merzuk kılsın inşaAllah.

Amin, Ya Rezzâk ya Allah, her çeşit rızkı daima veren sensin. Kuşların rızkını ağızlarına koyan sensin, aslanın rızkını ayağına gönderen sensin. Bizi cennetle merzûk olanlardan eyle ya Rabb. Ya Rezzâk ya Allah ruhumuzu kulluk ve iman rızkından mahrum eyleme, aklımızı ilim ve irfan rızkından mahrum eyleme, kalbimizi takva ve şefkat rızkından mahrum eyleme. Bedenimizi helal ve tayyip rızıklarla merzuk eyle ya Rabb. Amin, ya Mu’iyn velhamdülillahi rabbil alemin.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır. 


ESMA DERSLERİ – 26 – ER REZZAK (A)

$
0
0

Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 “Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

***********************************************************

ER REZZAK

Er Rezzâk; Maden, bitki, hayvan ve insan gibi gıdalanan herkesi rızıklandıran ve onlara rızık veren demektir.

Er Rezzâk’ın yaratıklarını rızıklandırmasında, onların iman veya küfür içinde bulunup bulunmamaları mühim değildir.

Rızık, Allah Teâlâ’nın bedenleri ayakta tutmak için yarattığı şeydir denilmiştir. Başka bir görüşe göre rızık, yararlanılan şey demektir. Buna göre rızık, Hakkın tevfikiyle Ebrâr ’ın nefislerini besleyen; Hakkı tevhit etmekle de Ahyâr ’ın kalblerini cilalandıran; ağnıyayı (Allah’tan başkasına muhtaç olmayan zenginler), rızıklandırmanın varlığıyla özel kılan; fakirleri (sadece Allah’a muhtaç olanlar) ise, er-Rezzâk’ı müşâhede ile şereflendiren şeydir.

Binaenaleyh, er-Rezzâk’ı müşâhede etmekle nimete ulaşan kimseyi kaybettiği rızıklar zarar veremez.

Bilinmelidir ki:

Rızık, iki türlüdür: Sûrî ve mânevî rızık.

Buna göre Sûrî rızık, cisimlerin ayakta durmasını temin eden rızıklardır. Mânevî rızık ise, ruhların ayakta durmasını sağlayan rızıklardır.

Buna göre birinci kısımdaki rızık, kesif ve süflî; ikinci kısımdakiler ise, latîf ve ulvîdir. Allah Teâlâ, ulvî rızıklar hakkında şöyle buyurmuştur:

Gökte rızkınız ve sizlere vaat edilen şeyler vardır.” (Zariyat/22)

Buna karşın süflî rızık hakkında ise, şöyle buyurmuştur:

Onların yiyeceklerini takdir etmiş, oraya herkes için rızık yaratmıştır.” (Fussilet/10)

Böylelikle Allah, bütün yaratıkların sûret ve mânâ olarak muhtaç olduklarını, buna karşın sadece Kendisinin müstağni olduğunu ortaya koymuştur.

Rızkın her iki kısmının da bir takım dereceleri vardır.

Mânevî rızıkların arasında rızıkların en üstünü ve ulvîsi, Vücûd-ı Hakkın kendisiyle zuhûr ettiği rızıktır; bu Vücûd, mümkünlerin sûretlerine sirâyet etmiş, var olan şeylerin mazharlarında zuhur etmiştir.

Bu mertebenin hakikatleriyle tahakkuk eden muhakkikin alâmeti, nazarını tekil veya çoğul varlıkların kabiliyetlerine yöneltmesidir. Ayrıca her yaratılmışın kendi mertebesinde elde etmiş olduğu veya istidadının gerektirdiği rızık diye isimlendirilen mânevî veya sûrî rızka da nazarını yöneltmiş olması gerekir.

Binaenaleyh rızıkların özellikleri ve eserlerinin neticeleri, rızıklananların kabiliyetlerinin farklılığına ve mizaçlarının çeşitlenmesine göre değişir.

Nice rızıklar vardır ki, bazı yaratıkların yaşamasına, bazılarının ölmesine neden olur. Buna örnek olarak, deniz canlılarını verebiliriz; deniz hayvanları, su rızkıyla yaşarlar, buna karşın sudan ayrılarak hava nedeniyle hayatlarını kaybederler.

Aynı şey, kara hayvanları için söz konusudur. Kara hayvanları, hava ile yaşarlar, suda ise hava bulunmadığı için hayatlarını kaybederler.

Bununla beraber, havada su bulunur, suda da hava bulunur, fakat hüküm baskın olana aittir.

Süflî-kesif rızıklarda meselenin böyle olduğu anlaşılınca, şu da bilinmiş olur ki: Ulvî hakikatlerdeki farklılık, daha fazladır ve bunun tecellîgâhları daha geniş; âhirette ise, en büyük dereceler ve en ayrıntılı rızıklar vardır.

Kâmil ârif, mârifetleri ehline indiren kimsedir. O, var olan şeylerin hakikatlerini derece farklılıklarına göre; teveccühlerinin gayelerine; kemâllerinin nihâyetlerine; özelliklerinin gereklerine göre oldukları hal üzere bilir. Böylelikle kâmil ârif, her hak sâhibine hakkını verir. (Sadreddin Konevi-Esma-i-Hüsna şerhi/73-75)

**************************************************************

ER REZZAK

ER REZZAK; Rızıkları, ve rızık verdiği varlıkları yaratan, rızıklarını onlara ulaştıran, rızıklarla faydalanmalarına temin eden hiç şüphe yok ki, O’dur!

Rızık iki kısımdır:

1  – Beden için olan, azıklar ve yemekler gibi zahiri nzık,

2  – Batınî rızık. (Yani ruhun rızkı).

Batınî rızık, marifetler ve mükaşefelerdir ki, bunlar kalbler için hazırlanmış en şerefli rızıklardır. Çünkü bunun semeresi, ebedî hayattır; zahiri olan rızkın semeresi ise belirli bir zamana kadar bedenin kuvvetini sağlar.

Bu iki rızık çeşitini yaratan ve erbabına isal eden (ulaştıran) şüphe yok ki, Allah’tır.. Lâkin onu, dilediğine bolca verir, istediğine karşı da azaltır.

TENBÎH:

Bu vasıftan kul’un hazzı (nasibi) iki şey olabilir:

1  – Bu vasfın gerçek sahibi Allah olduğunu bilmesi, O’ndan başka kimsenin müstahak olmadığını iyiden iyiye anlamasıdır. Böylece rızkı ancak O’ndan bekler. Bu hususta O’ndan başkasına itimat ve tevekkül etmez.

Hatem’ül – Esem’den (1) rivayet edilmiştir:

Bir adam ona sordu:

–  Nerden yiyorsunuz?

– Onun hazinesinden.

–  Sana gökten ekmek mi yağdırıyor?

–  Yeryüzü O’nun olmasaydı, elbette ekmeği gökten yağdırırdı.

–  Siz sözü tevil ediyorsunuz!

–  Çünkü o, gökten ancak kelâmı indirmiştir!

–  Anlaşıldı sizinle baş edemeyeceğim!

–  Çünkü batıl, hakla hiç bir zaman başa çıkamaz!

2  – Ona kılavuz bir ilim, öğretici bir dil, sadaka verip, de menfaat sağlayan bir el verdiğini bilmesidir. Bunlar, söyleyeceği güzel sözler, ve yapacağı güzel işler vasıtasıyla kalpler için şerefli rızkın temin edilmesine yol açarlar.

Allah bir kulunu sevdi mi, halkın ona olan ihtiyacını artırır.

(1) Ebu Abdurrahman Hatim bin Unvan El’Esen. (Vefatı H. 237 de) Birinci tabaka evliyadandır. Belh ehlindendir. Şakik Belht’riin talebesi ve Ahmed bin Hidraveyh’in üstadı idi. Yüksek halleri tabakat kitaplarında yazılıdır. Bak. Risale-i Küşeyrî sf: 56, Ne’fabat-ül Ons sf: 130, Tabakat ı Siilemî sf: 91 – 97, Tabakat-ı Şaranl C. 1. sf: 93 v.s. (İ. Gazali-Esma-i Hüsna şerhi/94-95)

*********************************************************************

ER REZZAK

Taalluk;

Âlemdeki mevcudat, var olmak için sana muhtaç oldukları gibi, sen de var olmak için bu isme ihtiyaç duyarsın.

Tahakkuk;

Rezzak, varlıkların bekası için, ihtiyaçlarını onlara ulaştıran demektir. Bu geniş anlamıyla rızık verme ruhların ve bedenin gıdası şeklinde gerçekleşir.

Tahaluk;

Bir kimse dinleyenleri mutlu eden bir konuşma gücüne sahip olduğunda, müstahlef olduğu bir alanda bilgi dağarcığındakileri bünyesini koruyacak şekilde kullanan kimse/kimselere verir. Bu şahıs bu adetini devam ettirdiği sürece rızkı gittikçe artar. Böyle bir niteliğe sahip olan birisi, Rezzak adının tahallukuna nazil olmuş demektir. (İbn. Arabi-Allah isimlerinin sırları ve manalarının keşfi/65)

…………………………………………………………………………

RIZIKLAR MERTEBESİ

Rızıklar iki kısım, maddi ve akli rızık.

Akıl ve nakil de bunu söyler.

 

Bir kısmı verilen iyiliği kabul eder,

O rızık gerçekte makbul.

 

Allah münezzeh, O’nun bilgileri sınırsız,

O bilgilerde hidayet ve dalalet var.

 

Şaşılacak bir işi içeren cinsel ilişki gibi,

Diller birleşir öpüşme olur.

 

Allah Meryem kıssasında şöyle der;

… küllema dehale aleyha Zekeriyyel mıhrabe, vecede ‘ındeha rizka* kale ya Meryemu enna leki hazâ* kalet huve min indillâh* innAllâhe yerzuku men yeşâu Bi ğayri hısab. (A. İmran/37)

“Zekeriya mihraba her girdiğinde orada rızık buldu. “Meryem, bu sana nereden geldi?” Meryem; “O Allah katındandır, Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.”

Başka bir ayette;

… ve men yettekıllâhe yec’al lehû mahrecen – Ve yerzukhu min haysü lâ yahtesib… (Tâlâk/2-3)

“Kim Allah’tan sakınırsa Allah onun adına çıkış yaratır ve onu bilmediği yönden rızıklandırır.”

Bu mertebenin sahibi Abdülrezzak diye isimlendirilir. Allah şöyle der;

Ve ma halaktül cinne vel inse illâ liya’budun.

Ma uriydü minhüm min rizkın ve ma uriydü en yut’ımun. (Zariyat/56-57)

“Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.

Onlardan rızık istemiyorum, beni doyurmalarını istemiyorum.”

Bu durum yedirilenin hakkıyla ilgilidir. Sahih bir kutsi hadiste Allah şöyle der; “Acıktım beni yedirmedin, susadım bana su vermedin. Kul şöyle der; Sen Âlemlerin rabbiyken nasıl olur da yer ve içersin? Allah şöyle der; Falan kulum acıkmıştı, falan kulum susamıştı onu doyurmadın veya senden su istediğinde onu içirseydin.”

Bu ifade; “Acıktım beni yedirmedin – susadım bana su vermedin” hadisinin anlamıdır. Allah kendisini susayan ve acıkan kullarının mertebesine yerleştirmiştir. Amel sahibi kutsi hadise göre aç olanı doyurmak amacıyla çalışır ve doyuranlardan olmak isteyebilir diye Allah insana şöyle der; “İnsanlardan beni doyurmalarını istemiyorum.” Burada Allah bir makamdan öteki makama intikal etmiştir.

Allah kullarına yükümlülük yurdunda makamları, halleri ve menzilleri öğretir ki onlara intikal edebilsinler. Sonra şöyle der;

İnnAllâhe HUverRezzâku ZulKuvvetil Metiyn. (Zariyat/58)

“Allah rızık verendir, metanet ve kuvvet sahibidir.

Manalarda metanet, cisimlerde ki kesiflik gibidir ve burada da rızka uygun kelime kullanılmıştır. Maddi rızık cisimlerin kendisi ile beslendiği gıdadır. Cisim onunla beslendiğinde parçaları çoğalır, artar ve kalınlaşır. Besili olmak nerede zayıf olmak nerede. Allah’ın gerçeği kendisinden anlayanlara talimi, edep öğretmesi ve açıklaması ne güzeldir.

Bilmelisin ki rızık manevi ve maddi rızık olmak üzere ikiye ayrılır. Başka bir ifadeyle rızık mahsus ve makul diye taksim edilebilir. Rızık, rızıklananın varlığının kendisiyle ayakta kaldığı her şeydir. Bu yönüyle rızık varlığın besini ve gıdasıdır. Allah;

Ve fiys Semai rizkuküm ve ma tu’adun. (Zariyat/22)

Rızkınız ve size vaad olunan şeyler göklerdedir.

Buyururken yeryüzü hakkında;

Ve ce’ale fiyha revasiye min fevkıha ve bareke fiyha ve kaddere fiyha akvâteha fiy erbe’ati eyyam* sevaen lissailiyn. (Fussilet/10)

“Orada (arzda = bedende) fevkinde sâbit dağlar (benlikler) oluşturdu, orada bereketler vücuda getirdi ve orada (istidatları itibarıyla) isteyenler için eşit olmak üzere varlıklarının devamı için gereken azıklarını dört süreçte ölçülendirdi.” (A. Hulusi)

“Orada besinler takdir edilmiştir.” (Fussilet/10) der. Onlar rızıklardır, onların takdiri iki açıdan olabilir. Birincisi nicelikleri, ikincisi vakitleridir. Yeryüzündeki rızık cisimlerin kendisi ile var olduğu besinlerdir. Bunların hepsi rızıktır. Yaratılmış her şey muhtaç olarak kalırken Hakk müstağnilik özelliğiyle ayrışır.

Rızıklar ve onların müşahedesi hususunda en üstün menzil, Hakkın varlığının kendisiyle zuhur ettiği mümkünlerin hükümlerinin suretleri ile tecelli suretleridir. Müşahede sahibi tecellide ki surette veya hakkın varlığında (Zuhur eden) mümkünlerin hükümlerinin suretlerine bakar. O suretin hak ettiği ve “rızık” denilen şeyi görür. Söz konusu suret rızkı baki kalmak üzere talep etmişti. Bu durumda kulun müşahedesi rızıklar mertebesi ise, rızkı ona verir. Bu durum emir ve halk âlemindeki varlıklara ve onların hakikatlerine göre iner.

Var olan şey rızkını bu makam sahibinden talep eder. Onların talep ettikleri en kesif şey rükünler içindeki türeyenlerdir. Onlar madenler, bitkiler ve hayvanlardır.

… ve ce’alna minelMai külle şey’in hayy.. (Enbiya/30)

“Allah her şeyi sudan, canlı yapmıştır.”

Her şey canlıdır çünkü her şey Allah’ın hamdini tesbih etmektedir. Tesbih ancak canlıdan meydana gelebilir. Her şey sudan ve havadan meydana gelmiştir ki, sudan ayrıldıklarında ölen deniz canlıları da buna dâhildir. Onların canlılığı suda ki havaya bağlıdır. Çünkü deniz canlıları bileşiktir ve bu sayede özel bir ilişkiyle havayı kabul edebilirler. O nispet havanın suyla artık hava adını yitirecek şekilde karışmasından ibarettir. Nitekim hava da bileşiktir, onda da su vardır ve bu sayede bileşik olarak var olur.

Fakat suyun hava ile bileşimi, artık su adını yitirecek şekilde özel bir karışımdır. Hayvanın canlılığı suyun havasına bağlı olunca bu özel hava kaybolduğunda su canlısı ölürken aynı şekilde kara canlısı da suda boğulduğunda ölür. Çünkü onun hayatı da suyun karıştığı havaya bağlıdır, yoksa havanın katışmış olduğu suya bağlı değildir.

Bu itibarla kara ve deniz canlısı olan bir canlı daha vardır ki o da ara bir varlıktır. Bu hayvan her iki havayı da kabul edebilir bir özelliktedir. Böylece havayla hayatiyetini sürdürdüğü gibi karada da hayat bulur. Bu hayvan suda yaşayabildiği gibi denizde de yaşayabilir ve hava sayesinde her iki yerde yaşaması mümkündür. Su onun canlı kalmasının ilkesidir.

Rükünler aleminde rızık yenilen ve içilen her şeyde havadır. Hava sayesinde bitki maden, hayvan, insan ve cin gibi beslenen her şey canlılığını sürdürür.

Nefes alıp verirken alemdeki nefeslerden yaratılan meleklere gelirsek, onların rükünlerden bir gıdası vardır, böyle olması da kaçınılmazdır. Melek nefes alıp veren kişiden onun kalbindeki düşüncelere göre ortaya çıkar. Nefes alan kişi bir lafız söylerse, nefes telaffuz ettiği lafza göre ortaya çıkar. Başka bir ifade ile sureti kelimede ki harflerin tafsiliyle birlikte ortaya çıkar. Bu ölçüyle harflerin özelliklerinden ortaya çıkan edilgenlik ve infialin niteliği gerçekleşir. Telaffuz etmeksizin nefes –bir lafız olmaksızın- çıkarsa, suretsiz bir mana olarak heyulani (Niteliksiz, belirsiz) bir şekilde ortaya çıkar. Ona suret verme işini ise teneffüs esnasında kulun içindeki haline göre Allah üstlenir ve o surette kendisini terkip eder. Nefes alıp veren mahal her şeyden soyutlanmışsa Allah nefesi duyuyu terk ettiği ve uykuda geçtiği anki halinin suretinde terkip eder. Misal olarak uykusunda rüya görmeyen ve duyuları açık olmayan uyuyanın nefes alıp vermesini verebiliriz.

Kul sözünü ettiğimiz mertebeye yerleştirilip yanında bulunana baktığında bekasının sayesinde gerçekleştiği rızkı o şeye ulaştırır. Çünkü onun yaratıcısıdır ve rızık ise tabiidir. Bir şeyin yaratıcısı gerçekte onun rızık verenidir. Eşyanın yaratılışı makamında bulunman ise Hakkın sana, senden meydana gelenleri, talep edenleri görür, onlara rızık verirsin Benzer şekilde ailenin senden talep ettiği rızkı elde etmek üzere de çalışırsın ve bu durum rızık verenin Allah olmasına zarar vermez.

Burada sebepleri ortaya koymaktan ve onları ispattan söz ediyoruz. Nitekim Allah onları onaylamış, ortaya koymuştur. Bir çok yerde Hak insana uykusunda veya uyku dışında olmak üzere herhangi bir surette tecelli ettiğinde tecelli edilen suretin ayrılmak özelliklerine bakmak gerektiğini söyledik. O özelliklere göre ve o yerde Hakka dair hüküm verilir. Çünkü Allah’ın o surette tecelli etmesinde ki hüküm, o hükümden başka bir hüküm değildir. Bu nedenle bilhassa o surette tecelli etmiştir. Bu itibarla hüküm suretlerin başkalaşması nedeniyle başkalaşır bunu bilmelisin.

Suretlerin rızkı da suretlerin değişmesi nedeniyle değişir.  Bir suretin gıdasının bağlı olduğu rızık başka bir suretin gıdası olmayabilir. Suretlerin gıdası onların rızıklarıdır. Bu bağlamda bazen manalar suret kazanabilir. Mesela bilgi; süt, dinde sebatkâr olmak ve kayıt şeklinde surete girer. Bir suretin rızkı kendisiyle kastedilen anlamdır. Rüya söz konusu olur ve tabirci suretle Allah’ın kastettiği anlamı doğru tabir ederse, bu tabir rüyanın rızkıdır ve bu sayede onun hayatiyeti ve sürekliliği devam eder. Onun sureti, görenin ve keşif sahibinin elde ettiğidir.

Hz. Peygamber tırnaklarından taşıncaya kadar süt içtiğini görmüş, “ey Allah’ın peygamberi bu rüyanın te’vili nedir” denildiğinde “bilgidir” diye cevap vermiş. Bilgi süt şeklinde ortaya çıkmıştır. Bilgi süt olunca Hz. Peygamber kendisini ondan içip tırnaklarından taşıncaya kadar dolmakla nitelemiş. Böylece öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini elde etmiştir. O sütten dışarı çıkanlar insanlara ulaşacak şekilde Allah’ın kendisine ihsan ettiği bilgidir. Sonra kapta kalan kısmı Hz. Ömer içmiştir. Kaptaki fazlalık Hz. Ömer’in verdiği hükümde Hakka uymasının bir karşılığıdır. Hz. Ömer, Bedir esirleri, örtünme vb. hususlarda hüküm verirken hakikate uymuş, Allah katında diğer insanların elde edemediği lütfa mazhar olmuştur. Aynı durum Allah katında benzer makamın kendisi adına gerçekleştiği kimseler için geçerlidir.

Takva sahibi hakkıyla takva sahibi olunca, Allah onun için Furkan yaratır. “Furkan” kapalı ve mühim işlerde hakikat ile batılı ayırt etmeyi sağlayan bilgidir. Başka bir ifadeyle genel olan bilgi o bilgiyle ayırt edilir. Müteşabih muhkeme katılır. Allah Kur’an ı Kerimi müteşabih ve mücmel olarak indirmiş, sonra dilediği kullarına tafsil bilgiyi vermiştir. Rüyada tafsil bardakta artan kısım olarak görünmüş ve o kısmı Hz. Ömer içmiş –artan sütü içen oydu- içme mahalli sütle mamur olmuş bu nedenle adı – başka bir isim değil- (mamur olmak için aynı kökten) Ömer olmuştu.

Hz. Peygamberin rüyasının tam tabiri buydu Ömer B. Hattab bu konuda özel bir ayrıcalığa sahipti ve bunun nedeni isimde ki ayrıcalığı kadar rüyadaki suretle olan ilgisiydi. Bunun yanı sıra sahabe içerisinde Ömer adını taşıyan ve taşımayanlar da farklıydı.

Binaenaleyh rızık veren herkes, rızkın maddi ve manevi diye taksimine göre aynı zamanda rızıklanandır. Bu mertebeden Allah;

“Sizi imtihan edeceğiz ki öğrenelim.” (Muhammed/31) Der.

Ta ki öğrenelim ifadesi imtihanın rızkıdır. Yani Allah onu imtihan etmek ifadesinden var etmiştir. Bu bilgi kesin delil ortaya koyma amacı taşır. Allah kendisinden haber verirken;

“Kesin delil Allah’a aittir.” (En’am/149) Der.

Yani kuşkunun ve te’vilin girmeyeceği delil O’na aittir. Allah kendisini “ta ki bilelim” diyerek (bilgi kazanmakla) nitelediğine göre bu rızkın hükmü tüm suretleri kapsamıştır. Avın hepsi postun içinde.

 … Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.” (Ahzab/4)

(İbn. Arabi- F. Mekkiyye/16.c-269-273)

*****************************************************************

         ER REZZAK

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Sen rızık vericilerin en hayırlısısın.” (Maide/114)

Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Bakara/212)

Kendi rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki, onu da, sizi de Allah rızıklandırmaktadır.” (Ankebut/60)

Râzik, “razaka” fiilinden ism-i faildir. Rezzâk ise aynı kökten mübalağalı ism-i faildir. Rızık, yararlanılan her şey anlamındadır. Çoğulu “er­zak” (rızıklar)tır.

Rızık, kaynağı Allah’tan gelen vergi, bağış demektir.

el-Halîmî Râzik ismini şöyle açıklar: “Râzik, bedenlerin ayakta dur­ması için zorunlu olan şeyleri insanlara veren, ihtiyaç duydukları nimetleri kendilerine ulaştıran demektir. Rızık, nimetlerin yokluğu nedeniyle hayatın durmaması için gereklidir.

Rezzâk, Kur’an-ı Kerîm’de şu âyette geçer:

Hiç şüphesiz, rızık veren, O, metin kuvvet sahibi olan Allah’tır.” (Zariyat/58)

Rezzâk, çokluğa delalet eden mübalağalı ism-i faildir.

el-Halîmî, Rezzâk ismini de şöyle açıklar: “Rezzâk, rızkı peş peşe, bol ve geniş olarak verendir.”

el-Hattâbî ise şöyle açıklar: “Rezzâk, rızık vermeyi üslenen ve her can­lının ayakta kalmasını sağlayacak azığı verendir. Mübah olsun olmasın, her yönden gelen ve canlıya yarar sağlayan her şey Allah’ın verdiği rızıktır. Özetle canlıların varlıklarını devam ettirmelerini sağlayan her şey, her azık, rızıktır. Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Ve gökten mübarek (bereket ve rah­met yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler, birbiri üstünde dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları bitirdik. Kullara rızık olmak üzere.” (Kaf/9-11)

Gökte rızkınız vardır.” (Zariyat/20)

Ancak alınmasına ve yararlanılma­sına müsaade edilen şeyler, helâl; müsaade edilmeyen­ler de haramdır. Fakat hepsi de rızıktır. (Beyhakî, a.g.e., s.  66; Kurtubî, a.g.e., 1/279-280..)

Allah’ın kullara verdiği rızık;

Allah’ın kullara verdiği rızık genel ve özel olmak üzere iki türlüdür.

1- Genel rızık: Varlıklarını devam ettirebilmeleri ve yaşayabilmeleri için bütün varlıklara ihtiyaç duydukları şeyleri vermesidir. Böylece rızkı onlara kolaylaştırır, bedenlerini bir düzene sokar ve büyük küçük her organa ihtiyaç duyduğu azığı ulaştırır. Allah’ın bu düzeni, iyi ve kötü, inanan ve inkâr eden her insan, cin, melek ve bütün canlılar için geçerlidir.

Rızık, mükellefler için bir başka açından da genel anlam taşır. Mükellefler ihtiyaç duydukları rızıkları helâl yoldan elde ederlerse, bunda bir günah yoktur. Ancak haram yoldan kazanırlarsa, günaha girer ve yaptıklarından hesaba çekilirler. Fakat her iki durumda da elde edilen şey, rızık olarak adlandırılır ve bu itibarla nimet sayılır. “Allah ona rızık verdi” denilince bu, mutlak rızık anlamındadır. Helal veya haram yoldan elde edilmiş olması fark etmez.

2 – Özel rızık: Bu, dünya ve âhirette yararı devam eden rızıktır. Hz. Peygamber’in kastettiği ve açıkladığı rızık işte budur. Bu rızık türü de iki çeşittir:

A – Kalplerin rızkı: Kalplerin rızkı, ilim, iman ve bunlara bağlı gerçeklerdir. Her kalp gerçeği bilmek ister ve buna son derece muhtaçtır. Bunun için yalnız Allah’ı ilâh olarak kabul eder ve sadece O’na ibadet eder. Böylece gönül zenginliğine kavuşur ve ihtiyaçları giderilir.

Kuşeyrî, bu tür rızık hakkında der ki: “Kalplerin rızkı işte budur: İlâhî ma­rifet ve bilgiler. Bu bilgiler, temiz ve kirli olmak üzere iki türlüdür. Temiz bil­giler, melekler vasıtasıyla kalplere giren bilgilerdir. Kirli bilgiler ise, şeytanlar vasıtasıyla kalbe giren bilgilerdir.

Yüce Allah zâhirî rızıkları dilediği kimselere az veya çok verir, sonra da bunu tamamen keserek, onları öldürür. İşte kalple­rin rızkı da aynen böyledir. Allah kimilerine öyle bol ilim verir ki, bu ilmin nuru yeryüzüne dağıtılacak olsa bütün yeryüzünü aydınlatır. Kimisine sadece kendisine yetecek kadar ilim verir, kimse onun ilminden yararlanamaz. Kimi­sine de hiç ilim vermez ve öylece yaşayıp ölür. Hayvanlarla arasında hiçbir fark olmaz.

B – Bedenlerin rızkı: Sahibine bir sorumluluk ve günah yüklemeyen he­lal rızıktır. Mü’minlerin Allah’tan istedikleri ve sadece kendilerine has olan rızık, bu iki rızık türünü de kapsar. Bu yüzden mü’min kul, kendisine rızık vermesi için Rabb’ine dua ettiğinde bu iki tür rızkı kastetmelidir. “Ey Allah’ım! Beni rızıklandır” dediğinde bunun anlamı şudur: “Ey Allah’ım! Kalbimi ilim, hidayet, marifet, bütün salih amelleri kapsayan iman ve güzel ahlâkla; bede­nimi de, zorluk, sıkıntı ve yorucu olmayan rahat helâl rızıkla rızıklandır.”

Bu ismi bilmenin faydaları;

1 – Bu isim bilinince kul rabbine dua etmeli ve O’na ibadet etmelidir. İbadet etmenin edeplerinden biri de, kulun istediği ve ihtiyaç duyduğu her şey için Rabb’ine yönelip O’na dua etmesidir. Hz. Musa (a.s.) Allah’tan, makamların en üstünü olan “Rabb’i görme”yi istemiş ve şöyle dua etmiştir:

“Rabb’im, bana kendini göster, sana bakayım” dedi” (A’raf/143)

Bir başka zaman acıktığında Rabb’inden ekmek istemiş ve şöyle dua etmiştir:

“Rabb’im, doğrusu bana indirdiğin her hayra muhtacım.” (Kasas/24)

Böylece Musa (a.s.) hem en değerli ve en üstün olanı, hem de en basit olanı

Mevlâ’sından istemiş ve bu­nun için kendisine yalvarıp dua etmiştir. (Razi)

Kul, Allah’tan başkasından rızık beklememeli, bu konuda O’ndan başkasına dayanıp güvenmemelidir. Hâtim el-Esamm’dan şöyle bir olay nakledilir.

Bir adam Hâtim el-Esamm’a: “Nereden yiyorsun?” dedi. Hâtim: “O’nun hazinesinden.” Diye cevap verdi. Adam: “Sana gökten ekmek mi yağıyor?” dedi. Hâtim: “Eğer yeryüzü O’nun olmasaydı gökten yağdırırdı.” dedi. Adam: “Sizler sözleri hep tevil ediyorsunuz.” dedi. Hâtim: “Biliyorsun ki, gökten sadece sözler iner.” dedi. Adam: “Seninle mücadele edecek gücüm yok.” deyince Hâtim: “Çünkü bâtıl, hakka karşı duramaz.” dedi. (Gazali)

2 – Buna göre her Müslüman, Allah’tan başka rızık veren bir mutlak Rezzâk’ın olmadığını bilmelidir. Eğer başkası, geçinmesi için rızık veriyor görünse de gerçekte o, kendisine verileni vermektedir. O hâlde sen de Allah’ın sana rızık olarak verdiklerinden başkalarına ver ki, Allah sana daha fazlasını versin. Yüce Allah bu gerçeği bize şöyle bildirmektedir:

Her neyi infak ederseniz, O (Allah), onun yerine bir başkasını verir; O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe’/39)

Bu yüzden azığından fazla gelen Zâhir rızkı elinde tutup saklama. Onu melekût âlemindeki hazinelerde saklamak üzere infak et ki, daha da artsın.

3 – Karnı tok olduğu hâlde sanki açlıktan kansız kalmış gibi açgözlü­lük eden ve daha fazlasını isteyen kimsenin durumu ne kötüdür. Oysa sen, muhtaç olduğun hâlde, aşırı düşkünlük göstererek rızık arama. Bil ki, düşkünlükle rızık araman sana takdir edilen rızkı kesinlikle arttırmaz. Sana ancak takdir edilen rızık ulaşır, fazlası değil. O hâlde kendini küçük düşürerek rızık aramaktan vazgeç, onurunu ve izzet nefsini koru. Hz. Peygamber şöyle bu­yurmaktadır:

“Ruhulkudüs kalbime ilham etti ki, hiçbir nefis, rızkını tamamlamadıkça ölmeyecek. O hâlde Allah’tan korkun ve güzellikle isteyin. Helâl olanı alın, haram olanı bırakın.” (Elbani)

Eğer bu tavsiye ve emirlere uyarsan, her yönden Rezzâk olana bağlanmış olur, verdiği rızıklardan hem sen tam faydalanırsın hem de ve başkaları senden faydalanır. Senin onlara yapacağın hayırlar eksilmez. Bu sayede senin Zâhir ve bâtın (açık ve gizli) rızkın da kat kat artar. Güç ve kudret sahibi padişahın katında doğruluk makamına oturursun. (Kurtubi) (İbn. Kesir-Kurtubi-Beyhaki- es Sadi- İbn. Kayyım el Cevziyye/152-155)

*********************************************************************

ER REZZAK Ramazan

“Yüce Allah rızk sahibi olan kimselere ilahi bir sorumluluk yüklemektedir. O da¸ sahip olunan rızkı başkalarına infak etmektir. Çünkü infak¸ sahip olunan nimeti¸ ihtiyaç sahipleriyle paylaşmaktır. Bu paylaşmayı ancak şükür ehli yerine getirebilir.”

Arapçada rızk’ sözcüğü; “haz” ve “nasip” anlamında isim olup¸ nasip etmek¸ rızıklandırmak manasına gelir. Bir başka açıdan rızkı Cenabı Allah’ın “canlıya zevk ve faydalanma nasip ettiği şey” diye tarif edilir. Şu halde rızk bir kimsenin ister özel mülkü olsun ya da olmasın; yenilen¸ içilen ve diğer şekillerde faydalanılan mallara dendiği gibi,  her biri bir inci mesabesinde olan evlatlarımıza, saliha eşimize, helal kazanç kaynaklarımıza,  ilim ve bilgilerimize de denir. 

Buradan hareketle söylemek gerekirse rızk; Dünya ve ahretteki bağış, kısmet/pay manasına geldiği gibi, mideye ulaşan ve onunla beslenilen gıda manasına da gelmektedir. Bütün bu anlamları kapsayacak şekilde Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyrulur:

{{Ve enfiku min ma razaknâküm min kabli en ye’tiye ehadekümülmevtü feyekûle Rabbi lev lâ ahharteniy ila ecelin kariybin, feassaddeka ve ekün minessalihıyn. (Münafikun/10)}}

“Herhangi birinize ölüm gelip de; Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!’  demeden önce size rızk olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın.”

Bu ayetten anladığımız kadarıyla¸ insana yarar sağlayan şey rızktır. Bu rızk yerine göre mal-servet, yerine göre ilim-irfan, yerine göre makam-mevki, yerine göre boş vakittir. Rızk sahibi olmak aynı zamanda varlıklı olmak anlamına gelir. Kur’an’da mü’minlerin niteliği anlatılırken:

…ve mimma rezaknahum yünfikun. (Bakara/3)

“Kendilerine rızk olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.”

RIZIK, İNFAK VE ŞÜKÜR İLİŞKİSİ

Rızk, infak ve şükür kavramları arasında doğrudan çok yakın bir ilişki vardır.

Yüce Allah rızk sahibi olan kimselere ilahi bir sorumluluk yüklemektedir. O da sahip olunan rızkı başkalarına infak etmektir. Çünkü infak sahip olunan nimeti ihtiyaç sahipleriyle paylaşmaktır. Bu paylaşmayı ancak şükür ehli yerine getirebilir.  Şükür Allah’ın kullarına verdiği namütenahi nimetlerin bilinmesi infakla bu nimetlerin açığa vurulması neticede nimet verenin hatırlanıp bir an bile olsa gaflet etmeden O’nun akıldan çıkarılmamasıdır. Tek kelime ile şükür nimeti düşünmek ve nimeti vereni takdir etmektir.

{{Fezkürûniy ezkürküm veşkürûliy ve lâ tekfurun. (Bakara/152)

Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!}}

Eğer insan sahip olduğu nimetler karşısında Allah’a şükrederse, Allah da ona olan nimetini artırır.

{{Ve iz teezzene Rabbüküm lein şekertüm le eziydenneküm… (İbrahim/7)

  “Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım…}}

 

Mesela ilim bir rızktır. Eğer ilmimizi Allah rızası için başkalarına anlatarak paylaşırsak ilmimiz artacaktır. Mal-servet bir rızktır. Eğer malımızı ve servetimizi üzerinde hakkı olan muhtaçlarla paylaşırsak malımız ve servetimiz artacaktır. Boş vakit bir rızktır. Eğer boş vaktimizi yararlı işlerle değerlendirirsek vaktimiz bereketlenecek ve artacaktır.

Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Şayet bugün hayatımızın her alanından bereket ortadan kalkmışsa bunun nedenini şükür ehli olmadığımızda aramamız gerekmektedir. Çünkü şükürsüzlük modern insanda manevî açlığı artırdığı için bir tür doyumsuzluk yaşanmaktadır.  Aç gözlülük almış yürümüştür. Hz. Peygamberden gelen bir rivayette:

“Açgözlülükten sakının. Önceki ümmetleri mahvetmiş; kan döktürmüş ve haramları çiğnetmiştir” (Müslim)

Diye bu tehlikeye işaret etmişlerdir.

Açgözlülük; hakkına razı olmayanların davranışıdır.

Açgözlülük; helal ve haram duyarlılığını hallaç pamuğu gibi savurmanın adıdır.

Açgözlülük; mutluluğu başkasının mutsuzluğu üzerine bina etmek isteyenlerin çirkin fiilidir.

Açgözlülük; insanı insanlık değerlerinden azat etmenin bir diğer adıdır.

Açgözlülük; mukaddesi olmayanların tavrıdır. Çünkü kutsalı olmayan kutsala tutunmayan bir insan yaşadığımız modern zamanlarda olduğu gibi her şeye sahip olmak uğruna bütün değerlerin ipliğini pazara çıkarır.

Yaşadığımız modern dünyada açgözlülüğü yaşam biçimi haline getiren küresel güçlerin özellikle İslâm coğrafyalarında ne büyük zulümler işlediklerini, ne çok ocaklar söndürdüklerini ve ne çok kan döktüklerini hep birlikte müşahede ediyoruz.

Kapitalizmin yaşam tarzı olan tüketim kültürü sadece yeme-içme alanıyla sınırlı kalmaz, “sahip olma” dürtüsüyle hareket ettiği için inançları bile tüketmektedir.  Açgözlülerin elinde din de bir meta haline dönüşür.

Tüketim kültürünün mayasında “açgözlülüğü” kışkırtmak vardır. Büyük alış-veriş merkezlerindeki insanlar üzerinde bir gözlem yapalım.  Mesela meyve-sebze reyonuna bir bakın. Gelen sebzeleri sıkıştırıyor, giden sebzeleri sıkıştırıyor. Tüketim mabetlerinde vecd hali yaşayan modern insanın açmazı bu.  Zira insanlar üretmeden ziyade tüketme peşinde koşuyorlar. Bitimsiz bir israf ekonomisi almış başını gidiyor.

Açgözlülük nihilist bir tavır olup, her şeyi mubah sayan, zevk odaklı yaşam biçiminin sarhoşluk halidir.  Açgözlülük, hız ve haz çağının motor gücüdür.  Muhammed Esed’in özgün ifadesiyle, bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır, ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştır.

Gönül gözü aç olan insanın dünya gözü asla doymaz.  Çare; önce insanların kafasındaki “açgözlülük” zihniyetini, kanaat ve alçakgönüllülük ahlakıyla değiştirmektir. Bu da ancak gönül eğitimi yöntemiyle olabilir.

RIZKIN ANAHTARI ALLAH KATINDADIR.

İslâm’da genel manada rızk iki kısma ayrılır:

1 – Mutlak rızık;

2 – Tayin edilmiş rızık.

Mutlak rızık; Herkesin yararlandığı ot, su, hava vb. gibi şeyler, tayin edilmiş rızık ise insanın arayıp bulduğu ve helalinden elde ettiği özel mülkiyetidir.

Tayin edilmiş rızık insan için ayrılmıştır. İnsan bu rızkını elde etmek için bir kesp çaba ve gayret içine girmelidir. Bu anlamda Yüce Allah her canlının rızkını tekeffül etmiştir.

Ve ma min dabbetin fiyl Ardı illâ alAllâhi rizkuha ve ya’lemu müstekarreha ve müstevdeaha* küllün fiy Kitabin mubiyn. (Hud/6)

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a âit olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de o bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır.”

Yüce Allah’ın en güzel isimlerinden birisi er-Rezzâk’tır.  İşte “Rezzâk” Allah’ın bir sıfatı olarak tekrar tekrar rızık veren, onu sürekli artırıp çoğaltan demektir. Rezzâk vasfı Kur’an’da sadece bir âyette Allah hakkında kullanılmıştır:

İnnAllâhe HUverRezzâku ZulKuvvetil Metiyn. (Zariyat/58)

“Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir.”

Bu sebeple “er-Rezzâk” ismi sadece O’na izafe edilebilir. Allah’tan başkası adına kullanılamaz. Ama bu ismin/sıfatın başına abd/kul’ sözcüğü eklenerek  “Abdürrezzâk/rızık verenin kulu” anlamında insana isim olarak verilebilir.

Nasıl ki Yüce Allah kullarının hayatlarını sürdürmeleri ve bedenlerinin maddî ihtiyaçlarını karşılamaları için onlara yiyecek ve içecek cinsinden sayısız rızk veriyorsa aynı şekilde kalp ve ruh dünyalarının açlığını gidermek için onlara ilim, zikir, iman ve marifet gibi manevî rızkılar da vermektedir. Nitekim şu âyette manevî rızka dikkatlerimiz çekilir:

Kale ya kavmi eraeytüm in küntü alâ beyyinetin min Rabbiy ve razekaniy minhu rizkan hasena* ve ma üriydü en ühalifeküm ila ma enhaküm anh* in üriydü illel ıslaha mesteta’tü, ve ma tevfiykıy illâ Billâhi, aleyhi tevekkeltü ve ileyhi üniyb. (Hud/88)

“Şu’ayb şöyle dedi: “Ey kavmim! Söyleyin bakayım, ya ben Rabbimden gelen açık bir delil üzere isem ve katından bana güzel bir rızk vermişse! Ben size yasakladığımı kendim yapmak istemiyorum. Ben sadece gücüm yettiğince (sizi) düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir. Ben sadece ona tevekkül ettim ve sadece ona yöneliyorum.”

Burada rızk, Risâlet ve nübüvvet anlamına gelir.

SONUÇ

 İster maddî ve isterse manevî rızık olsun mutlak anlamda rızkın yaratıcısı ve fâili er-Rezzâk olan Yüce Allah’tır. Müslümanların Allah’ın varlığına ve birliğine inandıkları gibi O’nun er-Rezzâk olduğuna da inanmaları gerekir.

… vAllâhu hayrurrazikıyn. (Cuma/10)

“Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”

Geçmişte ve günümüzde Müslümanlar iş yerlerinin en mütenahi yerine hüsnü hat örnekleriyle “er-Rızku Alellah”, “el-Kâsibu Habibullah” levhalarını asmışlardır. Eğer bu metinlerdeki mesaja,  lisanî ve fiilî imanları varsa, bunu asmakta ve bu ilkelere göre yaşamakta haklıdırlar. Çünkü İslâm’ın Aziz Kitabında şöyle buyrulur:

Ve yerzukhu min haysü lâ yahtesib* ve men yetevekkel ‘alAllâhi feHUve hasbüh.. (Tâlâk/3)

… ve men yettekıllhe yec’al lehu min emriHİ yüsra.. (Tâlâk/4)

“Kim Allah’tan korkarsa, (ittika) Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir.”

Bu âyet ne kadar muhteşem mesajlar vermektedir değil mi? Rızkın bereket kapılarının açılması, takvaya dayalı bir dindarlıkla bütünleştirilmiştir.

İşte bugün bizi İslâm yolunda çalışmaktan alıkoyan iki endişe kaynağı vardır. Bunlardan birisi rızk korkusu, bir diğeri de el ne der anlayışıdır. Öyle bir hayat yaşıyoruz ki dillerimiz  “er-Rızku Alallah/Rızık Allah’tandır” inancını dile getirirken¸ fiiliyatımız “er-Rızku Alelıbâd/Rızık kullardandır” anlayışını yaşatmaktadır.

İyi bir Müslüman İslâm’ı yaşama noktasındaki hassasiyetinin ölçüsü “eğer ben bunu böyle yaşarsan Allah ne der?” endişesi yerine “falan ne der, filan ne der?” endişesi taşırsa yeniden bir iman tazelemeye ihtiyacımız var demektir. Müslümanın hayatında böyle bir ikilem olamaz. Eğer olursa şu âyette anlatılan kimselerin durumu gibi olur:

Kul men yerzukuküm mines Semavati vel Ard* kulillâhu ve inna ev iyyaküm leâla hüden ev fiy dalâlin mubiyn. (Sebe/24)

“De ki: Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir? De ki: Allah! O halde biz veya siz, ikimizden biri, ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir.” (Prof, Dr. Ramazan ALTINTAŞ yazısından derleme)

**********************************************************************

         ER REZZAK- HAYRU’R-RAZİKÎN

Rızk; “Kendisinden yararlanılan şey, yahut canlıların varlıkta kalması ve gelişmesi için Allah’ın canlıya sevk ettiği şey” Demektir. Rızk verene Râzık denilir. Rezzak bunun mübalağa ve tekerrür ifade eden fa’al şeklidir. Allah’ın sıfatı olarak; Rızkı çok ve tekrar suretiyle veren, rızka kefil olan ve her bir canlıyı yaşatacak zaruri gıdayı deruhte eden diye tanımlanır.

Rezzak; rızkı yaratan onu veren veya sebeplere bağlayandır. Herhangi bir mahluka rızkın ulaşmasına vesile olan insana râzık denilebilirse de Rezzak Allah’tan başkası için kullanılmaz.

Er Ragıp el Isfahani’nin tespitine göre rızk maddesi Kur’an da şu 3 anlamda varid olup Rezzak vasfı hepsine de şamildir.1 – Dünyevi veya uhrevi olan devamlı bağış,

2 – Nasip,

3 – Gıda.

Rızk Kur’an da nispeten çok kullanılan maddelerdendir. Fiil şekilleri sadece sülasi mücerredendir. Bu fiilin faili her zaman –sarih veya takdiri olarak- Allah’tır. Rızıklandırdık, rızıklandırdı, rızıklandırır, rızıklandır, bizi rızıklandırdı. Vb. Bu fiilin insanlara hiç izafe edilmeyişinden anlaşılıyor ki Kur’an a göre rızık; ya doğrudan doğruya veya sebeplendirme yoluyla Cenab-ı Allah’a aittir. İnsanlara verilen rızkı konu eden şeyler ise değişiktir. Ehlî hayvanlar, (Hac/28-34), Nebati ürünler (İbrahim/37) gerek insanların gerek büyün canlıların gıdaları (Ankebut/60), cennetliklere verilecek rızıklar (Nisa/40)(Bakara/25), Yağmur (Zariyat/22)(Mü’min/13) gibi.

En çok rastlanan durum rızkın konusunun tayin olunmayıp mübhem ve genel bırakılmasıdır. Bu ise rızıklandırmanın şümulünü genişletmektedir. Mesela;

Kendilerini rızıklandırdığımız şeyleri gerekli yerlere harcarlar.” (Bakara/3), (Kasas/54) vb. umumi ifadesi rızkın içine bir çok şeyi dahil eder. Aynî mal, nakit para, gıda olacak şey, hatta bedeni kuvvetle yardım, bilgisiyle yardımcı olmak gibi.

Rızık Manevi nimet içinde kullanılır. Gelecek örnekte bu açıkça görülmektedir. Hz. Şu’ayb kendisini yalanlayan kavmine karşı;

“Ey kavmim, söyleyin bakalım. Eğer ben rabbimden bir delile sahipsem ve bana katından güzel bir rızık verilmişse ne yapmalıyım? Size yasak kıldığım şeylere aykırı hareket etmek istemem. Gücümün yettiğince ıslah etmekten başka bir dileğim yoktur. Başarım ancak Allah’tandır. (Hud/88) Burada rızık nübüvvet anlamına gelir.

Bu kökten kullanılan tek isim şekli rızk, mücerred (er Rızk-rızk) veya zamire muzaf olarak (rızkınız-rızıkları vb.) çokça zikrolunur. Yenip içilen şeyler (Bakara/60), eti yenen hayvanlar(Yunus/59), Yağmur (Casiye/5) (Zariyat/22), yerden ve gökten gelen yaşama vesileleri. (Nahl/73)(Şûra/12), uhrevi fazl ve nimet (Hac/58), teşekkür (Vakıa/82), Nübüvvet ve hidayet (Hud/88), her canlının hayatının kendisiyle kaim olduğu gıda (Hud/6), servet, mal ve mülk (Nahl/73) anlamlarını ihtiva eder.

Rızık fiiline muhatap olanla ise görüldüğü gibi çeşitli hayat tabakalarından bütün canlılar, bütün insanlar, şehidler (A. İmran/69) ve cennet ehlidir. Kaydetmek gerekir ki takdir ettiği yaşama süresince her canlının rızkını tekeffül eden Allah bu rızkı istediği kimse hakkında genişletir veya daraltır. (Zümer/52)(Sebe/39) vb. Ve bunun israfla heder edilmesine razı olmaz.

“Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O dilediği bir ölçüye göre indirir. Gerçekten O kullarını pekiyi bilen, görendir.” (Şûra/27)

Bütün rızıkların sahibi ve yaratıcısı olan Allah elbette batıl tanrılar gibi rızka muhtaç değildir. ((Zümer/58)

Hayru’r-râzıkîn;

Allah’ın rızık veren olduğunu bildiren birinci vasıf Hayru’r-râzıkîn ilkin Sebe/39 ayetinde varid olur. Rızık verenlerin en hayırlısı demektir. Bütün Kur’an da 5 ayette Allah’ı tasvir eder. Hem Mekki (Sebe/39) (Mü’minun/72), hem Medeni ayetlerde varid olur. (Maide/114)(Hac/58)(Cuma/11)

Allah vereceği rızık hususunda tam kudret sahibi olduğundan, rızkı da tükenmek bilmediğinden, rızkının kesilme endişesi olmadığından başa kakmak, karşılığında bir şey beklemek gibi taraflar düşünülemeyeceğinden v.b. elbette O’nun rezzakiyeti bu niteliklerin zıddı ile mevsuf olabilecek mahlûkların, mevhum veya zahiri rızık verenlerin çok üstünde olacaktır. (Prof. Dr. Suad Yıldırım- Kur’an da ulûhiyet/238-240)

*****************************************************************

         ER REZZAK Hüseyin Akil

Er Rezzak; Yüce Allah’ın esma-i Hüsnasından bir isimdir ve O’nun sıfatlarından bir sıfatıdır. Bunun böyle olduğunu şu ayeti kerime bize bildirmektedir;

İnnAllâhe HUverRezzâku ZulKuvvetil Metiyn. (Zariyat/58)

Şüphesiz Allah, rızkı veren sarsılmaz kuvvet sahibi O’dur.

Lisanü’l-Arab adlı eserde bu kelime hakkında şu bilgilere yer veriliyor. Er Rezzak; rızıkları yaratan demektir. Çünkü yaratmış olduğu varlıklara rızıklarını veren ve o rızkı onlara ulaştıran O’dur. Rızıklar iki türlüdür;

1 – Açık ve ortadadır. Bu bedenler için gerekli olan rızıktır. Nitekim yiyecek ve içecekler bu türden olan rızıklardır.

2 – Batınîdir, gizlidir, görülmez. Bu da kalplere, nefislerle ilgili olan rızıktır. İlimler, bilgiler bu neviden olan rızkı oluştururlar. Rızık kendisinden yararlanılan ve faydalanılan şeydir Bu da Allah’ın verdiği şeylerdir.

Beyhaki diyor ki; Er Rezzak; her şeyin üzerinde kaim ve egemen olan, böyle olması hasebiyle de her şeyin rızkını ve mubah olsun, haram olsun insanların yararlanacakları şeyleri onlara sağlayan, bu konuda garanti verendir.

Er Rezzak; Kendisine has iki vasfı olan demektir. Bunlardan birincisi rızkı yaratmasıdır. İkincisi buna ihtiyaç duyanlara yarattığı rızkı ulaştırmasıdır. Çünkü o, rızkı sebebiyle kendilerine rızık vermesini murat ettiklerine hayat garantisi verir. Zira kendisi, zatı sebebiyle kaynaklarının tümünün dönüp kendisine dayandığını taahhüt ettiği, çoğaldığı yegâne yaratıcıdır. Bütün rızıkların tek kaynağıdır.

Kimileri bu cümlenin ne manaya geldiğini sormaktadır. Bunlara şöyle cevap verilir;

Er Rezzak; bizatihi kendisi rızkın kaynağıdır. Ancak rızkın kendisi göklerde ve yerdeki kaynakları, çıkış yerleri sebebiyle taahhüt eder, çoğalır. Aslında temel Allah’a dayanır. Çünkü Rezzak olan Allah gökler ve yer olmadan önce de vardı ve onların hepsini sebkat etmiştir. Gökler ile yer, rızıklar için temel kaynaklardır. Çünkü gökler ve yer olmasaydı ne biz, ne kâinat ve ne de sırtlarında ya da üzerlerinde rızıklandırdığımız şeyler olmaz, hiçbir şey ve hiç birimiz yaratılmazdık.

Bu bakımdan er Rezzak ismi rızık için kaynaklar yaratan kaynağın kendisidir. Çünkü gökleri ve yeri yaratmış ve bu ikisi için de rızıkta yaratmıştır. Sonra da onlardan rızka bağlı olarak insanı yaratmıştır. Böylece insanın da öteki yaratılmışlar gibi rızkıyla yaşayıp hayat sürsün, Rezzak olan Allah’ın ona verdiği nasiple hayatını devam ettirsin, böylece çeşitli müteaddit ve değişken ihtiyaçlarını karşılayarak devam etsin istemiştir. Sonrasında da ahiret hayatında dünyada yaptıklarının karşılığını ya sevap olarak görüp mükâfatlandırsın veya kötü amellerine karşılık cezalandırılmış olsun. Böylece ya güzel davranışlarının ve fiillerinin sonunda cennet ehlinden ya da kötü fiil ve davranışlarının sonunda ateş ehlinden olsun.

Er Rezzak ismi; razeke-yerzuku-rızkan kipinden ism-i faildir. Rızk kelimesi de aynı kökten gelen mastardır. Rızık ta sadece bir kaynaktan gelir, onun da kaynağı er Rezzak olan Allah’tır. Çünkü O Rezzak olmamış olsaydı o takdirde varlık aleminde ve irapta rızka da yer olmazdı. Bu itibarla rızık sadece Rezzak-ı A’zam olan Allah’tan yardım ister, O’ndan medet umar, O’nun Rezzak-ı A’zam olabilmesi için de mutlaka Hallâk-ı A’zam (en büyük yaratıcı) olması gerekir. İşte bütün bu güzel sıfatlar sadece Yüce Allah içindir ve yalnızca O’na hastırlar. Buna göre Rezzak bir tek iken, rızıkların kaynakları taaddüt eder.

Bazı kimseler kendisi sayesinde rızıkların taaddüt ettiği ve Rezzak’ın ise bir ve tek olduğu keyfiyetini bunun nasıl olabileceğini sormaktadırlar. Onlara verilecek cevap şudur;

Eğer ortada bir Rezzak olmasaydı o takdirde rızkın bir kaynağı olamazdı. Buna bağlı olarak ta eğer ortada her şeyi yaratan olmasaydı o zaman bizler de yaratılmazdık. Eğer ortada bir Musavvir (şekil ve suret veren) olmasaydı o zaman bizlerde şekillendirilemezdik. İşte bunun gibi eğer Rahman olmasaydı o takdirde kendisinden gelen rızıklara merhamet olunmazdık. Çünkü Rezzak olan Allah rızıkların kaynağıdır. İşte bizler de buna göre ellerimizdeki olanaklara göre öncelikli olarak aşağıda görülen hususlara uygun olarak rızıkların kaynaklarını tertip ederiz. Şöyleki;

Birincisi; “el Mastaru’l-Halik” yani yaratıcı kaynak; İşte bu ilk ve son Rezzak olandır ki bu da sadece Yüce Allah’tır. Çünkü O Evvel’dir, O’ndan önce gelen bir ilk yoktur. Zaten Yüce Allah’ın şu kavli de bunu göstermektedir.

Allâhulleziy halekaküm sümme razekaküm sümme yümiytüküm sümme yuhyiyküm… (Rum/40)

“Allah O’dur ki sizi yarattı, sonra da size rızık verdi. Sonra sizi öldürür, sonra sizi diriltir.”

İkincisi “el Mastaru’l-Mahlûk” O rızkın kaynağı olup rızıkların da kaynakları ondan taaddüt eder. Örneğin gökler, yer; halk için yaratılmış olan şeylerin tümü rızık kaynağıdırlar. Zira yüce Allah’ın şu ayeti de bu gerçeği vurgulamaktadır;

Bediy’üs Semâvâti vel Ard.. (Bakara/117)

“O göklerin ve yerin örneksiz yaratıcısıdır.”

Üçüncüsü; ”el Mastaru’llezi Yuhlak” Yaratılan kaynak. Bu da yüce Allah’ın yaratmış olduğu rızıklardan yardım alarak, onlardan faydalanarak elde olunan rızıklar demektir. Çünkü ilim sayesinde eşya keşfedilir, bu sayede onlar hakkında bilgi edinilir. Buna bağlı olarak izafetle Rezzak vasfını alan kul rızık ortaya koyar ve bu sayede hayatını güzelleştirir, değişik ve çeşitli ihtiyaçlarını karşılar.

Bunun içindir ki insan yeryüzünde araştırmalara girişti. Nitekim bunun sonucu olarak ta demiri, bakırı, altını, gümüşü vs. keşfetti. Yollar açarak hizmete sundu. Daha sonra kendisinden yaratılmış olduğu ve üzerinde rızıklandırıldığı yerden başını yukarılara, semaya kaldırdı. Gök ile yer arasında ki mesafeyi dürmeyi düşünmeye başladı. Nihayet bunun sonunda yer çekimi kanununu keşfetti. Ki bu sayede uzay savaşları mümkün hale geldi. Daha sonra da iki elinin yapageldiği imkân ile bunların durumları ve hayatı geliştirdi. Hala da eliyle olsun, aklıyla olsun aynı şekilde değişik bilim dallarında gelişmeleri devam ettirmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

Velev besetAllâhur rizka li ıbadiHİ le beğav fiyl Ardı ve lâkin yünezzilu Bi kaderin ma yeşa’* inneHU Bi ıbadiHİ Habiyrun Basıyr. (Şûra/27)

“Bununla beraber Allah kullarına bol bol rızık seriverseydi, yeryüzünde azıp taşkınlık ederlerdi. Fakat dilediği kadar ölçü ile indiriyor. Şüphesiz ki O kullarından haberdardır, onları görendir.”

Eğer Allah rızkı yaysaydı, önlerine seriverseydi haksız yere azıp sapanların sayısı artardı. Kesinlikle yeryüzünde fesat ve bozgunculuk, kötülük yayılırdı. Netice olarak ta saçıp savuranların ve nimetin değerini takdir etmeyenlerin, Allah’ın faziletlerini ve ihsanını görmezden gelen isyankârların sayıları artardı.

Eğer rızık bakımından eşit olsalardı o zaman da çeşitlilik olmazdı, fa4rklılık ortadan kalkardı. Bundan böyle hiç kimse bir başkasına itaat etmez, hayatta keşmekeşlik baş gösterirdi. Halk arasında isyanlar çıkar ve kesinlikle hepsi de birbirleriyle kavgaya, savaşa tutuşurlardı. Hatta herkes kendi yanındaki değerlerle ötekilerine karşı üstünlük yarışına girerler, anlaşmazlık doğar ve bunun sonunda da hiç biri kendileri için yeryüzünde murat olunan halifelik gerçekleşemezdi.

Bunun içindir ki Er Rezzak olan Allah kendi dilemesi ve meişeti gereği rızık indiriyor Bununla kimini zengin kılarken kimisini de fakir kalmasını diliyor. Çünkü Rezzak olan Allah rızkı zaman içerisinde duruma göre indiriyor. Kullarından da bu rızıktan dilediklerine dilediği kadarını veriyor. Çünkü Allah kullarını bizden çok daha iyi bilmektedir. Eğer kimilerine fazla vermiş olsa verilen rızka karşı nankörlük edeceğini biliyor, bu nedenle de onun rızkını kısıyor. Kimine de verdiği takdir o kimsenin de verilen o rızkı ve imkânları hayır yollarına kullanacağını bilir ve onlara o şekilde verir.

Kulun konumu; Kul Allah tarafından akıllı bir varlık olarak yaratılmıştır. Böylece geniş ve bol miktarda rızık veren zatın varlığının kendi varlığından önce olduğunu, O’nun ezeli ve ebedi olduğunu kavramış olur. İnsanın Allah tarafından kendisine ihsan buyurduğu nimetleri ve rızkı kazanabilmesi de çalışmasına bağlıdır. Aksi takdirde çalışmadan bir şey elde olunamaz. O halde çalışmalı ve araştırma yapmalı ki rızkının kaynaklarını keşfedebilsin. Böylece o kaynaklardan rızkını elde etmiş olsun. Bu kaynaklar da ya yeryüzü ve gökler gibi temel olan iki kaynak olabilir veya bu iki kaynaktan yararlanılması suretiyle ikinci derece olan kaynaklardan elde etme gayreti olabilir.

Nitekim bitkiler, sular, kâinat ve cansız olan ve yerin üzerinde elde edilen ikinci derecede ki kaynaklardır. Yahut ta yer altında bulunan veya gök ile yer arasında olan kaynaklardan elde edilen rızıklardır. Bu bakımdan kul rabbinin kendisine ihsan ettiği rızık sebebiyle O’nun emir ve yasaklarına bağlı kalsın ve böylece rabbinin azabından sakınmış olsun, güzel öğütlerden de payına düşeni alsın.

Verilen rızıklar korunmalıdır. Onların genetik yapısıyla oynanmamalıdır. Gerektiğinde onların sadakasını, zekâtını vermeli ve kendisine rızık ihsan olunana dek te çalışmalıdır. Çünkü bunun gerisinde başkaları da bundan yararlanırlar.

Yine kulun konumu; Esasen rızık Allah tarafından ihsan olunan bir lütuftur. Onun varlığı, yaratılmışlardan öncedir. Bu nedenle insan rızkın Allah’ın bir lütfu ve nimeti olduğunu bilsin O nimetler oldukça boldur ama mutlaka güçlü olanlar tarafından çalışılarak elde edilmesi gerekir. Eğer çalışırlarsa o takdirde ihtiyaçlarını karşılayacak çok şeyler bulacaklardır ve çoğalmakla da bu giderek artacaktır.

Rızık aslında kayda bağlı olmayan genel ve mücmel olan mutlak bir şeydir. Burada yer alan “rızık” lafzından murat Allah’ın yaratmış olduğu kulları için mübah kıldığı şeylerdir. Ya da onlardan birine mülk olarak temlik ettiği şeydir. Zaten rızık ismini almakla mukayyet olunmuştur, kayıt altına alınmıştır. Nitekim yüce rabbimizin;

… ve mimma rezaknahum yünfikun. (Bakara/3)

Kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına da dağıtırlar.”

Ayeti bu gerçeği dile getirmektedir. Çünkü infak/harcama tayyibat denilen tertemiz şeylerden yapılır. Bu itibarla Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiğinden hayır ve iyilik yollarına harcama yapanlar şu ayette de dile getirilmiştir.

Ve enfiku min ma razaknâküm min kabli en ye’tiye ehadekümülmevtü feyekûle Rabbi lev lâ ahharteniy ila ecelin kariybin, feassaddeka ve ekün minessalihıyn. (Münafikun/10)

“Her birinize ölüm gelipte; “Rabbim beni kısa bir süre için tehir etsen de sadaka versem ve iyilerden olsam” demesinden önce size verdiğimiz rızıklardan (Allah) için harcayın.”

Öte taraftan ayrıca rızık bir yönüyle mukayyet olmayıp yani kayda bağlı olmayıp mutlaktır. Çünkü rızık dendiği zaman bu ifadenin içerisinde her türlü sahip olunan, mal bunun içinde yer aldığı gibi en güzel kelime-i Tayyibe de bu yönüyle rızık kapsamına girer. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

… ve men razaknahu minna rizkan hasenen fehuve yünfiku minhu sirran ve cehra… (Nahl/75)

“Tarafımızdan güzel bir rızık verdiğimiz, ondan gizli açık olarak harcayan hür bir insan.”

Kimi zamanda rızık denildiğinde ortada bir mübahlık ve temlik söz konusu olmaksızın bununla hayvanların yararlandığı şeyler de kast olunmaktadır.

Mademki yüce Allah hem Vehhab ve hem Rezzak’tır, o halde nasıl ki varlıkları yaratmış ise yarattıklarının rızkını da garanti etmiştir. Her ne kadar rızkımız Rezzak olan Allah tarafından garanti edilmiş ise de ancak insana düşen görevde vardır O da rızkını elde etmesi için sebeplere sarılmalıdır. Allah’a tevekkül de azimli ve gayretli olmalıdır. Kim kendini, nefsini buna alıştırırsa kalbi kuvvet kazanır. İçinde bir korkaklık olmaz, böyle bir yanlışa düşmez. Allah’ın izni ile imanı kuvvet kazanır. Nefsi ebedi olarak huzura kavuşur. Aziz ve Celil olan Allah’a olan güveni artar.

Gerçi tevekkül dendiğinde bu, bir yönüyle kanaatkâr olma anlamındadır. Bir başka yönüyle de rızıkta verilen garanti bakımından vefakâr olmadır. Çünkü varlıkları yaratan Allah, onların rızıklarını da garanti etmiştir.

Ancak bunu şöyle anlamalıdır. Kendi zan ve hesaplarına göre olmayan bir takım şaşkınlık uyandıracak derecede kendilerine verilen rızık, rızıklandıranlara vaad olunan bir vergi anlamında gelecek demek değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

Ve fiys Semai rizkuküm ve ma tu’adun – FeveRabbis Semai vel Ardı innehu lehakkun misle ma ennekum tentıkun. (Zariyat/22-23)

“Gökte de rızkınız ve size vaad olunduğunuz şeyler var, işte o göğün ve yerin rabbine and olsun ki, o şüphesiz gerçektir, tıpkı sizin konuşmanız gibi.”

Sizin gökte de aramanız gereken rızkınız vardır. Kaldı ki size vaad olunan şeylerin takdiri değişik yönlerden ve yerlerden olabilir. Bütün bunlar sizin rızkınızın sebepleridir. Zaten bir başkasının da elinde değildir.

Ancak bunların gökte olmalarına gelince, bu sebeplerden kasıt ya yağmurun yağması sonucu kendisiyle yaratılanların hayat ve can bulduğu su iledir. Ya da ilim, hidayet, doğru yolu bulmak ve çocuk sahibi olmak türünden olan rızık yoluyladır. Çünkü saydığımız bütün bu şeyler semadan gelen rızık çeşitleridir.

Eğer söz konusu takdir olunan rızıklar bulutların taşıması yoluyla gelen yağmur sayesinde olacaksa, bu durumda sizin onlar üzerinde her hangi bir gücünüz ve egemenliğiniz yoktur. Onları siz kumanda edemezsiniz.

Eğer rızkınız il ilgili hususlar yarattıklarını dilediği gibi sulayan, suya kavuşturan Rezzak’ın elindeyse ve eğer başka şeylerden olan türlerden ise, zaten onlar hakkında ilahi takdir önceden sonuca bağlanmıştır. Her yaratılmışın rızkı ve eceli zaten çok önceden takdir edilmiştir.

İşte bu bakımdan gerçek düşünen akıl sahipleri, yüce Allah’tan rızık istemezler. Onlar yüce Allah’tan sadece bu rızkın kolay bir şekilde elde edilmesini ve kazanılmasını, bir de elde olunan bu rızkın bereketli ve hayırlı bir rızık olmasını ister ve temenni eder. Çünkü onlar bilirler ki; “Allah’ın, her yaratılanın ecelini önceden yazıp takdir buyurduğu gibi her yaratılanın rızkını da takdir buyurmuştur. İşte rızık konusunda kanaat etmek demenin manası budur. Kaldı ki bütün bunlarla beraber insana düşen görev, sebepleri değil aksine sebeplerin müsebbibini ve müsebbebini, o sebepleri yaratanın var ettiği yolları denemesi, onları beklemesi gerekir. Gereğini yaptıktan sonra da tevekkül etmesi icap eder. Tevekkülü terk etmesi doğru değildir. Çünkü bütün gayreti rızkı elde etmek için ortaya koymak gerçekten büyük bir zaafın ve eksikliğin neticesidir.

Yüce Allah’ın koymuş olduğu sünnetin, yolun mecralarına, O’nun gösterdiği çizgide hareket etmeye dikkat edip bakarsa şunu da bilmiş olacaktır. “esasen rızık, sebeplerin takdir edilmesine göre değildir. Bu bakımdan eğer böyle olsaydı o takdirde biz her zaman ahmak olan kimsenin rızıklandığını, daha çok rızık elde ettiğini ve aklı olanın, kafası çalışanın da yoksul kalacağını görürdük. İşte bu bakımdan Rezzak olan Allah, rızkı bizzat kendi zatına bıraktı. Takdiri bizzat kendisi yapıp bunu elde etmenin yolunu gösterdi. Çünkü eğer her akıl sahibi olan, kafasını çalıştıran bir kimsenin rızık sahibi olması ve her ahmak olanın da yoksun bırakılması gibi bir durum söz konusu olsaydı, o zaman insanın aklı sayesinde rızık sahibi olduğu sanılır, yanlış bir inanca sapılırdı. İşte böyle olmadığını görmeleri sebebiyle anlayıp öğrendiler ki Rezzak olan Allah bütün o şeyleri değiştiren ve düzene koyan yeg3ane varlıktır. Bu nedenle rızık için görünürde ki zahiri sebeplere güvenmemek gerekir. Nitekim Ebu Temmam şöyle diyor;

Eğer rızıklar akıl ve zekâya bağlı olsaydı o takdirde,

Helâk olurlardı zekâ ve akıl yoksunu bütün hayvanlar.

Rızık, Rezzak olan Allah tarafından işin manevi yönü olmaksızın sadece işin maddi yönleriyle yetinilen bir şey değildir. Mutlaka rızkın zorunlu olarak direkt ya da doğrudan bir rızık olması da söz konusu değildir. Çünkü korumak ve lütfetmekten tutun da inam etmek, ihsanda bulunmak ve daha nice şeyler gibi ikramlarda bulunmak ta Rezzak olan Allah’ın ihsanından ve rızkından dolayıdır. Çünkü Rezzak olan Allah şuhudu ile onu helak olmaktan korur.

Çünkü kulun intikal ettiği her durum kesin olarak yüce Allah’ın ihsanı sebebiyledir. Zaten bu da rızkın en üst mertebesidir. Çünkü o rızkı, o şekilde nakleden bizzat yüce Allah’tır. Nitekim in’am ın ihsan adını alması bundan ötürüdür. O sana sadece seni bildiğinden dolayı in’am da bulunur. Çünkü ilmi rü’yetin/görmesini ta kendisi olan zat sürekli olarak ihsanda bulunur. Zira O, seni devamlı görmekte ve seni her zaman bilmektedir.

Kaldı ki ihsan açısından rızık sadece yiyecek, içecek, mal, eşya ile sınırlanmış değildir. Çünkü bunlar dünya hayatının ziyneti ve süsüdürler. Beşer de yaratılışta bunları seven biri olarak yaratılmıştır. Bu itibarla insanların çoğu rızkı sadece bunlara hasretmezler. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır.

Züyyine linNasi hubbüş şehevati minen Nisai vel beniyne vel kanatıyril mükantareti minezzehebi vel fiddati vel haylil müsevvemeti vel en’ami vel hars* zâlike metaul hayatid dünya* vAllâhü ‘ındehu husnül meâb. (A. İmran/14)

İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, cins atlar, davarlar, ekinler gibi zevklerin sevgisi, çekici hale getirildi. Fakat bunlar dünya hayatının geçici nimetleridir. Oysa Allah akıbet güzelliği, O’nun yanındadır.

Bu bakımdan insanlar, özellikle kadın, çocuk, çokça altın ve gümüş sahibi olmada, cins atlara, deve, sığır ve koyunlardan oluşan hayvanlara sahip olma konularında bu şehevi duygu ve isteklerin sevgisi üzerinde yaratılmış olan bir varlıktır. Nitekim bu sevgiye ziraat ta dahildir. Fakat bütün bunlar sadece geçici olan fani dünyanın metaıdır, eşyasıdır. Çünkü bunlar yüce Allah’ın kullarına ihsan etmiş olduğu rızıklarla karşılaştırıp kıyaslanınca bir hiç olmadıkları görülecektir. Zira Allah kullarına nam, ihsan ve ikramda bulunduğu o kadar nimetler ve rızıklar var ki insanlar bunların farkından olmadıkları gibi o nimetin idrakinde bile değillerdir. O gördükleri şeylerin rızıktan sadece birazcık bir şey olduğunu bile bilmezler.

Bu itibarla bütün bunlar Allah katında olanlar ile asla kıyaslanamazlar. Çünkü Allah katında var olan rızıkları ve ikramı kulları için ahiret hayatına ertelemiştir. Bu nedenle insanların bütün çabalarını ve güçlerini bu geçici dünya hayatına harcamaları gerekmez. Çünkü dünya hayatının bu geçici olan şeyleri için gayret sarf etmeleri onları ahirette ki asıl rızıklardan alıkoymaktadır. Oysa ki ahirette ki rızıklar dünya hayatında ki altın ve gümüşten daha değerli ve daha hayırlıdır. Örneğin sıhhat ve afiyet Rezzak olan rabbimizin gökten indirdiği (Yağdırdığı) şu su gibi şeylerin tamamını insanlar, ağaçlar ve hayvanlar için rızık olsun diye indirmiştir.

Rezzak olan Allah’ın bir kısım kullarına bahşeyleyip bir kısmına ise bahşeylemediği rızık çeşitlerine gelince, bu türden olan rızıklara aslında sadece basiret ehli olanlar iltifat ederler. Bu konuda sadece akıl sahibi olanlar uyanık olurlar. Bunların değerini de ancak olgun bir akla, doğru bir anlayışa sahip olabilenler bilirler.

Dikkat edin ve aklınızı başınıza devşirin, İşte o nimet ve rızık sabırdır Çünkü yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır.

Ve ma yülekkaha illelleziyne saberu* ve ma yülekkaha illâ zü hazzın azıym. (Fussilet/35)

“O rütbeye ise ancak sabredenler kavuşurlar ve o rütbeye ancak (fazilette) büyük pay sahibi olan kavuşturulur.”

Bize sabrı da bir rızık olarak ihsan eden Rezzak olan Allah, verdiği rızık arasında buna ayrı bir yer vermiştir. Özel bir tür rızık olarak tahsis buyurmuştur. Bunun önemi Allah katında diğer rızık nevilerinden çok daha farklıdır, değer yönünden öteki rızıklarla asla kıyaslanamaz. Bu meziyet ve karaktere kavuşacak olanlar, ancak kendilerinde sabır özelliği yaratılmış olanlardır. Çünkü bunlar hatır hasletlerinden en büyük rızık payını alacak olan kimselerdir. Kemal derecesinde bir nefse ve ruha sahip olanlardır. Bütün bunlar bir yana ayrıca yüce Allah bu özellikte olanlara bunların dünyada çektiklerine karşılık sabretmelerinden ötürü ahirette çok büyük ecir tahsis etmiştir. Çünkü rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

… innema yüveffessabirune ecrehüm Biğayri hisab. (Zümer/10)

“Ancak sabredenler mükâfatlarına hesapsız erdirilir.”

Sabredenler, öteki insanların hesaba çekileceği gibi ağır bir hesaba çekilmeyeceklerdir. Bundan anlaşılan husus şudur; “Sabır; nefsin pek katlanmak istemediği, çok ağır geldiği bir şeydir.” Çünkü burada nefis sabreden kimse tarafından sabretsin diye sabretmeye zorlanmakta ve icbar edilmektedir. Zira bunda meşakkat var, acı, elem ve keder vardır. Bu sıkıntıya tahammül etmesi ve yumuşak davranması gerekir. Nitekim tevazu göstermesi ve karşı karşıya kaldığı problemi saklı tutması da bunun bir gereğidir. Burada edep var, güzel ahlak var. İşte bundan dolayıdır ki bu özel bir rızıktır.

İnsan bu sayede halktan eza ve cefayı engeller ve bu amaçla halk adına eza ve cefaya katlanır. Doğrusu bunu başarabilmek öyle her kişinin işi değildir. Bu er kişinin işidir. Çünkü birçok kimseler karşı karşıya kaldıkları sıkıntılar sebebiyle bunalım geçirirler, sineleri sıkışır, adeta boğulacak olurlar. Kaldı ki burada kişinin, nefsini baskı altına alması, onu şiddet ve sıkıntılara karşı dayanıklı hale getirmesi icap eder. Umutsuzluğa kapılmaması gerekir. Zaten amellerin en değerlileri de nefsi en zor şeyler karşısında boyun eğdirmeye zorlamak ve onu mecbur bırakmaktır.

Bunun içindir ki yüce Allah, emir ve yasakları çerçevesinde hareket edip kötülüklerden sakınanlara, sadık ve dürüst olanlara, şiddet ve ağır baskı altında kalmak gibi durumlar karşısında sabretmelerini şart koşmuştur. Sabretmeleri durumunda da onlar sadık ve sakınan muttakiler olduğu gerçeğini kanıtlamış ve gerçekleştirmiş olurlar. Bu sayede Allah onların vasıflarını kemale erdirir, güzel amellerini olgunlaştırır. Zira yüce Mevla şöyle buyurmaktadır;

… vas Sabiriyne fiyl be’sâi ved darrâi ve hıynel be’s* ülâikelleziyne sadeku* ve ülâike hümül müttekun; (Bakara/177)

“Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler var ya işte doğru olanlar onlardır. Takva sahibi olanlar da sadece onlardır.”

Bu durumda sabrın manası şudur; “Nefsi, heva ve hevesinin uğruna hareket etmekten menetmek, onu tutuklayıp hapsetmektir. Aynı zamanda onu Allah’ın rızasını elde etmesi için mücahede etmeye zorlamaktır.

Bu da kul, nasıl ve ne oranda bir imtihan ve bela ile karşı karşıya kalmışsa nefsini de o oranda, ona karşı direnerek cihad etmeye zorlamalıdır. Kul kendisini Allah’a itaat yoluna adayarak buna devam etmek suretiyle nefsi aşırılıklarından menedip engellemekle gerekeni yapmalıdır. Allah’ın huzurunda su-i edep, kötü ahlak kabul edilecek olan şeyleri yapmaktan, insanın tabiat olarak iğrendiği fenalıklardan geri bırakarak nefsi denetim altına alarak sabırla dayanma gücünü sergilemektir. Herkesle güzel muamelede bulunmak için gayret gösterip edepli olmak için de sabır göstermelidir.

Öte yandan sabır çeşitli manalara da gelir. Örneğin farklı tarzda ki heva ve heves, değişik tavırlar sergilemekten uzak durup sabretmek, kalbi kötülüklerden, heva ve hevesten arındırmak için sabretmek, birilerine karşı nefsin duyabileceği düşmanlık eğilimlerinden nefsi uzak tutmak suretiyle sabretmek, dünyayı süslemekten kaçınmak, sabrı gerektiren tehlikeli şeylerden uzak durmak, sebat konusunda sabırlı olmak, organları kötülüklerden uzak tutmaya sabretmek, nefsi kötü yollara gitmekten engelleyerek sabretmesini sağlamak gibi daha bir çok manaya gelmektedir.

Yine Hakka daim kalmak için nefsi sabra zorlamak, dil, kalp ve beden yoluyla yapılan muamelelerde nefsin üzerinde etkili baskı uygulamak ta sabrın bir çeşididir. Nitekim yüce Allah salih amel işleyen kullarını bununla nitelendirmiştir. Zaten amellerin salih amel olması içinde onlara sabırlı olmalarını şart koşmuştur. Kaldı ki rabbimiz Hak ve sabır ehli olanların dışında bütün insanların hüsranda olduklarını bildirmiştir. Asr suresi bu gerçeği şöyle açıklıyor.

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

 

1-) Vel ‘asri;

2-) İnnel İnsâne le fiy husrin;

3-) İllelleziyne âmenû ve amilus salihati ve tevâsav Bil Hakkı ve tevâsav Bis Sabr; (Asr/1-2-3)

Asra (zamana) yemin ederim ki, insan gerçekten ziyandadır. Bundan ancak iman edip salih amel (iyi işler) yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.

Şüphesiz Allah dilediklerinin rızıklarını genişletip daralttığı gibi dilediklerini de dilediklerine verir. Dilediği gibi artırır eksiltir. Yarattıklarına genişliği, bolluğu O verir. Ezelde haklarında kalem nasıl gerçekleşmişse, o gelip karşılarına çıkacaktır. Varsayın ki insan rızkından kaçmaya kalkışsa, tıpkı ölümden kaçması halinde nasıl ki her şeye rağmen ölüm gelip onu yakalayacaksa, ona yetişecekse, rızkı da gelip onu bulacak ve ona kavuşacaktır. Bu ikisinden asla kaçış yoktur. Çünkü kulun eceli bitmedikçe dünyada ki rızkı da asla kesilmez.

Kişinin eceli bitince dünyada ki rızkı kesilir ve ondan itibaren artık ahiret rızkı devreye girmeye başlar. Kişinin ahirete giderken ilk ahiret rızkı, dünyada ki son rızkıdır. Çünkü ahiret rızkının bir sonu yoktur, olmayacaktır.

Eğer bir kimse Allah’tan kendisine rızık vermemesini isterse Allah onun duasına icabet etmez, duayı kabul etmez. Kulu istemese de Allah o kimsenin rızkını yine yaratır. Bilinen eceli bitene dek Allah onun rızkını yaratır. Bu amaçla kul, itaat etmekten veya masiyetten kaçsa da Allah yine onun rızkını onun için garanti eder. Zira kul hayatta kaldığı sürece Allah onu rızıklandıracaktır.

Yine herhangi bir kimse dünya hayatının süslerinden olan ziynetlerden kendisi dışında başkalarına verilenlerin kendisine de verilmesini istese Yüce Allah yine bu konuda o kimsenin duasına icabet etmez, duasını kabul buyurmaz. Çünkü böyle bir durum yüce Allah’ın ezeli ilminde bildiği ve takdir ettiği gibi bişr hikmet gereği olarak verdiği hükmüne aykırı düşer.

Rezzak olan Allah’ı her türlü noksanlıklardan takdis ve tenzih ederim. O her türlü eksikliklerden Beri ve uzaktır. (Prof. Dr. A. Hüseyin Akil-Esma-i Hüsna şerhi/234-245)

*******************************************************************

         ER REZZAK

Rızkı verendir O, yaratılmışların hayatlarını idame ettirebilmeleri için rızık lazımdır ve rızıkta maddi, manevi olmak üzere iki türlüdür. Maddi rızık vücuda enerji vererek belli bir zaman boyunca canlı kalmasını sağlar. Manevi rızık ise bize ebedi hayat verir. İnsanları ele alacak olursak kişi, maddi rızkı sadece yiyecek, içecek, hava ve kıyafet olarak almamalı, anne, baba, koca, hanım ve çocuklarımız da birer rızıktır. Mallarımız ve ilmimiz dahi rızkımızdandır.

Tabiat kanunları olarak adlandırdığımız kategoriye dâhil olan her şey maddi rızka da dâhildir. Kâinatta anlamsız ve gereksiz hiçbir şey yoktur, her bir yaratılış hazinedir çünkü ayette;

Rabbimiz, Sen bu kâinatı boş yere yaratmadın.” (A. İmran/190) Buyurulmuştur.

Bütün maddi rızıklar aslen temizdir. Ancak insan elinde kirletildiğinde arzu edilmez, menfur ve haram olur. Bu yüzden her şeyde bulunan rızık öğelerini aramalı ve bulmalıyız. Hiç gayret göstermediği için kendisine yazılan rızka mazhar olmayan kimse ebter olur ki bu bir lanettir. Ve yine bir kimse kendisine verilen temiz rızkı kirli elleriyle lekelerse o da haram yiyenlerden olur.

Manevi rızıklar kutsal kitaplardadır. Fakat bazıları esasen ter’ü taze olmalarına rağmen insan eliyle kirletilmişlerdir. Ancak en son kitap olan Kur’an’ı-Hakîm hariç. Onunla oynanmadığı gibi bir noktası dahi değişritilmemiştir. Maddi rızkımızı kazanmak için gayret göstermemiz gerektiği gibi Kur’an dan alacağımız manevi rızkımızda gayretlerimizin miktarına göre bir derece olacaktır.

Abdülrezzak o kuldur ki Allah kendisini zengin kılmıştır ve bütün o zenginliklerin gayrından değil ancak ve ancak Allah’tan olduğunu bilir. Abdülrezzak sadece maddi zenginliğe değil aynı zamanda hakikate varan bir ilme, kurtuluş yolunu öğreten bir dile ve muhabbet ve merhamet dolu bir kalbe ermiştir. Böyle bir kimse başkalarının da elinden rızıklarını rahatlıkla ve bolluk bereket içinde kazandığı bir kaynak haline gelir.

Bütün rızıklarımızın Allah’tan geldiğine hakikaten iman etmiş bir kimse ailesini ihtiyaç içinde bulursa sabah namazından sonra kıble cihetinden başlamak üzere evinin dört köşesinde onar kere ya Rezzak çekebilir. Allah Teâlâ ailesinin rızkını artırabilir. Bu ismi yazdırıp işyerlerine asanlar başarılı olabilirler. Cuma namazından sonra 100 kere ya Rezzak çekmek stresli ve sıkıntılı kişilere yardımcı olabilir. (T. Bekir Bayraktaroğlu-Esmaü’l-Hüsna/68-69)

Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

Devam edecek



ESMA DERSLERİ – 25 – ER REZZAK (B)

$
0
0

Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 “Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

**************************************************************

ER REZZAK;

Yaradan bütün mahlûkatını her an nice rızıkla rızıklandırmaktadır. Önce zâhirde, birçok yiyecek ve içecekle maddeni rızıklandırmaktadır, bu bir.

Sonra, ilimle bilincini rızıklandırmaktadır, bu da iki.

Daha sonra, her an yeni bir tecelli ile cesedinde ve mânânda tecelli etmektedir, bu da üç!

Bu daha derinleştikçe gider, ama şimdilik, biz bu kadar ile yetinelim; bu üç mânâ kâfi bize!

Ve bu rızık, her mahlûkatın fıtratına en uygun bir tarzda onu bulmaktadır. Şüphesiz ki bu rızık ile o mahlûkat, her an bir nebze daha tekâmül eder ve aslına yaklaşır!

Bu rızık umumi ise de, herkes ancak kabiliyeti ve istidadı miktarınca alır. Kabı büyük olan elbette daha fazla rızık almış olur. Tabii ki bu kişinin vüsatincedir.

“…ALLÂH DİLEDİĞİNE HESAPSIZ RIZIK VERİR.” (Bakara/ 212)

Âyetinde bu incelik vardır.

Efendimiz, yağmurun yağdığı üç çeşit topraktan bahsetmişti. Yağmur yağarken, hiçbir şeyi diğerinden ayırmaksızın, hepsine eşit şekilde yağar!

Eğer bu yağmur kayaların üstüne rast gelirse üstünden akıp gider, çünkü kaya ve taşların istidadı suyu emmek değil, üstünden akıtmaktır.

Bazı topraklar da vardır ki, suyu muhafaza eder de -havuz, kuyu gibi- halk onunla faydalanır, kendileri içerler, hayvanlarını sularlar, ekinlerinin sulanmasında yararlanırlar.

Bazen de verimli bir toprağa yağar ki, bu toprak suyu emer ve onunla nice nebatın yetişmesine vesile olur.

İnsanlar da fıtratlarına göre çeşit çeşittir.

Kimi hikmetten, Yaradanın uyarılarından anlamaz, dinlemez!

Kimi onlardan yararlanır; ancak kendisini kurtarabilir, başkasına faydası olmaz!

Kimi de onlardan kendisi faydalandığı gibi, pek çok insanı dahi faydalandırır!

Öyle ise kendini şöyle bir kontrol et bakalım, bunlardan hangisine daha ziyade benziyorsun? (Ahmed Hulusi)

**************************************************************

ER REZZAK

Rezzak İsm-i Şerifinin yaklaşık manası “Bütün mahlûkatın rızıklarını kâmil manada veren ve (Rızık manasındaki gizli) tüm ihtiyaçlarını karşılayan” demektir.  Hatta İsm-i Şeriften olması hasebiyle bu manaya “Kendisinden başka rızık verenin olmadığı, kendisinin dışındakilerin vesileler olduğu” manası da okunabilir.  Kuran’daki ifadesiyle;

İnnAllâhe HUverRezzâku ZulKuvvetil Metiyn. (Zariyat/58)

“Hiç kuşkusuz O (Allah) Rezzaktır, bol bol rızık verir. Kamil kuvvet ve tam iktidar sahibidir”

Evet, sadece O Rezzak’tır. Rızık O’na aittir. O’nun mülk ve sanatındandır ve ilmindendir. O’nun kudretindendir. Nitekim ayette de Rezzak İsminin tamamlayıcısı olarak “Kamil kuvvet ve tam iktidar” kelimeleri seçilmiştir. Rızık meselesinin Tevhit hakikatiyle doğrudan bir ilişkisi vardır. Bu hakikati meydan okuyan bir tarzda Kuran ilan etmektedir:

Ve ma min dabbetin fiyl Ardı illâ alAllâhi rizkuha ve ya’lemu müstekarreha ve müstevdeaha* küllün fiy Kitabin mubiyn. (Hud/6)

“Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların karar kıldıkları yerleri de emaneten durdukları yerleri de bilir. Onların hepsi apaçık bir kitaptadır”

Varlıklar âlemindeki besin zinciri çokça söz konusu edilir. Seküler bir akıl ile bakıldığında bir de tam dikkat edilmediğinde, bir canlının besinini zincirin bir ön halkasının sağladığı varsayılır. Ancak, gerçekte zincirin her halkasının rızıkları bizatihi Allah tarafından özel şartlarda verilmektedir. Besin zinciri veya silsilesi başlangıç ve sonda açıkça görüldüğü gibi kesilmesinin yanında, ara kademelerdeki av ve avcı ilişkisinin beslenme için yeterli olmadığı görülmektedir. Bunu ilk zamandaki vahyin muhatabı olanlara ne kadar açık anlatır Kuran-ı Kerim:

Ve keeyyin min dabbetin lâ tahmilü rizkaha* Allâhu yerzükuha ve iyyaküm* ve HUves Semiy’ul Aliym. (Ankebut/60)

“Nice hayvanlar var ki, rızkını (Biriktirip yanında) taşımıyor. Çünkü onların da sizin de rızkınızı Allah veriyor. O, her şeyi işitendir ve her şeyi bilendir”

Üstelik Allah’ın her şeyi işitendir ve her şeyi bilen olduğu hüküm cümlesi olarak ayetin sonunda yer almaktadır.

Sonra Allah Rızkın yaratılması meselesini ilk insanın yaratılması meselesi gibi hüküm cümlesinde ele alan ayet-i kerimeyi vahy etmiştir

Ve nezzelna mines Semai maen mubareken fe enbetna Bihi cennatin ve habbel hasıyd.

Ven nahle basikatin leha tal’un nadıyd.

Rizkan lil ıbadi, ve ahyeyna Bihi beldeten meyta* kezâlikel huruç.(Kaf/9-10-11)

 “Bir de gökten bereketli su indirip de onunla bağlar, bahçeler ve biçilecek taneler biriktirmekteyiz. Tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik. Bunları kullara rızık olması için (Yetiştirmekteyiz). O su ile ölü toprağa can verdik, işte kabirden (Hayata) çıkış da böyledir” (Kaf, 9- 11).

O halde hakikat açıktır, güçlüdür “Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur”.  Evet, sadece O Rezzak’tır. O’nun dışında mutlak manada Rezzak yoktur.

Kısaca sözlükte gezinirsek, Rezzak kelimesinin kökeni olan isim ve fillerin farklı manalarıyla karşılaşmaktayız. Rızk için “Hayatı idame ettirme imkânları, var olma imkânları, birine hayatını kazanmasını sağlayan yani ekmeğini kazanma, geçim, maişet, gıda, nevale” gibi anlamlar verilmiştir. “Razeka” fiili için “Rızık vermek, rızıklandırmak, beslemek, yiyecek kazanmak”  anlamları verilmiştir. “Ruzika” fiili için “Sahip olmak, bir şey den yararlanmak” anlamları verilmiştir.

Kelimenin Arapçadaki lügat zenginliği bile yeni perspektifler açıcıdır. Mesela “Ruzika-rraculu bi  mevludin” Adamın bir erkek çocuğu oldu; RazekAllahü-şa’ba hayran” cümlesinde Allah kavmi iyiliklere gark etti manalarında kullanılmaktadır. Diğer yandan, yine rızık için “Kısmet, variyet, av” manaları da kullanılmıştır. Ancak, bu zenginlik lügat ve lafız zenginliğidir. Asıl zenginliği meselenin derinliğine indikçe daha fazla görmek mümkündür. Nasıl mı?

Bir kere Allah’ın Rezzak İsm-i Şerifinin tecellisinin ışığıyla beraber boyutları tamamen farklı bir dünyaya girdiğimizi hissediyoruz. Bu dünya içi esrarla dolu aydınlık ve yalın bir dünya..!

Olağanüstülükleri içinde barındıran olağan örtü taşıyan bir dünya.. !

İlk başta “Rızık” nedir sorusuna verilen cevaplar üzerinde düşünelim. Biz canlılar için ekmekten önce gelen hava ve suyu nasıl ihmal edebiliriz. Hayatta en başta ve en fazla ihtiyacımızın olduğu bu üç besin yani hava, su ve ekmektir. Bu üçünü de ne kadar az hatırlıyoruz? Ne kadar az fark ediyoruz değil mi? Bunu ancak büyük insanlar hatırlıyor en fazla. Sadi yazmış “Her du nefes şükür vacibest”. Her iki nefeste şükür vaciptir. Bu havanın sadece bildiğimiz ihtiyaçlarımızı karşıladığı kısmı için geçerli, ya bilmediklerimiz? Hava besin gibi yeniyor mu diyeceksiniz.

Son yıllarda yapılan araştırmalar gösteriyor ki, hava esrar içinde esrar barındırıyor. Bunlardan bir tanesi de besin olma keyfiyeti taşıyan faydalı gazların havanın muhteviyatından olmasıdır. Hatta aşırı betonlaşma ile dünyanın bazı bölgelerindeki faydalı gazların havaya karışmasını sağlayan “Yerkürenin terleme ve nefes almasının durduğu” bu açıdan o bölge sakinlerinin kaliteli ve besleyici havadan mahrum kaldıkları ifade edilmektedir.

Suda ne var? Çağdaş araştırmalar hava ve suyun içeriklerine ve fonksiyonlarına dair yeni şeyler söylüyorlar. Biz uzman değiliz. Sadece Rezzak İsminin bize en olağan gelen fark edemediğimiz tecellilerini tefekkür etmeye çalışıyoruz.

Şu en fazla bildiğimiz besinlerimizin tohum, bitki, tane, besin süreçlerini düşünelim dersek, ne muazzam dünya ile karşılaşırız. Adeta Allah’ın bütün isimlerinin tecellileri Rezzak İsm-i Şerifinin tezahürüyle bir nizam ve halka halinde Vahdet ve Vahidiyete kavuşmaktadırlar. Bu yüzden bazı İslam âlimleri rızıklandırma meselesini tevhit hakikatinin önemli bir ispatı olarak görmüşlerdir. Rızıklandırma yoluyla Vahidiyet tecelli etmektedir.

Rezzak İsmin başka tecellisi de rızıkları, gıdaları yiyen canlıların her birinin farklı farklı tatma, yeme ve hazmetme kapasitesidir. Eğer mevcut rızıkları tüketecek varlıklar olamasaydı, rızıkların ne faydası olurdu? Rızık gibi rızıklanmaya müsait ve müstait (Yetenekli) donanımda canlıların yaratılması da Rezzak İsminin bir tecellisi… Rızkı veren Allah onu yiyecek canlıları da yaratıyor, onlardaki özel sistemleri de… Aksini hayale havale edelim.

Vücudun besine ihtiyaç duyduğunda acıkma hissinin olması, susadığında susama hissinin olması ne muhteşem! Eğer olmasalardı ne olurduk? İnanın açlıktan ölürdük de bir şey yemek ve bir şey içmek aklımıza gelmezdi. Acıkma ve susama hissi biyolojik saatimiz olduğu kadar, vücut varlığımızın ikaz sistemleri.

Nihayet doyma hissi! Bu belki Rezzak İsm-i Şerifinin en esaslı tecellilerindendir. Doyma hissimiz olmasaydı, yığın yığın insan aşırı yemekten ölür giderdi. Hiçbir besin, vitamin ve mineral dengesini ayarlayamazdık. Hatta biyolojik realitesini iptal edip, sosyal ve siyasal bir açlıkla her şeyi sınırsızca yemek isteyenlerin hallerini acıyarak görüyoruz. “Kanaat bitmez bir hazinedir” hakikati gibi “Doymak da (Yani doyma hissi) en önemli rızıktır”.

Halkımız arasında “Rızkına mani olmak” sözünün dönüp duruyor olmasının bir hakikati olsa gerektir. Bu söz ilginç bir diğerinin halini düşünme halinin ifadesidir. Şairin dediği “Ecelsiz can almak” ile kısmetsiz rızık kesmek yani birinin rızkına mani olmak aynı mahiyette suç olarak görülmüştür. Zira can da rızık da bizatihi Allah’ın verdiği nimetler cümlesindendir. İnsan kendi canını bile alamadığı gibi başkasının canını hiç mi hiç alamaz. Aynen öyle de başkasının rızkına mani olmak bir yana kendi rızkını bile kesemez! Her ikisi de açık zulüm olarak görülmüştür.

Biz sofrası herkese açık olan, Peygamberimizin (s.a.v) atası İbrahim’in (as) neşet ettiği, dolaştığı, tebliğ yaptığı, hatta ateşlere atılıp selamete erdirildiği bir coğrafyanın milletiyiz.  Her yemekten sonra Halil İbrahim bereketi duası yaparız.

Birine dua ederken de Halil İbrahim bereketi dileriz. Çünkü bu sofra rızık kesme sofrası değil, rızık dağıtma sofrasıdır.

Bugün Ortadoğu ve İslam coğrafyası maalesef ve ne yazık ki, genç işsizliğinin, yoksulluğun, yetersiz beslenmenin, dengesiz servet dağılımının ve bundan kaynaklanan gerilimlerin yaşandığı, bu özellikleriyle ve göstergeleriyle dikkati çeken bir dünyaya dönüşmüştür. Hakiki ve mutlak Rezzak Allah’a yalvaralım ki, bu coğrafyaya Halil İbrahim sofrası ve bereketi nasip etsin.

Yine yalvaralım ki, bizlere biyolojik olduğu gibi başka boyutlarda da doyma hissi versin.

Ekmek ve su gibi aziz rızıklar verdiği gibi ruhumuz ve aklımızın, hissiyat ve insaniyetimizin beslenmesi için de bizlere rızk-ı cemil nasip etsin.

Tıpkı ervah-ı tayyibeye lütfettiği revayıh-ı tayyibe gibi. Bize Cennette yenilebilecek kadar temiz, kutlu ve bereketli rızıklar nasip etsin.

Öyle rızıklar ki, yemekten, söylemekten, hatırlamaktan, paylaşmaktan büyük mutluluk duyalım. (Mehmet Ali BAL)

***********************************************************************

ER REZZAK

Bismillahirrahmanirrahim

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve sahbihi ecmaiyn. Emma ba’d

Bugün Allah’ın izni ile er Rezzak ismini anlamaya çalışacağız. Bu isim Kur’an ı Kerîm de en fazla hem fiil, hem isim formatında geçen, isimlerden bir tanesidir. Bu isim fiilleri ile birlikte 128 defa geçiyor. Rezzak olarak bir defa geçiyor, (Zariyat/58)

Kur’an ın genelinde Allah’ın rızık vermesi ya çoğul olarak geçmiş, … hayrur râzıkîn. (ör: Cuma/11) Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır şeklinde, Ya da fiil olarak geçmiş… yebsüturrizka.. (Ör; Zümer/52) Allah dilediğine bol rızık verir, dilediğini daraltır şeklinde.

Peki, anlamı ne demek? Rezzak kelimesinin türediği mastarın anlamı, kendisinden istifade edilen, faydalanılan her şey demektir. Bir şeyden faydalanıyorsan o bir rızıktır. Demek ki biz er Rezzak’tır dediğimizde veya rızık verenlerin en hayırlısıdır dedğimizde şunu söylemiş oluyoruz. Allah insanın faydasına olan şeyleri insana verendir. Kullarının muhtaç olduğu hayırları o kullarına eriştirendir demiş oluyoruz.

Bir Müslüman bu ismi bildiğinde ona ne faydası var veya bu isim Müslüman’ın hayatında ne şekilde tecelli eder dediğimizde önce Kur’an ı kerimde Allah rızık veriyor oluşunu kullarının kendisini birlemesi, tevhid etmesi gerektiğinin delili olarak sunmuştur. Yani Rezzak olan rızık veren kimse kulluk yapılması gereken ve ibadetlerinde birlenilmesi gereken Allah’ta aynı zamanda O’dur. Fatır suresinin girişinde Rabbimiz bütün insanlara şöyle sesleniyor;

{{Ya eyyühen Nasüzküru nı’metAllâhi aleyküm* hel min halikın ğayrullahi yerzükuküm mines Semai vel Ard* lâ ilâhe illâ HU* feenna tü’fekûn; (Fatır/3)

Ey insanlar… Üzerinizdeki Allâh nimetini düşünün! Allâh’tan gayrı, semâdan (beyindeki datadan) ve arzdan (beyin – beden yollu) sizin yaşam gıdanızı veren bir yaratıcı var mı? Tanrı yoktur, sadece “HÛ”! Nasıl (Hak’tan) sapıtırsınız!. (A. Hulusi)}}

Ya eyyühen Nasüzküru nı’metAllâhi aleyküm ey insanlar Allah’ın sizin üzerinizde ki nimetini hatırlayın hel min halikın ğayrullahi yerzükuküm mines Semai vel Ard yerden ve gökten Allah’ın dışında bir yaratıcı mı sizi rızıklandırıyor lâ ilâhe illâ HU O Allah’tan başka ibadeti hak eden bir ilâh yoktur feenna tü’fekûn nereye çevriliyorsunuz, ne için Allah’a şirk koşuyorsunuz. Niye amellerinizi, emeklerinizi Allah’tan başkasına takdim ediyorsunuz, Allah’tan başkası mı size rızık veriyor ki siz kulluk yaptığınız zaman Allah’tan başkasına kul olmaya kalkıyorsunuz.

Ankebut suresinde İbrahim AS. kavmine gelip onları tevhide davet ettiği zaman önce onların sapıklık üzere olduklarını, Allah’a iftira ettiklerini anlattıktan sonra onlara şöyle söylemişti;

{{İnnema ta’budune min dûnillâhi evsânen ve tahlükune ifkâ* innelleziyne ta’budune min dûnillâhi lâ yemlikune leküm rizkan febteğu indAllâhirrizka va’büduHU veşküru leHU, ileyHİ turce’un; (Ankebut/17)

“Allâh dûnunda putlara tapıyorsunuz; uyduruyorsunuz! Allâh dûnunda tapındıklarınız var ya, size bir yaşam gıdası veremezler! Yaşam gıdanızı (hakikatiniz olan) Allâh indînden isteyin… O’na ibadet edin ve O’na şükredin… O’na döndürülmektesiniz.” (A. Hulusi)}}

… innelleziyne ta’budune min dûnillâhi lâ yemlikune leküm rizkan sizin Allah’ın dışında ibadet ettiğiniz varlıklar sizin için rızık ellerinde bulunduramazlar febteğu indAllâhirrizka va’büduHU veşküru leHU rızkı Allah’ın yanında arayınız, Allah’a kulluk ediniz ve Allah’a şükrediniz.

Yani sen hem ihtiyacın olan rızkı Allah’ın yanında arayacaksın, hem de kulluğunu takdim ettiğin zaman sevdiğinde, korktuğunda, razı etmek istediğinde, dayanıp tevekkül ettiğinde bunları da Allah’a takdim edeceksin. Kaidemiz nedir? Rızık veren kimse kulluğu hak eden ilâh’ta O’dur.

Örneğin diyelim ki sen salih bir amel yapıyorsun, bunu yaparken kimin rızasını umarak bu ameli yapıyorsun bilmek zorundasın. Bunu Allah rızasını umarak yapmak istiyorsan doğrudur. Ama sen onun rızasını değil de insanların rızasını aramaya başlarsan, Ali benden razı olsun, Veli beni sevsin, falanca beni övsün, ben gittiğimde insanlar arkamdan güzel şeyler söylesinler şeklinde düşünerek bir salih amel yaparsan ne olmuş olur, doğru olur mu? Şimdi düşünün o salih ameli yaptığın bedeni sana veren kim? Allah. Seni bir rızık olarak bu hayra muvaffak kılan kim? Allah. Seni insanların içerisinde yaptığın amelleri diğer insanların da görmesini sağlayan kim? Allah. Bunların hepsi rızkın kapsamı, genişliği konularını işlerken gelecek, ki bu rızıkların tamamını sana veren Allah’tır. Eğer sen bir ibadeti Allah’ın rızasını umma ibadetini değil de başkasının rızasını umma niyetiyle yaparsan Sen Alemlerin rabbi olan Allah’a nankörlük etmiş olursun. Kim sana rızık veriyorsa sem kulluğunu ona takdim edeceksin.

İ. Ahmed’in rivayet ettiği bir hadiste; Yahya AS. İsrail oğullarını mescide topladı onlara dedi ki Allah bana 5 şey ile amel etmemi emretti. Bu 5 şeyi size bildirmemi de emretti.

1 – Sadece Allah’a kulluk edin ve hiçbir şeyi ona ortak koşmayın. Bunun benzeri şuna benzer dedi Yahya AS. Bir adam düşünün Altın veya gümüş malından bir köle satın almıştır ve ona demiştir ki; bu benim evimdir, bu da benim işimdir diye de göstermiştir. Köle ona çalışır, akşam olduğu zaman kazandıklarını sahibine değil, götürüp sahibinin dışında bir efendiye verir. Hanginiz kölenizin böyle olmasını istersiniz? Tabii ki hiç kimse istemez. Yahya AS. da diyor ki Allah’a şirk koşan adam misali işte bunun gibidir, bütün imkânlarını Allah’tan alır, fakat elde ettiği emeği yani kulluğunu, sevgisini, korkusunu, recasını, yaşamını, ölümünü Allah’a değil de O’nun dışındaki efendilere verir.

Er Rezzak olmasının tevhitle başka bir alakası şudur; Kâinatta insanlar kendisinden istifade etsinler diye onlara rızkı veren kimse neyin yasak neyin serbest olduğuna karar verecek olan da yine aynı zamanda O’dur. Hiç kimse Allah’ın rızıkları üzerinde tasarruf sahibi değildir.

En’am suresinde Allah Mekke’li müşriklerin bazı itikatlarını, bazı amellerini anlatıyor. Mesela bir tanesinde;

{{Ve ce’alu Lillâhi mimma zerae minel harsi vel en’ami nasıyben fekalu hazâ Lillâhi Bi za’mihim ve hazâ lişürekâina* fema kâne li şürekâihim fela yesılu ilAllâh* ve ma kâne Lillâhi fehuve yesılu ila şürekâihim* sae ma yahkümun; (En’am/136)

(O’nun) yarattığı ekinden ve hayvandan Allâh’a bir pay ayırdılar! Kendi zanlarınca şöyle dediler: “Bu Allâh’ın, bu da ortak koştuklarımızındır.” (Oysa) ortak koştukları için olan Allâh’a vâsıl olmaz! (Ama) Allâh için olan, onların ortak koştuklarına ulaşır… Ne kötü hüküm veriyorlar! (A. Hulusi)}}

 Bizim onlara verdiğimiz ekinlerden ve hayvanlardan bir payını Allah’a verdiler, bir payını da ortaklarına verdiler. Diyorlardı ki bunlar Allah’ın payıdır, bunlarda bizim ortaklarımızın payıdır. Bu birinci sapıklıkları. İkincisi;

{{Semâniyete ezvac* minedda’nisneyni ve minel ma’zisneyn* kul âzzekereyni harrame emil ünseyeyni emmeştemelet aleyhi erhamül’ünseyeyn* nebbiuniy Bi ılmin in küntüm sadikıyn; (En’am/143)

Sekiz çift/eş: Koyundan iki, keçiden iki (çift)… De ki: “İki erkeği mi haram kıldı, iki dişiyi mi, yoksa iki dişinin rahimlerinin iştimal ettiğini mi (sarıp içine aldığını)… Eğer doğru iseniz bana ilimle haber verin.” (A. Hulusi)}}

İkinci sapıklıkları; Hayvanları sınıflara ayırdılar, dediler ki, şu cins hayvanın sırtı erkeklere haramdır kadınlar buna binebilirler, bunun doğurduğu yavru kadınlara haramdır erkekler bundan yiyebilirler. Eğer ölü doğarsa hem erkekler yiyebilir hem de kadınlar diyorlardı. Böyle kendi kafalarına göre Allah’ın yarattıklarından şu olur bu olmaz, bu helal bu haram uyduruyorlardı. Allah bütün onların sapıklıklarını anlattıktan sonra dedi ki;

{{Kad hasiralleziyne katelu evladehüm sefehen Bi ğayri ilmin ve harremu ma razekahümullâhuftiraen alAllâh* kad dallu ve ma kânu mühtediyn; (En’am/140)

Cehaletten evlatlarını ahmakça öldürenler ve Allâh’ın kendilerine ihsan ettiği rızkı, Allâh üzerine iftira ederek haram yapanlar, gerçekten hüsrana uğramıştır… Gerçekten bunlar sapmışlardır ve hidâyetten mahrumdurlar. (A. Hulusi)}}

ve harremu ma razekahümullâhuftiraen alAllâh.. onlar, Allah’ın onlara verdiği rızıkları Allah’a iftira ederek kendilerine haram kıldılar.

Kim size böyle bir hak verdi? Bu rızık benim verdiğim ise bunun neresinin haram neresinin helal, kime haram kime helal olacağına da karar verecek olan yine benim diyor.

Yunus suresinde yine müşriklere Allah aynı şekilde sesleniyor;

{{Kul eraeytüm ma enzelAllâhu leküm min rizkın fecealtüm minhü haramen ve helâla* kul Âllahu ezine leküm em alAllâhi tefterun; (Yunus/59)

De ki: “Düşündünüz mü, Allâh’ın sizin için rızıktan inzâl ettiğini ki ondan bir kısmını haram, bir kısmını da helal kıldınız”… De ki: “Allâh size izin mi verdi, yoksa Allâh’a iftira mı ediyorsunuz?” (A. Hulusi)}}

Kul eraeytüm ma enzelAllâhu leküm min rizkın fecealtüm minhü haramen ve helâla* kul Âllahu ezine leküm em alAllâhi tefterun Deki gördünüz mü Allah’ın size semadan indirmiş olduğu rızıkları? Bazısını haram kıldınız, bazısını helal kıldınız. De ki; Helal-haram belirleme konusunda Allah ‘mı size izin verdi, yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsunuz. Rızık veren kimse bu rızkın hangisini serbest hangisinin haram olacağına karar verecek olan O’dur.

{{Ve min semeratin nehıyli vel a’nabi tettehızune minhu sekeren ve rizkan hasena* inne fiy zâlike le ayeten li kavmin ya’kılun; (Nahl/67)

Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem sarhoşluk veren içecekler hem de güzel bir gıda edinirsiniz… Bu olayda da aklını kullananlar için bir ibret vardır.(A. Hulusi)}}

Üzümü, hurmayı yaratan kimdir? Allah’tır. Bunu kullarının önüne koymuştur. Bu üzüm, hurma şu halde iken bunu yiyebilirsiniz, şu hale dönüştüğü zaman artık bu içkidir, hamr dır, aklı örter onun için bu haramdır, bunu içmeyin deme hakkına sahip olan tek bir tane varlık vardır, o da alemlerin Rabbi olan Allah’tır.

Ama insanlar Mekke’li müşriklerin yaptığı gibi hadlerini aşarlarsa ve derlerse ki bu üzüm Allah’ın üzümüdür, lakin bu içkiye, aklı örten bir maddeye dönüştüğünde 18 yaşından büyükler kullanabilir, küçükler kullanamaz.

Veya kadını rızık olarak yaratan Allah’tır. Demiştir ki nikâh akdiyle onu kendine helal kılabilirsin, bunun dışında kadın sana haramdır.  Eğer biri çıkar Allah’a iftira eder, haddini aşar, sanki kadını yaratan oymuş gibi 18 yaşından büyükler istedikleri kadınla beraber olabilir, ama 18 yaşından küçüklere bu yasaktır derse bu aynı Mekke’li müşriklerin yapmış olduğu gibi Allah’a iftira ederek Allah’ın kendi mülkündeki tasarruf etmesine müdaheledir.

Demek ki Rezzak olanın Allah olduğunu bilen kişi haddini bilir, kulluğunu kime takdim edeceğini bilir, neyi yapıp neyi yapmayacağı konusunda kimden izin alması gerektiğini bilir. Onun için AllahMekkeli müşriklere, hem ibadet tevhidinde, hem de teşrii hakimiyet tevhidinde er Rezzak oluşunu, bu nedenle de birlenmesi gerektiğine delil olarak sunmuştur.

İkinci bir mesele ise Allah’ın er Rezzak oluşu hem bütün rızıkları Allah’ın vermesi, hem de varlıklar, insanlar arasında ayırım yapmadan rızık dağıtması demektir. Tüm varlığı yaratan Allah’tır, onların arasında ayırım yapmaz. Biz Allah rızık verendir dediğimizde genelde aklımıza gelen yiyecek içecek gelir, oysa böyle değildir. Rızık insanın kendisinden faydalandığı her şeydir. İster yiyecek içecek olsun, ister başka bir şey olsun. Mesela Şuayb AS. hud suresinde kavmine diyor ki;

{{Kale ya kavmi eraeytüm in küntü alâ beyyinetin min Rabbiy ve razekaniy minhu rizkan hasena* ve ma üriydü en ühalifeküm ila ma enhaküm anh* in üriydü illel ıslaha mesteta’tü, ve ma tevfiykıy illâ Billâhi, aleyhi tevekkeltü ve ileyhi üniyb; (Hud/88)

(Şuayb) dedi ki: “Ey halkım… Görmüyor musunuz? Ya Rabbimden kesin bir delil üstündeysem ve O bana kendinden güzel bir rızık verdiyse? Sizden yapmamanızı istediğim şeyde size ters düşmek istemiyorum… Gücüm yettiğince sizi düzeltmek istiyorum… Başarım ancak Allâh’ladır… O’na tevekkül (hakikatimdeki El Vekiyll isminin gereğini yerine getireceğine iman) ettim ve O’na yöneliyorum.” (A. Hulusi)}}

Kale ya kavmi eraeytüm in küntü alâ beyyinetin min Rabbiy ve razekaniy minhu rizkan hasena De ki; Ey kavmim eğer ben rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve rabbim beni güzel bir rızıkla rızıklandırmış ise de mi bana böyle düşmanlık edeceksiniz. Benim getirdiğim daveti inkâr edeceksiniz.

Şuayb AS. Allah’ın ona verdiği kuvveti, nasip etmiş olduğu tevhidi, onu kendi milletinin dininden kurtarmasını güzel bir rızık olarak isimlendiriyor. Yani nasıl bedenin rızkı var yemek içmek gibi, kalbinde rızkı var, Allah’ı sevmek, O’na kulluk etmek, boyun eğmek gibi. Şuayb AS. rızık olarak bunu söylüyor.

Mesela Allah resulü İ. Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle dua ediyor; Allahümme innî es’elüke hubbeke ve hubbe men yuhibbuke ve hubbe amelin yukarribu ilâ hubbike.

(Allah’ım, her şeyden önce Senin sevgini talep ediyorum; sonra bana Seni sevenleri sevdirmeni istiyorum ve bir de Sana yaklaştıracak amelleri benim içim sevimli kılmanı diliyorum.)

Yani Allah resulüne göre bir insan doğru insanı seviyorsa bu bir rızıktır. Bir insan eğer Allah’ı seviyorsa bu bir rızıktır, çünkü doğru şeyi seviyor demektir. Mesela Ömer (Rd.) şöyle dua ederdi; Allah’ım bana kendi yolunda ölmeyi de beni rızıklandır ve peygamberinin memleketinde ölmeyi de beni rızıklandır. Yani Medine de ölmeyi bir rızık olarak görüyor. Şehadeti Allah’ın ona nasip edeceği bir rızık olarak görüyor.

Hatta çok ilginçtir Uhud savaşında Saad İbn. Ebu Vakkas ile Abdullah İbn. Cahş arasında geçen bir konuşma var, A. İ. Cahş diyor ki gel oturalım Allah’a bir dua edelim beraber ve elinden tutup kenara çekiyor. Önce Saad. İ. Ebu Vakkas dua ediyor diyor ki; Allah’ım yarın düşmanla karşılaştığımızda benim karşıma öyle bir adamı çıkar  –tabii bunu şu ifade ile söylüyor; beni öyle kuvvetli bir düşmanla-  rızıklandır ki, sonra da benim onu yenmemle rızıklandır ve ben onun bütün malını ganimet olarak alayım. İ. Cahş Amin diyor. Şimdi sıra sende sen dua et diyor; Ya rabbi yarın beni öyle bir düşmanla rızıklandır ki, öyle güçlü olsun ki ben onunla savaşayım, benim burnumu kulağımı vücudumu bütün uzuvlarımı parça parça koparsın. Yarın senin huzuruna geldiğim zaman sen bana senin bu halin nedir diye sorduğunda ben diyeyim ki senin rızan ve Resulünün yolunda bunları kurban ettim. Sen de diyesin ki evet kulum doğru söyledin. Beni bununla rızıklandır diyor.

  1. İb. Cahş; bedeninde ki bir organın Allah’ın ona nasip etmiş olduğu bir güzelliğin Allah yolunda gitmesini, Allah’ın kendisine verdiği bir rızık olarak düşünüyor ve bu şekilde dua ediyor.
  2. İbn. Mes’ud’un öğrencilerinden Alkame var. O Mescide girdiği zaman şöyle dua edermiş; “Ya rabbi beni salih bir arkadaş ile oturma ile rızıklandır.”

Bu örnekleri niçin anlattım? Rızık sadece yemek içmek değildir, sadece insanın ay sonunda eline almış olduğu maaş değildir. Rızık nedir? Senin dinine ve dünyana faydası olan her şey rızıktır ve bunların tamamı Allah’ın elindedir, onun için de Allah’tan istenmelidir.

Aynı zamanda Allah rızık verirken varlıklar arasında ayırım yapmaz. Ayeti kerime de buyuruyor ki;

{{Ve ma min dabbetin fiyl Ardı illâ alAllâhi rizkuha ve ya’lemu müstekarreha ve müstevdeaha* küllün fiy Kitabin mubiyn; (Hud/6)

Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun yaşam gıdası (rızkı) Allâh’a ait olmasın! Bilir onun karar kılacağı hâli de (sonunu) ve geçici olarak yaşamakta olduğunu da… Hepsi apaçık bir BİLGİdir! (A. Hulusi)}}

Ve ma min dabbetin fiyl Ardı illâ alAllâhi rizkuha yer yüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki mutlaka onun rızkı Allah’a aittir.

Denizin dibinde ki balıktan semada uçan kuşa, annesinin karnında aciz bir şekilde bekleyen bebekten, küçük bir deliğin içinde yaşayan karıncaya kadar hepsinin rızkı Alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir ve Allah her varlığa yetecek kadar rızkı da mutlaka yaratmıştır. Ankebut suresinde rabbimiz buyuruyor ki;

{{Ve keeyyin min dabbetin lâ tahmilü rizkaha* Allâhu yerzükuha ve iyyaküm* ve HUves Semiy’ul Aliym; (Ankebut/60)

Nice canlı var ki, yaşam gıdasını yüklenip taşımıyor… Onların da sizin de yaşam gıdanızı Allâh veriyor… “HÛ”; Semi’dir, Aliym’dir. (A. Hulusi)}}

Ve keeyyin min dabbetin lâ tahmilü rizkaha* Allâhu yerzükuha ve iyyaküm nice canlı vardır kendi rızkını taşıması mümkün değildir, onu da sizi de rızıklandıran Allah’tır. Diyor.

Allah rızık verirken haydi hayvanların hepsi Allah’a kulluk ediyorlar. Ama Allah fasık, facir olan insanlara, Şirk koşanlara bile rızıklarını zamanında ve yerinde ulaştırıyor. Yani düşünün adam Allah’a çocuk nispet ediyor, onun rızkı da geliyor. Adam sinirlendiğinde Allah’a küfrediyor, onun da rızkı geliyor. Allah’a meydan okuyor, onun rızkı da geliyor.

Bir hadiste Allah resulü buyuruyor ki; “işittiği eziyete Allah kadar sabırlı olan hiçbir varlık yoktur. Allah’a çocuk nispet ediyorlar, onlara yine de afiyet ve rızıklarını veriyor. (Buhari-Müslim)

Çünkü Allah bir söz vermiştir kullarına, hepinizin rızkı benim üzerimedir demiştir.

{{Ve ma halaktül cinne vel inse illâ liya’budun; (Zariyat/56)

Ben cini ve insi yalnızca (Esmâ özelliklerimi açığa çıkarmak suretiyle) kulluk etmeleri için yarattım! (A. Hulusi)

Ve ma halaktül cinne vel inse illâ liya’budun Ben insanları ve cinleri sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.

{{Ma uriydü minhüm min rizkın ve ma uriydü en yut’ımun; (Zariyat/57)

Ben onlardan yaşam gıdası istemiyorum; Beni beslemelerini de istemiyorum. (A. Hulusi)}}

Ma uriydü minhüm min rızkın ben onların hiç birinden rızık talep etmiyorum. Diyor. Siz kulluğunuzu yapın, vazifenizi yerine getirin, hepinizin rızkı âlemleri rabbi olan Allah’ın üzerindedir ve Allah en facirinden en fasıkına kadar rızıklarını veriyor.

Soru; İnsanlar bu hakikati bilmediklerinde ya da bilip te farkında olmadıklarında ne oluyor? Aç gözlülük başlıyor ve insanlardan bir zümre, güçlü olanlar güçsüz olanlara karşı haddi aşmaya başlıyorlar. Mesela Mekke’li müşriklere Allah Kur’an ı kerimde diyor ki birkaç yerde;

{{Ve lâ taktülu evladeküm haşyete imlak* nahnu nerzükuhüm ve iyyaküm* inne katlehüm kâne hit’an kebiyra; (isra/31)

Evlatlarınızı yoksulluk korkusu ile öldürmeyin… Biziz onların da sizin de yaşam gıdasını veren, biz! Onları katletmek muhakkak çok büyük suçtur! (A. Hulusi)

Ve lâ taktülu evladeküm haşyete imlak açlık korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz nahnu nerzükuhüm ve iyyaküm sizi de rızıklandıran biziz, onları da rızıklandıran biziz.

Mekke l, müşrikler çocuk olduğu zaman biz bunlara bakamayız diyorlardı, bir boğaz daha eklendi diye korkuyorlardı. Ne yapalım? En sonunda bu işi bir kanuna bağladılar, kız çocuklarını öldürelim dediler erkekler yaşasın dediler. Kız çocuklarını öldürmelerinin altındaki en temel sebep utanmadan daha ziyade açlık korkusudur. Yani bu büyüyecek, yük olacak masraflar artacak ve en sonunda biri ile evlenecek gidecek bize faydası olmayacak diye düşünüyorlardı.

Allah onlara diyor çocuklarınızı açlık korkusuyla öldürmeyiniz, sizi de, onları da rızıklandıran biziz diyor. Örnek veriyorum; sen ve eşin bir kazanıyor iki kişi bunu bölüşüyordunuz. Allah sana bir çocuk verdiğinde üç kişi oldunuz ama üç kişi bu biri bölüşmeyeceksiniz artık. Allah ya o bir kişinin rızkını da gönderecek bir kazanıyorken bir buçuk kazanacak, ya da Allah o biri bereketlendirip eskiden iki kişiye yeten bir bundan sonra üç kişiye yetecek. Ama insan haddini aştığında yani Allah’ın rızkı üstlendiğini unuttuğunda mutlaka zayıf, aciz gördüğü birilerine karşı haddi aşıyor.

Şu an dünyada Allah’ın yarattığı bir servet var, bir ekonomi Prof. Ünün yaptığı araştırmaya göre Allah’ın yıllık olarak yaratmış olduğu resmi olarak bilinenler 28 milyar insana yetecek kadardır. Dünyanın nüfusu kaç? 7- 8 milyar insan var, Allah her yıl ne kadar rızık yaratıyor? İnsanın ihtiyaç duyduğu gıda cinsinden 28 milyar insana yetecek kadar, yani neredeyse dünya nüfusunun 3 – 4 katı gıdayı Allah insan için yaratır.

Lakin ne oluyor biliyor musunuz? Olan şey şu; insanlığa yetecek gerekli rızkın %90 ını 6 – 7 tane aile alıyor, kalan %10 nu 8 milyar insan paylaşmak zorundalar. Allah’ın yaratmış olduğu bu rızkın %90 ını ABD, Avrupa vs. gibi ülkeler alıyorlar, bunların içinde de birkaç tane aile alıyor. Kalan bütün dünya %10 ile yetinmek zorunda kalıyor. Bu %90 ını alanlar yaptıkları açıklamalarda diyorlar ki, mesela en son Bill Gates, artık yanlışlıkla mı yaptı, bilerek mi yaptı bilmiyoruz, lakin kamera önünde bir konuşmasında dünya nüfusunun, dünyanın taşıyabileceği nüfustan daha fazla olduğunu ve aşı yoluyla bir de doğum kontrolü yoluyla dünya nüfusunu dengeleyebileceklerini, böylelikle dünyada ki servetin insanlara yetecek hale getirilebileceğini söyledi. Düşünün servetin %90 ını almalarına rağmen bu adamların gözü doymuyor. Hala aç kalmaktan korkuyorlar.

Bir başkası belki kameraların önünde bunu söylemiyor ama verdiği bir röportajda söylüyor; İçinde yaşamış olduğumuz dünya diyor, ancak bir milyar insana yetecek kadardır diyor. Bu ne demektir biliyor musunuz? 7 milyar insan helak olsun. Yani nasıl Mekke’li müşrikin kendi rızkını paylaştığı için kendi çocuğuna gücü yetip öldürüyordu, bu adamlar da 7 milyara güçleri yettiği için bu kadar insanı gözlerini bile kırpmadan öldürmeye hazırlar.

Bu neden kaynaklanıyor? Bir adamın karnından ses geliyorsa yani aç ise karnı gurulduyorsa, 2 lokma ekmek koyarsın ağzına ses kesilir. Ama bir adamın gözleri gurulduyorsa yani ses gözlerinden geliyorsa bütün dünyayı da o adamın önüne koysanız doymaz. Onun için dünyadaki açlığın sebebi dünyadaki toklardır.

Her gün 21.000 insan açlıktan ölüyor dünyada. Peki, dünyada ki obez sayısını biliyor muyuz? Dünyada 2.1 milyar obez insan var. Günde 21.000 insan ölüyorsa yılda yaklaşık 7.5 milyon insan ölüyor, ne için? 2.1 milyar insanın fazla tükettikleri için, o 2.1 milyar insanın gözü doymadığı için, sofraya oturdukları zaman doymayacağız, açlıktan öleceğiz düşüncesiyle 3 kişilik yemek yedikleri için o kadar insan ölüyor.

Şu soru çok fazla soruluyor ki özelikle Allah’ı inkâr eden insanlar diyorlar ki; Madem Allah’ın isimlerinden biri er Rezzak’tır, peki bu dünya da insanlar neden açlıktan ölüyorlar? Allah onların rızkını da verse ya. Hâlbuki ki Allah 21.000 insana değil 28. Milyar insan yetecek kadar rızık yaratıyor zaten, ama insanlardan bazısının aç gözlülüğü ve zalimliği, bazısının da mustazaflığı tercih edip bir kader olarak sükût etmesi, bu içinde bulundukları vakaya razı olmaları onları aç bırakıyor. Yoksa peşinden koşsalar bu olur mu?

Mesella Afrika’yı düşünün, Afrika ülkelerinde bir şehir çok lüks. Yani ülkenin diğer taraflarında su yok, yol yok, sağlık yok açlık var. O lüks şehrin de tamamı lüks değil, sadece bir semti lüks genelde. Orada lüks AVM ler, özel okullar var, restoranlar var. Özelliği ne peki oranın? Siyah nüfus yok orada. Yani mutfakta geride çalışanlar siyah, asıl parsayı götürenlerin hepsi beyaz. Beyaz nüfusun sayısı ise komik düzeyde 1.000 bile geçmiyor. Mücevheri çıkaran bunlar, petrolü alan bunlar.

Somali de insanlar açlıktan ölüyor, Somali sahillerinden çıkan balıklar dünyanın lüks otellerinde 100- 200 dolara servis ediliyor. Bunları tutan adamlar ise açlıktan ölüyorlar.

Şimdi Afrika’da ki bu insanlar buna razı olmasınlar, bir geminin içerisinde 10 tayfa var beyaz, 100 siyah köle var. Vursunlar ellerini masaya bu bizim hakkımızdır desinler. Ne işiniz var sizin bizim memleketimizde, bizim balıklarımızın sizin sofranızda ne işi var desinler. Ama onlar bu zillete razı oldukları için, Allah’ın şeriatından yüz çevirdikleri için zilletten kurtulamıyorlar. Kaderdir, böyle oldu saçmalığına inandıkları için aç kalıyorlar. Ama kendi hakları olanı isteseler, ellerini masaya vursalar Allah dünya nüfusunun 4 katı rızık yaratıyor. Yani şöyle bir durum yok; Allah onların rızkını kendi memleketlerinde yaratmış, lakin onlar kendi rızıklarının peşinde koşmayıp içinde bulundukları duruma razı olunca 1.000 beyaz o insanların rızıklarını tüketiyor.

Bugün dünyada 150 milyon ton buğday bozulup çöpe dökülüyor. Bu şu demek, bu adını saydığımız ülkeler de şöyle bir korku var. Diyorlar ki ya önümüzdeki yıllarda büyük bir dünya savaşı çıkarsa, deprem veya afetler olur, volkanlar patlarsa o zaman gıda olmazsa biz ne yapalım diyorlar. Önlerindeki 20-30-50 yılın gıdasını depoluyorlar.

Bu miktarı bir düşünün, 21.000 açlıktan ölen insanların değil 100 lerce milyon insanın doyacağı kadar yiyecek denizlere dökülüyor, büyük kazanlarda yakılıyor. Niye? Bunun tarihi geçti diyorlar, bu bozuldu, ambara yenisini koyalım diyorlar. Bu kadar adaletsizliğin olduğu böyle bir dünyada elbette ki insanlar açlıktan ölecekler. Onun için ne lazım? İnsanlığa adalet lazım.

Allah yaratıyor, bakın yaratmış olduğu güzelliklere, Allah’ın isimleri zaman ve mekânla kayıtlı değildir, sürekli işliyor, sürekli ihsan ediyor, lakin insanlardan bir grup insan aç kalmaktan korktukları için dünyanın kalan kısmına karşı zulmediyorlar. Yani eskiden Mekkeli bir müşrik çocuğunu öldürüyordu gücü yettiği için, bu günün müşrikleri ise milyarlarca insana güçleri yetiyor ve onları öldürmeye teşebbüs ediyorlar.

Allah’ın er Rezzak olması ile ilgili bir başka mesele; Allah insanların rızkını yaratır ve her insana Allah rızkını belli bir oranda verir. Kur’an ı kerimde er Rezzak ile ilgili ayetlerin birçoğunda dilediğine rızkını genişleterek, dilediğine ise daralttığını söylüyor.

{{Evelem ya’lemu ennAllâhe yebsüturrizka limen yeşau ve yakdir* inne fiy zâlike leâyâtin likavmin yu’minun; (Zümer/52)

Bilmediler mi ki Allâh yaşam gıdasını dilediğine yayar, genişletir, (dilediğine de) daraltır! Muhakkak ki bu olayda iman eden bir toplum için elbette işaretler vardır. (A. Hulusi)}}

Mesela Kur’an da 9 farklı yerde şöyle buyuruyor; Ör;

{{Allâhu yebsütur rizka limen yeşau min ıbadiHİ ve yakdiru leh* innAllâhe Bi külli şey’in ‘Aliym; (Ankebut/62)

Allâh, kullarından dilediğine yaşam gıdasını arttırır ve (dilediğine de) kısar! Muhakkak ki Allâh Bi-küllî şey’in (hakikatinde olarak) Aliym’dir. (A. Hulusi)}}

Allâhu yebsütur rizka limen yeşau min ıbadiHİ ve yakdir Allah kullarından dilediğine rızkı genişletir, dilediğininkini de daraltır. Diyor Rabbimiz.

Şimdi burada soru şu; Niçin Allah kullarından bazısına rızkı biraz daha fazla veriyor da bazısınınkini daraltıyor, bunun hikmeti ne olsa ki? Mesela sen ve arkadaşın aynı saatte dükkân açıyorsunuz, beraber çalışıyorsunuz, yoruluyorsunuz. Akşam olduğu zaman sen iki katı kazanıyorsun, o senin kazancının yarısı kadar.

Bu zikrettiğimiz 9 ayetin her birinin sonunda bunun hikmetini bildiriyor. innAllâhe Bi külli şey’in ‘Aliym çünkü O Allah, her şeyi bilen Allah’tır. Yani bu Allah’ın bilgisi dışında insanlara dağıtılmış olan değildir. Neyin neye uygun olduğunu, kimin ne kadar ile hem kendisine zarar vermeyeceğini, hem de çevresindekilere zarar vermeyeceğini Allah biliyor.

{{Velev besetAllâhur rizka li ıbadiHİ le beğav fiyl Ardı ve lâkin yünezzilu Bi kaderin ma yeşa’* inneHU Bi ıbadiHİ Habiyrun Basıyr; (Şûra/27)

Eğer Allâh, kullarının yaşam gıdalarını yayıp genişletseydi, arzda elbette azarlardı! Ne var ki dilediğini bir ölçü ile indirir… Muhakkak ki O, kullarında Habiyr’dir, Basıyr’dir. (A. Hulusi)}}

Bir ayetin de sonunda buyuruyor ki;

inneHU Bi ıbadiHİ Habiyrun Basıyr şüphesiz ki Allah kullarına karşı Habîr ve Basîr dir. Yani hem onların ne halde olduklarını görendir, hem de onların bütün hallerinden haberdardır diyor.

Allah kullarına rızkı farklı şekillerde dağıtıyor, hiç kimse neyin kendisi için hayırlı, neyin kendisi için şer olacağını bilemez. Bir çok insan var ki Müslümanların arasında da çokça yaşanmış olan bir şey, Adam fakir iken çok güzel bir Müslüman, Allah rızkını birazcık genişletip önünü açtığında, yürü kulum dediğinde önce Müslümanlığını, sonra İslâm cemaatini, sonra dinini, sonra akaidini her şeyini terk ediyor. Şimdi sorsak desek ki çok rızık bu adama faydalı oldu mu, bir hayır getirdi mi? Hiçbir hayır getirmedi. Tam tersi Allah kendisine nimet verdiğinde görevini çok güzel yapan infak eden Müslümanlara faydalı olan bir insandan Allah elindeki imkânları çekip aldığında, ona fakirliği takdir ettiğinde unutturan bir fakirliğe düşüyor. Allah resulü de duasında Ya rabbi unutturan fakirlikten sana sığınırım dediği gibi unutuyor. Hatta bazısı kadere isyan etmeye başlıyor. İş o noktaya geliyor ki intihara gidecek kadar kadere isyan ediyor.

Demek ki eğer insan elinden geleni yapmışsa, yani rızık talep etmek için çabasını ortaya koymuşsa, koşturmuş, aramışsa ve buna rağmen Allah sonunda ona bir şey takdir etmişse insanın da çok fazla zorlamaması lazım. Bilmesi lâzım ki Allah’ın ona taktir ettiği onun için hayır olandır, Allah’ın taksimatına razı olmalıdır. Çok zorlayan veya haddi aşan insanlar Allah istediklerini kendilerine verdiğinde maalesef Allah’ın verdiği ile Allah’a ortak koşmaya başlıyorlar.

Sen bunu bildiğin zaman, yani benim rabbim rızkı kullarının arasında dağıtır, istediğine daraltır, istediğine genişletir. Lakin bu bir hikmete mebnidir, yani rasgele yapmaz.  

Bu sana ne fayda sağlar? Allah seni zenginlikle de imtihan etse, fakirlikle de imtihan etse her durumda da vacibini yerine getirirsin. Zenginsen şükredersin, fakirsen sabredersin. Allah bazen insanın önünü açar hele şükrediyor mu, etmiyor mu diye. Allah Süleyman AS. a verdikçe verdi, sonunda Süleyman AS. ne dedi?

“hazâ min fadli Rabbiy liyeblüveniy eeşküru em ekfür. Neml/40)

Bu Rabbimin fazlındandır. Şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemesidir. (A. Hulusi)”

Allah bunları bana imtihan için verdi, hele ben şükür mü edeceğim, yoksa Allah’a karşı nankörlük mü edeceğim. Allah bunu görmek için bu kadar nimet verdi.

Bazen de Allah senin sabır edip etmediğini görmek, senin içinde kini açığa çıkarmak ister, elindeki imkânlarını elinden alır. Sen bu hakikati bildiğin zaman sorumluluğunu bilirsin, Allah’ın işine karışmazsın. Vermişse şükredersin, vermemişse sabır gösterirsin, O’nun kaderine rıza gösterirsin.

Allah resulü bir hadisinde buyuruyor ki; “Sizden biri Allah’ın kendisine mal ve yaratılış yönünden üstün kıldığı birine bakacaksan kendisinden üstte olana bakmasın, altta olana baksın” diyor. (Buhari-Müslim) Tirmizi’nin rivayetinde sebebini şöyle açıklıyor; “Çünkü bu Allah’ın nimetini küçümsememek için en uygun olan davranıştır.” Diyor.

Yani bir dağılım var, hepimiz bunu hissedebiliyoruz. Bu ilim konusunda olsun, yaratılış konusunda olsun vs. Birine rabbim boy vermiş, cüsse vermiş, diğerinden almış. Birine mal vermiş, diğerinden almış, birinin yüzüne bakıyorsun ay gibi bakmaya doyamıyorsun, bir başkasına ise Nemrut suratı vermiş kaçmaya çalışırsın. Yani bazısını bazısına üstün kılmış. Ayette de zaten bunu belirtiyor;

“… refe’a ba’daküm fevka ba’din deracatin liyeblüveküm fiyma ataküm… (En’am/165)

.. size verdiklerinde (Esmâ kuvvelerinde) sizi denemek (o özelliklerinizi kuvveden fiile çıkarmak) için, kiminizi kiminizin üstünde mertebelere yüceltendir. (A. Hulusi)”

Şimdi bu dağılımda şeytanın kula yaptığı şey şudur o da sürekli sizden üstün olanlara bakmanı sağlar. Niçin? Seni şükürsüzlüğe düşürmek için. Çünkü kendinden daha iyileri gördüğün zaman şikâyet edersin, halinden razı olmazsın. Peki, Allah resulü ne diyor? Şeytanın senin ayağını kaydırmasına karşılık sana şükür üzere kalmanın yolunu gösteriyor. Başını yukarı kaldırma diyor Allah resulü, aşağı indir. Yani senin elinde bir problem varsa iki elinde problem olan adama bak. Senin bir ayağında problem varsa iki ayağında problem olana bak. Sen bir ayağında problem varken iki ayağı sağlam bir maraton koşucusuna bakarsan tabii ki kendi halinden şikâyet edersin. Ama iki ayağı kesilmiş olan, başkasının yardımı olmada yürüyemeyen adama bakarsan ki Allah’ın sana takdir ettiği o nimete şükredesin. Onun için bunu hiç unutmayalım. Şeytan sürekli kafamızı yukarı çeker, yani hep kendinizden daha iyi durumda olana baktırmaya çalışır.

Mesela arabayla gidiyorsun yolda, Allah sana bir araba vermiş. Senin normalde kime bakıp şükretmen lazım? Yaya yürüyen adama bakıp şükretmen lazım. Allah’a hamd olsun ki bunu bana musahhar kıldı demen lazım. Ama sen kendi arabandan çok daha değerli modeli yüksek arabaya bakarsan, ya millet dünya da yaşıyor, biz ne haldeyiz millet ne halde diye şükürsüzlüğe, isyana doğru kayarsın.

Zaten şükürle nankörlük çizgisi de burada başlıyor. Allah’ın verdiklerini görenler genelde Allah’a şükrediyorlar. Ama Allah’ın vermediklerini görenler genelde nankörlük ediyorlar. Kur’an da da Allah buyuruyor;

Kutilel’İnsanu ma ekfereh. (‘Abese/17)

Kahrolası insan ne kadar da nankördür.

Mesela birini alın karşınıza deyin ki neyin var neyin yok, durumun nedir? Hiç kimse size demiyor; Elhamdülillah, elim var ayağım var, sıhhatim var, hanımım var çocuğum var, evim var, işim var, aç değil açıkta değilim Allah’a şükürler olsun diyeni çok az duyarsınız.

Yahu işte borçlar var, senetler var ödeyemiyoruz, evle ilgili sıkıntılarım var, kiralar çok pahalı, bir araba aldım sürekli arıza çıkarıyor perişan olduk vs. böyle nankör. Allah’ın sana verdiklerini saymaya kalksan sayamazsın.

… ve in te’uddu nı’metAllâhi lâ tuhsuha.. (İbrahim/34)

Allah’ın nimetlerini, rızıklarını saymaya kalksanız sayamazsınız. Diyor Allah.

Allah’ın verip te sayamadıklarınızı görüp sayısız şükür etmek yerine Allah’ın bir elin parmak sayısınca verdiği musibeti ki oda seni kâmil insan etmek, günahlarını dökmek, derecelerini yükseltmek, azmaman, yoldan çıkmaman içindir. Sen bu halde iken sabah akşam oturup kalkıp birkaç musibeti zikrediyorsun. Böyle yüce, bu kadar nimet veren bir Allah şükredilmeyi mi hak eder, yoksa sürekli şikâyeti isyanı, nankörlüğü mü hak eder. Onun için bunu bileceğiz. Allah’ın bize vermediklerine değil, verdiklerine sürekli bakacağız ki böylece Allah’a karşı nankörlük etmiş olmayalım.

Allah’ın Er Rezzak ismi ile ilgili bir başka mesele ise, dedik ki Allah insanların rızıklarını yaratır, lâkin Allah kimsenin rızkını getirip te ağzına düşürmez. Mesela çocukta Allah’ın verdiği bir rızıktır, ama sen evinde akşam yatıp sabah kaktığında yastığın üzerinde bir çocuk bulmuyorsun, evlenmen lazım. İş yerinde kazandığın para bir rızıktır. Evde otursan iş yerini açmasan, ticaretini yapmasan sabah kalktığında yastığın altında para bulmuyorsun. Allah’ın bir sünneti var, bu sünnet dairesinde işler işliyor. Allah senin rızkını yaratıyor, senin onu elde edebilmen için ne yapman lazım? Çalışman lazım.

Buradaki mesele Allah’ın senin için yarattığı rızka seni ulaştıracak olan yolun meşru bir yol olmasını istiyor. Yani rızık ta helal olacak, o rızka ulaşmanı sağlayacak yolda aynı şekilde Allah’ın meşru gördüğü bir yol olacak.

Birçok insan rızkı verenin Allah olduğunu bilir, takdir edilen rızkın kendisine geleceğini de bilir. Lakin onu elde etmek için sabır gösteremez, Allah’ın meşru kılmadığı yoldan o rızkı elde etmeye çalışır. Peki, Allah resulü ne buyuruyor?

“Ruhü’l Kudüs Cibril bana şöyle vahyetti; bir nefis ecelini tamamlamadan ve rızkının tamamını elde etmeden kesinlikle ölmez. Öyleyse Allah’tan korkun ve rızkınızı güzel bir şekilde talep edin. Sakın rızkınızın size ulaşması ağırlaştı, rızkınız daraldı diye Allah’ın haram kılmış olduğu yollarla elde etmeye çalışmayın. Çünkü Allah’ın yanında olan sadece Allah’a itaat edilerek elde edilebilir.”

{{Abdulkadir Geylani Hz. Oğluna öğüdünde diyor ki; Ey oğul! Sakın sakın! Sen sen ol, dünyalık hususunda kimseyle çekişme, didişme. Kimsenin elindeki kısmete mani olmaya kalkışma. Zira herkesin nasibi mutlaka kendisini bulur. Eğer kaderde elinden alınması varsa, o da olur. Bu senin isteğinle olmaz.

Kadere razı olmak; kavga, çekişme ve didişme sonunda dünyalık elde etmekten daha güzeldir. Zira Allah’ın takdirine razı olmak her hal ü kârda hayatı güzelleştirir, tatlılaştırır, huzurlu kılar.}}

Yani haram yoldan sen çalıştın çabaladın baktın ki rızık az geliyor. Sakın bu durum seni haram yollara, gayri meşru yollara götürmesin. Niçin? Çünkü rızık yazılmış zaten. Haram da işlesen Allah’ın sana takdir ettiği gelecek, helal yoldan da kazansan Allah’ın takdir ettiği sana gelecek. Yani tercih ettiğin yol senin rızkının miktarını değiştirmeyecek.

Mesela bir adam uyuşturucu satıyor, çok para kazanıyor, oysa emin olun ticaret yapsaydı aynı parayı yine kazanacaktı. Yani eroin satan bir adam ticaret yaptığı zaman rızkı azalmayacak, Allah ona ne takdir etmişse onu kazanacak ama yolu Allah sana bırakmış. İstiyorsan meşru yolu seçersin özgür iradenle, istersen gayri meşru bir yol seçersin.

{{Hz. Ali (r.a.)’nin yaşadığı şu olay buna en güzel örnektir: Hz. Ali (r.a.) efendimiz, namaz kılmak için mescide gittiğinde devesini bir gence emanet bırakmış, fakat namazı edâ edip döndüğünde, devenin yerinde olmadığını ve yular sız başıboş dolaşmakta olduğunu görmüş. Genci de etrafta bulamamış; yeni bir yular almak için çarşıya gittiğinde, kaybolan yuların biraz önce bir genç tarafından on dirheme bir tüccara satıldığını öğrenir.

Tüccar da bu olaya çok üzülmüştür. Hz. Ali (r.a.) on dirhemi satıcıya verip yularını geri alırken : “ O gence yazıklar olsun, dedi. Ben bu parayı, deveme baktığı için o gence verecektim. Ama o acele etti, helâl rızkını harama çevirdi.” Buyurdu.

Allah’ın bize bahşettiği güç ve kuvveti, iyi yönde de, kötü yönde de kullanabiliriz. Kulun isteği ne ise Allah onu yaratır. Önünde iki bardaktan birisinde alkol, öbüründe ise şerbet bulunan bir kimse, bu iki bardaktan hangisini isterse, Allah kulun elini o bardağa uzatma kuvvetini verir. Şerbet içmek isteyenin eli zorla alkole götürülmez. Helâl rızık kazanmak isteyen kişi de, kaderi tarafından zorla tefecilik yapmaya zorlanmaz.}}

Buna mukabil Kur’an ı kerimde Allah buyuruyor ki;

…ve men yettekıllâhe yec’al lehû mahrecen.

Ve yerzukhu min haysü lâ yahtesib… (Tâlak/2-3)

Kim Allah’tan hakkı ile korkarsa, rızık talep ederken –Meşru şekilde rızık talep etmek takvanın sınırlarındandır, Allah’tan korkmak, sakınmaktır.- Allah mutlaka onun darlığında bir çıkış kapısı açacak ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandıracaktır. Diyor. Bu kimin vaadidir? Bu âlemlerin rabbi olan Allah’ın vaadidir. Yani sen rızkın daraldı, önünde iki yol var. Helal yoldan rızık talep ettiğin zaman rızkın az olacak –bu sana göre tabii- Haram yoldan rızık talep ettiğin zaman rızkın artacak gibi düşünüyorsun.

Allah resulünün dilinden diyor ki böyle bir şey yok. Seçtiğin yol rızkını ne artırır, ne de azaltır. Ama benim bir vaadim var, ikramım ödülüm var. Nedir o? Eğer haram yola tevessül etmezsen sabreder ve takva ile Allah’ın takdir etmesini beklersen ben mutlaka bir çıkış kapısı açarım ve seni hiç ummadığın yerden rızıklandırırım diyor.

Bununla ilgili birkaç örnek verelim; Musa AS. geldi İsrail oğullarına geldi dedi ki; Allah burayı terk etmenizi emrediyor. Yani ben firavuna gittim, daveti ulaştırdım, kabul etmedi. Allah’ta İsrail oğullarını al ve bu beldeyi terk et.

Şimdi İsrail oğullarının önünde iki yol var. Yusuf AS. dan bu yana Mısır’a yerleşmişler, iş kurmuşlar, servet edinmişler. Ya bunların hepsini bırakıp gidecekler, ya da diyecekler ki biz bu kadar mal mülk edindik, sen bizi sonu belli olmayan bir yolculuğa devam ediyorsun, biz seninle gelmek istemiyoruz diyecekler. İsrail oğulları bazısı istemeye istemeye de olsa Musa AS. ile birlikte Mısır’ı terk ettiler. Bir çölün ortasında duruyorlar. Şimdi ne yaptı onlar? Allah’tan korktukları için biriktirdikleri ne kadar mal, mülk servet varsa hepsini orada bıraktılar, çölün ortasına geldiler.

Çölde nereden rızık bulacaksın, Allah çölü yaşam yeri kılmadığı için su bulsan ekmek bulamazsın, ekmek bulsan gıda bulamazsın yanında. Allah dedi ki;

Ve zallelnâ aleykumulğamâme ve enzelnâ aleykümülmenne vesselvâ, külû min tayyibati mâ rezaknaküm … (Bakara/57)

Sizi bulutlarla gölgeledik ve size semadan kudret helvası ile bıldırcın eti indirdik.. Yani sen Allah’tan korkup emirlerini yerine getirirsen ki bütün sebepler tükendi diyelim, hiçbir yiyecek yok. Nereden bulacaklar? Allah gerekirse sana gökten sofra indiriyor senin önüne koyuyor, hiç ummadığın yerden rızıklandırıyor. Yeter ki geçim kaygısıyla Allah’ın emirlerine muhalefet etme.

Bunun bir de tam tersini düşünün. İsrailoğulları bir sahil kasabasında yaşıyorlar, Allah onları imtihan etmek istiyor. Diyor ki Cumartesini sizin dini bayramınızdır, bu günde avlanmayacaksınız.

{{Olayın insanları bir sahil kasabasında yaşayan Yahudi cemaatinden bir topluluktu. Bunlar peygamberlerinden haftanın bir gününün kendileri için istirahat kılınmasını ve maişet (geçim )meşgalesi ile o gün uğraşmamalarını istemişlerdi. Ve bunun üzerine Cumartesi günü onlar için ibadet günü kılınmıştı}}

Ves’elhüm anilkaryetilletiy kanet hadıratel bahr* iz ya’dune fiys sebti iz te’tiyhim hıytanühüm yevme sebtihim şürre’an ve yevme lâ yesbitune lâ te’tiyhim* kezâlike nebluhüm Bi ma kânu yefsükun. (A’raf/163)

O İsrail oğullarına sor, şu denizin kenarındaki sahil kasabasını sor orada neler olmuştu. Ne olmuştu orada? Onlar için ibadet günü olarak tayin edilen Cumartesi günü balık avlamayacaklar, ibadet ve istirahat günü olarak değerlendireceklerdi. Fakat imtihan gereği Allah Cumartesi günü yoğun balık sürüleri yaklaştırırdı bakalım riayet edeceklerdi diye. Cumartesi çok balık var, Pazar günü geliyorlar bir tane balık yok. Düşünün balıklar cumartesi pazarı mı bilir, onları âlemlerin rabbi olan Allah sevk ediyor o gün, ertesi gün onları çekiyor.

Ne yaptı onlar, biraz daha sabretselerdi daha önce onlara çölde semadan sofra indiren Allah belki yine buna benzer bir şey yapacaktı. Allah onlara kendi katında hazırladığı cennet nimetleri ile ikramda bulunacaktı. Ama dayanamadılar gittiler Cuma akşamından ağlarını attılar, cumartesi gelen balıklar onların ağlarına takıldı, Pazar günü de gidip ağlarını topladılar. İnsanlar onlara sorduklarında; biz Pazar günü avlanıyoruz, Cumartesi avlandığımızı gördünüz mü diyorlardı. Bu yüzden de Allah onları helak etti, sadece içlerinden iyiliği emreden, kötülükten nehy eden kişileri kurtardı.

Rezzak olan Allah bazen böyle insanı imtihan ediyor. Yani adam ticaret yapıyor, haram olan bir ürün satıyor, onu sattığı zaman malları kapış kapış gidiyor. Ama o malı kaldırıp onun yerine helal olan bir ürün koyduğu zaman dükkânın önünden müşteri geçmiyor. Allah onu imtihan ediyor, Harama tevessül edecek mi etmeyecek mi?

Adam dükkanından pos cihazını kaldırıyor, ben Allah’a ve resulüne harp ilan etmem, ben Müslümanım, nasıl bunu yapıp faizle muamele ederim diyor. Pos cihazını kaldırdıktan sonra günde çok miktarda müşteri içeri girip kredi kartıyla alış veriş yapıyor musunuz diye soruyorlar.

Allah onu imtihan ediyor, sabredecek mi etmeyecek mi. Kimisi aynı Cumartesi ashabının yaptığı gibi yapıyor, gel kredi kartıyla ürünü benden al diyor. Sorsanız ben faizle iş yapmıyorum diyor, ama toptancısıyla yan komşusuyla falan akşam olduğu zaman gidip hesaplaşıyor. Kimisi de sabrediyor ve mutlaka sabrının sonunda Allah onun için selametli kılıyor.

Mesela şimdi günümüzde çokça yaşanan bir vakıa var. Birçok anne baba rızık endişesiyle, gelecek kaygısıyla çocuklarını kendi elleriyle götürüp küfrün ve şirkin içine atıyorlar. Yani maneviyatı olmayan eğitim programları ile eğitim yapan okullara gönderen aileler var. İslami hassasiyeti olan insanlara sorduğunuzda bugünün resmi okullarında İslam maneviyatının göz ardı edildiğini, bunun da çok yanlış olduğunu açık açık söyleyebiliyorlar.

Gerekçelerini dinleyin, ne anlatırlarsa anlatsınlar konunun döneceği yer belli. Bu çocuk nasıl ehliyet alacak, nasıl işe girecek, kendi ayakları üzerinde duramazsa perişan olacak, ne olsun yani vasıfsız işçi mi olsun, kapıcı, seyyar satıcı mı olsun çekinceleri vardır. Bu çekinceleri yüzünden de götürüp çocuklarını bu pisliğin, akidevi necasetin içerisine bırakıyorlar.

Bir de Allah bir kadından bahsediyor, İmran’ın karısı. Hamile olduğunu fark edince;

… Rabbi inniy nezertü leKE ma fiy batniy muharreren fetekabbel minniy… (A. İmran/35)

Ya rabbi ben bu çocuğu özgür irademle sana adıyorum, bunu benden kabul et dedi.

Belli bir zaman geçti, çocuk doğdu, baktı ki çocuk kız. Şimdiki cibi ultrason du, cinsiyet belirlemeydi falan da yoktu. O dönemde kız çocuğunun mabede girmesi bile yasakken, mabedin içinde kalacak, kulluk edip mabedin hizmetini yapacak..!

De di ki ya rabbi, ben kız çocuk doğurdum, sen zaten bunu biliyorsun, kız çocuk ta erkek çocuk gibi değildir. Yani zahiren sebepler yan yana geldiğinde bu çocuğun Allah’a adanması, onun Allah’a hizmet etmesi mümkün değil. Peki, Allah ne dedi?

{{Fetekabbeleha Rabbuha Bi kabulin hasenin ve enbeteha nebaten hasenen ve keffeleha Zekeriyya* küllema dehale aleyha Zekeriyyel mıhrabe, vecede ‘ındeha rizka* kale ya Meryemu enna leki hazâ* kalet huve min indillâh* innAllâhe yerzuku men yeşâu Bi ğayri hısab; (A. İmran/37)

(Rabbi Meryem’e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve “Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?” der; o da: Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir, derdi.)}}

Fetekabbeleha Rabbuha Bi kabulin hasenin… (A. İmran/37)

Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti. Bütün o Yahudilerin ağızlarını bağladı, gözlerini kör etti, bir kız çocuğunu aldı mescid-i Aksaya, mabedin içine getirip yerleştirdi. Niye? Çünkü Allah samimi bir niyetle yapılmış adağı kabul eder.

Bitti mi peki? Bitmedi ve enbeteha nebaten hasenen Allah güzel bir bitkiyi yetiştirdiği gibi onu yetiştirdi, terbiyesini de bizzat âlemlerin Rabbi olan Allah üstlendi, ahlaklandırdı. Güzelliğini, iffetini ona Allah yerleştirdi. Bu da yetmedi o kadar Yahudi din adamı vardı orada fakat; ve keffeleha Zekeriyya Allah onların arasında yer yüzünün en salih adamının velayeti altında kıldı, Zekeriyya AS. kefaleti altına verdi.

Sonunda ne dedi Allah küllema dehale aleyha Zekeriyyel mıhrabe, vecede ‘ındeha rızka Zekeriya onun her yanına girdiğinde yanında bazı rızıklar görüyordu. Sordu; kale ya Meryemu enna leki hazâ Dedi ki ey Meryem bu nasıl geliyor sana? kalet huve min indillâh dedi ki o Allah’ın katından olan bir rızıktır. innAllâhe yerzuku men yeşâu Bi ğayri hısab Allah dilediği kulunu hesapsız bir şekilde rızıklandırır. Yani anne çocuğunu Allah’a adayınca, Allah onu hem aldı, terbiye etti, peygamberin kefaletine verdi, bir de kimsenin beşer eliyle ona bir yemek getirmesine de Allah razı olmadı. Her yanına girdiğinde Allah ona semadan yiyecekler göndermiş onları yiyor.

Şimdi senin bir çocuğun var diyelim, sen onu terbiye ediyorsun. Senin önünde iki yol var. Ya bugünün batıl sistemin yaptığı gibi önce bize kul olacaksınız, putlarımızın önünde saygı duruşunda duracaksınız, bizim değerlerimizi ezberleyip kabul edeceksiniz. Bizim ilah edindiğimiz varlıkların uluhiyetini kabul edeceksiniz, ondan sonra bizim size verdiğimiz diplomayla rızık kazanır yiyebilirsiniz. Ondan sonra sınava girecek, bizim verdiğimiz memurlukla yiyip içebilirsiniz. Ama bizim putlarımızın önünde durmazsanız, bizim ilâhlarımızı tazim etmezseniz, bizim değerlerimizin önünde boyun eğmezseniz size diploma da yok, işte yok diyorlar.

Senin önünde de iki yol var ya İmran’ın karısının yaptığı gibi yapacaksın, ya rabbi ben böyle bir şeye razı olamam diyeceksin. Rızkı veren sensin, ben çocuklarımı sana adıyorum, onların rızkı da senin üzerinedir diyeceksin. Böyle yaparsan Hz. Meryem’e bu saydıklarımızı yapan Allah senin çocuklarına da bunu yapmaya kadirdir. Ya da sen de yığınların yenildiği gibi yani rızık korkusuyla yıkıldıkları gibi ne yapalım diyeceksin, yapacak bir şey yok zaman bunu gerektiriyor. Zaman putperestliği gerektiriyorsa öyle olacağız sonrada çocuklarımızı kendi elimizle götürüp ateşin içerisine atacaksın. Bu problemin temelinde ne vardır? Allah’ın Rezzak olduğunu bilmek veya bilmemek meselesi vardır.

Son olarak ta şunu söyleyelim; Er Rezzak olan Allah müminlere vermiş olduğu rızkı, mü’minlerin de aynı şekilde başka müminlerle paylaşmasını ister. Kur’an ı Kerimde Allah müminleri överken birkaç farklı yerde diyor ki;

ve mimma rezaknahum yünfikun; (Bakara/3-Enfal/3-Şûra/38 …)

Onlar, bizim onlara vermiş olduğumuz rızıktan infak ederler diyor Allah. Eğer sen kendi hayatında bir şeyi rızık olarak düşünüyorsan ki bu mal olur, bu evlat olur, bu bir yetenek olabilir, bunlardan infak edeceksin. Allah’ın razı olduğu yere harcayacaksın, paylaşacaksın ki. Allah’ın sana vermiş olduğu rızkın şükrünü eda edebilesin.

Bu ifade de şu nokta bizim için önemli; “Bizim onlara verdiğimiz rızıktan infak ederler.”  Neden Allah böyle söylüyor? Çünkü insan bir şeyin kendine ait olduğunu düşündüğü zaman onu vermekte de zorlanıyor. Ama elindekinin bir başkasına ait olduğunu bildiği zaman onu vermek insan için daha kolay oluyor. Bunu neye kıyas edebilirsiniz? Babanızın parasını harcamakla, kendi kazandığınız parayı harcamak şeklinde bir kıyas yapabilirsiniz. Adam baba parası yiyorsa eğer har vurup harman savurur, rahat harcar. Ama adam iş girse ter dökse, iş sonunda kazancı verilse lira lira, kuruş kuruş hesap yapmaya başlar. Bu psikolojik bir durum. İnsanı Allah yarattığı için onu en iyi tanıyan Allah’tır, bu yüzden malın sana ait olduğunu düşünme diyor. Elinde bir rızık varsa bunu biz sana verdik, emanet olarak verdik ve infak etmek suretiyle seni imtihan etmek için verdik diyor. Allah’ın razı olduğu müminler, ya da Allah’ın er Rezzak ismi ile ahlaklanan müminler Allah’ın kendilerine verdiği rızıktan başkalarını da nasiplendirirler, bu şekilde paylaşmış olurlar.

Allah’u Teâlâ bütün güzel isimleri ve yüce sıfatlarının hatırına bizleri O’nun isimleri ile hakkıyla anlayan, O’nun isimlerinden kendisiyle ahlaklanabilecek olanlarla ahlaklanan, Allah’tan sakınacak ve O’na tazim edecek olan bahtiyar kullarından eylesin. Allah ihtiyacımız olan ne kadar hayır ve rızık varsa bizleri o rızıklar ile rızıklandırsın. Verdiği rızıktan dolayı Allah’a hamd etmeyi, hem de sabırlı olmayı bizlere müyesser kılsın.

Rabbim dünyanın doğusunda batısında, zulüm altında olan Allah’ın kendilerine emniyet ve selametle rızkını vermesini bekleyen ne kadar mazlum varsa onlara emniyet ve selametle rızıklarını versin. Dünyada en büyük zulüm olan şirk altında inleyen ve Allah’ın şeriatına, adaletine muhtaç olan ne kadar belde varsa onlara Allah’ın hükümleri ile hükmeden yöneticileri rızık olarak onlara versin. Rabbim bu meclisi hayır meclisi eylesin. Allahümme amin. Selâmün aleyküm ve rahmetullah (Ebu. Hanzala/esma dersleri derleme).

{{“Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

 

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.}}


ESMA DERSLERİ – 25 – EL REZZAK (C)

$
0
0

Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 “Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

**************************************************************

ER REZZAK

Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdülillâhi Rabbil âlemin Esselâtü vesselamü Aleyke yâ Seyyidel evvelîne vel âhirîn ve iza cemîil enbiyayı ver mürselin velhamdülillahi Rabbil alemin.

Hep beraber Allah’ın isimlerini anlamaya, yani rabbimizi tanımaya çalışıyorduk. Rabbimizi ne kadar tanıyorsak ancak o kadar iman edebiliriz. Allah’a iman denince zatına, sıfatlarına, isimlerine iman ve bununla beraber ef’aline iman etmemiz gerekir ki imanımız kâmil bir iman olsun. Allah’ı bilmeden tanımadan sadece ben Allah’a inanıyorum demek iman olmaz. Allah’ı tanıdıkça O’nu severiz ki imanımız da O’na olan sevgimiz kadardır. Allah kitabında kendisini nasıl tanıttıysa öyle tanımamız lazım ki rabbimizi doğru tanımış olalım, anlamış olalım.

Allah’ı tanıdığımız kadarıyla kendimizi tanırız. Allah’ın isimleri, yani el Esma-i Hüsnası üzerimizde ne kadar tecelli ettiyse o kadar Allah’a halife olmuş, abd, kul olmuş oluruz. Yoksa din denince, İslâm deyince onu ibadet dini zannetmek doğru değildir. İslam abdiyet dinidir, Allah’a teslimiyet, kul olma dinidir. Hıristiyanlar zaten dinlerini abdiyet dini olmaktan çıkarıp ibadet dini yaptıkları için saptılar. Allah’a abd olmak için hayatın içinde olmak, insanlarla beraber olmak gerekiyor. Hayatı yaşarken kulluğunu yapması gerekiyor ki o Allah’ın dinine, yani İslâm’a girmiş, tabi olmuş, teslim olmuş olsun.

İşte bu yüzden Allah’ın isimlerini hep beraber nüzül sırasına göre anlamaya çalışıyoruz. Sıra Allah’ın er Rezzak ismine gelmiş ki nüzül sırasına göre 76. İsimdir. ResulAllah efendimiz buyurmuşlardı;

“Allah’ın 99 ismi vardır, kim onları tahsil ederse, o cennete girmiştir.” Dedi.

Yani tahsil ederse demek; husul ederse, hasıl ederse, o isimleri kazanırsa, o isimlerle isimlenirse cennete girecek değil girdi demektir. Onun gönlü marifet cenneti, Allah’ı tanıma, bilme cenneti olmuştur. Kim bu cenneti kazanırsa o ahirette ki cenneti unutur, ona dönüp bakamaz dedi. Neden? O rabbini bilmiş, tanımıştır. Allah’ta onun anladığı kadarıyla, tanıdığı kadarıyla kendi zatının isimleriyle onun gönlüne tecelli eder. Cemalini o isimlerle müşahede ettirir. Rabbini bulan cenneti de unutur, kendini de unutur.

Sıra Allah’ın er Rezzak ismine geldi dedik; Rezzak her türlü rızkı veren demektir. Rızık her varlığın ihtiyacı olan her şey demektir. İnsanın da neye ihtiyacı varsa o, onun için rızıktır.

Hz. Aişe annemiz buyuruyordu; “Rızık deyince boğazdan geçeni anlayana yazıklar olsun, onun aklına şaşarım, rızık bu mudur?” dedi.

İki türlü rızık vardır biri maddi, diğeri manevi rızık. Maddi rızık madde olan tarafımıza yani bedene ait olandır, bedenin istifade ettiği her şey, yani yemek içmek, evlenmek vs.

Allah size rızık ikram etmiş, sizden eşler yaratmış, çocuklar vermiştir, torunlar vermiştir. Allah hanımı, eşi de, çocukları da, torunları da rızık olarak zikretti.

Aynı şekilde bir de manevi rızık vardır; Manevi rızık gönlün, maneviyatın, ruhun istifade ettiği her şeydir. İman bir rızıktır, Allah’ı sevmek, Allah için sevmek, muhabbetullah bir rızıktır, takva bir rızıktır. Yani Allah’a karşı sorumluluğunu bilmek, yerine getirmeye çalışmak manevi bir rızıktır.

Bütün ibadetler rızıktır. Namaz, oruç, zekât, infak etmek, hac ve aklınıza gelen bütün ibadetler birer manevi rızıktır. Çünkü gönül, maneviyat ruh onunla güçleniyor. Nasıl ki zahiri olarak rızıklanmadığımızda yani yiyip içmediğimizde beden hastalanıyor, hel3ak oluyorsa aynı şekilde manevi olarak ta rızıklanmadığımızda maneviyat helâk olur. Gönlümüz, ruhumuz, maneviyat dünyamız aç kalmış, susuz kalmış, gıdasız kalmıştır. Bu yüzden de hastalanır helâk olur. Bunun içinde Allah ayeti kerimede buyurdu;

Feizâ kadaytümüs Salate fezkürullahe kıyamen ve ku’uden ve alâ cünubiküm* feizetme’nentüm feekıymus Salate, innesSalate kânet alel mu’miniyne kitaben mevkuta. (Nisa/103)

Namazı kılıp bitirdikten sonra ayakta iken otururken yan üzeri yatarken Allah’ı zikredin. Namaz belirli vakitlerde farz kılınmıştır.

Yani zikir de bir rızıktır ki her zaman alınabilecek daimi bir rızıktır, tıpkı nefes almak gibidir. Allah’ı unutmamak, O’nu zikretmek, O’nun hesabını yapmak maneviyatımıza bir rızıktır.

Rızıklar içinde bir genel rızık vardır, bir de özel olarak ikram edilmiş rızık vardır. Mesela güneşle ısınmak bir genel rızıktır, nefes almak bir genel rızıktır. Fakat rızık ne olursa olsun yani ister maddi, ister manevi, mutlaka buna şükür lazımdır. Eğer rızkın, nimetin şükrü yapılmazsa nimete karşı nankörlük yapılmış olur ki Allah ayeti kerimede;

… innAllâhe lâ yuhıbbü külle havvanin kefur. (Hac/38)

Allah hiçbir zaman hain ve nankörleri sevmez.

Aslında her anda Allah bize rızık ikram ve ihsan ediyor, bizim de her anda şükür halinde olmamız gerekiyor. Şeytana uyanların ona tabi olanların, şeytanın kulu olanların en belirgin özelliği şükürsüz olmalarıdır. Onun için Allah şeytanı kibirlendiği için huzurundan kovarken Şeytan bir talepte bulunmuştu;

Kale enzırniy ila yevmi yüb’asûn. (A’raf/14)

Kale inneke minel münzariyn. (A’raf/15)

İnsanların tekrar diriltileceği güne kadar bana mühlet ver, bu insanların Âdem ve zürriyetinin secdeye layık olmadıklarını ispatlayacağım dedi. Allah’ta sana mühlet verilmiştir dedi, ne yapacaksın? Ayeti kerime de buyuruluyor

Kale feBima ağveyteniy leak’udenne lehüm sıratakel müstekıym. (A’raf/16)

Sümme leatiyennehüm min beyni eydiyhim ve min halfihim ve an eymanihim ve an şemailihim* ve lâ tecidü ekserehüm şakiriyn. (A’raf/17)

Şeytan dedi ki senin sırat-ı müstakımınin üzerine oturacağım. Yoldan sapmış olanlar zaten sapmıştır onlarla işim olmaz, onlar zaten benim yoldaşımdır. Ben asıl senin rızanı kazanmaya çalışanların, ebedi hayatını kazanmaya çalışanların önüne çıkıp önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından gelip onları kendime bağlayacağım. Çoğunu şükreder bulmayacaksın dedi.

Eğer biri şeytana bağlandı, on tabi olduysa o artık şükretmez, şükürsüz bir kuldur. Neden şükretmiyor, nasıl şükrettirmiyor? Şeytan ne demişti; sağından solundan, önünden ve arkasından her birinde farklı bir hilesi iledir. Eğer biri kendi hayatına bakarken olan nimete değil de olmayana bakarsa mutlaka olumsuz bir şey bulur.  Bu nimet bende yok deyip şükürsüzlük yapar. Oysa ki şükretmek için olana bakmak gerekiyor.

Hamd etmek içinde bu böyledir ki, hamd etmek te genel olarak bir şükürdür. Hem zatı nimete, hem manevi nimete şükürdür. Nimete, rızka şükreden aynı zamanda rabbine hamd etmiş, onu övmüştür. Teşekkür ederek yarabbi sen güzel yaptın demiştir. Ama şükretmeyen rabbine karşı nankörlük yapmış, (haşa) Allah’a sen güzel yapmadın demiş olur. Eğer bir kul Allah’ın yaptığını beğenmediyse o zaten kulluktan çıkmış, şeytana tabi olmuştur.

Şükür her andadır, sadece nimeti görünce değil. Eğer göremiyorsa bu unun nimete nimet olarak bakmayışındandır. Çünkü insan her an nimet içindedir, mesela aldığı nefes bir nimet verdiği nefes ise başka bir nimettir, eğer sağlıklı olmazsa nefes alamaz, aldığını da veremez. Kişi ancak nefes alamayacağı bir ortama girdiğinde veya bir rahatsızlığından dolayı ancak nefesin ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlar. Görmesi, işitmesi, düşünmesi, sevmesi yani aklına ne gelirse gelsin şükredilmesi gereken bir nimetle, bir rızıkla Allah’ın Er Rezzak ismi ile karşı karşıyadır. Onun için her anında şükür üzere olması lazımdır ki nankörlerden olmasın, Allah’ın kendisine duyduğu sevgisini ilgisini kaybetmesin. Çünkü Allah nankörleri sevmez buyurdu.

{{Fekülu mimma razekakümullâhu halâlen tayyiba* veşküru nı’metAllâhi in küntüm iyyahu ta’budun. (Nahl/114)

Artık, Allah’ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yeyin, eğer (gerçekten) yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız, onun nimetine şükredin.(Elmalı)}}

Allah’ın size: verdiği nimetlerin, rızkın helalinden ve güzelinden rızıklanın buyuruyor. Burası çok önemli, helâl deyince herkes kendine göre bir şeyler anlar. Örneğin helal kazanç olarak anlar ki bu doğrudur. Ama ondan öncesinde rızkın helâl olabilmesi için başka bir şey daha var, en önemli şey. Mesela ücretle bir adam tutsak ve şu işi yap desek, bu işi yapman karşılığında sana bu ücreti ödeyeceğim demiş olalım. Akşam olduğunda gidip baktığımızda bakıyoruz ki adam işi yapmamış, kendisine gösterilen işi değil başka şeylerle ilgilenmiş.

Şimdi bu adam ücreti hak etmiş midir? Etmemiştir. Yine de ücretini ödemiş olsak bu ona helâl olur mu? Helal değildir. Çünkü mesela biz şurayı kaz demiş olsam o başka yeri kazmış olsa işi yapmadığı gibi gereksiz açtığı çukuru kapatmak için zarara gireceğiz. Bu durumda adamın alacağı para helâl değil haramdır. Bütün varlık için bu böyledir, onu Allah ne için yaratmışsa o kulun o işte olması lazım. Eğer yaratılışının yerine başka bir işte bulunursa onun yediği de içtiği de yani kendi verilen tüm nimetler haramdır.

Allah insanı kendisine abd olsun diye yaratmış, o Allah’a abd olmazsa, bunun için çaba ve gayret göstermezse, iman etmezse onun aldığı nefes te haramdır, güneşle ısınması, yediği içtiği bütünüyle haramdır. Neden? Çünkü Allah onu kendisine abd olsun diye, iman etsin diye yaratmıştı, onu bun yüzden varlıkta tutuyor ve rızıklandırıyor öyle değil mi? Şimdi bu adam çalışsa gayret etse ve kazanarak helal yiyorum ya işte demiş olsa doğru olur mu? Hayır, çünkü o zaten kendisi haram, yediği içtiği helal olsa ne olacak onun gönlü haramdır. Allah’a imanla, O’nun sevgisiyle, takva ile doldurulması gereken gönlü nefsi çöplüğe dönmüş, sonrada benim yediğim içtiğim helaldir diyor. Hâlbuki Allah seni, kendisine abd olasın diye yaratmış, bunun için varlıkta tutup rızıklandırıyor, sana imkân tanıyor. Onun için eğer Allah’a abd olmuyorsak yediğimiz içtiğimiz ne olursa olsun haramdır, aldığımız nefeste buna dâhildir.

Bir nimete şükretmek için onu önce nimet olarak görmek lazım. Yani ne buyruluyordu ayeti kerimede;

.. ve in te’uddu nı’metAllâhi lâ tuhsuha (İbrahim/34)

Allah’ın nimetlerini toptan saymaya kalksanız bile onu sayamazsınız dedi. Çünkü ne yana dönersen dön karşında bir nimet vardır. Her an, her yerde bir nimet içindesin. Ama biri bunu görmek, bilmek anlamak istemediğinde ki, görmek istemeyenden daha kör, işitmek istemeyenden daha sağır kimse yoktur derler. Allah onlara kör, dilsiz ve sağır diyor.

… lehüm kulubün lâ yefkahune Biha, ve lehüm a’yünün lâ yubsırune Biha, ve lehüm azânun lâ yesme’une Biha… (A’raf/179)

Gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler, kalpleri var fehmetmezler buyuruyor.

Var ama onu kullanmıyor, kullanmadığı için ona manevi olarak bakmadığı için kördür, sağırdır, kalpsizdir, dilsizdir. Çünkü Nimeti ikrar edemiyor, ya rabbi şükür diyemiyor, elhamdülillah diyemiyor.

Allah’ın Er Rezzak ismi ile ilgili ayetleri anlamaya çalışalım;

İnnAllâhe HUverRezzâku ZulKuvvetil Metiyn. (Zariyat/58)

Muhakkak ki Allah rezzaktır, rızkı verendir, sarsılmaz kuvvet sahibi O’dur. Rızkı kesintisiz veren O’dur. Rızkı verdiğinde hiç kimse ona mani olamaz, kestiğinde de hiç kimse ona rızık veremez, yani hiç kimse diğerine rızık veremez. Onun için ayeti kerimede;

Evelem ya’lemu ennAllâhe yebsüturrizka limen yeşau ve yakdir* inne fiy zâlike leâyâtin likavmin yu’minun. (Zümer/52)

Allah dilediğine rızkı açar, genişletir, dilediğine de rızkını daraltır ve

vAllâhu yerzüku men yeşau Bi ğayri hisab. (Nur/38)

 Dilediğine de hesapsız rızık verir. Bu herkes için bir imtihandır. Rızkı verince; genişlettiğinde de daralttığında da imtihandır. Genişletilince nasıl imtihan olur? Eğer kişi Allah’ın kendisine verdiği rızkı infak ediyorsa imtihanı kazanmıştır. Ama bu benim aklın sayesinde, ilmim sayesinde, bilgim sayesinde çaba ve gayretim sonucu verilmiş diyerek kibirlendiyse, rızkı kendisine bağladıysa o da imtihanı kaybetmiştir. Rızkı daralınca da rabbim beni bu şekilde imtihan ediyor deyip sabretiyse kazanmıştır. Ok itiraz etti ise, isyan ettiyse, rızkındaki darlığını başka şeylere ya da kendine bağladıysa yine imtihanı gene kaybetti demektir.

Ve ma min dabbetin fiyl Ardı illâ alAllâhi rizkuha ve ya’lemu müstekarreha ve müstevdeaha* küllün fiy Kitabin mubiyn. (Hud/6)

Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki onun rızkı Allaha ait olmasın. Her canlı varlığın karar kıldığı, istikrar bulduğu bir yer vardır ve bunu Allah takdir etmiştir. Bir de onun emaneten duracağı bir yer, kabir âlemi vardır. Bunların hepsi de apaçık olan kitapta yazılıdır.

Allah her şeyi takdir etmiştir. Rızkını, yaşayacağı yeri, öldüğünde konulacağı gömüleceği yeri bile yazmış, takdir etmiştir.

Kul inne Rabbiy yebsütur rizka limen yeşau ve yakdiru ve lakinne ekseren Nasi lâ ya’lemun. (Sebe’/36)

Allah dilediği kimse için rızkını genişletir, dilediğine de miktar koyar yani kısar.

… ve ferihu Bil hayatid dünya* ve mel hayatüd dünya fiyl ahireti illâ meta’. (Ra’d/26)

Onlar dünya hayatıyla ferahlanır mutlu olurlar. Kim? Allah’a iman etmeyenler, sadece dünya hayatına bakıp hayatı sadece bu dünya hayatından ibarettir diyenler rahatlar, ferahlarlar. Oysa ki dünya hayatı ahiretin yanında sadece geçici bir istifade edildiği bir yer, bir yararlanmadır, yol azığıdır. Çünkü insan dünyada yolcudur, ebedi kalacağı yer değildir.

LeHU mekaliydüs Semâvati vel Ard* yebsütur rizka limen yeşau ve yakdir* inneHU Bikülli şey’in ‘Aliym. (Şûra/12)

Göklerin ve yerlerin anahtarları Allah’ındır. Anahtar demek her nimetin kapısının anahtarı demektir. Allah dilediğinin rızkını açar, genişletir, dilediğinin de rızkını daraltır. O her şeyi, her şeyi ile bilendir. Eğer açıp genişletmişse bir hikmeti vardır, daraltmışsa da bir hikmeti vardır. Allah kuluna muameleyi nasıl yaparsa yapsın o O’nun rahmetidir. Kulunun ebedi hayatının hesabını yapıp öyle takdir etmiştir.

İnne Rabbeke yebsütur rizka limen yeşau ve yakdir* inneHU kâne Bi ‘ıbadiHİ Habiyran Basıyra. (İsra/30)

Muhakkak ki senin rabbin dilediğine rızkı genişletir, dilediğinin rızkını daraltır. Muhakkak ki O kullarından haberdardır, görendir.

Ve keeyyin min dabbetin lâ tahmilü rizkaha* Allâhu yerzükuha ve iyyaküm* ve HUves Semiy’ul Aliym;. (Ankebut/30)

Nice canlılar vardır ki rızkını yanında taşıyamıyor, yani sabah çıkıyor rızkını alıp akşam dönüyor. Kuşlar gibi yani, rızkını yanında taşıyamıyor, biriktiremiyor. Ama Allah onları rızıklandırır, onları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırıyor. Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.

Evelem yerav ennAllâhe yebsütur rizka limen yeşau ve yakdir* inne fiy zâlike leâyâtin li kavmin yu’minun. (Rum/37)

Allah’ın dilediğine rızkı genişletip, dilediğine daralttığını görmediler mi? Bunda mü’minler için ayetler, dersler vardır, alması gereken ibretler vardır. Yani bu duruma bakıp Allah’ın oradaki muradını anlamaya çalışmaları lazım. Müminler oradaki ayeti okur, Allah’ın neden öyle yaptığını anlamaya çalışır ve anlar. Onun kendisinin ebedi hayatının hesabı için yaptığını bilir. Bu yüzden daraltmışsa ya da genişletişse hayrın orada olduğunu bilir. Allah onun ebedi hayatını kazanma imkânını tanımıştır bunu bilir. Dünyaya göre bakıp hüküm vermez.

(İbretlik bir olay; Salebe bin Hatip adlı kişi Medine’de Peygamber Efendimiz ‘den zengin olmak için dua istiyor. Peygamber Efendimiz ise kendisini “Şükrünü eda edeceğin az mal şükrünü eda edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” diyerek şükre dâvet ediyor. Fakat Salebe hiç durmadan aynı isteği tekrarlayınca Peygamber Efendimiz Salebe’ye duâ ediyor.

Rivayete göre Salebe koyun alıyor. Derken koyunları doğurmaya, çoğalmaya, böcekler gibi üremeye başlıyor. Medine topraklarına sığamaz olunca, koyunlarını vadiye taşıyor. Önce cemaati terk ediyor, sonra namazı.

Derken zekât emri geldiğinde “Bu cizyeye benziyor. Bir düşüneyim.” diyor ve zekât vermiyor.

Ardından bir akrabası kendisi hakkında âyet indiğini haber vererek zekât emrinin kesin bir emir olduğunu, cizye olmadığını, yanlışını telâfi etmesi gerektiğini söyleyince pişman oluyor ve Peygamber Efendimize zekâtını götürüyor. Fakat Peygamber Efendimiz “Allah beni senin zekâtını almaktan men eyledi.” buyurarak zekâtını almıyor.

Peygamber Efendimizin vefatından sonra Salebe zekâtını Hazret-i Ebu Bekir’e götürüyor. Fakat Hazret-i Ebu Bekir (ra): “Resulullah’ın almadığı zekâtı ben de alamam.” diyor. Salebe Hazret-i Ömer döneminde tekrar zekâtını getirmek istediyse de, Hazret-i Ömer de kabul etmiyor.

Salebe Hazret-i Osman döneminde zekâtını kabul ettiremeden vefat ediyor.)}}

Kul inne Rabbiy yebsütur rizka limen yeşau ve yakdiru ve lakinne ekseren Nasi lâ ya’lemun. (Sebe/36)

De ki muhakka ki benim rabbim dilediğine rızkı genişletir, bol bol verir, dilediğine de rızkını daraltır, kısar. Ama insanların çoğu bunu bilmiyor, anlamıyor. Kendisinin veya birilerinin yaptığını zannediyor. Yani Allah’ın rızkı daraltıp genişlettiğini bilmiyor. Neden? İman etmemiş te ondan, rabbini Rezzak olarak tanımamış, iman etmemiş te ondan

Allâhulleziy sahhare lekümül bahre li tecriyel fülkü fiyhi Bi emriHİ ve li tebteğu min fadliHİ ve lealleküm teşkürun. (Casiye/12)

Allah O’dur ki denizi sizin emrinize vermiştir, orada gemiler onun emri ve takdiri ile gitsinler diye. Sizin denizde O’nun fazlından arayasınız, faydalanasınız, bir de şükredesiniz diyedir.

HUvelleziy ce’ale lekümül’Arda zelûlen femşû fiy menâkibiha ve kûlu min rizkıh* ve ileyHİnnuşur. (Mülk/15)

Allah sizin için yere boyun eğdirmiştir, eğer bunu yapmasaydı ne olurdu? Toprak itaat etmezdi, ektiğini vermezdi. O arzın üzerinde omuzlarında yürüyün. Allah’ın size verdiği rızkından yiyin. Dönüşünüz yalnızca O’nadır.

Ve tec’âlune rizkaküm enneküm tükezzibun. (Vakıa/82)

Siz Allah’a şükrü onun size verdiği rızkı inkâr etmekle mi O’na şükrediyorsunuz. Allah’ın size verdiği rızkı yok saymakla mı Allah’a şükrediyorsunuz. Yani şükür böyle mi yapılır.

Velev besetAllâhur rizka li ıbadiHİ le beğav fiyl Ardı ve lâkin yünezzilu Bi kaderin ma yeşa’* inneHU Bi ıbadiHİ Habiyrun Basıyr. (Şûra/27)

Eğer Allah kullarına rızkı genişletseydi yani bol bol verseydi onlar yeryüzünde azarlardı. Ama Allah kulları azgınlık yapmasın, taşkınlık yapmasın diye, nefsinin hevalarına heveslerine uyup Allah’ı, ahireti unutmasınlar diye Allah onu bir takdire bağladı, bir miktar, ölçü koydu, kıstı yani. Muhakkak ki Allah kullarından haberdardır ve onları görendir.

İnnema ta’budune min dûnillâhi evsânen ve tahlükune ifkâ* innelleziyne ta’budune min dûnillâhi lâ yemlikune leküm rizkan febteğu indAllâhirrizka va’büduHU veşküru leHU, ileyHİ turce’un; (Ankebut/17)

Siz Allah’ı bırakıp başka şeylere mi, putlara mı tapıyorsunuz, kul oluyorsunuz. Sanki onlar size rızık veriyormuş gibi, Allah’ı sever gibi onları mı seviyorsunuz. Onlar hakkında yalan uyduruyorsunuz, çünkü size rızkı veren Allah’tır. Rızkı bir başkasına bağladığında Allah’tan başkasını ilâh edinmiş, kul olmuşsun demektir. Bu Allah’a iftiradır. O kimseler ki Allah’tan başka şeylere abd oluyorlar. Onlar size rızık verme gücüne sahip değillerdir. Hiçbir şeyin sahibi değildirler. Onun için rızkı Allah’tan isteyin, O’nun yanında rızkı arayın. Ve sadece, yalnız Allah’a abd olun, şükür O’nun içindir, O’na aittir. O zaman sadece Allah’a şükredin. Dönüşünüz de O’nadır. Bunun hesabını size sorar yani.

Liyunfık zû se’atin min se’atih* ve men kudire ‘aleyhi rizkuhu felyunfık mimma atahullah* lâ yukellifullahu nefsen illâ ma ataha* seyec’alullahu ba’de ‘usrin yüsrâ. (Tâlâk/7)

Allah infak et dedi herkes gücü nispetinde infak etsin dedi. Eğer onun rızkı genişse genişliğine göre infak etsin, daraltılmışsa daraltılmışlığına göre infak etsin. Allah’ın kendisi için rızkı genişlettiği kimse de kendisine ikram edildiği şekilde infak ve ikram etsin. Allah ancak kime neyi vermişse ondan mükelleftir, ondan sorumlu tutar. Kendisine vermediği bir şeyden hesaba, sorumlu tutmaz. Muhakkak ki Allah bir darlıktan sonra bir ferahlık verecektir Allah söz veriyor. Yani rızkın daralmışsa bu böyle kalır diye düşünme, bir darlıktan sonra mutlaka bir genişlik verecektir dedi. Ama o darlık zamanında da aynı şekilde infak et dedi.

Ya eyyühelleziyne amenû enfiku mimma razaknaküm min kabli en ye’tiye yevmün lâ bey’un fiyhi ve lâ hulletün ve lâ şefaatün, vel kâfirune hümüz zalimun. (Bakara/254)

Ey iman edenler, iman ettiğini iddia edenler, Allah yolunda infak edin. O kendisinde herhangi bir alış verişin kabul edilmediği gün gelmezden önce, yani kıyamet günü gelmezden önce ki Allah ile alış veriş ancak dünyadadır. Allah yolunda infak edenler için Allah ne buyuruyordu? Ey iman edenler Allah ile yaptığınız alış verişten dolayı sevinin (Tevbe/111) diyordu. Bu yüzden Kıyamet günü alışverişin sonu gelmezden önce infak edin. Dostluğun bittiği gün gelmezden önce Allah yolunda infak edin. Şefaatin olmadığı günü gelmezden önce Allah yolunda infak edin. Kâfirler zalimlerin ta kendileridir.

Ne demek oldu bu şimdi? Allah yolunda infak etmeyenler zalimdir ve zalimler de kâfirlerin ta kendileridir demiş oldu. Eğer biri ebedi hayatını, cenneti kazanmak için malından infak edemiyorsa onlar zalimdir, zalimler de kâfirlerin ta kendileridir dedi. Neden kâfirdir? Hakikati örttüğü için. Hayat sadece dünya hayatı imiş, ahiret yokmuş gibi muamele etti çünkü. Allah bunu kabul etmiyor.

Femmel’İnsanu izâ mebtelâhu Rabbühu feekremehu ve na’amehu feyekulü Rabbiy ekremen. (Fecr/15)

Rabbi, insanı imtihana tabi tutup ona ikram ettiğinde, nimetlendirdiğin de Rabbim bana ikram etti der.

Ve emma izâ mebtelâhü fekadere ‘aleyhi rizkahu feyekulü Rabbiy ehanen. (Fecr/16)

Ama imtihan etmek için onun rızkını daralttığında da; rabbim beni unuttu, terk etti, ihanet etti.

Neden böyle söylüyor? Ben bunu hak etmemiştim, bunun için ihanet etti. Ama nimet verip nimetlendirince rabbim bana ikram etti diyor, rızkını daraltınca da Allah’ı hainlikle, ihanetle suçluyor. Bu mümin olabilir mi? O insan rabbini anlamaya çalışmak yerine rabbim beni imtihana tabi tutuyor, bu durumda rabbim benden ne yapmamı istiyor, nasıl davranmamı istiyor demek yerine bana ihanet etti, yani hak etmediğim bir muameleyi bana yaptı diyor.

Ve enfiku min ma razaknâküm min kabli en ye’tiye ehadekümülmevtü feyekûle Rabbi lev lâ ahharteniy ila ecelin kariybin, feassaddeka ve ekün minessalihıyn. (Münafikun/10)

Size rızık olarak verdiklerimizden infak edin, sizden birinize ölüm gelmezden önce size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. O gün geldiğinde eğer infak etmemişseniz şöyle diyeceksiniz; Rabbim ne olur, beni yakın bir zamana kadar ölümümü tehir etsen sadaka vereyim ve Salihlerden olayım.

Ve fiys Semai rizkuküm ve ma tu’adun. (Zariyat/22)

Sizin rızkınızda göktedir, size vaad ettiklerimiz cennet te göktedir.

İnne hazâ le rizkuna malehu min nefad;. (Sad/54)

Allah bunu cenneti kazananlar için bu bizim bitmeyecek ve tükenmeyecek sizin için olan rızkımızdır. Buyurdu.

Rızık, mal ve mevki konusunda Allah Kur’an da;

Ve min rahmetiHİ ce’ale lekümül leyle ven nehare liteskünu fiyhi ve litebteğu min fadliHİ ve lealleküm teşkürun; (Kasas/73)

Allah gece ve gündüzü peş peşe getirmesinde sizin için rahmet vardır, nimet vardır. Gündüzde çalışıp Allah’ın lütfundan, fazlından arayasınız diye, gece de dinlenesiniz diye ve bir de bunlara şükredesiniz diyedir.

Ayetler devam ediyor;

Ve yevme yünadiyhim feyekulü eyne şürekâiyelleziyne küntüm tez’umun. (Kasas/74)

O gün, o kıyamet günü Allah buyuracak ki nerede o bana şirk koştuklarınız, bunlar Allah’ın ortağıdır, bunlar da Allah’ın herhangi bir ismine sahiptir dedikleriniz? Allah’ı Rezzak olarak kabul etmeyerek iman etmeyenlere bu hitabı yaptığı gün yani.

Ve neza’na min külli ümmetin şehiyden fekulna hatu burhaneküm fealimu ennel Hakka Lillâhi ve dalle anhüm ma kânu yefterun. (Kasas/75)

O gün her bir kavimden, ümmetten, cemaatin içinden bir şahit çıkardığımızda ona deriz ki getirin delilinizi. O gün bileceksiniz ki Hakk olan Allah’tır, Allah’ın söylediği haktır. Her neyi vahy etmişsek herkes onun hak olduğunu bilecek, o gün onların Allah’a iftira ile şirk koştukları şeyler de kaybolup gidecektir. Yani herkes her şeyin Allah’a ait olduğunu o gün anlayacak, hiç kimse kimseye yardım edemeyecek. Başka şeyleri ilâh edinmiş, Rezzak edinmiş olanlar görecekler ki o gün her şey Allah’a aitmiş.

İnne Karune kâne min kavmi Musa febeğa aleyhim* ve ateynahu minel künuzi ma inne mefâtihahu letenuü Bil usbeti ülil kuvveti, iz kale lehu kavmühu lâ tefrah innAllâhe lâ yuhıbbül ferihıyn; (Kasas/76)

Karun Musa’nın kavmindendi onlara karşı haddini aşmış, aşırı gidiyordu. Onun hazinelerinin anahtarlarını kuvvetli bir bölük taşıyordu, böylesine hazineler vermiştik. Kavmi ona dedi ki Bununla ferahlanma, övünme. Allah var, ahiret var. Allah böylesine mal, mülk, hazinelerle iftihar edenleri, böbürlenenleri sevmez dedi.

Vebteğı fiyma atakellahüd darel’ ahırete ve lâ tense nasıybeke mined dünya ve ahsin kema ahsenAllâhu ileyke ve lâ tebğıl fesade fiyl Ard* innAllâhe lâ yuhıbbül müfsidiyn. (Kasas/77)

Allah’ın sana verdiği mal, mülk, hazine ile ahireti kazanmaya çalış, ahireti ara. Dünyadan da nasibini unutma, yani dünyada bu maldan, mülkten, hazineden istifade et, ama bununla yapman gereken şey ahireti kazanmaktır dedi. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de Allah’ın kullarına ihsan et.. Yeryüzünde bozgunculuk yapma, fesat çıkarma. Allah bozguncuları fesat çıkaranları sevmez.

Kale innema utiytühu alâ ılmin ındiy* evelem ya’lem ennAllâhe kad ehleke min kablihi minel kuruni men hüve eşeddü minhu kuvveten ve ekseru cem’a* ve lâ yüs’elü an zünubihimül mücrimun. (Kasas/78)

Karun dedi ki ben bu hazineyi ilmim sayesinde kazandım, elde ettim. O bilmiyor mu ki biz onlardan önce böyle düşünen kavimleri, beldeleri helak ettik. Üstelik onlar daha kuvvetli, daha şiddetli idiler, daha zengindiler. Onlar daha çok taraftar sahibiydi ve güçlüydüler. Onları bile helâk ettiğimizi bilmiyorlar mı? Mücrimlere günahlarından sorulmaz.

Neden? Çünkü mücrim; imanını kaybetmiştir bu yüzden günahı ona sorulmaz. Eğer biri Allah’a karşı suç işlemişse imanını kaybetmiştir. O artık hayır mı yapmış günah mı yapmış bunun hesabı tutulmaz dedi. Birisi şayet sadece dünyayı tercih ettiyse, Allah’ın kendisine verdiği maldan infak etmediyse, bu benim ilmim sayesinde kazandığım şey dediyse o mücrimdir, onlara artık günahlarından sorulmaz dedi.

Feharece alâ kamihi fiy zinetih* kalelleziyne yüriydunel hayeted dünya ya leyte lena misle ma utiye Karunü, innehu lezû hazzın azıym. (Kasas/79)

Karun süsüyle, ihtişamı ile kavminin önüne çıktı. Dünya hayatını isteyenler Karun’a bakıp dediler ki ne olurdu, keşke Karun’a verilenin benzeri bize de verilmiş olsaydı.  Ona gerçekten büyük bir bahtiyarlık, büyük bir haz, mutluluk, saadet verilmiş dediler.

Ve kalelleziyne utül ılme veyleküm sevabullahi hayrun limen amene ve amile saliha* ve lâ yülekkahâ illes sabirun. (Kasas/80)

Kendisine ilim verdiğimiz kimseler, yani Allah’ın vahyinin ilmine sahip olan kimseler onlara; size veyl olsun, yazıklar olsun. Dediler. Hayırlı olan zenginlik, ödül, iman edip salih amel işlemektir. En büyük ödülü Allah onlara verir. Ama buna da ancak sabredenler kavuşur. Yani yokluğa, darlığa, sıkıntıya sabredenler ancak Allah’ın o ödülünü hak ederler.

Fehasefna Bihi ve Bidarihil’Arda fema kâne lehu min fietin yensurunehu min dunillâh* ve ma kâne minel muntasıriyn. (Kasas/81)

Biz de Karun’u ve onun servetini, sarayını yerin dibine geçirdik. O zaman ona kimse yardım etmedi, edemedi. Allah’a karşı ona kim yardım edebilir ki. Kendisi de kendini kurtarabilecek değildi. Allah izin vermezse insan kendisi kendisine bile yardım edemez, kendisini Allah’tan kurtaramaz.

Ve asbehalleziyne temennev mekanehu Bil emsi yekulune veykeennAllâhe yebsütur rizka limen yeşau min ıbadiHİ ve yakdir* levla en mennAllâhu aleyna lehasefe Bina* veykeennehu lâ yüflihul kafirun; (Kasas/82)

Sabahleyin onun yerinde olmak isteyip keşke biz de onun gibi zengin olsaydık diyenler; Karun, sarayı ile birlikte yerin dibine battığını gördüklerinde akşam dediler ki, vay be demek ki Allah dilediğinin rızkını genişletir onu zengin yapar, dilediğinin de rızkını takdir eder kısar. Demek bu iş böyleymiş der. Eğer Allah’ın bize nimeti olmasaydı, yani biz de Karun gibi olmayı diledik, Allah bizi de onun gibi yapsaydı Allah bizi de yerin dibine batırmıştı. Vay be, demek ki gerçekten kâfirler felah bulmuyormuş.

 Tilkeddarul’ahıretü nec’alüha lilleziyne lâ yüriydune ulüvven fiyl’Ardı ve lâ fesada* vel akıbetü lilmüttekıyn. (Kasas/83)

Ahireti yeryüzünde, dünyada böbürlenmeyen ve fesat çıkarmayanlara veririz. Akıbet, sonuç, son saadet, asıl kazanmış olanlar muttakilerdir. Allah’a karşı sorumluluklarını bilip hayatı o şekilde yaşayanlardır.

Allah burada hem dünya hayatı için, hem ahiret hayatı için onu kibirlenmeyen, yani mal ile, mevki ile kibirlenmeyen, bozgunculuk, fesat çıkarmayan kimselere veririz dedi. Sonuçta ahirette onlarındır, çünkü onlar muttakilerdir. Eğer biri dünyada muttaki olur, Allah’a karşı sorumluluğunu bilir mal, mülk, mevki ile övünmeyecekse Allah onu zengin eder.

Men cae Bil haseneti felehu hayrun minha* ve men cae Bisseyyieti fela yüczelleziyne amilüsseyyiati illâ ma kânu ya’melun. (Kasas/84)

Kıyamet günü, ahirete geldiğinizde kim bir güzellikle gelirse Allah ondan daha hayırlısıyla ona mukabele eder. Kim de bir kötülükle gelirse sadece yaptığı kötülüğün cezası vardır.

İnnelleziy ferada aleykel Kur’âne le raddüke ila me’âd* kul Rabbiy a’lemu men cae Bil hüda ve men huve fiy dalâlin mubiyn. (Kasas/85)

Muhakkak ki Allah bu Kur’an ı, Kur’an da ki bütün ayetleri sana farz kılmıştır ve mutlaka Allah’a döndürülüp O’nun huzuruna getirileceksiniz. De ki; Rabbim huzuruna kimin hidayetle girdiğini bilir. Kimin de apaçık delalette olduğunu da bilir. Allah bilir ne demek? Bilir ve bildiğini de zaten söylemiştir. Kim Allah’ın kitabına ve ayetlerine, resulüne uyarsa hidayettedir, uymuyorsa delalettedir.

Ve ma künte tercu en yülka ileykel Kitabü illâ rahmeten min Rabbike fela tekunenne zahiyren lilkafiriyn. (Kasas/86)

Hitap resulAllah efendimizedir; Sana bu kitabı indireceğimizi ummuyordun, beklemiyordun. Bu sana rabbinden bir rahmettir. Kâfirlere arka çıkma, onları destekleme, koruma. Allah’ın kitabından yüz çevirenleri koruma. Bunlarda mümindir, Müslümandır deme. Bunlar da bu halleri ile cennete gidebilir deme.

Ve lâ yesuddünneke ‘an âyâtillâhi ba’de iz ünzilet ileyke ved’u ila Rabbike ve lâ tekûnenne minel müşrikiyn. (Kasas/87)

Sana indirdiğimiz bu ayetlerden sonra, seni Allah’ın ayetlerinden çevirmesinler, döndürmesinler. Sen onları rabbine, onun ayetlerine, kelamına davet et, sakın müşriklerden olma.

Ve lâ ted’u meAllâhi ilâhen âhar* lâ ilâhe illâ HU* küllü şey’in halikün illâ vecheHU, leHUl hükmü ve ileyHi türce’un. (Kasas/88)

Allah’tan başka bir ilâha da davet etme, yani Allah’tan başka birinin de gücü kuvveti vardır deme. Allah O’dur ki kendisinden başka İlâh yoktur. Her şey helak olur bir tek baki olan Allah’tır, O’nun cemalidir. Hükümde O’nundur. Siz de O’na döndürülecek, O’na götürüleceksiniz.

Elleziyne yu’minune Bil ğaybi ve yukiymûnas salâte ve mimma rezaknahum yünfikun. (Bakara/3)

O kimseler ki gayba iman ederler, namazı ikame ederler, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. İşte müminler bunlardır.

Kul li ‘ıbadiyelleziyne amenû yukıymus Salâte ve yünfiku mimma razaknahüm sirran ve alaniyeten min kabli en ye’tiye yevmün lâ bey’un fiyhi ve lâ hılal; (İbrahim/31)

İman eden kullarıma söyle, namazı ikame etsinler, gizli ve açıktan kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak etsinler. Kendilerine alışveriş ve dostluğu olmadığı gün gelmezden önce bunu yapsınlar.

Elleziyne izâ zükirAllâhu vecilet kulubühüm ves sabiriyne alâ ma esabehüm vel mukıymis Salâti ve mimma razaknahüm yünfikun. (Hac/35)

Ki onlar Allah zikredildiğinde kalpleri ürperir. Kendisine isabet edilene sabreder. Yani Allah ona nasıl bir muamelede bulunursa bulunsun o buna sabreder. O namazı ikame eder, kendisine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler.

Velleziynestecabu liRabbihim ve ekamus Salâte ve emruhüm şura beynehüm* ve mimma razaknâhüm yünfikun. (Şûra/38)

Onlar rablerinin davetine icabet ederler, namazı ikame ederler. Onlar işlerini kendi aralarında istişare ile yaparlar. Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler.

Ve enfiku min ma razaknâküm min kabli en ye’tiye ehadekümülmevtü feyekûle Rabbi lev lâ ahharteniy ila ecelin kariybin, feassaddeka ve ekün minessalihıyn. (Münafikun/10)

Sizden birine ölüm gelmezden önce kendisine rızık olarak verdiğimizden infak etsin, sonra demesin ki ya rabbi ne olur beni kısa bir süreye kadar ecelimi ertele, senin yolunda sadakatimi infak ederek ispatlayayım ve Salihlerden olayım.

Ve izâ kıyle lehüm enfiku mimma razekakümullâhu, kalelleziyne keferu lilleziyne amenû enut’ımü men lev yeşaullahu at’ameh* in entüm illâ fiy dalâlin mubiyn. (Yasin/47)

 Onlara, Allah’ın size rızık olarak verdiğinden infak edin denildiğinde –kime? İman etmeyenlere- kafirler derler ki Allah dilediği takdirde doyurabileceği kimseyi biz mi doyuralım. Kâfirler müminlere derler ki siz apaçık bir delalettesiniz. Allah dileseydi onları doyururdu, biz neden doyuralım derler. Yani benim kazandığım bana aittir, ben kimseyi doyurmak zorunda değilim. Madem rızkı Allah veriyor O dilerse onları da doyurur diyerek müminlere siz yanlış düşünüyorsunuz derler.

Zaten dilenciler gelip bir şeyler isterken bakıyorsunuz dilimize dolanmış yanlış bir söz var, yani ancak bir kâfirin söyleyeceği bir kelime var. Nedir o? “Allah versin” Bu yanlış. Allah zaten veriyor, Allah sana vermiş, senin elinle de ona vermek istiyor. Bu bir imtihan sorusudur. Yanlış bir kelimedir. Eğer verebiliyorsak vermeliyiz. Veremiyorsak en güzel söz ne ise onu söylüyoruz. (Duha/10)

Kul inne Rabbiy yebsütur rizka limen yeşau min ‘ıbadiHi ve yakdiru leh* ve ma enfaktüm min şey’in feHUve yuhlifuh* ve HUve hayrur razikıyn. (Sebe/39)

De ki rabbim dilediği kimseye rızkı genişletir, açar, dilediğine de rızkı daraltıp kısar. Her neyi infak ederseniz Allah onun yerini doldurur, O en hayırlı rızıklandırandır.

Eğer biri Allah’ın ayetlerine, sözüne itimat ediyorsa verirken korkmamalıdır. Ben onun yerini dolduracağım diyor Allah. Eğer bir insan böyle iman etmezse Allah’a ve O’nun sözüne güvenmiyor demektir. Onun için sorun iman sorunudur.

Kul men yerzukuküm mines Semavati vel Ard* kulillâhu ve inna ev iyyaküm leâla hüden ev fiy dalâlin mubiyn. (Sebe/24)

De ki sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Allah. De ki ya biz hidayet üzereyiz, siz delalet üzere, ya da biz delaletteyiz siz hidayet üzeresinizdir. İkimiz birden hidayet üzere olamaz, çünkü sizinle biz aynı değiliz, biz Allah’a iman ediyor O’nun emirlerine göre yapıyoruz. Yani Rızkı Allah’tan bilen Allah yolunda infak ederken bunu imanının gereği olarak yapar. Yapmayan da imanın da bir problem vardır onun için yapamıyordur. Çünkü o dünyayı ön plana almış ona göre yaşıyor.

Ve men yaknüt minkünne Lillâhi ve RasûliHİ ve ta’mel salihan nü’tiha ecreha merreteyni ve a’tedna leha rizkan keriyma. (Ahzab/31)

Sizden her kim Allah’a ve resulüne karşı edepli olursa, huzurunda divan durursa ve salih amel işlerse onun ecrini tekrar tekrar mükâfatını veririz. Bir de ona ayrıca Kerim bir rızık hazırlamışız, cenneti hazırlamışızdır. Allah cennet için Kerim rızık dedi.

Ve keeyyin min dabbetin lâ tahmilü rizkaha* Allâhu yerzükuha ve iyyaküm* ve HUves Semiy’ul Aliym. (Ankebut/60)

Nice canlılar vardır ki rızkını yanında taşımaz, Allah onları da sizi de rızıklandırır. Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.

Kul men yerzükuküm mines Semai vel Ardı emmen yemliküs sem’a vel ebsare ve men yuhricülhayye minel meyyiti ve yuhricül meyyite minel hayyi ve men yüdebbirul emre, feseyekulunAllâh* fekul efela tettekun. Yunus/31)

De ki; Gökten ve yerden sizi kim rızıklandırıyor? Kulakların ve gözlerin maliki kimdir? Demek ki göz de kulak ta başka bir rızık çeşidi imiş. Allah soruyor bunların sahibi kim? Ölüden kim diriyi çıkarıyor, diriden de kim ölüyü çıkarıyor, her şeyin emrini, tedbiri hükmü kim veriyor. Diyecekler ki Allah. Sen de onlara de ki o zaman takva sahibi olmayacak mısınız, Allah’a karşı sorumluluğunuzu bilip O’nu dinlemeyecek misiniz, itaat etmeyecek misiniz, vahyine kulak vermeyecek misiniz?

Elleziy ce’ale lekumul’Arda firâşen vesSemâe binâen ve enzele mines Semâi mâen feahrace Bihî minessemerati rızkan leküm, felâ tec’alu Lillâhi endâden ve entüm ta’lemûn. (Bakara/22)

Allah size öyle lütufkârdır ki yeryüzünü sizin için döşek, göğü de üzerinize tavan yaptı. Size gökten su indirdi, size o suyla yerden rızık çıkardı. Rızkı başkası veriyor diye Allah’a şirk koşmayın, O’na ortaklar edinmeyin. Siz bunu biliyorsunuz.

Yâ eyyühelleziyne amenû külû min tayyibati mâ razaknâküm veşkürû Lillâhi in küntüm iyyahü ta’büdûn. (Bakara/172)

Ey iman edenler size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yiyin, Allah’a şükredin. Eğer siz O’na abd oluyorsanız. Yani eğer siz Ben Allah’ın kuluyum, abd ıyım diyorsanız şükrünüzü Allah’a yapmalısınız.

HUvelleziy yüriyküm âyâtiHİ ve yünezzilü leküm mines Semai rizka* ve ma yetezekkeru illâ men yüniyb. (Mümin/13)

Size ayetlerimi gösteren, sizin için gökten rızkı indiren O’dur. Ama dedi Allah bunu ancak Allah’a dönmüş olan gönül sahipleri anlar.

İnnelleziyne yetlune KitabAllâhi ve ekamus Salete ve enfeku mimma razaknahüm sirran va alaniyeten yercune ticaraten len tebur. (Fatır/29)

O kimseler ki Allah’ın kitabını okurlar ve onlara uyarlar. Namazı ikame ederler, Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açıktan infak ederler. Onlar Allah ile öyle bir ticaret yapmışlardır ki bu ticaretlerinin batma, zarar etme ihtimalinin olmadığını da bilirler.

Ya eyyühen Nasüzküru nı’metAllâhi aleyküm* hel min halikın ğayrullahi yerzükuküm mines Semai vel Ard* lâ ilâhe illâ HU* feenna tü’fekûn. (Fatır/3)

Ey insanlar, Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın, unutmayın. Allah’tan başka bir Halık mı var, bir yaratıcı mı var. Sizi gökten ve yerden o rızıklandırıyor. O’ndan başka ilâh yoktur. Hal böyle iken nasıl döndürülüyorsunuz.

VAllâhu ce’ale leküm min enfüsiküm ezvacen ve ce’ale leküm min ezvaciküm beniyne ve hafedeten ve razekaküm minettayyibat* efe Bil bâtıli yu’minune ve Bi nı’metillâhi hüm yekfurun; (Nahl/72)

Allah size sizden yani kendi cinsinizden eşler yaratmıştır. Bir de sizin için eşlerinizden çocuklar ve torunlar ikram etmiştir. Sizi temiz olanlarla rızıklandırmıştır. Siz şimdi bundan başka batıla mı iman edeceksiniz. Batılı yanlış olanımı seviyorsunuz. Allah’ın nimetlerine nankörlük mü yapacaksınız. Bu nimetleri görmezden mi geleceksiniz.

VAllâhu faddale ba’daküm alâ ba’din fiyrrızk* femelleziyne fuddılu Bi raddiy rızkıhim alâ ma meleket eymanühüm fehüm fiyhi seva’* efe Bi nı’metillâhi yechadun. (Nahl/71)

 Rızık konusunda Allah kiminizi kiminizden üstün. faziletli kılmıştır. O fazla verilmiş olanlar rızıklarını ellerinin altındakilere vermiyorlar ki eşit olsunlar. Şimdi onlar Allah’ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar.

Ve yerzukhu min haysü lâ yahtesib* ve men yetevekkel ‘alAllâhi feHUve hasbüh* innAllâhe baliğu emriHİ, kad ce’alAllâhu likülli şey’in kadra. (Tâlâk/3)

 Allah, akla ve hayale gelmeyecek, hesap edilemeyecek yerden insanı rızıklandırır. Her kim ki Allah’a tevekkül ederse o ona yeter, yani Allah ona yeter. Mutlaka Allah’ın emri yerine getirilir. Muhakkak ki Allah her şey için bir ölçü koymuş, takdir koymuştur.

Ahiret rızkı ile ilgili birkaç ayet okuyalım: Allah buyurdu ki

Züyyine lilleziyne keferul hayatüd dünya ve yesharûne minelleziyne âmenû* velleziynettekav fevkahüm yevmel kıyâmeti, vAllâhu yerzuku men yeşâu Bi ğayri hisab. (Bakara/212)

Dünyada iken kâfirler müminlerle zenginliklerinden dolayı alay ederler. Oysaki kıyamet günü iman edenler onların üzerindedir ve Allah onlara hesapsız rızık verir. O gün de müminler onlarla alay ederler.

Lâ yesme’une fiyha lağven illâ Selâma* ve lehüm rizkuhüm fiyha bükreten ve ‘aşiyya. (Meryem/62)

Onlar orada boş söz işitmezler, işittikleri söz selamdır. Onlara özel olarak orada sabah akşam Allah’ın özel ikramı, rızkı vardır.

Ülaike hümül mu’minune Hakka* lehüm deracatün ‘ınde Rabbihim ve mağfiretün ve rizkun keriym. (Enfal/4)

O gerçek manada ki müminler için rableri katında dereceleri vardır. Bir de onlar için mağfiret vardır ve onlara kerim bir rızık vardır.

Rasûlen yetlû ‘aleyküm âyâtillâhi mubeyyinatin liyuhricelleziyne amenû ve ‘amilussalihati minezzulumati ilenNûr* ve men yu’min Billâhi ve ya’mel salihan yudhılhu cennatin tecriy min tahtihel’enharu halidiyne fiyha ebeda* kad ahsenAllâhu lehu rızka. (Talak/11)

Allah size resulünü ayetlerini okuyup açıklasın diye göndermiştir. İman edenleri karanlıklardan aydınlığa, zulümattan aydınlığa çıkarsın diye göndermiştir. Her kim ki Allah’a iman ederse ve salih amel işlerse onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarız ve onlar orada ebedi olarak kalırlar. Allah onlara gerçekten güzel bir rızık vermiştir.

Allah cenneti ve içindekileri rızık olarak veriyor. Neye karşılık? Allah resulü, Allah’ın ayetlerini açıkladığında onu dinleyenlere, Allah’a iman edip salih amel işleyenlere, karanlıklardan, zulümattan nura, aydınlığa çıkmayı kabul etmelerine karşılıktır. Allah hepimizi Rezzak ismine iman edenlerden eylesin. Bütünüyle rızkı Allah’tan kabul ederek buna iman edenlerden eylesin. Kendisini ya da malını ya da aylığını Rezzak olarak görenlerden eylemesin. Rızık konusunda Allah’a şirk koşanlardan eylemesin. Allah hepimizi O’na şirk koşmaktan muhafaza eylesin. Allah hepinizden razı olsun. (M. Hüseyin- esma dersleri derleme)

*******************************************************************

MESNEVİDE RIZIK

Bu âlemde binlerce canlı, sıkıntısız hoş bir halde yaşamakta, geçinip gitmektedir.

Üveyk kuşu, geceki rızkı henüz meydanda olmadığı halde, ağaçta Hakk’a şükreder.

Bülbül “Ey duaya icabet eden Mevlâ! Rızık hususunda itimadımız sana” diye hamd eyler.

Böylece sivrisinekten tut da file kadar bütün mahlûkat Hakk’ın ailesidir; Hak da ne güzel aile reisi!

Rızık yiyen boğaz kesildi mi “Onlar Rab’lerinden rızıklanır, ferahlar” nimeti hazmedilir.

Gönlüne geçim kaygısını az koy! Sen kapıda oldukça rızkın da azalmaz.

“Rızkınız gökyüzündedir” âyetini duymadın mı? Neden bu aşağılık yere saplanıp kaldın?

Kendinize gelin; O’ndan isteyin, başkasından değil; suyu denizde arayın, kuru derede değil!

Açlık korkusunda, bu titreyiş de nedir? Allah’a dayanmakla tok yaşanabilir pekalâ!

Doğan, rızkını padişahın elinden umduğu için bütün pis şeylerden ümidini kesmiştir.

HİKÂYE

Dünyada yemyeşil bir ada vardı; orada da yalnız başına obur bir öküz yaşardı.

Akşama kadar bütün ovada otlar, doyar; semirip şişerdi.

Gece olunca “yarın ne yiyeceğim” diye düşünceye dalar, bu düşünce onu dertlendirirdi.

Sabah olunca ova yine yeşermiştir. Yeşillik, çayır, çimen, ta bele kadar büyümüştür.

Öküz, öküz açlığına tutulmuştu; akşama kadar tekrar bütün ovada baştanbaşa otlar, bitirirdi.

Derken akşam oldu mu tekrar açlık korkusuna düşer; bu korkuyla titremeye başlar, yine korkusundan zayıflardı.

“Yarın yayım zamanı ne yiyeceğim, ne edeceğim?” diye düşünür dururdu. Yıllardır, o öküz bu haldeydi işte.

“Bunca yıldır bu yeşilliği otlar, bu çimenlikte yayılırım.

Hiçbir gün rızkım azalmadı. Bu korku nedir, bu gönlümü yakıp yandıran gam nedir?” diye düşünmez bile.

İşte nefis, o “öküz”dür, yeşil ova da “dünya”. Nefis ekmek korkusu ile daima zayıflar durur.

Sen nasıl rızka düşkün bir âşıksan, rızık da sahibine öyle düşkün bir âşıktır.

Dilesen de dilemesen de rızkın, senin aşkınla koşa koşa gelir, sana ulaşır. (Mevlana- mesnevi)

Birisi Dâvûd (a.s.) zamanında her akıllı ve ahmak adamın yanında daima şöyle dua edip dururdu:

“Ya Rabbi, bana zahmetsiz, eziyetsiz bir rızık, bir servet ver. Beni tembel, hor, hakir, ağır ve miskin yarattın. Ya Rabbi, senden zahmetsiz, eziyetsiz ve ummadığım bir rızık istiyorum. Zaten istemekten başka bir şeye çalıştığım yok ki!”

Halk onun bu sözlerine güler ve derlerdi ki:

“Bu sersem ne söylüyor, yoksa birisi buna esrar mı yutturdu da aklını aldı.” derlerdi. Birisi alaya alır, gülerek,

“Haydi yürü, rızkın ulaştı, müjdeci geldi.” derken başka birisi,

“Sana gelenden bize de hediye ver.” diye dalga geçerdi.

Bir gün kuşluk vakti, adam dua edip dururken bir öküz koşup geldi, adamın kapısını boynuzlayıp evinin avlusuna daldı. Adam da sıçrayıp öküzü kesti ve derisini yüzdürmek için kasaba gitti. Öküzün sahibi durumu görüp:

“Ey karanlıkta benim öküzümü aşıran, neden benim öküzümü kestin? Nerede senin insafın?” diye çıkıştı. Adam ise;

“Ben, Allah’tan rızık istiyordum. Bunun için gece-gündüz dua ediyordum. İşte duam kabul oldu. Allah, bana bunu rızık olarak verdi.” dediyse de öküzün sahibi hem adamı tokatladı, hem de onu çeke çeke Dâvûd  (a.s.)’ a götürüp davacı oldu.

Davada halk toplandı. Herkes öküz sahibinin tarafını tutuyordu.

Dâvûd (a.s.) iki tarafın davasını dinledi ve adamın (öküzü kesenin) haksızlığına karar verdi. Bunun üzerine adam secdeye kapanıp:

“Ey benim yanıp yakıldığımı gören Allah’ım! Dâvûd (a.s.)’un gönlüne de o nuru ver. Gönlüme saldığın ziyayı onun gönlüne de sal, ey ihsan sahibi Rabbim!” diye yakardı.

Onun bu niyazı Dâvûd (a.s.)’un gönlünü yerinden oynattı. Öküz sahibinden bir günlük müsaade istedi ve halvete girip duaya yöneldi. Allah da bu işin gerçek yüzünü ona bildirdi.

Ertesi gün dava için divan kurulduğunda Dâvûd (a.s.) öküz sahibine,

 “Bu davayı bırak, öküzü bu Müslümana helal et de git.” teklifinde bulununca öküz sahibi de davayı dinleyenler de bu kararı zulüm olarak gördüler. Dâvûd (a.s.) ise,

“A inatçı, bütün malını, mülkünü hemencecik ona bağışla. Yoksa bak, işin fena olur, yaptığın zulüm ortaya çıkar.” diye ikaz etti. Öküzün sahibi buna da karşı çıktı ve kabul etmedi Dâvûd (a.s.) üçüncü defa,

“Ey bahtı körleşmiş adam, sen laf anlamaz mısın? Yürü, sen de çocukların da onun kölesidir, karın da! Artık fazla söylenip durma.” dedi. Öküz sahibi Dâvûd (a.s.)’u kınayıcı sözler söylüyor, halkta onu tasdik ediyordu. Bunun üzerine Dâvûd (a.s.) halkı bir ovada, bir ağacın yanında toplayarak durumu şöyle açıkladı:

Öküz sahibi, dua eden adamın babasının kölesiydi. Karısı da aynı adamın cariyesiydi. Bu köle ve cariye birleşerek efendilerini bu ağacın altında kestiler. Onların kendisini keseceklerini anlayan adam, onlara para verdi, vaad de bulundu, yalvardı, ağladı. Ama dinlemediler. Adamı kestiler; vücudunu bir yere, başını da, üzerinde katilin adı yazılı bulunan bıçakla birlikte ağacın yanına gömdüler. Parasını ve malını gasp ettiler.

Dâvûd (a.s.)’un emriyle gösterilen yerler kazıldı. Öldürülenin cesedi, başı ve suç aleti bıçak bulundu. Aynı bıçakla katil öldürülüp kısas yapıldı.

Hak da bu şekilde yerini buldu. (Mevlana/mesnevi)

{{“Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

 Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.}}

(Devam edecek)

 


TAFSİR LESSONS AL-MAIDA (101-120)(43)

$
0
0

Euzu Billahiminesheytanirracim”

BismillahirRahmanirRahiym

Dear friends, today we continue our lesson with 101st verse of Chapter Al-Maida.

101-) Ya eyyuhelleziyne amenu la tes’elu an eshyae in tubde lekum tesu’kum* ve in tes’elu anha hiyne yunezzelul Kur’anu tubde lekum* afAllahu anha* vAllahu Gafurun Haliym;

O believers… Do not ask questions about things that you find unpleasant, when explained to you! If you ask such things while the Quran is being revealed, they will be explained to you! Allah has forgiven them… Allah is the Ghafur, the Halim. (A.Hulusi)

O ye who believe! Ask not questions about things which, if made plain to you, may cause you trouble. But if ye ask about things when the Quran is being revealed, they will be made plain to you, Allah will forgive those: for Allah is Oft- forgiving, Most Forbearing. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers la tes’elu an eshyae in tubde lekum tesu’kum Do not ask questions about things that you find unpleasant, when explained to you!

As you remember in our previous lesson the passage we had studied was about some kinds of rules regarding what we eat and drink according to Qur’ans perspective of life. It wasn’t about details, restrictions or small orders but giving the muslims the perspective of Qur’an on that to help them distinguish the good from the bad and halal from the sin, healthy from the filthy.The problem of humans stance in front of Allah as well as his stance for anything material comes as a situation of faith all the time. It is constantly reminded that good and bad, halal and sin, beautiful and ugly determinations should be set by Allah in humans life and this is the real submission to Allah in that matter.

If a believer wants to prove his faith, he should accept that the standards of good and bad are set by Allah, were set by Allah in fact from the beginning. Actually this is a type of perspective only given to believers. How do you percieve life, how do you understand it, what is the scale of good and bad in your life and what is the true feeling on your judgements? Who sets the good and bad in your life? Halal and sin, beautiful and ugly, good and bad… Is that left to your personal desires and egos or you leave the authority of judgement to your Rabb altogether.

This perspective is set here and now this passage gives us a similar situation not far from the previous one. It’s this.

“O believers… Do not ask questions about things that you find unpleasant, when explained to you!”

This verse has a strong connection with the verse 99 we had studied. Back then it is said that prophets duty is only notification. It was. So in order to answer the question, what is the relation between these verses, I should give a couple of incidents regarding these situations. One of them is hacc (pilgrimage) situation.

After hacc order had sent down, Rasulallah notified people just with the words of 99th verse itself. Only notified though. Only gave the news of an order. But one among those people there that day stood up and asked a question.

– Efi kulli amin ya Resulallah.! Is it a must duty every year, O Rasulallah?

Rasulallah didn’t answer him since the question was unnecessary. According to him, he delivered the news and notified people. The order was given, the duty was fulfilled. This is the connection of 99th verse. But the owner of the question asked again.

Rasulallah again didn’t answer it, didn’t pay attention. But when the third time comes the question  he answered like this.

“Unless I tell you anything else, don’t push it. More truly, don’t try meddlesomeness over a situation like this that can bring additional responsibilities.”

– Lev gultu neam levecebet. If I answered it with a yes, it would become vacip. I left it like that, so shoul you. Tribes before you had perished because of their similar doings like these.

Another variation of the same story, it is said, “If I said yes, it would become vacip, and when it does, you cannot afford it. After that you are forced to denial.” This is a historical example of mankind, how we put ourselves for some over-responsibilities and when we cannot fulfill them, how we choose the path of hypocracy in order to get rid of those responsibilities. Sons of Israel had done the same thing by Saturday restriction. They had asked for Saturday restriction.

They had asked for a day in week to do their worshipping duties only. But when it was given, they were the ones who broke it. They had asked for this to avoid work on Saturdays but when it became real, they couldn’t afford it after that they chose the path of trickery and cheating against Allah. They tried to bypass the restriction. They were casting their nets into the sea by friday night so that they didn’t do anything at Saturday. They were collecting their nets at Saturday midnight. By doing that they chose the path of cheating against Allah.

Back to previous deal about Hacc. “If I say yes, it would become vacip.” expression doesn’t show the ultimate authority of prophet. This authority only belongs to Allah as does Qur’an express in Nahl/44 ..li tubeyyine lin nasi ma nuzzile ileyhim. So that you notify them with the things brought down. This is about heralding. We should understand this situation inside this frame, otherwise it can be pulled to irrelevant situations.

Here it is said that you shouldn’t ask about the things that can push you to difficult spots if they are explained. There’s a reason of arrival for this verse. A record but not the only one. There are several others but all have the same direction and same style. It’s this.

One day Rasulallah arrived at mosque, upset. Very angry in fact for a reason. He sat and said;

“Whatever you ask, I will answer.”

It was a tense moment. One stood up, a guy named Abu Huzafe.

“Who is my father?” he asked. This was a personal question because people were talking badly with him for his father.

Then someone else stood up. The situation was getting electrified. Rasulallah was getting more and more angry when he should be more calm. After a while Omar stood up on his knees and said this.

“I swear to Allah that is Rabb to us all. We are grateful of Qur’an to be our book and Muhammad to be our prophet.” This reaction really calmed Rasulallah.

Because of this happening, there were some answers that Rasulallah had given, right answers but not particularly likable by owners of questions. There were many people who asked that day and didn’t like the answers. For that this verse brought down, it is said.

There might be reasons for that time but we shouldn’t forget that these verses are beyond time and space. So the message for us should be like this. Don’t play or twitch the orders and restrictions that Allah brought to you, don’t try to bring extra responsibilities. Don’t try to expand the borders of restrictions. Don’t put more orders, you cannot handle all these. There are grounds which Allah give you as manuevering land, grounds that are quiet, without explanation. So don’t deny yourselves from that empty and neutral grounds by putting extra lines to restrictions. This is the message of this verse.

ve in tes’elu anha hiyne yunezzelul Kur’anu tubde lekum If you ask such things while the Quran is being revealed, they will be explained to you! This sentence is not about constructing, it’s a warning sentence. If you ask questions that may put you to difficult spots, Qur’an gives them to you. And when Qur’an explains, it becomes the territory of new responsibilities. This won’t bode well for you. Because Allah wants the convenience for you.

Here I give you another verses translation. Allah doesn’t want hardship for you. Allah wants you at ease. (Al-Baqarah/185) But you want challenge by force. Moving on.

afAllahu anha (if it’s not told) Allah gives permission to you. That responsibility won’t be yours anymore. Or about that thing, Allah don’t have any expectation from you. So if it’s not told, then Allah chooses to be silent about that, so you should too.

Actually this verse gives a revelation education to first community it arrived to. It’s like this. While these universal revelations are arriving, you may ask some questions for your own curiosity or leanancy, they might come easy to you but because of your questions Allah might bring some more responsibilites by universal messages. You should remember though, this message is not just for you, it’s for all humanity and any possible hardships of future generations might be your doings.

You might handle the answers of your own questions, but there might be some others that cannot handle the responsibilities you caused. Willingly or unwillingly you might cause that peoples doom. There’s a subtle education here. A great revelations learning for the first community.

vAllahu Gafurun Haliym; All of Allah’s names come with a connection between people and Allah. All names of Allah in Qur’an have some connection with people in some way. Allah is Gafur And Halim. You should have this mercy. The sign of these names can and should reflect you your actions and behaviours. Allah is oftenly forgiving and most merciful. Allah is not harsh and cruel.

There’s no single word for Halim in any language. Most  definite translation is the word itself, Halim. It represents soft nature, gentleness, affection, mercy and blessin. That’s why one with the name Halim avoid upsetting people, avoid pulling them into any hardships. In this verse the last sentence is a warning for that matter. Since Allah is Halim and try to avoid adding extra responsibilities to people by remaining silent, why do you try to push it? Why do you force yourselves and other to extra lengths with your questions when the ideal was already given to you?

You shouldn’t dwell on that matter, you shouldn’t restrict yourselves and widen the area of forbidden and you shouldn’t try to handle more responsibilities.

102-) Kad seeleha kavmun min kablikum summe asbehu Biha kafiriyn;

A community before you asked such questions and then (unable to digest the answers) they became of the deniers. (A.Hulusi)

Some people before you did ask such questions, and on that account lost their faith. (A.Yusuf Ali)

Kad seeleha kavmun min kablikum A community before you asked such questions summe asbehu Biha kafiriyn, and on that account lost their faith.

There won’t be any historical examples here since they were given through Baqarah and Alu Imran chapters. Many examples were checked about sons of Israels journey of becoming Jewminded. I also mentioned Saturday Restriction which was an example taken directly from Qur’an itself.

That’s why Qur’an delivers this first experience is humanities history to first community and says this. “It’s constant by experience in humanity. Those who came before you tried to handle these extra liabilities. They pushed it, they demanded it, but in the end they couldn’t manage. They finally gave up.

As you remember at this point, I translated another similar verse a while ago. By my translation I delivered this hadith. “Unless you get tired, Allah won’t. Unless you gave up, Allah won’t.” This is a warning of our prophet. There were people came to Rasulallah with their decision of things like; we will go to a mountain, we will give up our families, we will pull ourselves from earth, we will focus on worshipping and fasting day and night. We won’t eat meat and we will deny many sorts of tastes and pleasures to ourselves. We will live an agonizing life.” This is the response of Rasulallah to these people.

“Am I not a good example to you. Yet I eat and I fast. I’m with my family and I too worship.”

As in I live a balanced life. I give everyones rights. My neighbours, my community, my family even my ego have rights over me just like Allah has right over me. So if you don’t watch for their rights, you begin to break the balance in your life and ignoring others rights over you. That’s why “Unless you get tired, Allah won’t. Unless you gave up, Allah won’t.” said to them.

By that warnings lines, this verse is like an elegant brush stroke, a deep current and this warning surfaces frequently through the verses and passages. It represents Allah’s mercy over people, how Allah show compassion over too many people at the same time. Following verse also continues this subject.

summe asbehu Biha kafiriyn; was the last sentence of 102nd verse. That’s why they became of the deniers. They too asked questions and tried to widen their responsibilities but in the end they couldn’t manage them.

This sentence can be taken by a different meaning, an alternative translation. summe asbehu Biha kafiriyn; if we take the word “kafiriyn” in literal form, it leads to another conclusion. Firstly they ask questions and because of that they have extra responsibilities and liabilities. But then they try to cover the real responsibilities because of that. They take it to the next level and try to bury the entire responsibilities. This is the alternate translation.

103-) Ma ce’alellahu min behiyratin ve la saibetin ve la vasiyletin ve la hamin, ve lakinnelleziyne keferu yefterune alellahil kezib* ve ekseruhum la ya’kilun;

Allah has not appointed (sacrifices known as) bahirah, sai’bah or wasilah or ham (these are fabricated traditions of some people). But those who deny the knowledge of the reality are inventing falsehood about Allah! Most of them do not use their reason! (A.Hulusi)

It was not Allah who instituted (superstitions like those of) a slit-ear she- camel, or a she-camel let loose for free pasture, or idol sacrifices for twin-births in animals, or stallion-camels freed from work: It is the disbelievers who invent a lie against Allah. but most of them lack wisdom. (A.Yusuf Ali)

Ma ce’alellahu min behiyratin ve la saibetin ve la vasiyletin ve la hamin Allah has not appointed (sacrifices known as) bahirah, sai’bah or wasilah or ham; these are fabricated traditions of some people.

There are some names here. Bahiyra, saibe, vasiyle, ham. Many things have said about these but never a consensus has made. For they have multiple meanings. I should try to advance on the path of general meanings for this one.

In era of ignorance, when a camel gave birth fifth times and the fifth was a make, they were calling it bahire and let it go. They didn’t touch them or milked them, they were like sacred camels, just like hindu cows. This was a superstitious immunity and sacrecy and to identify them as sacred they were cutting their ears.

There were other similar practices like a person who save himself from a tight situation, he was letting a camel of his go free. That camel also took that position of immunity, untouchable, unusable, uncutable and unedible. This was the process of secrecy on that matter.

Vasile was the name of adjusting the sacred position of a sheep, similar process. If a sheep gave birth to a male and female sheeps at the same time, they were degrading to a position of never been used as sacricifial purposes .This wasn’t a freedom type of situation but a simple superstition. Since the ideology of female type was on low perspective that time, even the female of a species was been looked as flawed. It was a bad perspective in advance for all things female. So if a male births with a female at the same time, they were losing their high profie and became worthless since he shared the birth with a female. It’s the logic of, “This sheep gave birth to a girl, so her boy won’t be worthy too.”

Qur’an targets the underlying logic behind this feeling. This feeling is nothing but superstition. A persons actions on giving something a sacred value or the opposite a cursed position. Even the practice may differ, the logic is the same. But naming a thing cursed or sacred, it’s forbidden to do so. This is superstition, a leech draining the faith. That’s why Unity mentality of Islam is highly sensitive over this subject.

Next one is Ham, concept is like this. If a male camels offspring can give 10 infants birth, they gain sacred positions. Just like the cows of India, the practices of Budists; it can no longer be touched, rode, cut or eaten. Curiously enough this practice harms people as well, these so called sacred camels.

Think about it, you have an army of sacred camels. They don’t help you in any way. They should be used to fulfill their creations purpose. Because their purpose is to be helpful for humanity. This is their mission, their function. But these kinds of sacrecy or cursed mentality force them to abando their mission. The mission and purpose of a thing is longer exist for them.

At this point balance is broken. These seyid sacred camels enter a field and do whatever they want. They enter other peoples fields, eat whatever they like and noone can touch them. This is the odd part. They are untouchable and because of their sacred position, the creatures that exist to help humanity become the very thing that harm them.

This is tyranny of a sort. So if we study the situation at its basics, all the concepts that Allah put are there to ensure justice. Them concepts of justice and wisdom. They are inseperable. So if one comes up with a practice to derail Allah’s orders, it becomes the part of tyranny.

So from this specific frame, these four names, bahiyra, saibe, vasiyle and ham. They may have different meanings. But individually it doesn’t matter. Their literal meanings also come with figurative forms so it gets unnecessarily complicated. But in general perspective it has this meaning.

1-Giving sacred positions to things that Allah hasn’t.

2-Carrying superstitious beliefs.Giving adjectives to a thing, that Allah hasn’t given.

3-Not using a material for its rightful purpose.

These things come after another. That’s why when I translated this section I chose to make a quick explanation with quotation marks. “By using these names, blessing or cursing animals and restricting them from been used by humans.” Three distinct wrongs under one big false. Only Allah may give blessing to a material, creation. Allah is Kuddus, Bless-Giver. So giving anything a sacrecy to a thing Allah haven’t is literally overstepping.

If a thing stays where Allah puts it there, it’s wisdom. So using a creation by means that they are created for is from wisdom. Replacing it is a tyrany. This defines that form of tyrany.

Beyond that, there’s a broken unity for it. By it’s background, it reflects another corruption. Corruption of faith. Misconception of humans have the authority of defining a creatures position. This is important, it defines what I’m telling. People may think they have power over a material or creation to a degree. But the real authority belongs to Allah. True and false, right and wrong, beautiful and ugly, Hakk and superstition, good and bad. Absolute lines between them are set by Allah. If you try to call a thing bad even Allah hasn’t called it, it means you see that you are the sole authority over that material.

So what then, what happens if I see, I feel that way. That brings anarcy of course. Everyone begins to create their holy path. They create immunity from all things and shift the materials nature. So it leads to a point where the absolute measure of truth shifts, becomes relative. All rules, all restrictions and rights become relative, there are sins and goods for everyone and in the end the destruction becomes inevitable. Because it’s not just about the nature of a thing, it’s about peoples desires, egos and instincts, the stance is egocentric in this scenario.

You deplete in the end, and when you do new gods emerge. You lead to a path of new holynesses. This is how shirk borns and raises and how the idea of faith division takes control. The severed nature of a truth is no longer defines that truth.

ve lakinnelleziyne keferu yefterune alellahil kezib It is the disbelievers who invent a lie against Allah.

What did the previous sentence say? Ma ce’alellahu min behiyratin.. ila ahir. It was this. Allah hadn’t put them. These hadn’t been put by Allah. There orders weren’t Allah’s. Allah hadn’t ordered them. These are the meanings if we translate Ce’ale properly. So what are these then? These are the slanders of people against Allah based on their own egos and desires, personal gains and pleasures.

Funny thing is, people who were giving sacrecy to a thing were the same people who bury their own children out of fear of hunger. This is just an example how a single wrong can lead to many wrong things in different areas. It’s the same people. Refusing to eat a camel that is created to serve him, but accepting to bury his own children, own daughters in order to prevent hunger. This is not my thesis. Qur’an says it in Isra/31. ..hashyete imlak Don’t kill your children for your fears of hunger.

So at this point, it’s easy to see that what you do and Allah’s order are connected. The system that Allah has put is an integrated one. A perfect cosmos. So in any point if you interfere the system with a false touch and derail it, you can immediately begin to see the bad reactions. The consequences reach you rather quickly. Back then, people were blessing a regular animal for no reason and committing unspeakable crimes like burying people alive at the same time. Haven’t we seen similar practices these days?

Hunger is universal. This is one of the definitions of capitalisms centers. One of the main definitions of capitalism. Hunger is universal. By their perspective it’s the truth but for us it is the opposite. Sustenance is universal. Every person born comes with his designated sustenance. But someone comes and steals them. For us, “rizk” is the thing universal. Earth has plenty of sustenances indeed. But some people follow the path of usurping so many other people die because of hunger and malnutrition.

Like we said, for capitalism, hunger is universal. And when this is the case in front of them, some people begin to store foor in order to prevent their own hunger. Foods that have been stored in western countries may suffice to feel the entire population of earth for at least a century. Just in Netherlands, stored dairy products, milk, meat and such can feed the people of Africa, the entire continent which lose 95 million people to famine and hunger in a year. According to a research they can be well fed for a decade if this happen.

There’s that. A mistake you made at some point comes to life as mistrust to Allah, playing over paradigmas, redefining Allah’s definitions and leads to an end of destructing mankind.

Moving on; ve ekseruhum la ya’kilun; most of them don’t use their heads. You see, it didn’t try to close the idea by referencing Allah. As in, “Allah commands it like this and you shall not question it.”, no it’s not like that here.

Thoughts we listed above, if you use your heads you realize they are bad for you. We are not offered a dogma here. We aren’t ordered to believe without question. On the contrary, we are asked to question. Judge yourselves. Qur’an never invites people to unconditional faith. It says, “Use your heads, that leads you to faith.”

This part of the verse references that interfering the nature of a thing leads to bad consequences in the end and it adds this part too. ve ekseruhum la ya’kilun; most of them don’t use their heads. They keep doing that because they cannot use their heads.

So why this accusation here, why does Qur’an says that they cannot use their heads. Because if you give sacrecy to a simple thing, you change your relations with it. Your feelings are the connections between you and your enviroment. By doing that act, you manipulated your feelings and disrupt the nature between you and that thing. This leads to the path of all phobias.

You will eventually begin to develop phobias. What you call sacred will be the center of your fears. You will begin to fear or stay away from that thing, unnatural fears, even hallucinations in some cases. You will become neurotic. But in reality it all begins what you did at first step, you broket he nature of that thing and your fears come from your actions of designs. Once the meaning sets over a thing, you begin to believe what you made.

104-) Ve iza kiyle lehum te’alev ila ma enzelAllahu ve iler Rasuli kalu hasbuna ma vecedna aleyhi abaena* evelev kane abauhum la ya’lemune shey’en ve la yehtedun;

When they are told, “Come to what Allah has revealed and to the Rasul,” they say, “Sufficient for us is what we have acquired from our fathers”… Is that so even if their fathers knew nothing, nor were they guided to the realization of their essential reality? (A.Hulusi)

When it is said to them: “Come to what Allah hath revealed; come to the Messenger.”: They say: “Enough for us are the ways we found our fathers following.” What! even though their fathers were void of knowledge and guidance? (A.Yusuf Ali)

Ve iza kiyle lehum te’alev ila ma enzelAllahu ve iler Rasuli When they are told, “Come to what Allah has revealed and to the Rasul,”  kalu hasbuna ma vecedna aleyhi abaena they say, “Sufficient for us is what we have acquired from our fathers.

And now Qur’an takes attention to a wrong much deeper than the previous one, in fact it’s the underlying cause of previous behaviour problem and distorted perspective. When they are told, “Come to what Allah has revealed and to the Rasul,” they say, “Sufficient for us is what we have acquired from our fathers.”

Why does Qur’an criticise such a thing? Actually Qur’an puts Allah’s religion totally against ancestoral religions. Ancestors’ beliefs to one side, Allah’s religion is to another. The message here is this. Don’t put “before” at the center ot truth, put “trustful” there. It’a about taking the old beliefs, previous practices for your beliefs. One shouldn’t be valuable because it’s old. It’s not worthy just because it came before. It’s not about fathers or any ancestors. If you say, “My father believed like that, so it should be the truth then.” Then you put your fathers and ancestors as your measure of truth.

The distortion of behaviour patterns that Qur’an criticises is this. Giving the authority of truth to those before, not those who are loyal. Butting respect to others before loyalty to the truth. That’s why community of today struggles between tho fakes, Immitation of ancestors and immitation of west.

Some try to immitate western society which destroy this communities future altogether. But some who say that they resist this abominal lifestyle but unintentionally destroys this communities future in the name of immitating their own fathers. They all lead to the same end.

So the real loyalty shouldn’t be about being loyal to everything that come from ancestors. It’s only about the core of ancestors family; core not the ashes. You cannot carry the ashes of ancestors oven to yours and hope to do something with that. But if you carry the core from there… There’s hot coal there, fire. We should carry that and only that. Because carrying the ashes of a depleted fire to your house cannot give you anything. What hope do you gain from that? Or those ashes of a practice originated from your ancestors oven can really give them a sacred, holy stature?

Is there a difference in basis with beduans of ignorance age who let camels loose and set them holy by cutting their ears? Qur’an criticises this, the exact ideology of Cabala of sons of Israel who became Jewminded. Cabala means tradition in literary. That’s why the most fundamental reference of this jewish tradition is this. “Im kabala ne kaba” if it’s not tradition, we deny, if it is tradition, we accept.” This is the core concept of sons of Israel who were muslims once but became jews later. Im kabala ne kaba; if it’s not tradition, we don’t touch it. Bur Qur’an says this in return.

evelev kane abauhum la ya’lemune shey’en ve la yehtedun; what if their fathers knew nothing, nor were they without guidance? Qur’an accept transferring from past to a degree. There might be cores in ancestors ovents. If it’s a core, it all right. But what if there’s nothing left there. That’s why Qur’an also gives us interesting examples among numerous prophets.. It’s meaningful of those stories we read in Qur’an about those prophets.

Prophet Abraham’s father was heathen and yet his son became prophet. Noah’s father had chosen a path of blaspemy and in the end his son also chose that path. Prophet Lut had a lineage of prophethood from his father but his daughters and his wife were idolworshippers. Asiyyah, wife of Pharaoh, godmother of Moses and mother of Ramses II. It’s a fine and holy example of a person who rebel against all evil and shirk on earth. Asiyyah means rebellious woman and she rebelled against a pharaoh.

That’s why Qur’ans examples are not in vain. A sun like Muhammad and against him a bat like Abu Leheb as his uncle. It’s the ultimate reference that ancestory is not something to rely on or be proud of. Having the truth is something of a mans own work and effort. That’s why;

Ve en leyse lil Insani illa ma sea; Necm/39 People gain what they work for. As in every action has an equal reaction and people always reap what they sow. leha ma kesebet ve aleyha mektesebet.. Baqarah/286. All good things are in their favor and all bad against them.

..ve la teziru vaziretun vizra uhra..  Enam/164 Nobody can handle some others loads (responsibilities)

These are Qur’ans references. References for people who say that they will triumph by their own efforts, elevate because of their actions. Not with empty claims like “My father was a hodja, my grandfather was an imam or among my ancestors there were saints or holy men. It’s not about ancestory, this is not the real problem there. Just like a connection from father to son is out of question on this matter, the opposite also impossible. If a man wishes to succeed, he should do it with his own hands.

Tilke ummetun kad halet.. leha ma kesebet ve lekum ma kesebtum * ve la tus’elune amma kanu ya’melun.  They were a community long gone. What you gain are yours and what they gained are theirs. (Baqarah/141) You won’t be hold responsible for the things they had done. And they won’t be either for your actions.

 105-) Ya eyyuhelleziyne amenu aleykum enfusekum* la yadurrukum men dalle izehtedeytum* ilAllahi merciukum cemiy’an feyunebbiukum Bi ma kuntum ta’melun;

O believers… You are responsible for yourselves! So long as you are aware of your essential reality, a misguided person (one who is devoid of the knowledge of his essential Self) cannot harm you! To Allah you will all return… He will show you the product of the things you do! (A.Hulusi)

O ye who believe! Guard your own souls: If ye follow (right) guidance, no hurt can come to you from those who stray. the return of you all is to Allah; it is He that will inform you of all that ye do. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers… aleykum enfusekum You are responsible for yourselves!

By this context, it’s a reference that neither ancestors nor children are things to brag about. You are responsible only for yourselves. This verse shouldn’t be taken as a negative response to Emr-i bi’l Ma’ruf, nehy-i anil munker ordering good and preventing bad duty. This function of ordering good and preventing bad is a believers eternal duty, this verse isn’t about this. Instead, aleykum enfusekum you are responsible for yourselves, not for your fathers doings.

la yadurrukum men dalle izehtedeytum If you follow right guidance, no harm can come to you from those who stray. If you are on the right path, whether it’s your father, grandfather, your wife or such, they cannot harm you. Of course this is about direct relations. As in for communities, leadership and citizenship situations. You are responsible your personal stance, your personal position in front of Allah. This is the most important thing.

So start your healing by fixing your stance, social corruption shouldn’t be an excuse for you. You cannot say, “What could I do?” You cannot show communities warped situation as an excuse for your personal crooked stance. This message Qur’an wants to give here.

ilAllahi merciukum cemiy’an To Allah you will all return. You will return to Allah with those ancestors you brag about or criticise and there you will give your accounts personally. You will stand Allah’s domain at final test. If you try to use an excuse like “This was what we saw from our ancestors.”, that excuse won’t be valid and Allah will remind you that you should use your heads instead of using your ancestors as excuses for your doings. So you realize that these kinds of excuses won’t be used there, you better work on your healthy stances for the days you will face Allah.

feyunebbiukum Bi ma kuntum ta’melun; Allah will show you the product of the things you do then. What is the intention from showing here? You will be informed that your behaviours, your bad behaviours shouln’t be a reflection of your ancestors bad behaviours. It wasn’t a necessity, you had your willpowers and you had the choice of making things differently, unbound from what your ancestors had done. Allah will inform you what kinds of extra and original sins you created by immitating your ancestors sins and what kinds of beauties, goods and truths you would created by surpassing your ancestors.

106-) Ya eyyuhelleziyne amenu shehadetu beynikum iza hadare ehadekumul mevtu hiynel vasiyyetisnani zeva adlin minkum ev aharani min gayrikum in entum darebtum fiyl ardi feesabetkum musiybetulmevt* tahbisunehuma min ba’dis Salati feyuksimani Billahi inirtebtum la neshteriy Bihi semenen ve lev kane za kurba, ve la nektumu shehadetAllahi inna izen leminel asimiyn;

O believers… When death approaches one of you, two just witnesses should be present at the time of bequest… Or if you are traveling and death finds you, two witnesses are needed for you… If you have doubt (about their testimony), detain them after their prayer and let them swear by Allah, “We will not exchange our oath for any price, even if it should be a relative, and we will not conceal the testimony of Allah, for then we would be in fault.” (A.Hulusi)

O ye who believe! When death approaches any of you, (take) witnesses among yourselves when making bequests,- two just men of your own (brotherhood) or others from outside if ye are journeying through the earth, and the chance of death befalls you (thus). If ye doubt (their truth), detain them both after prayer, and let them both swear by Allah “We wish not in this for any worldly gain, even though the (beneficiary) be our near relation: We shall hide not the evidence before Allah. If we do, then behold! we shall be sinners!” (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers shehadetu beynikum iza hadare ehadekumul mevtu hiynel vasiyye When death approaches one of you, two just witnesses should be present at the time of bequest.

Another passage, different in topic yet not so unattached with previous one. In this passage there are some rules and orders regarding human deaths which are parts of our daily lives, security of possession, social justice and political perspective of them, hence the connection.

When death approaches one of you, two just witnesses should be present at the time of bequest. isnani zeva adlin minkum two just witnesses among you. The word “Minkum” here in general systematic of Qur’an gives us the meaning of true believers.

ev aharani min gayrikum in entum darebtum fiyl ardi feesabetkum musiybetulmevt Or if you are traveling and death finds you, two witnesses are needed for you. We should elaborate the expression tahbisunehuma min ba’dis Salati two witnesses you should have after salat and not from you. That’s why ev aharani min gayrikum and minkum in it creates an opposite meaning from Qur’ans systematic, it gives us the meaning of not-true believers. But the real clue here is travel and outsider means not from your usual believers. That’s why the whole message should be taken as this. If you are traveling and death finds you, two “unrelated” witnesses are needed for you so that you may create your will. This is about adding your possessions and legacies you your will.

What really describes here is delivering the will before death comes. That’s why this expression means a lot. If we look from a general perspective, in socially undeveloped societies, reading ratios are pretty low and this division of possessions situation can turn into unfair practices that create social scars or personal wounds. That’s why Qur’an chooses this method to root out these kinds of unfair situations.

Like I reminded an expression here, min ba’dis Salati. After praying, after salat. I have serious doubts about this salat really means daily praying. I also find accurate that all salat expressions in Qur’an should directly be translated to daily praying as well. I choose to translate this salat part just like I understand it like in chapter Hud of 87th verse where his community criticises his prophet Shuayb with, “Does your salat orders you to treat our idols like this and talk badly about them?” min ba’dis Salati. After inviting them, take two witnesses unrelated to you.

feyuksimani Billahi inirtebtum and let them swear by Allah, (for relieving you from your doubts) la neshteriy Bihi semenen ve lev kane za kurba, ve la nektumu shehadetAllahi “We will not exchange our oath for any price, even if it should be a relative, and we will not conceal the testimony of Allah,”

inna izen leminel asimiyn; If we do that, if we try to conceal Allah’s witnesses, Allah’s knowledge on this, if we try to conceal these facts we sure be among sinfuls. Make them swear like this.

Even for the sake of a relative, ve lev kane za kurba if you don’t deviate from the truth in the name of your father, surely you don’t go astray in the name of your relatives. By all accounts you should adjust your stance to make Allah’s right at the top of all things. Don’t try to diminish your sense of right in the name your instincts of blood like excuses of he’s my relative, my father, my uncle, my grandfather or so. Justice should be your only compass on situations like these. If you want justice to prevail you should be prepared to stand against your own relatives though.

Here Qur’an says an interesting thing. If it is needed to make justice prevail, you might summon witnesses about the situations, witnesses not from your beliefs. This is not a necessity but a license though. If the sitaution turns unjustical and only witnesses on truths sides are non-muslims you can summon them to be your witnesses. To core element here is not beliefs but justice.

107-) Fein usira ala ennehumestehakka ismen feaharani yakumani mekamehuma minelleziynestehakka aleyhimul evleyani feyuksimani Billahi leshehadetuna ehakku min shehadetihima ve ma’tedeyna* inna izen leminez zalimiyn;

 But if it is found that these two were guilty of perjury in the past, let two others stand forth in their place and swear by Allah, “Indeed our testimony is truer than theirs for we have not transgressed, or we would have been of the wrongdoers.” (A.Hulusi)

But if it gets known that these two were guilty of the sin (of perjury), let two others stand forth in their places,- nearest in kin from among those who claim a lawful right: let them swear by Allah. “We affirm that our witness is truer than that of those two, and that we have not trespassed (beyond the truth): if we did, behold! we will be wrong-doers!” (A.Yusuf Ali)

Fein usira ala ennehumestehakka ismen But if it is found that these two were guilty of perjury in the past, feaharani yakumani mekamehuma minelleziynestehakka aleyhimul evleyani feyuksimani Billahi let two others stand forth in their places,- nearest in kin from among those who claim a lawful right: let them swear by Allah.

leshehadetuna ehakku min shehadetihima ve ma’tedeyna*  “We affirm that our witness is truer than that of those two, and that we have not trespassed (beyond the truth): inna izen leminez zalimiyn; if we did, behold! we will be wrong-doers!”

Here the purpose of staying on the form of oath is this, an oath can only be made in the name of Allah. Because it’s only Allah who can give an oath a binding attribute.

In my previous translation, we had studied the natures of oaths and Allah’s position and binding attributes so I’m moving to the next verse now.

108-) Zalike edna en ye’tu Bshehadeti ala vechiha ev yehafu en turadde eymanun ba’de eymanihim* vettekullahe vesme’u* vAllahu la yehdil kavmel fasikiyn;

This makes it more likely that people will bear true witness upon His face (in the name of Allah) and bring a solution to their (perjurers’) fear that their testimony will be rejected after they bear witness… Protect yourselves from Allah and perceive! Allah does not guide people who are corrupt (in faith) to the reality! (A.Hulusi)

That is most suitable: that they may give the evidence in its true nature and shape, or else they would fear that other oaths would be taken after their oaths. But fear Allah, and listen (to His counsel): for Allah guideth not a rebellious people: (A.Yusuf Ali)

Zalike edna en ye’tu Bshehadeti ala vechiha That is most suitable: that they may give the evidence in its true nature and shape ev yehafu en turadde eymanun ba’de eymanihim or else they would fear that other oaths would be taken after their oaths. By making these oaths it’s not only helps the situation be solved but it also guarantees there won’t be any harm to witnesses prestiges. This is the reason why witnessing is such an important thing, it’s obvious. There were times where criminology wasn’t advanced, evidences might easily be tempered with, checking crimes wasn’t always easy and locating anyone is almost impossible since society lived a half nomad lifestyle, so by all these things justice weight was been shouldered by witnesses.

What should we learn from this then, why does Qur’an stay on this topic then? Qur’an values justice and order above all. It’s that simple. There are two centers in Qur’an about this fact. One is personal, the other is social. Human-Allah relations and human human relations. The center of human-Allah relation is unity, human-human relations is centered around justice.

 vettekullahe vesme’u* vAllahu la yehdil kavmel fasikiyn; But fear Allah, and listen. For Allah don’t guide rebellious people.

109-) Yevme yecme’ullahur Rusule feyekulu ma za ucibtum* kalu la ilme lena* inneKE ENTE Allamul guyub;

When Allah gathers the Rasuls (he will ask them): “What was the response you received?” They will say, “We have no knowledge. Indeed, it is You who are the knower of the unknown.” (A.Hulusi)

On the day when Allah will gather the messengers together, and ask: “What was the response ye received (from men to your teaching)?” They will sa df2 y: “We have no knowledge: it is Thou Who knowest in full all that is hidden.” (A.Yusuf Ali)

Yevme yecme’ullahur Rusule feyekulu ma za ucibtum Qur’an takes attention to a celestial truth about all these. When Allah gathers the Rasuls and ask, “What was the response you received?” There are a few similar dialogues in Qur’an, following with conversations between prophets and their communities.

Felenes’elennelleziyne ursile ileyhim velenes’elennel murseliyn; Araf/6

Most certainly We will ask both those to whom a Rasul has been sent and the Rasuls. Did they do their tasks that we had sent them for? And we will ask them too about you. You did go, how did they treat you? We will ask both sides. Prophets are not unbound from interrogations here. They won’t be told to stay out of this. Just like they communities will be asked, “Did they do their duties to you?”,  prophets too will be asked about their responses.

Now do you understand why prophets hairs grew white early. He asked his community about his deliverance.

– Ela hel bellagt  “Have I delivered my task?”

“The community answered from the depths of their hearts. “Yes, O Rasulallah. You delivered.”

“Rasulallah raised his eyes to heavens and said; “Rabbena feshhed..! “My Rabb, be my witness. You can understand the weight of his task, his anxiety to fullfill it, and relief for his completion.

This situation is also true for scholars which are heirs of prophets on invitation department. They too will be asked how communities respond to their invites and their communities will be asked if they did indeed delivered their invites, did their duties.

Ve kaler Rasulu ya Rabbi inne kavmittehazu hazel Kur’ane mehcura; Furkan/30. This is how the prophet will respond according to Qur’an. “O Rabb, this is my community and my community did inne kavmittehazu hazel Kur’ane mehcura; leave Qur’an by itself. ittehazu hazel Kur’ane mehcura; abandon Qur’an and leave it somewhere else. This will be prophets complain to Allah according to Qur’an.

Also in another verse Yevme ned’u kulle unasin Bi imamihim.. Isra/71. When the judgement day comes, we will summon people by groups with their leaders up front. They will pass in front of us with their leaders. So shall we see who follow and who don’t. Who will they really follow. That’s why when Allah asks all prophets about what they receive as responses, this will be their answers.

kalu la ilme lena They will say, “We have no knowledge. inneKE ENTE Allamul guyub; Indeed, it is You who are the knower of the unknown.”

110-) Iz kalellahu ya ‘Iysebne Meryemezkur ni’metiy aleyke ve ala validetik* iz eyyedtuke Bi ruhil kudusi tukellimun Nase fiyl mehdi ve kehla* ve iz allemtukel Kitabe vel Hikmete vetTevrate vel’Inciyl* ve iz tahluku minet tiyni kehey’etit tayri Bi izniy fetenfuhu fiyha fe tekunu tayren Bi izniy ve tubriul ekmehe vel ebrasa Bi izniy* ve iz tuhricul mevta Bi izniy* ve iz kefeftu beniy israiyle anke iz ci’tehum Bil beyyinati fekalelleziyne keferu minhum in haza illa sihrun mubiyn;

Allah will say, “O Jesus, son of Mary! Remember my favor upon you and your mother… How I had vindicated you with the force of the Pure Spirit that had become manifest through your being… You spoke to people in the cradle and in maturity… I had taught you the Book, Wisdom, Torah and Gospel (I had disclosed this knowledge in your consciousness)… You designed from clay the form of a bird with my permission (B-iznihi) and breathed into it, then it became a bird with My permission (B-iznihi)! You healed the blind and the leper with My permission and brought the dead back to life with My permission… Remember that I restrained the Children of Israel from you! You came to them with obvious proofs, yet the deniers among them had said, “This is sheer magic!” (A.Hulusi)

Then will Allah say: “O Jesus the son of Mary! Recount My favor to thee and to thy mother. Behold! I strengthened thee with the Holy Spirit, so that thou didst speak to the people in childhood and in maturity. Behold! I taught thee the Book and Wisdom, the Torah and the Gospel. And behold! thou makest out of clay, as it were, the figure of a bird, by My leave, and thou breathest into it and it becometh a bird by My leave, and thou healest those born blind, and the lepers, by My leave. And behold! thou bringest forth the dead by My leave. And behold! I did restrain the Children of Israel from (violence to) thee when thou didst show them the Clear Signs, and the unbelievers among them said: ‘This is nothing but evident magic.'(A.Yusuf Ali)

Iz kalellahu Then will Allah say: ya ‘Iysebne Meryemezkur “O Jesus the son of Mary! ni’metiy aleyke ve ala validetik* Remember my favor upon you and your mother… iz eyyedtuke Bi ruhil kudusi How I had vindicated you with the force of the Holy Spirit.

tukellimun Nase fiyl mehdi ve kehla You spoke to people in the cradle and in maturity…

ve iz allemtukel Kitabe vel Hikmete vetTevrate vel’Inciyl* I had taught you the Book, Wisdom, Torah and Gospel. ve iz tahluku minet tiyni kehey’etit tayri Bi izniy You designed from clay the form of a bird with my permission fetenfuhu fiyha fe tekunu tayren Bi izniy and breathed into it, then it became a bird with My permission.

ve tubriul ekmehe vel ebrasa Bi izniy* You healed the blind and the leper with My permission ve iz tuhricul mevta Bi izniy and brought the dead back to life with My permission..

These are the miracles dedicated to prophet Jesus. In our previous lessons specifically the one we had studied Alu-Imran 49, 50 and 51, we gave further explanations. So I will skip that part for now.

It shouldn’t be forgotten that these miracles are the ones, the followers of Jesus believed him for. Qur’an gives them without making a comment. Just because Qur’an explains them to us, doesn’t mean Jesus had done it by himself. Here Qur’an takes the people who call themselves christians and explains the wrong parts, broken things in their beliefs and then begins to clear that are offensive to the ideology of unity. That’s why these miracles are dedicated to Jesus, there’s no harm in that.

ve iz kefeftu beniy israiyle anke iz ci’tehum Bil beyyinati Remember that I restrained the Children of Israel from you!

Allah reminds him the blessings given to him. And there’s a dialogue here. A conversation between Jesus and his Rabb, a reminder for us. But this reminder is not for them, it’s for the people who follow Jesus. As in, the person you follow isn’t related to shirq you created or mission you dedicated to him. That’s why you convert your loves to the man to evil deeds against him. You commit murder in the name of love. We will see what the message wants to say in a bit.

fekalelleziyne keferu minhum in haza illa sihrun mubiyn; You came to them with obvious proofs, yet the deniers among them had said, “This is sheer magic!”

111-) Ve iz evhaytu ilel Havariyyine en aminu Biy ve Bi Rasuliy* kalu amenna veshhed Bi ennena muslimun;

I revealed to the disciples, “Believe in Me and my Rasul (in light of the letter B)… They had said, “We have believed, bear witness that indeed we are Muslims.” (A.Hulusi)

“And behold! I inspired the Disciples to have faith in Me and Mine Messenger. They said, ‘We have faith, and do thou bear witness that we bow to Allah as Muslims’ “.(A.Yusuf Ali)

Ve iz evhaytu ilel Havariyyine en aminu Biy ve Bi Rasuliy* I revealed to the disciples, “Believe in Me and my Rasul kalu They said, amenna veshhed Bi ennena muslimun “We have believed, bear witness that indeed we are Muslims.”

I would like to make a quick reference here. In Alu Imran chapter, verses 51 and 52, what did Jesus say; ..men ensariy ilAllah Who will be my companions on this path to Allah. And they said; kalel Havariyyune.. Apostles (Havari); Havari means people who dress white. So those people in white said; nahnu ensarullah We are Allah’s helpers on this. veshhed Bi enna muslimun; This expression here bears a similarity with that. Be witness, we submit ourselves unconditionally. We are muslims now. Being a muslim isn’t something special for this community. All believers in history are called muslims. Because being a muslim is about making a statement, creating a perception and establishing a lifestyle, not being a member of a specific community. It’s a persons stance for Allah.

112-) Iz kalel havariyyune ya ‘Iysebne Meryeme hel yestetiy’u Rabbuke en yunezzile aleyna maideten mines Sema’* kalettekullahe in kuntum mu’miniyn;

The disciples had said, “O Jesus, son of Mary! Is your Rabb’s power sufficient enough to reveal for us a ma’idah? (literally ‘ma’idah’ means a table with food; metaphorically it references the knowledge of the reality and gnosis… In other words, they were questioning Jesus’ creational program, the specific configuration of Names comprising his essence, and whether it had such capacity.) Whereupon Jesus said, “Protect yourselves from Allah if you are true believers.” (A.Hulusi)

Behold! the Disciples, said: “O Jesus the son of Mary! can thy Lord send down to us a Table set (with viands) from heaven?” Said Jesus: “Fear Allah, if ye have faith!” (A.Yusuf Ali)

Iz kalel havariyyune ya ‘Iysebne Meryeme The disciples had said, “O Jesus, son of Mary! hel yestetiy’u Rabbuke en yunezzile aleyna maideten mines Sema’ Can your Lord send down to us a Table set from heaven?” The asked for a table with food (a maidah).

hel yestetiy’u Rabbuke expression here is a conflicted one for many scholars. Some translators who have dedicated doubts to apostles about Allah’s might translated this part as; “Can you Rabb has the power to do this?” taking the sentence in its literal form. But yestetiy’un here isn’t about power it’s about wish. Can your Rabb wishes to grant us this?” Granting them about food table in meaning.

But another reading also came at this point. From first community Caliph Ali, Mother Aisha, Ibn Abbas, Muaz Bin Cebel insisted on reading it with this different meaning. hel yestetiy’u Rabbek Can you ask this from your Rabb. This having power situation isn’t given to Allah but Jesus. As in “Do you have the authority, power to ask something like this from your Rabb?”

kalettekullahe in kuntum mu’miniyn; Whereupon Jesus said, “Protect yourselves from Allah if you are true believers.”

From this words, we understand that Allah sees this disrespectful. Allah doesn’t find it right. Apostles first wish didn’t seem to be granted by the looks of it. Although Qur’an keeps quiet about this particular wish, it becomes clear that 115th verse illuminates that this first wish from apostles hadn’t been granted.

113-) Kalu nuriydu en ne’kule minha ve tatmeinne kulubuna ve na’leme en kad sadaktena ve nekune aleyha mineshahidiyn;

They said, “We want to eat from it (apply that knowledge) so our hearts can be satisfied (attain certainty in regards to what you teach us) and so we know what you explain to us is the (absolute) reality and be witnesses to it.” (A.Hulusi)

They said: “We only wish to eat thereof and satisfy our hearts, and to know that thou hast indeed told us the truth; and that we ourselves may be witnesses to the miracle.” (A.Yusuf Ali)

Kalu They said nuriydu en ne’kule minha ve tatmeinne kulubuna ve na’leme en kad sadaktena ve nekune aleyha mineshahidiyn: “We only wish to eat thereof and satisfy our hearts, and to know that you have indeed told us the truth; and that we ourselves may be witnesses to the miracle.” This was their motive. When they are told to be respectful, they said this. This was their intentions from food. Qur’an gives us this explanation. There are some who claims that this table wasn’t something magnificent but only daily sustenance. As in give us something small to eat since all believers have the faith that everything they eat come from Allah to begin with. But I cannot find plausable that what meant here is something ordinary because the verse ends with the concept of miracle.Also 113rd verse has an expression of “Knowing what you said is the truth.” It’s clear that a miracle is asked from Allah here and this is what meant to be said by extraordinary.

114-) Kale ‘Iysebnu MeryemAllahumme Rabbena enzil aleyna maideten minesSemai tekunu lena ‘iyden lievvelina ve ahirina ve ayeten minke, verzukna ve ente hayrur razikiyn;

Jesus, son of Mary, said, “O Allah! Our Rabb… Reveal for us a ma’idah from heaven so it may be a feast and a proof from You, both for our past and for our future… Provide for us, for You are the best of providers.” (A.Hulusi)

Said Jesus the son of Mary: “O Allah our Lord! Send us from heaven a Table set (with viands), that there may be for us – for the first and the last of us – a solemn festival and a sign from Thee; and provide for our sustenance, for Thou art the best Sustainer (of our needs).” (A.Yusuf Ali)

Kale ‘Iysebnu Meryem Jesus, son of Mary, said, Allahumme Rabbena “O Allah! Our Rabb.. enzil aleyna maideten minesSemai Send us from heaven a Table set tekunu lena ‘iyden lievvelina ve ahirina ve ayeten minke, that there may be for us – for the first and the last of us – a solemn festival and a sign from You verzukna ve ente hayrur razikiyn; Provide for us, for You are the best of providers.” Pray of Jesus to Allah to deliver the requests of apostles.

115-) KalAllahu inniy munezziluha aleykum* femen yekfur ba’du minkum feinniy u’azzibuhu azaben la u’azzibuhu ehaden minel alemiyn;

Allah said, “Indeed I will reveal it for you… But whoever denies the reality after this, I will punish him in a way I have not punished anyone among the worlds!” (A.Hulusi)

Allah said: “I will send it down unto you: But if any of you after that resisteth faith, I will punish him with a penalty such as I have not inflicted on any one among all the peoples.” (A.Yusuf Ali)

KalAllahu Allah said inniy munezziluha aleykum “Indeed I will reveal it for you.

Munezziluha expression had a nuance in arabic language, a small difference. I deliver it to you all the time. By saying this it can be said something like, “All things I have created why someone calls something miracle when they see extraordinary but unable to grasp the truth that everyhing they have been seeing are miracles. Why earths shaking is something called exrtraordinary but this order going on without a small flaw to end all things isn’t a miracle for them. This is humans perspective, always seeking oddities.”

femen yekfur ba’du minkum feinniy u’azzibuhu azaben la u’azzibuhu ehaden minel alemiyn; But whoever denies the reality after this, I will punish him in a way I have not punished anyone among the worlds!” Yes, I will sent that to you but after that if you deny the truth, this is what awaits you.

This is the most dangerous point of asking for a miracle. When a miracle is cast and not followed its truth, that’s when the wrath comes. This is the bill of it. Ve gudiyel emr, closing all things. That’s why all prophets were in high alert when their communities had asked them for a miracle. It’s not a welcoming thought. Because asking for a miracle has the similar meaning of rejecting what Allah created as normal and being in need for something unnatural.

116-) Ve iz kalellahu ya ‘Iysebne Meryeme eente kulte linNasittehizuniy ve ummiye ilaheyni min dunillah* kale subhaneKE ma yekunu liy en ekule ma leyse liy Bi hakk* in kuntu kultuhu fekad alimtehu, ta’lemu ma fiy nefsiy ve la a’lemu ma fiy nefsik* inneKE ENTE Allamul guyub;

And Allah said, “O Jesus, son of Mary! Was it you that said to the people, ‘Take me and my mother as deities besides Allah’?”… (Jesus) said, “Subhan, You are (I exonerate you)! How can it be possible for me to say something that is not true? Even if I had said it, You would have known it! You know what is within myself, but I know not what is within Your Self! Indeed, it is You, You alone, who is the Knower of the unknown!” (A.Hulusi)

And behold! Allah will say: “O Jesus the son of Mary! Didst thou say unto men, take me and my mother for two gods beside Allah.?” He will say: “Glory to Thee! never could I say what I had no right (to say). Had I said such a thing, Thou wouldst indeed have known it. Thou knowest what is in my heart, Thou I know not what is in Thine. For Thou knowest in full all that is hidden. (A.Yusuf Ali)

Ve iz kalellahu ya ‘Iysebne Meryeme And behold! Allah will say: “O Jesus the son of Mary! eente kulte linNasittehizuniy ve ummiye ilaheyni min dunillah “O Jesus, son of Mary! Was it you that said to the people, ‘Take me and my mother as deities besides Allah’?”

Interestingly, deitification of Mary wasn’t in trinity doctrine. The belief of trinity as father, son and holy spirit. Mary wasn’t included.

So where did this doctrine come from? It came by the name of mother of Allah. It was brought forth by Alexandrian teologists. After that it found its way to christianity in 431 Efes Council. It reached to a point where Justinian ordered that Mary’s painting shall be on Hagia Sopia’s dome.

Before that, there’s nothing. In Rasulallah’s era, Byzantian King Heraclius admitted Mary’s picture as Byzantine flag. From that we understans that in Rasulallah’s era, worshipping Mary reached to a point even passed that point of worshipping the trinity.

By the name of creators mother, it became a wierd tool of worshipping. It came to a point where a sect couldn’t take it anymore and Protestan mentality borned. Iconoclastic movement which should be around 12 or 13rd century, a movement within christianism for destroying idols, was actually a movement against Mary statues, Mary icons,and all things related. After that it became a taboo in many christianic sects.

kale subhaneKE “Glory to You! ma yekunu liy en ekule ma leyse liy Bi hakk* never could I say what I had no right (to say). in kuntu kultuhu fekad alimtehu, Had I said such a thing, You would indeed have known it. ta’lemu ma fiy nefsiy ve la a’lemu ma fiy nefsik* You know what is in my heart, You I know not what is in Yours inneKE ENTE Allamul guyub. For You know in full all that is hidden.

117-) Ma kultu lehum illa ma emerteniy Bihi eni’budullahe Rabbiy ve Rabbekum* ve kuntu aleyhim shehiyden ma dumtu fiyhim* felemma teveffeyteniy kunte enter Rakiybe aleyhim* ve ente ala kulli shey’in shehiyd;

“I told them nothing other than what You commanded me: ‘Attain the consciousness of servitude to Allah, who is both your Rabb and my Rabb’… I was a witness over them as long as I was among them… Then you made me die! You became Raqib over them! You are the witness over all things!” (A.Hulusi)

“Never said I to them aught except what Thou didst command me to say, to wit, ‘Worship Allah, my Lord and your Lord’; and I was a witness over them whilst I dwelt amongst them; when Thou didst take me up Thou wast the Watcher over them, and Thou art a witness to all things. (A.Yusuf Ali)

Ma kultu lehum illa ma emerteniy Bihi eni’budullahe Rabbiy ve Rabbekum “I told them nothing other than what You commanded me: ‘Worship Allah, my Lord and your Lord’ This is the reply of Jesus.

ve kuntu aleyhim shehiyden ma dumtu fiyhim I was a witness over them as long as I was among them. Jesus is making his case now.

felemma teveffeyteniy kunte enter Rakiybe aleyhim* Then you made me die! You became Watcher over them! It’s like saying I cannot interfere what they may do after I passed away. ve ente ala kulli shey’in shehiyd You are the witness over all things!”

118-) In tuazzibhum feinnehum ibaduKE, ve in tagfir lehum feinneKE entel Aziyzul Hakiym;

“If You cause them suffering, indeed they are Your servants! If You forgive them, indeed it is You who are the Aziz, the Hakim.” (A.Hulusi)

“If Thou dost punish them, they are Thy servant: If Thou dost forgive them, Thou art the Exalted in power, the Wise.” (A.Yusuf Ali)

In tuazzibhum feinnehum ibaduKE, Only a prophet might say these words now. “If You cause them suffering, indeed they are Your servants!  ve in tagfir lehum If You do forgive them, feinneKE entel Aziyzul Hakiym You are the Exalted in power, the Wise

119-) Kalellahu haza yevmu yenfeus sadikiyne sidkuhum* lehum cennatun tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha ebeda* radiyAllahu anhum ve radu anHU, zalikel fevzul aziym;

 Allah said, “This is the Day when the truthful will live the results of their truthfulness (their undoubted confirmation of the reality)! There are Paradises for them, underneath which rivers flow, in which they will abide eternally”… Allah is pleased with them, and they with Him… This is the great attainment! (A.Hulusi)

Allah will say: “This is a day on which the truthful will profit from their truth: theirs are Gardens, with rivers flowing beneath,- their eternal Home: Allah well-pleased with them, and they with Allah. That is the great salvation, (the fulfillment of all desires). (A.Yusuf Ali)

Kalellahu Allah will say. This part represents Allah’ reply in Judgement Day haza yevmu yenfeus sadikiyne sidkuhum* “This is a day on which the truthful will profit from their truth: lehum cennatun tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha ebeda* There are Paradises for them, underneath which rivers flow, in which they will abide eternally radiyAllahu anhum ve radu anHU, Allah is pleased with them, and they with Him.. zalikel fevzul aziym That is the great salvation.

120-) Lillahi mulkus Semavati vel Ardi va ma fiyhinne, ve HUve ala kulli shey’in Kadiyr;

The heavens, the earth and the existence of everything within them belongs to Allah (they are the manifestations of His Names)! He is Qadir over all things! (A.Hulusi)

To Allah doth belong the dominion of the heavens and the earth, and all that is therein, and it is He Who hath power over all things. (A.Yusuf Ali)

Lillahi mulkus Semavati vel Ardi va ma fiyhinne, The heavens, the earth and the existence of everything within them belongs to Allah ve HUve ala kulli shey’in Kadiyr and it is He Who has power over all things. This chapter ends with a cosmic truth. Allah has power over all things. After givind advices to Jesus’ community that making Jesus the prophet, a deity isn’t the true path because adding the absolute truth isn’t something right to do.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”

 


ESMA DERSLERİ – 25 – ER REZZAK (D)

$
0
0

Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 “Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

**************************************************************

RIZIK MESELESi

Rızık her canlıda, takdir, tayin, tahsis ve tazmin edilmiştir. Bu mesele naklen gelen bilgilerden değil, akıl bilgilerdendir. Çünkü Hak Teâla zatını ve zatının gerektirdiğini, isim ve sıfatlarını ve bunların da neleri iktiza ettiklerini, akıl etmiştir. Buna binaen de 0, her halde, ikinci planda, ikinci maksatla da olsa bütün varlıkların olmuş ve olacakların hepsini, isim ve sıfatlarının taalluk ettiği her şeyi ve her hali Ezelden ebede bütün tafsilatı ile aklı ve ihata etmiştir.

Muhakkak ki bunlardan yani icad edilmiş olan varlıklardan her birinin vücudu bulunduğu hal üzerinedir. Çünkü Hak Teâla varlığın hepsini kendi zatından akıl eder. Nitekim O’nun kendi zatını akıl etmesinde bozulma ve değişme imkânına. İhtimal olmadığı gibi kendi zatından varlığını aklettiği yani mahiyetini ve hakikatini bildiği şeylerin hepsi böylece değişmez, yani kendi zat ve hakikati ile bildiği şeylerin gerek zat ve hakikatlerin de ve gerekse bunların varlıklarına ait şartlarında ve ihtiyaçlarında zaman ve mekân ile bir yol değişikliği olmasına imkân ve ihtimal yoktur.

Üstelik cümlesinin varlığı vaciptir. Hayvan çeşitlerinin varlığı ve onların bekası, baki kalmaları da akıl edilenlerdendir. Bunda hiç bir şüphe yoktur. Hele insan nev’inin, insan cinsinin varlığında ve bunların baki kalacaklarında asla şüphe edilmemelidir. Malumdur ki her hangi bir nevi, ancak şahıslarının, fertlerinin korunması ile ve her ferdin kendi gibi bir ferdi doğurmasına imkân veren bir gayeye ulaşması ile baki kalır. Varlığını bir müddet devam ettirebilir.

Evet, her şeyin bekası ancak bir müddet ve zamana bağlıdır. Bir varlığın bu müddet ve zaman içinde kalabilmesi de ondaki hayatiyetin devamı iledir. Hayatın devamı da rızk ile, beslenmekle sağlanır. Zira Hak Teala her şeyin’ varlığını zatından, kendi hakikatinden bilir ve zatından bildiği şeylerin vücudu da mutlaka var olur.

İnsan nev’inin bekasını fertlerinin bekasına fertlerin bekasını da onların üremesine bağlamıştır. Döllenmeleri, her ferdin bekasına, her ferdin bir müddet bekası da kendisinde bulunan hayatın kıvamına bağlıdır. Hayatın kıvamı da rızka, besine bağlıdır. Rızık da ancak bitki ve hayvandan olur. Bunlar ise ekmek, et, bitkilerin bir kısmından alınan meyveler ve çoğu tatlılardır.

İşte bu sebep ve hikmetledir rızkın, Rauf ve Rahim o/an Allah’ın takdiri ile kefillenmiş olması, her ferde sınırlı hayatı içinde belirli miktarda tayin ve tahsis edilmesi gerekmiştir. Bunun içindir ki Hak Teâla;

Ve fiys Semai rizkuküm ve ma tu’adun – FeveRabbis Semai vel Ardı innehu lehakkun misle ma ennekum tentıkun. (Zariyat /22-23)

“Gökte rızkınız ve size vaad edilen şeyler vardır.” Evet’ göğün ve yerin Rabbine’ and olsun ki gerçekten O tıpkı konuşmamız gibi doğru ve gerçektir.” Buyurmuştur. (İ. Gazali – İki Madnun/7-9)

*****************************************************************

RIZIK ARAMA İLE İLGİLİ KONULAR

Rızık Talebi, Şartlara Bağlı Olarak Meşrudur:

Bil ki: Allah Teâlâ, mahlûkatı yaratmış ve onların rızıklarını yeryüzünde kılmış; onda bulunan şeylerden faydalanmalarını onlara mubah kılmıştır. Bu durum, insanlar arasında paylaşamama ve bunun sonucunda da münakaşa ve nizalara yol açmıştır. Bu vaziyet Allah Teâlâ’nın, bir insanın ilk kez el koyduğu, ya da varisinin el koyduğu, ya da kendilerince muteber olan bir başka yolla el­de ettiği şeylerin yalnız kendisine has olması ve başkalarının o şeyde hak iddia etmemesi hükmünü koymasını gerektirdi. Ancak kendi aralarında, aldatmadan, bilinmezlik içermeden karşılıklı rı­za ile mübadele ederler veya temlikte bulunurlarsa o başka.

İnsanlar yaratılışları itibariyle medenîdirler; bir arada yaşamak zorundadırlar, yalnız başlarına yapamazlar. Hayatlarını idame ettirebilmeleri için mutlaka aralarında dayanışma halinde olmaları gerekir. Bu durum, insanlar arasında yardımlaşmanın vacip kılınmasını ve onlardan hiçbir kimsenin medenî hayatta şöyle ya da böyle bir yeri olan faaliyetlerden uzak durmamasına zaru­ret halleri hariç hükmedilmesini gerektirmiştir.

Rızkın elde edilmesi konusunda esbaba tevessülün aslı, mubah mala el koyma ve kendisine ait olan malların nemalandırılması faaliyetleridir; hayvancılıkla malı çoğaltmak, toprağın ıslâh edilmesi ve sulanması suretiyle ziraatçılık yapmak gibi.

Rızık Talebinin Şartları:

Bu konuda insanların, birbirlerinin haklarına medenî hayatı ifsad edici şekilde tasallut etmemeleri şart koşulur. Sonra üretim, şehir yaşantısını düzenli kılacak türden işbölümü ile olmalıdır. Bu olmadığı zaman geçim çok zor ya da imkânsız hal alır. Bunlar bir malın bir yerden başka bir yere naklini sağlayan ticaret, belli bir süreye kadar nakledilen şeylerin korunmasını ve taşıma güvenliğini sağlama hizmetleri, rehberlik ve iş hizmetleri, üretilen malların yeni ürünlere dönüştürülmesi ya da onlara yeni özellikler kazandı­rılması gibi faaliyetlerdir.

Eğer mal elde etme faaliyeti, üretimde dayanışma/işbölümü anlamı içermeyen bir özellik arz ediyorsa kumar gibi yahut görünüşte karşılıkla rızaya dayanmakla birlikte sömürü anlamı içeriyorsa ribâ gibi, çünkü iflâsın eşiğindeki bir kimse ifasına güç yetiremeyeceği şeyi üstlenmeye mecbur kalır ve onun rızası gerçekte rıza değildir bu tür faaliyetler şer’an razı olunan akitlerden olmadığı gibi, nzık elde etmek için tevessül’edilen sebepler olmaya elverişli de değildir. Bunlar, medenî hayatı gerekli kılan İlâhî hikmet itibariyle bâtıl yollardır ve haramdır.  (Ş. Veliyyullah Dihlevi-Hüccetullahil baliğa-2/317-318)

*****************************************************************

ER REZZAK

Yeşil’den dönerken, çarşı pazar alışverişlerini yapmış, elleri kolları dolu insanlara rastladık. Akşam oluyor, herkes evine dönüyordu. Defineye:

– Dedeciğim, bu kadar yiyecek tüketen var, yine de dükkânlar tıklım tıklım; toptancı halleri, tarlalar, bahçeler dolup dolup boşalıyor. Sanki yerden nimet fışkırıyor!  dedim.

– Allah, Rezzak ismiyle tecelli ediyor. Her yerden esmasını seyrediyoruz. O, Ulûhiyetini en mükemmel şekilde sergiliyor, biz kulluk edemiyoruz. Bu nimetlerin şükrünü yapamıyoruz.

– Elimizden geldiği kadar tefekkür ediyoruz. Şeytandan yakamızı kurtarabildiğimiz zaman ibadet ediyoruz. Hamd ediyoruz. Başka ne yapalım? Elimizden gelen bu kadar.

– Aldıklarımıza baktığımızda, o saydıklarının esamesi okunmaz. Ne kadar ibadet etsek kâfi değil.”

– Allah’ın verdiği nimetler, saymakla bitmez. Onların karşılığını vermemiz mümkün değil. Nihayetinde aciz kullarız. Secdeden başımızı kaldırmasak, gece gündüz ibadet etsek, bir şey yapabilmiş sayılmayız. Derler ya adamın biri beş yüz yıl bir mağarada yaşamış. Gündüz saim, gece kaim… Sadece ibadet etmiş, günah işlememiş. Ameliyle cennete girmek istemiş. Tüm ibadeti; mizanda, sadece gözle kulağın karşılığı etmemiş. Allah istemedikçe cennete girmemiz mümkün değil! Bize Fazlıyla muamele etsin, İnşallah! ”

Burada nimetler saçıyor. “Rızka kefilim! ..” diyor. Hiç birimizi aç açık bırakmıyor. Orada da esirgemez, İnşallah! Yoksa halimiz harap! . Allah: “Kulumun zannı üzereyim! ” diyor ya. Öyle diyelim, öyle olsun!

“Şimdi hatırladım. Zariyat /58. Ayet olacak: “Hiç şüphesiz, Allah Rezzak’tır; O, kuvvet sahibi, Metîn’dir.” buyruluyor.”

Manevi rızkımızı da veriyor. Kuran-ı Kerim’den aldığımız bilgiler, kaynak suyu gibi saf, temiz ve ferahlatıcı.

– Bir de hadisler var. Karnımız gibi ruhumuz da acıkıyor. Öyle değil mi, dede?

“Öyle olmaz mı? Hem mesela: “Yasin Suresi’ni okuyan, açsa doyar, çıplaksa giyinir, üşüyorsa ısınır.” derler. Bir gün denedim. Epeydir bir şey bulup yiyememiştim, çok açtım. Üşüyordum, üstelik. Soğuk bir kış gecesiydi. Yatağımın başucuna oturmuş, Yasin okuyordum. Bir süre sonra bendeki açlık hissi azalmaya, vücudum ısınmaya başladı. Başka birisi deseydi, inanmazdım. Yaşadığım için biliyorum. Yasin Suresi, adeta Kuran’ın özeti. Fatiha için bile: “Şifadır, duadır, Kuran’dır! ” derler. O, nur inmeseydi; huzursuzluğumuzdan, yediğimiz içtiğimiz içimize sinmeyecek, hep bir arayış içinde olacaktık! Ruhlarımızın rızkı da o! ”

“İnsanı da rızkını da topraktan yaratmış. Su dahi onda süzülüyor, arınıyor, ondan çıkıyor. Düşünüyorum da her şey topraktan geliyor. Yiyecek, içecek, giyecek, yakacak… Mücevherden demire, her şey… Kör, sağır, dilsiz, elsiz ayaksız, cansız toprak, bütün bu yiyecekleri içecekleri nasıl yapıyor? ”

– Aşık Veysel, boşuna mı demiş: “Benim sadık yarim kara topraktır.” diye?

Rızkımız, kâinat fabrikasında yaratılıyor. Faktörlerden biri eksik olsa, üretim durur. Hava ve güneş de çok önemli. Bunlardan biri olmasa, toprak ne yapsın?

Yarattığı insan ve hayvanlara acıkma hissini vermiş, rızıklarını da.

Canlıları, birbirlerine rızık etmiş. Eti yenebilir hayvanları biz yiyoruz, bizi de eti yenmez hayvanlar yiyor. Yeryüzünde hayat, büyük balık küçük balığı, güçlü güçsüzü yiye yiye devam ediyor. Düzen böyle kurulmuş. Böyle devir daim ediyor.

Kalmaya gelmedik. Gitmeye geldik. Biz gideceğiz ki gelecek olanlara yer açılsın. Öyle değil mi? Bazıları ölecek, bazıları doyacak. Biri diğerini yiyecek ki yaşayabilsin. Onu da başkası yiyecek. Mesela Allah, yılana besin etmeseydi, ortalık fareden geçilmezdi! Ekolojik denge sağlanamazdı. Yeryüzünde, her yaratıktan gerektiği kadar var. Bazıları da leşleri yiyecek ki ortalık cesetlerle dolmasın. Onlar da öğütücüler.

Ölüm şart! Ölüm olmasaydı; herkesin anası babası, ninesi dedesi, haminnesi başına dert olurdu. Geçim derdiyle mi uğraşacak, kendi ailesiyle mi ilgilenecek, onlara mı bakacak! Hayat, zehir zıkkım olurdu! Kolay mı o kadar kişiye bakmak? Hastalığı var, elden ayaktan düşmesi, yatalaklığı var. Allah, her şeyi ince ince düşünmüş, hesaplamış. Kâinatın düzeninde, en ufak bir haksızlık, hata veya eksiklik yok.

– Ya öyle, dede! Allah, kulunu kuluna muhtaç etmiyor. Kimseyi kimseye yük etmiyor. Belki bir süreliğine. Her ikisini de denemek için. Vakti geldi mi alıyor. Ölüm bile bir nimet! Hem yatana hem bakana. Ölüm olmasaydı, insanlar et ete, balık istifi yığılırdı. Yiyecek içecek de yetişmezdi, birbirlerini yemeye başlarlardı.

Son sözümü Orçun duymuş, o da sohbetimize katıldı:

– Şimdi de yiyorlar, birbirlerini! Öyle geride kalmış, baş başa neler konuşuyorsunuz?

– Orçun, baksana, o kadar kişi ekmek aldı, o kadar kişi bir yerlerde oturup bir şeyler yedi içti; hâlâ fırınlar, manavlar, restoranlar, pastaneler, kasap dükkânları dopdolu! Ona hayret ediyorum da. O konuda konuşuyoruz. Allah’ın Rezzak olduğunu, herkesin rızkını verdiğini, cansız topraktan hayat fışkırtmasını.

Toprak, su, hava ve ateş; bir arada harikalar yaratıyorlar. Yani Allah, onlar vasıtasıyla rızık yaratıyor. Dörtlere dikkat edin! ‘Dört anasır’ denen bu dört unsur, bir masanın dört ayağı gibidir. “Ekmek için ekmek gerek. Ateş için çakmak gerek.” derler. Allah, rızkı verir ama çalışana. Topraktan altın yapmak için simya ile uğraşmaya gerek yok. Ekip dikeceksin! Kazancın altın olacak.

Her çalışan çok kazanamıyor. Herkesin rızkı, ezelden takdir edilmiş. Kimine az, kimine çok veren, Allah.

Necm/ 39. Ayetinde: “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” buyruluyor.

Zuhruf/32. Ayeti de şöyle: “Onların dünya hayatındaki geçimliklerini biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürsünler diye bir kısmını diğerleri üzerine derecelerle üstün kıldık.

Kuran’da, altı kere ‘Hayr-ur Razıkin’ geçiyor. Yani ‘Rızık verenlerin en hayırlısı…’ Çalışana veriyor. Çalışmayana gökten yağacak değil ya! Hayvanlar, rızıklarına yönlendirilir, arayıp bulurlar. İnsanlar, tabi ki çalışacak. Allah: “Çalış, ya kulum; vereyim! ” demiş.

Yunus hürmetine isteyenlere tek, Yunus’a çift sofra gelmiş. Onlar, mağarada çalışıyorlar mıydı? dedim, inadına. Maksadım, ona beyin jimnastiği yaptırmaktı. Akıllı çocuk, hemen verilmesi gereken cevabı yapıştırdı:

– Çalışmak, sadece iş yapmak mıdır? Allah için çalışmak da çalışmak değil midir? Taptuk Emre’nin kapısında yıllarca, sadece Allah rızası için çalışan, üstelik o kapıya, odunun bile eğrisini layık görmeyen o değil mi? Allah, sadece rızasını kazanmak için çalışanları ödüllendirir. Veli kulları, kubbesinin altındadır. Yani koruması altında.

– Doğru söylüyorsun. Ben bilhassa zıt şeyler iddia ettim. Bakalım, Orçun ne diyecek diye.

Hazreti İsa’nın havarilerinden bazıları da: “Rabbinin gökyüzünden bize sofra indirmeye gücü yeter mi? ” diye sormuşlar, o da: “Eğer iman ediyorsanız Allah’tan sakının! ” diye cevap vermiş. Bu olay, Maide Suresindeki bir ayette geçer.

“Ra’d Suresi’ndeki bir ayette de; Allah’ın, aynı su ile sulanan topraklarda ayrı ayrı rızıklar çıkardığından bahsedilmekte.

Başka bir ayette de yan yana iki tarlanın birindeki ekinin hasar görmesinden, diğerinden ürün alınmasından bahsedilir. Her şey Allah’ın izniyledir. Sadece ekmek ve bakmak da yeterli değildir. Allah; rızkı, dilediğine az, dilediğine çok verir. Sıkar, sabrını dener; genişletir, şükrünü ve verebilme gücünü dener.

Taksimata rıza göstermek, Araf/31. Ayetini de unutmamak lazım: “Yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz. O israf edenleri sevmez.”

– Aklıma bir hadis geldi. “Siz Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşları doyurduğu gibi Allah sizi de doyururdu. Kuşlar sabah erkenden aç giderler, akşam tok olarak dönerler.”

– Allah, diriden ölü, ölüden diri çıkarır. Kuşunu kurdunu besler. Bir insan, ana karnına düşer, memede süt yapımı başlar. Hamile olduğundan bile habersiz anne, sızısını duymaya başlar. Bebeği olacağını, daha sonra öğrenir. Allah, zayıfın rızkını hazır, mikropsuz ve ılık sunar. Çiğnemesi için diş vermediğine süt olarak akıtır. O denli rızka kefildir!

Aklın gıdası tefekkür, kalbin gıdası sevgi, ruhun gıdası Kuran’dır. Ruhumuz, yasaklardan uzak kaldıkça; sevaplara yöneldikçe ferahlar. Hayır, hasenatla, şükür ve zikirle beslenir. Rezzak olan Allah’tan razı olan kullar olmalıyız.

Orçun’la ben hararetli hararetli konuşmaya dalmışken, Define araya girdi ve bahsettiğimiz ismi zikretmenin yararlarını saymaya başladı:

– Sabah namazından sonra Er Rezzak ismini çokça okuyanın rızkı genişlermiş. Cuma namazından sonra yüz kere ‘Er Rezzak’ denirse, hastanın sıkıntısı geçermiş. Allah, bu ismiyle kendisini çok ananın rızkını arttırır, ona helal rızık kapıları açarmış. (ONUR BİLGE- BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ ) (Antoloji)

*********************************************************

ER REZZAK İSMİNİN YORUMU.

Allah , nefs etkisi altındaki davranış kararlarımız konusunda yaşadığımız tüm hallerimizden haberdardır ve bu etkilerin davranışlarımızdaki sonucunu yaşamakta olduğumuza ve yaşayacaklarımıza yansıtacağı konusunda hiç şüphe yoktur . Bundan dolayı insanın davranışlarının ve yaşayacaklarının zaman içerisindeki dağılımı, Allah ‘ ın El Rezzak isminin denetimi altında olduğunu söylemek rahatlıkla mümkündür. Nefs ise bunun tam tersi bir motivasyon içerisindedir ve bünyeyi hiç bir değere bağlı olmaksızın bir zaman çözümlemesi sınırında tutarak, yaşananları bir rastlantı olarak algılattırmak için, nasip maneviyatından yoksun bir bencillik çerçevesinde sınırlar, oluşturduğu algılarla gönül içeriğinden yoksun kıyasların muhatabı kılmaya çalışır.

Bir açılım yapmak gerekirse bu isim aynı manaya gelen iki farklı nefsani eğilimi çerçevelemektedir.

İlki nefsin rızık kavramı karşısındaki tutumları diğeri ise yine insan davranışlarının zaman içerisindeki dağılımını ifade eden nasip kavramı karşısındaki eğilimleridir. İnsanoğlunun hayatını idame ettirmek için çalışmak zorunda olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Bu yüzden çalışma hayatının başlangıcında elinden gelen imkânlar doğrultusunda kendisini yetiştirir ve içinde bulunduğu şartlar çerçevesinde bir noktadan hayata atılır. Artık bir işi vardır, ancak nefs hayat idamesi için bir zorunluluk olan bu işin kendisinin de tatmin olacağı bir doygunlukta olmasını ister ve hep kıyas konusu yapar.

Örneğin daha geniş imkânlarla elde edilmiş öğrenimin sağladığı bir işe sahip olan arkadaşımız ile kendi yaptığımız işi kıyaslar ve arkadaşımızın işini kendisine göre daha yüksek konumda görüyorsa mahzun olur. Dikkat etmek lazımdır, burada hissettiğimiz bir kıskançlık duygusu veya kendisini küçük görme değildir ( bkn. Mütekebbir ), bu tamamen nasip bilincinden bir yoksunluk olarak, hayatta karşılaşılan tesadüflerin çünkü o yaşananları rastlantı bakış açısı ile çözümler ” bizde de kısmet yok ” şeklindeki tercümesidir.

Kısaca şu andaki işimi bana Allah nasip etti diyemez. Yine her kesin yaptığı işin şekline göre kazanç manasında büyüklük, küçüklük rakamları vardır ve hep yüksek volümlü alım yapanlar beklenen müşteri profilidir. Bir tatlıcıya şık giyimli zengin görünümlü bir adam girer ve iki yüz elli gram baklava ister, bu nefsin beklediği şey değildir, onun tatmini ortalama müşteri başına birkaç kilodur. Yine aynı şeyi söyler ” bizde de kısmet yok ” . İnsan faaliyetlerinin zaman içerisindeki dağılımı ve nasip bilincimiz böyle durumlarda bizi El Rezzak ismine götürmelidir. Çünkü hayatımızı elde ettiğimiz işi bizim karşımıza çıkaran da, müşteriyi gönderende odur.

Yaşam içerisinde ekonomik imkanların da kısıtlı olduğu dönemlerde gerek hayat idamesi için gerekli günlük masraflar ve bazen bunlara ilave gelen ek yüklerde nefsin tahammülsüzlüklerini gösterdiği dönemlerdir.

Örneğin ailevi ihtiyaçları ay sonuna kadar karşılayabileceğiniz kısıtlı miktarda paranızın olduğu bir durumda, eşiniz ya da çocuklarınız ilave masraflar gerektiren bazı ihtiyaçların olduğunu beyan eden ifadelerde bulunurken siz o anda bunların nasıl karşılanacağını kara kara düşünmeye başlarsınız. Bu nefsani illüzyon insanı üzüntüye sürükleyen bir karmaşadır aslında. Gerek o ihtiyaçların hangi anda ortaya çıkacağını tam bilmeden ve karşılanamayacağına dair ortaya çıkan bir endişe, Allah’ın sizi rızıksız bırakacağına ve bunun zamana dayalı nasibinin ne zaman gerçekleşeceğine dair nefsani bir sıkıntı aldatmacasıdır . Yaşanılan bu dönem için yapılması gereken iyi bir programlama ve yaşanacakları bekleme şeklinde olmalı, nefsin oluşturmaya çalıştığı nasipsiz ve rızıksız hal El Rezzak ismi ile bertaraf edilmelidir. Bu duyguyu rızık endişesi olarak adlandırabiliriz. Ancak bu gelecek endişesi ile karıştırılmamalıdır, bu duygu başka bir isimde açıklanmaya çalışılacaktır.

Nefsin ne olursa olsun para kazanmak ve bu kazanç konusunda diğerlerinden üstün olmak doğrultusunda sürekli kıyas zemininde olan bir hali vardır. Bir iş anlaşması aşamasında olumlu sonuçlanabilecek bir sözleşme esnasında nasibin gerektirdiği tevazu yerine elde edeceklerinin açgözlülüğe dönüşümü ve işi kopardık edepsizliği nefsin kendisi de dâhil tarafların, işin içindeki insanların, hiçbir şeyin önemi yokmuş, elde edilecekler sadece kendi tatminleri doğrultusunda kullanılacakmış gibi bir adım daha üste çıktık kıyasça vehmi, onun yaşananları tesadüf olarak algılamasındandır. Tesadüf anlayışında insanları birbirine bağlayan ve hakkı temsil eden hiç bir sıcak duygu yoktur. Nasibe dayalı bu kıyaslar manzumesi sayılamayacak kadar çoktur.

Nefs elde edilmiş her işe kıyaslar sonucu elde ettiği tatminin bir sonucu olarak bakar ve o, şu bu kadar kazanıyor ben neden kazanmıyorum gibi, özellikle yeni işe başlamış insanlar üzerinde korkunç bir kıyas baskısı kurar ve Allah ‘ ın bu işi nasip ettiğine dair sağduyunun uyarılarına karşı durur. Tabii ki herkes daha iyi yaşam şartlarına kavuşmak isteyecektir ve bu bir haktır ancak nasibi nefsani kıyaslar sonucu elde etme illüzyonundan şiddetle uzak durmalı, hak edenin hakkını da yapabileceğimizin en iyisi ile vermeliyiz. Bu hak davranışın tarifi İslami kaynaklarda vardır.

Yaşadıklarımızı manalandırmak bazen bize çok zor gelmekte ve nefs de bunlara karşı oluşturduğu tahammülsüzlük algıları ile eşlik etmektedir. Nefs insan davranışlarının zaman içerisindeki dağılımını neden, niçin gibi bir sorgulama zemininde tutar, davranışları tarif eder, ya da gelecek için plan yapar.

Bir sohbet esnasında dışarıdan gelen birinin çok farklı bir konu ile bu sohbete katılması veya bizimde bildiğimiz bir meseleyi herhangi bir arkadaşımızın bu konudan kimsenin haberi yokmuş gibi gündeme getirmesi ve bu konudan uzun cümlelerle bahsetmesi, o an için birlikte olmayı çok arzuladığımız bir arkadaşımızın bir haberle yanımızdan ayrılmak zorunda olması, nefs tarafından ” nereden çıktı bu şimdi ” gibi bir tahammülsüzlük algısı ile karşılık görür. 

Sebebini bilmediğimiz bir nedenle birinin dişini çekmesi, elini beline götürmesi, avucunu dileniyormuş gibi kasıtsız olarak açması nefs tarafından hep tarif edilmeye çalışılır ve bunlara sebep üretilir. Diğer yandan nefs gelecekte olacakları planlamaya çalışır ve kendi yaptığı hesapların gelecekte tutmasını bekler. Yapılan bu hesaplar şu anın yeterlilikleri ile geleceğin olacaklarını bağdaştıran nefsin tatmini ile ilgili yorumlardır. Olacakları biliyormuş gibi yaşamak, insanın geleceğe matuf attığı adımlarda nefsin en çok müdahalesine muhatab olduğu eğilimdir. Bir ev alırsınız ancak na tamamdır ve sizde kirada oturmaktasınızdır. Kirada yaşamanın yükü ağır olduğundan bir an önce taşınmak istersiniz ve evin şu dönem biteceğine dair nefsani bir zihinsel yapı işin ekonomik tarafını size hesaplatmaya kalkar. Şuraya şu kadar buraya bu kadar masraf gider biz de şu ay taşınırız gibi planlar çoğunluk itibarı ile tutmaz ve insan zor durumda kalabilir.

Böyle dönemlerin en uygun davranışı tabi ki temkinli olmaktır. İşte gelecekte yaşayacaklarımıza dair ve diğer tüm nefsani, zamanda davranışların dağılımı ile ilgili algılar, yarattığı sıkıntılar Allah ‘ ın El Rezzak ismi ile bertaraf edilmeli, zaman ve tesadüf bilincimiz bu nefsani eğilimleri edeplendirmelidir. (Cafer Tayyar Ceyhan)

*****************************************************************

EL REZZAK;  Tüm halk edilmişlerin maddi ve manevi rızkını, gıdasını verip ihtiyaçlarını karşılayandır. Bu rızık kendisinden faydalanılan her şeydir.

İhtiyaç duyulan dört türlü gıda vardır; Cismin gıdası; Beşeriyetini sağlayıp hayatını idame için gerekli olan ihtiyaçlarıdır.

Vücudun gıdası; uyumak ve dinlenmektir.

Nefsin gıdası; Yemek, içmek ve meşru yani helal yollardan nefsini tatmin edip doyurmandır.

Ruhun gıdası; Allah’ı bilmek ve birleşmektir. Yani tevhid etmektir.

İşte tam bu rızıkları Allah er Rezzak ismi ile lütfundan ihsan eder. Dileyene ve dilediğine istidat, kapasite ve idrakine göre bolca verendir.

İnnAllâhe HUverRezzâku ZulKuvvetil Metiyn; (Zariyat/58)

Muhakkak ki Allâh; “HÛ” Rezzâk’tır, Zül Kuvvet’il Metiyn’dir. (A. Hulusi)

Fiiller eller ile işlendiğinden cismin rızkını temin eder. KaşaniHz. Te’vilâtında bu ayeti şöyle te’vil eder;

“İnnallahe Iıüverrezzaku zülkuvvetilmetiyn Yani, cemi sıfat ile mevsu! olan Zatı İlahiye, rızık gibi efali latiyfiye ve eşyada te’sir gibi efali kahriyyenin masdan (cevabı) ancak O’dur, gayrı değildir.”

“Elleziyne amenû ve tatmeinü kulubühüm Bizikrillâh* ela Bi zikrillâhi tatmeinnül kulub; (Ra’d/28)

Onlar ki iman etmişlerdir ve şuurları Allâh’ı hakikatlerinde olarak hatırlayıp hissetmenin tatminini yaşar! Kesinlikle biline ki, şuurlar Bizikrillâh (Allâh’ı, Esmâ’sının işaret ettiği anlamlar doğrultusunda hakikatinde HATIRLAYIP hissetmek) ile mutmain olur! (A. Hulusi)”

Allah’ın zikri ile, nefsin’ lisan ile ve nimetlerde tefekkürü yahud kalbin melekutta tefekkür ve celal ve cemal sıfatlarını mütalaası ile Allah’ı zikri sebebiyle kalpler mutmain olur.”

Diller Hakkın zikri ile mutmain olup hakkı ve sabrı tavsiye ederse kalpler de Hakkın manevi rızık deposu olur.

Allah indinde zikrin en eftali ruhun doyum ve ve gıdası ile Hak’ta “Fena” olup Hakkı Hakk ile zikirdir. İşte böyle kalbin bir saat darb-ı zikir ve akabinde tefekkürullah ile meşgul olması yetmiş sene ibadetten değerlidir. Kalbin mutmain ve tatmin olmasıdır. İşte o kalbe iblis musallat olamaz.

“Bir saat kalbi zikir ve akabinde tefekkür yetmiş sene ibadetten hayırlıdır.” ((Suyutî, Camiu’s-sağir)

İşte böyle bir kalbe Allah Teâlâ misafir olur;

“Yerlere göklere sığmam lâkin mü’min kulumun kalbine sığarım”. (Hadis-i Kutsi)

Er Rezzak’ın tecellisi ile müşahede edip manevi nimete ulaşan kimse zahir rızıktan kaybetse bile b u durum onu üzmez.

Rızıkların en üstünü ve ulvisi Vücud-u Hakkın kendisiyle zuhur ettiği rızıktır. Bu vücud var olan suretlerin mazharlarında zuhur etmiştir.

İmam-ı Kâmil hak sahiplerine ise hakkını isti^dat ve kabiliyetlerine göre verir. Bu yüzden de er Rezzak, varlıkların bekası için ihtiyaçlarını ihtiyaç sahiplerine ulaştıran demektir.

“Ve men a’reda an zikrİY feinne lehu me’ıyşeten danken ve nahşuruhu yevmel kıyameti a’ma; (Tâhâ/124)

“Kim zikrimden (hatırlattığım hakikatinden) yüz çevirir ise, muhakkak ki onun için (beden – bilinç kayıtlarıyla) çok sınırlı yaşam alanı vardır ve onu kıyamet sürecinde kör olarak haşrederiz.” (A. Hulusi)

Ayette geçen rızık ve geçim den Murad-ı ilahi, bir mü’min kulda Allah sevgisiyle birlikte hasıl olan rızık, kulun kalbinin sükûnu ve huzuru, emanlığı, aklının ve kalbinin selim olup selâmete ve kemâle erişip olgun bir mü’min olabilmesi gibi ulvi lütuflar, yani manevi gıdalardır. Tüm bu manevi gıdaların temini için ayette buyurulduğu üzere Allah’ın zikrinden asla yüz çevirmemek gereklidir. Allah sevgisi ancak ve ancak kesintisiz ve sürekli olan zikri ile hasıl olur. Öyle ki;

Bir şeyi çok seven, onu çok anar.”  (Müslim) Hadisi şerifini, Süleyman Celebinin mevlüdünde de işaret edilir.

Her nefes Allah adın de müdam,

Allah adıyla olur her iş temam.

Bu işarete uyarak yapılan zikrullah ve tefekkürullah, aşıkın maşukuna olan muhabbeti hasıl olur. Muhabbet te edep-i Muhammedi zuhura getirir, Allah’ın aşkına ve kurbiyete vesile olur.

Böylece bir kimse bilgisi olduğu yetki alanında sohbetleriyle dinleyenleri mutlu edip huzura kavuşturuyorsa, mutmain edip dünya gailesinden kurtarıyorsa ve de bu sohbetlerini devam ettirdiği sürece manevi rızkı devamlı artar. Böyle bir vasfa sahip olan kimse ruhun manevi gıdasına rızık deposu olup Rezzak isminin tecellisine nail olmuş olur.

Ve in min şey’in illâ ‘ındena hazainuh* ve ma nünezziluhu illâ Bi kaderin ma’lum;” (Hicr/21)

Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri (oluşturan kuvveleri) bizim indîmizde olmasın! Biz onu (o kuvveleri – özellikleri) gereken ölçüsüyle inzâl ederiz (açığa çıkartırız). (A. Hulusi)”

…. Rabbena ‘aleyke tevekkelna ve ileyke enebna veileykelmasıyr. (Mümtehine/4)

Ey rabbimiz, ancak sana dayandık, içtenlikle yalnız sana yöneldik Dönüşte ancak sanadır.

Bu ayetin te’vilinde

“Ey rabbimiz tevekkül ettik. Malûm ola ki tevekkül ikidir biri avam tefekkürüdür ki her bir umurunda, yani kesp (kazanç) ve kârında hakka tevekküldür. Bu vecihle tevekkül sahibini bozmaz çünkü Rezzak-ı alem herkesin rızkını verir. Mahcubiyet iktizasınca tevekkül etmeyip çalışmak çabalamak boştur. Mütevekkil olmayan sade yorgunlukla kalır.

Nitekim bir tarihte iki kişi tevekkül ile çalışmak tahtında birbiri ile söyleşir ki birincisi olduğu mahalden giderken bir üzüm tanesi bulur. Sözünü ispat için mütevekkil olan diğerine (Bolluk içinde olana) gelip der ki; Yahu ben gezdim bir üzüm tanesi buldum, sen çalışmadın ne buldun? Niçin benim sözüme kanmazsın çalışmadan olmaz. Bu mütevekkil der ki; O üzümü göreyim deyip alıp yemiş. Ve demiş ki; işte hal-i tevekkül böyledir, sen çalışır elde eder getirirsin ben yerim. Bu tevekkül Allah katında pek aşağı değildir Çünkü hem ikrar ve hem dahi şirk vardır. Ve biri dahi tevekkülullahtır. Kendisini fani bilip bekasını hakka vermektir. Bu tevekkül tevekkül-i hakikidir. (İbn. Arabi)

Yine başka bir kıssada ise Beyazid-i Bestami hz. Lerine soruyorlar; Efendim tevekkül nedir? Cevaben; Tevekkül cennet ve cehennemi dahi apaçık görüp te ikisinin üzerinde bir tercihte bile bulunmamak, ancak tüm tasarrufu Rabbine vermektir. Buyurur.

Hak ve hakikat ehli büyüklerimizin yine bu hususta biz aciz kullara nasihat ve tavsiyelerine dikkat edecek olursak;

Abdülkadir Geylani hz. de buyuruyor ki; “Allah’ın iradesi dışında bir şey isteme ki helak olursun. Hakk ve O’nun iradesine teslim ol ve hiçbir şeye karışma.”

Yine bir Allah dostu; Aşık isen eğer rızkını düşünme sen Allah’ı zikreder rızkını unutursan Allah Teâlâ sana daha hayırlı rızık verecektir.

Anlaşılacağı üzere bu hususta evliyaullah Hakk Teâlâ hz.nin kaza ve kaderini tam bir teslimiyetle kabul eder. Ne dış alemde ne de iç alemine muhalefet etmeden Din-i İslam’’ın kendilerine verdiği özel bir ilim ile mukadderat-ı ilahiyyeden hususi bir zevk ile lezzete ulaşırlar.

{{Züyyine lilleziyne keferul hayatüd dünya ve yesharûne minelleziyne âmenû* velleziynettekav fevkahüm yevmel kıyâmeti, vAllâhu yerzuku men yeşâu Bi ğayri hisab; (Bakara/12)

Dünya hayatı süslenip bezendi kâfirler için (hakikatlerini inkâr edenler süslü dış dünyaya yönelirler)! Onlar, (bu yüzden) iman edenlerle alay ederler. Oysa o korunan iman edenler, kıyamet günü onların fevkindedir. Allâh dilediğine hesapsız rızık verir.

… küllema dehale aleyha Zekeriyyel mıhrabe, vecede ‘ındeha rizka* kale ya Meryemu enna leki hazâ* kalet huve min indillâh* innAllâhe yerzuku men yeşâu Bi ğayri hısab. (A. İmran/37)

“Zekeriyya ne zaman Meryem’in bulunduğu mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu. Ey Meryem Bu sana nereden geliyor dedi. O da; Bu Allah tarafından, şüphe yok ki Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır. Dedi.

Liyecziyehümullâhu ahsene ma amilu ve yeziydehüm min fadliHİ, vAllâhu yerzüku men yeşau Bi ğayri hisab; (Nur/38)

Çünkü Allah kendilerine yaptıkları işlerin en güzeli ile mükâfat verecek ve fazlından da onlara daha ziyadesini verecektir. Allah dilediği kimseye hesapsız rızık verir.

Hz. Kaşâni te’vilatında; (Liyecziyehümullâhu ahsene ma amilu) Allah’u Teâlâ’nın, onları, vücud-i Hakkani ile, işledikleri amellerin daha güzeli olan; efal ve nüfus ve amal cennetleri ile mükafatlandırır. (ve yeziydehüm min fadliHİ) Ve kendilerine «Fazl-ı İlahi» olarak da Sıfat cennetlerini mükâfat olarak’ verir ve mükâfatını bu suretle artırır. vAllâhu yerzüku men yeşau Bi ğayri hisab Allahu Teâlâ hazretleri, dilediğini hesapsız olarak, sayılmayacak ve kıyas olunamayacak ervah ve müşahede cennetlerinden nzıklandınr.”

Allâhu Latıyfün Bi ‘ıbadiHİ yerzüku men yeşa’* ve HUvel Kaviyyül ‘Aziyz;. (Şûra/19)

Allah kullarına çok lütuf ihsan edendir. Her dilediğini bir türlü rızıklandırır O çok kuvvetlidir, her şeye galiptir.”

Hava-i nefsten sermaye-i izzettir istiğna,

Aziz olmasaydı Yusuf çekmese dâmen Züleyha’dan.

 

Bir kapıya bend ederse bin kapı eyler küşad,

Hazreti Allah’tırMalik-i fatihü’l-ebvab.

 

Ya Allah sen bizleri hakkıyla en güzel biçimde tevekkül edenlerden eyleyip manevi rızıklarla rızıklandır. Fenafillah olmayı nasip edip bekada Hakkı hak ile bilip fena ender fenada tevekkelullah ile tahkike vasıl eyle “El fakru’l-fakr hadisi şerifinin sırrıyla huzuruna gelmeyi nasip eyle. Amin. (Anonim)

********************************************************************

ER REZZAK

Ey benim Yüce Rabbim!

er-Rezzâk ismini çalıştım bugün! Kelime anlamı, sözlükte yarattığı bütün mahlûkatın rızkını veren, ruh ve bedenlerinin gıdasının yaratan olarak belirtilen, Rezzâk isminin tecellilerini yaşadım bugün!

Sen, bedenimi rızıklandıran, ruhumu doyuran Rabbim! Sen, yeryüzünde, toprak üstünde veya altında, havada ve denizde yaşayan tüm canlıların ve de özellikle onların aralarında aciz ve zayıf olanların, beden güçlerinin ve sıhhatlerinin devamı için, ihtiyaçları olan rızkı, tam vaktinde ve hiçbirini unutmadan verensin RABBİM!

“Şüphesiz ki, Allah’ın Kendisidir Rezzâk (rızık veren), kuvvet sahibi, Metîn (sağlam olan)dir.” (Zâriyât/58)

“Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların karar kıldıkları yerleri de, emaneten durdukları yerleri de bilir. Onların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hûd/6)

Rabbim, yarattığı her canlının rızkına kefil oluyor.

“Nice hayvanlar var ki, rızkını (biriktirip yanında) taşımıyor. Çünkü onların da, sizin de rızkınızı Allah veriyor. O, her şeyi işitendir ve her şeyi bilendir.” (Ankebût/60)

Sen, Allah’ım, Sen, tek İlâh’ım! Sen, Yaradanım!

Sen, rızkını tedarik edemeyen güçsüz, âciz, iktidarsız ve bir o kadar da çaresizlerin rızkını, hiç ummadıkları yerden verensin! Gözsüz elma kurdunu, leziz bir elmanın içinde yaşatan, onu, rızkıyla kuşatansın! Minicik karıncayı, yaz boyu çalıştırıp, kışa hazırlatansın!

“Bir de gökten bereketli bir su indirip de onunla bağlar, bahçeler ve biçilecek taneler bitirmekteyiz. Tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik. Bunları kullara rızık olması için (yetiştirmekteyiz). O su ile ölü bir toprağa can verdik, işte kabirden (hayata) çıkış da böyledir.” (Kaaf/9-11)

Ağaçların, hareket etme kabiliyeti yokken ve onlar bulundukları yerde, insanlara “tevekkülü öğreten dervişler” misali, rüzgârlarda salınıp, yapraklarına “hû” esmalı ilahiler söyletirken, rızklarını, gökten inen rahmetle ve topraktaki zengin minerallerle ağaçlara ulaştıransın Rabbim!

Hele hele, her yarattığının minik bir tasviri olan “yavrucuklara”, anaları vasıtasıyla rızklarını ulaştıran, mucize gıda süt ile onların saf ve temiz ağızlarına kadar uzatan ve bu tecelliler ile âleme, Rezzâk, Rahmân ve Azîz gibi nice isimlerini seyrettirensin Rabbim.

Bebekleri, anne şefkatiyle kucaklattırıp, rahmetle sarmalayansın Rabbim! Yavrusunu emziren her anneyi, kalp atışlarının senkronizminde bebeğiyle birleştiren ve o yavruyu maddî rızkla rızıklandırırken, ruh sağlığını kuvvetlendirerek, mânen de rızıklandıransın Rabbim!

Birsin! Büyüksün! Kudretin karşısında kulun ancak secdelerde Rabbim!

Mideye, bedenin sağlıklı halini korumak için gerekli rızka ulaşmanın yolunu “acıkma duygusu” ile verdiğin gibi, insan ruhunu, manevî rızklarla doyacak ve tatmin olacak şekilde donatan ve onu güzelliklere acıktırarak, “Aratansın” Allah’ım!

Kuluna, göz, kulak, kalp verip bunları “Rahmet” hazinelerinin anahtarı kılansın!

Göze, kâinattaki güzellikleri seyrettirip, onun sahibini bulmaya yöneltensin. Ve senin rızan doğrultusunda yaşayan kuluna, sana kavuşma yollarını açarak, en büyük rızk olan hidayetinle rızıklandıransın Allah’ım!

Yeryüzünü imtihan sahası kıldığın kuluna “rızkı” da ayrı bir imtihan aracı edensin.

Göklerin ve yerin kilitleri O’na aittir. O dilediğine rızkı genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki O, her şeyi hakkıyla bilir.” (Şûrâ/12)

Buyuruyorsun Rabbim!

“Ey insanlar! Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın. Allah’tan başka bir yaratıcı mı var? O size gökten ve yerden rızık verir. O’ndan başka ilâh yoktur. O halde (haktan) nasıl çevrilirsiniz?

Buyurarak, bizleri uyarıyorsun Rabbim. (Fâtır/3)

“Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın; ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.” (Âl-i İmrân/27)

Kelâmınla kullarına kendini anlatıyorsun Rabbim!

“De ki, “Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? O, kulaklara ve gözlere hükmeden kim? Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kim? İşleri idare eden kim?” Hemen “Allah’tır” diyecekler. De ki, “O halde Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” (Yûnus/31)

Buyurarak, kulunu muhatabın kılarak, şereflendiriyorsun ve ona aklını kullanarak doğru yolu bulmayı öğretiyorsun. Bu “manevî rızklarını” iman eden gönüllere yağdırıyor, onları iman nuru ile hidâyet rızkı ile doyuruyorsun Rabbim!

Dünya malı ile nimetlendirdiğin, rızkını geniş kıldığın kullarına, ahireti hatırlatıyor,

“Onlara: “Allah’ın size rızık olarak verdiği şeylerden hayra harcayın” dendiği zaman, o kâfirler, mü’minler için: “Allah’ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz apaçık bir sapıklık içinde değil de nesiniz?” dediler.” (Yâ-Sîn/47)

Diyenlerden olmamamızı istiyorsun Allah’ım!

“Birinize ölüm gelip de: “Rabbim, beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!” demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah) için harcayın.” (Münâfikûn/10)

Buyuran Rabbim! Bana verdiğin “rızkları” düşünüyorum ve ilk önce, aciz bedenimi saran hava, su ve güneş nimetlerin için teşekkür ediyorum!

Sonra, arızasız çalışan, muhteşem bir makine olan “bedenime”; Seni arayıp bulmakta bana büyük yardımcı olan “aklıma”; hep iyilik ve güzelliklere kodladığın için, yanlışlarımda beni hırpalayan, doğruları hissettirerek, beni hep hayırlara çekmeye çalışan “yüreğime” bakıyor, bu muhteşem nimetlerle donatılmanın şükrünü nasıl eda edebileceğimi düşünüyorum Allah’ım!

Kâinata, Senin varlığını anlatan İki Cihan Serveri Muhammed Mustafa’nın yol göstericiliğinde, Sana, Yüce Kelâmınla yalvarıyor ve Hz. İsa’nın duası ile yöneliyorum Sana:

Meryemoğlu İsa da: “Allah’ım, Rabbimiz, bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki, bizim için, önce ve sonra gelenlerimiz için bir bayram ve Senden bir mucize olsun. Bizi rızıklandır, Sen rızık verenlerin en hayırlısısın!” dedi.” (Maide/114)

Bizi, yeryüzünde Senin için yaşayıp, önümüze serdiğin manevî sofralardan nasipdâr olanlardan eyle Allah’ım! Verdiğin her nimeti paylaşanlardan ve Rezzâk isminin tecellilerini yaşayanlardan eyle bizi! Âmîn. (Vuslat Turabi)

*********************************************************

ALLAHTAN NE VE NASIL İSTEMELİYİZ

Ya Rabbi senin indinden ilahi lütfunu ve ikramını istiyorum! Demelidir.

İsteyeceğin şeyler muvakkattir, bitip gidecektir değmez. Allah’ın huzuruna çıkıp çer-çöp istemek, “dile benden ne dilersin” diyen kudretli bir sultanın huzuruna çıkıp bir araba çakıl taşı veya bir çuval saman istemek gibidir. Allah’ın huzurunda bütün dünyayı istesen bütün dünyanın hepsi bir saman çöpü kadar gelmez.

Peki, düşün ki yüce Allah, “Sana dünyanın mülkünü verdim!” dese ne yapacaksın? Sabahtan akşama kadar aralıksız yiyip içebilir misin? Sabahtan akşama kadar aralıksız arabayla mülkünü dolaşabilir misin?

Bazen gece kalkan tayyareyle uçtuğunda altta nakış gibi işlenmiş şehirler görünür. Londra senin, hepsi senin; oturduğun sarayı göster deseler, nerde, gösteremezsin hepsi senin! Yâni dünyanın çokluğu insana bir ferah, bir zevk, lezzet veremiyor.

Bir sofrayı kaldırıp öteki sofrayı önüne koyup yesen, sonra üçüncü sofradan yesen ki; çeşit türlü nimetlerle dolu, yine onu kaldırıp dördüncü sofrayı koysalar; Bu çeşit türlü nimetler senin, hepsini tadacaksın deseler; “Çatlayacağım!” Dersin.

Demek ki, Allah’ın huzurunda durup da dünyayı isteyen adama hepsi verildiğinde bir raddeye gelecek ki, dünyadan kaçmak isteyecek! O zaman niye kanaat kapısında durmazsın, bu kapıyı tutmazsın, niye bitmez tükenmez dünyayı istersin?

Düşün ki; bitmez tükenmez dünya sana verildiğinde, bir gün değil, ertesi gün her şeyi bırakıp kaçmak isteyeceksin. Onun için yeryüzünde insanoğlundan akılsız mahlûk yok. Hayvan etrafındakini yer rahat olur, olduğu mıntıka ona kâfi gelir; karnı doyunca yatar ve geviş getirir.

Yalan: dünyada da ahirette de insanın başına belâ ve cezâ getirir. Efendimiz Hz. Muhammed s.a.v. diyor ki,

“Yalan, insanın rızkını azaltır.”

Allah bizi yalandan ve yalancıdan uzak eylesin. İmanımızı takviye edecek ve geleceğimizi teminat altına alacak ilahi lütuf ve ikramı özlüyoruz.

 – İlâhi ikram ve lütuf nedir?

  • Kim İlâhi lütuf ve ikramdan mahrum kalırsa her şey den mahrum kalır.
  • Kim nâil olursa dünyada ve ahirette ebedî saadeti bulur, Allah’ın vergisi kesilmez, sonsuzdur.

 Onun için senin isteyeceğin; eşya, saman, çöp ve sebil kabilinden şeyler olmasın.  (S. Nazım Kıbrısi)

**********************************************************

RIZIK HUSUSUNDA TEVEKKÜL’ÜN ÖNEM VE LÜZUMU

Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki:

Gerek rızık ve gerekse diğer hususlardaki ihtiyaçlarda Allah’a tevekkül etmek, herkese iki şey için gereklidir:

1 — İbadet ve huzurun temini içindir. Çünkü rızık ve ihtiyaçları hususunda Allah’a tevekkül etmeyen ona dayanmayan kimse bu ihtiyaçların temini derdine düşer ve bu da onu ibâdet ve huzurun uzağına atar. Bu meşguliyet kişinin görünen zahiri tarafı ile görünmeyen batınî tarafı ile olur. Zahiri meşguliyeti, ihtiyaçlarım ticaret ya da el emeği ile kazanmak istemesiyle olur. Batınî meşguliyeti ise kalben dünyaya meyyâl olan zahidler gibi, nefsin isteği, kalbin düşüncesi ve aklın tedbir almasıyla olur.

Esasen ibadet ve huzur; yalnızca bedenin dünya nimetlerinden uzaklaşması ve Allah ile hemhâl olmakla temin edilir ki bu da ancak Allah’a güvenen ve ona tevekkül eden kullara nasib olur. Allah’a tevekkülü zayıf olan kul aynen kümeste hapis olunan tavuğa benzer. Kümesteki tavuk nasıl bir sıkıntı kararsızlık ve meşakkat arasında sahibinin getireceği yemi beklerse tevekkülü zayıf kul da rızkını aynı şekilde bekler. Onun bütün hayatı bu çeşit vesveseler ile sona erer. Kendini şerefli işlerden çekeceği İçin himmeti kesilir ve ibadet ve marifetullah gibi değerli şeylere kavuşmaktan yoksun kalır.

Ancak eğer kulun tevekkülü sağlam ise kalbini her türlü masivadan kurtarır ve sahib olduğu tevekkül onun saadetinin sermayesi olur. Artık okul ibadet ve huzur devletine ermiştir. İlim ve irfan gibi yüce vasıfların sahibi olmuştur. Peygamberimiz buyuruyor ki:

«Kim insanlara muhtaç olmamayı dilerse kendi elinde bulunandan ziyade Allah’ın kudret elinde olan rızkına değer versin ve güvensin.»

Büyüklerden bir zat diyor ki: Cenab-ı Hakka hulûsi kalb ile tevekkül edenlere emirler ve sultanlar bile muhtaç olur. Onun Mevla’sı Gani ve Hamid olan Allah’tır. Hal böyle olunca o kul nasıl olur da başkalarına muhtaç olur. Cenab-ı Hak bütün kullarının rızkını vermeyi üzerine almış ve tevekkülün herkes üzerine farz-ı aynı kılmıştır. Tevekkül sahibi bir zata: Mesela; Rızkını nereden temin edersin? Diye sorduklarında O:

– Çeşitli yerlerden temin ederim. Çünkü belirli bir yerden temin etmiş olsaydım şimdiye kadar biterdi, diye cevab verirdi.

Başka bir tevekkül sahibine de:

– Bu uzun çölleri bineğin ve yiyeceğin olmadan nasıl aşacaksın? Diye sordular. O da cevaben şöyle dedi:

– Dört şey vardır ki onlar benim azığımı teşkil eder:

A – Bütün insanları Allah’ın kulu olarak görürüm.

2 – İki cihanı Allah’ın ülkesi olarak görürüm.

3 – Her türlü rızkı ve rızık sebeplerini kudret-i İlâhi elinde görürüm.

4 – Allah’ın kazasını, bütün insanlara yer ve göğünden nâfiz görürüm.

Rızık hususunda tevekkülü terk etmenin büyük bir tehlike olduğunu bilmek gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak yaratmasıyla rızkı birbirine yakın kılmış ve Kur’an-ı Kerimde bununla ilgili olarak:

«Sizi yarattı ve sizi rızıklandırdı,» buyurmuştur. Bu ayet gösteriyor ki rızık vermek de aynen yaratmak gibi Cenab-ı Haktan olup başkası tarafından değildir. Cenab-ı Hak rızkı temin edeceği hususunda kullarına kefil olduğunu bildirmiştir.

Bununla ilgili olarak Kur’an’ı Kerim’de:

«Bütün hayvanların rızkım veren Allah’tır.» buyurmuştur. Ce-nab-ı Hak sözlü olmayı da kâfi görmemiş, bunun için yemin etmiş ve:

«Göklerin ve yerlerin Hakkı için beyân olunan âyetler, rızık ve vaad haktır. öyle ki sizin söylediğiniz sözde şüphelenmediğiniz kadar doğrudur.»

Cenab-ı Hak bununla da yetinmemiş kullarını kendisine tevekkül etmekle emir buyurmuş ve tevekkül etmeyenleri azabıyla korkutmuştur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

«Eğer mü’mln iseniz hiç ölmeyen (ve daima Hayy olan) Allah’a tevekkül ediniz.» (Hadis-i Kudsi)

Allah’ın Kur’an’ına kıymet vermeyip onu vadine itimat etmeyen, onun kendisine kefil olmasını yeterli görmeyen, yeminini emir ve tekidini nazarı itibara almayıp ona güvenmeyenin hâli çok acıklı ve azaplı olacaktır. Büyük sıkıntı, azab, âfet ve belâlara maruz kalacaktır. Allah’a yemin olsun ki bir kul için bu büyük bir musibettir. Bundan gaflete düşenlerin kalb gözleri kör değilse nedir?

Üveys-i Kamil (Veysel Karânî) Hz.’leri bir dostuna hitapla:

– Cenâb-ı Hakka yer ve gök ehli kadar ibadet etmiş olsan da onu tasdik etmedikten sonra Cenab-ı Hak senin bu ibadetlerini kabul etmez. Ona sordular ki:

– Allah’ı tasdik nasıl olur? O şöyle cevab verdi:

– Rızk konusunda Allah’ın sana kefil olduğuna güven, kalbini ve bedenini onun ibadet ve huzuru için azad et. (Yani rızık derdine düşmekle kalbini ve bedenini hapsetme). Eğer böyle yaparsan Cenab-ı Hakkı tasdik eylemiş olursun.

Herm b. Heyyân, Uveys-i Kami (Veysel Karânî) ’ye sordu ki:

– Nerede yerleşmemi emredersiniz? Üveys-i Kamil eliyle Şam tarafını işaret etti. Herm:

– Şam’da geçim nasıldır, diye sordu. Bu sözlerden son derece etkilenen ve hayretler içinde kalan Üveys şöyle dedi:

– Rızıklarını (Allah’ın vereceği hususunda) şüpheye düşen kimselere yazıklar olsun. Onlara öğüt fayda vermez. Kalbi yakin nuru ile dolan kimse her işinde sebepleri halk eden Mevla’sına güvenmiş ve hâbnakiz ona dayanarak tevekkül etmiştir.

TAM TEVEKKÜLÜN SINIR, HAKİKAT VE HİKMETİ

Ey Aziz Ehlullah diyorlar ki: Tevekkül, vekâlet kelimesinden gelir ve Arapça tefe’ül babındandır. Birine tevekkül etmek demek, işini ona havale etmek, onu vekil tayin etmek demektir. Vekil tutan kimse kendisi zorluklara katlanmadan işlerini görmüş olur.

TEVEKKÜLÜN SINIRI

Kalbin Allah’ın dışında herkesten ümidini kesmesi ve yalnız O’na dayanması, ona güvenmesidir. Diğer bir görüşe göre; tevekkül, işleri yaparken kalbi Allah’tan başkasına bağlamayıp daima Allah ile bir olmasını temin etmektir. Başka bir görüşe göre tevekkül, bağlanmayı terk etmektir. Bağlanmak ise bedenin kıvamını Allah’tan başkasından bilmektir. Yani bağlanmayı terk Allah’a bağlılık demektir.

Büyüklerden bir zat diyor ki:

– Tevekkül; bünyenin kıvam bulmasını, zarara maruz kalmamayı ve rızkı ancak Cenab-ı Haktan beklemek ve kalbi bu inançla mutmain etmektir.

Eğer Cenab-ı Hak murad ederse hiçbir sebep ve vasıta olmadan kendi kudret ve kuvvetiyle sana yeter. Ey insanoğlu! Bu hususu böylece bil ve kalbinle kesin olarak inan. Böyle yaparsan mahlûkat ile her türlü sebeplerden bütünüyle kesilir ve hakiki müessir olanın ancak Allah olduğunu bilir ve bulursun. Ondan sonra da tevekkülün kemale erer. Allah’ı bilen ârif bir kul olur ve onun huzurunda kalırsın.

Tevekkülün kalesi devamlı olarak Allah’ı zikretmek olup onun Kurlarının en kuvvetlisi Cenab-ı Hakkın ilim ve kudretindeki celâlini ve kemâlini bilmek ve onun her türlü unutma ve acizlikten uzak olduğunu düşünmektir. Kulun bu şekilde Mevla’sını zikretmesi ve onun kudretini düşünmesi rızkı hususunda onun tevekkülünün kemâl bulmasını temin eder.

RIZIKLAR DÖRDE AYRILIR:

1 – Allah’ın üzerine aldığı rızık:

Bu bedenin gıdası suyu ve kuvvetleri ile buna benzer şeylerdir. Cenab-ı Hak bu çeşit rızkı kuluna vereceğini vaad etmiş ve bunu üzerine almıştır. Tevekkülün bu rızkın karşılığında olanı kul üzerinde vacibdir ve vücubiyeti hem aklı ve hem de nakli delillerle sabit olmuştur.

Cenab-ı Hak bizim kendisine bedenimizle ibadet ve taatte bulunmamızı teklif etmiştir. Bunu yapabilmemizi sağlayacak güç ve kuvvete geçerli olan gıdayı temin etmeyi de üzerine almıştır. Bu rızkı üzerine alması Allah için üç bakımdandır.

  1. a) Cenab-ı Hak bizim Mevla’mız ve efendimizdir. Bizler onun aciz ve zavallı kullarıyız. Efendiye yakışan kulunun ihtiyacına yetecek rızkını temin etmektir. Kula gereken de kendi ihtiyaçlarını gören Mevla’sının emirlerine tâbi olmak ve emirlerini yerine getirmektir.
  2. b) Cenab-ı Hak kullarını kendisine muhtaç etmiştir. Fakat onlara rızkı nerden, nasıl ve ne zaman temin edeceğini bildirmemiştir ki kullar zamanı gelince rızkı istesin ve alsınlar. Rızkın kullara haber verilmeden ulaşması onun hikmetinin gereğidir.
  3. c) Cenab-ı Hakkın kullarına ibadet ve taati emrettiğini söylemiştik. Eğer kullar bütün vakitlerini rızık aramakla geçirecek olurlarsa Allah’a olan ibadet ve taatlerini yapamazlar. Şu halde kullarının rızkını üzerine alan Cenab-ı Hakk’ın bu işinde bir hikmet vardır. Kulların Allah’a karşı ibadet taat ve zikirleri ancak böylece mümkün olur. Esasen Allah için hiç bir işi yapmak vacib olamaz. Yani o hiçbir şeyi yapmak zorunda değildir. Ancak onun kullarının rızkını vereceğine kefil olması onun hikmetinin bir gereğidir.

2 – DAĞITILAN RIZIK:

Allah’ın kullarına dağıttığı ve levh-i mahfuzuna kaydettiği rızıktır. Herkes levh-i mahfuzda kendisi için yazılan rızkı zamanı gelince yer, içer ve elbiseleri de giyer. Yazılandan fazla yiyemeyeceği gibi, yazılandan az da yiyemez. Ne yazıldıysa onu mutlaka yer.

Peygamberimiz buyuruyor ki:

«Rızıklar taksim edilmiştir. Takva sahibinin takvası rızkını artırmayacağı gibi, fâcirin fucuru ile de nzkı azalmaz.

3 – TEMLİK EDİLEN (kulların mülkiyetine verilen) RIZIK:

Bir kulun dünyada bir şeye sahib olması ancak Cenab-ı Hakk’*ın takdiri ve rızası sayesinde olur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

«Ey mü’minler, size vermiş olduğumuz maldan (fakir ve yoksullara) nafaka Ve zekât verin.» (Bakara/254)

4 – VAAD OLUNA RIZIK:

Cenab-ı Hak kullan içindeki takva sahihlerine helâl yoldan ve hiç bir güçlüğe katlanmadan muttaki olmak şartıyla rızıklarını temin edeceğini vaad etmiştir. Cenab-ı Hak vaadin de haktır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

«Kim Allahtan korkarsa ona darlıktan genişliğe doğru çıkış yolu ihsan eder. Ve onu hiç beklemediği bir yerden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenip tevekkül ederse Allah ona yeter.»(Talâk/2-3)

Bu ayetler Cenab-ı Hakkın vereceğini vadettiği nzkı, bildirmektedir.

Rızkın çeşitleri bunlardan ibarettir. Ancak gıda ve bedenin kıvamı için gerekli olan ve yukarıda Allah’ın üzerine ifade ettiğimiz Cenab-ı Hakkın üzerine aldığı rızkı istemek mümkün değildir. Çünkü o Cenab-ı Hakkın hayat, ölüm ya da hastalık gibi yaratıkları üzerindeki fiillerindendir. Kul onu ne elde etmeye nede isteme güç ve kuvvetinde olamaz. Dağıtılan ve levh-i mahfuza yazılan rızkın temin edilmesi için de kulun araması ve bulması gerekli değildir. Çünkü buna gerek yoktur. Bu kulun kendisine ihtiyaç duyduğu malum rızıktır. Bu rızkı vermek Allah’tandır ve Allah bu rızkı vereceğini üzerine almıştır. Bu öyle bir rızıktır ki bunda çalışıp elde etmek şartı yoktur. Çünkü Allah’a tevekkül eden peygamber ve veliler sonsuz saadeti bulmuşlardır. Onlar rızkı temin için devamlı olarak bir yere bağlanıp çalışmamış, hayatlarını ibadet ve huzur içinde geçirmişlerdir.

Onlar böyle yapmakla hata etmemiş, Allah yolunda gitmiş ve hidayete ermişlerdir. Bu da gösteriyor ki rızık istemek ve elde etmek için sebeplere yapışmak kul için şart değildir. Rızık çalışmakla artmayacağı gibi istemeyi bırakmakla da azalmaz. Müslümanların çalışmaları yalnızca rızkın temini için değil, Allah’ın emri olmasından dolayıdır. Bu husus yanlış anlaşılmamalı ve İslâm’ın insanları tembelliğe sürüklediği fikrine kapılmamalıdır.

Çünkü kulun rızkı levh-i mahfuzda yazılandır. O belirli vasıflara ve vakitlere ayrılmıştır. Onun değişmesi imkânsızdır. Zamanı gelince kul rızkını mutlaka bulacaktır.

ResulAllah S.A.V. hadisinde Cenab-ı Hakkın yaratma, huy, rızık ve ecel gibi şeyleri tamamladığını bildirmiştir. Çocuğun dün yaya gelişinden ölümüne kadar bu hal değişmeden devam eder. Bu hususları nazarı itibara alarak göz önüne getiren kul, sebeplere değil o sebeplerin sahibine bakar.

Bedeni ve ruhi rahatlığa ererek Mevla’sının üns ve huzurunu bulur. Ebedî devlete ve saadete erer ve kalbini her türlü masivadan temizler.

MANZUME

Hüdadır mâni ve muti, felekle kâr ve bârim yok

Gönül mir’at (ayna)-ı sâfidir cihandan bir gübarım yok.

Yüksek ve alçak alemden ganidir himmet-i tabim

Ki endûh ve semâ ve arz ve derd-i ruzigarım yok.

Gönül kim mevlâ kapısıdır, yok ondan başka bir şuğlum

Onun aşkıdır ancak dilde, bir başka nigânım yok.

Tecerrüddür elbisem’, takvadır fahrim, bu aşk içre

Beden elbisesine o yüzden benim hiç itibârım yok.

Heyûla süretin koydum ki, eren leb’i mânâya

Heyûladan bu surettir mücerred perdedârım yok.

Enâniyyetle hor olmuşken erdi aşktan izzet,

Gönül mülkünde sultan oldum, asla itirazım yok.

Gönül aşkın himmetinin yüceliğini bulup felekleri geçti

Edây-ı izzet ve lezzet-i aşkı iktidârım yok.

İki âlemde hem ondan cüda bir yâr-ı görün kim

Derun-ı dilde bir aşk-ı Hüdâdır yâr-ı gânm yok.

Cihân karar yeri değil ona dil vermem

Ey HakkıCanım aşka fedâdır, bir an onsuz kararım yok (İbrahim (Hakkı Erzurumi- Marifetname)

{{“Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.}}


ESMA DERSLERİ – 26 – EL FETTÂH (68.video)

$
0
0

Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

 Ve yessirliy emriy;

 Vahlül ukdeten min lisaniy;

 Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi. Düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Rabbim hayırla aç, hayırla kapat bize bu hayrı sürdürecek bir güç ver ya Rabbi. Rabbim, bu ümmeti öksüz, bu ümmet yetim. Bu ümmete sahip olacak, sahip çıkacak öncüler, liderler, Kur’an nesli gönder ya rabbi. Bizi o nesle dahil et ya rabbi, tut ellerimizden ya rabbi bırakma ya rabbi. Bırakırsan düşüyoruz Allah’ım. Ya Rabbi aklı tasavvuru dili, zihni, hayatı vahiy ile inşa olmuş insanlardan kıl bizleri ve bu ümmete vahyin değerini, vahyin şuurunu, vahyin bilincini öğret ya rabbi. Bu ümmeti vahyin sancağını tekrar göndere çekecek bir liyakate sahip kıl ya rabbi. Amin, ya mu’in.

Değerli dostlar âna mahkûm olmamak lazım içinde yattığımız an bize acı veriyor olabilir, bizi üzüyor olabilir, yüreğimizi sızlatıyor olabilir, hatta duyduğumuzda kanımızı tepemize sıçratacak haberler olabilir. Fakat unutmamalı ki bu an sabit değil. Ânı mutlaklaştırdığımızda acılara karşı tedbir üretemeyiz, ânı mutlaklaştırdığımızda yenilmiş ve yıkılmış oluruz. Oysaki biz zamanın öznesiyiz nesnesi değiliz. Ânı mutlaklaştırdığımızda zamanın nesnesi olmuş oluruz, şu anda galip olan hep galip olacak zannederiz. Mağlûp olanı da hep mağlûp olacak zannederiz. İşte bu ânı mutlaklaştırmaktır, oysa şu anda galip olan yarın mağlûp olur, şu anda mağlûp olan yarın galip olur.

Dolayısıyla ânı mutlaklaştırmayalım, nasıl ki değerler ve ilkeler üzerinden konuştuğumuzda sabiteler ve değişkenler varsa zamana ilişkin konuştuğumuzda da geçici olanlar ve kalıcı olanlar var, geçici olanları kalıcı gibi görmeyelim. O zaman istemediğimiz halde istemediğimiz şeylerin kalıcı olmasına katkıda bulunmuş oluruz, yani arzumuzun hilafına davranmış oluruz. Onun için içinden geçtiğimiz zamanlar bıçak sırtı zamanlar, zor zamanlar ve kor mekânlardan geçiyoruz. Zaten coğrafya olarak bu bölge bir geçiş bölgesi, tabir caizse bir köprü. Köprülerin üzerinden her şey geçer, hayır da geçer şer de geçer. Dostta geçer düşman da geçer. İyilikte geçer kötülükte geçer.

Dolayısıyla köprü olmanın hem riski var hem avantajı var. Onun için köprü de yaşıyorsanız risklerine karşı hazırlıklı olacaksınız, avantajlarını da taşıyacaksınız, büyüteceksiniz, koruyacaksınız, koruyacağız. O nedenle bu coğrafya çatışmalardan arındırılamaz. O zaman çatışmayı biz bir tür fırsata çevirebilir miyiz, bunu düşünelim. Bu anlamda çatışma insanın var oluşunda var. İşte Feelhemeha fucureha ve takvâha. (Şems/8) Allah insanı yarattı fücurunu ve takvasını ona ilham etti. Takvanın tam zıddıdır fücur burada. Sorumsuzluk ve sorumluluk, günah ve sevap, iyilik ve kötülük. İki tane tohum, bu iki tohumu toprağına ekti ve dedi ki imtihan budur, suyu sana veriyorum hangisini sularsan. İster cehennemini sula büyüt, ister cennetini sula büyüt.

İşte bu da bir çatışmadır aslında, yani tragedya manasında bizde bir çatışma yoktur, o Yunan’da vardır. Yani  bu anlamda rabbimiz hayr dır. Teodiseye girmek istemiyorum ama Allah’ın ismidir Hayr. Kötülüğün tabiatı meselesi burada halledebileceğimiz bir mesele değil fakat Allah iyidir, kötülük arızidir kötülük asli değildir. Ama ilginçtir ki kötülüğü asli bilen zihniyetler dünyaya ve insanlığa bela olmuşlardır ve maalesef Yahudi zihniyeti dediğimiz, bakınız benim İbrani kavmiyle bir alıp veremeyeceğim yok, herhangi bir kavimle alıp vereceğim yok.

Daha geçen Meryem Cemile yi kaybettik, o da İbrani kavmine mensup bir kardeşimizdi, canımız, ciğerimiz parçamızdı. Dolayısıyla İbrani kavmiyle bir alıp vereceğimiz yok, yani Yahudilerin yaptığı üzerinden, Yahudi karşıtlığı üzerinden ırkçılık üretmeyelim, kendimizi tatmin de etmeyelim. Bu da aslında tersindendir şeytanileşmek olur, şeytana prim vermek olur. Ama kötülüğe nişan alalım, biz kötüye de değil kötülüğe nişan alalım zira insan iyidir. Dünyanın tüm çocukları din kardeşimizdir, buna doğunun ve batının, güneyin ve kuzeyin çocukları da giriyor. O nedenle problem kötülüğe asli bir hüviyet biçenlerin problemidir ve maalesef Yahudi zihniyeti, Yahudi ilahiyatı, Yahudi filozofisi kötülüğe asli bir değer biçer.

Onların bir tik kûm felsefesi vardır, özellikle Yahudi kabalizminde bu felsefe içkindir. Yahudi kabalizmi tik kûm felsefesi üzerine kuruludur. Bu felsefe özünde kötülüğün eşyanın aslından olduğunu kabul eder. Onun içindir ki şeytana bir hakikat giydirir ve onun içindir ki sevmediğini şeytanlaştırır.

Tanrı yaratırken (Tekvin bölümünde Tevrat’ın) iki insan yaratmıştır. Biri Adam biri “Lilith” Lilith; Adam’a mutlak itaat etmediği için şeytan olmuştur. Aslında lilitu Asur mitolojisinde fırtına tanrısıdır, fırtına şeytanı daha doğrusu. Asur mitolojisinin fırtına şeytanını getirmiştir kadına giydirmiştir Yahudi ilahiyatı ve şeytan olmuştur Lilith.

Ondan sonra bir başka kalemden çıkmış gibi, değişiveriyor üslûp aynı bölümde ve Tanrı Adam’ın yalnız kaldığını gördü ve Adam’ın kürek kemiklerinden birini aldı, Adam’ı uyuttu, ondan bir eş yarattı. Bu aslında ilk kadın değildir ikinci kadındır, ilk kadın şeytan olmuştur. Şimdi kötülüğü nasıl asli bir unsur gibi takdim ettiğine bakın. Onun içindir ki bu tik kum felsefesi çerçevesinde Tanrı kâinatı yaratırken bir miktar ışık tabir caizse yaratılış çömleğinin dibine sıkışmıştır. Bu ışığın çıkması için üstteki karanlığın boşalması lazımdır. O karanlık boşalmadan ışıkta çıkmayacaktır. Dolayısıyla yeryüzü kötüleşmeden o ışık oradan kurtulmayacaktır.

O zaman haydi hep beraber yeryüzünü kötüleştirelim, dayanılmaz edelim, yani Tanrıyı kıyamete zorlayalım ve mantık özünde budur. Onun için ki, kabalizmin bir devamıdır Sabbatai Zevi yani bugün dönmelik dediğimiz kurumun kurucusu Yahudi Mehdisi, Kabalist bir geleneğin devamıdır, onun içinde rabbilik gelenek Sabbatai yi kabul etmemiştir, reddetmiştir. Ama o aynı zamanda gitmiş bir fahişe ile evlenmiştir affedersiniz. Yani kötülüğü kabartalım. O Müslüman olmakla kötülüğü kabartmak istemiştir. Yani o kadar kötü olayım ki Müslüman olayım Tanrıyı gazaba getirelim ışık çıksın.

Bilmem anlatabildim mi, çok karmaşık şeyler. Ama bakınız bir insan nasıl bu kadar kötü olabilir, nasıl bu kadar yapabilir. İsrael Şahak Yahudi subayıdır, onun yazdığı eseri okumanızı ısrarla tavsiye ederim. Orada aynen bir Filistin belediye başkanının öldürdükten sonra ellerini, kollarını ve bacaklarını nasıl kızartıp şiş yapıp yediklerini anlatır. Bunu bir insan nasıl yapar? İsrael Şahak’ın kitabını tavsiye ederim diyorum. Bunu bir Yahudi anlatıyor vicdanlı ve insaflı bir Yahudi anlatıyor.

Dolayısıyla bu bir problemdir dünyanın bir Yahudi sorunu vardır, bunu dünya kabul etmeli ve dünya bu sorunu çözmelidir. Çözmedikçe dünyaya rahat yoktur. Onun için Yahudiler kendilerine ediyorlar gibi geliyor bana. Yani tüm kredilerini tüketiyorlar. Yarın sığınacakları hiçbir şeyleri kalmayacak gibi geliyor bana.

El Fettâh; ne de güzel gitti değil mi, tam da zamanı, tam da yeri. Ama şunu söyleyeyim dostlar. Öfke baldan tatlıdır onun için öfkemizi kontrol etmemiz lazım bu bir. İkincisi içinde bulunduğumuz anlara mahkûm olmamamız lazım. Öğreniyoruz, acı çeken öğreniyor demektir. Bakınız Uygurlar Çin okulunda okuyorlar anlatabiliyor muyum? Filistinli Müslüman’lar İsrail okulunda okuyorlar, Çeçen Müslümanlar Rus okulunda okuyorlar. Arakan Müslümanları Burma okulunda okuyorlar. Bunların hepsi bir okul, nasıl ki efendimiz ve ashab-ı kiram Mekke’de ki müşriklerin okulunda okudularsa. Bu bir okul, acı çekiyorsak öğreniyoruz demektir. Çünkü ölüler acı çekmezler, acı çekmek diriliğin alâmetidir, biz acı çekiyoruz.

Fakat Allah’ın izni ile acı çektirmeyeceğiz. Biz İnşaAllah bize yapılana misilleme yapmak yerine bize yapanları, yaptıklarından dolayı tövbeye, istiğfara, pişmanlığa davet edeceğiz. Bu anlamda biz yeryüzünün vicdanı olacağız, kalpsiz dünyanın kalbi olacağız. Yani nefretle hareket etmeyeceğiz. Evet, acı çekeceğiz. Efendimiz ne diyordu? Burada geldik Fettâh.. Elhamdülillah oradayız.

Onun için dur bakalım Fettâh ne yaparmış, Fetih neymiş onu göreceğiz bu derste. Yani bu anlamda şunu diyorum; Dengemizi kaybetmeyelim, bize dengemizi kaybettirmeye çalışıyorlar dengemizi bozmayalım. Kendi ilkelerimizi çiğnemeyelim, Allah’ın izni ile müzelik olmuş hiçbir inanca saldırılmaz.

İslam müzelik olmuş bir inanç sistemi olsaydı yeryüzünün egemen güçleri İslâm’ın üzerine bu kadar çok çullanmazlardı. İslâm çok canlı, kıpır kıpır kaynıyor. Müslüman’lar çok canlı, o kadar canlılar ki birbirlerine üşüşüyorlar. O kadar canlılar ki birbirlerini vuruyorlar. O kadar canlılar ki birbirlerine düşüyorlar. Yani bu kadarı da fazla diyorsunuz biliyorum ama ne yapalım ki işte bunun da bir düğmesi yok. O kadar canlılar ki..! Bölünüyorlar mitoz bölünme gibi, habire bölünüyorlar ama mitoz bölünme de olmuyor. Çünkü bölündükçe hücreleri tamamlanmıyor premetüre oluyorlar mikrop gibi, spor gibi.

Böyle olmasını istemiyoruz, böyle olmasın istiyoruz. Alın Suriye meselesinde bu kafa karışıklığı ne Allah aşkına, çok mu zor. Yani beni gündelik siyasetin içine çekmeyin bunlar gelir geçer, bu böyle kalacak değil. Ömrü gündelik leylekler gibi laklakla geçen insanlar geleceğe bir şey bırakamazlar. Bu günün gündemi bu, yarın değişecek, öbür gün değişecek, bu bitmez ki. Anlatabiliyor muyum?

Sabitelerimiz neler siz ondan haber verin bana. Yani Allah’ın gör dediği yerden bakıyor musunuz siz ondan haber verin. Allah’ın gör dediği yerden nasıl bakacak, nasıl bilecek? Öğrenirse bakacak, vahiyle inşa olursa bakacak. Sorun da odur, yoksa sorun o gün ne kadar eylem yaptığının sorunu değildir, sorun eylem sorunu değildir o manada. Sorun tasavvur sorunudur. Eğer tasavvurunuz yamuksa eyleminiz şeytanın defterine gelir irad edilir.

Tasavvuru düzeltmektir mesele budur. Ve bu derslerin gayesi budur.  Biz işi ta baştan alıyoruz, Allah’ın izni ile vahiyle inşa olmuş insanların kafasını karışık görmüyorum. Bir tane onların kafasını karışık görmüyorum zaten. Adam kalkmış Marksist, Leninist, Stalinist bir örgütün elemanlarına benden destek bekliyor. Aman Allah’ım Bu adamın aklını peynir ekmekle mi yemiş, bu adam İslâm’dan ne anlıyor? Bu adam benim hiçbir şeyimi okumamış mı, duymamış mı bunu nasıl bekleyebilir, bu hakarettir bana. Benim Türk kâfirlerime neler ettiğimi görmediler de Kürt kâfirleri de desteklememi bekliyorlar.

Ayıptır ayıp, biraz omurganız olsun omurganız. Müslüman olmak şaka değil, laf değil. Müslüman olmak Adam gibi durmaktır. Herkes kendi kâfirine hayır diyecek, yok öyle yağma. Benim; bizim gavurlarla uğraşa uğraşa saçımı ağarttığımı görmüyor musunuz da sizin gavurları destekleyeceğim. Onun için aidiyetimiz hakikate olsun. Allah diyelim İbrahim gibi teslim olalım ve gerisini de Allah’a bırakalım.

Adam gibi duralım, ne münasebet alı görüp ala, şalı görüp şala mı hevesleneceğiz. Bu saatten sonra her şey bitti de bu saatten sonra mı ırkçılık yaptıracaksınız bize. Yoo..! yo..! Kusura bakmayın ve bunu yapanlar benden uzak olsun, ben onlardan berîyim. Allah’a da ilan ediyorum Ya rabbi ben onlardan berîyim. Irkçılığın ne adına olursa olsun, Türkçülükmüş, Kürtçülükmüş ne adına olursa olsun yapacak olanlardan ben Berîyim bana bulaşmasınlar. Getirdikleri hayrı da geri götürsünler.

O nedenle Vahiy ile inşa olmuş insanların bakış açısı bellidir, ne yapacakları bellidir. Nerede oturup nerede kalkacakları bellidir, neye evet deyip neye hayır diyecekleri bellidir elhamdülillah. Kafamız çok net, biz Esed’in zulmüne bin kez hayır, o bebek yüzlü Katilin zulmüne bin kez hayır demeyi biliriz, Malatya’da ki füzeye karşı hayır demesini de biliriz. Biz eğer İran Esed’in yanında olursa inanın karşısında oluruz. İran Amerika’nın karşısında olursa İran’ın yanında oluruz. Eğer hizbullah’ın askerleri Esed’e destek verirse biz onun karşısında oluruz, ama Hizbullah İsrail ila karşı karşıya gelirse yanında, içinde canında oluruz.

O kadar zor mu bu Allah aşkına, bitti. Yani ayırmak, seçmek bu kadar zor mu? İllaki birbirine karıp karıştırıp ta zulmü adalete, mazlumu zalime katıp karıştırmak mı lazım. Furkan nerede kaldı? Farkı fark eden Furkan nerede kaldı, Kur’an dan aldığımız Furkan nerede kaldı? Bu kadar zor mu?

Çok kolay aslında..! Gene mi kızdım? Ne olur beni bağışlayın, bu da benim zaafım işte. Demek ki kendimi tutamıyorum hala adam olmaya ihtiyaç var.

El Fettâh; 68 . dersteyiz 1. İsmimiz el Fettâh, inanın seçsem ancak bu kadar gelirdi. Eşsiz benzersiz açan, davaları hakkaniyetle hükme bağlayan, tüm kapalı kapıları her tür açan demektir. Feth; açmak, açış demektir. Kapamak, kapayış anlamında ki iğlâk’ın zıddıdır. Feth; kapalılığın giderilmesi. Aslında kelimenin kök anlamı bu. Maddi de olur, manevi de olur. İsfahani’nin harika tespitiyle. Maddi kapalılığın giderilmesi bir yolun açılması, bir toprağın açılması, bir şehrin kapılarının açılması. Manevi de olur; gözün açılması, gönlün açılması, yürek fethi, gönül fethi, kalp fethi, akıl fethi, vicdan fethi, irade fethi, bunlar da manevi fetih.

(25.23 Buraya kadar esma dersleri ile ilgisi yok. Youtube video da ki ise 30.39)

Askeri zafere de Fetih denilmiş İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ. (Feth/1) oradaki askeri zafer değil yalnız, orada ki gönül fethi oraya geleceğiz.

Fahiha; Kur’an ı açtığı için, aslında hem Kur’an ın ön sözü olup Kur’an ın önünü açtığı için, hem de Kur’an da ki her bir ayetin içini açtığı için. Aslında Kur’an ın özeti Fatiha dadır. Tüm kitapların özeti Kur’an dır, Kur’an ın özeti de Fatiha’dır, Fatiha’nın özeti besmeledir. Eyvallah.

Feth adil hüküm vermek anlamına geliyor, bu anlamı ıstılah anlamı, ignomatik anlamı, adil hüküm vermek. Neden? Hasım iki tarafın arasını açmak, yani açmaktan kastım, ağacı kesip takırtıyı tüketmek Anadolu ifadesi ile. Dolayısıyla adil hüküm husumeti sona erdiren hükümdür. Eğer iki tarafta adalete razı ise husumeti sona erdirir. Onun için o da fetih olarak nitelendirilmiş.

Nazari çerçeveye şöyle bir girelim; Fettâh ile hayırlar feth olur, şerler def olur. İnsan çözüm üretebilen bir varlık, çok özel bir varlık. İnsan sorun da üretir yalnız çok ilginç. İnsan dışında ki varlıklar ne sorun üretirler, ne çözüm üretirler. O varlıklar otomatiğe bağlanmışlardır, sünnetullah’a tabidirler. Fakat insanın tabi olduğu sünnetullahı dinamik kadere tabidir statik kadere değil. Onun içindir ki insanın eylemleri insanın yasalarını belirler. Yani insan tabir caizse kendi kurallarını kendi eylemleriyle oluşturur. Yani şunu diyebilir miyiz bilgisayar dili ile konuşursak; Eşyanın yazılımı kapalı yazılımdır. Ama insanın yazılımı açık yazılımdır. Linux gibi desek olur mu? Olur, açık yazılımdır. Yani siz insanın yazılımına girebilirsiniz, Allah’ın yazılımına girebilir ve onun içinden kendi yazılımınızı yenileyebilir, update edebilir, güncelleyebilirsiniz. Ama bir ağaç bunu yapamaz, bir taş bunu yapamaz, güneş bunu yapamaz, ay bunu yapamaz, siz yaparsınız.

Onun için Davranışınız Allah’ın size davranışının sebebi oluyor. Bu çok ilginç bir şey, rabbimin verdiği değerdir bu aslında. O nedenle bunun bir çok örneğini anlatmıştım, anlatıyorum, Kur’an da da bir çok ayeti bu çerçeve de söylüyorum onun için buraya girmeyeceğim.

Bunun için eşyayı tabiatı, resmi, yazıyı, sözü ustalıklı bir biçimde kullanır İnsan. Sorun çözmek için kullanır, sorun çıkarmak içinde kullanır yani ne için kullanacaksa. Eşyayı sorun çıkarmak içinde kullanır sorun çözmek içinde, yazıyı sorun çıkarmak için kullanır çözmek içinde. Düşünceyi sorun çıkarmak içinde kullanır sorun çözmek içinde. Yani insan eline verilen tüm araçları sorun çıkarmak içinde kullanır sorun çözmek içinde. Bu noktada Ebu Hayyan et Tevhidi’yi o büyük adamı rahmetle analım. El İnsan müşkületül insan diyordu ya insan insanın sorunudur.

Bu cümleyi kurmak için adam olmak lazım. Evet, hicri 5. Yy da yaşamış o büyük İslâm filozofu cezbezeli adam. İnsan insanın sorunudur, bunu şu anlamda diyor, İnsan Allah’ın sorunu değildir, insan Allah için sorun oluşturamaz ki, hep sorun olsa yine sorun oluşturamaz. İnsan, insan için sorun oluşturabilir. Dolayısıyla insanı sorun olmaktan çıkarmak lazım. Yani insanı, insanın sorunu olmaktan çıkarmak lazım, insanın cenneti yapmak lazım, bunu da işte vahiy yapıyor.

Bütün bu meziyetlerine rağmen kim kalkıp ta insan hiç köşeye sıkışmaz diyebilir. İnsan çok meziyetli çok özlü bir varlık onun için en iyi olduğu için en iyi olunca en kötü olur. İnsan da bozulunca en kötü olur. İnsan hiç köşeye sıkışmaz diyen biri var mı aranızda, ben ömrümde hiç köşeye sıkışmadım diyen var mı, olur mu mümkün mü, meziyetin kadar sorunlarında büyük, ayrıcalıklı olunduğu kadar da sorunludur. İnsanın kapı açma yeteneği var doğru, yani çare bulma yeteneği var, çözüm üretme yeteneği var bu doğru fakat bu yetenek te bir yere kadar, bir yere gelip artık açamaz oluyor, tıkanıyor yani bir adım bile gidemiyor. İnsanın kapı açma yeteneği işte bazen sıkışıyor insan, bu sıkışıklıktan kurtulmak için bazen düşmanı dost zannediyor, verilmeyecek tavizler veriyor. Kendini kurtarmak için bazen ruhunu şeytana satabiliyor, bu Kur’an i bir ifadedir.

Fettâh ismi işte burada gündeme geliyor. Ey insan sıkıştığında, artık kapıları açamaz olduğunda, artık bir adım ilerleyemediğinde imkân bitmedi ey insan, Fettâh olan Allah var, Allah’ın Fettâh olduğuna iman ediyorsan problem yok. Allah var – problem yok. Niye? Çünkü Allah dağları bile açar, Allah’ın açamadığı, gücünün yetmediği bir kapı yok ki. Senin gücünün yetmediği çok kapı var, Allah’ın şifresini çözemeyeceği bir kapı yok ki, çünkü göklerin ve yerin mefatihi anahtarları O’nun elindedir. Sıkıştığı köşeden insanı kurtaracak, kapanan kapıları önünde açacak olan Fettâh olan Allah’tır.

İnsan bir hastalığa tutulur, tıbbın tüm imkânlarını kullanır. En ünlü hekimlere gider, tüm ilaçları dener, yapılacak her şeyi yapar, yer yüzünde olanın en iyilerine gider ama çaresizdir yapacak hiçbir şeyi yoktur, her şeyi denemiştir, hatta kendisi hekimdir. Ama kendi derdine derman olamaz.

Peki, Orada ne yapar? Fettâh olan Allah’a başvurur, döner ve ya Rabbi der. Ya Rabbi dediğinde Allah ona öyle kapılar açar ki o kapıları açması illaki hastalığını iyi etmesi anlamına gelmez, hastalığına şifa da gönderebilir. Hiç bilmediği beklemediği bir şeyi sebep kılabilir. Ama ille de fiziki hastalığını iyi edeceği anlamına gelmez, ona öyle bir kapı açar ki hastalığı dermanı olur, derdi dermanı olur.

Aranızdan bir bacınız var, şimdi bizi izliyordur Saide hanım. Geçen ziyaretine gittim Aman Allah’ım, istifade ettim, faydalandım. Yani insan böyle bir menfus hastalığa ne güzel hasta diyor insan, ben de hasta olsa falan diyesi geliyor yani, Allahuekber..! İnsan bu kadar mı istifade eder hastalığından.

Kur’an la inşa olmuş akıl böyle işte. Bu sıraların sürekli takipçisiydi, takva örtüsüyle gezerdi, öyle diyeyim de anlayın. Örtüsü başının üstünde değil yeleğinin üstünde idi. Ama rabbimiz böyle bir hastalıkla sınadı ve doktor demiş ki masadan kalkmama ihtimaliniz çok yüksek. Üzüleceğimi zannediyordu diyor ben o sırada hiçbir şeye dua etmedim akabeye dua ettim. Ya rabbi Akabe’nin sesini daha gür et ve oraya tebelleş olmuş bir takım safhalardan da orayı ayıkla kurtar ya rabbi. Dedim diyor ve Elhamdülillah geçen ziyaret ettiğimde dedim ya bendeniz istifade ettim. Onun için işte bu da Fettâh olan Allah’ın fethi, Allah böyle fetheder.

İnsan bir mağduriyet yaşar imkânı tüketir, bütün kapılar yüzüne kapanır, gidecek hiçbir yer kalmaz, hiçbir imkânı kalmaz. İşte orada ya Fettâh der ve kapılar açılır. Bir de bakarsınız hiç ummadığı yerden, bu maddi de olabilir ve men yettekıllâhe yec’al lehû mahrecen. (Tâlâk(2) Ve yerzukhu min haysü lâ yahtesib. (Tâlâk/3) Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olan kimseye Allah bir mahreç, bir kapı açar ve onu hiç hesap etmediği yerden rızıklandırır.

Allah aşkına özellikle ticaret yapan kardeşler başınıza gelmedi mi? Bittim dediniz değil mi? yok ötesi işte bittim..! Bu ödenmeyecek dediniz, ne oldu ise o gün bir şey oldu, şu şöyle oldu, bu böyle oldu, o öyle oldu..! Allah Allah bir de bakmışsınız olmuş, nasıl oldu? Vallahi ben de bilemedim. Fettâh olan Allah el attı. Allah yokmuş gibi düşünmediniz ve Allah “ben buradayım” dedi. Onun için “her şey bitti” söylemi iman olursa yerini “hiçbir şey bitmedi” ye bırakır. Tüm kapılar kapandı karamsarlığı yerini her kapıyı açan varsa bir umut ta vardıra bırakır. Allah her kapıyı açan Fettâh olduğu inancı dökülen elinizi kolunuzu yeniden toplamanıza vesile olur.

Fettâh olan Allah’a imanı zifiri geceye dönen gönlüne bir güneş gibi doğar insanın. İşte o zaman yürekten ya Fettah, ya Fettâh dersiniz va hayırlar feth olur şerler defolur.

Fe te ha maddesi Kur’an da 38 yerde geliyor. 2 yerde Allah’a nispetle geliyor biri tekil biri çoğul. Tekil gelen Allah’a nispetle Fettâh isminin kullanıldığı ayet Sebe’/26 ayeti. Çoğul gelen ayet ise hayrul fatihıyn, Allah açanların en hayırlısıdır, fatihlerin hayırlısıdır (A’raf/89)

Mekkî bir isim. Mekkî bir isim olmasının nüktesini de anlıyoruz. Zira özellikle bu sure 11. Yıl suresi yani Sebe’ suresi. 11. Yıl ise Mekke’nin en zor yıllarından biri. Bittim ya Rabbi dediği yıl Allah resulünün. Bittim ya rabbi demiş ti ki hemen arkasından Akabe biatları gözükecektir. Onun için Fettâh olan Allah fethetmiştir, önlerini açmıştır. İşte bu ismin Mekke de o yılda inmiş olmasının sebebi budur.

Fettâh olan Allah. Fettâh ismi zattan çok fiile dönüktür, yani Allah kimdir sorusunun cevabı olmaktan çok Allah ne yapar sorusunun cevabıdır. Allah açar Allah’ın açışı sıradan bir açış değil, insanın açışına benzemez eşsiz ve benzersiz bir açış. En isabetli hüküm ve kararla açmak, sorunu açmak, problemi çözmek. Ayette geçen mana da bu. Hz. Nuh’un duasını hatırlayalım ne diyordu? Rabbim benimle onların arasını aç. Feftah beyniy benimle onların arasını aç.

Demek ki aslında hüküm ve ya rabbi diyordu, aramızda sen hakem ol hüküm ver. Ben haksızsam beni cezalandır, onlar haksız ise onları cezalandır. Zaten tufan da bu duanın arkasından geldi.

Tek Fettâh isminin konusu Allah hakikat hakkında son sözü söyleyen makamdır. Ayeti okuyalım;

Kul yecme’u beynena Rabbüna sümme yeftehu beynena Bil Hakk* ve “HU”vel Fettahul’ ‘Aliym. (Sebe’/26) de ki rabbimiz bizi bir gün bir araya getirecek ve aramızda hükmünü hakkıyla verecektir. Zira O Fettâh’tır ‘Aliym dir.

Kul eruniyelleziyne elhaktüm Bihi şürekâe kella* bel HUvAllâhul ‘Aziyzül Hakiym. (Sebe’/27) de ki O’na ortak olarak tasavvur ettiklerinizi bana bir gösterin bakayım, asla yapamazsınız. Aksine O ‘Aziyz dir, Hakîm dir.

Görüldüğü gibi bu pasaj Allah dostlarının ve din önderlerinin şefaat edeceği inancına kökten bir reddiye demek. Pasajın verdiği mana budur. Yani bu ayetin indiği dönemde şefaat inancı baskın bir inançtı, müşrikler putlara Allah olarak tapmıyorlardı yok böyle bir şey. Zira Zümer/3. Ayetinde ifade buyurulduğu gibi siz bunlara niye tapıyorsunuz sualine müşriklerin verdiği cevap açık, liyükarribûna ilAllâhi zülfâ.. (Zümer/3) bunlar bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye.

Demek ki çok net, yoksa müşrikler Allah’a inanmayan insanlar değillerdi ki, o zaman zaten şirk olmaz, ilhad olur. Allah’ı inkâr etmek şirk değildir, Allah’ı inkâr etmek ilhaddır, ona da mülhid denir. Onlar Allah’a iman ediyorlardı fakat Allah’a astlarından aracılar buluyorlardı  min dûnillâh astlarından. Allah ile eşit te değil. Hiçbir putu Allah ile eşit görmüyorlardı. Onun için kadın vasfını veriyorlardı. İşte Uzza dişildir, müennestir. Lât; müennestir, menat müennestir isimler hep müennes. Niye? Bunlar Allah’ın melekleri, kızları diyorlardı. Aslında bu kızları çocuğu anlamına değil haremi anlamına. Niye? yazı falan falanla, kışı da falan falanla geçirir diyorlardı, böyle inanıyorlardı.

Peki, Allah’ın haşa haremi olarak gördükleri bu şeylere niye tapıyorlardı? Hani erkekleri hanımları razı ediyor ya, işte Allah’ı da haşa haremine razı ettirmiş olacaklar biz içeriden işi bağlayalım, çözelim meseleyi mantığıyla haşa Allah’ın gönlünü, Allah’ın haşa haremiyle çözecekler.

Mantığa bakın, mantık bu, net, açık ve net. Dolayısıyla şimdi siz bu mantığın orada kaldığını düşünebiliyor musunuz? Maalesef kalmadı, kalsaydı keşke. Onun için tüm şefaat ayetleri ZÜmer/44 ışığında anlaşılmalı Kul Lillâhiş şefa’atü cemiy’an. (Zümer/44) de ki tüm şefaat Allah’a aittir, bitti. İman ettik mi? Amenna. Sadakallahul ‘Azîym mi eyvallah, Allah doğru söyledi. Bitti.

Siz ey Allah dışında herhangi birinin kendisine şefaat edeceğini düşünen hatalı kardeşlerim, bu inancınızla hem kendinizi yakıyorsunuz, hem de hürmet ettiğiniz kimseleri yakıyorsunuz, yapmayın. Bu konuda son hükmü veren siz değilsiniz, Allah’tır. Zira Fettâh olan odur. Aksi davranış Fettâh isminden rol çalmaktır. Allah’tan rol çalmaya kalkanlar ahirette Allah’a ne cevap vereceklerini hazırladılar mı? Ahiret zor, Allah’a ne cevap vereceğinizi hazırlamadan Allah’tan rol çalmayın derim.

Fettâh olan Allah’ın açtığı kapılar; Fettâh olan Allah’ın açtığı ilâhi rahmet kapısını kimse kapatamaz. Öyle diyor Kur’an. Bismillâh;  Ma yeftehıllahu linNasi min rahmetin fela mümsike leha* ve ma yümsik fela mursile lehu min ba’dihi ve “HU”vel ‘Aziyzül Hakiym. (Fatır/2) Allah’ın açtığını kimse kapatamaz, Allah’ın kapattığını da kimse açamaz diyor özetle ayeti kerime.

Öyle mi? öyle. Peki, Allah bir kapıyı kapatıp bir kapıyı açmayı nasıl kararlaştırır, yani bunu keyfince mi yapar? Haşa, rabbimiz hiç tombaladan çekmez, öyle bir şeyi yok rabbimizin. Rabbimizin tüm eylemleri hikmetlidir, hikmetsiz iş yapmaz. Hikmetsiz iş yapmamak demek sebepsiz iş yapmaz. Onun için anlamsız ve amaçsız iş yapmaz demek hikmetsiz demek. Çünkü hikmet anlam ve amaçtır. Onun için rabbimiz anlamsız ve amaçsız iş yapmaz.

O zaman niye açar bir kapıyı niye kapatır, sebep nedir? Sebebi sizsiniz, biziz, yani o kapıyı açıp kapatmasının sebebi biziz. Eğer biz hak etmişsek layıksak açar, layık değilsek kapatır. Zımnen bu şu;İ Ey Mekke müşrikleri Allah elçi olarak Abdullah oğlu Muhammmed’i seçmiştir, ona karşı savaşmak Allah’ın açtığı kapıyı kapatmaya çalışmaktır, başaramazsınız demektir.

Bereket kapılarını açarmış rabbimiz, ayete bakın; Velev enne ehlel kura amenû vettekav le fetahna aleyhim berakatin mines Semai vel Ardı ve lâkin kezzebu feehaznahüm Bi ma kânu yeksibun. (A’raf/96) eğer şu medeniyetlerin üyeleri veya şu şehirlerin halkları iman etseler ve Allah’a karşı sorumlu davransalardı le fetahna aleyhim berakatin mines Semai göklerin bereketini üzerlerine açardık. Eyvallah..! Ve yerin bereketini üzerlerine açardık, Vel Ard. Fakat yalanladılar, biz de onları yaptıkları yüzünden enseleyiverdik.

Vahiy, Fettâh olan Allah’ın açtığı kapı değil mi? Allah arşın kapısını açmadan vahiy iner mi? Fakat o kapıdan geçmek insanın tercihine kalmış. Allah kendi vahyine yüreklerinin kapısını açmayanları şöyle uyarıyor, çok önemli, Rabbim arşın kapısını açmayı üstleniyor ve sana diyor ki sen de yüreğinin kapısını aç. Ben Arşımın kapısını açtım sen de yüreğinin. O arşının kapısını açıyor vahiy iniyor, ama siz yüreğinizin kapısını açmazsanız inen vahiy size, sizin yüreğinize girmiyor. O zaman vahiy sizin için inmiş olmuyor, yani sizin için henüz inmemiş oluyor, inen vahye sırt çevirmiş oluyorsunuz.

Hiç şüphesiz mesajlarımızı yalanlamaya kalkan ve onları küçümseyenlere yüce alemlerin kapıları açılmayacak diyor A’raf/40. Ayet. Yüce alemlerin kapıları açılmayacak demek ne demek? Vahyin yüce anlamlarını onların gönül arzına nazil olmayacaklar. Eyvallah..!

Fettâh olan Allah’ın kudret elinde ki anahtar nelermiş, rabbimizin elinde anahtarlar varmış. Kainatın anahtarları Allah’ın Kudret elindeymiş.

Şimdi eskiden anahtar deyince bizim aklımıza koca koca kilitler gelirdi değil mi? Böyle özellikle bakır veya efendim alaşımdan kilitler, tunçtan kilitler..! Hatırlar mısınız o koca kapıların kilitlerini, ondan sonra kilitler küçüldü, teknoloji geliştikçe kilitler küçüldükçe küçüldü, yine metalin küçüğüne indi. Ama şimdi modern zamanda yaşayan insanlar anahtar ve kilit deyince artık akıllarına metalden şeyler gelmiyor şifreler geliyor, elektronik anahtarlar geliyor ki çok daha zor taklit edilebilir. Metal anahtarlar taklit edilir, taklit edilemeyen metal anahtar yok, ama şifre çok daha zor taklit edilir. Şimdi biz aslında mefâtiyh Allah’ın elinde ki anahtarlar ibaresini geçmiş nesillerden çok daha kolay anlıyoruz. Çünkü elektronik anahtarları gördük. Bugün hacker lerin kırmaya çalıştığı elektronik anahtarları.

Varlığın anahtarları Fettâh olan Allah’ın elinde haydi kırın bakalım, kırında göreyim. Ey dünyanın hackerleri, birleşin ve Allah’ın elindeki varlığın anahtarını kırın da açın bir bakayım. Varlığın yasalarının anahtarları da ondan. Bazılarının anahtarını koymuş, anahtarın şifresini de içine koymuş siz bulun diyor, keşfedin diyor. İşte keşif odur, fiziğin, kimyanın, tıbbın, botaniğin, astronominin keşifleri ve diğer ilimlerin keşifleri aslında rabbimizin eşyanın içine koyduğu anahtarları keşiftir. O anahtarları keşfettiğinizde eşyanın içine giriyorsunuz. İşte Genon projesi bu keşif sonucunda ulaşılan bir şey değil mi, bire başarı aynı zamanda. Yani insan geninin haritasının çıkarılması. O anahtarı çözdüğünüz zaman girebiliyorsunuz. Atomu çözmeden atomum içine girilemedi. Atomun içine girildiği anda anlaşıldı atomun daha alt parçacıklarının, onun da alt parçacıklarının olduğu.

Dolayısıyla işte hücrenin içine girilmeden, hücrenin şifresini çözmeden hücrenin içine giremiyorsunuz. Hücrenin içine giremediğiniz zaman da hastalıkları bulamıyorsunuz. Rabbimiz onun anahtarını oraya koymuş ve siz bu anahtarı bulun diyor. Şimdi bu anahtarı bulup onu açan insan hakkını vermiştir. Buna Müslüman olmak değil miydi. Müslüman layıktı ama siz ilmi ikiye ayırırsanız bir kısmına din ilmi bir kısmına dünya ilmi derseniz, dünya ilmini de küçük görür ve öbürlerine bırakırsanız olacağı da budur.

Oysaki Allah’ın arştan inen ayetiyle arzdan çıkan ayetini ayıramazsınız. Zira Allah hem afâka hem enfüse koymuştur ayetlerini. Onun için Ve fiyl Ardı ayatun lilmukıniyn – Ve fiy enfüsiküm… (Zariyat/20-21) budur, Allah’ın yer yüzünde ayetleri vardır mukıniyn, ikan edenler, yani gönlü yatışacak olanlar için. Kendinizde de Allah’ın ayetleri var, siz Allah’ın kitabısınız diyor aslında. Onun için biz bu ikisinin arasını ayırdık maalesef. Bir kısmına ihya-i ulûmiddiyn dedik ama ihya-i ulûmiddünya olmadı, ihya-i ulûm olmalıydı aslında ilimlerin ihyası din ilimlerinin değil. Zira tefsir ne kadar dinin ilmi ise, tıp ta o kadar dinin ilmidir, bu ikisini ayıramazsınız. Tıbbın ilgilendiği kitap, insan kitabı, tefsirin ilgilendiği kitap Kur’an kitabı. Nasıl ayırırsınız siz. Aksine Kur’an insana indi, insan Kur’an a inmedi bunu birbirinden nasıl ayırırsınız.

Fettâh olan Allah belâ kapılarını da açarmış, sadece Allah’ın açtığı kapılar nimet kapıları değilmiş, rızık kapıları değilmiş. Belâ iptila, İptila, imtihan demektir, yani belâ deyince kötülük akla gelmesin, aslında zalime belâ iyiliktir. Zalime de iyiliktir mazluma da. Bakınız Tufan bir iyiliktir, ama nasıl tufan iyilik olur ey Allah’ın Mustafa kulu, Tufanda helak oldu insanlar. Tufanda insanların günahı azaldı. Tufan yeryüzünün abdest almasıdır. Allah yeryüzüne gusül abdesti aldırdı, necasetten taharet ettirdi yeryüzünü. Ne oldu; zalimin zulmü biraz daha az oldu, kâfirin küfrü biraz daha az oldu, mü’minlerin önü de açıldı. Yani onlar, o zalimler Allah’ın huzuruna çıktıklarında şunu diyemeyecekler; Ya rabbi bize tufan ile zulmettin. Bunu diyemeyecekler aksine manzarayı gördüklerinde şu anda vereceğimiz hesap daha fazla olacaktı iyi ki tufan olmuş diyecekler. Onun için onlar da elhamdülillâh diyecek. Ahirette hesabı görülen herkes Elhamdülillâh diyecek.

Hasan el Basri’nin ayeti tefsiri de bu, kafirler ve müşrikler de elhamdülillah diyecekler diyor. Çünkü onlar bir daha hayat olmayacağını yok olmaktan daha ağır bir ceza yoktur.

Cehennem kâfirin var oluşunun garantisidir, yok olmaktan daha ağır bir ceza yoktur. Allah’ın rahmeti cehennemi de kuşattığına göre gerisini biz düşünmeyelim, rabbim düşünmüştür zaten eyvallah.

Fettah olan Allah sadece rahmet ve nimet değil imtihan ve bela kapılarını da açar. O helâki hak edenin helâkini diler Fede’a Rabbehu enniy mağlubun fentasır. (Kamer/10) Nûh ellerini kaldırdı ve rabbim dedi ben mağlûp oldum sen yardıma yetiş. Fefetahnâ ebvabes Semai Bimain munhemir. (Kamer/11) biz de göklerin kapılarını açtık Fettâh olan Allah göklerdeki denizi yere indirdik. Bimain munhamir.

Ne oldu? Denizin sahibi Allah değil mi karada gemi yaparsan eğer, denizi ayağına getirir. Yani şuna bak diyorlardı, delinin zoruna bak karada gemi yapıyor. Nûh diyorlardı bu gemiyi yapmışsın da bunun denizi nerede? Evet, öyle. Sen karada gemini yap arkadaş.

Ey faize bulaşmadan ticaret yapan yiğitler, zaten bir Müslüman faize nasıl bulaşır, borca dayalı para sistemi şeytani bir tuzaktır. Yeryüzünde icat edilmiş en büyük tuzaktır. Allah rızası için sizi sakındırıyorum, hangi tumturaklı gerekçeyle olursa olsun faize bulaşmayın, bu adamlar size kuruş koklatmazlar sizin bedeninizi almadan kolunuzu vermezler. Onun için eğer parmağınızı kaptırırsınız varlığınız gider, acımazlar. 3 kuruş alırsınız ömrünüzle ödeyemezsiniz. Hiçbir tumturaklı gerekçeyle bulaşmayın bunlara, bu bir tuzaktır ve yeryüzünde insanoğlunun icat ettiği en şeytani tuzaktır borca dayalı para sistemi.

Aslında kâğıt para bir tuzaktır onun için lütfen eğer peşininiz varsa vadeli almayın, peşin almak sevaptır. Altını çizerek söylüyorum eğer haksız çıkarsam Allah huzurunda yakama yapışın. Peşin alacağım deyin, mümkinse lütfen kredi kartı kullanmayın. Bunlar yasak anlamına, haram anlamına falan gelmiyor asla, ama mümkinse diyorum.

Dolayısıyla bu tuzağa düşmeyelim, bu tuzağı bozalım. Yani bu savaş sadece Gazze de verilen bir savaş olmasın, bu savaş küresel bir savaş, global bir savaş ve bu savaşın daha derin ve sofistike enstrümanları var, ekonomi bu enstrümanların en derin olanı. Onun için borca dayalı para sisteminde Müslümanları kündeye getiriyorlar haberiniz olsun.

Fettâh isminin nebide ki tecellisi; Üsame Bin Zeyd bir ev almış vade ile peygamberimiz de duymuş. Peygamberimiz tâhh..! Üsame vade ile ev almış he? Üsame bu kadar yaşayacağını nereden biliyormuş, bir daha diyor muş tâhh..! Üsame demek vadeli ev almış Üsame bu kadar yaşayacağını nereden biliyormuş. Aman Allah’ım..! Eyvallah. Bazen susasım geliyor, susarak konuşasım geliyor..!

Fettah isminin nebideki tecellisi Kur’an a göre İslâm hz. Peygamberin değil Allah’ın kurduğu bir din dir. İslâm ın sahibi, kurucusu Allah resulü değildir, Allah’tır. İslâm Allah’ın razı olduğu ömrü insanlıkla belki varlıkla yaşıt tek dindir. Allah’ın razı olduğu tek dindir, ömrü de insanlıkla yaşıttır, belki varlıkla yaşıttır. Varlık üzerinden İslâm ın tanımı, İslam Allah’ın kâinatı yönettiği sistemin adıdır. İslâm teslimiyet yoludur, İslâm bir mensubiyet değildir bir hayat tarzıdır. Yani sizin “ben Müslümanım” demenizin hiçbir önemi yok, Allah’ın; “sen Müslümansın” demesinin önemi vardır.

İslam insanlığın değişmez değerlerinin öbür adı ve insanın mutluluğudur. İslâm’ın insana ulaşması her zaman kolay olmamıştır, çoğu zaman engeller girmiştir, bu engelleri aşmaya fetih denir. Hz. Peygamber İnsan ile İslâm arasında ki engelleri Mekke döneminde Kur’an ile aştı, öyle olmadı mı? Kur’an dan başka anahtar mı vardı efendimizin elinde. Gidiyor ve Kur’an okuyordu hepsi bu. Efendimizin eline verilmiş iftah anahtar Kur’an anahtarıydı.

Peki bu anahtarla Kur’an nereleri açıyordu? Kalbi açıyordu, yürekleri açıyordu, gönülleri açıyordu, Kur’an gönülleri açan bir anahtardı. Bakın ilk sahabiler neyle Müslüman olmuşlar, şöyle bakın, Kur’an ın açtığı gönüllerle imana ermişler onlar.

Hz. Peygamber İnsanla İslâm arasında ki engelleri Mekke döneminde Kur’an ile açtı, ülkeler savaşla alınır, Medine fethedilmiştir diyor peygamberimiz. Allah Allah ülkeler savaşla alınır, Medine fetihle nasıl oluyor bu? Peygamberimiz Medine’ye girmek için savaş falan mı verdi, biz duymamıştık bunu. Demek ki Medine fethedilmiş. Peygamberimizin dilinde fethin anlamı, Kur’an da ki anlamı, gönül fethi, yürek fethi.

Bedir zaferi sadece mü’minler için bir fetih değilmiş Kur’an a göre, müşrikler içinde bir fetihmiş. Enfal/10. Ayetinde aynen şöyle diyor; Siz ey fetih isteyen müşrikler işte fetih ayağınıza geldi. Harika..! Mü’minler için Uhud yenilgisi bir fetih idi. Yahu yenilgi nasıl fetih olur diyeceksiniz, yenilgi de fetih olur. Çünkü içinizde ki çürük elmaları ayıkladı, münafıkları mü’minlerden ayıkladı ve rabbim esasında nefsinize kapılacaktınız, biz yenilmeziz, Bedir bir, Uhud iki dedirtmedi size, orada dur. Niye? Komutanı peygamber ordusu sahabe de olsa eğer siz sünnetullahı gereği davranmazsanız yenilirsiniz. Bu da bir fetihtir, bu da aklın önünü açmaktır. Rabbim akıllarının önünü açmak için Uhud’da önlerini kapattı. Eyvallah.

Fetih suresi ya da fethi mubin. Kur’an da fetih isimli tek sure Mushafta 48. Sırada yer alan fetih suresi. Peki bu sure bir savaşın arkasından mı indi? Hayır, bu surenin iniş gerekçesi ne? Hudeybiye barış anlaşması. Hudeybiye de neler olduğunu biliyorsunuz, efendimiz bir rüya görüyor (Biliyorsunuz Fetih/24. Ayetinde; Lekad sadekAllâhu RasûleHUrrü’ya BilHakk ayeti kerimesi ile bildirdiği bir rüya) Rüya üzerine haydi diyor, zaten burunlarında tütüyor Mekke, Kâbe özlemişler, Kâbe’ye gidiyoruz, rüya da gördüm.

Nasıl olacak? Peygamber rüya da gördüyse tamam 1400 veya 1.500 kişi ortalama bu. İhramlarını giyiyorlar, yanlarına bir tane ihramlının alacağı zati eşya olarak kılıç alıyorlar. Miğfer yok, kalkan yok, zırh yok, silahlar yok hiçbir şey yok. Bir tane zati eşya olarak kılıç alıyorlar ve kurbanlarını da alıp yola. Efendimiz Mekke’ye yaklaşırken Halit Bin Velid komutasında 200 kişilik bir müşrik ordusu gönderiyorlar. Efendimiz bunu haber alınca 2o Km. mesafede ki Hudeybiye ye geliyorç Mü’minleri hacı, umru grubunu oraya konuşlandırıyor.

Ondan sonra efendimiz Mekke’ye Hz. Osman’ı gönderiyor, Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberi gelince Peygamberimiz bey’at alıyor bir ağacın dibinde. Kanlarının son damlasına kadar Allah için savaşacakların bey’at ediyorlar. Bir kişi hariç, o da devenin altına saklanmış korkusundan. Sonra o da ki çıkıyor, O kişi de iyiki çıkmış diyorum yani insan kılçıksız varlık değildir, bu da güzel bir şey. Yani peygamber elleri ile inşa etmiş olsa dahi o toplumda bir kılçık çıkar bunu görüyoruz.

Ondan sonra önce 40 kişilik bir pusu saldırısı, ama pusu kuranlar pusuya düşüyorlar, peygamberimiz çok taktik ve stratejik davranıyor orada, bir 80 kişi daha derdest ediliyorlar, gece yarısı yakalanıyorlar. Kendileri Müslümanları basmaya gelmişlerdi, kendileri yakalanıyorlar. Peygamberimiz kıllarına bile dokunmadan iade ediyor iki saldırgan grubu da. Mekke’liler buradan anlıyorlar. Birini yolluyorlar adam müzakere etmek için Kuleys isimli biri geliyor ama bakıyor ki yanlarında kurban sırtlarında ihram ağzını açmadan geri gidiyor durum böyle böyle diyor.

Ondan sonra Kureyş diplomatik heyetini gönderiyor. 3 kişilik Süheyl Bin Amr liderliğinde heyet geliyor, peygamberimizle bir anlaşma ahd ediyorlar 4 maddelik. 2. Maddesi Mekke’den Medine’ye biri geçerse verilecek, Mekke den Medine’ye biri geçerse verilmeyecek. Bu aleyhte gibi görünüyor. Bu tabii baya üzüyor, bir de Mekke’yi ziyaret edemediler, üstelik ResulAllah’ta haydi gidiyoruz ziyaret edeceğiz dedi, rüyasında da gösterildiğini söyledi. Ne olacak şimdi?

Müslümanlar tabii içlerinde biraz kafası karışanlar oluyor, bunlardan biri de Hz. Ömer. Hz. Ömer alıcı kuş gibi resulAllah’ın çadırını dolanmaya başlıyor ve patlayacak, dayanamıyor; Ya ResulAllah diyor biz hakkta değil miyiz, onlar batılda değil mi? Bizi Allah desteklemiyor mu? Destekliyor. Peki o zaman bu anlaşma ne diyor.

Ha, hiye fethun ya Ömer, bu fetihtir. E hezu fethu ya ResulAllah, bu da fetih mi ya ResulAllah yani şimdi diyor ve ondan sonra fetih mescidi, bugün üzerinde bir mescit var dönüş yolu üzerinde. Fakir orada 2 rekat namaz kılmak nasip oldu. Tam bu surenin indiği yere mescit yapmışlar. Çok uzak değil, Mekke’ye 30 küsür Km. olacak. Orada bu sure iniyor ve efendimizin yüzünden ay doğuyor, güneş doğuyor. Çıkıyor ve diyor ki; Bana öyle bir sure indi ki hayrun mineddünya ve ma fiyha dünyadaki ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır.

İşte o sure nasıl başlıyor; İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ. (Feth/1) biz sana fethi mübîn verdik.  Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhar ki Allah senin gelmiş ve geçmiş günahlarını bağışlasın ve yütimme nı’meteHÛ  nimetini tamamlasın’aleyke ve yehdiyeke sıraten müstekıyma. (Feth/2) seni dosdoğru bir yola yöneltsin. Ve yensurekellâhu nasren ‘Aziyza. (Feth/3) ve Allah sana nasr-ı Azîz lütfetsin

Nasr-ı Azîz ne; şerefli bir fetih Fethi herkes kazanır, zaferi herkes kazanır fakat şerefli zaferi er kişi kazanır. Zaferi herkes kazanır anlatabiliyor muyum? Yani zafer kazanmak için Müslüman olmaya gerek yok. Ama zaferiniz ne kadar şerefli. Yani içinde zulüm olmayan bir zafer kazandınız mı, yoksa İskender’inki de zaferdi öyle değil mi eğer zaferse. Ama içinde zulüm olmayan bir zafer, şerefli zafer. İşte peygamberimize lütfedilen zafer şerefli zaferdir. Peygamberimiz bu çerçeve de fethin ne olduğunu öğrendi, yani Allah Resulünün fetih tasavvuru Kur’an la inşa edildi.

Bunun tabii bir yansıması olacaktı, Kur’an yüreklerin fethine fethi mübîn adını koymuştu. Allah resulü gönüllü ele geçen Medine’lilerin feth olunduğunu söylüyor. Nebî Hayber’in fethi öncesinde bu tasavvurunu görüyoruz.

Hayber kalesini gördünüz mü bilmiyorum, tam bir kartal yuvasıdır. Bugün kalıntıları hâlâ duruyor bendeniz daha bu sene ziyaret ettim, gerçi ziyarete de açmıyorlar yasaklamışlar. Hayber’in eski şehri de duruyor ilginçtir. Orada Hz. Alî’yi komutan seçmişti. Peygamberimiz savaşlara gitse dahi bizzat döğüşmüyor, savaşmıyor peygamber olması gereği elini vurmuyor. Bu çok ince bir ayrıntı bu altı çizilmesi gereken önemli bir ayrıntı.

Hz. Ali Hayber’e komutan atanmış ordunun önünde, elinde kılıç, o meşhur kılıcı, altında o meşhur atı ve bir sağa bir sola, aynı zamanda şairdir Hz. Ali, şu meyanda şiir söylüyor; Düşmanın üzerine rüzgar gibi eseceğim, topunun kellesini kökünden keseceğim vs. gibi bir şiir söylüyor. Peygamberimiz orada dinlemiş çardağın altından, çağırıyor; “Gel buraya” Tabii geliyor Hz. Ali. “Bak ya Ali, mehlen ya Ali, yavaş ol ey Ali. Vallahi senin elinle şu dünyanın tamamının fethedilip bana getirilmesinden, bir kimsenin hidayet bulması daha hayırlıdır. Bitti.

Fetih budur. Yürek fethi diyoruz biz buna, gönül fethi. Tabii çok fazla kan dökülmeden kale alınıyor ve anlaşma yapılıyor Hayber’lilerle yıllık ziraat gelirinin, çünkü Hayber tam bir ziraat mekânı yarısı onların yarısı mü’minlerin.

Peygamberimiz Abdullah Bin Huzeyye bin Dudan’ı(?) vergi memuru olarak gönderiyor. Abdullah varıyor diyor ki; İster siz ikiye ayırın biz istediğimiz yarıyı alalım, ister biz ikiye ayıralım siz istediğiniz yarıyı alın.” Çok incelik, harika bir incelik. Bunu duyunca Hayber’li Yahudiler bi haze ikametis semavati vel ard. Gökler ve yer işte bu adalet sayesinde ayakta duruyor diyorlar. Düşmanınıza da adaletinizi onaylatıyorsunuz.

Bir soru; Bir imparatorluğunuz var, bir devletiniz var veya. Bir komutanınız gitti çağın süper güçlerinden birini fethetti ve devletinize kattı. Devlet başkanı olarak ne yaparsınız? Madalya verirsiniz değil mi? Peki Hz. Ömer’in kaçakları kovalama bahanesiyle Bahreyn’den İran’a girip İran’ın 2/3 ünü silip süpüren A’lâ el Hadrami’nin bu fethini duyunca tavrını biliyor musunuz? Eyvah..! dedi ve görevden aldı. Biraz sonra ikinci olayı da anlatayım sebebini söyleyeceğim.

Amr. İbn. As Mısır’ın fatihi Filistin de. İslâm orduları komutanı Filistin’i aldıktan sonra Halife Hz. Ömer’e bir mektup yazıyor. Bu çıkışla şöyle devam edipte Mısır’ı da bu arada halledelim mi, alayım mı diyor. Halifeye Mektup geliyor Hz. Ömer cevap yazıyor, eğer bu mektubu aldığımda hala Mısır’a girmedinse dön. Amr İbn. As yolda alıyor halifenin mektubunu hiç açmıyor yanına koyuyor, Mısır’ı alıyor ondan sonra mektubu açıyor. Adamını bilmez mi? Artık aldık yapacak bir şey yok diyor yani.

Neydi, Hz. Ömer’in derdi neydi? Gönül fethi, Mısır İslâm’laşsın, İslâm Mısır’lılaşmasın. İran İslâmlaşsın, İslâm İranlılaşmasın. Evet..’ maalesef değil mi? Bu eyvahın da izdüşümlerini hada sonra acı biçimde görüyoruz. Hele Abbasiler döneminde, yani pers sistemi İslam siyaset sistemi haline geliyor bunu da İbn. Mukaffa ile birlikte onu da görüyoruz. O da ayrı bir mesele.

İskenderiye’nin fethi sırasında, işte bu Amr. İbn. As’ın Mısır’ı fethi sırasında bir olay yaşanıyor. Taberi naklediyor bunu. Artık fethedilmiş şehir, Hıristiyan askerler yani yer gök almaz bir esir asker ordusu var önünde. İslâm kuralları gereğince bu esir askerler, esir eden askerler arasında pay edilecek. Daha doğrusu o çağın kuralı bu. Öbürleri galip gelseydi onlar da aynısını yapacaklardı. Ama İslâm kuralları gereğince bunlara bir başka seçenek daha sunuluyor. Ya ordu arasında dağıtılmak ya da islam’ı seçmek.

Şimdi orduya bir erkek asker esir düşerse bir servet bu ne olursa olsun. Ama diyor ki Taberi naklinde eğer o İslam’ı kabul ederse İslam ordusundan Allahuekber naraları yükseliyor, sanki ölü babaları dirilmiş gibi. Eğer o kabul etmezse İslâm’ı ki esir olarak dağıtılacak. İslâm ordugâhının içinden hıçkırıklar geliyordu diyor.  Allah Allah..! Gönül fethi. Eyvallah..!

İslâm kılıçla mı yayıldı? Cevabı Endonezya, Malezya, Buruney, Sumatra ve dünyada bir çok yer almak için kaç ordu sevk ettik sorusu olsun. İslâm fetihlerinde ki sır Müslüman askerlerin gücü değil, İslâm’ın cazibesidir.

Anadolu’nun İslamlaşması için de geçerli Anadolu’ya İslam akımları daha sahabe döneminde başladı. Yoksa Ebu Eyyub el Ensari burada ne geziyor. Ukkaşe Maraş’ta ne geziyor öyle değil mi. Saffan bin Muattal es Sülemi Samsad’da ne geziyor. Süleyman bin Halid Bib Velîd Diyarbakır’da ne geziyor öyle değilse. Ama 300 – 350 yıl bu akınlarda Anadolu İslâmlaşmıyor. Var küçük öbekler fakat Anadolu yerlisinin İslâmlaşması değil, gelen İslâm askerlerinin oluşturduğu öbekler. Burada Galata da bir İslâm şehri kuruluyor, 30.000 nüfusa bağlı oluyor. Ömer İbn. Abdülazîz Galata’ya kadı atıyor, hakîm tayin ediyor. Ama bir gece yarısı Bizans korkunç bir huruç düzenliyor, korkunç bir hile yapıyor sıfıra kadar kırıyor.  Evet o ayrı bir mesele. Gerçekten İstanbul önlerinde bir İslâm şehri kurulmuş o tarihte. Ve Anadolu yine gönül fethiyle, yürek fethi ile Müslüman oluyor.

Thomas Arnold İngiliz müellif, aynı zamanda sömürge valisidir. İslâm diyor bu konuda en baba kitaplarından birinin yazarıdır. Müslümanlar içinde Ebülfazl izzeti dir İslâm’ın fetih tarihi konusunda en baba kitabı yazan. Gayri Müslümler içinde de Thomas Arnold dur. İnkişari İslâm kitabı diye de Türkçeye çevrildi, Köprülü sanırım çevirdi. İslam diyor İspanya da ki varlığının en son gününe kadar mühtedi kazanmayı sürdürdü. Bu ne demek ya? Müslüman olacaksan öleceksin. Adam Müslüman oluyor ölüyor. İspanya yerlilerinden bahsediyorum. Tabii bunlar got ve vizigot kalıntıları. Yani tıpkı balkanlarda ki Boşnakların Bogoviller ile aynı asla sahip. Bir arka plan var bir tevhidi üniteryen arka plan var onu unutmamak lazım.

Tolor merdeke gerçekten müsteşrikler içinde Kur’an konusunda uzman biridir. Pers Krallarının onca zulümlerine rağmen dinlerinden döndüremediği Suriye Hıristiyanlarını İslâm zor kullanmadan nasıl Müslüman etti halâ anlayamıyorum diyor.

Yine Sr. Tohomas Arnold İslâm en büyük insan kazanımlarının siyasal gücünün en zayıf olduğu zaman ve mekânlarda gerçekleştirilmiş olduğuna şahsen inananlardanım diyor. Bu da çok ilginç.

Thomas Karlaya ünlü İngiliz tarih felsefecisi; İslâm kılıçla yayıldı diyen meslektaşlarına öyle bir cevap veriyor ki. Haydi, sizin kılıçlarınınız daha güçlü, bu iş kılıçla oluyorsa siz de yaysanıza diyor. harika.

Hakikat, silahla ele geçenler, silahla elden çıktılar. İslâm’ın yayılış tarihinde bakarsanız şöyle, Osmanlı’nın eski coğrafyasına da bakarsanız bunu görürsünüz. Gönülle ele gelenler elden çıkmadılar. O zaman biz gönül fatihleri olmak zorundayız. Bu mevzuyu Yürek fethi eserimizde işlediğimiz için daha fazla durmuyor ve geçiyorum Fettâh olan Allah’a

Amin, Ya Fettâh, ya Allah sana Nûh peygamberin diliyle yalvarıyoruz ya rabbi. Feftah beyniy ve beynehüm fethan ve necciniy ve men me’ıye minel mu’miniyn. (Şûarâ/118) Rabbim işte nihayet kavmim beni yalanlamış bulunuyor, artık benimle onlar arasında kesin bir hüküm ver. Hem beni hem de benimle birlikte olan Mü’minleri kurtar ya Rab. Ya Fettâh ya Allah. Sana Şuayb peygamberin diliyle yalvarıyoruz; Rabbeneftah beynena ve beyne kavmina Bil Hakkı ve ente hayrul fatihıyn. (A’raf/89) Rabbimiz bizimle kavmimiz arasında ki engelleri kaldır, çünkü sen engelleri kaldıranların en hayırlısısın. Amin, ya Mu’iyn. 01.21.30) (M. İslamoğlu- esma dersleri)

 

 


ESMA DERSLERİ – 26 – EL FETTÂH (A)

$
0
0

Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 “Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

**************************************************************

EL FETTÂH

el-Fettâh, nimet ve azap kapılarını açan demektir. Hüküm sâhibi anlamındaki hâkime de, fatih ve fettâh denilir. Çünkü o, verdiği hüküm ile iki hasım arasında kapalı meseleyi açıklığa kavuşturmaktadır.

Buna göre Hak, kıyamet gününde kulları arasında hüküm verendir ve O, kullarının yaşama sebepleriyle ilgili kapalı işlerini açandır/ fatih. Böylece Hak, fakiri zenginleştirir, sıkıntıyı giderir, dertliyi ferahlatır. Dolayısıyla Hak, müminlerin kalplerine marifet nûrlarını, günahkârların üzerine ise, mağfiret kapılarını açar.

Hakkın inayetiyle, bütün kapalı şeyler açılır; hidayetiyle her müşkül iş çözümlenir.

Bilinmelidir ki:

Bu ismin hükümlerine ait fetihlerin üç derecesi vardır:

1 – Bunların ilki, isimlerin ilmidir. Bu ilim, Hz. Âdem’in tahsis edildiği ilimdir.

Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ sümme aradahum alelMelâiketi fekale enbiûniy BiEsmâi hâülâi in küntüm sadikıyn. (Bakara/31)

Allah Adem’e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.

2 – İkincisi ise, zevklerin ilmidir. Bu, velilere mahsus ilimdir.

3 – Üçüncüsü ise, Hz. Peygamber ’e (sav.) verilmiş cevamiü’l-kelimdir. Bununla Hz. Peygamber, ilâhî sırların ve ilimlerin derecelerini açmıştır. Nitekim Hz. Âdem vasıtasıyla da beşerî derecelerin mertebeleri açılmıştır.

Buna göre, perdeli mazhârların isimlerinin ilmini ve dillerin farklılıklarını idrâk Hz. Âdem’e; isimlendirilen şeylerin hakikatlerini ve ilâhî sırların nûrlarını müşahedenin ilmi de, Hz. Muhammed’e mahsustur.

Hz. Âdem ve Hz. Peygamber ’e ait bu iki mertebenin ortasında ise, hal ve zevk ilimleri bulunmaktadır. Bu ilimlere, tarikat ehli tahsis edilmiştir.

Söz konusu bu insanların ilimlerinin nihâyeti yoktur, bunun nedeni ilimlerinin konularının nihâyetinin olmayışıdır. Bu zevk ve hal ilimlerinden birisi, kulun hallerin ilâhî hikmete uygun başkalaştığını görmesidir. Kulun ihtiyaç halinde Allah’a tevekkül etmesi, sıkıntı çekmeyişi; Allah’ın koruması sayesindeki iç huzurunun bir sebep sayesindeki huzurundan daha büyük olması da, söz konusu hal ve zevk ilimleri arasındadır.

Bu huzurun daha büyük olmasının nedeni, kulun ilâhî vaadin doğruluğunu ve ilâhî korumanın afetlerin ulaşmasını engelleyeceğini bilmesidir. Hâlbuki kulun bel bağladığı vasıtalar, kendisine afetlerin ulaşmasına engel olamayabilir.

Binaenaleyh, Hakkın bu müşahede kapısının açılmasını tahsis ettiği kimse, elem ve afetini gideren bir sebebe bağlanan kimseden daha yetkin zevk sâhibi ve daha dingindir.

İşte bu, iki derece arasındaki berzâhın açılması ilmindendir.

Bunlardan birisi de, Hakka Hak ile muhtaçlık ilminin açılmasıdır. Bu, şöyle gerçekleşir:

Hak, kulunu isimlerin sırlarına muttali kılar, bunun neticesinde kul, şunu görür: İsimlerin varlıklarda tesire muhtaç olmaları, eserin varlıklarda zuhur etmesine muhtaç olmalarından daha büyüktür. Çünkü eserlerinin zuhurunda isimler, kibriya, sultan, izzet ve mecd sahibidirler. Mümkün ise, böyle değildir, mümkün, eseri kabul etmede çok önemli bir tehlike üzerinde bulunmaktadır.

Bunun nedeni şudur: Mümkün (: isimlerden) eseri kabul etmekle yarardan çok zarar görebilir; bazen ise, zarar ve fayda eşit halde bulunabilir; az ya da çok zarar ve elemden bütünüyle kurtulmuş hiçbir mümkün yoktur.

Nitekim bir şahıs belirli bir vakitte nimetlenir, başka bir vakitte elem duyar; sâbitlik halinde, insan sürekli değişmeden ve başkalaşmadan kurtulur. Bunun nedeni, başkalaşmanın nedeni olan varlık terkibinden soyutlanmasıdır. Çünkü sabitlik halindeki elem, elem duyanın ayn’ındaki elem değildir; aksine elem sahibi, ayn’ındaki sâbitliğiyle lezzet duyduğu gibi, elem de, elem sahibindeki varlığıyla lezzetlenir, mahal ise, onun varlığıyla elem duyar.

Hal ve mahal, kendi sabit ayn’larında bulunmaktadırlar, bu durumda, aralarında tesir ve teessür ilişkisi olmadığı için, ne elem ve ne de lezzet söz konusudur.

Bunun nedeni şudur: Sabitlik, basittir; onda hiçbir şey başka bir şeye dayanmaz; varlık ise, mürekkeptir, dolayısıyla bir hâmilin ve bir de mahmulün bulunması gerekir. Buna göre, mahmulün hâmilin varlığındaki mertebesi, nimetlenende sabit olup olmamadaki durumu gibidir; hâmil ise, böyle değildir, çünkü o kendi mizacının hükmüne bağlıdır.

Şayet, mahmul hâmilin mizacına uygun ise, hâmil onunla lezzetlenir; buna karşın mahmul, hâmilin mizacına zıt ise, hâmil, mahmul nedeniyle elem duyar ve zarara uğrar.

Bununla beraber insan, basit olması nedeniyle, kendi sabitliğinde muhalif olanın kendisine ilişmesinden uzaktır. Bu nedenle yokluk halinde kalması, kendisine daha sevimli gelir, çünkü o, bu mertebede elemin tadını tatmaz; şayet bu mertebede elemin ayn’ı kendisine eşlik etse bile, ünsiyet ve lezzet verme şeklinde eşlik eder.

Böylelikle bu müşahede sâhibi şunu kesin olarak öğrenmiştir: A’yân, isimlerden daha az muhtaçtır. Bu, ilâhî isimlerin en ince sırlarından birisidir ve bu ilim, Evtad’ın ilimlerinden birisidir. Ve bu ilim “evtad”’ın ilimlerinden birisidir.

Bunlardan birisi de, hüviyetin âlemin cüzlerine sirayet etmesi ve âlemdeki her şeyin Hakkın hamdini tesbih etmesi itibariyle, hakîkatinin âlemde bulunan şeylere zuhûr etmesinin bilgisidir.

Kime bu müşahedenin kapısı açılırsa, âlemde “nâtık” olan her şeyin konuşması kendisine açılmış olur: Bu nutuk, ister övülen, isterse de zemmedilen nutuk olsun, herkes Allah’ı tesbih etmektedir. Lanet okumadaki sövgüye varıncaya kadar, her nutukta Allah’a bir sena vardır.

Böylece bu müşahedenin sâhibi, bir insanın başka birisine sövdüğünü ve ona lanet okuduğunu görür; hâlbuki o, kendisini duyan muhakkike göre, fettâhlık mertebesini tespih etmektedir. (Sadreddin Konevi/ Esma-i Hüsna şerhi//76-79)

*****************************************************************

EL FETTÂH

el-FETTÂH O, öyle bir varlıktır ki, onun inayetiyle bütün kapalı (kapılar) açılır, hidayetiyle her müşkül hal olur da. Peygamberlerine ülkeler feth edip düşmanlarının ellerinden çıkarır de şöyle buyurur:

İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ. (Feth/1)

«Biz hakikat sana (Hüdeybiyye müsalehası ile) apaşikâr bir feth (zafer yolu) açtık.»

Velilerinin kalplerinden perdeyi kaldırıp onlara, Semasının melekûtüne, kibriyasının cemaline giden kapıları açar. Ve şöyle buyurur:

… ve ma yümsik fela mursile lehu min ba’dihi… (Fatır/2)

«Allah’ım insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak yoktur.»

Gayb anahtarlarını ve rızık anahtarlarını elinde (kudretinde) bulunduran o (yüce varlık) hiç şüphe yok. ki, (Fettâh) olmaya en lâyık olur!

TENBİH;

Kulun silkinmesi lâzımdır ki yapacağı güzel nasihatlerle müşkülât kilitleri kırılsın, vereceği güzel öğütlerle de halkın anlayamadığı dinî ve dünyevî meselelerine bir çözüm yolu bulunsun. Bu sayede o, El-Fettâh. İsminden gereği gibi yararlanmış olabilir. (İ. Gazali-Esna-i Hüsna şerhi/96)

******************************************************************

EL FETTÂH

Taalluk;

Âlemdeki değişik boyutların kapılarını açan anahtarlara sahip olmak ve bu farklı âlemlerde tasarrufta bulunmak amacıyla Fettâh ismine ihtiyaç duyulmaktadır.

Tahakkuk;

Görünen alem olan alem-i şehadet’in ötesinde ki kapalı boyutlara ulaştıran hissi ve manevi mertebeler doğrultusunda, o dünya ötesi boyutlara ulaşmak ancak kalp gözünün açılmasıyla gerçekleşir. Bu ise el Fettâh ismi ile tahakkuk eder.

Tahalluk;

Vehhâb, Kerîm, Cevâd ve benzeri isimlerden herhangi birinin müşahede aleminin ötesinde ki maddi ve manevi alemleri açan kilitleri elde eden bir kul ihtiyaç ölçüsünde İlâhi boyutla alakalı ruhani olguları elde etmek yanında maddi ve manevi alanlara ulaşır ve bu boyutlarda karşılaştığı problemleri bu anahtarla çözer. Bu durum manevi (basiret) ve maddi (basar) bakış sahibi olan kimselerde gerçekleşir. Bu makamı elde eden kimse Fettâh ismine nail olur, ancak bu Fatih anlamında değildir. (İbn. Arabi/ Allah’ın isimlerinin sırları ve manalarının keşfi/66)

…………………………………………………………….

EL FETTAH  FETİH MERTEBESİ

El Fettah mertebesi fetih için

Hiçbir şahıs neyin açılacağını bilemez.

Âlemin rabbi hayırda,

Ve şerde O’nu icmal etmiş.

Bazen insan onu bilir,

Onu indiren emri bilmez.

Bir şahıs onu öğrenir,

Ondan meydana geleni bilemez.

 

Bu mertebenin sahibi Abdulfettah diye isimlendirilir.Mertebenin bir sureti, manası ve berzahı vardır. Onu hakkıyla elde eden kişi isimler hakkında ki bilgisi nedeniyle Hz. Adem ile cevamiü’l-Kerîm’in verilmiş olduğu Hz. Muhammed’dir. O ikisinin dışında kiler hakkında bize bir şey söylenmemiştir. Bu mertebeden;

İzâ câe nasrullahi velfeth. (Nasr/1)

“Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde” ayeti ile,

İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ. (Feth/1)

“Sana apaçık bir fetih verdik” ayetleri nazil olmuştur. …

Orta fethe gelirsek, bu fetih zevklerin fethidir. Başka bir ifadeyle o fetih kendisini bilen için bilgiyi elde etmek üzere çalışmakla gerçekleşen bilgilerdir. Misal olarak takva sahibi adına meydana gelen Furkan bilgisini verebiliriz. İnsan bu bilgiyi Allah’tan takva sahibi olmakla elde etmiş, bununla birlikte Allah günahlarını örtmek, suçlarını bağışlamak şeklinde kula ihsanda bulunmuştur. Bu bilgi tasavvuf yolundan giden Allah’ın ehli ve seçkinlerine mahsus bir bilgidir Bu bilgi hallerin bilgisidir. Onlar Vehbi olsa bile ancak özel bir niteliğe sahip kimseye ihsan edilirler. Bununla birlikte söz konusu nitelik dünyada her bir insan için o neticeyi meydana getirmezken ahirette netice meydana getirmesi kaçınılmazdır. Bu niteliğin şartı dünyada bir sonuç meydana getirmek olmadığı için haller ilminin Vehbi olduğu söylenmiştir.

Başka bir ifadeyle haller, zevkten ortaya çıkar. “Zevkten” demek ilk tecelli demektir. Mesela tevekkül -ki takdir ettiği veya vaad ettiği işte Allah’a dayanmak demektir.- Hususunda ki zevk, bu bilgiye ilave olarak, nefsin yöneldiği bir şeyin yokluğunda sıkıntı çekmemektir. Böylece nefis belirli bir sebebe değil, Allah’a yönelir. O esnada Allah’a güvenmekten dolayı meydana gelen haz ve zevk, gayesine ulaştıracak sebep vesilesiyle bulduğu hazdan daha fazladır.

Misal olarak kendisini doyuracak besin bulamayan acıkan birini verebiliriz. Başka biri ise onu doyuracak gıdaya sahiptir. Kendisini doyuracak sebebe sahip kişi, açlığını giderecek sebep var olduğu için daha güçlüdür. Allah’tan başka hiçbir şeyi olmayan öteki insan ise sükûn ve sıkıntı çekmeme hususunda ötekine denktir. Çünkü o rızkının kendisi için rızık olarak kalacağından ve mutlaka ona ulaşabileceğinden emindir. Sebeplerden yoksun olan kişiden ortaya çıkan bu dinginlik ve rahatlık “zevk” diye isimlendirilmiştir.

Her inanç sahibi iki şahıs arasında ki farkı bilir. Çünkü bu zevkten mahrum bilgili bir insan sebebi bulamadığında sıkıntıya düşerken Kendisi için bir rızık kalmışsa onun mutlaka ulaşacağını da bilir. Bu bilgiye sahip olsa bile Allah karşısında iç huzuru ve dinginlik bulamaz. Zevk sahibi ise açlığını giderecek sebebe sahip insanın bulduğu gibi bir sükûnet ve dinginlik bulan kişidir. Her ikisinin arasında bu hususta fark yoktur, hatta zevkin sahibi daha güvenlidir.

Bu durum âlimlerden birinin söylemiş olduğu; “İnsan bu dereceye elindekinden daha çok rabbine güvenmedikçe ulaşamaz.” Sözünün anlamıdır. Çünkü Hakkın vaadi doğrudur, ona afet ulaşmaz. Eldeki sebeplerin ise afete uğrayıp kaybolması mümkündür. Böylece insan sahip olduğuyla arasına engel girebilir. Bu nedenle şunu dedik; Zevk sahibi olarak tevekkül eden, sıkıntısını ortadan kaldıracak sebebe sahip olandan daha yetkindir. Bunu bilmelisin. Fetih ilminin ortası budur. Sahibi ise içindeyken son derece haz alır.

Bu mertebede olan manaya gelirsek, o mana kulun Allah hakkında elde ettiği bilgidir. Hak, daha doğrusu Hakkın hüviyeti kulun özellikleri haline geldiğinde, bu nitelikteki birinin elde etmiş olduğu bilgi bu mertebeden meydana gelen manadır. Herkes bu makama bu mertebeden ulaşamaz. Bununla birlikte bu mertebe de bulunsa bile insanlar bu hususta derece derecedir.

Bu mertebeden dolayı Allah resulü iki omuzu arasına vurulduğunda “Öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini öğrendim”. Demiştir. Yani bu vurmayla o bilgileri öğrendim, bu vurma ile Allah ona zikretmiş olduğu bilgiyi verdi. “Bilgi” derken kastedilen Allah hakkında ki bilgidir, yoksa onun dışındakiler hakkında ki bilgi vaktin zayi edilmesi demektir.

Allah âlemi kendisi için yarattığı gibi bilhassa da insan ve cinleri kendisine ibadet etsinler diye yarattı. Onları kendisine ibadet etmek üzere yarattığını ayette belirtmiş, (Zariyat/56), her şeyin de O’nun hamdini tesbih ettiğini (İsra/44) söylemiştir. Böyle bir bilgiyle Allah’ı bilen, âlemdeki her sözü bilir. Övülen veya kınanan bir söz bile olsa her söz belirli bir şekilde Allah’ın hamdini tesbih demektir. Yani her sözde Allah’a dönük bir övgü bulunur.

Allah’ın hamdi hakkında böyle bir bilgi bu mertebeden bizim adımıza da gerçekleşti. Fakat onun nasıl indirildiği bilinemez ve anlaşılamaz. Onu ancak Allah’ın bu mertebeden kemaliyle bilgi nasip ettiği kimseler bilebilir.

Mesela bir insan ötekine söverken sövgü bu makamın sahibi olan dileyici de Allah’ın hamdini teşbihtir. Dinleyen ecir alırken söven günahkâr olur. Söz ise aynı sözdür. Bu bilgi insanların çoğundan gizli kalan lâtif bilginin parçasıdır. Söz konusu bilgi ilimler arasında bütün eşyanın isimlerinin gerçekte Allah’ın isimleri olması mesabesindedir. Bu durum;

Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O’dur. (Fatır/15)

 Ayetinde doğru ve sadık bir hüküm olarak bildirilmiştir. Bununla birlikte eşyaya muhtaç olduğumuzu biliriz. O ve bu birdir.

Kalbi olan ya da kulak veren kimse için” (Kaf/37)

Böyle biri Allah vasıtasıyla duyar.

O şahittir.” (Buruc/9)

Allah ona kendisini gösterir.

Bu mertebe hakkında bu kadar açıklama yeterlidir.

Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.” (Ahzab/4)

(İbn. Arabi- F. Mekkiye/16. Cilt-s.273-277)

*****************************************************

EL FETTAH

Yüce Allah          şöyle buyurmaktadır.

Kul yecme’u beynena Rabbüna sümme yeftehu beynena Bil Hakk* ve HUvel Fettahul’ ‘Aliym. (Sebe’/26)

Deki; O (gerçek hükmünü vererek Hak ile batılın arasını açandır. (Her şeyi hakkıyla) bilendir.

El Halimi der ki; “Fettah” hüküm verendir. Allah, verdiği hükümlerle kulları arasında kilitlenen sorunları ve hak ile batılın arasını açan, haklıyı yüceltip haksızı alçaltandır. Bu dünyada olabileceği gibi ahirette de olabilir.

El Hattabi ise Fettah ismini şöyle açıklar; “Fettah, gerçek anlamda açan demektir. Allah, kullarına merhamet ve rızık kapılarını açan, kilitlenen işlerini açan, hakkı görmeleri için kalplerini ve gözlerini açandır. Fatih, yardım eden anlamına da gelir. Şu âyette bu anlamdadır:

İn testeftihu fekad caekümül feth* ve in tentehu fehuve hayrun leküm* ve in te’ûdu ne’ud* velen tuğniye anküm fietüküm şey’en velev kesüret, ve ennAllâhe me’al mu’miniyn. (Enfal/19)

(Ey kâfirler!) Eğer siz fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi! (Yenelim derken yenildiniz.) Ve eğer (inkârdan) vazgeçerseniz bu sizin için daha iyidir. Yine (Peygamber’e düşmanlığa) dönerseniz, biz de (ona) yardıma döneriz. Topluluğunuz çok bile olsa, sizden hiçbir şeyi savamaz. Çünkü Allah müminlerle beraberdir. (Elmalı)

Müfessirler bu âyette geçen “fetih” sözcüğünü “yardım ve zafer” olarak açıklarlar. Yani “Eğer yardım istiyorsanız işte size yardım geldi” demektir. Müfessirler bu açıklamalarını senediyle birlikte İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadise dayandırır ve ardından şu âyeti zikrederler:

Kul yecme’u beynena Rabbüna sümme yeftehu beynena Bil Hakk * ve HUvel Fettahul’ ‘Aliym (Sebe’/26)

“O, Fettâh (açan)…  ve Alîm (bilen)dir.”

Râzî ise şunları söyler: “Allah, kullarına hayır kapılarını açan ve zor olan işleri kolaylaştırandır. O, ilim ile kullarının dini işlerini, zenginlik ile de dünyevî işlerini açandır. Zulme uğrayana yardım eden ve sıkıntısını giderendir. Allah, hak ile bâtılı birbirinden ayırmış ve aralarını açmıştır. Her ikisini de açıkça ortaya koyup açıklamış, hakkı üstün tutup geçerli kılmış bâtılı da geçersiz kılmıştır.

O, Fettâh’tır, marifet ve bilgisi ile mü’min kullarının kalplerini; günahkârlara da bağışlama kapılarını açmıştır. İsyan etmeleri nedeniyle onlara nimet kapılarını kapamamış, unutmaları nedeniyle de merhametini onlardan esirgememiştir.”

BU İSMİ BİLMENİN FAYDALARI;

1- Her Müslüman kesin bir şekilde, Allah’tan başka kullar arasında hükmeden ve hak ile bâtılın arasını açan olmadığına inanmalıdır. Çünkü gerçekte O’ndan başka fail ve Hâkim yoktur. Bu yüzden her Müslüman, Allah’tan başka Hâkim olmadığına inanmalı ve O’nun hükmünden başka hüküm kabul etmemelidir. Yüce Allah bu gerçeği Kur’an-ı Kerîm’in pek çok âyetinde açık bir şekilde vurgular. Bu âyetlerden bazıları şöyledir:

EfeğayrAllâhi ebteğiy hakemen ve HUvelleziy enzele ileykümül Kitabe müfassala* velleziyne ateynahümül Kitabe ya’lemune ennehu münezzelün min Rabbike Bil Hakkı, fela tekûnenne minel mümteriyn. (En’am/114)

(De ki): Allah’dan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size Kitab’ı açık olarak indiren O’dur. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Kur’an’ın gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye düşenlerden olma! (Elmalı)

… ve men lem yahküm Bi ma enzelAllâhu feülaike hümül kafirun. (Maide/44)

Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. (Elmalı)

… ve men lem yahküm Bima enzelAllâhu feülaike hümüz zalimun. (Maide/45)

Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir. (Elmalı)

… ve men lem yahküm Bi ma enzelAllâhu feülaike hümülfasikun. (Maide/47)

Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fâsıklardır. (Elmalı)

Müslüman, Allah’ın hükmünü ve bu hükümle lehinde veya aleyhinde ve­rilen hükmü içtenlikle kabul etmeli ve ona boyun eğmelidir. Şu âyetlerde bu duruma işaret edilmektedir:

Fela ve Rabbike lâ yu’minune hatta yühakkimuke fiyma şecera beynehüm sümme lâ yecidu fiy enfüsihim haracen mimma kadayte ve yüsellimu tesliyma. (Nisa/65)

Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar. (Elmalı)

Ve yekulune amenna Billâhi ve Bir Rasûli ve eta’na sümme yetevella feriykun minhüm min ba’di zâlik* ve ma ülaike Bil mu’miniyn.

Ve izâ du’û ilAllâhi ve RasûliHİ liyahküme beynehüm izâ feriykün minhüm mu’ridun;

Ve in yekün lehümül Hakku ye’tu ileyhi müz’ıniyn.

Efiy kulubihim meradun emirtabu em yehafune en yehıyfAllâhu aleyhim ve RasûluHU, bel ülaike hümüz zâlimun.

İnnema kâne kavlel mu’miniyne izâ du’û ilAllâhi ve RasûliHİ li yahküme beynehüm en yekulu semı’na ve eta’na* ve ülaike hümül müflihun.

Ve men yutı’ıllahe ve RasûleHU ve yahşAllâhe ve yettakhi feülaike hümül faizun. (Nûr/47-48-49-50-51-52)

(Bazı insanlar:) “Allah’a ve Peygamber’e inandık ve itaat ettik” diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.

Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Peygamber’e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler.

Ama, eğer (Allah ve Resûlünün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona boyun eğip gelirler.

Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe içinde midirler, yahut Allah ve Resûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir!

Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resûlüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.

Her kim Allah’a ve Resûlüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar mutluluğa erenlerdir. (Elmalı)

2 – Müslüman, kapalı olan her şeyi ancak Allah’ın açabileceğini bilmelidir. Kullarına rızık ve merhamet kapılarını açan, zor ve kitlenen işleri çözüp açan, hakkı görmeleri için kalplerini ve gözlerini açan, sıkıntı ve darlıktan sonra gönüllerini açıp ferahlık veren, anlaşılmayan kapalı her sorunu kolaylıkla açan O’dur.

Ve ‘ındeHU mefatihul ğaybi lâ ya’lemuha illâ HU… (En’am/59) 

“Gaybın (açacak) anahtarları O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onu (gaybı) bilemez.”

Efemen şerahAllâhu sadrehû lil İslâmi fe huve alâ nûrin min Rabbih… (Zümer/22)

“Allah, kimin göğsünü İslâm’a yarıp-aç­mışsa, artık o, Rabb’inden olan bir nur üzerindedir.”

Allah’tan başka hiç kimse göğüsleri İslâm’a açamaz, gayb kapılarını açmaya gücü yetmez. Ancak her mü’min bunda bir pay sahibidir. Allah dilediğini dilediği kimseye ihsan eder. Gaybten en büyük payı alanlar peygamberler, sonra veliler, sonra âlimler, sonra da sıradan mü’minlerdir. Allah, inkârcıların dışında hiç kimseyi bu paydan mahrum bırakmamıştır.

Ey Allah’ın kalp kilitlerini açtığı ve kendi katından üzerine nurlar yağdır­dığı kişi! Allah’ın kapılarını sana açtığı gibi sen de, ilim anahtarlarıyla cahil ve bilgisiz kimselerin kapalı kalplerini aç ve onların gönüllerini fethet. Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu unutma:

… ve ahsin kema ahsenAllâhu ileyke… (Kasas/77)

“Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sende ihsanda bulun.”

Eğer Allah sana bu kapıyı açmamış ama sana bol zâhiri rızık vermişse, sen de açık kalpli ve cömert bir ele sahip ol. Cimrilik etme. Anah­tarı kaybolmayan ve asla kapanmayan ve tükenmeyen hazinelerden infak ettiğini unutma. Eğer bu kapı da sana açılmamışsa, Hz. Peygamber’in buyurduğu gibi elinde kötülüğe kapalı hayra açık anahtar bulunan kimse gibi olmaya çalış. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Kimi insanlar kötülüğe ka­palı hayra açıktırlar. Kimi insanlar da kötülüğe açık iyiliğe kapalıdırlar. Al­lah’ın hayır anahtarlarını eline verdiği kimseye ne mutlu! Allah’ın kötülük anahtarlarını eline verdiği kimseye de ne yazık!” (İbn. Mace) (İbn. Kesir-Kurtubi-Beyhaki-Es Sadi-İbn. Kayyım el Cevziyye/ESMAÜ’L-HÜSNA-268-270)

******************************************************

         EL FETTAH ( A. Hüseyin Akil)

El Fettah; Allah Teâlâ’nın Esma-i Hüsna’sından ve O’nun sıfatlarından biridir. Allah bu isim ve sıfatı kendi yüce zatına has kılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurur:

Kul yecme’u beynena Rabbüna sümme yeftehu beynena Bil Hakk* ve HUvel Fettahul’ ‘Aliym. (Sebe’/26)

De ki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra da aramızda hak hükmü ile ayıracaktır. O öyle yegâne hüküm veren, öyle her şeyi bilendir.

Fetih: (bir şeyin açılması) iki tarafın varlığı ile gerçekleşir. Taraflardan biri hüccet bakımından ötekisine göre çok daha kuvvetli ve güçlü olmalıdır ki, elinde böyle güçlü bir hücceti olmayana boyun eğdirebilsin. Hak olan hüccete sahip olan diğerine boyun eğdirir.

Her iki tarafın karşılaşması veya toplanması ile sağlam ve sağlıklı olan bilgi, hatalı ve yanlış olan bilgiyi ortadan kaldırmak için ortaya konulur. Eğer bu konu objektif olarak neticelenmezse bu durumda müminler tarafından isabetli olan bilgi ortaya konularak yardım için devreye sokulur. Böylece isabetli olan yardımcı güç, tezat oluşturan hatalı bilgiyi önler. Hakka inananlar ve o hakkı gerçekleştirmek için gayret gösterenler fatih kimseler olarak adlandırılırlar. Yoldaki sıkıntıları, engebeleri ve zorlukları ortadan kaldıran ve böylece geliş gidişlerin sağlıklı olabilmesini sağlayanlar olarak hak tarafından desteklenenler ve hakka iman edenler olarak isim alırlar.

Ayette geçen; “sonra da aramızda hak hükmü ile ayıracaktır.” Kavline gelince Yüce Allah böylece eldeki kesin kanıt ve hüccet sayesinde kimimizi kimimize karşı üstün bir konuma getirecektir demektir. Kaldı ki dinde icbar, zorlama ve ikrah yoktur. Gerçi düşmanlıklarda kuvvet ve güç sayesinde kırılır. Haddini aşarak saldırgan ve mütecaviz konuma gelen kimselerin yenilmesi ve onlara galebe çalınması ancak güç ve kuvvet sayesinde mümkün olur. Kısaca söylemek gerekirse bütün bu durumların hepsine fetih denir.

Birinci durumda; Hüccete hüccet ile karşı koyup üstünlük sağlanma durumudur. Böylece güçlü hüccet ile diğerini alt eder ve halkta güvenceye kavuşur. Eğer iman ederlerse doğru yolu bulmuş olurlar.

İkinci durumda. Eğer ortaya konan hüccete inanmazlar, kabul etmezlerse, bununla birlikte müminlere karşı da bir düşmanlık bayrağı çekmezlerse, o takdirde onlar da İslâm devleti düzeninin gölgesinde onlarla birlikte aynı devletin vatandaşı olarak yaşarlar. Bundan böyle artık onlara karşı her hangi bir düşmanlık yapılmaz.

Üçüncü durumda: Eğer şirk koşarlar. Müslüman olup ta hakka ve hidayete erenlere karşı açıkça düşmanlıklarını sergilerlerse bundan böyle onlarla savaşmak farz olur. Bu savaş ta ki onlar kuvvet yoluyla hakka teslim olana ve İslâm Dini de selamete erene barış İslâm’ın İslâm dinin olana dek sürer.

Ayette geçen “O öyle yegâne hüküm veren, öyle her şeyi bilendir.” Kavliyle de denmek istenen şudur: “Fettah olan sadece yüce Allah’tır. hiç bir şey O’na güç ve zor gelmez. Çünkü O, dilediğini yapandır.”

El-Fettahü’l-Alîm; Bu ifade her şeyi yaratan olan Allah’ın, yaratmış olduğu şeylerden fethedilmesi ve açılması gerekli olan her şeyi açmaya ve fethe dair olduğunu gösterir, buna delalet eder. Çünkü kendi işini ve emrini bilen O’dur. Bu itibarla O; o şeylerin anahtarlarına da sahip ve maliktir. Bu bakımdan fetih, herhangi bir sıkıntı olmaksızın gerçekleşecektir. Çünkü O bunları yapmaya kadir olandır.

“El Feth” Hayır işlemektir, hayırlı bir fiildir. “el Fettah” ise bütün hayırların, güzelliklerin ve iyiliklerin faili demektir. Bu açıdan feth kullarından hayır dilemek isteyenlerin yollarında engel oluşturan zorlukları kolaylaştırmak ve güçlüklere boyun eğdirmek, hayır yollarını açmaktır. El Fettah ise kulun olaylar karşısında güçsüz kalması halinde onun için işini kolaylaştıran demektir.

El Fettah; Herhangi biri adına vekâlet alma söz konusu olmaksızın bir işi direkt olarak doğrudan yapandır. Kaldı ki emirler de onun için ortaya çıkar. İtaat edilmesi gereken işi uygulamak adına fetih işini ayakta tutar. Çünkü Fetih bir gayrettir ve bu bir amaç adına yapılır.

El Futuh ise Yüce Allah’ın zatı ile ilgilidir, çünkü O, arada vasıtalar veya baskılar ya da konu ile ilgili sarf edilen gayretler söz konusu olmaksızın hibe veren, bağış yapandır.

El Fatiha; Hizmete sebep olan vasıtadır. Hayır ve rahmet kapılarından içeri girendir. Bu bakımdan besmele, Fatiha’nın da fatihasıdır. Fatiha da Kur’an ın fatihasıdır. Çünkü Fatiha suresi, tüm büyük ayetlerde, mucizelerde dahli olan, başlı başına etkisi bulunan bir suredir. Aynı zamanda o ayetler üzerinde edebi yönü ve samimiyete dayalı duaları üzerinde de etkisi vardır. Çünkü kul herhangi bir güzel dua ile rabbine doğrudan ve direkt olarak yakarırken Fatiha suresinin onda ki etkisini bulur.

Nitekim şehadetü en lâ ilâhe illallah” kelimesi de aynen fatiha suresi gibidir. Bu da bir kimsenin İslâm’a girmesi için onun fatihası, kapıdan içeriye adım atması manasında olan bir Fatiha’dır. Nitekim kesilecek olan herhangi bir hayvanın kesimi sırasında Besmele çekilmesi Allah adının anılarak kesimin yapılması da böyledir. Zira kesilecek olan hayvanın etinin Müslümanlara helal olabilmesi için mutlaka besmele çekilmesi gereklidir.

Hayatın ve ölümün anahtarlarının elinde olduğu Allah’a, lemlerin rabbi olan Allah’a hamd olsun. Çünkü rabbimiz hiçbir kimseye asla zulüm ve haksızlık etmez. Çünkü fetih büyük işler için hazırlıktır. Zira Fettah olan Allah büyük işleri ve amelleri yapandır. İşte bu açıdan İslâmi fetihler İslâm’ın yayılması için bir ön araştırmaya girilmesi demektir. Zira bu sayede hakkın hakimiyeti sağlanır ve batıl da yok olur.

Çünkü Fetih, Fettahü’l-Azam olan Allah’ın yardımıyla sağlanır ve fetih için O’ndan yardım istenir. Bu durumda kulların görevi yüce Allah’ın güzel bir sıfatı olan bu sıfatından yardım istemesi konusunda asla gecikmemesidir. Çünkü bu muhal olan, olmayacak olan bir şey de değildir. Mademki bu rabbimizin bir sıfatıdır. O halde O’ndan medet ummak ve yardım istemek te mümkündür. Bu yapılmalıdır ki hayatımızda gidişatımızda, yol ve yöntemlerimizde, fiilde varlık bulabilsin.

Mademki mesele böyledir, kendisini em güzel bir biçimde ve surette yaratan yüce Allah onu yaratmaya kadir olduğuna göre kesin olarak O, kendisinden medet istenildiğinde, imdat beklenildiğinde buna da kadirdir. Ki medet beklenilecek olan o kaynaklar Levh-i Mahfuzda yazılıdır. Bir de ameli (pratik) sünnetten alacaklarını almalıdır. Çünkü ameli sünnet Resul Allah’ın amellerinde ve onun güzel fiil ve davranışlarda varlığını bulmuştur.

Zira bir takım kelimelerin manalarında kapalılık, anlaşılamamak gibi müphemlikler, karışıklıklar oluşmaması ve yaygınlaşmaması için bu yapılmalıdır. Nitekim bunlara delalet eden kavramlarla da konuları birbirine karıştırılmaması konusunda bu gereklidir. Bu açıdan bizim neyin fetih ve neyin de savaş olduğunu iyi bilmemiz icap etmektedir. Bu iki kavramı hiçbir zaman birbirine karıştırmamak, yani savaşı fetih ve fethi de savaş gibi algılamamak gerekir. İşte bu kavramı çok iyi anlamamız gerekir.

Fetih; Hidayet, eşitlik amacıyla yapılan ve tamamen insani değerlere bağlı olarak tesisi edilen bir harekettir. Yoksa fetih karşımızdakilere galebe çalmak, üstün gelmek demek değildir. İşte burada yapılması gerekenler ve verileri şöylece sıralayabiliriz.

1 – Hakkı ve Hak olan yolu göstermek suretiyle müjdelemektir. Çünkü hakkın egemen olması durumunda yeryüzünde fesat çıkarılmasına meydan verilmez. Bunun yapılması da beka ve kalıcılık için yeryüzünde nihayete dek halifeliği egemen kılmak için zorunludur. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

{{{Fehalefe min ba’dihim halfün verisül Kitabe ye’huzune arada hazel edna ve yekulune seyuğferulena* ve in ye’tihim aradun mislühu ye’huzûh* elem yü’haz aleyhim miysâkul Kitabi en lâ yekulü alAllâhi illel Hakka ve deresu ma fiyh* veddarul ahıretü hayrun lilleziyne yettekun* efela ta’kılun; (‘Araf/169)

Onların ardından da (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, nasıl olsa bağışlanacağız, diyerek Kitab’a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Kitap’ta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar Kitap’takini okumamışlar mıydı? Âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâla aklınız ermiyor mu? (Elmalı)}}}

Onların ardından da Kitab’a varis olan bir takım kimseler geldi..” (Araf/169)

2 – Cennetle müjdeleme; Çünkü cennet, yeryüzünde Allah’ın halifesi olmakla memnunluk duyanlara hazırlanmış ve bunun müjdesi kendilerine verilmiştir. Ki bunlar apaçık fethin zilleri çaldığında yerlerinde kalıp kadınlarla beraber olmaya razı olmadılar. Nitekim kadınlarla beraber kalanlar hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor;

{{Radu Bi en yekûnu me’al havalifi ve tubia alâ kulubihim fehüm lâ yefkahun. (Tevbe/87)

Lakinir Rasûlü velleziyne amenû meahu cahedu Bi emvalihim ve enfüsihim* ve ülaike lehümül hayrat* ve ülaike hümül müflihun. (Tevbe/88)

Geride kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular, onların kalplerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar. (Elmalı)

Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir. (Elmalı)}}

Kadınlarla beraber olmaya razı oldular, kalplerine mühür vuruldu. Artık onlar gerçeği kavrayamazlar. Fakat peygamber ve beraberindeki müminler, mallarıyla canlarıyla cihat ettiler. Bunları görüyor musun? Bütün hayırlar işte onlar içindir. Ve kurtuluşa erenler de onlardır.” (Tevbe/87-88)

3 – Ayıp ve kusurlarından ötürü uyarma, işlemekte oldukları amellerden daha güzelini işlemeleri için ıslah edici amellere davet edilmeleridir.

4 – Yalan söyleyen ve hakka sırt çeviren ya da bir günah işleyen, haksız yere kan akıtan, haram yiyen, yalan yere tanıklık eden ve haksız olarak iftiralarda bulunan herkesi cehennem ateşiyle uyarmasıdır.

5 – Aralarında ki bağı güçlendirmek ve ayrılığa düşülmesini önlemek için Allah’a karşı olan muhabbeti ve O’nun yolunda güzel ameller işlemeyi ilan etmek haykırmak.

Herhangi bir durumda eğer Müslümanlar kendi sınırlarını çevreleyen beldelerden ülkelerden her hangi bir yerden dinleri aleyhine açıkça olmaksızın ve bir müdahale de bulunmaksızın herhangi bir tehlikenin varlığını hissettiklerinde onlara karşı savaş ilan etmeye ve oralara girmeye kalkışmamalıdırlar. Eğer savaşmak farz olmuşsa o başka. O takdirde gereken yapılmalıdır. Çünkü bir tehlikenin varlığının sezilmesi halinde gereken yapılır, şöyle ki;

1 – Küfrü engellemek ve Yüce Allah’a şirk koşulmasının önüne geçmek için gerekeni yapmaktır.

2 – Fethe karşı olanları ve objektif olarak tebliğin yapılmasının önüne geçenleri uyarmak için gereken yapılmalıdır.

3 – İnanmayanlara mesajı iletmek suretiyle kendilerini müjdelemek için gereken yapılmalıdır.

4 – Fethi gerektirecek olan gerekçeler söz konusu olması durumunda, konuya ilişkin delilleri sunup kanıtlara öncelik vermek için gereken yapılmalıdır.

5 – Amacı te’kit ve teyit etmek; Bunun da amacı insanlar arasında barışı gerçekleştirmek ve sağlamaktır. Çünkü Müslümanların birbirlerini seven kardeşler olarak hayatlarını sürdürmeleri buna bağlıdır.

Buna göre barışı sağlamayı da içinde bulunduran fetihle amacı halklar üzerinde baskılar kurarak onları köleleştirerek ve sömürerek ortaya çıkarılan savaş arasında ki büyük fark ta belirmiş olur. Fetihte Adalet, savaşta zulüm, baskı ve haksızlık vardır. Bu bakımdan fetih doğrularla gerçeği açıkça ortaya koyar. Oysa ki savaşta elde herhangi bir hüccet ve delil olmaksızın bir kapalılık, bir müphemlik vardır. Savaşta amaç kolayca açık ve net olarak ortaya konulmaz. Fetihte ise kimsenin zarar görmesi amaçlanmaz. Oysa savaşta ve döğüşte amaç karşı tarafa üstün gelmek, galebe çalmak, karşı tarafa onulmaz zararlar açmak unutulmaz acılar ve sıkıntılar yaşatmak, dertler açmaktır. Birisi hakka ve hakkaniyete dayalıdır, diğeri haksızlığa ve üstün gelmeye baskı kurmaya, zorbalığa dayalıdır.

Kulun; Yüce Allah’ın el Fettah olan isminden nasibi, Enes Bin Malik (ra) tarafından rivayet olunan Hadis-i Şerife uygun olmalıdır. ResulAllah şöyle buyurmaktadır;

“Şüphesiz insanlar arasında hayrın anahtarlığını ve şerrin (kötülüğün) önünde kilitlenme görevini yerine getiren kimseler vardır. Nitekim öyle insanlar da vardır ki Kötülüğün anahtarlığını ve hayrın önünü de kapatma görevini yaparlar. Hayrın ve iyiliğin anahtarı, açacağı ellerinde olan o kimselere müjdeler olsun. Kötülüğün ve şerrin anahtarları, açacakları ellerinde olan kimselere de yazıklar olsun.” (Beyhaki)

Yüce Allah hakkı hakim kılmaları ve batılı da yok etmeleri için insanın kendisinin halifesi olmasını murat ediyor. Bu bakımdan kulların görevi, ilim kapılarını herkese açmalarıdır. Böylece insanları karanlıklardan nura çıkarmaları için paylarına düşeni yapmış olsunlar. Onları fakirlik ve yoksulluktan zenginliğe çıkarabilsinler. Bu da ancak nefis ve ruh zenginliği sayesinde olabilir. Böylece fakirlik ve ihtiyaç içinde bulunma durumundan sonra gönülleri huzura kavuşsun ve nefisleri tatmin olabilsin. Nihayetinde birey, cemaat ve toplum güvenliği temeline dayalı olarak sağlıklı bir şekilde üzerine düşen amellerini işlerini yapabilsinler. Hepsi de tam manasıyla haklarını yerine getirmiş olsunlar, üzerlerine düşen sorumluluklarını yapsınlar.

Nihayetinde öyle bir gayret ve çaba göstersinler ki, bireyleri üretken konuma getirerek, ellerine daha çok helal gelir imkânını sağlayabilsinler. Öylesi bol bir kazanç sahibi olmalılar ki bu sayede zekâtı verebilme, sadaka dağıtma yollarını bulabilsinler. Keza sağlık, sıhhat ve afiyet kapılarını da açmış olsunlar. Dinin kapılarını açarak merhamet, şefkat, sevgi ve kardeşlik duygularıyla onlara dinin yolunu kolaylaştırmış olsunlar. Öyle bir yol izlemelidirler ki dine susayanları istek ve arzularıyla oraya çakabilsinler. Öylesi hüccet ve kanıt sergilemelidirler ki bu sayede müşrikleri, dine karşı tavır alanları ve cahil takımını, üzerlerinde herhangi bir zorlama ve ikraha başvurmadan dine yönelişlerini sağlayabilsinler.

Keza Allah’ın kullarına mağfiretin, tevbenin, rahmetin ve hidayetin kapılarını açsınlar. Böylece insanlık semavi değerlerle, faziletlerle nimete ersin. Allah Teâlâ’nın geniş kapılarından girerek O’nun rahmetinin yeryüzünde halifeliğe aday olanlara artmasını istesinler ve bunu sağlamaya çalışsınlar.

El Fettah; Kudret ve mutlak kuvvet sahibi demektir. Çünkü o; fetih için ne zaman isterse, nasıl isterse ve nerede isterse, fethi o şekilde mümkün kılar. Mutlak manada kadir olan Allah dilediğine hayır kapılarını açan, dilediği için de kötülük kapılarını kapatandır. Yaratmış olduklarından hangileri ve kimler olursa olsun Allah’a yakınlık dereceleri de ne olursa olsun, hiçbirisinin hiçbir şekilde yaratanın murat ettiği bir şeyi değiştirmeye kalkışması, müdahale etmesi mümkün değildir, olamaz da. Eğer Allah herhangi bir toplum için, belirli bir zamanda azab ve ikab (Cezalandırma) kapısını açmayı murat ederse hiçbir kimsenin o kapıyı kapatmaya muktedir olması mümkün değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

Kul HUvel Kadiru alâ en yeb’ase aleyküm azâben min fevkıküm ev min tahti ercüliküm ev yelbiseküm şiye’an ve yüziyka ba’daküm be’se ba’d* unzur keyfe nusarrifül âyâti leallehüm yefkahun. (En’am/65)

De ki; “O’nun size üstünüzden veya altınızdan bir azap salıvermeye yahut sizi birbirinize katıp kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yeter. Bak ayetlerimizi nasıl inceden inceye açıklıyoruz ki gereği gibi anlasınlar.

Eğer kadir olan Allah herhangi bir topluma rahmet kapılarını açmayı murat ederse, hiçbir kimse o kapıları kapatmaya asla güç yetiremez. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor;

Ma yeftehıllahu linNasi min rahmetin fela mümsike leha* ve ma yümsik fela mursile lehu min ba’dihi ve HUvel ‘Aziyzül Hakiym. (Fatır/2)

Allah, insanlara rahmetinden her neyi açarsa artık onu tutacak, kısacak kimse yoktur. Her neyi de tutar kısarsa onu da ondan sonra salacak yoktur. O öyle güçlüdür, öyle hikmet sahibidir.”

İster ikab/azab olsun, bunun her ikisi de mutlak bir gücün varlığını gerektirir. Çünkü her varlığı her zaman ve mekânı kapsaması gerekir. Bu bakımda El Fettah olan zatın mutlaka hem kadir ve hem de muktedir olması icap eder.

Fettah olan zat aynı zamanda isteyenlere ve o yolda gayret gösterenler için ilim kapılarını da açar. Burada sözünü ettiğimiz ilim faydalı olan ilimdir. Çünkü faydalı olan ilim sahibini en yüksek derecelere ulaştırır. Yüce Allah tarafından bir kimseye söz konusu kapı açılmadıkça hiçbir kimsenin ilim ve marifette öyle belirli bir payeye dereceye ulaşması mümkün değildir, olamaz. Çünkü ilmin kendisi aslında Yüce Allah tarafından bize sunulan nimetlerden en büyük nimettir. Nimetleri vermeye malik ve kadir olan ise yaratıcı Hâlık’ tan başkası değildir. İnsan ilimde belli yüksek ve üstün bir payeye eriştiğinde bundan böyle o gurur ve kibre bulaşmaz bulaşmamalıdır.

Aksine üstün bir ilmi dereceye ulaşan bir kimse ulaşabildiği derecenin Yüce Allah tarafından kendisine ihsan olunan bir nimet olduğunu, bu kapıyı açanın da O olduğunu hatırlamalıdır. Böyle bir dereceye erdirmek de, bundan menetmek te bizzat Allah’ın elindedir. Çünkü gerçek ilim sahibini tevazuun ve alçak gönüllülüğün zirve noktasına erdirir.

Burada kullara düşen görev, öncelikli olarak kendisine, kendi nefsine yardımcı olmalı, ona destek çıkmalıdır. İkinci dereceden de başkalarına yardımcı olmalıdır. Çünkü böylece kişiyi hidayete erdiren hakikatin fatihi ve anahtarı olmasında gevşeklik göstermemiş olur. Çünkü rahmetin idraki, sevgisi ve yaratıcının azametini kavraması da buna bağlıdır. Zira cennetin kapılarının açacağı fatihi olması da buna bağlıdır. Zira cennetin kapılarını ancak Hak ve Hayır üzere sabretmekle ve bu ikisi ile amel etmekle açılır. Kaldı ki fetih içinde bir takım temeller ve esaslar vardır.

FETİH İÇİN LAZIM OLAN TEMEL KAİDELER.

1 – SABIR; Sabır, cennet anahtarlarından bir anahtardır.  Çünkü bu insanın yeryüzünde Allah’ın halifeliğine adaylığını, ahirette de huld (bozulmadan ve sonu gelmeden devam eden cennet ) cennetlerine hak kazanmasını sağlar.

2 – SALİH AMEL; İnsanın dünya hayatında ki yaşamının tümü, günün başından sonuna dek amellerle geçer. Çünkü insan gün boyu başkalarıyla farklı konularda muameleler yapar, alır, verir. Hayat böylece sürüp gider. Nitekim toplumda halkla ilişkilerinde bu türden ameller ve menfaate dayalı işlerle uğraşır. Fakat insanlar hayatlarında bir metod, bir gidiş yolu edindikleri çizgide gidip gelirlerken yapageldikleri iş ve ameller bakımından farklılık gösterirler. Çünkü işlenen her amel için salih amel denilemeyeceği gibi her amelde fasittir de denilemez.

İşte bu şekilde kişinin imanının sınırladığı ve Allah için samimi ve ihlas ile yapageldiği şey, salih amel olarak değerlendirilir. Kişinin imanı ne oranda artarsa bundan da Yüce Allah’ın razı olacağı o nispette tertemiz salih bir amel ortaya çıkar.

3 – ALLAH VE RESULALLAH SEVGİSİ; İşte bu sevgi, cennetin tüm kapılarını açabilmek için en sağlıklı olan fethin temelidir. Böylesi üstün bir sevgi olmadıkça, hiçbir kimsenin yüzüne cennet kapısı açılmaz. Enes. Bin Malikten gelen rivayete göre; Bedevi birisi Allah resulüne; “Kıyametin kopması ne zamandır” diye sorar. Allah resulü de ona;

Sen onun için ne hazırladın” buyurur. O da;

“Allah ve resulünün sevgisini hazırladım.” der. ResusulAllah;

 “Sen sevdiklerinle beraber olacaksın.”  buyurur. (Müslim-Sahih)

4 – KOVULMUŞ OLAN LANETLİ ŞEYTAN GERÇEĞİNİ KAVRAMAK; Lanetli şeytan insanoğluna karşı büyük bir kin gütmekte, ona karşı üstünlük taslamaktadır. Ondan öç alabilmek için intikam ateşiyle yanıp tutuşmaktadır. İşte insan ne zaman bu gerçeğin farkına varır ve ona karşı buğz etme derecesini elde ederse, ondan kurtulmak için adım atmış olur. Allah’ın en asil olarak yaratmış olduğu insana karşı şeytanın haset etmesi, onu çekememesi gerçeğini bir insanın kavraması halinde, işte bu sayede insan cennetin temel anahtarlarını, açacaklarını eline geçirmiş, o açacaklara sahip olmuş olur.

Kim bu gerçeği kavrarsa nefsini ondan uzaklaştırmış ve kendisini onun vesveselerinden koruma altına almış olur. Hatta dahası, böyle olan bir kimse şeytanı galebe çalar, ona karşı üstünlük kazanır. Allah ve O’nun soylu Resulüne karşı olan sevgisi sebebiyle şeytanı kahreder. Çünkü kim düşmanına tabi olmakla hoşnutluk ve memnuniyet duyarsa böyleleri huld cennetlerine hak kazanamazlar. Çünkü Yüce Allah bu cenneti şeytana karşı savaş açan ve onu düşman bilenler için hazırlamış ve onu arzu eden herkes için onun kapılarını açmıştır. Yeter ki o yolda yürümüş olsun ve gayret etsin.

5 – FAYDALI İLİM; Faydalı ve yararlı ilim, insanın her şeyi yaratan zatı idrak etmenin ve o kapıları açmanın kavranmasını sağlar. Burada amaçlanan ve söz konusu edilen ilim, sadece en yüksek icatlar yapmayı, buluşlar ortaya koymayı başarmak değildir. Aksine araştırmayı sürdürmek ve bu kâinatın ve şu yaratılanların ötesinde neler var, neler yok onun hakikatini, o gerçeği idrak edebilmektir.

Kişi sadece bilgi edinmekle yetinmemelidir. Hiç aydınlanmadan aklını sadece o bilgilerin deposu haline getirmemelidir. Mutlaka dikkatini ve çalışmasını bütün bunların ötesiyle ailgilenmesine gayret göstermelidir.

Nice bilim adamları var ki modern bilim alanlarında zirve yapmıştır. Ne yazık ki bütün bu gerçeklere rağmen henüz kendisini ve nefsini tanımış değildir. O konudaki cehaleti sürüp gitmektedir. Kendisi için nelerin yarar ve nelerin zarar sağlayacağını da bilmemektedir, bunlardan habersizdir.

Esasen ilim adamlarının omuzlarında büyük bir sorumluluk, bir mesaj sorumluluğu vardır. Bu nedenle İslâm âlimleri bu görevlerini en güzel bir biçimde yapmak durumundadırlar. Zira bu sorumluluk onlarındır. Kaldı ki onlar edinmiş oldukları ilim sayesinde, birçok kimselerin önlerinde, din ve dünyaları hakkında bilgisizlikleri devam edenlere, bilginin, marifetin ve hakikatin kapılarını açmış olacaklardır. Çünkü faydalı ilim sayesinde hiçbir kimseye herhangi bir kapının kapalı kalması mümkün değildir. İlim edinen bir kimse, bir o yana, bir bu yana asla yalpalamaz. Hangi yolun daha doğru olduğunu idrak edemeden kalamaz. Mutlaka gerçeği bulmaya ve onu kavramaya ilim sayesinde gayret gösterir. (Prof. Dr. A. Hüseyin Akil- Esma-i Hüsna şerhi/246-256)

**************************************************************

EL- FETTÂH  (Ramazan)

A – Fettâh isminin lügat anlamı: Fetih kelimesinden türeyen Fettâh ismi; açmak, iki taraf arasında hüküm vermek anlamlarına gelmektedir.

Yine Fettâh ismi mübalağa ve devamlılık ifade eder. Yani Allah kıyamete dek bol bol açmaya ve hüküm vermeye devam edecektir.

Fetih kelimesi, fiil ve kalıplarıyla beraber Kur’an’da 38 defa zikredilmiştir.

B – Fettâh isminin ıstılah anlamı:

Fettâh; iyilik, bolluk ve rızık kapılarını açandır.

Fettâh; bütün engelleri kaldırandır.

Fettâh; kalp ve basireti örten perdeleri kaldıran, önyargı ve peşin fikirleri giderendir.

Fettâh; bilinmedik perdesini kaldırıp gerçeği ortaya koyandır.

Fettâh; hidayetle ilgili bütün problemleri çözendir.

Fettâh; anlaşmazlıkları gideren, adaleti gerçekleştiren, safları belirleyen, hak ile batılın saflarını birbirinden ayırandır.

Fettâh; kullarına fetihler nasip edendir.

Fettâh; kıyamet gününde hükmü ile insanları ayıran, cennetin ve cehennemin kapılarını açandır.

C – Fettâh isminin Kur’an içerisinde incelenmesi:

el-Fettâh; iman eden ve sakınan kullarına bolluk ve bereketlerin kapısını açan olarak şöyle zikredilir:

O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı iman etseler ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üzerine gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat yalanladılar. Biz de yaptıkları yüzünden onları yakalayıverdik.” (A‟raf 96)

el-Fettâh; inkar eden kimselere dünyada biraz faydalansınlar diye bütün nimetlerin kapısını açan olarak şöyle zikredilir:

Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında üzerlerine bütün nimetlerin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilenlerden dolayı şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık. Birdenbire bütün ümitlerini yitirdiler.” (En‟am 44)

el-Fettâh; hak ile batılı ayıran olarak şöyle zikredilir:

“..Rabbimiz bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver. Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.” (A‟raf 89)

Hz. Şuayb bu duasında, hüküm veren anlamında Fettâh ismini kullanmıştır.

el-Fettâh; kullarına fetih ve zafer veren anlamında şöyle zikredilir:

Muhakkak ki biz sana apaçık bir fetih verdik.” (Fetih 1)

D – Fettâh isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

1- Bizler Rabbimizin Fettâh olduğunu unutmamalıyız. Bilmeliyiz ki O’nun bize vereceği nimeti, güzelliği ve zaferi hiç kimse engelleyemez.

Allah’ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz. O’nun tuttuğunu O’ndan sonra salıverecek de yoktur. O Aziz’dir, Hakim’dir.” (Fatır 2)

2 – Rabbimizden fetihler istemeliyiz ve fethe ulaşabilmek için bedel ödemeyi göze almalıyız. Çünkü Allah bedel ödemeyenlere fethi ve zaferi nasip etmeyecektir:

Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak olan ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve resulüne iman eder, canlarınızla ve mallarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var; Allah ‟tan bir yardım ve yakın bir fetih. Müminleri bunlarla müjdele.” (Saf 10-13)

3 – Rabbimizden bizim kimliğimizi belirlemesini, bizi kâfirlerden ve münafıklardan ayırmasını, onlarla aramızı açmasını istemeliyiz ve bulanık bir hayat yaşamaktan kaçınmalıyız. Biz Hz. Şuayb’ın yaptığı gibi namazımızla, ticaretimizle, hayatımızın her yönüyle kâfirlerden ayrılmalıyız. Bu konuda Rabbimize samimiyetle dua edersek Rabbimiz dualarımıza icabet edecek ve bizi onlardan ayıracaktır.

4 – Kıyametin bir adı da “Yevmu‟l-Feth (Fetih Günü)”tir. Bizler, mazeretlerin kabul edilmeyeceği ve imanın sınanacağı o büyük Fetih günü için azık hazırlamalı ve ciddi bir gayret içine girmeliyiz.

Eğer doğru söylüyorsanız bu fetih (kıyamet) günü ne zaman derler? De ki: Fetih gününde inkârcılara (o gün ettikleri) imanları fayda vermeyecek ve kendilerine mühlet de verilmeyecektir.” (Secde 28-29)

5 – Rasulullah (s.a.v) mescide girerken;

“Allahummeftahli ebvabe rahmetik (Ey Allah’ım! Bana rahmet kapılarını aç)” diye dua ederdi. (Nesai)

Bizler de Fettâh ismiyle Rabbimizden, maddi ve manevi bütün rahmet kapılarını üzerimize açmasını istemeliyiz. Bizleri imanla donatmasını, ilimle aydınlatmasını, hilmle süslemesini, takva ile azıklandırmasını, helalle rızıklandırmasını, dünyada ve ahirette afiyet vermesini, bize cennetin kapılarını açmasını ve bizi

Selam olsun size! Tertemiz geldiniz. Ebedi olarak girin cennete!” (Zümer/73)

Sözleriyle karşılamasını dilemeliyiz. (Dr. Ramazan SÖNMEZ)

Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

Devam edecek…

 


ESMA DERSLERİ – 26 – EL FETTAH (B)

$
0
0

 Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 “Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

**************************************************************

EL FETTÂH

Bismillahirrahmanirrahim

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve sahbihi ecmaiyn. Emma ba’d.

Bugün Allah’ın izni ile rabbimizin güzel isimlerinden el Fettah ismini işleyeceğiz inşallah. El Fettah ismi Arap lügatında ki fe te ha kelimesinden geliyor, fetheden bunun manası da açan demek. Yani herhangi bir şey kapalı ise, çözümsüz ise tıkanmış ise bunu açmaya fetih deniyor. El Fettah demek te çokça açan, kapalılıkları gideren demek.

Kur’an ı kerimde bu isim Allah için isim olarak 2 defa kullanılmış. Bir yerde Allah kendisi için:

… ve HUvel Fettahul’ ‘Aliym (Sebe/26) O, Fettah ve Alîm olandır.  Diyor. Bir başka yerde ise tekil değil de çoğul kullanılmış

…. ve ente hayrul fatihıyn. (A’raf/89) Sen fethedenlerin, açanların en hayırlısısın. Bu da Şuayb AS. ın Allah’a olan sözüdür.

Kur’an ı kerimde Allah için daha ziyade fethetmek, açmak fiil olarak kullanılmış. Allah sürekli açtığı için, sıkıntıları giderdiği için, karışık meselelere çözüm getirdiği için sürekli açtığından isimden ziyade fiil olarak kullanılmış.

Peki, Allah’a biz Fettah’tır dediğimizde tam olarak ne demiş oluyoruz? Şunu demiş oluyoruz; el Fettah olan Allah, yani kullarına rahmet ve ihsan kapılarını sürekli bir şekilde açan ve açık tutan Allah demektir. El Fettah olan Allah kullarının arasındaki anlaşmazlıkları hem dünyada hem de ahirette gideren ve onların arasında hükmeden Allah demektir. El Fettah olan Allah çarelerin tükendiği, insanların çaresiz kaldığı yerlerde insanların önlerinde ki engelleri kaldıran ve insanlara çözüm kapılarını açan Allah demektir.

Peki bu el Fettah isminin müminin hayatında ki tecellisi ve mümine faydaları tam olarak nedir?

1 – Allah; El Fettah ismi ile müminler ile kâfirler arasında ki anlaşmazlıklara dünyada iken hükmeder ve onların çekiştiği kavga ettiği meselelerde son sözü söyler.

Biliyorsunuz, müminler ile kâfirler başta akide olmak üzere ne doğrudur ne yanlıştır, ne bizi Allah’a yakınlaştırır, ne yakınlaştırmaz, hangisi uygun bir hayat sistemidir veya değildir. Bu konular hep insanlık tarihi var olduğundan beri Allah’a iman edenlerle etmeyenler arasında tartışma konusudur ve kör düğüme dönüşmüştür. O kadar peygamber gelmiş, o kadar kitap indirilmiştir ama aralarında ki bu husumet, anlaşmazlık bir türlü bitmemiştir.

İşte el Fettah; Anlaşmazlıklarda hükmeden, insanların arasını açan ve son sözü söyleyen demektir. Onun için peygamberler kavimleri ile aralarında ki anlaşmazlığı çözmesini istediklerinde Allah’a; Bu isim ve bu ismin gereği olan sıfatla yönelmişler. Meselâ şuâra, suresinde Nuh AS. 950 sene kavmini tevhide davet etti. BU 950 sene içerisinde hiçbir konuda anlaşamadılar. En son Nuh AS. Elleri kaldırıp dedi ki;

Kale Rabbi inne kavmiy kezzebun. (Şuârâ/117)

Rabbim, kavmim beni yalanladı.

Feftah beyniy ve beynehüm fethan ve necciniy ve men me’ıye minel mu’miniyn; (Şuârâ/118)

Benimle onların arasını aç, benimle onların arasındaki son sözünü söyle, hükmünü ver. Ben ve benimle beraber müminleri bu azgın insanların arasından kurtar. Dedi. Ne istedi Allah’tan Nuh AS.; Feftah beyniy ve beynehüm fethan yani Fettah isminin bir sıfatını istemiş oldu.

Aynı şekilde A’raf suresinde Şu’ayb AS. da kavmini tevhide davet etti, kabul etmediler, anlaşmazlıkları çözülmedi, o da Allah’a aynısını söyledi dedi ki;

… Rabbeneftah beynena ve beyne kavmina Bil Hakkı ve ente hayrul fatihıyn. (A’raf/89)

Rabbim, bizimle kavmimin arasını aç, aramızdaki hükmünü ver. Sen hüküm verenlerin, açanların en hayırlısısın. Dedi.

Demek ki Fettah olan Allah dünyada iken müminler ile kâfirlerin aralarında ki anlaşmazlıklarda Allah el Fettah ismi ile devreye girip onların aralarında hükmediyor.

Peki, bu nasıl oluyor? Kur’an ı Kerimi incelediğimiz zaman Allah’ın 3 şekilde hüküm verdiğini görüyoruz.

A – Allah kâfirlerin ellerinde ki en büyük dayanağı onların elinden alıp insanların gönüllerini, kalplerini İslâm davetine açar. Düne kadar batılı, küfrü destekleyen kalabalıklar bir den iman saflarına geçmeye başlarlar ve Allah böylece hükmünü vermiş olur. Siz kalabalık olmayı hakkın ölçüsü kabul ediyordunuz ya, işte artık kalabalık değilsiniz, kalabalık olanlar müminlerdir, muvahhitlerdir der, böylece onların arasında hükmeder.

Buna örnek olarak neyi verebiliriz? Hudeybiye anlaşmasını verebiliriz. Yani Hudeybiye anlaşmasından sonra Allah şu ayeti indirdi;

İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ. (Feth/1)

Şüphesiz ki biz sana apaçık bir fetih ihsan eyledik. Dedi. Ortada bir savaş yok, bir zafer yok. Bir anlaşma yapılmış, sahabeler bile bu anlaşmayı kabullenememişti. Çünkü Müslümanların aleyhine görünüyordu. 2 taraf arasında 10 yıl boyunca savaş olmayacak, dileyen kabile ister Mekke’liler, ister Muhammed AS. ile anlaşma yapabilecekler. Bu süre zarfında Müslümanlardan biri Mekke’ye giderse geri verilmeyecek, ama Mekke’lilerin çocuklarından biri Medine’ye kaçarsa tekrar Medinelilere geri verilecek. Yani ortada bir zafer olmadığı gibi sahabelerin bile kabul edemediği bir durum var. Ama Allah dedi ki;

İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ. (Feth/1)

Biz sana apaçık bir fetih ihsan eyledik. Dedi. Bu neyin fethi idi? Bu 10 senelik süre zarfında Allah resulü gönülleri fethetti. İnsanlar daha önceden peygamberimizi hep müşriklerden dinlemişlerdi. Onun; kavmini bölen, liderlik peşinde olan bir kişi olduğunu, mal sevdalısı olduğunu dinlemişlerdi. Ama bu sulh döneminde insanlar peygamberi bizzat gördüler, tanıdılar, onun davetini ondan ve ashabından dinlediler. İnsanların gönülleri kazanıldı. Daha sonra Mekke’min fethiyle Allah büyük fethi nasip edince zaten akın akın insanlar islam dinine girmeye başladılar.

Demek ki birinci hüküm çeşidi budur. Çünkü Kâfirler sürekli müminlere derler ki; Eğer siz hak olmuş olsaydınız çok olurdunuz. Bu kadar az insan size ittiba etmezdi diyerek bunu bir delil olarak kullanırlar. Bu sözü biraz güncellersek; “Bu kadar insan yanlış biliyor, bir tek siz doğru biliyorsunuz öylemi?” sözünü söylerler genelde. Allah’ta bazen kalabalıkların gönlünü açar İslâm’a, kâfirlerin ellerinde ki bu hücceti ellerinden alır. Ashabı Hud’un kıssasını da buna örnek verebiliriz. Yani tek bir çocuk ile Kral ve avanesi dışında ki bütün kavim tek bir sahne ile Allah’a iman ettiler.

B – Allah müminleri hiç yormadan kâfirleri helâk eder. Onların arasında hükmünü bu şekilde verir. Siz batıl üzeresiniz, değeriniz yoktur ve bundan dolayı da sizi helâk ediyorum der ve helak ederek hükmünü böyle verir. İbrahim suresinde Allah buyuruyor ki;

Ve kalelleziyne keferu li Rusulihim le nuhricenneküm min Ardına ev lete’udünne fiy milletina* feevha ileyhim Rabbuhüm lenühlikennez zâlimiyn; (İbrahim/13)

Kafirler peygamberlerine dediler ki ya bizim dinimize geri döneceksiniz ya da biz sizi bu memleketten süreceğiz. Ya sevecek, ya da terk edeceksiniz dediler.

Ve lenüskinennekümül’Arda min ba’dihim* zâlike limen hafe mekamiy ve hafe ve’ıyd; (İbrahim/14)

Allah onlara vahy etti dedi ki ben zalimleri helak edeceğim sonra sizi de getirip o zalimlerin yaşamış olduğu yerlere yerleştireceğim ve siz orada yaşayacaksınız.

Allah bu vaadde bulununca Allah’tan fetih talep ettiler.

Vesteftehu ve habe küllü cebbarin ‘aniyd;. (İbrahim/15)

Ne kadar zorba, inatçı kâfir varsa hepsi hüsrana uğradı, kayboldu gitti. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Yani Kur’an ı kerim de ki, kıssaların hemen tamamı Allah’ın bu şekilde hükmetmesinin birer delilidir. Müminlerle Kâfirler karşı karşıya geldikleri zaman,bir yerden sonra kâfirler işi cozutup Allah’ın vaadine hakaret edip dalga geçmeye başlarlar. Hani o bahsettiğiniz azap nerede? Hani bizi kendisiyle korkuttuğunuz Allah’ın helaklar nerede demeye başladıklarında artık gayretullah’a dokunan bu durumda Allah hükmünü indirir, kâfirleri helâk eder, aralarından müminleri alır kurtarır.

C – Allah’ın üçüncü hükmetme biçiminde Allah kâfirleri müminlerin eliyle helâk eder. Allah müminlerin içerisinden seçkin bir zümrenin canlarıyla mallarıyla O’nun yolunda cihat edip mücadele etmeyi onlara müyesser kılar, onları hazırlar. Ondan sonra Allah ordularıyla onlara yardım eder. Çünkü hiçbir Müslüman ordu kendi silahı, kendi gücüyle Kâfirlerin karşısında dengeli bir savaş verememiştir. Allah yerin ordularını, göğün ordularını onların emrine amade kılar, rüzgâr onlarla beraber esmeye başlar. Allah’ın bu tür orduları müminlerin yanına gelince Allah nihai hükmünü verir ve kâfirleri müminlerin eliyle yeryüzünden siler. Bedir gününde olduğu gibi, Allah orada müminlere dedi ki

İn testeftihu fekad caekümül feth… (Enfal/19)

Bu güne kadar eğer fetih istiyor idiyseniz işte size zafer geldi. Onun için Allah el Fettah’tır kullarının aralarındaki anlaşmazlıklarında hükmeder.

Bu anlattığımız hüküm çeşitleri dünya için geçerlidir.

2 – El Fettah olan Allah dünyada dahi çözülememiş ahiret gününe kalmış olan anlaşmazlıkları da Allah o gün bütün kullarının arasında hükmedecek ve son sözü söyleyecektir.

Sebe’ suresinde ki isim olarak geçen El Fettah kıyamet gününde Allah’ın kullarının arasında hükmetmesiyle alakalıdır. Peygamberimiz müşriklere diyor ki;

Kul men yerzukuküm mines Semavati vel Ard* kulillâhu ve inna ev iyyaküm leâla hüden ev fiy dalâlin mubiyn. (Sebe’/24)

De ki sizi yerden ve gökten kim rızıklandırıyor, ihtiyaçlarınızı gideriyor, sen de ki “Allah’tır.” Ya biz ya da sizden birimiz hak üzereyiz, ya da apaçık bir sapıklık içerisindeyiz. Başka bir yolu var mı? İki iddia sahibi varsa birinden biri mutlaka hak üzeredir, diğeri de sapıklık üzeredir. Peygamber de onlara böyle söylüyor.

Kul lâ tüs’elune ‘amma ecramnâ ve lâ nüs’elü ‘amma ta’melun. (Sebe’/25)

Siz bizim yaptığımız cürümlerden hesaba çekilmeyeceksiniz, biz de sizin yapmış olduğunuz amellerden hesaba çekilmeyeceğiz.

Kul yecme’u beynena Rabbüna sümme yeftehu beynena Bil Hakk* ve HUvel Fettahul’ ‘Aliym. (Sebe’/26)

De ki Allah hepimizi bir araya toplayacak, sonra da bizim aramızda hak olan hükmü verecek. Çünkü O el Fettah ve el ‘Alîm olan Allah’tır.

Bazı husumetler vardır dünyada iken çözülmez, onun için Kur’an ı kerimde defaten tekrar eden bir ayeti kerime var;

… fAllâhu yahkümü beynehüm yevmel kıyâmeti fiymâ kânû fiyhi yahtelifun; (Ör; Bakara/113)

Kıyamet gününde anlaşmadığınız konularda Allah sizin aranızda nihai hükmünü verecektir.

Nasıl verecek Allah nihai hükmünü? Bütün din sahiplerini bir araya toplayacak;

İnnelleziyne amenû velleziyne Hadu vesSabiiyne venNesara vel Mecuse velleziyne eşrekû* innAllâhe yefsılu beynehüm yevmel kıyameti, innAllâhe alâ külli şey’in Şehiyd. (Hac/17)

İman edenler,  Yahudi olanlar, yıldızlara gök cisimlerine tapanlar, Hıristiyanlar, Mecusiler ve müşrik olanlar. Bu 6 din sahibini kıyamet gününde bir araya toplayacak, onların arasında ki son sözünü söyleyecek, hükmünü verecektir. Bu yüzden kıyamet gününün isimlerinden bir tanesi yevmel feth (Secde/29)  dir. Allah bu günü fetih günü diye isimlendiriyor.

Ve yekulûne metâ hâzelva’dü in küntüm sadikıyn. (Secde/28 v.b.)

Kafirler dediler ki bu fetih, bu hüküm ne zamandır eğer siz doğru söylüyorsanız. Allah diyor ki;

Kul yevmel fethı lâ yenfeulleziyne keferu iymanuhüm ve lâ hüm yünzarun. (Secde/29)

De ki feth günü hüküm günü geldiğinde kâfirlerin imanları onlara fayda vermeyecek ve ertelenmeyecektir.

O gün herkes iman etmek isteyecek, çünkü Allah hükmünü vermiş, iman edenlerin hak ve doğruluk üzere olduğunu açığa çıkarmış, onlar da biz de öyle iman edelim öyle ise diyecekler. Ama Allah Fetih günü hiç kimsenin imanı kendisine fayda vermeyecek ve onların azabı da ertelenmeyecektir diyor Allah.

3 – El Fettah isminin üçüncü tecellisi; Allah, kullarına rahmet ve ihsan kapılarını sürekli açar. Yani bizde var olan rızıklar, yeteneklerimiz, hibe etmiş olduğu çocuklar, sosyal çevremiz, işimiz bunların hepsi semada olan şeylerdir.

Ve fiys Semai rizkuküm ve ma tu’adun. (Zariyat/22)

Sizin rızkınız da vaad olunduğunuz şeyler de semadadır diyor Allah. Rızık kapıları, hazineleri Allah’ın katındadır. O dilediğine dilediği kadar kapı açar, rahmetini dilediği kadar indirir.

Fatır suresinin girişinde Allah şöyle buyuruyor;

Ma yeftehıllahu linNasi min rahmetin fela mümsike leha* ve ma yümsik fela mursile lehu min ba’dihi ve HUvel ‘Aziyzül Hakiym; (Fatır/2)

Allah kullarına rahmet kapılarından bir şey açmışsa hiç kimse Allah’ın açtığı bu rahmet kapısını tutamaz, engel olamaz. Eğer Allah bir rahmet e engel olmuşsa, hiç kimse Allah’ın kapattığı o rahmet kapısını açıp kullarına eriştiremez. Neden? ve HUvel ‘Aziyz çünkü Allah ‘Azîz dir, hükmünde galip olandır. Bu böyle olacak demişse bu böyle olacaktır. Ve Hakîm olandır. Kime rahmetten ne kadar pay düşer, kime düşmez her şeyi yerli yerine yerleştirecek olan Allah’tır.

Allah sürekli bir şekilde ya bazı kullarına rahmet kapılarını açıp rahmetini eriştiriyordur, ya da bazı kullarının rahmet kapılarını kapatıp onları bazı hayırlardan, bazı rahmetlerden mahrum ediyordur. Allah bir yere rahmet kapılarını açmışsa, zenginlik, genişlik, huzur vermişse bunun iki sebebi olabilir. Biri iman ve takvadır, yani bir toplumun imanları yüksektir, Allah’ta semanın bütün kapılarını onlara açar, Allah’ın bütün rahmet hazineleri onların üzerine yağar neredeyse. Araf suresinde ;

Velev enne ehlel kura amenû vettekav le fetahna aleyhim berakatin mines Semai vel Ardı ve lâkin kezzebu feehaznahüm Bi ma kânu yeksibun. (A’raf/95)

Eğer o beldenin ehli iman edip takva sahibi olsalardı biz yerin ve göğün rahmet kapılarını onlara açardık. Buyuruyor Allah.

İman ve takva, buna neyi örnek verebiliriz Medine’de ki İslâm devletini buna örnek verebiliriz. Yani açlıktan, hicretten, kayıptan, yokluktan sonra Allah Medine de onlara rahmet kapılarını sonuna kadar açtı, ticaretlerini bereketlendirdi, savaşlarını bereketlendirdi. Çıplak ayakla atsız, devesiz, 10 kişinin deveye nöbetleşe binerek savaşa gittiği savaşlardan dönerken aldıkları ganimetlerle deve alıp aldıkları ganimetleri de develerle Medine’ye taşıdılar. Hurmaları koltuklarının altına koyup arada çıkarıp emdikten sonra bitmesin, çürümesin diye tekrar geri koydukları durumları yaşamışlardı. Bu şartlarda gittikleri seferlerden Kisranın altınlarını bileziklerini, tacını parçalayıp Medine’nin hazinelerine koymuşlardı. Niçin? Çünkü Allah’ın vaadinde olduğu gibi, onlar iman ettiler, takva ile Allah’a kulluk ettiler, Allah’ta yerin göğün bütün kapılarını sonuna kadar onlara açmış oldu. Bu birinci açış biçimidir.

Bazı toplumlar da Allah’a isyan edenler, günahın, fısk ve fücurun her türlüsünü işlerler, bütün bunlara rağmen Allah onlara yerin göğün bütün kapılarını açar. En’am suresinde;

Felevla iz caehüm be’süna tedarre’u ve lâkin kaset kulubühüm ve zeyyene lehümüşşeytanu ma kânu ya’melun. (En’am/43)

Keşke bizim belamız, musibetimiz onlara geldiği zaman, onlar boyun eğip utansalardı, sıkılsalardı. Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onların yaptıkları amelleri onlara süslü gösterdi.

Buyuruyor Allah. Devam ediyor;

Felemma nesu ma zükkiru Bihi fetahna aleyhim ebvabe külli şey’* hatta izâ ferihu Bi ma utu ehaznahüm bağteten feizâhüm mublisun; (En’am/44)

Onlar kendilerine gelen öğüdü, uyarıyı unutunca, yani Allah’ın emir ve yasaklarını unutup tam bunun zıddını yapınca biz her şeyin kapısını onlara açtık. Ticaret o biçim, turizm o biçim, siyaset o biçim, hizmet o biçim. Neden? İyi olduklarından dolayı değil, Allah’ın onlara verdiği öğüdü unutmuşlar Allah’ta buna karşılık olarak bütün her şeyin kapılarını onlara açıyor. Onlara verdiklerimizden ötürü sevinmeye, şımarmaya başlayınca Birbirlerine diyorlardı ki “bak görüyor musun nereden nereye geldik, bütün kapılar bize açıldı diye sevinmeye başladıklarında biz onları aniden yakalayıverdik ve onların bütün ümitlerini kestik diyor Allah. Öyle bir yakaladık ki onları artık kurtuluşlarına dair en küçük bir ümit bile bırakmadık onlarda.

Eğer Allah bir kavim için son hazırlıyorsa, yok etmek istiyorsa, içinde bulundukları durumun muhasebesini yapmasınlar diye onlara yerin göğün bütün kapılarını açar. Sebep? Düşünmesinler diye. İnsan genelde ne zaman düşünür? Başına bir musibet geldiği zaman düşünür. Acaba niye böyle oldu, benim ne yapmam lazım diye. Tabii bu akıllı insanlar için geçerli bir şey. Olur ki bu Allah’ın helâk etmek istedikleri de başlarına gelen bir musibetten ötürü oturup düşünürler. Ama Allah düşünmelerini istemiyor, onları helâk etmek istiyor. Son sözünü söylemiş, hükmünü vermiş, onlara her şeyin kapılarını sonuna kadar açmış. Tam böyle övünüp sevinmeye başlayınca biz onları öyle bir yakalarız ki, artık onların hiçbir ümidi kalmaz, müblis bir şekilde öylece kalırlar diyor rabbimiz. Bu genelde kâfir ve mümin toplumlarla ilgili Allah’ın genel sünneti diyelim.

Bir Müslüman el Fettah ismini kendi hayatına bireysel olarak ta mutlaka bunu, sünnetullah’ı bilmesi lazım. Yani Allah sana bir nimet veriyorsa, bir şeylerin kapısını açmışsa bu soruyu sorman lazım. Bu benim imanımın ve takvamın sebebiyle mi bana gelen bir nimettir, yoksa bu benim ma’siyetim sebebiyle mi bana gelen nimet midir? Bunu insan mutlaka kendisine sorması lazım.

Şimdi sen diyelim ki bir ticaret yapıyorsun, çok az çalışıyorsun ama Allah sana çok çok veriyor. Yani şunun farkındasın. Bu kazandığın senin çalıştığının karşılığı değil. Allah sana daha fazlasını veriyor, yani sana bir kapı açılmış bunu hissediyorsun. Hemen sorman lazım; imani olarak, takva olarak ben ne durumdayım. Eğer imanım ve takvamdan eminsem elhamdülillah, bol bol Allah’a hamd etmen lazım. Bu dünyada ki mükâfat, ahiretteki şüphesiz ki bundan çok daha fazla olacaktır. Ama senin hayatında ma’siyetler var ve sen sürekli bir şekilde bunları yapıyorsan ve sonunda tevbe de etmiyorsan orada durman lazım. Çünkü Allah resulü buyurdu ki, “Sen Allah’ın birinin ma’siyetlerine rağmen sevdiği şeyleri ona verdiğini görürsen bil ki bu istiraçtır. Allah onu adım adım azaba çekiyordur.” Ve hemen akabinde Allah resulü biraz önce En’am suresinden okuduğumuz ayeti kerimeleri okudu diyor İ. Ahmed. Bu da üçüncüsüydü.

Dördüncüsü, Allah el Fettah olan ismi ile insanı Allah’a yaklaştıran kapıları kullarına açar. Bu O’nun Fettah isminin bir tecellisidir. Bununla alakalı daha önce anlattığımız iki âlim arasındaki konuşmadan bahsedeyim;

Medine de Abdullah el Ömerî adında bir âlim var. Bu Âlim hadisçi bir zat. Belli bir zaman sonra şöyle düşünmüş. Âlim olan insanlar toplumun içinde oldukları ve sürekli konuştukları için riyaya düşebilirler, kendilerini beğenebilirler, insanların aşırı saygısı onu şımartabilir diye kenara çekilmiş. Kendisini evine kapatmış sürekli ibadetle iştigal ediyor. Bir süre sonra İmam Mâlik ile uğraşmaya başlamış, ona bir mektup yazarak içinde bulunduğu durumun yanlış olduğunu, mutlaka onun da kendisini evine kapatıp, toplumdan uzaklaşıp Allah’a ibadet etmesi gerektiğini, ilim şöhretinin zararlarını anlatmış.

İmam Malik te ona bir cevap yazmış demiş ki; “Allah insanların rızıklarını insanların arasında dağıttığı gibi, insanların amellerini de insanların arasında dağıtmıştır.”

Allah insanların rızıklarını nasıl dağıtıyor? Hem rızkımızı kazandığımız vesile farklı, hem de oran farklı. Aynı şekilde Allah kulları arasında onların amellerini de taksim etmiş dağıtmıştır. Bazı kullara namaz kapısını açmıştır, oruç kapısını kapatmıştır. Bazı kullara sadaka kapısını açmış, namaz kapısını kapatmıştır. Bazı kullarını Allah yolunda cihat etme kapısı açmıştır.

“Ben ilmi yaymanın ve ilmi insanların arasında hayrın yollarından bir tanesi olduğuna inanıyorum ve ne kendimin senden iyi olduğuna, ne de senin benden geride olduğuna itikat etmiyorum. İnanıyorum ki inşallah ikimizde hayır üzereyiz.” Diyerek mektubu kapatıp cevap olarak gönderiyor.

İmam Malik’in bu mektubu aslında Allah resulünün İmam Ahmed’in müsnedinde rivayet ettiği bir şerhi gibi. Allah resulü bir hadisinde diyor ki;

“Allah sizin aranızda rızıklarınızı taksim edip dağıttığı gibi, ahlaklarınızı da aranızda taksim edip dağıtmıştır.” Diyor.

Şimdi demek ki bazılarını, mesela Hz. Ebu Bekir’e olduğu gibi, kişiyi Allah’a yakınlaştıracak bütün kapıları birden açar. Sadaka dersiniz en öndedir, namaz dersiniz en öndedir, Kur’an tilaveti derseniz en öndedir, ilim dersiniz en öndedir, cihat dersiniz en öndedir. Yani Allah onu kendisine yakınlaştıracağı bütün kapıları ona açmıştır. Ama bu tip insanlar arasında milyonda bir gelir. Çoğunlukla Allah resulünün sahabesinde olduğu gibi bazı amel kapılarını bazılarına açar, bazılarına da kapatır.

Mesela Hz. Ömer’i örnek verebiliriz. Hz. Ömer cihat konusunda biz onu pek tanımıyoruz, komutan olarak pek bilmiyoruz. Ama adalet konusunda ve Allah resulüne karşı edepsizlik yapan insanların karşısında neredeyse İslâm’ın ve Allah resulünün onurunu koruyan bir sahabe olarak tanıyoruz. Bir başka örnek mesela Hz. Osman’ı cihatta pek bilmeyiz, hatta münafıklar fitne çıkarırken onu en fazla hakaret ettikleri konu buydu. Yani savaşlardan geri kalmasıydı. Ama sadaka ve Kur’an okuma kapılarını sonuna kadar açmıştı.

Şimdi burada söylemek istediğimiz şey şu; Bütün hayır kapıları Allah’ın elindedir, dilediği kullarına tamamını açar, dilediği kullarına da bazılarını açar. Eğer Allah’ın Fettah ismiyle sana bir kapı açtığını hissediyorsan o kapıya dört elle yapışman lazım, onun eşiğine baş koyman lazım ve ne kadar toplayabiliyorsan o kadar toplaman lazım.

Peki, diyeceksin ben nereden bileyim hangi kapıyı açtığını? Eğer Allah bir kapıyı sana açmışsa onu yaparken gönlünde bir huzur hissedersin, içinde böyle Allah resulünün ifadesi ile söylüyorum; Allah senin ağzına bir parmak bal çalar, on8u yaptığında kendini iyi hissedersin.

İ. Ahmed’in rivayet ettiği bir hadiste Allah resulü buyuruyor ki;

“Allah bir kulu için hayır diledi mi onu tatlandırır.” Sordular;

Nedir bu tatlandırma şekli? Dedi ki;

“Allah o ölmeden önce ona bir taat kapısı açar be onun üzere de onun canını alır.” Yani mutlaka ömrünün herhangi bir zaman diliminde bir taat kapısını ona açar, onu tatlandırır, zevk almasını sağlar, sonra da o amel üzere onun canını alır.

Bir Müslüman bir salih amel yaparken kendini iyi hissediyorsa bunu el Fettah olan Allah’ın bir lütfu bilmelidir. O amel üzerinden elinden geldiği kadar toplaması lazım. Niçin? Çünkü açılmış kapılardan topladığın fazlalık, kapalı kapılardan dolayı sende ki kayıpları onunla telafi edeceksin. Mesela diyelim ki, Allah namaz kapısını açmış, sadaka kapısını kapatmış. Bu kapıyı kapatmış ama sen oradan bir cürüm kazanıyorsun. Yani yapmadığından ötürü senin amel defterine günah yazılıyor. İşte sen açılmış namaz kapısından toplayabildiğin kadar sevap toplayacaksın ki, yarın neden sadaka vermedin dendiğinde veya neden bu ilmi talep etmedin dendiğinde diyeceksin ki ya rabbi benim mazeretim yok, ama ben bu namaz amelini çok sevdim en çok onu yaptım diyeceksin. Belki Allah orada ki fazla sevapla diğer taraftaki günah eksikliğini giderecek, senin yüzünü aydınlık kılmış olacak.

Onun için seleften biri diyor ki; “Eğer bir hayır kapısı sana açılmışsa bunu bir fırsat olarak bil ve değerlendirebildiğin kadar değerlendir. Tabir caizse kapıp kaçırabildiğin kadar bunu yap, bu fırsatı değerlendir.”

El Fettah isminin kulların üzerindeki Son olarak tecellisi, kapıların kapandığı, çarelerin tükendiği, hiç kimsenin birbirine fayda sağlayamayacağı ve zahiri olarak bütün sebeplerin tükendiği yerde el Fettah olan Allah kulunun önündeki engel neyse onu giderir onun kapılarını kuluna açar. Hatta buna bir kıssa ile bir örnek te verelim;

İman Buhari ve Müslim, Allah resulünden navara ashabı diye meşhur olmuş üç kişinin kıssasını anlatıyorlar. Allah resulü buyuruyor ki; “Üç adam yolda giderken şiddetli yağan yağmur nedeniyle bir mağaraya sığındılar. Sonra bir kaya yuvarlandı gelip mağaranın ağzını kapattı. Yani zahiren bütün sebepler tükendi çıkış yok. Dediler ki kendi aralarında daha önceden yaptığınız salih amellere bakın onlar ile Allah’a dua edin. Umulur ki Allah bizim bu sıkıntımızı giderir.

Bir tanesi elini kaldırdı dedi ki; “Ya rabbi sen biliyorsun ki benim yaşlı anne babam var, ben her gün hayvanları otlattıktan sonra süt sağarım eve süt getiririm. Önce ana babama süt içiririm ondan sonra hanım ve çocuklarıma süt veririm. Bir gün eve geldim baktım ki anne ve babam uyumuşlar, çocuklar da açlar ve ayaklarıma dolandılar süt istiyorlar. Ben onlara vermedim önce anne ve babama vereceğim ondan sonra size vereceğim dedim. Elimde iki bardak sabaha kadar onların başında bekledim onlar uyandılar, sütlerini onlara içirdim, ondan sonra çocuklarıma verdim. Eğer sen bunu sadece ve sadece senin rızan için yaptığımı biliyorsan şu kayayı aç bizim sıkıntımızı gider.

Allah resulü diyor kaya biraz açıldı onlar gökyüzünü görmeye başladılar ama tamamı açılmadı. İkinci adam ellerini kaldırdı; “Ya rabbi dedi benim amcamın bir kızı vardı, bir erkeğin bir kadını sevebileceği en derin aşk neyse ben onu öyle bir sevgiyle sevdim. Sonra onunla beraber olmayı talep ettim, kabul etmedi. Günün birinde paraya ihtiyaç duyduğu için bana geldi, 100 dinar borç istedi. Ben de ona dedim ki bu dinarı sana bir şartla veririm, benimle beraber olursun, -yani ona fuhuş teklif ediyor- sana bunu veririm dedi. O da tamam dedi. Ben tam onunla beraber olacakken bana; Allah’tan kork ve hakkın olmayanı kendine mal etme. Dedi. Ben hemen onun üstünden kalktım hatta karşılıksız olarak o parayı da ona verdim. Eğer sen benim bu ameli sadece senin rızan için yaptığımı biliyorsan bizim bu sıkıntımızı gider, bu kayayı aç.” Dedi.

Allah resulü diyor ki; kaya biraz daha açıldı, ama tam açılmadı. Üçüncü adam geldi; “Ya rabbi dedi ben ücretli bir işçi tuttum, akşam olduğunda ücret olarak anlaştığımız miktar pirincini ona verdim. O pek rağbet etmedi yüz çevirdi gitti. Ben onun pirincini ektim, tarladan aldığım mahsulle gidip hayvan aldım, getirdim o hayvanları da besledim. Günün birinde işçi gelip bana dedi ki bana zulmetme, o zaman benim almadığım hakkımı bana geri ver. Ben de ona dedim ki bak orada duran hayvanlar senin hakkındır git onları al.” Dedi ki ey Allah’ın kulu benimle dalga mı geçiyorsun, benim sende olan hakkım bir ölçek pirinçti. Nasıl bu hayvanlar benim olur.? Ben ona durumu anlattım ve bunlar senin hakkın gidip onları alabilirsin dedim. Eğer ben bunu senin rızan için yaptıysam sıkıntımızı gider ve bu kayayı kaldır.” Dedi.

Allah resulü buyurdu ki önlerindeki kaya tamamen açıldı Allah onların sıkıntılarını giderdi ve onlar oradan çıkıp gittiler.

Bu kıssa neyin tecellisidir? Bu kıssa el Fettâh isminin bir tecellisidir. Dağdasın, mağaradasın, taş gelip girişi kapatmış. Ne onu kaldırmaya senin gücün var, ne de onu oradan kaldırabilecek insanlar var. Bir tek Allah var. İşte Allah senin o sıkıntını giderdiği zaman bunun adı el Fettah olan Allah’ın isminin tecelli etmesidir.

Burada asıl mesele şudur, her Müslümanın kendisine şu soruyu sorması lazım. Bu kıssa dört kişi olsaydı ve o biri de ben olsaydım acaba ne dua ederdim Allah’a şeklinde düşünmesi lazım. Yani ben ve arkadaşlarım dara düştüğümüzde Allah’a şunu söyleyecek kadar yüzümün olduğu, Allah’a “bunu senin rızan için yaptıysam benim bu sıkıntımı gider” Diyebilecek bir amelim var mı? Varsa ne güzel, elhamdülillah. Ama yoksa mutlaka insanın böyle bir ameli sermeye olarak kenarda tutması lazım. Yapacak, kimseye söylemeyecek, sadece Allah ile onun arasında olup bitecek bir ameli olması lazım.

İnsanoğlu genel itibarıyla çarelerin tükendiği yerde Allah’a isyan eder. Yani bu kıssadan bir örnek alabilirsiniz. İffetli kadın, normalde zina yapacak bir kadın değil ama paraya muhtaç olmuş, önünde başka bir yolda kalmamış, adam da ona şunun karşılığında parayı sana veririm deyince kadın tamam demek zorunda kalmış.

Hatırlarsanız daha önce bir derste de anlatmıştık. İmam Ahmed’in ve Tirmizinin rivayet ettiği bir kıssa daha vardı kiflin kıssası. Allah resulü dedi ki İsrail oğullarının arasında Kifil adında bir adam vardı ve hiçbir günahı yapmaktan çekinmezdi. Bir gün ihtiyaç sahibi bir kadın kendisine geldi. Kadına ihtiyacı olan şeyi vermek yerine dedi ki; sana 60 dinarı veririm ama benimle beraber olman şartıyla. Kadın da tamam dedi. Kifil tam kadına yaklaşacakken kadın sarsıldı ve ağlamaya başladı. Kiril sordu; “beni kerih mi gördün dedi.” Hayır. “Peki, ben seni zorladım mı bu işe? Hayır. Ben bu kötü ameli asla yapmazdım ama muhtaç olduğum için bu ameli yapmak zorunda kaldım dedi. Kifil de ağladı kalkıp Allah’a tevbe etti, kadına parayı da verdi al git dedi.

Allah resulü sonra Tifil öldü dedi. Sabah insanlar onun cenazesini almaya geldiklerinde baktılar ki kapının üzerinde yazıyor Allah Kifilin günahını bağışladı başka bir rivayette “Allah Tifilin tevbesini kabul etti.”

Bu kıssada da dikkat ederseniz öyle muttaki, takvalı bir kadın ki bu Allah onun tevbesinin samimiyeti ile günahkâr birinin tevbesini kabul ediyor. Yani kadının tevbesindeki samimiyet sadece kendisine değil başkasına da fayda veriyor, ama çareler tükendiğinde, imkânsızlıklar başladığında insanlar yanlış işler yapıyorlar. Onun için bütün şer odakları insanların çaresiz anlarını beklerler. Ne zaman ki adam çaresizliğe düştü, bütün imkân kapıları önünde kapandı, o zaman insi de cinni de adamın başına çökerler, normal zamanda yapmayacağı bir kötülüğü o zamanında yaptırmaya başlarlar.

İşte Müslüman hep bunu bilmelidir, bütün kapılar da kapansa Fettah olan bir Allah var. Eğer sen Allah’ın haram kıldığına değil de ellerini kaldırıp desen ki “Ya rabbi, Sen Fettah olan Allah’sın sen bütün çarelerin tükendiği yerde kullarına dilediğin kapıları açacak olan Allah’sın. Eğer sen bu kapıyı bana açmazsan senin kulların beni yanlış yapmaya zorluyorlar, isyana zorluyorlar. Ya rabbi bu kapıyı bana aç ve beni sana isyan etmekten muhafaza eyle.” Dersen Fettah ismi işte böyle zamanlar için var. Yani nefsin sana galebe çalıp seni Allah’a isyan ettirip başkaldırmana zorlayabilir. Hâlbuki Fettah olan rabbimiz var, sen bunu bilmezsen çarelerin tükendiği yerlerde maalesef insanlar çok yanlış işler yapabiliyorlar, normal zamanlarda yapmak istemeyecekleri kötülükleri o dönemlerinde yapabiliyorlar.

Allah Teâlâ dan temennimiz el Fettah olan ve bütün güzel ve yüce isim ve sıfatların sahibi olan rabbimizden temennimiz her daim hayır ve ihsan kapılarını sonuna kadar bize açmasıdır. Fettah olan rabbimizden temennimiz dünyada bizim ie kâfirler arasında kör düğüm haline gelmiş husumetlerde ya insanların yüreklerini hidayete açarak, ya da kâfirleri helâk ederek, ya da müminlere onların karşısında izzetli, onurlu bir zafer ihsan ederek aramızda hükmetmesidir. Fettah olan Rabbimizden temennimiz bizi O’na yaklaştıracak ne kadar hayır kapısı varsa sonuna kadar bize açması, eğer açtığı bir kapı varsa da bize hissettirip o kapıdan Allah’a gitmemizi, yürümemizi bize kolaylaştırmasıdır. Hangi işimiz zora düşmüşse, hangi meselede önümüze bir engel çıkmışsa, hangi konuda kapılar yüzümüze kapanmışsa Fettah olan rabbimizden o kapıları bize açmasını, bizi kullarının karşısında muhtaç ve mahcup duruma düşürmemesi temennimizdir. Şüphesiz ki O kullarının sesini işiten, onların hallerini bilendir. Allahümme amin.

Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn. (Ebu Hanzala esma dersleri videosundan derleme)

********************************************************************

EL FETTAH

El-Fettâh (kapalı şeyleri açan; sıkıntıları ortadan kaldıran ve sorunları çözen; hakla batılın arasını açan) güzel ismin kökü olan feth, “açmak” anlamına gelir. Bu maddi ve manevi olabilir. İnsanın yaşamında sınıfını geçmesi, bir sınavı kazanması; kalfanın usta olması, bir iş yeri açması, ev satın alması; kişinin nişanlanması, evlenmesi… Birer maddi fetih olduğu gibi tövbe etmesi, namaza başlaması, namazdan zevk alması, namazla ilgili bazı sırları yaşaması da birer manevi fetih olarak zikredilebilir.

Bu açıdan her ne kadar bu fetihler kulun çalışması ve gayreti ile elde ediliyorsa da bunların her biri Allah’ın izniyle ve El-Fettâh güzel isminin tecelli etmesiyle meydana gelmektedir. Bunun için bir insan, tıpkı rızık hususunda nasıl çalışma ve gayret ile fiili duada bulunuyorsa ve bunun sonucu olarak er-Rezzâk (rızık veren) olan Allah’ın nimetlerine eriyorsa hayatındaki sıkıntıları ortadan kaldırmak, sorunları çözmek, bazı nimetlere ermek için gösterdiği ve birer fiili dua hükmünde olan çalışma ve gayretlerle de Allah’ın el-Fettâh güzel isminin tecellisine vesile olabilir.

Allah’ın El-Fettâh güzel isminin tecellilerini hayatımızda görüp ona şükretmek gerekir. Bütün sıkıntıların çözümünde bu güzel isim tecelli eder. Hayır kapıları bu güzel ismin tecellisi ile açılır. Müslüman birisi etrafındaki nesneleri ve kişileri nasıl duyu organları ile algılıyorsa manevi organları ile Allah’ın bu güzel isminin hayatındaki tecellilerinde de dikkat kesilmelidir. Böyle durumlarda Allah’a şükretmelidir. Ayrıca bu tür tecellileri zaman zaman hatırlayarak duygusallaşmalı, Allah’ı övmeli ve yüceltmelidir.

Ve emma Bi nı’meti Rabbike fe haddis. (Duha/11)

‘Ama, Rabbinin nimetlerini söyle (say, anlat, hatırla…)!

İnsanın hayatı baştan sona El-Fettâh güzel isminin tecellileri ile doludur. Zira her birimiz annemizden doğduğumuz zaman çaresiz, zayıf, bilgisiz birisi idik. Okullar okuduk, iş hayatına atıldık. Pek çok şeyler öğrendik. Pek çok şeylere sahip olduk. Bu sırada pek çok sıkıntı ile karşılaştık. Bunların bazısını veya çoğunu aştık. Pek çok hayır kapısı bize açıldı. Tüm bunlarda yüce Allah’ın El-Fettâh güzel ismi üzerimizde tecelli etti.

Ve ataküm min külli ma seeltümuHU, ve in te’uddu nı’metAllâhi lâ tuhsuha* innel İnsane lezalumün keffar; (İbrahim/34)

‘O istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymak isteseniz sayamazsınız. Gerçekten insan çok zalimdir, çok nankördür’

İnsan şöyle bir düşününce, Allah’ın El-Fettâh güzel isminin her gün defalarca kez üzerinde tecelli ettiğini görecektir. Evdeki musluk bozulur, yapılmasa evi su basacaktır. Tamirci gelir, bu sıkıntıyı giderir. Para sıkıntısı çektiğimiz an bir yerden gelen para ile rahatlarız vb. Böyle durumlar dışında iş hayatımızda büyük bir rahatlamaya girebiliriz. Allah hiç beklemediğimiz kapıları açarak iş hayatımızda El-Fettah güzel ismini tecelli ettirebilir. Bütün bu durumlar şükrü icap ettirir.

El-Fettah güzel ismi tasavvuf ve tarikat yoluna giren kişilerde daha bir anlamlı tecelli eder. Çünkü zikir ve rabıta ile yaşanacak binlerce hal vardır. Nakşibendiyye tarikatında zikre 5.000 Lafza-i Celalle (Allah) başlanır.

Bu zikir önce kalbe vurulur. Kalp normal şartlarda iki ay içerisinde harekete geçer. Nasıl hamile bir bayanın karnındaki çocuk belli bir zaman sonra harekete geçerse bu zikir de önce karın kısmını yılan gibi oynatmaya başlar. Bu, zikrin kalbe tesir ettiğinin göstergesidir. Bir anlamda manevi bir fetihtir. Sonra başka haller tek tek fethedilir. Letaif noktalarının yanması, ağrıması, açılması gibi. Öyle ki burada bunları tek tek anlatmanın imkânı yoktur. Kısacası Allah’ın El-Fettâh güzel ismi sofide yeni bir halle birkaç ay içerisinde başka bir şekilde tecelli eder. Bunun sonu yoktur. İlahi tecelliler her kişide farklı tecelli ettiği gibi kişinin hayatı boyunca da bu farklılık devam eder.

Tabii feth deyince aklımıza hemen büyük bir ibadet olan cihat gelir.

Tarihte İslam devletlerinin bir fetih üslubu ve yönetim anlayışı vardı. Allah onlara el-Fettâh güzel ismiyle yeni toprakları fethetmeyi nasip eylediğinde sivil halka ilişmiyorlardı. Amaçları o topraklarda kurulan İslam devletiyle insanların Allah’ın diniyle tanışmalarını sağlamaktı. Adaleti, insanlığı görüp yaşamalarını gerçekleştirmekti.

Lâ ikrahe fid Diyn… (Bakara/256)

“Dinde zorlama yoktur”

Ayeti gereği tarihteki İslam devletlerinde farklı dinlerin mensuplarına saygı ve hoşgörü gösterilmiştir. Müslümanlar, Gayri Müslimlerle gerek bireysel gerek toplumsal ilişkilerinde kendi dinlerinin hak olduğunu bunlara kanıtlamak zorunda hissetmişlerdir. Gayri Müslimlerin büyük çoğunluğunun gönüllerini Allah’ın el-Fettâh güzel isminin tecelli etmesiyle kazanmışlardır. Onları inançlarında özgür bıraktıkları halde büyük kısmının gönül rızaları ile Müslüman olmalarına vesile olmuşlardır.

Bugün fetih genellikle manevi alanda gerçekleşmektedir. Kalpler İslam dinine kazandırılmaya çalışılmaktadır. Bunda da tıpkı atalarımızın fethettikleri topraklar üzerinde Gayri Müslimlere gösterdikleri hoşgörüyü, saygıyı insan ilişkilerinde temel almak zorundayız. Çünkü İslam dini başka dinlerdeki ve ideolojilerdeki zorbalığın ve baskının yerine bu yüce kuralı ile gönülleri fethetmektedir.

Kuran-ı Kerim’deki Fetih suresi de Allah’ın El-Fettâh güzel ismi gibi bir fazilete sahiptir. Fetih suresi okunduğunda hayatımızdaki sıkıntıları ortadan kaldırmak, sorunları çözmek, bazı nimetlere ermek gibi nimetlere vesile olur. Onun içindir ki peygamberimiz (s.a.s), Fetih suresi nazil olduğunda şöyle demişlerdir:

‘Bana bu gece öyle bir sure nazil oldu ki o sure benim için hem dünyadan hem de dünyadaki bulunan her şeyden daha hayırlıdır.’

Peygamberimizin (s.a.s) bu surenin faziletlerini, nimetlerini dünya ve dünya içerisindeki nimetlerle kıyaslaması manidardır. Bunun altında yatan bir hikmet bulunmaktadır. Zira bu sure öncelikle hediyelerini dünyalık nimetlerde göstermektedir. Sıkıntıların ortadan kalkması, hayırlı işlere kapı açılması dünyaya ait büyük nimetlerdir. Aslında bu sure dünyanın bütün nimetlerini kapsamaktadır. İşte bu sure-i şerife Allah’ın izni ile bütün dünya nimetlerine vesile olmaktadır. İnsan kendisine haftalık sure-i şerife virdi edindiğinde en az haftada bir gün de olsa bu sure-i şerifenin okunmasına da yer verebilir. Kur’an ı kerimde Allah şöyle buyuruyor;

… ve ‘asa en tekrahu şey’en ve huve hayrun leküm, ve ‘asa en tuhıbbu şey’en ve huve şerrun leküm* vAllâhu ya’lemü ve entüm lâ ta’lemûn. (Bakara/216)

… “Sizin için hayır olan bir şeyden hoşlanmayabilir; sizin için şerr olan bir şeyi sevebilirsiniz. Allâh bilir, ne var ki siz bilmezsiniz!”

İnsan kendi küçük aklı ile kendisine neyin lazım olduğunu bilemez. Hayırlı gördüğü bir şey hakkında şer olabilir. Yine şer olarak gördüğü bir şey de hakkında büyük hayırlar barındırabilir 

Bunları bizim önceden bilmemiz imkânsızdır. Onun için dualarda istek genel olarak belirtilmeli yani hakkımızda hayırlı ne ise onun gerçekleşmesi istenmelidir. Bu aynı zamanda edebe de uygundur.

Allah’ın güzel isimleri ile tevessül yapılabilir. Hususiyle El-Fettâh güzel ismi ile de tevessül yapılabilir.

Allah’ın güzel isimleri ile dua etmek, yani uygun düşen güzel isimlerle Allah’a tevessül etmek, duanın kabul olmasında çok etkilidir. Tevessül etmek duada bu isimleri vesile kılmaktır.

Allah’a güzel isimlerle tevessül etmek, Allah’a hamd u senâ edip peygamberine ve âl u ashâbına salât ve selâm getirdikten sonra dua konumuza uygun olan güzel isim yada güzel isimleri seçmekle ve duamızda zikrederek bunun yada bunların hakkı, fazileti, bereketi üzerine Allah’tan istemekle olur. Örneğin El-Fettâh güzel ismi ile şöyle tevessül yapılabilir: ‘Allah’a sonsuz hamd u senalar olsun. Peygamberimize çokça salât ve selam olsun. Ey yüce Allah’ım, Senin El-Fettâh güzel isminin hürmetine şu sıkıntılarımızı kaldır, şu hayırları nasip eyle. Âmin.’

Zikir ise sadece Allah rızası için yapılmalıdır. Bu Allah’ın güzel isimleri için de böyle olmalıdır. Zira zikir aşk gibi bir yüce duyguyla çekilir. İsimleri arka arkaya söylemenin başka bir mantığı yoktur. Allah’ın güzel isimleri Allah’ı övmek ve yüceltmek gibi bir ulvi gaye ile çekilmelidir. Dünyevi bir maksatla zikrettiğimizde bu her şeyden önce edebe aykırıdır. Allah’ın rızası niyeti ile zikir çekildiği zaman yüce Allah o kişiye ilgili Esma-i Hüsnanın dünyaya bakan faziletlerini, nimetlerini de armağan olarak verir.

… ve ennelfadle Biyedillâhi yü’tiyhi men yeşa’ … * (Hadîd/29)

kesinlikle lütuf Allâh’ın eliyledir (onların kazanması değil), onu dilediğine verir..

 Allah sonsuz lütuf ve ihsan sahibidir Allah, kapısına geleni boş göndermez. Zira zikirle insan Allah’ın kapısını çalar.

Her Esma-i Hüsnanın dünyaya bakan faziletleri, hediyeleri vardır. Yani bir kişi herhangi bir Esma-i Hüsna zikrini çekerse havas bilgileri olarak kitaplarda geçen nimetlere Allah’ın izni ile erişebilir. Ama burada yanlış olarak gördüğümüz husus, kişilerin zikri çekerken Allah rızası dışında bir gayelerinin olmalarıdır. Dünyevi maksatlarla zikir çekmeleridir. Zikir sadece Allah rızası için çekilmelidir. Bundan başka Allah’ın güzel isimlerini zikir ile amaçlanan şey, Allah’ı övmek, yüceltmektir. Gerçi bu da Allah’ın rızasına muvafık olan bir şeydir.

Kalp saniyede halden hale girer. Değişkendir. Onu bir noktada tutmak zordur. Hele zikir sırasında bu daha çok olur. Nefis ve şeytan vesveseleri ile kalbi bulandırırlar, zikri dünyevi bir amaç haline dönüştürebilirler. O yüzden Nakşibendiler, Lafza- Celal zikrini her tespih devredişinde (100 adetten sonra) ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ demektedirler. Böylece sapmış, sapacak, dönek, renkten renge giren, girecek olan kalbe rotasını gösterirler. Kalp bu rotadan saptı mı zikir yarar değil insana zarar vermeye başlar. Bu durum Esma-i Hüsna zikrinde daha çok kendisini gösterir. Yani kalp Esma-i Hüsna zikrinde rotasını şaşırmaya daha müsaittir. Esma-i Hüsna zikrini çekerken kalp O’nun rızası dışında başka yerlere takılabilir. Onu uyarmak ve doğru yola sevk etmek gerekir. Onun için Esma-i Hüsna zikri çekerken ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ sözünü en azından başta ve sonda birer kere de olsa söylemek ve bu konuda kalbi uyarmak gerekir. Daha çok söylemek daha büyük yararlar sağlar.

Dualarımızda dünyevi şeyleri isteyebiliriz. Ama duada ahreti de unutmamak gerekir. Aslında dinin ruhu ahret olduğu için öncelikle ahrete talip olmamız gerekir.

Men kâne yüriydü harsel ahıreti nezid lehü fiy harsih* ve men kâne yüriydü harsed dünya nü’tihi minha ve ma lehu fiyl ahıreti min nasıyb. (Şûra/20)

“Kim ahiret mahsulü isterse onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hiç nasibi olmaz.”

Allah, El-Fettâh (kapalı şeyleri açan; sıkıntıları ortadan kaldıran ve sorunları çözen; hakla batılın arasını açan) güzel isminin hürmetine bizlerin bütün sıkıntılarımızı gidersin, bizlere bütün hayır kapılarını da açsın. Âmin. (Muhsin İyi)

Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

Devam edecek…

 



ESMA DERSLERİ – 26 – EL FETTÂH (C)

$
0
0

Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 “Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

************************************************************************

EL FETTÂH

…. Bir konuda bir mümin eğer zorluk çekiyorsa, zahmet çekiyor ve fedakârlık yapıyorsa bilelim ki Allah onu seviyor. Allah resulü buyurdu;

“Bir kul diyelim ki rahatsızdır, o rahatsızlığına rağmen kalkıp abdestini alıyor, namazını kılmaya çalışıyor, hatta ayakta kılamıyor oturarak kılıyor. Bu örnektir her konuda böyledir. Allah Bu kulunu meleklerine göstererek, -kullandığı kelimeyi söylüyorum- Breh, breh, şu kuluma bak hele, nasıl çabalıyor, gayret sarf ederek yapıyor. Allah o kul ile iftihar eder öğünür.  Elbette Allah Breh breh der mi? Tabii ki demez, ama kul kendi seviyesine göre bunu anlamalıdır, yani Allah kulunun o halini nasıl sevdiğini beyan etmek için böyle buyuruyor. Bu sadece ibadet için değildir, hayatı yaşarken bize ağır gelen, zor gelen her ne varsa onu yaptığımızda işte o zaman rabbimize imanımızı ispatlamış oluruz.

Diyelim ki birisi hakkımızda konuştu, biz de o konuşmasından incindik. Ama “Ya rabbi, senin hatırına buna cevap vermiyorum.” İşte bu Allah’ın seveceği bir hareket bir tavırdır. Bu imanını ortaya koyarak yaptığın bir hareket olur. Veya karşındaki yanlış yapmış, bir de üstüne ona ikram etsen, iyilik yapsan ne olur? İşte karşılığını Allah’tan bekleyeceğin bir hali, bir tavır, bir amel olur. Sen de yanlış yaptığında Allah o yanlışın üzerine hem seni affeder, mağfiret eder, ayrıca bir de sana ikram eder. Sen bir kul olarak bunu yapıyorsun da ben senin rabbin olarak bunu sana yapmaz mıyım, sen buna layıksın der.

Ama hayır, o bir söylerse ben iki söyleyeceğim diye düşünüyorsan nefsini Allah’ın önüne aldın, Allah’ın rızasını gözetmedin, bunu düşünemedin. İmanını, Allah’a olan sevgini ortaya koyup ispatlayamadın. Aslında imanını kendine ispat etmek gerek. Allah ne halde olduğunu biliyor zaten.

Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdülillâhi Rabbil âlemin Esselâtü vesselamü Aleyke yâ Seyyidel evvelîne vel âhirîn ve iza cemîil enbiyayı ver mürselin velhamdülillahi Rabbil alemin.

Allah’ın Fettâh ismi nüzül sırasına göre 70. Esmadır, yani bu isimle beraber Allah’ın 70 ismini hep beraber anlamaya çalışmış olduk. Geriye 29 esma kalıyor Allah tamamına erdirir inşallah.

Fettah demek iki şeyi birbirinden ayıran demektir. Rahmet kapısını açan, rızık kapısını açan, mağfiret kapısını açan, af kapısını açan yani Allah’ın bütün isimleri açandır. Allah isimleri ile tecelli ederek açıyor. Neye göre açıyor? Kulun haline göre, durumuna göre, imanına göre, yürüdüğü yola göre, niyetine göre, hedefine göre Allah Fettah’tır kulunun önünü açıyor.

Bir de ayıran demektir. Neyi ayırıyor? Hak ile batılın, imanla küfrün, mümin ile müşriğin arasını ayırıyor, açıyor. Neyle yapıyor bunu? Vahyi ile yapıyor. Vahyini indirmiş küfürle imanın arasını açmış, hak ile batılın arasını ayırmış, yani artık küfür de bellidir, iman da bellidir. Şirkte bellidir Hak ta bellidir, batıl da bellidir. Kur’an ın bir adı da Furkan dır ki ayıran demektir. Bununla beraber kim haklıdır, kim haksızdır Kur’an atasını ayırıyor. Ama insan bunu kabul etmeyebilir bu takdirde de ahirette Allah hükmünü vererek ayırır. Allah kıyamet günü için de ayırım günü dedi. Yani müminlerle kâfirlerin, münafıkların birbirinden ayrıldığı gündür.

Allah Fettah’tır. Buyuruyor ki ayeti kerimede;

Efemen şerahAllâhu sadrehû lil İslâmi fe huve alâ nûrin min Rabbih* feveylün lil kasiyeti kulûbühüm min zikrillâh* ülâike fiy dalâlin mubiyn. (Zümer/22)

Allah kimin göğsünü İslam’a açmışsa, şerh etmişse. -Şerh demek yarmak, açmak demektir.- O rabbi katında bir nûr üzeredir, rabbiyle beraberdir. Yazıklar olsun dedi Allah, onlara veyl olsun ki onların kalpleri Allah’ın zikrine karşı katılaşmış, kaskatı olmuş, onlara yazıklar olsun. Onlar apaçık dalalettedirler.

Allah’ın zikri demek Kur’an demektir, Allah Allah diye Allah’ı zikretmektir. Allah sadece Kur’an diyebilirdi, vahy diyebilirdi. Ama zikir dediyse her iki manayı bir den anlamak gerekiyor. Birini alıp diğerini bırakırsan eksik olmuş olur, bıraktığına zulmetmiş gizlemiş olursun.

Eğer biri Allah, Allah diyerek Allah’ı zikretmiyorsa bu bir. İkincisi; hayatı yaşarken her konuda rabbimin emri nedir diyerek Kur’an a müracaat edip ona uygun yapması gerekmektedir. Ona uygun yapmıyorsa Allah’ın zikrinden yüz çevirmiş demektir. Aslında ikisi aynı şeydir, bunu söylerken de Allah’ın bu konuda ki emri, hükmü nedir diye baktığında da Allah’ı hatırlamış, zikretmiş oluyor, ayrıca O’nun vahyine de bakmış oluyorsun. Yani ikisini beraber yapılmış oluyor. Eğer biri böyle yapmıyorsa kalbi katılaşmış demektir. Oysa ki aşkla, muhabbetle rabbim ne söylüyor bu konuda bana vahyi nedir, nasıl yapsam rabbim benden razı olur, beni sever demiyorsa biri Allah’ın zikrine karşı kalbi kaskatı kesilmiş demektir. Allah onlar için apaçık bir delalettedir diyor. Allah kimin kalbini İslâm’a açarsa o rabbi katında bir nur üzere değil midir diyor. Yani onun gittiği yol nurludur, aydınlıktır. Neyle aydınlıktır? Allah’ın vahyi ile.

Bu bir başlangıçtır ki bir de bunun manevi boyutu vardır, İslâm bir bütündür, sadece zahiri tarafına bakıp manevi tarafını eksik bırakırsak onun içini anlamamış oluruz. Manevi olarak ta Allah insanın kalbini İslâm’a açıyor mu? Elbette ki, açmaz mı? Yoksa Allah kelimeyi neden böyle kullansın? Göğsünü İslâm’a şerh ederse buyurdu. Göğüs İslâm’a açılır, açılınca o rabbi katında bir nur üzere olur. Yani Allah oradan ona vahyeder.

Bunun nasıl olduğunu da söyleyeyim; Bu Allah’ın zikri ile olur sadece. Gönül, kalp Allah’ın zikri ile yumuşar, aşkıyla muhabbetiyle yanar, öyle bir hal alır ki artık Allah’ın onun göğsünü şerh etme zamanı gelmiştir. Eğer ondan önce böyle bir tecelli ile karşı karşıya kalırsa ölür, toz duman olur. Yani onun o kıvama Allah’ın zikri ile gelmesi gerekir. Kaskatı kesilmiş bir kalbe bu tecelli olmaz. Allah’ın zikri ile yumuşamış o göğse tecelli olur. Allah bu tecelliyi bir anda yapar. Ama o ana kadar o da Allah’ı zikrediyor olması gerekir. Tecelli de o yumuşamış göğse, onun tam ortasına yapılıyor. Göğse tecelli hasıl olunca tıpkı bir pencere açılır gibi orası birden toz duman olur. Toz duman olan da kendi varlığıdır, benliğidir. Rabbinin güzelliğini Allah’ın kendisine nefh ettiği ruhun güzelliğini o göğüsten müşahede eder. Kendisi mi göğsünü gördü, yoksa gözü mü göğsünü gördü buna anlayamaz o anda. Ama ruhunu mu gördü yoksa rabbini mi gördü bunu da anlayamaz, hepsi birbirine karışıktır. Aklı başına gelinceye kadar bunu anlayamaz. Aklı başına gelinceye kadar demek yani bunu anlamaya çalışıncaya kadar, o an anlamaya çalışır, çalışırken de zorlanır.

Yapması gereken şey nedir? Bunu mürşidine sormaktır. Allah böyle bir şekilde tecelli etti, bu ne demektir diye. Ne demekti bu? Allah’ın o kulun göğsünü İslâm’a şerh etmesiydi. Onu sırat-ı müstakime yöneltmiş, katında bir nur üzere kılmasıdır. Onun gittiği yol nurlu yoldur artık. Allah ona şerh ettiği, İslâm’a açtığı göğsünden sürekli daimi olarak vahyeder. Artık o hak üzeredir, rabbiyle, rabbinin nuruyla beraberdir. Allah hepimize bunu ihsan eder inşallah. Gönlümüzü, kalbimizi, göğsümüzü İslâm’a şerh eder inşallah.

Allah Kur’an-ı Kerimde;

Efemen şerahAllâhu sadrehû lil İslâmi fe huve alâ nûrin min Rabbih * feveylün lil kasiyeti kulûbühüm min zikrillâh* ülâike fiy dalâlin mubiyn. (Zümer/22)

Allah kimin bağrını İslâm’a açmış ise işte o rabbinden bir nur üzerinde değil midir? O halde vay kalpleri Allah’ın zikrinden kaskatı olanlara, onlar apaçık bir sapıklık üzeredirler. Buyuruyor.

Şimdi bunu böyle anladık, bu yetti mi, ayeti anlamış olduk mu? Olmadık. Allah’ın bağrını İslâm’a açmasını nasıl söylüyor? Efemen şerahAllâhu sadrehû lil İslâm sadrını, göğsünü İslâm’a açtığı kimse fe huve alâ nûrin min Rabbih rabbi katında bir nur üzere olmaz mı? Elbette ki bir nur üzeredir buyurdu. İnsanın göğsünü İslâm’a şerh etmesi ne demek? Eğer tefsir yapılacaksa bunu söylemek gerekir.

Ayetin devamı da bunu beyan eder. Allah’ın zikrinden yüz çevirmişse kalbi kaskatı olmuştur. Böyle bir göğüs İslâm’a şerh olmaz, açılmaz. Neye açılır? Allah’tan, Allah’a teslim olmaktan başka her şeye açılır. İslâm Allah’a, O’nun vahyine, O’nun Esma-i Hüsnasının tecellisine teslim olmaktır. Bu imandır aynı zamanda.

Ayetleri biraz kısa kısa geçeceğim;

Ve âminû Bimâ enzeltü müsaddikan limâ me’aküm, ve lâ tekünû evvele kâfirin Bih* ve lâ teşterû Biâyâtiy semenen kaliyla* ve iyyaye fettekun. (Bakara/41)

Elinizdekini (Tevrat’ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur’an’a) iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden (benim azabımdan) korkun. (Elmalı)

ve lâ teşterû Biâyâtiy semenen kaliyla… ayetlerimizi az bir pahaya satmayın, öyle ucuza satmayın. Yani bir dünya menfaati elde edeceğiz diye veya birileri bizi övsün, alimdir desin diye ayetlerimizi böyle ucuza satmayın. Yani hakkı, hakikati olduğu gibi ortaya koyun, korkmayın. Ahirettekileri dünyadakilere tercih edin.

İnna enzelnet Tevrate fiyha hüden ve nûr* yahkümü Bihen Nebiyyunelleziyne eslemu lilleziyne hadu ver Rabbaniyyune vel ahbaru Bimestuhfizu min Kitabillâhi ve kânu aleyhi şüheda’* fela tahşevünNase vahşevni ve lâ teşteru Bi âyâtiy semenen kaliyla* ve men lem yahküm Bi ma enzelAllâhu feülaike hümül kafirun. (Maide/44)

Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat’ı indirdik. Kendilerini (Allah’a) vermiş peygamberler onunla yahudilere hükmederlerdi. Allah’ın Kitab’ını korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zâhidler ve bilginler de (onunla hükmederlerdi). Hepsi ona (hak olduğuna) şahitlerdi. Şu halde (Ey yahudiler ve hakimler!) İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. (Elmalı)

ve men lem yahküm Bi ma enzelAllâhu Her kim ki Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse feülaike hümül kafirun. İşte kâfir olanlar onlardır. Allah’ın hükümleri ile hükmetmek demek, Kur’an ile hükmetmek demektir. Allah neyi söylemişse, nasıl hüküm vermişse hüküm budur deyip onu kabul ederek uygulamak demektir. Hem kendisine, hem ailesine, hem iş yerinde işine, bütün varlığa, mahlûkata Allah’ın hükümleri ile hükmetmek demektir. Değilse onlar kâfirlerdir, zalimlerdir, fasıklardır diyor Allah. Ki bunlar ayrı ayrı ayetlerdir.

… ve men lem yahküm Bima enzelAllâhu feülaike hümüz zalimun. (Maide/45) İşte onlar zalimlerin ta kendileridir.

… ve men lem yahküm Bi ma enzelAllâhu feülaike hümülfasikun. (Maide/47)

Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlar fasıkların ta kendileridir.

Görüldüğü gibi Kâfir, zalim, fasık aynı manayı paylaşıyorlar. Bunların hepsinin ortak sebebi onların Allah’ın hükmü ile hükmetmemiş olmalarıdır. Biz de bakacağız Allah’ın hükmü ile hükmediyor muyuz, etmiyor muyuz? Yoksa kendi nefsi hükmümüzle mi hükmediyoruz. Bu soruya verilecek cevap haydi 99 demeyelim %90 kendi hükmümüzle hükmediyoruz, hatta Allah’ın hükümlerini bile bilmiyoruz. Öğrenmeye bile tenezzül etmemişiz. Allah’ın hükmünü öğrenmeye, anlamaya bile zaman ayırmamışız, gereksizdir demişiz, benim aklım var, ilmim var, geleneklerim adetlerim var öyleyse kendim hükmederim demişiz. Allah ne buyurdu? Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirlerdir, zalimlerdir, fasıklardır, bunlar cehennemliklerdir dedi. Allah’ı ciddiye almamak öyle basit bir şey değil, Allah’ın kabul etmeyeceği bir şeydir.

Fela ve Rabbike lâ yu’minune hatta yühakkimuke fiyma şecera beynehüm sümme lâ yecidu fiy enfüsihim haracen mimma kadayte ve yüsellimu tesliyma. (Nisa/65)

Allah kendisine yemin ediyor; Rabbine yemin olsun ki onlar kendi aralarında çıkan sorunlardan dolayı seni hakem edip sümme lâ yecidu fiy enfüsihim haracen mimma kadayte sonra onlar senin verdiğin o hükümde -ki Allah’ın hükmü ile hükmediyorsun- gönüllerinde, kalplerinde, nefislerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın ve yüsellimu tesliyma tam bir teslimiyetle o hükmü kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.

Herhangi bir konuda ki konu ne olursa olsun, ister bizim faydamıza, ister zararımıza, o konudaki Allah’ın hükmünü eğer gönlümüzde bir ağırlık duymaksızın kabul etmediysek Allah onlar için tam bir teslimiyetle teslim olmadıklarından dolayı tam bir iman etmiş olmazlar dedi. Yani hükmü kabul etsek bile gönlümüzde bir ağırlık duysak bile Allah bu gibilere mümin değillerdir diyor. Allah’ın hükmünü kabul etmemek, Allah’ı kabul etmemek demektir.

Ve yekulune amenna Billâhi ve Bir Rasûli ve eta’na sümme yetevella feriykun minhüm min ba’di zâlik* ve ma ülaike Bil mu’miniyn. (Nur/47)

Ve yekulune amenna Billâhi ve Bir Rasûli Bir de onlar diyorlar ki biz Allah’a iman ettik ve bir Resul dedi, ve Resul demediler. Hâlbuki sadece resul demeleri gerekiyordu. Allah’ın resulü ile Allah’a iman ettik onun gibi iman ettik demektir bu. Sonra; ve eta’na itaat edenleriz. Allah’a ve resulüne iman ettik ve itaat ettik derler sümme yetevella feriykun minhüm min ba’di zâlik sonra onlardan bir kısmı bunun arkasından yan çiziyor, yani itaat etmiyor ve ma ülaike Bil mu’miniyn bunlar mümin değildirler. Ama iş lafa geldiğinde Allah’a ve resulüne iman ettik ve itaat ettik diyorlar. Sonra da yan çiziyorlar. Yani işlerine gelmeyen yerlerde Allah’ın hükmünü kabul etmiyor, itaat etmiyor Allah’a ve resulüne. Allah onlar için işte bunlar mümin değillerdir buyuruyor.

Ne diyeceğiz? Sadakallahul ‘Azîm, Allah doğruyu söylemiştir. Bu8nun dışında kim bir şey söylerse yalan söylemiştir. Allah’ın emri, hükmü karşısında yan çiziyorsa, ben bunu kabul etmiyorum diyor, ben daha iyisini biliyorum diyorsa o mümin değildir diyor Allah. Niye bunu tekrar tekrar söylüyorum? Kimse kendini kandırmasın, yani seni yaratan Allah’ı sen kabul etmedin, verdiği hükmü kabul etmedin, ben daha iyisini biliyorum dediysen nasıl mümin olabilirsin ki? Allah bunu kabul etmiyor. Ama bu hükmü her yerde geçerli olması gerekir. Kur’an her bir insana tek tek inmiştir. Hanımına muamele ederken Allah’ın hükmü geçerli olmalıdır, çocuklarına muamele ederken Allah’ın hükmü geçmelidir, insanlara muamele ederken Allah’ın hükmü geçmelidir, kendisine bile muamele ederken Allah’ın hükmü geçmelidir. Geçmiyorsa Allah bunlar için mümin değillerdir diyor. Fakat onlar söylüyorlar, Allah’a ve resulüne iman ettik ve itaat ettik diyorlardı ama iş Allah’ın hükmüne gelince yan çiziyorlardı.

Ve men yutı’ıllahe ve RasûleHU ve yahşAllâhe ve yettakhi feülaike hümül faizun; (Nur/52)

Her kim de Allah’a itaat eder, resulüne itaat eder ve Allah’tan haşyet duyarsa, O’na karşı edepli olursa ve yettakhı ve takva sahibi olursa, bu sorumluluğu bilip gereğini yerine getirirse feülaike hümül faizun işte muradına ereler, kurtuluşa erenler bunlardır.

Allah Fettah’tır, gönülleri İslâm’a açandır, rızık kapısını açandır, mağfiret kapısını açandır. Yani isimlerinin tecellisini açandır. Eğer Allah’ın Fettah ismi bir kulda tecelli ederse o da insanların gönüllerinin İslâm’a açılmasına vesile olur. Yani, Allah gönül kapısını onunla açar. Bu nasıl olur? İnsanların gönüllerini Allah’ın sevgisine açar, imana açar, Allah’a teslim olmaya açar, ama açabilmesi için önce onun gönlünün açılmış olması gerekir. Yoksa kendi gönlü açılmamışsa o nasıl yardım edebilir? Bu durumda onun nasıl yapması lazım? Gönlü, sadrı İslâm’a açılmış olanlarla beraber olup onlarla beraber bu işi yapması lazım. Yoksa bunu beceremez mümkün olmaz. Sadece kendini kandırmış olur yani.

Gönülleri Allah’ın vahyine açmak, hikmete açmak, ilme açmak, cennete açmak, bütün bunların hepsi de ne ile yapılır, nasıl yapılır? Hepsi sevgiyle yapılır, aşkla yapılır, muhabbetle yapılır. Bütün bunlar yapılırken sabırlı olmak gerekir yani sabırla yapılır. Bütün kapıların hepsi Allah’ın Fettah isminin kapısı açılan el Esma-i Hüsna’nın yani Allah’ın isimlerinin kapılarıdır.  Mesele gönülleri Allah’a açmaktır. Eğer birileri bunu yapıyor, yapmaya çalışıyorsa Allah’ın Fettah ismi onda tecelli etmiştir. Aynı şekilde birisi diğerine hangi konuda olursa olsun yardım ediyorsa Allah’ın Fettah ismi orada tecelli etmiştir.

Diyelim ki Rızık için yardım etti, oradaki Rezzak isminin kapısı ona Fettah isminin tecellisi ile açıldı demektir. Birisi diğerinin affolması için araya girdi onu affettirdi. Yani Allah’ın Afûv ismi kapısı açıldı neyle açıldı? Allah’ın Fettah isminin tecellisi ile açıldı.

Allah’ın Fettah isimi ayıran demektir

Kul yecme’u beynena Rabbüna sümme yeftehu beynena Bil Hakk* ve HUvel Fettahul’ ‘Aliym; (Sebe’/26)

De ki onlara rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak sümme yeftehu beynena Bil Hakk sonra aramızda hak ile fethi yapacak yani aramızı açacak. Hak kimdedir, batıl kimdedir, kimin doğru, kimin yanlış yolda olduğunu Allah aramızda hak ile ayırıp hükmünü verecek, feht yapacaktır. ve HUvel Fettahul’ ‘Aliym  O Allah Fettah ve ‘Alîmdir. Görüldüğü gibi Fettah ismi de ‘Alîm ismine göre tecelli ediyor.

Ve lekad saddeka aleyhim ibliysü zannehu fettebe’uhü illâ feriykan minel mu’miniyn. (Sebe’/20)

 Allah buyurdu ki Andolsun ki iblis zannını doğru çıkardı, tasdik etti. Hangi konuda zannını doğru çıkardı? İnsanların kendisine tabi olması konusunda ki zannını doğru çıkardı. illâ feriykan minel mu’miniyn ancak mü’minlerden bir fırka bir grup hariç gerisinin hepsi iblise tabi oldu.

İblis huzurdan kovulurken “Ya rabbi bana Kıyamete kadar, insanların tekrar dirileceği güne kadar mühlet verirsen ben bunların secdeye layık olmadıklarını ispat ederim. Senin sırat-ı müstakiminin üzerinde oturtacağım, gelenlerin önünden arkasından, sağlarından sollarından gelip hepsini kendime bağlayacağım. Yalnız senin ihlaslı kulların müstesna.” (A’raf/16-17) Demişti. Allah’ta buyuruyor ki iblis bu zannını doğru çıkardı, müminlerden bir fırka hariç gerisinin hepsi ona, şeytana tabi oldu. Bu gerçekten insanlık için dehşet verici bir durumdur.

Peki, Şeytana tabi olmayanlar kimlerdi? İhlaslı olanlar, yani Allah’a karşı samimi olanlar, benim derdim sensin ya rabbi diyenler. Eğer sevmiyorsan senin ihlaslı olman mümkün değildir. Yani bir şeyi sevmiyorsun, ama ben bunu istiyorum dersen burada ihlas olur mu? İstediğin kadar çaba, gayret sarfet, şayet sevmemişsen ihlaslı olamıyorsun. Ancak o şeyi sevmiş isen o zaman ben bu şeyi istiyorum dediğinde ihlaslısın, doğru sözlüsün demektir. İhlas demek halis demektir, saf demektir. Yani senin saf bir şekilde Allah’ı istemen gerekiyor, bunun içinde O’nu sevmen gerekiyor,  O’na âşık olman gerekiyor. Sevmeden aşık olmadan ihlaslı olunamıyor, yok böyle bir şey. Nefsin için istediklerin ki isterse bu cennet olsun, ya rabbi ben cenneti istiyorum deyip gece gündüz ibadet yaparsan sizce Allah bu kuluna teşekkür eder mi? Etmez, zaten etmeyeceğini söylüyor. Allah’ın rızasını, cemalini, isteyerek yaptığınız işlerin dışında hiçbir işiniz şükrana layık değildir. İhlaslı olmak imanı gerektirir, taklit olanı sahtesini değil hakiki imanı gerektirir.

Eğer biri sadece İslâm’a girmekle değil gerçekten Allah’a iman ederse asla bu imanından cayması mümkün değildir. Ayet devam ediyordu;

Ve ma kâne lehu aleyhim min sultanin illâ lina’leme men yu’minu Bil ahireti mimmen huve minha fiy şekkin ve Rabbüke alâ külli şey’in Hafiyz. (Sebe’/21)

Ve ma kâne lehu aleyhim min sultan Oysa ki Allah dedi; oysa ki şeytanın onlar üzerinde hiçbir hakimiyeti, gücü saltanatı yoktur. İllâ Ancak dedi Allah Buna neden müsaade ettik lina’leme men yu’minu Bil ahiret kimin ahirete iman ettiğini bilelim diyedir. Şeytana uyanlar ahirete iman etmemiştir dedi. Dikkat edin banama iman etmemiştir demedi, resulüme iman etmemiş demedi, Kur’an a iman etmemiş demedi, ahirete iman etmemiş dedi. Neden? Ahirete iman etse dünyayı ahiretine feda edecek çünkü. Hâlbuki ahirete iman etmediği için dünyasını ahirete kurban edemiyor, etmiyor, gücü buna yetmiyor. İşte ahirete iman etmemek bu demektir.

mimmen huve minha fiy şekkin Hanginiz ahirete iman ettiniz hanginiz ahirete iman hakkında şek ve şüphe içindesiniz bunu ayırt edelim diye buna müsaade ettik. ve Rabbüke alâ külli şey’in Hafiyz.  Muhakkak ki senin rabbin her şey üzerinde gözetendir. Bu ayetler hepsi birbirinin devamıdır, dolayısıyla devam ediyor;

Kulid’ulleziyne ze’amtüm min dunillâh* lâ yemlikûne miskale zerretin fiys Semavati ve lâ fiyl Ardı ve ma lehüm fiyhima min şirkin ve ma lehu minhüm min zahiyr. (Seb’/22)

Kulid’ulleziyne ze’amtüm min dunillâh Deki onlara; Allah’tan başka ilâh saydıklarınızı istediğiniz kadar çağırın, dua edin, yalvarın. lâ yemlikûne miskale zerretin fiys Semavati ve lâ fiyl Ard onların göklerde ve yerde herhangi bir şeye küçücük bir zerre kadar bile güçleri yetmez. ve ma lehüm fiyhima min şirkin Allah’ın hiçbir şekilde onlardan bir ortağı yoktur ve ma lehu minhüm min zahiyr bir de onlardan herhangi bir yardımcısı yoktur, Allah’ta onlara yardım etmez.

Ve lâ tenfa’uş şefa’atü ‘ındeHU illâ limen ezine leh* hattâ izâ füzzia’ ‘an kulubihim kalu ma zâ kale Rabbüküm* kalül Hakk* ve HUvel ‘Aliyyül Kebiyr; (Sebe’/23)

Ve lâ tenfa’uş şefa’atü ‘ındeHU illâ limen ezine lehu Allah katında, O’nun huzurunda Allah’ın izin verdiklerinin dışında hiç kimsenin şefaati fayda verrnez. hattâ izâ füzzia’ ‘an kulubihim ne zaman ki onların kalplerinden o yaşanan dehşet giderildiğinde kalu ma zâ kale Rabbüküm Derler ki rabbiniz ne dedi, ne söyledi diye sorarlar. kalül Hakk* ve HUvel ‘Aliyyül Kebiyr Derler ki rabbimiz hakkı söyledi O, ‘Aliyyül Kebir olandır.

 Kul men yerzukuküm mines Semavati vel Ard* kulillâhu ve inna ev iyyaküm leâla hüden ev fiy dalâlin mubiyn. (Sebe/24)

Kul men yerzukuküm mines Semavati vel Ard De ki onlara göklerden ve yerden size kim rızık veriyor? Kulillâh De ki; Allah. ve inna ev iyyaküm leâla hüden ev fiy dalâlin mubiyn. De ki hidayete erdiren Allah’tır, ya biz hidayetteyiz ya da siz hidayettesiniz. Eğer biz hidayetteysek siz delalettesiniz..! yani böyle karma karışık şey olmaz. Allah’ı kabul edenler iman etmiş olup hidayet üzeredir. Yoksa biraz öyle biraz böyle olsun olmaz. Dolayısıyla Biz Allah’a, Resulüne, ahirete iman edenlerden olup hidayet üzereyiz, sizler de delalet içindesiniz.

Kul lâ tüs’elune ‘amma ecramnâ ve lâ nüs’elü ‘amma ta’melun; (Sebe/25)

Kul lâ tüs’elune ‘amma ecramnâ de ki onlara bizim yanlışlarımızdan, suçlarımızdan dolayı siz sorumlu tutulmazsınız. ve lâ nüs’elü ‘amma ta’melun biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu değiliz.

Kul yecme’u beynena Rabbüna sümme yeftehu beynena Bil Hakk* ve HUvel Fettahul’ ‘Aliym. (Sebe/26)

Kul yecme’u beynena Rabbüna De ki; Rabbimiz hepimizi bir araya getirecek sümme yeftehu beynena Bil Hakk sonra aramızda Hakk ile hükmünü verecek, aramızı açacaktır. ve HUvel Fettahul’ ‘Aliym Allah Fettah ve ‘Alîmdir. O her şeyi bilendir, bununla beraber doğru ile yanlışın, mümin ile kâfirin, iman ile küfrün arasını da açandır.

Kul eruniyelleziyne elhaktüm Bihi şürekâe kella* bel HUvAllâhul ‘Aziyzül Hakiym. (Sebe/27)

De ki: “O yanı sıra var sandığınız ortaklarınızı gösterin bana! Hayır, hâşâ! Bilakis yalnızca “HÛ”; Aziyz, Hakiym (olan) Allâh’tır.

Ve ma erselnake illâ kâffeten linNasi beşiyran ve neziyran ve lâkinne ekseren Nasi lâ ya’lemun. (Sebe/28)

Hitap Allah resulünedir; seni bütün insanlara bir müjdeci, uyarıcı olarak gönderdik. Ama insanların çoğu bunu bilmezler.

İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ. (Feth/1)

Allah buyurdu ki sana apaçık bir (açık bir hakikati müşahede gücü) fetih verdik. Bu da Allah’ın Fettah isminin bir kuldaki tecellisinin beyanıdır.

Allah bir kuluna fetih verince ne olur, nasıl olur? İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ biz sana apaçık bir fetih verdik. Kime verdi? Allah resulüne. Ne oldu?

Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare ve yütimme nı’meteHU ‘aleyke ve yehdiyeke sıraten müstekıyma. (Feth/2)

Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbik Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etti. Mağfiret etmek için sana fetih verdi. ve yütimme nı’meteHU ‘aleyke bir de senin üzerinde ki nimetini tamamlamak için sana bu fethi verdi. ve yehdiyeke sıraten müstekıyma bir de seni sırat-ı müstakıyme hidayet etsin diye sana fetih verdi.

Bu durumda Allah kime fetih verirse onun geçmiş ve gelecek günahlarını affetmiş demektir. (…?) Rabbi katında bir nur üzere olur çünkü o. Bununla beraber Allah onun üzerinde ki nimetini tamamlayacak için bunu yapmıştır, bir de onu sırat-ı mustakıme hidayet etmek içindir.

{Ek bilgi; Fethi karib ile (çok yakın Feth)  evvelki günahlar her ne kadar örtülür, menfaattenme olursa da, işbu sonraki günahlar fayda sağlamaz. Zira kalp makamı, ancak makamı ruha terakkiden ve ruh parlaklığının kalp üzerine istilasından sonra tamam ve tekmil olabilir.

Bu takdir de makamı kalpte olan NEFSİN halden hale geçmesi, menfaatlerinin, yararlandığı tüm maddesel varlık ile arasının kesilmesi ile hâsıl olur. Tüm bunlar olduğunda kalbin de halden hale geçmesi zahiri, açık, apaçık hale gelir.

Bu feth şeklinde Ruhlar âlemini müşahede şeklinde gerçekleşerek bu sayede kalp gözünün açılması gibi kazançları da hâsıl olur. Keza kalbin fethinden sonra parlayan aydınlanan kalp ile kazanılan heyeti nuriyeden ibaret bulunan ve halden hale geçmesi sebebiyle nefsin o sıfatlarla zahir ve kendi halini örttüğü sıfatlan da örtülür ki işaret olunan günahlar da bunlardır. (Kaşani-Tevilat)}

Ve yensurekellâhu nasren ‘Aziyza (Feth/3)

Allah Aziz, şerefli bir yardımla sana yardım etti. Bu kuluna şeref vermek içindir. Allah’ın muradı o kulun üzerinde gerçekleştirdiği için bu şerefi ona bahşediyor, yardım ediyor.

Bu durumda böyle biri yani Allah resulü ile beraber olanlar nasıl bir nimet kazanıyor?

 HUvelleziy enzeles sekiynete fiy kulûbil mu’miniyne liyezdâdû iymânen me’a iymânihim* ve lillâhi cünûdüs Semâvâti vel’Ard* ve kânAllâhu ‘Aliymen Hakiyma. (Feth/4)

HUvelleziy enzeles sekiynete fiy kulûbil mu’miniyn bununla beraber Allah müminlerin kalbine sekineti indirir. liyezdâdû iymânen me’a iymânihim imanlarına iman katsınlar diye. Demek ki Allah bir kulunun kalbine sekineti indirirse o imanına iman katmış, artmış olur. ve lillâhi cünûdüs Semâvâti vel’Ard göklerin ve yerin orduları Allah’a aittir ve kânAllâhu ‘Aliymen Hakiyma. Muhakkak ki Allah ‘Alîm ve Hakîm’dir.

Allah bunu neden böyle yapmış?

Liyüdhılel mu’miniyne velmu’minati cennatin tecriy min tahtihel’enharü halidiyne fiyha ve yükeffire anhüm seyyiatihim ve kâne zâlike indAllâhi fevzen ‘azıyma. (Feth/5)

Liyüdhılel mu’miniyne velmu’minati cennatin tecriy min tahtihel’enharü halidiyne fiyha Allah buyurdu mümin erkekleri ve mümin kadınları altlarından ırmaklar akan cennetlere koymak için bunu böyle yapmıştır. ve yükeffire anhüm seyyiatihim bir de onların günahlarını yok etmek için böyle yapmıştır ve kâne zâlike indAllâhi fevzen ‘azıyma işte Allah katında ki büyük kurtuluş, murada ermek budur. Ayetler devam ediyor;

Ve yu’azzibel münafikıyne velmünafikati velmüşrikiyne velmüşrikâtiz zanniyne Billâhi zannessev’* aleyhim dairetüssev’* ve ğadıbAllâhu aleyhim ve leanehüm ve e’adde lehüm cehennem* ve saet masıyra. (Fetf/6)

Ve yu’azzibel münafikıyne velmünafikati velmüşrikiyne velmüşrikât Allah bununla beraber münafık erkekler ve münafık kadınlara, müşrik erkekler ve müşrik kadınlara azab edecek. Neden azab edecek? zanniyne Billâhi zannessev’ onlar Allah hakkında suizanda, kötü zanda bulundukları için.

Allah hakkında bir mümin neden suizanda bulunabilir mi? Eğer birisi Allah’ın isimlerine iman etmemişse Allah hakkında kötü zandan kurtulamaz. Çoğu zaman kardeşlerimiz de böyle bir zanna düşüyorlar. Mesela dese ki Allah beni affetmez. O Allah’ın Ğafûr ismini, Ğaffar ismini, Tevvab ismini, Afûv ismini bir anda inkâr etmiş olur. Böylece Allah hakkında kötü zanna düştü. Ya da Allah beni rızıklandırmaz, Allah beni zengin etmez, bu da kötü zandır. Ben Allah’a vasıl olamam, kötü zan. İşte bunlar kimlerdir? Münafık erkekler, münafık kadınlar, müşrik erkekler, müşrik kadınlar diyor Allah. Bunlar neden böyle müşrik, münafık olmuşlar? Allah hakkında kötü zanda bulundukları için. İşte Allah bunlara azab edecek. İman edenlere ne yapıyordu? Onlara da fetih veriyordu. Feth; gönüllerini İslâm’a açıyordu.

aleyhim dairetüssev’ onların bu kötü zanları onların başına gelsin dedi. ve ğadıbAllâhu aleyhim Allah onlara gazab etmiştir. ve leanehüm ve onları lanetlemiştir. ve e’adde lehüm cehennem. Onlara cehennemi hazırlamıştır ve saet masıyra o ne kötü yerdir.

Allah hakkında suizan da bulunmak, onun için ne yapıp edip illa ki esma-i Hüsnayı anlamamız, öğrenmemiz gerekiyor. Allah’ın isimlerine iman etmemiz gerekiyor. Neden bu kadar feryad edip gayret ettiğimi bu ayetten anlamak gerekiyor. Eğer öğrenip, anlayıp, idrak edip iman etmezsek Allah hakkında suizanda bulunuruz. Bu durumda ya münafık olur ya da müşrik oluruz. Bunun karşılığında Allah ta bizlere gazab eder, lanetler ve cehennemi hazırlar.

Yeminle söylüyorum bin Müslümanı bir araya getirin içlerinde iki kişi Allah hakkında suizanda bulunmayan çıkaramazsınız. Ama Allah Ğafûr ve Ğaffar’dır. Allah onu uyarır; Ya kulum bu tavrı, söylediğin sözü bana nasıl yakıştırdın diye onu uyarır. Fakat o kul yine o haliyle giderse Allah’a yemin ediyorum o cehennemliktir. Allah’a yine yemin ediyorum ki o bu haline devam ederse ona gazab eder ve lanetler ve hiç kimse onu kurtaramaz. Allah’ın mühlet vermesine aldanmamak gerekiyor. Yani her şeyin bir sonu vardır. En sonunda Allah ne der? Sen bana iman etmiyor ve benden daha üstün olduğunu sanıyorsun öyle mi? Der ve ona lanet eder.

Bu halde birçok kardeşimiz vardır, yani bu hali yaşayan, Allah’a bu şekilde suizan da bulunup O’nun gazabını, lanetini hak etmiş birçok kardeşimiz vardır. Bunu söylemezsem sorumlu duruma düşerim. Herkesin kendisini kontrol etmesi gerekir. Kendisini devamlı; Ben, beni yaratan rabbim hakkında suizan da bulunuyor muyum, O’nun isimlerinden herhangi birini inkâr ediyor, yok sayıyor muyum? Diye sorgulaması gerekir. Allah şahidim olsun ben bunu olduğu gibi, O’nun söylediği gibi söylüyorum. Bu yüzden de böyle bir sorumluluğu kabul etmiyorum. Yani kimse kıyamet gününde; Ya rabbi biz bu kuluna güvendik ama bu kulun bize söylemedi demesin diye. Eğer merak eden varsa kendisi sorabilir buradan cevap verebilirim. Ayet devam ediyor;

Lekad radıyAllâhu ‘anilmu’miniyne iz yubayi’ûneke tahteşşecereti fe’alime ma fiy kulubihim feenzelessekiynete aleyhim ve esâbehüm fethan kariyba. (Feth/18)

Lekad radıyAllâhu ‘anilmu’miniyn Muhakkak ki Allah mü’minlerden razı olmuştur. Hangi mü’minler? iz yubayi’ûneke tahteşşecere o ağacın altında sana biat eden mü’minlerden Allah razı olmuştur. Bu ağaca Rıdvan ağacı denir, ağacın altında sahabe Allah resulüne biat ediyor. Umreye gitmeye karar vermişti Allah resulü Onunla beraber de binlerce sahabe yollara çıktı. Mekke’li müşrikler onları içeri almak istemediler. Allah resulü Hz. Osman’ı elçi olarak gönderdi onlara, yani savaş için gelmediklerini haber vermek için. Sadece Kâbe’yi tavaf edip döneceğiz, umremizi yapıp döneceğiz mesajını göndermişti.

Müşrikler Hz. Osman’ı bir süreliğine alıkoydular, sonra Hz. Osman’ın şehit edildiği haberi geldi. Allah resulü buyurdu ki; Mekke’ye gireceğiz. Unutmayın sadece kılıçları var yanlarında. Ya biz onları öldüreceğiz ya da öleceğiz. Benimle ölümüne biat etmek isteyenler gelsin dedi. Eksiksiz hepsi biat etti. Yola çıkarken münafıklar onlarla beraber gelmemişlerdi, çünkü “bunlar eceline susamış, şimdi gidiyorlar, artık Mekke’den geri dönemezler, kesinlikle orada hepsini öldürürler “ demişlerdi. Bunlar münafık ya yani Allah’a güvenmemişler ya, Allah’ı bilmiyorlardı. İşte Allah’ta o ağacın altında sana biat edenlerden Allah razı olmuştur dedi. Bir anda rıza makamına, marziye makamını ikram etti. Neye karşılık? İmanına karşılık, Allah yolunda canını vermeye karşılık, işte böyle bir iman.

fe’alime ma fiy kulubihim Allah onların kalplerindekini biliyordu feenzelessekiynete aleyhim Allah onların üzerine sekineti indirdi. Neden? Kalplerinde eksiklik var, yanlışlık var. Ama Allah onlara sekinetini verip tamamladı onları. Öyle ki tam biat etsin, rızasını hak etsin diye. Yani nimetini tamamladı onların. ve esâbehüm fethan kariyba bir de onları yakın bir fetihle ödüllendirdi.  Bu fethi zahiri olarak anladığımızda Mekke’nin fethi olarak anlaşılır. Fakat bunların hepsi manevi idi.

Kezzebet kavmü Nuhınil murseliyn. (Şuârâ/105)

Nuh kavmi peygamberlerini yalanladılar.

İz kale lehüm ehuhüm Nuhun ela tettekun. (Şuârâ/106)

Kardeşleri Nuh onlara dedi ki siz Allah’a karşı takva sahibi olmayacak mısınız?

İnniy leküm Rasûlün emiyn. (Şuârâ/107)

Muhakkak ki ben size gönderilmiş emin bir elçiyim.

Fettekullâhe ve etıy’un. (Şuârâ/108)

Allah’a karşı takva sahibi olun ve bana itaat edin.

Ve ma es’elüküm aleyhi min ecr* in ecriye illâ alâ Rabbil alemiyn. (Şuârâ/109)

Ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim ecrim alemlerin rabbi olan Allah’a aittir.

Fettekullâhe ve etıy’un. (Şuârâ/110)

Allah’a karşı takva sahibi olun ve bana itaat edin.

Kavmi ona cevap veriyor;

Kalu enu’minu leke vettebeakel erzelun. (Şuârâ/111)

Biz sana hiç iman eder miyiz? Neden böyle söylüyorlar? Sana rezil olanlar tabi oluyor, fakirlere, fukaralara, kölelere bunlar rezil diyorlar.

Kale ve ma ılmiy Bima kânu ya’melun. (Şuârâ/112)

Nuh AS. dedi ki; benim, onların yaptıklarına dair bir bilgim yok, ilmim yok. Onların hesabı bana ait değil.

İn hısabühüm illâ alâ Rabbiy lev teş’urun. (Şuârâ/113)

Onların hesabı ancak rabbime aittir, bunu şuur edemiyor musunuz, anlamıyor musunuz?

Ve ma ene Bi taridil mu’miniyn. (Şuârâ/114)

Ben iman eden müminleri kovmaya memur değilim.

İn ene illâ neziyrun mubiyn. (Şuârâ/115)

Ben sadece bir uyarıcıyım.

Kalu lein lem tentehi ya Nuhu le tekûnenne minel mercumiyn. (Şuârâ/116)

Dediler ki ey Nuh, eğer bu davetten vazgeçmezsen muhakkak ki seni taşlarız.

 Kale Rabbi inne kavmiy kezzebun. (Şuârâ/117)

Nuh dedi ki; Rabbim, kavmim beni yalanladı.

Allah’ın Fettah ismini anlamaya çalışıyorduk ki burada geliyor;

Feftah beyniy ve beynehüm fethan ve necciniy ve men me’ıye minel mu’miniyn. (Şuârâ/118)

Aramızı, benimle onların arasını fethet dedi. Artık nasıl fethedeceksen öyle fethet. Beni ve benimle beraber olan müminleri kurtar dedi.

Feenceynahu ve men meahu fiyl fülkil meşhun. (Şuârâ/119)

Biz de onu ve onunla beraber olanları gemide taşıyarak kurtardık.

Sümme ağrakna ba’dül bakıyn. (Şuârâ/120)

Geride kalanların hepsini boğduk.

İnne fiy zâlike le ayeten ve ma kâne ekseruhüm mu’miniyn. (Şuârâ/121)

Muhakkak ki bunda ayetler vardır, hal böyleyken çoğu iman etmedi.

Ve inne Rabbeke le HUvel ‘Aziyzur Rahıym. (Şuârâ/121)

Muhakkak ki senin rabbin ‘Azîz ve Rahîmdir.

Kezzebet Âdünil murseliyn. (Şuârâ/122)

Ad kavmi de aynı şekilde elçileri yalanladı.

İz kale lehüm ehuhüm Hudün ela tettekun. (Şuârâ/123)

Onların peygamberleri onlara şöyle söylemişti. Siz Allah’a karşı takva sahibi olmayacak mısınız?

İnniy leküm Rasûlün emiyn. (Şuârâ/124)

Muhakkak ki ben size gönderilmiş emin bir elçiyim.

Fettekullâhe ve etıy’un. (Şuârâ/125)

Allah’a karşı takva sahibi olun ve bana itaat edin.

Ve ma es’elüküm aleyhi min ecr* in ecriye illâ alâ Rabbil alemiyn. (Şuârâ/126)

Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum, benim ecrim alemlerin rabbi olan Allah’a aittir.

Bakıyoruz ki peygamberler aynı şeyleri söylemişler; Allah’a karşı takva sahibi olun, Allah’a karşı sorumluluğunuzu kabul edin, Hz. İnsan olmayı kabul edin.

Aminu Billâhi ve RasûliHİ ve enfiku mimma ce’alekum mustahlefiyne fiyh* felleziyne amenû minküm ve enfeku lehüm ecrun kebiyr. (Hadid/7)

Aminu Billâhi ve RasûliHİ Allah’a iman edin, resulüne iman edin ve enfiku mimma ce’alekum mustahlefiyne fiyhi bir Allah’ın, tasarrufunu size bıraktığı şeylerden infak edin felleziyne amenû minküm ve enfeku lehüm ecrun kebiyr. İman edip infak edenleriniz için büyük, Kebîr bir mükâfat vardır.

Ve ma leküm lâ tu’minune Billâhi, verRasûlu yed’ukum litu’minu BiRabbiküm ve kad ehaze miysâkaküm in küntüm mu’miniyn. (Hadid/8)

Ve ma leküm lâ tu’minune Billâhi Size ne oluyor, neden Allah’a iman etmiyorsunuz ki? verRasûlu yed’ukum litu’minu BiRabbiküm oysaki Allah’ın resulü sizi O’na iman etmeniz için davet ediyor ve kad ehaze miysâkaküm bir de Allah sizden kesin olarak söz almıştı kendisine iman edeceksiniz diye. in küntüm mu’miniyn siz mümin değil misiniz? Eğer siz müminseniz Allah’a verdiğiniz sözü yerine getirmeniz gerekmez mi?

HUvelleziy yünezzilu ‘alâ ‘abdiHİ âyâtin beyyinatin liyuhriceküm minezzulümati ilenNûr* ve innAllâhe Biküm leRaûfun Rahıym. (Hadid/9)

HUvelleziy yünezzilu ‘alâ ‘abdiHİ âyâtin beyyinat liyuhriceküm minezzulümati ilenNûr * sizi karanlıklardan nura çıkarsın diye resulüne ayetleri indiren O’dur. ve innAllâhe Biküm leRaûfun Rahıym. Muhakkak ki Allah sizin için rauf ve Rahîmdir.

Allah infak etmeyi emrediyor, münafıkları anlatırken onların dünya hayatını, dünya malını tercih ettiklerini ısrarla beyan ediyor. Sanki birisi münafık mıdır, değil midir neresinden anlaşılır diye sorulacak olsa infak ediyorsa iman ediyordur, etmiyorsa değildir, yani münafıktır cevabını veriyor.

Ve maleküm ella tunfiku fiy sebiylillâhi ve Lillâhi miyrasüsSemâvati vel’Ard … (Hadid/10)

Neden Allah yolunda infak etmiyor harcamıyorsunuz ki, oysaki göklerin ve yerin mirası zaten Allah’a aittir.

Men zelleziy yukridullahe kardan hasenen feyuda’ıfehu lehu ve lehu ecrun keriym. (Hadid/11)

Kim Allah’a güzel bir borç verirse Allah onu, onun için artırır, katlar. Hem de onun için daha güzel Kerîm bir mükâfat ayrıca vardır.

Allah infak etmeyi, kendisine verilmiş bir borç olarak kabul ediyor. Allah kıyamet gününde bir sahneyi anlatır.

Yevme teralmu’miniyne velmu’minati yes’a nuruhüm beyne eydiyhim ve Bieymanihim buşrakümülyevme cennatun tecriy min tahtihel’enharu halidiyne fiyha* zâlike huvelfevzul ‘azıym. (Hadid/12)

Yevme teralmu’miniyne velmu’minat o gün sen mümin erkeklerle mümin kadınları şöyle görürsün yes’a nuruhüm beyne eydiyhim ve Bieymanihim o müminleri önlerinden ve sağlarından nurların kendilerini aydınlattığını görürsün buşrakümülyevme cennatun tecriy min tahtihel’enharu halidiyne fiyha o gün onlara verilecek olan müjde altlarından ırmaklar akan cennetlerdir ve onlar oralarda ebedi olarak kalırlar. zâlike huvelfevzul ‘azıym. İşte büyük kurtuluş, murada ermek budur. Ayetler devam ediyor;

Yevme yekulül münafikune velmünafikatu lilleziyne amenûnzuruna naktebis min nurikum kıylerci’u veraekum feltemisu nûra* feduribe beynehüm Bisurin lehu bab* batınuhu fiyhirrahmetu ve zahiruhu min kıbelihil ‘azâb. (Hadid/13)

Yevme yekulül münafikune velmünafikatu lilleziyne amenû Münafık erkeklerle münafık kadınlar iman etmiş olanlara derler ki, ûnzuruna naktebis min nurikum durun derler bize de bakın, sizin nurunuzdan istifade edelim derler. kıylerci’u veraekum feltemisu nura onlara denir ki; Geriye dönün de kendinize nur arayın, bu nuru kazanmak dünyada vardır, bunu biz dünyada kazandık. Eğer nur istiyorsanız geri dönmeniz gerekir. Burada böyle bir şey mümkün değil denir onlara. feduribe beynehüm Bisur Allah onların arasına bir sur çeker lehu bab kapısı olan bir surdur bu batınuhu fiyhirrahme onun iç tarafında rahmet vardır. ve zahiruhu min kıbelihil ‘azâb. Dış tarafında da azap vardır.

Yunadunehüm elem nekün me’aküm* kalu bela ve lakinneküm fetentum enfüseküm ve terabbastüm vertebtüm ve ğarretkümül’emaniyyu hattâ câe emrullahi ve ğarreküm Billâhil ğarur; (Hadid/14)

Yunadunehüm Münafıklar bağırıp onlara şöyle derler elem nekün me’aküm biz dünyada iken sizinle beraber değil miydik? -Demek ki beraber olmak kurtarmıyormuş insanı.- kalu bela derler ki evet, siz bizimle beraberdiniz, beraberdiniz ama kavminiz münafıktı, iman etmemişlerdi. Bugün bizim feryadımız bunun içindir. Madem ki geliyorsunuz o zaman bizi dinleyin, gerçekten beraber olalım, sadece zahiri olarak değil, batın olarak ta beraber olalım. Çünkü araya çekilen perdenin içinde rahmet dışında azap vardır. Yani bir tek dıştan beraber olmak yetmiyor, içten bir beraberlik gerekiyor.

ve lakinneküm fetentum enfüseküm ama dediler nefisleriniz sizi fitneye düşürdü, Allah’ı dinlemediniz nefsinizin verdiği vesveseyi dinlediniz. ve terabbastüm vertebtüm siz gözettiniz, şüpheye düştünüz ve ğarretkümül’emaniyyu hattâ câe Emrullah sizin o kuruntularınız, emaniyeleriniz Allah’ın emri gelinceye kadar sizi aldattı. Acaba şöyle midir, acaba böyle midir diye. ve ğarreküm Billâhil ğarur; o mağrur olan şeytan sizi Allah ile aldattı. Yani yapmasam da bir şey olmaz, şu kadar yapmışım benim için yeterlidir, Allah’ın rahmeti çoktur beni affeder. İşte sen bir münafıksın, sen Allah’a kafa tutuyorsun, Allah’a itiraz ediyorsun, ben daha çok biliyorum diyorsun. Ben daha Rahîm’im, senin yaptığını ben yapmazdım demiş oluyorsun. Sen nefsini Allah’a ortak koşmuş oluyorsun.

Felyevme lâ yu’hazu minküm fidyetun ve lâ minelleziyne keferu me’vakümünnar* hiye mevlaküm* ve bi’sel masıyr. (Hadid/15)

Felyevme lâ yu’hazu minküm fidyetun bugün sizden herhangi bir fidye kabul edilmez, yani münafıklardan, müşriklerden herhangi bir fidye kabul edilmez ve lâ minelleziyne keferu ne de kâfirlerden. me’vakümünnar onların yeri ateştir. hiye mevlaküm  sizin mevlanız ateştir ve bi’sel masıyr orası ne kötü yerdir.

Hiye mevlaküm ateş sizin mevlanızdır; Mevla demek, yardım eden demektir. Yani ateş sizin yardımcınızdır diyor. Ateş nasıl yardım ediyor? Ateş insanın Mevla’sı nasıl oluyor? Ateş seni yola getirir, aslında senin hiçbir şey olmadığını sana gösterir. Nefsine de sana da boyun büktürür.

Elem ye’ni lilleziyne amenû en tahşe’a kulubühüm lizikrillâhi ve ma nezele minelHakkı, vela yekûnu kelleziyne ûtülKitabe min kablu fetale ‘aleyhimul’emedu fekaset kulûbühüm* ve kesiyrun minhüm fasikun. (Hadîd/16)

Elem ye’ni lilleziyne amenû en tahşe’a kulubühüm lizikrillâh O iman edenler için, Allah’ın zikrine, kalplerinin ısınma zamanı, yumuşama zamanı gelmedi mi? ve ma nezele minelHakkı, vela yekûnu kelleziyne ûtülKitabe min kabl kendinizden önce kitap verdiklerimizin de kalpleri Allah’ın zikrine karşı katılaşmıştı. Sizin de üzerinizden böyle uzun bir zaman geçti de mi böyle oldunuz, Allah’ın zikrine karşı kalbiniz katılaştı. Allah’ın zikrine kalbiniz ısınmıyor, yumuşamıyor, kalbiniz muhabbetle dolmuyor. fetale ‘aleyhimul’emedu fekaset kulûbühüm * ve kesiyrun minhüm fasikun onların çoğu fasıktır.

I’lemu ennAllâhe yuhyiyl’Arda ba’de mevtiha* kad beyyenna lekümül’âyâti le’alleküm ta’kılun. (Hadid/17)

I’lemu ennAllâhe yuhyiyl’Arda ba’de mevtiha şunu iyi bilin ki Allah yer yüzünü ölümünden sonra diriltir. kad beyyenna lekümül’âyât Allah size ayetlerini böyle beyan ediyor le’alleküm ta’kılun aklınızı kullanasınız diye.

Allah yer yüzünü ölümünden sonra diriltir, yağmur rahmetini indirir diriltir. Sizin gönlünüze de rahmet ayetlerini indirir ve sizi de diriltir. Eğer aklınızı kullanırsanız Allah’ın ayetleri ile dirilirsiniz. Onun için ayetlerimizi böyle açıklıyoruz diyor Allah.

Ölmüş kalp, münafığın, müşrikin kalbidir, Allah hepimizi vahyi ile diriltsin, Fettah ismi ile tecelli edip gönlümüzü açsın. Bize apaçık fethi mübini hepimize, her birimize tek tek ihsan etsin inşallah. Gönlümüzü İslâm’a açsın, bizi muttakilere önder eylesin, neslimizden gelenleri de muttakilere önder eylesin inşallah. Allah hepinizden razı olsun. (Muhammed Hüseyin – Esma derslerinden derleme)

*********************************************************************

EL FETTAH

El Fettah; Kapıları açan, maksuda ulaştıran tek hüküm sahibi demektir. Verdiği hükümle taraflar arasında ki meseleyi çözen kapalı kapıları rahmetiyle açandır. Tasa, keder ve üzüntüyü giderendir.

Allah’ın iki türlü rahmeti vardır. 1 – Rahmet-i Rahman umuma aittir. 2 – Rahmet-i Rahim ise hususa hastır. Rahmetleri ile merhamet kapıları her an açıktır.

Ya eyyühelleziyne amenüttekullahe vebteğu ileyHİlvesiylete ve cahidu fiy sebiyliHİ lealleküm tüflihun.  (Maide/35)

Ey iman edenler Allah’tan korkun ve yaklaşmaya vesile arayın. O’nun yolunda çok cihat edin ki kurtuluşa eresiniz.

Kaşani Hz. Te’vilatında; “Ya eyyühelleziyne amenüttekullahe Ey mü’minler siz nefislerinizi temizlemekle Allah’a sakınınız vebteğu ileyHİlvesiylete ve iyiliklerle ziynetlenmekle Allah’ a vesileyi isteyiniz. ve cahidu fiy sebiyliHİ ve sıfatın mahvı ve zatta fena ile Allah yolunda mücahede ediniz ki, lealleküm tüflihun. bu suretle zat ve sıfat bekayasının zuhurundan felah bulmanız me’muldür.”

Bu ayetin tecelli ettiği bir kul Cenab-ı Hakkın zatına açılan Rahmet-i Rahim kapısından ayette geçen vesilenin de himmeti ve inayetiyle geçip tevhid ilmindeki kalp manasına ulaşır.

“Siz Mü’minin ferasetinden sakınınız, onlar Allah’ın Nuru ile bakarlar.” Hadis-i şerifine de mazhar olur. Böylece kalp gözü açılan bir mümin Allah’ın gizli hazinelerinin anahtarını el Fettah isminin hükmüyle ve yardımıyla bulur.

“Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murad ettim ve bu halkı halk eyledim ki bilineyim.” Hadis-i Kutsisinin murad-ı ilahisi ve sebep-i hikmetine vasıl olursun.

Kul yecme’u beynena Rabbüna sümme yeftehu beynena Bil Hakk* ve HUvel Fettahul’ ‘Aliym. (Sebe/26)

De ki Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O en adil hüküm veren ve her şeyi hakkıyla bilendir.

El Fettah olan O Allah ki sevdiği kullarının kalplerini Fettah ismi ile feth eder. İdrak gözlerini açıp hakikat sırrını vakıf eder, marifetullah nurlarıyla da nurlandırır.

Kesif olan bu şahadet aleminin ötesinde ki kapalı kapıları ve boyutları kalp gözünün açılmasıyla da hissedip manevi lezzata ulaştırır.

İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ,

Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare ve yütimme nı’meteHU ‘aleyke ve yehdiyeke sıraten müstekıyma.

Ve yensurekellâhu nasren ‘Aziyza,

HUvelleziy enzeles sekiynete fiy kulûbil mu’miniyne liyezdâdû iymânen me’a iymânihim* ve lillâhi cünûdüs Semâvâti vel’Ard* ve kânAllâhu ‘Aliymen Hakiyma. (Feth/1-2-3-4)

Biz sana gerçekten açık bir zafer verdik, Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayıp üzerindeki nimetini (Dinin yücelmesini) tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yolda sabit kılacaktır. Ve emsalsiz bir zafer ile Allah seni (Düşmanlarına) galip ve üstün getirecektir. O müminlerin kalbine manevi huzuru indirdi.

Vasıl olmaz kimse Hakka cümleden dur olmadan,

Kenz açılmaz şol gönülde ta ki pür nur olmadan.

 

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk

Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan

 

Hakk cemalin Kâbe’sini kıldı âşıklar tavaf

Yerde Kâbe, gökyüzünde Beyt-i mamûr olmadan

 

Mest olanların kelâmı kendiden gelmez veli

Ya niçin söyler Ene’l-Hak, kişi Mansûr olmadan?

 

Mest olup meydane geldim ta ezelden ta ebed

İçmişem aşkın şarabın âb-ı engûr olmadan  

 

“Mûtû kable en temûtû”* sırrına mazhar olan,

Haşr-ü neşri bunda gördü nefha-i sûr olmadan .

 

Âşıkın çok derdi amma sırrın izhâr eylemez

Söylemesi terk-i edeb çünki destûr olmadan

 

Bir acaîb derde düşmüş tutuşur Şemsî müdâm

Hakk’a makbûl olmak ister, halka menfûr olmadan

Şemseddin Sivasi

Liellâ ya’leme ehlülKitabi ella yakdirune ‘alâ şey’in min fadlillâhi ve ennelfadle Biyedillâhi yü’tiyhi men yeşa’* vAllâhu Zülfadlil ‘Azıym. (Hadid/29)

Ta ki (ahir zaman peygamberine iman getirmeyen) ehl-i kitap bilsinler ki Allah’ın fazlından hiçbir şeye güç yetiremezler. Muhakkak ki iyilik ve sevap Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah (müminlere iyilik ve sevap vermekte) çok büyük kerem sahibidir.

Ve men azlemü mimmen zükkire Bi âyâti Rabbihi sümme a’rada anhâ* inna minel mücrimiyne müntekımun. (Secde/22)

Rabbinin ayetleri ile nasihat edilip te sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim kim olabilir. Muhakkak ki müşriklerden biz intikam alırız.

İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ,

Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare ve yütimme nı’meteHU ‘aleyke ve yehdiyeke sıraten müstekıyma.

Ve yensurekellâhu nasren ‘Aziyza, (Feth/1-2-3)

(Ey resulüm, Mekke’nin ve diğer memleketlerin fethine sebep olacak Hudeybiye anlaşması ile) Biz sana gerçekten açık bir zafer verdik Öyle ki (buyüzden)Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlayıp üzerinde ki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yolda sabit kılacaktır. Ve emsalsiz bir zafer ile Allah seni (düşmanlarına galip ve üstün getirecektir.

Kaşani Hz. Feth/1-2-3. Ayetlerinin te’vilatında;

{{{ İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ (Feth/1)

Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in fetihleri üçtür.

… fece’ale min duni zâlike fethan kariyba. (Feth/27)

Kavliyle işaret olunmuş olan fethi karibtir, o da nefis makamından terakki ile babı kalbin fethidir; bu da mükaşefatı gaybiyye ve envarı yakiyniye iledir.

nasrun minAllâhi ve fethun kariyb. (Saff/13) Ve;

feenzelessekiynete aleyhim ve esâbehüm fethan kariyba. (Feth/18)  ayetleri ile işaret eylediği anlaşmalar veçhiyle müminlerin ek serisi bu fetih de Resul Allah’a ortak olurlar ve bu fethe (Ve beşşiril mü’minine) buyurduğu veçhile envan melekutiye ve tecelliyatı sıfatıyye ile beşaret ve;

Ve meğanime kesiyreten ye’huzûneha. (Fetf/19)

Kavliyle işaret buyurulan maarifi yakiyniyenin husulü ve hakayıkı kudsiyenin keşifleri lazım gelir.

İkincisi kalbin ruh’ makamına terakkisi ve ruh envarının zuhuru He olan fethi mübindir. Bu takdirde nefis, ‘kalb makamına terakki eyler ve kalbin fethinden evvel nefsin kendisine lazım’ Olan heyeti muzlimeden ibaret sıfatları envar-ı kalbiyye ile örtülerek bikülliye mürtefi olur ki;

Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike … (Feth/2) kavlinin manası budur.

Keza kalbin fethinden sonra envarı kalbiyye ile tenevvürü’ sebebiyle iktisab olunan heyeti nuriyeden ibaret bulunan ve telvinat ile nefsin o sıfatlarla zahir ve kendi halini örttüğü sıfatlan da örtülür ki ve mâ teahhare ( 2) kavIiyle işaret Olunan günahlar da bunlardır.

Fakat, fethi karib ile mütekaddim günahlar her ne kadar örtülürse de, müntefi olursa da, işbu müteahhir günahlar müntefi olmazlar. Zira kalb makamı, ancak makamı ruha terakkiden ve ruh envarının kalb üzerine istilasından sonra tamam ve tekmil olabilir. Bu takdir de makamı kalbde olan nefsin telvini (Boyası)silinir ve maddesi munkatı (boyun eğmesi) olur, fakat kalbin telvini (Boyası) zahir ‘olur. Bu fetih de müşahedatı ruhaniye ve müsameratı sedr ganimetleri hasıl olur.

Üçüncüsü:

İzâ câe nasrullahi velfeth… (Nasr/1)

Ayeti ile işaret olunan fetih, fethi mutlaktır. Bu da şuhudu zatiye ve nuru ehadiyetin zuhuru ile aynı cem’ de istiğrak ve fenayı mutlak ile babı vahdetin fethidir.

İmdi burada zikrolunan şu fetih, fethi mutavassıttır ki, bu fethe dört şeyi terettüp eyler. Birisi müteferrid, biri de makamı kalbin kemali ile müşahedatı cemaliye ve celaliye ve nimeti sıfatiyenin itmamı, biri de sıfatta süluk ve sıfat hicabı nuraniyesinin yırtılması ve rakik (Narin, nazik) hicablarının ve bulutlarının inkişafı ile eneiyetin (benliğin) fenasına, vusulüne kadar vahdeti zatiye tarikına hidayet, biri de fenadan sonra mevrusu te’yidi hakkani ve vücudu mevhub ile olan nusratı azizedir.}}

Ve lev fetahna aleyhim baben mines Semai fezallu fiyhi ya’rucun.

Lekalu innema sükkirat ebsaruna bel nahnu kavmün meşhurun. (Hicr/14-15)

“O müşriklere gökten bir kapı açsak ta oradan yukarı çıksalar, (gözleri ile göreceklerini görseler) şöyle diyeceklerdi.

Muhakkak ki gözlerimiz döndürüldü, daha doğrusu biz büyülenmiş bir topluluğuz.”

Ve ‘ındeHU mefatihul ğaybi lâ ya’lemuha illâ HU… (En’am/59)

Gaybın anahtarları hakkın indindedir,

Kaşanî hz. bu ayetin tefsirinde “Malum olmalıdır ki gayb birkaç mertebedir. Evvelkisi inayet-i ûla, tesmiye olunan (İsimlendirilen) İlmullah’tan; Allah ilminden ibaret olunan, gaybü’l guyub dur. (Gaybın gaybı)

Sonra: Alem-i ervah (Ruhlar alemi) gaybıdır ki o da ezelden ebede kadar bulunmuş, bulunacak kaffe-i mevcudat suretlerinin vech-i külli üzere “Ümmülkitab” tesmiye olunan ve alemin ruhundan ibaret bulunan. “alem’i- evvel’i- akli” de nakş olunmasıdır ki kazayı sabık denilen de budur.

Sonra, “Âlem-i Kulüb-i gaybi”dir. Bu da kaffe-i mevcudat suretlerinin, yine ayniyle “levh-i mahfuz” tesmiye olunan ve Alemin kalbinden ibaret bulunan “Nefsi külliye” Aleminde küllî ve cüz’i, tafsil-i ilmi ile mufassal olarak nakş olunmuştur.

Sonra! “Âlemi hayal-i gaybi” dir ki, o da. kaffe-i kainat suretlerinin ayniyle vaki olacağı üzere muayyen ve müşahhas ve vakitlerine mukarin olarak “ecram-ı felekiye”de muntabı bulunan “nüfüs-İ cüz’iye-yi felekiye”de nakş olunmuştur. İşte bu mertebe, gayb aleminin ve mertebelerinin, şahadet alemine ve “Kaza-i İlahiye”nin tafsili olan “Kader’i İlahiye” levhine en yakın bulunması dolayısıyla, şeriatta bu aleme “sema-i dünya” (dünya seması) tesmiye olunmuştur.

İnayet-i ula denilen ilmullah’ta, zatının ayni olan işbu alemlerin kaffesinde, zatının huzuru sebebiyle kaffesini ihatasından ibarettir ki, Hak Teala Hazretleri o avalimi (alemler) zaid bir suretle değil, kendilerinde olan suretlerin cemisiyle ve, ayınları ile bilir. O suretler, ilminin aynıdır. Göklerde ve yerde bir zerre miktarı ilminden hariç olamaz.

İmdi, ayet-i kerimede “mefatih” kelimesi mahzen demek olan mefteh kelimesinin cem’i olursa, mana: Zatının kâffesine huzuru dolayısıyla cemi gayblara müştemil olan hazineler, Hak’kın indindedir.

… lâ ya’lemuha illâ HU… (59) O gayb hazinelerini Allah’tan gayri kimse bilemez, ancak o bilir. Ve eğer (mefatih) kelimesi anahtar demek volan miftahın cem-i olursa, mana: Ya yine ayniyle bu manadır. Yani gayb hazinelerinin kapılan kilitlidir, anahtarları Hak’kın elindedir. Hak’kın gayri o hazinelerde gaiblere muttali olamaz. Yahut gaybların izharının ve halk muttali’ olmak üzere mekanından şehadet alemine, çıkarılmasının sebepIeri  Hak’kın kudret ve tasarrufu elindedir, O’nun indinde mahfuzdur. O hazinelerde bulunan gayble’re muttali’ olmak için Hak’kın gayrisi o esbabı çekip almaya kadir değildir. Bu anahtarlar da, Hak’kın “Esma-i İlahiyesi” dir. “Kitab-ı mübin”de, işbu cüz’iyatın, şahısları ve adetleri ile kendisinde teayyün eylediği (meydana geldiği) dolayısıyla, “Sema-yı dünya” dan ibarettir.(Kâşani/Tevilat-En’am/59)}}

Ya Rab, el Fettah ism-i şerifinle bizlerin kalplerini, basiretini, semiini rahmet-i rahimiyetinle aç. “Ya Fettâh: (Ey kullarına rahmet, hayır, ilim, rızk ve sır kapılarını açan Allah’ım) basiretimi açarak hayır kapılarının açılmasını ihsan eyle.” (A. Geylani). Amin

El Fettah ile münacaat şiir;

Değ Gönlüme El-Fettâh,   

Kalbim kırık,

Gözlerimde yaş var.

Kapına geldim boynu bükük,

Tut ellerimi Yâ Fettâh,

Tut ellerimi Yâ Fettâh…

Sığ kalmış cümlelerim var şu sıralar,

Ne dinleyenim, ne anlayanım var,

Birleşmiyor harflerim,

Cümlelerimde yok bir anlam…

Gönlüm dar, gönlüm karanlık,

Ellerim bomboş,

Eksikliğini hisseden bir yanım var…

Kimselerin bilmediği sızılarım sardı her yanımı.

Geldim işte…

Kapına geldim Yâ Fettâh,

Halimi arz etmeye,

Gönlümü sana dökmeye geldim.

El-Fettâh isminle al tüm tasalarımı,

Aç gönlümü, koşayım sana,

Ruhum sıkıştı, ferahlat o güzel adınla,

İşle merhametini her bir zerreme.

Anlayanım yok,

Dinleyenim yok,

Derdime derman olan yok,

Senden başka kimsem yok…

Şimdi tutsak kelimelerime yaslandım,

Yürüyorum senin yolunda.

Düşersem tutacaksın, biliyorum.

Gözlerime değen hüznü sileceksin, biliyorum.

Kalbime dokunacaksın ince ince, biliyorum.

Sana dönen kalbimi geri çevirme,

Dokun her bir zerreme…

Sen olmadan girdiğim tüm yollardan, geri durdum şimdilerde…

Senin yollarına atıyorum adımlarımı sessizce…

Şimdi yolculuğum sana, kendime, içime…

Birkaç iyi cümle biriktirdim sana,

Dilimin bağını çözmeye geliyorum,

Gönlüme çöreklenmiş kasvetimi,

Bir sen alırsın, biliyorum…

Her yargılamazsın da sen beni,

Küçük de görmezsin…

Hatamı yüzüme vurmazsın…

Ellerimi açar açmaz sana, gönlümü açarsın anında…

El-Fettâh’sın sen,

Gönlüme inşirah bahşedensin…

Şimdi senden başkasına değmiyor bakışlarım,

Başım önde…

Sızılarım içerimde…

Yarama da değmiyor kimse…

Ağrıyan sancılarımı gömdüm içime…

Bir sen iyi gelirsin bana,

Bir sen iyi gelirsin…

Merhameti en bol olansın sen,

Bir sen iyi edersin yaralarımı,

Bir sen iyi edersin…

Hüzne düçâr olmuş kalbimle,

Kapındayım şimdi,

Al beni içeri…

Aç gönlümü.

Yalnız bırakma beni.

Ferahlat içimi…

Üşüyorum Yâ Fettâh,

Sar sıcaklığınla beni,

Üşüyorum,

Sar sıcaklığınla beni.

(Mefkûre Malhun Keskin) (yazıyı derleyen anonim)

{{“Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn” 

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.}}

[Devam edecewk]

 


TAFSİR LESSONS AL-AN’AM (001-030) (44)

$
0
0

“Euzu Billahiminesheytanirracim” 

BismillahirRahmanirRahiym

Rabbishrah liy sadriy; Ve yessirliy emriy; Vahlul ukdeten min lisaniy; Yefkahu kavliy; (Taha 25-26-27-28)

“My Rabb, expand my consciousness (my chest). Ease my task for me. Untie the knot in my tongue. So that they understand my words.” (Taha 25-26-27-28)

begin my lesson with this Qur’ani pray, my dear Qur’an friends. Today we will make a visit to a brand new site in Qur’an country.This sites name is AN’AM. This name has the meaning of big farm animals, cattles specifically. It is the reference for some behaviours that had done by Meccan heathens, how they attribute sacrecy to some animals how they called them untouchables and how they were treating these animals which are given to mankind for their use and names as good. Verses 136 and beyond are about these behaviours and traditions and their criticisms and denial.

Even there are some different opinions on this one, this chapter came at the last years in Mecca era. Althought some might think that a few verses points Madina era, when we look at the chapter as a whole, it has the marks of the last times of Mecca era just before the Hajira.

This chapters main sub-stream is with obvious motive, human-Allah relations. Just like many other chapters in Qur’an. Human-Allah relations and how it reflects the unity. That’s why this chapter studies Tevhid and criticise behaviours against this mentality extensively. It shows the real door to lean to, if humanity has been searching a door to knock and seek sanctuary. There’s a part at the end of this chapter, this part gives us, the muslims the oath that matters. Say; o you human who seek to fix his relations with Allah, his relations with things, his relations with himself. Say; Kul; inne Salatiy All my salat, (by all meanings, all my requests, wishes, prayings and desires) ve Nusukiy and all my worshippings, ve mahyaye ve mematiy all my life and death Lillahi Rabbil alemiyn; (En’am/162) shall by gifts to Allah the Rabb of all worlds.

With this celestial oath, one of the great Qur’ans chapters gates closes. That’s why we can say that this oath gives us the real meaning, the main stream of this chapter. Now we can begin this chapter.

BismillahirRahmanirRahiym

1-) Elhamdu Lillahilleziy halekas Semavati vel Arda ve cealez zulumati venNur* summelleziyne keferu Bi Rabbihim ya’dilun;

Hamd (the evaluation of the corporeal worlds created with His Names, as He wills) belongs to Allah, who has created the heavens and the earth, and formed the darkness (ignorance) and Nur (knowledge)… Those who incessantly deny the reality, equate (their illusory external gods) to their Rabb (the dimension of Names within their essence, and hence they live in duality)! (A.Hulusi)

Praise be Allah, Who created the heavens and the earth, and made the Darkness and the Light. Yet those who reject Faith hold (others) as equal, with their Guardian-Lord. (A.Yusuf Ali)

Elhamdu Lillahilleziy halekas Semavati vel Arda ve cealez zulumati venNur Praise be Allah, Who created the heavens and the earth, and made the Darkness and the Light.

summelleziyne keferu Bi Rabbihim ya’dilun; Yet those who reject Faith hold (others) as equal, with their Guardian-Lord.

By entering the chapter, this verse carries the message of the entire chapter within, message to entire humanity and it says this. Allah, Who created the heavens and the earth, and made the Darkness and the Light. There’s not a single space unbound from Allah. You cannot think a single spot without Allah. Even darkness, emptiness is inconcievable without Allah, let alone light.

This is also an objection to all dualist beliefs resides in the place where Qur’an first touched, like the foundation of zoroasterism. These dualist beliefs separate the concept of god into two pieces. God of good and god of bad. According to zoroasterism Ehrimen (Ahriman) represents the creation of bad and Ahura Mazda is the creator of good. This belief finds some followers under different forms by different names in different places.

What meant to say here is this. There’s no perpetrator beside Allah. In this sense you cannot seperate like, creation into two pieces. So how can we explain darkness then? By looking at darknesses nature of course. Allah who made darkness and light, it means this. Existence and non-existence all come from Allah. Allah is the Rabb of all worlds which seem empty and non-existent to you but in reality they exist.

By your personal thoughts, you cannot evaluate something without Allah. This verse doesn’t draw an existence representing only darkness, superstition, blasphemy and non-beliefs. Because there’s no origin in darkness. Light has an origin, dark hasn’t.

How not? Darkness is defined by light. That’s why light has a source. If darkness had a source, it should be created by something different, a different creator. But there’s not. Only light has a source and darkness is the definition of the lack of light.

So blasphemy is the reflection of darkness into hearts. All things superstitious is the reflection of darkness against the light of truth. Evil is the dark form of creations against salvation and truth. It’s the lack of truth, lack of faith is the name of blasphemy. That’s why you cannot find blasphemy in places where faith sets its light. Just like when a light is set, darkness is broken. That’s why the origin of creation is single. By finding light we realize the darkness as well. By finding the good we understand evil, by finding Hakk we understand the boundries of superstition.

This verse also reflects the mood of Rasulallah’s era too. It draws the map of sould. Remember, it was the end of Mecca times. The time of Hejira was at hand. A turning point which was about to open a new age. A passing process from oppressed to the people in power. Prophet was about to reach the power but that’s why he was at the reach of its peak in pain. A prophet who was tried to be oppressed by his own community. This is the map of soul and a breath of fresh air for prophets spirit, these verses.

It also carries a reference to the future. Message to prophet is this. “They are labeled as non-existence. They are darkness. You are light. When you begin to light, they will disappear, you will see.”

Wasn’t that the exact scenario? When the time of Mecca’s conquest arrived, when Muhammad borned again at Mecca’s horizons, people who banished him from his homeland with tears, disappeared like they weren’t even existed in the first place in a few months. The name of shirq disappeared and never to be said again. It was darkness and once it was buried it never surfaced. This shows the power of light. If you give the light with such power, not only you cut through stones and rivers but through hearts and minds. It carries its light to following generations. It flows from land to land, widens and multiplies.

2-) HUvelleziy halekakum min tiynin summe kada ecela* ve ecelun musemmen indeHU summe entum temterun;

It is HU who has created you from water and clay, and decreed a span (specified time of bodily life)… The specified term of life is from Him… After all of this, you still have doubt. (A.Hulusi)

He it is Who created you from clay, and then decreed a stated term (for you). And there is with Him another determined term; yet ye doubt within yourselves! (A.Yusuf Ali)

HUvelleziy halekakum min tiynin summe kada ecela* He it is Who created you from clay, and then decreed a span ve ecelun musemmen indeHU The specified term of life is from Him.

The word “life span” here needs an explanation. When I do my lessons I use 42 different translations. But even with all of them, sometimes I haven’t been convinced and have to do my own. This verse, especially this part is one of these times. Almost the entire old translators took this death as the death of individuals. There are some different opinions of course, few but consistent. Opinions from Kitabi, after that Katade and Abu Muslim El-Isfahani.

I believe death and lifespan here isn’t about the death of a person at al. Because the verse isn’t about people. HUvelleziy halekakum min tiynin He it is Who created you from clay. “You” here isn’t about some ramdom people, it’s the entire humankind. All humans on earth. That’s why lifespan or death here is about the end of humanity on earth. I thing it’s better be interpretted like this for the word death. So lifespan of humankind, the time period when mankind rule the earth can only be known by Allah’s knowledge. summe entum temterun After all of this, you still have doubt.

So what’s the intented message here? O humanity, your existence on earth isn’t eternal. You are not eternal.  If humankind is boud to leave the earth at some point, your existence on earth will surely be limited. You are just one person in that line and your line isn’t eternal. So why do you brag? People on earth owe Allah for their existences. So how can you brag against Allah whom do you owe your own existence? This is the underlying message here.

3-) Ve HUvAllahu fiys Semavati ve fiyl Ard* ya’lemu sirrakum ve cehrekum ve ya’lemu ma teksibun;

Allah is HU, in the heavens and on earth… He knows what is in your essence and what you reveal! He knows what you are earning (with your deeds)! (A.Hulusi)

And He is Allah in the heavens and on earth. He knoweth what ye hide, and what ye reveal, and He knoweth the (recompense) which ye earn (by your deeds). (A.Yusuf Ali)

Ve HUvAllahu fiys Semavati ve fiyl Ard and the speech reached its supposed destination. And He is Allah in the heavens and on earth. Indeed. Allah owns all heavens and earth.

Although there are close forms in many verses, this is the most clear and open one among them. Allah is HU, in the heavens and on earth. So in order to get an answer by this form, surely there were hesitations before. A question might be asked or a problem might be surfaced. This form comes as a direct response to that. There were some people saying, “Allah is the ruler of heavens, we understand that but I doubt Allah is also the ruler of earth.” This is their response. Allah is the owner, the ruler of all heavens and earth. As in, Allah hadn’t only created your existence, not just that. Allah also carries the right to rule and educate those He created. That’s why Allah is Fa’al. Always active.

..kulle yevmin HUve fiy she’n; (Rahman/29) Allah is always on business. As in not like a retired god mentality of sophist philosophy. Always active. That’s why fa’alun lima yuriyd; (Hud/107) Always keeps going as He wishes. Do what He wants to. This is important. Almost all heathens believe a higher power. They mostly do believe in a god, believe in Allah. But what makes them different is their belief for a distant Allah.

When you cast Allah out of your lives, when you cast your creator out of your systems and begin to live your live without rules, you begin to seek a new higher power without noticing. That’s how shirq surfaces. Three stages, shirq develops in a man. Three steps.

1-First you become distant from your creator. This is the first step of shirq. It starts with a single area. You force the creators will out of that area. You say, “What does Allah have to do with this thing anyway?” It’s just in your thoughts though, not in reality. You think you cast Allah out.

2-And then comes the second step of shirq process. What is that? Appointing another being to that spot you cast Allah out. That’s how one thinks.

3-This step comes naturally after all these. Giving the position of godhoof to that being. From that moment on, that being becomes the god of that particular spot. Of course like the entire process, this is not real, only in ones comprehension.

This is the peak of humanities decieving themselves and Allah doesn’t forgive this crime. Because many people commit this homicide all by themselves. By doing this they have been betraying their own creators, betraying the nature of beings, betraying their own beings. This is the ultimate betrayal.

ya’lemu sirrakum ve cehrekum He knows what is in your essence and what you reveal! ve ya’lemu ma teksibun He knows what you are earning.

4-) Ve ma te’tiyhim min ayetin min ayati Rabbihim illa kanu anha mu’ridiyn;

No sign (revealed or apparent) from their Rabb comes to them, but they turn away from it! (A.Hulusi)

But never did a single one of the Signs of their Lord reach them, but they turned away therefrom. (A.Yusuf Ali)

Ve ma te’tiyhim min ayetin min ayati Rabbihim illa kanu anha mu’ridiyn But never did a single one of the Signs of their Rabb reach them, but they turned away therefrom.

Actually this is a verse that gives away the timeless nature of blasphemy. This verse implies that blasphemy isn’t something new, denial is like a tradition for many and among the people who are addressed with this verse, those who deny its message aren’t doing something original. As in you are not the first to deny this. Blasphemy has a tradition so nothing you do is original. And since there’s an ongoing tradition for blasphemy there was and will be some people to lead it and these are my words for them says Qur’an.

Ve ma te’tiyhim min ayetin min ayati Rabbihim illa kanu anha mu’ridiyn But never did a single one of the Signs of their Rabb reach them, but they turned away therefrom.

5-) Fekad kezzebu Bil hakki lemma caehum* fesevfe ye’tiyhim enbau ma kanu Bihi yestehziun;

And now they deny what has come to them in Truth! But the news of what they ridicule is going to reach them soon. (A.Hulusi)

And now they reject the truth when it reaches them: but soon shall come to them the news of what they used to mock at. (A.Yusuf Ali)

Fekad kezzebu Bil hakki lemma caehum* And now they deny what has come to them in Truth! fesevfe ye’tiyhim enbau ma kanu Bihi yestehziun but soon shall come to them the news of what they used to mock at. One of the constant signs of blasphemy is ridicule.

There are four signs of blasphemy;

1-Silence against truth. Ignoring the truth.

2-Mocking the truth. Undervaluing, underestimating the truth. Mocking it.

3-Attacking the truth, harassing it, attacking defenders of the truth.

4-Targeting the being of truth. Targeting the origin of truth and trying to destroy it. Indestructable, impossible to break and yet they always try to destroy it. Those who try to destroy the truth only destroy themselves. History has many examples about it.

So here, we see a sign of denial, one of the four classic signs, mocking. Why do people mock against the truth? Mocking as a coping mechanism comes from not taking seriously of ones self.It means they really cannot take themselves seriously to begin with. So what do they gain from this ridicule? Nothing really. And the consequence?These people only make themselves a matter of ridicule. This is one of the worst things a person can do to himself. Because Allah doesn’t take seriously of those people who don’t take themselves seriously.

This sign which is one of the most used signs of blasphemy throughout the history; by the time these verses arrived, heathens of Mecca, the commerce related society of Mecca was using it. That’s it was said to Rasulallah, the first base of revelations arrival, this. Don’t take this abnormal. This is indeed a followup to a long tradition. That’s why they keep mocking and soon their mockery will find them. This part is about to come now, let’s move on for now.

6-) Elem yerav kem ehlekna min kablihim min karnin mekkennahum fiyl Ardi ma lem numekkin lekum ve erselnesSemae aleyhim midrara* ve cealnel enhare tecriy min tahtihim feehleknahum Bi zunubihim ve enshe’na min ba’dihim karnen ahariyn;

Did they not see how many generations We have destroyed before them… (Moreover) unlike you, We had established them upon the abundant regions of the earth, and sent the blessings of the heavens upon them and made the rivers flow beneath them… (Nevertheless) We destroyed them because of their faults! And after them, We brought forth another generation. (A.Hulusi)

See they not how many of those before them We did destroy?- generations We had established on the earth, in strength such as We have not given to you – for whom We poured out rain from the skies in abundance, and gave (fertile) streams flowing beneath their (feet): yet for their sins We destroyed them, and raised in their wake fresh generations (to succeed them). (A.Yusuf Ali)

Elem yerav kem ehlekna min kablihim min karnin Did they not see how many generations We have destroyed before them.

Dear Qur’an friends, Qur’an was making these warnings to Meccan community of that time but these warnings weren’t something new to them. Since many people on that region was in commerce, they were traveling on trading routes constantly and on those routes one had a pass over spots where Samut community, Ad community and Lut community had resided and faced Allah’s wrath. Meccan community had trade routes in Yemen, Syria, Palastine and throught there Egypt. These 3 routes had 3 painful examples for that. That’s why Qur’an says “Didn’t they see? They saw their fates with their own eyes, they saw the ruins of those socities.

 Actually this doesn’t have to be taken as a supernatural calamity. Almost every ruins of old civilizations carry some sort of lessons for future generations. Look at Istanbul’s Walls. Could those people who built those walls believe that one day calls of prayings will be heard from those stones, that mosques will be neighbours to those walls. They weren’t counting on that.

Allah reminds them this. If you reach to a level of social corruption and try to wage war against Allah, it will be enough to look at those ruins. You can see that all those civilizations who think their reins will be eternal and now wind is blowing one their lands. They were empires, what are you? Many empires came and pass before you. Many civilizations were built on earth. Some of theirs names were forgotten. Almost all of them are lost to winds. Only a few of them had a few remains in museums. So take a lesson from that. It should be enough.

mekkennahum fiyl Ardi ma lem numekkin lekum unlike you, We had established them upon the abundant regions of the earth, ve erselnesSemae aleyhim midrara* and sent the blessings of the heavens upon them ve cealnel enhare tecriy min tahtihim and made the rivers flow beneath them. feehleknahum Bi zunubihim ve enshe’na min ba’dihim karnen ahariyn (Nevertheless) We destroyed them because of their faults! And after them, We brought forth another generation.

The word “karn” in this verse has several meanings. It both has the meanings of time and generations lived on that time. Widest meaning is civilizations. Societies. Many civilizations came and passed. So why would one bow down to other socities in these times? Countries rise and fall faster that ever. In mere 250-300 years almost the entire worlds map changed. So why this attitude of surrender. You may see that one day there might be nothing but winds on those lands. So why won’t you adjust yourselves to the eternal and try to hold yourselves back with temporary? Eternal is Islam’s principals that are constant values of humanity. Temporary is other civilizations fake values.

No man can look at himself from a wide perspective like this. Only Allah reminds people with something like this. Because we are taught that small things hold no reasons to be happy or sad, when we decide something in our lives we should keep in mind all those people lived before us on earth and how will there be people after us.

This wonderful perspective, Qur’ans point of view is something to be admired really. Which text can provide such a great perspective to humanity other that Qur’an?

7-) Ve lev nezzelna aleyke Kitaben fiy kirtasin felemesuhu Bi eydiyhim lekalelleziyne keferu in haza illa sihrun mubiyn;

If We had sent down a (written) scripture to you, and they had touched it with their hands, the deniers of the knowledge of the reality would surely have said, “This is none other than obvious magic.” (A.Hulusi)

If We had sent unto thee a written (message) on parchment, so that they could touch it with their hands, the Unbelievers would have been sure to say: “This is nothing but obvious magic!” (A.Yusuf Ali)

Ve lev nezzelna aleyke Kitaben fiy kirtasin felemesuhu Bi eydiyhim If We had sent down a written scripture to you, and they had touched it with their hands… so there was a request like this back then. A written text. Though Qur’an never arrived in text form, remember it was a verbal message. A verbal message that were carved in Rasulalallah’s heart. Text came after that. But if Qur’an had arrived in text form, as in some pen and paper or such form and they had touched it  lekalelleziyne keferu in haza illa sihrun mubiyn Unbelievers would have been sure to say: “This is nothing but obvious magic!”

You see right, the nature of blasphemy never changes no matter which era it surfaces. Denial is the most harsh, mosr irrational and most scary form of prejudice. That’s why the prejudice of an unbeliever is like a Wall made of the hardest metal on earth. This is the reason why it’s never the same thing an unbeliever can get from Allah’s message with a believers gain.

It’s your right to ask a question like this. If denial is a prejudice, isn’t faith a prejudice also? I answer you promptly. Faith is a prologue an introduction, prejudice isn’t. The faith Qur’an wants doesn’t come without knowledge. Blasphemy depends on ignorance, faith to knowledge. Ingenuinity without faith is impossible. Ingenuinity also means doesn’t believing something without knowing. You only believe what you know. That’s why if the logic of understanding the revelations is set on faith, it finds a firm ground to rise. You cannot understand revelations with the logic of denial, if you know what I mean.

😎 Ve kalu lev la unzile aleyhi melek* ve lev enzelna meleken lekudiyel emru summe la yunzarun;

They said, “An angel (that we can see) should have been sent down”… But if We had revealed an angel as such, the matter would have ended; no further time would have been given to them. (A.Hulusi)

They say: “Why is not an angel sent down to him?” If we did send down an angel, the matter would be settled at once, and no respite would be granted them. (A.Yusuf Ali)

Ve kalu lev la unzile aleyhi melek They say: “Why is not an angel sent down to him?” Demands didn’t finish. First they asked a written text that they can touch. Allah responded to that. Nothing will change. This message is for believers, not people who maket his demand. O believers do you understand the nature of blasphemy now? They ask absurd things, unnatural things, but in reality these things won’t be a way out to faith for them. They won’t be able to accept it.

Why is that? How can a person become convinced without knowledge if he keep rejecting the things without it? Revelations offer a knowledge about themselves. The purpose of revelations is humans happiness. This celestial message isn’t about introducing Allah, it’s about introducing the human nature to people. Surely there are plenty of verses about Allah. But not the entire message is about Allah either. The message as a whole is about humans. That’s why some cannot find it suffice for themselves and ask for something extraordinary when the message explains them about themselves. So, it comes to this. “You don’t act with your mind and will. Because you seek supernatural things for your senses instead of the message that addresses your minds.” What will happen if you continue on doing that? Let’s see.

ve lev enzelna meleken lekudiyel emru summe la yunzarun If we did send down an angel, the matter would be settled at once, and no respite would be granted them. Remember this is a warning that we saw in previous chapters. It’s also a warning we will see in chapters like Ra’s, Jonah and Joseph.

What’s been said here? If an angel arrived, they still wouldn’t believed. All for the reasons we learned. But if an angel arrived, its for the executation of Allah’s order for penalty as per the celestial law. Because when a miracle is given, the consequence of leaving that miracles path as a penalty is also given. Punishment is the bill of miracle. Yes, the moment they stop believing, the bill comes due. Check out the penalty of Lut Clan, Salih Clan, Ad and Semud Clans. Then you understand. That’s why prophets usually be warned for their communities asking for miracles.

For the same reasons Rasulallah also knew, he insistingly stand against his communities asking for miracles. Because he didn’t want the same thing happen for his community. Rasulallah was against this from the beginning because he knows well that the path will end with wrath and destruction. He always hoped that a few people in this generations find faith and this should go by this path. Qur’an also makes the same warning frequently.

9-) Ve lev cealnahu meleken lecealnahu raculen ve lelebesna aleyhim ma yelbisun;

If We had made Him (the Rasul of Allah saw) an angel (for you to see) We would still have made him in the form of a man to make them fall into the same doubt-dilemma that they are in now (whereupon they would have said, “he is just a man like us”). (A.Hulusi)

If We had made it an angel, We should have sent him as a man, and We should certainly have caused them confusion in a matter which they have already covered with confusion. (A.Yusuf Ali)

Ve lev cealnahu meleken lecealnahu raculen If We had made it an angel, We should have sent him as a man. Maybe the intention is about the prophet. As in to the questions of people like “Why don’t an angel prophet arrive instead of a human prophet?” This looks like an answer to this question. Qur’an says; “If We had made it an angel, We should have sent him as a man.”The name Raculen in literal form has two meanings, Used for men, it has the meaning of a great man; used for women it has the meaning of strong and reliable woman. This word isn’t used without making gender specification but it make its mark on the concept of power. This is not only a deliberately used expression to make mark of gender specification, but also a word sting to heathens twisted faiths.

They see angels as daughters of Allah. This is a reference. But the message can be something like, “If we Had sent an angel to you, it wouldn’t be in a womans form as you expected.”

ve lelebesna aleyhim ma yelbisun; and We should certainly have caused them confusion in a matter which they have already covered with confusion. This is the main punch. How? Qur’an brings a reasonable objection. As always Qur’an addresses to human minds. Allah respects humans mind, humans will. But here a reasonable confusion is pointed out, a conflict also created by humans mind.

If angels arrived on earth, they would also be in human form. Because you cannot be able to see them in their true form. They are the creatures of a different dimension, one that cannot be seen by human eyes, percieved by human perception. If they arrive, they would come in human form, they should since that’s the only way humans can see them. But this time it wouldn’t be true for your twisted goals, because you would have a ground to object again. You will call them humans, not angels. Just like you didn’t believe the prophet, you wouldn’t believed the angels that sent to you. Because you don’t look the content of things. You couldn’t realize that Muhammad which is one of you and was chosen as a prophet be Allah because of his virtue. You think you are able to notice an angel with this perception of yours?

10-) Ve lekadistuhzie Bi Rusulin min kablike fehaka billeziyne sehiru minhum ma kanu Bihi yestehziun;

Indeed, many of Our Rasuls were also mocked before you! But those who mocked were enveloped by their own mockery! (A.Hulusi)

Mocked were (many) messengers before thee; but their scoffers were hemmed in by the thing that they mocked. (A.Yusuf Ali)

Ve lekadistuhzie Bi Rusulin min kablike Indeed, many of Our Rasuls were also mocked before you!  It was mentioned 3 verses ago this mockery situation of previous prophets. fehaka billeziyne sehiru minhum ma kanu Bihi yestehziun But those who mocked were enveloped by their own mockery! fehaka billeziyne sehiru minhum being enveloped by their own mockery!

This is the spot I was making references to, dear friends. Here the picture of a scene is drawn. The situation at hand is explained for the time of the verses arrival and a herald is given for the future. As in those who mocked will be enveloped by their own mockery!

Here we see Mecca. The conquest of Mecca. Here we see Badr, Hudeybiye. We even see today. And the readers of Qur’an today, the believers of these modern times shall see the future by reading these verses. Future. Are they mocking you? Rest assured, those who mocked will be enveloped by their own mockery!

The truth shall take its value from the followers of that truth. But even no one accepts a truth, that truth is still valuable. Because this valus comes from El Hakk. Even no person believes in Allah on earth, Allah is Aziyz. And that truth shall find you eventually. But if you believe and follow the truth not only you make more sense in your existence but also make amends with your relations with Allah, and this returns to you in the form of happiness. This is the mission of revelations.

11-) Kul siyru fiyl Ardi summenzuru keyfe kane akibetul mukezzibiyn;

Say, “Travel through the earth and see the end of the deniers (of the reality).” (A.Hulusi)

Say: “Travel through the earth and see what was the end of those who rejected Truth.” (A.Yusuf Ali)

Kul siyru fiyl Ardi Say, “Travel through the earth summenzuru keyfe kane akibetul mukezzibiyn; and see what was the end of those who rejected Truth. Like we said before, one can easily take the lesson of truth by looking at the ruins of old civilizations.

12-) Kul li men ma fiys Semavati vel Ard* kul Lillah* ketebe ala nefsiHIr rahmete, le yecmeannekum ila yevmil kiyameti la raybe fiyh* elleziyne hasiru enfusehum fehum la yu’minun;

Say, “To whom belongs the things in the heavens and the earth (forms which have come from a state of nothingness into ‘relative’ existence in order to manifest the meanings of the Names)?” Say, “To Allah!” He has decreed His Grace (the creation of the worlds based on His Rahman quality) upon His Self. He will surely gather you in the period of Doomsday, about which there is no doubt! Those who have put themselves in loss will not believe! (A.Hulusi)

Say: “To whom belongeth all that is in the heavens and on earth?” Say: “To Allah.” He hath inscribed for Himself (the rule of) Mercy. That He will gather you together for the Day of Judgment, there is no doubt whatever. It is they who have lost their own souls, that will not believe. (A.Yusuf Ali)

Kul li men ma fiys Semavati vel Ard Say, “To whom belongs the things in the heavens and the earth? Here we are informed again about the owner of the existence. Ask them.

In Qur’an this question comes frequently. Why the need of attention to the owner of all things in heaven and on earth? It’s for this. O human the category of existence which you are also in it belongs to Allah. So why do you rebel so much, why do you betray so much? Why do you break the universal chorus, why the cracked sound. Join this chorus and adapt. Establish your cosmic flow otherwise you become a chaos in this cosmos. As a center of chaos, you are the only one that lose. Don’t be a cosmic anarchist.

Allah has a definition of terror and anarchy. Those who break the cosmic harmony are defined as cosmic anarchist in Allah’s list. That’s the reason of this reminder. The truth of the owner of all things in heaven and on earth and anything in between.

kul Lillah* ketebe ala nefsiHIr rahmete Say: “To Allah.” He has inscribed for Himself, the rule of Mercy.

After a question like that, the arrival of this sentence has a deeper meaning, dear Qur’an friends. To Allah who take mercy as principal.

This form comes here and 54th verse. Very interesting. Also a similar form comes in Araf 156. ..ve rahmetiY vesiat kulle shey’.. As in, My blessing surpasses all, surrounds all.

So why? Why does Allah make a definition for Himself like this. For all the names and adjectives that which Allah choose to describe himself, the attributes of mercy and blessing are dominant, not the wrath feature. That’s why the Allah’s blessing surrounds all things in existence. Because of this mercy, things exist. So by that mentality if we read the first sentence of this verse and make a connection to the next, we might understand the reason of why the existence concept is mentioned here.

[Vektub lena fiy hazihid dunya haseneten ve fiyl ahireti inna hudna ileyKE, kale azabiy usiybu Bihi men esha’* ve rahmetiY vesiat kulle shey’*  (‘Araf/156)

“And decree good things for us both in this world and the eternal life to come… Indeed, we have turned to You”… He said, “I afflict whom I will with My wrath… My grace encompasses all things! I will decree it for those who protect themselves, who give alms, and who believe in the reality, in Our signs.” (A.Hulusi)]

 The answer for the question of, “Do you know why I had created earth, heavens and humans?” is this. “For my mercy. I gave my blessing to existence. I had created all these to show my mercy and compassion. You are the product of my mercy.” This is important. That’s why the word Mercy has all the meanings of, compassion, closeness, pity, protection, claiming and respect. Because we are talking about Rabb. Allah pities humans, loves them, shows compassion to them, educates them.

 This is important. Making it exist is the first form of blessings manifestation. Choosing one among the existence and give it life, this is the second manifestation. Giving mind to one among the living, this is the third. And giving willpower to one among the people who have mind, this is the fourth and giving the power of faith to one among the people who possess willpower, this is the fifth manifestation of blessing. So after all these blessings, if one still pull himself back from gratitude, doesn’t that attracts the wrath of Allah. But Allah still doesn’t do that. Why? Because Allah’s blessing surpasses His wrath. Allah forgives thousands of times because of that mercy.

le yecmeannekum ila yevmil kiyameti la raybe fiyh* He will gather you together for the Day of Judgment, there is no doubt whatever. elleziyne hasiru enfusehum fehum la yu’minun; It is they who have lost their own souls, that will not believe.

I choose to translate the part elleziyne hasiru enfusehum as those who lost themselves, the literal form. This expression finds its place in many languages. Those who lost themselves cannot find faith.

This is the problem. The possibility of losing yourselves before denying the faith. One shall find himself before he understand the faith. A believer is the one who find himself, who meet himself as a whole.

Can a man meet himself before finding himself? Or can a man be at peace with himself without knowing who he really is?

See how psychological problems surfaces one after another. In fact faith has the power to solve all these problems because you will find yourselves, you will meet yourselves and by that you will meet your Rabb. This is a process. All these things point to one exact truth. Faith is the journey of finding a persons own self. That’s why I always tell, faith is not an addition, it’s an operation.

13-) Ve leHU ma sekene fiyl leyli vennehar* ve HUves Semiy’ul ‘Aliym;

Whatever is in the night and the day is for Him! HU is the Sami, the Aleem. (A.Hulusi)

To him belongeth all that dwelleth (or lurketh) in the night and the day. For He is the One who heareth and knoweth all things.” (A.Yusuf Ali)

Ve leHU ma sekene fiyl leyli vennehar* Whatever is in the night and the day is for Him! ve HUves Semiy’ul ‘Aliym; For He is the One who hears and knows all things.

14-) Kul egayrAllahi ettehizu veliyyen Fatiris Semavati vel Ardi ve HUve yut’imu ve la yut’am* kul inniy umirtu en ekune evvele men esleme ve la tekunenne minel mushrikiyn;

Say, “Shall I befriend (by imagining one) other than Allah, the creator (and programmer of all things according to their specific functions) of the heavens and the earth, who provides to maintain and subsist their existence, but who is Himself not in need of anything?”… Say, “I have been commanded to be the first of those who submit to Allah” and do not ever be of the dualists! (A.Hulusi)

Say: “Shall I take for my protector any other than Allah, the Maker of the heavens and the earth? And He it is that feedeth but is not fed.” Say: “Nay! but I am commanded to be the first of those who bow to Allah (in Islam), and be not thou of the company of those who join gods with Allah.” (A.Yusuf Ali)

Kul Say, egayrAllahi ettehizu veliyyen Fatiris Semavati vel Ardi “Shall I take for my protector any other than Allah, the Maker of the heavens and the earth?

Ask this question to yourself. Or to the person who offers you another friend than Allah, “Can that being give what Allah promise me? Can you give me what was promised to me by Allah? Can I earn the things that I am promised for Allahs companionship, from your so called friends.” Ask them and ask yourself. This question is important because you draw your line of life based on this questions answer.

ve HUve yut’imu ve la yut’am And He it is that feeds but is not fed.

So what is the meaning of this, dear friends? All those fake idols, they need those who worships them. They take their power, stature, dignity from those people who worship those idols. It’s this. Only Allah doesn’t need the pride and honor of his worshippers. Quite the opposite, Allah is the one who give honor to people who follow Him.

Fake idols… Look at them and look at their worshippers. They need constant attention, they need to be fed. They need bathing, cleaning, you have to share your income with them. These idols don’t need to be physical too, some idols are spiritual or even non-existent at all, like modern ones. All things that bind you and drain you for your own desires are idols and their need of attention is constant and never ends.

But Allah… Allah doesn’t need anything, doesn’t need you. That’s why giving something godhood other than Allah kills the capacity of human. That’s why. By giving another being a stature of deity, can and surely will destroy that persons entire spiritual investments. This is the ultimate insult of a man to do himself. The real bankruptcy of a person.

kul inniy umirtu en ekune evvele men esleme ve la tekunenne minel mushrikiyn Say, “I have been commanded to be the first of those who submit to Allah” and do not ever be of the dualists!

15-) Kul inniy ehafu in ‘asaytu Rabbiy azabe yevmin aziym;

 Say, “Indeed, if I disobey my Rabb, I fear the suffering of the mighty Day (period)!” (A.Hulusi)

Say: “I would, if I disobeyed my Lord, indeed have fear of the Chastisement of a Mighty Day. (A.Yusuf Ali)

Kul inniy ehafu in ‘asaytu Rabbiy azabe yevmin aziym; Say, “Indeed, if I disobey my Rabb, I fear the suffering of the mighty Day.

16-) Men yusraf anhu yevmeizin fekad rahimehu, ve zalikel fevzul mubiyn;

He from whom (suffering) is averted in that time, has definitely been blessed with Allah’s grace! That is the clear liberation! (A.Hulusi)

“On that day, if the penalty is averted from any, it is due to Allah’s Mercy; And that would be a Mighty Triumph. (A.Yusuf Ali)

Men yusraf anhu yevmeizin fekad rahimehu On that day, if the penalty is averted from any, it is due to Allah’s Mercy.

So what is this, dear Qur’an friends. What is the meaning of this? Paradise is not the reward of your actions. It’s only and only a reward from Allah’s mercy. Don’t think you may enter paradise solely for your actions. No one can earn paradise. But by your actions you prove yourselves to Allah that you lived your life based on Allah’s desires, Allah’s choices and Allah’s orders. Remember, some people work for his entire life and still unable to buy a nice home near waterfront. How can a person think that he can easily earn paradise? How can a person think he deserve that prize that is beyond words with his sometimes right sometimes wrong choices filled life. No paradise is a reward from Allah’s mercy as per the verse explains.

..sevaben min indillah.. (Alu Imran/195) A reward from Allah’s domain. ..vAllahu indeHU husnus sevab. The most beautiful of gifts come from Allah.

So the message here is this eternal truth. Hell is the response of Allah’s justice. Heaven is the response of Allah’s mercy. And heaven is both a response and a prize. A prize given by Allah to people who stand firm on his ground, who keep following Allah’s path. A reward from Allah and Allah rewards with His terms. Not like a person, that’s why heaven is a prize beyond words.

ve zalikel fevzul mubiyn; That is the clear salvation. So the main goal isn’t the heaven. Paradise is the proof of a superior goal. A person who reach paradise is the one who realize that he is indeed saved. Salvation is the main goal here, happiness. That’s why the expression el fevz here means eternal happiness, salvation, joy, liberation and many similar positive concepts. And eternal salvation is the follow-up of this proof.

17-) Ve in yemseskallahu Bidurrin fela kashife lehu illa HU* ve in yemseske Bihayrin feHUve ala kulli shey’in Kadiyr;

If Allah subjects you to adversity, there is no one to remove it other than HU (in your essence)… And if Allah subjects you to good, the endower of good is also HU, the One who is Qadir over all things. (A.Hulusi)

“If Allah touch thee with affliction, none can remove it but He; if He touch thee with happiness, He hath power over all things. (A.Yusuf Ali)

Ve in yemseskallahu Bidurrin fela kashife lehu illa HU If Allah touch you with affliction, none can remove it but He. If Allah subjects you to adversity, not “harm you”. Allah doesn’t harm. Allah only pulls back protection, harm comes naturally after that. If a person loses Allah’s support, extra harm becomes irrelevant. Because we owe our existence, our stance, honor, purpose, meaning all to Allah. If one loses Allah, that person loses all of these.

This is also carries a warning to Rasulallah, first person addressed with this verse. Remember the last year in Mecca. Rasulallah had reached his end of sea. He was saying, “I’m done o Rabb, I’m finished.” As per the verse explained, all believers either escaped to Madina or Ethiopia. Every dependable soul is gone and the circle keeps smaller everyday, many scenarios, many rehearsals were on play to end Rasulallah’s life. This is the verse that came to Rasulallah back then. A nice picture of the situation, isn’t it. An answer to Rasulallah and his state of mind of that time. Allah says, “Don’t be afraid. Who can harm you?” and the verse continues.

ve in yemseske Bihayrin feHUve ala kulli shey’in Kadiyr if Allah touches you with happiness, He has power over all things.

18-) Ve HUvel Kahiru fevka ibadiHI, ve “HU”vel Hakiymul Habiyr;

It is HU who is the subjugator over his servants (HU discloses Himself from within the depths of His manifestations to rule over His existence)! HU is the Hakim, the Habir. (A.Hulusi)

“He is the Irresistibly Supreme over His servants; and He is the Wise, acquainted with all things.” (A.Yusuf Ali)

Ve HUvel Kahiru fevka ibadiHI, Allah is the Irresistibly Supreme over His servants ve “HU”vel Hakiymul Habiyr and He is the Wise, acquainted with all things.

Don’t forget this friends, this is the sharpest summart of unity belief. You can see how the tevhid belief comes to life with these words. This is the answer to the question of “O Allah, who are you?” Allah replies, “I am the Absolute Supreme.” Can you notice something? Allah created humanity but He doesn’t ignore their freedom. Allah has respect peoples, His creations freedom. Even the chance of blasphemy is given to mankind. With the condition of living with the consequences of course.

This also carries a lesson for us. A lesson that shows us Allah’s ethichs. A lesson for us, belivers to find our ethics in Allah’s ethics and respect humans free will, humanity freedom. A lesson we should all understand.

19-) Kul eyyu shey’in ekberu shehadeten, kulillahu Shehiydun beyniy ve beynekum ve uhiye ileyye hazel Kur’anu liunzirakum Bihi ve men belag* einnekum le teshhedune enne me’Allahi aliheten uhra* kul la eshhed* kul innema HUve İlahun Vahid’un ve inneniy beriyun mimma tushrikun;

Say, “What thing is greater in evidence?”… Say, “Allah is witness between me and you… This Quran was revealed to me so that I may warn you and whomever it reaches… Do you really testify that there are other gods besides Allah?”… Say, “I will not testify (to this)”… Say, “Uluhiyyah is ONE and indeed, I am free of your associations.” (A.Hulusi)

Say: “What thing is most weighty in evidence?” Say: “Allah is witness between me and you; This Quran hath been revealed to me by inspiration, that I may warn you and all whom it reaches. Can ye possibly bear witness that besides Allah there are other gods?” Say: “Nay! I cannot bear witness!” Say: “But in truth He is the One God, and I truly am innocent of (your blasphemy of) joining others with Him.” (A.Yusuf Ali)

Kul eyyu shey’in ekberu shehadeten Say, “What thing is greater in evidence?”.

Actually, the phrase “Kul” and its derivitives “Kale”, “Ye Kulu” don’t always have the meanings of “Say” or “Declare”. Imagine, visualize, think about this, catch the meaning. All these meanings can come from the same phrase. That’s why kul is firstly a mental state, a perspective.

Take this for example. Kul eyyu shey’in ekberu shehadeten “What thing is greater in evidence, who is the greatest witness of all?” Think about it and answer this yourself.

kulillahu Shehiydun beyniy ve beynekum Say: “Allah is witness between me and you ve uhiye ileyye hazel Kur’anu liunzirakum Bihi ve men belag This Quran hath been revealed to me by inspiration, that I may warn you and all whom it reaches.

Did you notice something, dear Qur’an friends? This is the only clear as daylight sentence on this subject in Qur’an. This verse is the answer to the question of many people asked on earth. People who didn’t recieve Qur’an when living; will they be hold responsible from Qur’an.? And here’s the answer. Many people might miss this perspective. This verse hold the final answer to that. No, they won’t be hold responsible from Qur’an.

ve men belaga that I may warn you and all whom it reaches. This part holds the key. They will be hold responsible from something. From the grace that Allah gave them, their nature, mind, will. They will be responsible from they they have given. What they have recieved.

So if this message couldn’t reach them, who will be responsible from that? People who were supposed to deliver the message but don’t. They are the targeted group on this. It’s only natural from what we have read.

ve uhiye ileyye hazel Kur’anu liunzirakum Bihi ve men belag so, Belega is very important here. Enam /19. This Quran hath been revealed to me by inspiration, that I may warn you and all whom it reaches. You and people like you. So people who put their faith on Qur’an, remember. You have the responsibility of carrying the words of Allah too. Don’t try to pin your responsibilities to people who don’t get the Qur’ans message just because you avoid to deliver it to them. This is a cheap attitude. You think people should be responsible even when others deliberately put them in dark, but those who put that darkness should be free from the responsibility? No.

einnekum le teshhedune enne me’Allahi aliheten uhra Do you really testify that there are other gods besides Allah? A great logic pattern. First the question comes. Who is the greatest witness? Then gives his own witness by saying? My witness is Allah. Now the counter. So if you are honest in your claims, if you really believe it, whatever you believe in, then bring forth yout witness. I bring the power I believe in, show me your witness and his power. Can you do it?

It’s like they fall in to their traps. They are ambushed by their own logic. A great pattern, like I said.

einnekum le teshhedune enne me’Allahi aliheten uhra Do you really testify that there are other gods besides Allah? kul la eshhedu and say this. “I don’t. I don’t testify for something like this.”

..ya’rifunehu kema ya’rifune ebnaehum.. (Baqarah/146)  They recognize the truth like they recognize their own children.

I translated this part as truth. The Hu word represents the concept of “what”. This creates a problem for simple translation. Almost all old translators gives the word “Hu” the meaning of Prophet Muhammad. It’s like, “They recognize Rasulallah like they recognize their own children.” Even some over the top translations bring meanings like, “They don’t even recognize their own children so that they can know Rasulallah.” But I think that’s a bit far away from the intended meaning. Also I don’t thing this is about Rasulallah at all, this verses content. Because neither the previous or the next verse is about Rasulallah, it’s about celestial. It’s about Allah’s might. So if we take the meaning in the concept of what, it leads us to the truth.

The same thing happened in Baqarah/146 which I gave earlier. The same word is used there and some translators indicated that it represents Rasulallah but in reality the verse was about the truth on the direction of Kibla. So, the best case of proof is the content of the verse as always. What do we talk about? What is the message of the verse. If it was about Rasulallah then fine, but it’s not. It’s about the celestial truths. Moving on.

kul innema HUve Ilahun Vahid’un ve inneniy beriyun mimma tusrikun; Say: “But in truth He is the One Creator, and I truly am innocent of your blasphemy of joining others with Him.”

20-) Elleziyne ateynahumul Kitabe ya’rifunehu kema ya’rifune ebnaehum* elleziyne hasiru enfusehum fehum la yu’minun;

Those to whom We have given the knowledge of the reality know him (Muhammad saw) just like they know their own sons… Those who have lost their selves, they are not of the believers. (A.Hulusi)

Those to whom We have given the Book know this as they know their own sons. Those who have lost their own souls refuse therefore to believe. (A.Yusuf Ali)

Elleziyne ateynahumul Kitabe ya’rifunehu kema ya’rifune ebnaehum Those to whom We have given the Book know this as they know their own sons.

elleziyne hasiru enfusehum fehum la yu’minun; Those who have lost their own souls refuse therefore to believe. We had studied this elleziyne hasiru enfusehum topic. People who lost themselved refuse to believe. Because faith is all about possessing a will. How can a person believe if he hasn’t understand or find himself to begin with. According to them, you don’t exist. You are representing nothingness. Believing is existing. Believing is giving meaning to existence. It is so important that if a person believe the truth, he makes himself the biggest favor. So how can a person accept other existences if he doesn’t even believe his existence. Hope that I could explain.

 21-) Ve men azlemu mimmeniftera alellahi keziben ev kezzebe Bi ayatiHI, innehu la yuflihuz zalimun;

Who does more wrong than he who lies about Allah or His existence in His signs (the manifestations of His Names)? Most certainly, the wrongdoers (dualists) will not attain liberty. (A.Hulusi)

Who doth more wrong than he who inventeth a lie against Allah or rejecteth His Sings? But verily the wrong-doers never shall prosper. (A.Yusuf Ali)

Ve men azlemu mimmeniftera alellahi keziben ev kezzebe Bi ayatiHI Who does more wrong than he who invents a lie against Allah or rejects His Signs?

If we think this throuth with the explanations above, you realize the depths of the slander against Allah by a person. What makes a thing a slander against Allah? Actually people who do these kinds of things have no intention of slandering. They think they have an excuse. So let’s keep going. innehu la yuflihuz zalimun But surely the wrong-doers never shall prosper.

 22-) Ve yevme nahshuruhum cemiy’an summe nekulu lilleziyne eshreku eyne shurekaukumulleziyne kuntum tez’umun;

The time when we gather them all together and ask the dualists, “Where are the partners you assumed existed besides Him now?”… (A.Hulusi)

One day shall We gather them all together: We shall say to those who ascribed partners (to Us): “Where are the partners whom ye (invented and) talked about?” (A.Yusuf Ali)

Ve yevme nahshuruhum cemiy’an One day shall We gather them all together summe nekulu lilleziyne eshreku eyne shurekaukumulleziyne kuntum tez’umun and ask the dualists, “Where are the partners you assumed existed besides Him now?”

Back then I must cut my explanation short in order to continue it here. The reference here is about everything that are waited for help in Afterlife. These things or people are believed to be the source of help in afterlife. Whether it’s a saint, evliya, holyness, scholar, hodja or someone or something else should take us and deliver us to heavens.

This is the response for that. A clear answer. I won’t add or sustract anything. You can read it as it is. The context here is an objection for any independent from Allah helper in Allah’s domain. That’s why it is said that, any form of salvation helper mentality, any chosen one or group ideology, all kinds of salvation other that Allah is the targeted group in this verse. Moving on.

23-) Summe lem tekun fitnetuhum illa en kalu vAllahi Rabbina ma kunna mushrikiyn;

They can cause no more provocation other than saying, “By Allah, our Rabb, we were not of the dualists”! (A.Hulusi)

There will then be (left) no subterfuge for them but to say: “By Allah our Lord, we were not those who joined gods with Allah.” (A.Yusuf Ali)

Summe lem tekun fitnetuhum illa en kalu vAllahi Rabbina ma kunna mushrikiyn Allah’s assessment is very interesting here. They can cause no more provocation other than saying, “By Allah, our Rabb, we were not of the dualists.” So they are out of plays at that point. No more mischief they can think of. That’s right. There will then be left no subterfuge for them. Qur’an calls their previous actions on earth, subterfuge.

What are their excuses? We weren’t intending to shirq Allah when we walk through that path. Look, look, look…! The similarity with some other false beliefs as we know today is uncanny. Of course not! Of course. Surely they don’t do any of that just to shirq Allah. Just like those people who deitify prophet Enoch’s apostles. They didn’t have any intention of shirq.

Or people who called Jesus as the son of Allah; were they really wish for a second god? Didn’t they know that Jesus was a walking, talking, eatingi drinking of a man. Can Allah be crucified? Hadn’t they know that? They talk about last supper, blood, skin and flesh of Jesus. They were fully aware that a human body have these things. Skin, blood, eat and drink, that sort of things.

They surely know, and christians haven’t been believing Jesus as a full fledged god. But according to Allah, it is what it is. This is the problem. Because you take one of Allah’s personal adjective and try to label it to something without Allah’s permission. You try to transfer Allah’s authority to another being without juristiction. Who are you to do such a thing? What sort of blind dare, what kind of stupid bravery is this? This is the objection to that.

24-) Unzur keyfe kezebu ala enfusihim ve dalle anhum ma kanu yefterun;

Look at how they lie against their own selves and how the things they made up (deified in their imagination) have deserted them now. (A.Hulusi)

Behold! how they lie against themselves! But the (lie) which they invented will leave them in the lurch. (A.Yusuf Ali)

Unzur keyfe kezebu ala enfusihim Look at how they lie against their own selves ve dalle anhum ma kanu yefterun and how the things they made up have deserted them now.

25-) Ve minhum men yestemi’u ileyk* ve ce’alna ala kulubihim ekinneten en yefkahuhu ve fiy azanihim vakra* ve in yerav kulle ayetin la yu’minu Biha* hatta iza cauke yucadiluneke yekululleziyne keferu in haza illa esatiyrul evveliyn;

And among them are some who hear you… But We have placed veils over their hearts (consciousness) and heaviness in their ears (comprehension) so they cannot perceive Him! No matter how many proofs they see, they will still not believe… Moreover, when the deniers of the reality who argue with you come to you, they will say, “This is nothing other than fairytales of the past.” (A.Hulusi)

Of them there are some who (pretend to) listen to thee; but We have thrown veils on their hearts, So they understand it not, and deafness in their ears; if they saw every one of the Signs, they will not believe in them; in so much that when they come to thee, they (but) dispute with thee; the Unbelievers say: “These are nothing but tales of the ancients.” (A.Yusuf Ali)

Ve minhum men yestemi’u ileyk And among them are some who hear you. They pretend like they hear you. This is more accurate for this situation. ve ce’alna ala kulubihim ekinneten en yefkahuhu But We have placed veils over their hearts blocking them to reach the truth. No need for further explanation. ve fiy azanihim vakra and heaviness in their ears so they cannot perceive Him! Vakran means weight. It can be translated as blocking the earway. But in metaphorical means deafness against the intented message. We had studied a similar passage in Baqarah/7 so I continue.

ve in yerav kulle ayetin la yu’minu Biha No matter how many proofs they see, they will still not believe. This sentence explains what an irrational obsession, denial is.

hatta iza cauke yucadiluneke yekululleziyne keferu in haza illa esatiyrul evveliyn; Moreover, when the deniers of the reality who argue with you come to you, they will say, “This is nothing other than fairytales of the past.”

How you look sets the frame of how you percieve. How can a sheep understand a cry for help? This is a matter of perception. That’s why it’s important how you listen. So listen with their hearts, others with their ears, some even listen with their stomachs, believe me. This is a problem of perception.

Some look at an apple and remember Allah and how magnificent artist Allah really is. Some look at the same apple and only think of eating it. This is perception, the matter of point of view.

26-) Ve hum yenhevne anhu ve yen’evne anhu, ve in yuhlikune illa enfusehum ve ma yesh’urun;

They both prevent (others) from Him (the Rasul of Allah saw) and distance (themselves) from Him! They are only destroying their own selves, yet they can not perceive! (A.Hulusi)

Others they keep away from it, and themselves they keep away; but they only destroy themselves, and they perceive it not. (A.Yusuf Ali)

Ve hum yenhevne anhu ve yen’evne anhu Others they keep away from it, and themselves they keep away. Like I said, this is the obsessive nature of blasphemy. Not only they stay away from the truth but they do everything in their power to prevent others to reach it as well. Stubborn obsessive blasphemy has this double evil.

ve in yuhlikune illa enfusehum ve ma yesh’urun They are only destroying their own selves, yet they can not perceive.

27-) Velev tera iz vukifu alennari fekalu ya leytena nureddu ve la nukezzibe Bi ayati Rabbina ve nekune minel mu’miniyn;

If you could but see when they are confronted with the fire (suffering) how they will say ‘Oh, if only we can go back (to our biological life on earth; as biological life is required to activate the forces within the brain) and not deny the signs of our Rabb (our intrinsic divine qualities and potential deriving from the Names that comprise our essential reality) and be among the believers’. (A.Hulusi)

If thou couldst but see when they shall be made to stand by the Fire! They will say: “Would that we were but sent back! Then would we not reject the Signs of our Lord, but would be amongst those who believe!” (A.Yusuf Ali)

Velev tera iz vukifu alennari If you could but see when they are confronted with the fire. How they line up in front of hell.

fekalu ya leytena nureddu ve la nukezzibe Bi ayati Rabbina ve nekune minel mu’miniyn If you could but see when they are confronted with the fire, how they will say ‘Oh, if only we can go back to our old lives and not deny the signs of our Rabb and be among the believers’. They might say that after all things done but there’s no salvation in that. Just like Allah knows what they said before, Allah knows well that even if that happens, they will say the same thing and do the same thing.

 28-) Bel beda lehum ma kanu yuhfune min kablu, ve lev ruddu leadu lima nuhu anhu ve innehum lekazibun;

But that which they concealed before (the knowledge of the reality with which they had been endowed) has now become apparent to them. And even if they were returned they would return to the things from which they had been forbidden, they are liars indeed. (A.Hulusi)

Yea, in their own (eyes) will become manifest what before they concealed. But if they were returned, they would certainly relapse to the things they were forbidden, for they are indeed liars. (A.Yusuf Ali)

Bel beda lehum ma kanu yuhfune min kablu Yea, in their own eyes will become manifest what before they concealed. They carry this fear in their hearts. “Is it real, this afterlife; will we be resurrected again?” There’s not a single denier which doesn’t carry this doubt in his heart. So this doubt becomes real when all things are concluded. So they see and so they say these words.

ve lev ruddu leadu lima nuhu anhu But if they were returned, they would certainly relapse to the things they were forbidden. Can anyone knows better that Allah? This is what it is. Don’t think they believe when they see the suffering. If they have a chance to go back, they would certainly do it all over again.

Here ve innehum lekazibun for they are indeed liars. They make lying their own natures.

Dear friends, this is the most crushing expression of how a denier acts with his feelings and desires, not with his mind and knowledge. There’s no translation for this. A denier chooses this path so mind and knowledge are no longer in the picture. He follows only his desires and instincts.

29-) Ve kalu in hiye illa hayatuned dunya ve ma nahnu Bi meb’usiyn;

And they say, “There is none but our worldly life! Our lives will not continue (we will not be resurrected)!” (A.Hulusi)

And they (sometimes) say: “There is nothing except our life on this earth, and never shall we be raised up again.” (A.Yusuf Ali)

Ve kalu in hiye illa hayatuned dunya ve ma nahnu Bi meb’usiyn And they say, “There is none but our worldly life! Our lives will not continue and we will not be resurrected!”

30-) Velev tera iz vukifu ala Rabbihim* kale eleyse haza BilHakk* kalu bela ve Rabbina* kale fezukul azabe Bi ma kuntum tekfurun;

If you could but see when they will be made to stand before their Rabb (when they recognize and become aware of the potentials of the Names within their own reality). He will say, “Is this not the reality?” They will say, “Yes, it is our Rabb.” He will then say, “So now taste the agony as the consequence of denying the knowledge of the reality.” (A.Hulusi)

If thou couldst but see when they shall be made to stand before their Lord! He will say: “Is not this the truth?” They will say: “Yea, by our Lord!” He will say: “Taste ye then the chastisement, because ye rejected Faith.” (A.Yusuf Ali)

Velev tera iz vukifu ala Rabbihim* kale eleyse haza BilHakk If you could but see when they shall be made to stand before their Rabb! He will say: “Is not this the truth?”

Interesting pictures from the realm of afterlife. Remember friends, only Allah has the power to give such informations and this verse from Allah is one of these news. kalu bela ve Rabbina They will say; “Yes, it is our Rabb.”

kale fezukul azabe Bi ma kuntum tekfurun; He will then say, “So now taste the agony as the consequence of your rejections of faith.” There’s no point in regret after death. The hardship is in feeling regret in life and having the power to turn it into a repentance, a rebirth, a purification.

 Dear friends, if we don’t want our minds and human capabilities to be blocked by our desires and egos, there’s only one thing we can do. Listen to Allah.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


ESMA DERSLERİ – 26 – EL FETTAH (D)

$
0
0

Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 “Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

************************************************************************

MÜŞAHEDE – FETİH

KALP PERDESİNİN AÇILIŞI:

Gönül penceresinin ölmeden ve uyumadan melekût âlemine açılmayacağı zannedilmemelidir. İşin hakikati bu değildir. Belki uyanıklık halinde bile bir kimse nefsini riyazete(az yeme, içme), alıştırır; kalbini gazap, şehvet ve kötü huylardan temizler, ıssız bir yerde oturur, gözlerini yumar, duygularını çalıştırmaz, kalbiyle melekût âlemi arasında münasebet kurar, daima Allah’ı anıp dil çalkantısı ile değil, kalbin içinden Allah, Allah der ve bu hal Allah’tan başka her şeyden ve hatta kendinden bile habersiz olacak mertebeye varırsa gönül penceresi açılır, başkalarının uyku halinde gördüklerini o uyanıklık halinde görür. Meleklerin ruhları güzel suretlerde latif cemallerde ona görünmeye başlar. Peygamberlerin ruhlarını da görüp onlardan istifade eder, yardım görür. Yerdeki ve gökteki melekût ona açılmaya başlar.

Kendisine bu yol açılan kimse her türlü tarif ve ifadeye sığmayan büyük haller görür. Eğer sen bu mertebeye erişmemişsen bari bu yolun gerçekliğine inanıp bu üç dereceden birinden mahrum kalmamaya gayret et ki bunun hakikatini inkâr edenlerden olmayasın. (İ. Gazali/Kimyayı saadet)

***************************************************************

MÜŞAHEDE VE FETİH

Allah Resulü efendimiz buyurmuşlardır ki;

Karınlarınızı acıktırınız ve hırsı terk ediniz, cesetlerinizi haramdan soyunuz ve emeli azaltınız. Ciğerinizi susatınız ve dünyayı terk ediniz bundan sonra umulur ki kalplerinizle Allah’ı görebilirsiniz.”

Allah Resulü efendimiz Cibril’in “ihsan nedir?” sualine cevapta;

İhsan Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Sen onu görmüyorsan bile O seni görmektedir.

Hz. Davud AS. a vahiy geldi ki;

Ey Davud, bilir misin beni tanımak nedir?

Hayır ya rabbi.” Dedi Hz. Davud. Cenab-ı Hak;

Beni müşahede ile kalbin diri olmasıdır.” Buyurdu.

Bu taifenin müşahede ıstılahından maksatları gönül gözüyle müşahede olup yalnız iken de Hak Teâlâyı gönül gözü ile müşahede etmektir.

Ebu Abbas Bin Ata;

İnnelleziyne kalu RabbunAllâhu…  (Fussilet/30)

“Artık Rabbiniz ancak Allah’tır” kısmını; “ “müşahede seccadesi üzerinde istikamet üzere bulunanlar.” diye izah etmiştir.

Müşahede iki mertebedir;

1 – Sıhhat-i Yakîn ile erişilen müşahede.

2 – Galebe-i Mahabbetle erişilen müşahededir. Bunda Mahabbet o dereceye ulaşır ki, aşıkın bütün varlığını Dostunun düşüncesi tutar ve Dost’tan başka bir şey görmez.

Muhammed bin Vasi buyuruyor ki; Üzerinde Allah’ı müşahede etmediğim hiçbir şey görmedim. Yani sıhhat-i yakînim ile nazar ettiğim her şeyde Cenab-ı Hakkı gördüm.

Şibli der ki; Ben Cenab-ı Haktan başka görmedim. Yani mahabbet galebesiyle O’ndan başka görmedim.

Birisi bir fiil görür, fakat onun failini görmez. Bir diğeri baş gözü ile bir fiil görür faile muhabbetinden dolayı her şeyden kesilir. Artık her şeyi fail olarak görür.

Birincisinin yolu istidlâl yoludur, ikincisinin yolu cezbe yoludur. Biri istidlâl yolunu tutar, hakikatlerin delillerini sebepleriyle beraber müşahede eder. Diğeri meczup olup mıknatısa yapışmış demir tozları gibi olur. Hakikatlere delil aramayı hicap olarak görür. Bir şeyi seven ondan başkasını görmez. Allah’ı tanıyan O’ndan başkasından korkmaz. Marifete eren Allah ile münazaadan ve ahkâmına itirazdan, ef’aline gafletten temizlenmiş olur. O’ndan gayriyi işiten yola gidemez. Dost olan dosttan gayrisini görmez. Artık husumet etmez ki münazaaya düşsün. Kâinatta ki hadisata itiraz etmez. Çünkü onlara tasarruf eden kendisi değildir.

Cenab-ı Hakk, habibi Muhammed’ (AS)ın mi’racını bize bizzat kendisi haber verip;

Ma zâğal basaru ve ma tağâ. (Necm/17)

“Dostumuzun gözü şaşmadı şuraya buraya dağılmadı”

Çünkü bize olan şevk o derecede idi ki bizden başkasını görmedi. Zaten bizden başka müşahedeye layık bir şey göremez ki o. O her an bizim mahabbetimizle doludur. Bizden gayrisinden gözünü çekip toparlamamıştır o. Ve gönlüyle hiçbir zaman bizden başkasına bakmaz. İşte bunun için rabbinin ayetlerinden en büyüğünü görmüştür.

Lekad rea min âyâti Rabbihil kübra. (Necm/18)

Cenab-ı Hakk buyuruyor ki;

Kul lil mu’miniyne yeğuddu min ebsarihim… (Nur/30)

“Mü’minlere söyle habibim, gözlerini sakınsınlar.”

Baş gözlerini gözlerden sakınsınlar, şehvetlerden korusunlar. Kalp gözlerini de mahlûkattan korusunlar. Her kim ki baş gözünü şehvetten korursa muhakkak ki Cenab-ı Hakkı sır gözü ile müşahede eder. Kimin mücahedesi daha halis olursa onun müşahedesi daha sadık olur. Buna göre batın müşahedesi mücahedeye bağlıdır.

Sehl ibn-i Abdullah et-Tüsterî der ki;

“Cenab-ı Hakka bir an gözünü kapayan kimse bütün ömrü boyunca O’na yol bulamaz. Her kim basiret gözünü Cenab-ı Haktan bir an uzak tutarsa artık yolda gidemez.”

İşte bundan dolayıdır ki O’ndan gayriye iltifat, insanı yolda kor ve helâk eder. Ehl-i Müşahede ömürlerinin ancak müşahede ile geçirdikleri kısmını kendilerinin sayarlardı. Hak’tan gafil olarak geçirdikleri vakitleri ömürlerinden saymazlardı. Çünkü onlara göre gaflet zamanları ölüm zamanları idi. Nasıl ki Ebu Yezid Bistamî’ye sordular; “Kaç yaşındasın?” Dedi ki “Dört yaşındayım”. Nasıl oluyor dediler; Dedi ki seksen senedir dünya hicabında kalmışım Fakat O’nu ancak dört senedir görebilmekteyim. Böyle Haktan gafil olarak geçirdiğim seneleri ömrüme dahil etmekliğim nasıl doğru olur? Hem Allah Resulü Mi’ractan haber verdiği rivayetlerin birinde Hak Teâlâ hz. lerini görmedim”, bir başka rivayette ise “Gördüm” demiştir. Birincide “Baş gözü ile görmedim” demek istemiş, ikincide ise “sır gözü ile gördüm” demek istemiştir. Bunun için baş gözü ile görmeyi fevt ettiğin zaman sayılmaz, gönül gözü ile O’nu müşahede etmeye bak.”

Bu anlatılan kıssalardan alınacak öğüt; Kalplerin rü’yeti ve müşahedesi o şekildedir ki zikir veya fikir halinde iken vehim gelir; “Gördüğün şekildedir” der ve onu öyle dondurur. Fakat bu teşbih apaçık bir delaletin ta kendisidir. Cenab-ı Hak şu veya bu taraftan ihata olunamaz ki gönül kalkıp vehbe kapılarak şöyledir diyebilsin. Yahud -haşa- akıl keyfiyetten uzak münezzeh olan O’na muttali olabilsin. Allah Teâlâ bunlardan ve mülhidlerin tavsiflerinden tamamen münezzehtir. Nasıl rü’yet ukbada ise müşahede de dünyadadır. Bütün ashab-ı kiramın icma ve ittifakı ile rü’yet ahirette olacaktır. Dünyada da müşahede olacaktır. Müşahede sırrın sıfatıdır Kimisi gördüklerini dili ile anlatmaya zorlanır Hâlbuki dil ile anlatılabilen bir şey müşahede olmaz ve sayılamaz ki kalkıp müşahede davasında bulunsun ve bazı haberler versin. Bunları bilen dünyada müşahede olabilir der. Ben didarı gördüm demez.

Müşahede öyle bir şeydir ki hakikatini akılla anlamak mümkün değildir. Akılla anlamadığın bir şeyi dilinle nasıl söyleyebilirsin? Çünkü müşahede gönlün huzur bulması için dilin durması demektir. Bunun içinde sükût manası vardır ki en büyük söyleyiştir. Sükût müşahede alametidir, konuşmak müşahede arzusudur. Dostluk derecesinde “Bir” olunur. Birlikte ise konuşmak bigâneliktir. Yani birlikten gafil bulunmanın alametidir. Allah Resulü o halde iken artık hiçbir şey söylenemeyeceğini beyan için;

“Seni lâyık olduğunca sena edemem, Sen kendini nasıl sena ettiysen öylesin.” Demiştir.

İ. Gazzali Esma-i Hüsna şerhinde der ki;

“Allah’ın isimlerini izah etme işi yüksek bir gaye olduğu kadar son derece zor, anlaşılması, anlatılması olabildiği kadar müşkil bir iştir. Çünkü o ulviyette zirve-i Ulyada ve maksad-ı aksadadır. Bu işte nice yüksek akıllar şaşkın kalmışlar, nice zekalar bırakın müntehasını daha işin başında çamura batmışlardır. Beşerin akıllarının rububiyyet sıfatlarını açıkça anlaması ve kavraması imkânı yoktur. Araştırma ile neticeye ulaşamazlar. Yarasaların gözleri güneş ışığına nasıl dayanabilir?

Allah’ın yolu herkese açıktır, fakat O’na ancak “bir” olduktan sonra varılabilir. Allah’ın esmasının manalarından nasibi olmayanın bunlardan nasibi yoktur. Birisi çıkar, bir kelime duyar, lügat manasını anlar daha fazlası için tefsire başvurur, kelimenin aslını araştırır. Bir şeyler bulmaya, o sıfatın Allah’a ait veçhini kalbiyle anlamaya zorlanır ve anladım zanneder. Mükâşefeye ermeden de bunlara kıymet verir. Kemâl derecesine göre bu son derece düşük son derece aşağı bir nasiptir. Yahut nasipsizliktir.”

Bilesin ki ebrarın (iyiler, dürüstler, hayırlılar) hasenat diye işledikleri işler mukarrebûna göre (Cenab-ı Hakkın indinde çok kıymetli ve mübarek, büyük zatlar.) seyyiattır. Mukarrebûnun Allah’ın isimlerinin manalarından olan nasipleri üçtür.

1 – Bu manaları müşahede ve mükâşefe yoluyla bilip hatası tasavvur olunamayacak şekilde kat’i bürhan ile hakikatlerinin meydana çıkması ve Allah’ın o sıfatlarla bulunduğunun ona keşfolunmasıdır. Bunların vüzuh ve beyanında insanın kendi batınını müşahedesinden, kendi sıfatlarını idrak ettiği gibi yakinen ve şeksiz olmasıdır. Bu da zahiri duyularla yani beş duyu ile olmaz. Bu iki durum arasında nice taklidi durumlar vardır. Nice alakasız şeyleri getirip cedel yoluyla ve kelâmi delillerle boş yere sıvamak için uğraşanlar çoktur.

2 – Kendilerine keşfolunan celâl sıfatlarını büyütmektir. Şu şekilde ki kendilerine keşfolunanın şevkiyle kudretleri, vüs’atleri yettiğince o sıfatın en yüksek derecesiyle hakkı muttasıf bilmektir. Allah’ı o sıfatlarla tavsif ederken ne zaman ne de mekân içinde düşünmemelidir.

Aslında kalbin bu büyüme ile dolması tasavvur olunamaz. Ancak bu sıfatın kemâl derecesiyle münkeşif olmasına şevki ve bu sıfatın tecellisini müşahedeye arzusu artmalıdır. Eğer o kulun takati buna kâfi gelmiyorsa, eğer kemâli o derece değilse mümkün olan derecede yoluna devam eder. Fakat hiçbir zaman şevki kırılmaz. Şevki kırılırsa ya mârifeti zayıftır, yahut bu zevkin yakînine ermemiştir. Yahut o kalbin, o sıfatın cemal ve celal halini müşahede şevkiyle değil başka bir şevkle doludur. Onun içindir ki Allah’ın sıfatlarına muttali olmak isteyen kalbinden Allah’tan başka ne murad varsa sürüp çıkarmalı ve o hale hazırlanmalıdır. Çünkü mârifet şevkin tohumudur. Fakat kalbi şehvet dikenlerinden temiz bulursa oraya düşer. Eğer müsait bulamazsa düşmez, yerleşmez, yeşermez.

3 – Bu sıfatlardan mümkün olduğu kadar nasibini almaya ve onlarla ahlaklanmaya, güzellikleriyle süslenmeye çalışmalıdır. Kul ancak onlarla rabbine yaklaşır. (H. Muhammed Parsa-Tevhide giriş/267-274)

………………………………………………………………..

FITRAT HALİNİN ORTAYA ÇIKMASINI ENGELLEYEN PERDELER

Bil ki fıtrat halinin ortaya çıkmasını engelleyen perdelerin en önemlileri üç tanedir.

1 – Yapı (tabiat, karakter perdesi)

2 – Merasim; (adet, gelenek perdesi)

3 – Yanlış bilgi perdesi.

1 – Yapı (tabiat, karakter perdesi);

Şöyle ki; İnsanın tabii yapısına yeme içme ve cinsel ilişki motifleri konulmuştur. Kalp (gönül)de sevinç, üzüntü, öfke, korku vs. Gibi psikolojik hallerin biniti (yeri) kılınmıştır. Dolayısıyla insan sürekli bu hallerle meşgul bulunmaktadır. Zira her hal öncesinde nefsin onun sebeplerine yönelmiş olması ve ilmi melekelerin o hale uygun düşecek sebebe tabi olması, nefsin kendisini tamamen o hali doğuracak sebeplere vermesi ve onun dışında ki her şeyden gafil bir halde bulunması söz konusudur. Bu durumda bu meşgalelerin geriye kalan izi nefsi etkiler ve bunun sonunda o kirlenir. Bu minval üzere günler ve geceler geçer. Kişi ömrünü hep kendi, yapı ve tabiatının isteklerine cevap aramakla geçirir. Bunun sonucunda da kemâl haline ait diğer meziyetleri elde etmeye zaman ve imkân bulamaz.

Nefis perdesi; öyle insanlar vardır ki iki ayağı da bu hastalığa saplanmıştır ve ömürleri boyunca oradan çıkamazlar.

Öyle insanlar da vardır ki yapı ve karakterlerinin boyunduruğu altına girmiş, adet ve geleneklerin baskısını ve aklın ilmeğini boynundan sıyırıp atmış, artık kınamaya aldırış etmez olmuşlardır. (Bu durumda kişi ne aklın gereklerine ne de insanların beklentilerine kulak asmaz.) İşte bu perdeye “Nefis” adı verilir. Ancak kimin aklı tam olur ve hep teyakkuz halinde bulunursa vakitlerini, kollayarak fırsatlar bulur ve bunları değerlendirerek yapı ve karakteriyle ilgili hallerini teskin etmeye nefsini hem sözü edilen hallerle, hem de diğerleriyle ilgilenir. Bir hale getirmeye, kendi tabiatının gereklerine koşmak yanında başka ilimlerin de feyzini gerektirici bir hale girmeye çalışır. Düşünme ve fiiliyata dökme kuvvetleri oranında insanî kemale arzu duyar.

2 – Merasim (adet – gelenek) perdesi; Kişi daha gözünü açar açmaz, ilk kez mensup olduğu kavmini, belirli bir giyim kuşam, çeşitli kurum ve kuruluşlar, iftihar vesilesi ve faziletler –fasahat, zenaat gibi- içerisinde görür. Bütün bunlar onun kalbinde derin bir etki yapar ve onları büyük bir azim, sarsılmaz bir gayretle karşılar. İşte bu merasim perdesidir ve “dünya” diye isimlendirilir.

Bazı insanlar hep perdelerle meşgul olurlar. Öyle insanlar vardır ki kendisine ölüm gelinceye kadar hep perdelerle meşgul olur ve bunun sonucunda hiçbir fazilete ulaşamaz. Çünkü faziletler ancak beden ve aletlerle tamam olabilir. Beden yok olunca artık onları kazanma imkânı kalmaz. Dolayısıyla nefis faziletlerden yoksun bir halde kalakalır. Böyle birinin durumu ayetlerde işaret olunduğu gibi;

Güzel bir bahçesi olup ta bahçesine kasırga isabet edenin haline benzer. Yaptığı ameller boşa çıkacaktır. (Bakara/266)

Ya da şiddetli, rüzgârlı bir günde yele savrulan küle benzer, kazandıkları hiçbir şeyin yararını göremezler. (İbrahim/18)

Bu şekillerde elde avuçta bir şey kalmaz.

Eğer kişi, çabucak ayılan biri ve güçlü bir kavrayışa sahipse bir delil-i burhanî veya hatâbî ile, ya da şeriatı taklit yoluyla bütün kullar üzerinde hükümran olan, işlerini düzene koyan, kendilerine her türlü nimetlerini veren bir Rabb olduğunu anlar. Bunun sonrası kalbinde O’na doğru bir meyil ve muhabbet meydana getirir ve O’na yakınlaşmak ister. İhtiyaçlarını O’na arz eder kendisini O’nun huzuruna atar.

Bu yönelişte kimisi isabet eder ve amacına ulaşır, kimisi ise hata yapar. Genelde yapılan hata iki şekilde olur. Benzetme (Teşbih) ve şirk koşma.

1 – Vacib Teâlâ da yaratıklara ait sıfatların bulunduğuna inanmak.

2 – Yaratıklara Vacib Teâlâ’nın sıfatlarını isnat etmek.

Birincisi teşbih yani benzetme olmaktadır. Bunun çıkış yeri, gaibi, hazır bulunana (görülene) kıyas etmektir. İkincisi ise şirk koşmak (işrak) olmaktadır. Bunun da kaynağı yaratıklardan doğan olağanüstü haller görmek ve onları bizzat onların yarattığını düşünmek. O olağanüstü hallerin onlara mahsus bir özellik olduğunu kabul etmek ve böyle inanmak.

Değerli okuyucu, bütün insanları teker teker araştırmaya tabi tutacak olursan, onların size arz ettiğim durumdan farklı olmadıklarını görürsün. Sanmam ki sen onlarda bir farklılık bulacaksın. Aksine4 bütün insanlar –herhangi bir şeriata bağlı olsalar bile- mutlaka az ya da çok kendi yapı ve karakterlerinin perdeleriyle (istekleriyle) meşgul olurlar. Her ne kadar merasime (gelenek, formalite) dayalı fiillere doğrudan girişmeseler bile, yani adet ve geleneklere takılmak suretiyle geçirecekleri belli bir vaktin olması kaçınılmazdır. Bu durumda o kişinin bütün ilgisi mensup olduğu kavmin sözce, giyim kuşamca, huyca ve akılca en üstün gördüğü kimselere benzemeye çalışmak olacaktır. Yine onların öyle bir vakitleri olur ki bu vakitte ki işittikleri şeye kulak verirler. Fakat ceberut ve alemdeki gaybi tedbire dair sözlere kulak vermezler.

Allahu Alem…!

PERDELERİ AÇMA, KALDIRMA YOLU;

Tabii yapı ve karakter perdesinin kaldırılması;

Bil ki tabii yapı perdesinin kaldırılması iki şeyle olur. Bunlardan birincisi emredilen, tergibe konu olan ve teşvik gören bir şeydir. İkincisi ise üzerine yukarıdan konulan ve onunla sorumlu tutulan, kulun dileyip dilememesine bakılmayan şeydir.

Birincisi, hayvanî yönü zayıflatan riyazetlerdir. Oruç tutmak, geceleyin uyumamak gibi. İnsanlardan bir kısmı ifrata gitmekte ve Allah Teâlâ’nın yarattığı şeyleri değiştirme gibi bir aşırılığa düşmektedirler. Mesela üreme organının kesilmesi el ve ayak gibi değerli organların devre dışı bırakılması gibi. Bunları yapanlar zır cahillerdir. Oysaki işlerin en hayırlısı orta yoldur. Oruç tutmak ve geceleyin uyumamak ilaç mertebesindedir, ihtiyaç miktarı kadar ayarlanması gerekir. İlacın gereğinden fazla alınması halinde zararlı olduğu gibi bunlarda da ölçü kaçırıldığında zararlı olur.

İkincisi;  Tabii yapının peşi sıra giden ve râşit sünnete muhalefet eden kimseleri uyarmak, tabiatın galebe çalacağı her bir şeyden kurtulmanın yollarını beyan etmek ve bunun için bir sünnet (yol) koymaktır. Bunu yaparken insanları büsbütün sıkıntıya sokmak gerekmez. Her hususta sadece sözlü uyarı ile yetinmek te olmaz. Bilakis mutlaka işin ucunda bazı konulara has olmak üzere şiddetli dövme ve ağır yük altına sokma da olmalıdır. Buna en layık olanlar da sirayet edici zararlar içeren zina ve öldürmek gibi aşırı muzır fiilleri işleyenlerdir.

MERASİM (adet, gelenek) PERDESİNİN KALDIRILMASI.

Bu perdenin kaldırılması iki şeyle olur;

A – Her ihtiyaç esnasında Allah Teâlânın adını anmak. Bu bazen emrolunduğu bazı lafızları tekrarlamak suretiyle olur, bazen de sırf Allah’ın arzusunu dikkate alarak çizilmiş sınırlara ve getirilmiş kayıtlara uymak yoluyla olur.

B – Taatlerden bazı türlerin yaygın bir merasim şekline sokulması ve onların korunması için te’kit ve teyide gidilmesi, bu konuda kişinin dilemesine ya da yan çizmesine dikkat edilmemesi, terki halinde kınanması, o merasimleri kaçırmasına bir ceza olarak frenlenmesi, makam ve mevki gibi arzuladığı bazı şeylere getirilmemesi.

İşte bu iki tedbir ile merasim gaileleri bertaraf edilir ve o, artık Allah’a ibadeti tekit ve teyit eder, Hakka davet eden (sünnet) yol olur.

3 – YANLIŞ BİLGİ PERDESİ, ŞİRK KOŞMA VE TEŞBİH;

Yanlış bilgi her iki kısmıyla birlikte iki sebepten kaynaklanır.

A – Rabbin yüce ve erişilmez oluşu; Kişi rabbini tam anlamıyla bilemez, çünkü O, gerçekten beşer sıfatlardan çok yücedir. Sonradan olan ve duyularla algılanabilen şeylerin özelliklerinden münezzehtir. Bu erişilemezliği ortadan kaldırabilmesinin yolu insanlara ancak zihinlerinin alabileceği bir şekilde hitap etmektir.

Bu konuda asıl şudur; Hiçbir mevcut veya mütehayyiz ya da mücerred ma’dum yoktur ki insanın ilmi ona taalluk etmesin. Bu ya onun suretini zihne getirmek ya da bir tür benzetme ve mukayese yapmak yoluyla olur. Hatta bu durum mutlak adem (yokluk) ve mutlak meçhul için dahi böyledir. Bunun sonucunda adem, var olmanın bilgisi ve onunla nitelenmemesi yönünden bilinir. Gene bu kökten mef’ul sigasında türetilmiş olan ma’dum kelimesinin ne manaya geldiği, keza, mutlak kelimesinin ne mana ifade ettiği bilinir.

Bütün bu şeyler toplanarak birbirine eklenir ve bunun sonucunda terkibi bir suret meydana gelir. Bu terkip tasavvuru maksut olan fakat ne hariçte ne de zihinlerde varlığı bulunmayan şeyin anlaşılmasını temin eder.

Nitekim insan tamamen nazari olan bir kavrama yönelir ve onun için cins ve fasıllar olduğunu düşünür ve onlara yönelir. Sonra bunları terkip eder ve bundan tasavvuru matlup olan şeyi açıklayan mürekkep bir suret meydana gelir. Mesela insanlara şöyle hitap olunur; Allah vardır, Fakat O’nun varlığı bizim diriliğimiz gibi değildir. Kısaca bizim dünyamızda övgü konusu olan sıfatlar ele alınır ve Allah Teâlâ onunla nitelendirilir. Bu işlemde – gördüğümüz kadarıyla – üç kavram göz önüne alınır.

1 – Bu sıfatların kendisinde bulunduğu bir şey. O şeyden bu sıfatların eserleri ortaya çıkmaktadır.

2 – Bu sıfatların kendisinde bulunmadığı, onlara ehil olmayan bir şey.

3 – Sıfatların kendisinde olmadığı, fakat kendisinde olmaya ehil bulunan şey. Canlı, donuk, (cemad) ve ölü gibi. Bunlar eserlerin sübutu ile sabit olurlar. (Bizim dünyamızda övgü ifade eden sıfatlar O’na izafe edilir, ancak bu bir teşbih doğurur) Bu teşbihin doğuracağı sakıncalar da, O’nun bizim gibi olmadığını ifade ile telafi olunur.

B – DUYULARIN DÜNYA GÜZELLİKLERİNE DALMASI;

Duyularla algılanan suretler bütün ziynetleriyle lezzetler güzellikleriyle idrak güçlerini büyüler ve ilmi melekeler kendilerini hissi suretlere kaptırır. Dolayısıyla kalp onların isteklerine boyun eğer ve Hak Teâlâ ya gerçek anlamda olması gereken şekilde teveccühte bulunamaz. Bu sakıncayı ortadan kaldırmanın yolları şunlardır;

1 – Riyazetler ve ameller; İnsan bunlar sayesinde (Hatta ahirette bile olsa) yüce tecellilere hazır hale gelir.

2 – İtikafa çekilme ve mümkün mertebe kalbi meşgul edecek şeyleri ortadan kaldırma; Nitekim Allah Resulü resimli olan bir perdeyi duvardan indirmiş, üzerinde nakışlar bulunan bir yün elbiseyi de çıkarıp aymıştır. (Şah Veliyyullah Dihlevi – Hüccetullahi’l- bâliğa)

…………………………………………………………………..

İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ.

Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare ve yütimme nı’meteHU ‘aleyke ve yehdiyeke sıraten müstekıyma. (Feth/1-2)

“Şüphesiz ki biz sana apaçık bir fetih sağlamışızdır.

Allah böylece senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir.”

Fetihten maksat müşahede, yani ilâhi müşahedeye mazhariyettir. Şöyle ki; Allah’ın öncesiz olduğu ilminde halkın hepsinin Cenab-ı Rabbül alemin’i tanımayacakları hükme bağlanmıştır. Çünkü eğer bütün insanlar Allah’ı bilip tanımış olsalardı iki âlem değil bir alem yaratmak gerekirdi. Hâlbuki Cenab-ı Hak iki âlem yaratmayı yine ezeli iradesiyle belirleyip hükme bağlamıştır.

Böylece insanları kendisinden hicap ile ayrı tutmuş, yani ara yere hicaplar koymuştur. Ancak merhamet ettiği kimseler hariç. Bu sebeple de insanları hem kendi fiilini müşahededen, hem de kendi zatını müşahededen men etmiştir.

Zira eğer ara yerde ki perde kalkıp insanlar Cenab-ı Allah’ı müşahede etmiş olsalar ve işledikleri fiillerin tamamının Allah tarafından yaratıldığını müşahede de bulunsalar Allah’ın bütün fiillerin yaratanı olduğunu, kendilerinin bu fiiller için birer zarf ve ecram olduğuna kesin bilgi edinseler, yani basiretle bunları görüp tespit etseler, asıl harekete geçirenin Allah olduğunu yine bu yoldan öğrenseler bu durumda hiç biri Allah’a karşı günah ve isyanda bulunmaz. Çünkü günah ve isyan ancak perde gerisinde kalıp gaflet ve şaşkınlık içinde bulunan kişilerden meydana gelir.

Kur’an ı kerimde bu hususlara işaret edilerek buyuruluyor ki;

… ve HUve me’akum eyne ma küntüm* vAllâhu Bima ta’melune Basıyr. (Hadid/4)

“Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.”

Ve lekad halaknel İnsane ve na’lemu ma tuvesvisu Bihi nefsuh* ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd. (Kaf/16)

“And olsun ki insanı biz yarattık, nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.”

Ve izâ seeleke ‘ıbadiy ‘anniy feinniy kariyb…. (Bakara/186)

“Kullarım sana beni sorarlarsa bilsinler ki ben şüphesiz onlara yakınım…”

Elem tera ennAllâhe ya’lemu ma fiysSemavati ve ma fiyl’Ardı ma yekûnu min necva selâsetin illâ HUve rabi’uhüm ve lâ hamsetin illâ HUve sadisuhüm ve lâ edna min zâlike ve lâ eksere illâ HUve me’ahüm eyne ma kânu* … (Mücadele/7)

“Göklerde olanları da yerde olanları da Allah’ın bildiğini bilmez misin? Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok ne olursa olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka onlarla beraberdir.”

VAllâhu halekaküm ve ma ta’melun. (Saffat/96)

“Allah sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de yaratmıştır.”

Mü’minler her ne kadar kendilerinde fail olanın Allah olduğuna itikad ediyorsa da bu itikad bazen hazır, bazen gaip olur. Sebebine gelince de; Hicaptır. (Onlarla Allah arasında ki perde)  O halde bu konuda müminlerin itikadı, sadece gayba olan imanlarından dolayıdır. Müşahede ve hakikati atan beyan görmekten değildir.

Allah kime merhamette bulunursa, aradaki bu hicabı giderir de ona kendisini müşahede ile ikramda bulunur. Artık bu durumda olan kimse ancak Haktan gelen Hak şeyi ve Hakka giden hakkı görür. İşte feth-i Mübin = Apaçık fetih ile bu hususa işaret edilmiştir.

– Allah resulüne bu fetih ne zaman geldi?

– Ta küçüklüğünden beri, çünkü Allah resulü olan efendimiz Allah’tan hiçbir zaman mahcub olmamıştır. (Perde gerisinde kalmamıştır.)

Fetih kuvvet ve zayıflık bakımından çok farklılık arz eder. Her biri güç ve yeteneğine göre fetihten nasibini alır. ResulAllah efendimizde ki akıl, ruh, nefs, zat, sır ve hafıza kuvveti başkasında yoktur. Fethe nail olmuş bütün peygamberler ve başkaları bir araya gelseler de ResulAllah efendimizde ki bu kuvvet onların üzerine konulsa hepsi de eriyip gider, zatları kayıp, yok olur.

Peki; “Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar” ı nasıl anlayacağız?

Bu günahtan maksat, gaflet ve topraktan meydana getirilen zatın aslında ki karanlık hicaptır. Diyebilirim ki bu gaflet ve hicap, günah hususunda kirli paslı elbiseye benzer. Sinekler üzerine konup elbiseyi nasıl kirletiyorsa bu da manevi alanda ona benzer. İşte bu kirli ve paslı elbise bir kimsenin üzerinde ne kadar süre kalırsa o kadar sinek konar. Bu elbise giderilince sinekler de konmaz olur. Elbise hicaba sinek te günahlara misaldir. Kim bu elbiseye sinek adını verirse şüphesiz ki böyle bir isim verme kolay ve geçerlidir. İşte bunun gibi günahtan da maksat burada hicaptır.

Geçmiş ve gelecekten maksat bu hicabın tamamen giderildiğini kapalı bir ifadeyle belirtmektedir. Cenab-ı Hak sanki şöyle buyuruyor;

“O halde kıyamet günü peygamberler mahşer ehline; “Siz Allah kulu Muhammed’e gidin çünkü onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır”.

Çünkü hicabın kalkmasından daha üstün bir nimet maarife erişmekten daha üstün bir hidayet, durumu bu ölçüye gelenlere sunulan yardımdan daha üstün bir yardım yoktur.

……………………………………………………………………….

İnsan bütün güzelliğine rağmen ikiye ayrılıyor. İnsanın zatının bütün zatlardan güzel ve kuvvetli olmasına rağmen Allah’ın ezeli ilminde ondan bir kısmının cennete, bir kısmının da cehenneme gireceği belirlenmiştir. Bunun sebebi ise insanların gözleri üzerinde ki müşahedeye engel olan hicaptır. Bu hicaptan dolayı İlâhî azamet ve kudreti görememektedir. Çünkü Cenab-ı Hak önce insanın zatına ruhu yerleştirdi. Onunla birlikte sırrı mahiyetinde ki aklı koydu. Ayrıca Marifet-i ilâhiyye ile imanı da ona verdi.

Müşahedeyi lütfederken hicabı kaldırdı. Böylece insanla Allah arasında ilişki sağlandı, insan yaratanını bildi. Tabii bu bilme en mükemmel mana ve ölçüde idi. Ama Allah vaadini infaz etmek istediğinde belirtilen hicabı tekrar indirdi. Bu hicapla insan zatlarının gözleri önüne bir perde çekti, böylece daha önce mazhar olduğu müşahede kalkmış oldu. Bu sebeple de Allah’ın azamet ve kudretini göremez oldu ve kesilip kaldı.

Evet, bu kopma ve kesilmeyle cidden insana yazık oldu. İnsan böylece düştüğü şeyde bir nevi muhayyer de bırakılmıştı. Şöyle ki; İnsanın zatı kendisinde ki aklın nurundan meydana gelen manevi ipe bakınca ona yapıştı ve onu kendisine dayanak seçti. Her şeyde onun rehberliğine başvurdu. Bu sebeple Allah’tan kopup uzaklaşması arttı. (çünkü her şeyi çözmeye, anlamaya, yaratanını bulup azamet ve kudretini görmeye yeterli değildir.)

İnsan bu gaflet içinde hep aklına baktı, aklını kendisinden bir parça olarak gördü. Kendisinden çıktığını ve yine kendisine döndüğünü düşündü, bütün işlerde ona müracaat etti. Böylece aklı onun zatına bir istikbal getirdi. Fakat Allah’tan koparıp uzaklaştırdı. Eğer insan aklına, onun Allah’tan gelme bir nimet olduğu ölçüsünde bakıp, onu her an harekete geçirenin Allah olduğunu görseydi, bu basiret içinde insanın dönüşü Allah’a olur, aklından ve diğer şeylerden bir bakıma kopardı. Yani kendisinden alınan müşahedeye tekrar mazhar olurdu.

Netice olarak diyebiliriz ki insanın zatının durumu şudur; O aklına bağlanıp kalmakla öncesiz olandan koptu, sonradan olma şeye bağlanıp kaldı. Eğer böyle bir bağlantısı olmasaydı kendisi için çok hayırlı olurdu.

İşte böylece Cenab-ı Hakta vakta ki, insanın aklına bağlanıp kaldığını, bütün işlerde akla başvurduğunu, her şeyde tek dayanak olarak aklını seçtiğini görünce artık bu durumda onun hak yolundan sapacağını anladı. Ve onu doğru yola getirmek için Ma’rifetine eriştirmek üzere peygamberler gönderdi. Bu durumda ezelde mukadder olan hüküm yerini bulmuş oldu.

İnsanlar bu hususta da ikiye ayrıldı; Bir kısmı gönderilen peygamberlere gönül verip onları müspet karşıladı. Bir kısmı ise onları yalanladı. Birinciler akla tamamen uymaktan vazgeçtikten sonra peygamberlere uyabildiler. İkinciler ise akla sımsıkı bağlı kaldıkları için peygamberleri sert bir dille tekzibe yeltendiler.

Müşahedenin kalmasına sebep olan hicap düşünülenden farklıdır. Bu hicap cehennem karanlığından bir karanlıktır ki zata giydirilmiştir. Böylece bu karanlık onu Cenab-ı Haktan mahcup etmiş, yani bir perde, bir hicap olmuştur.

Peygamber çağrısına evet diyenler de iki guruba ayrıldılar. Bir grup cevap vermekle kalmadı, kendilerine fetih yapılmadığı halde gayba iman ettiler. Bunlar umumiyetle halk tabakasıdır. Diğer grup ise hem onların davetine evet dediler hem de fetih mazhariyetine eriştiler. Bunlardan kimisi fetih üzere devam etti, kimi de fetihle duraklayıp kaldı. Fethin süreklilik gösterdiği zatlar daima fazlalık içindedirler. Yani her geçen gün irfanlarını artırmakta, müşahedeleri genişlemektedir. Fethin duraklayıp kaldığı zatlar ise her gün noksanlık içindedirler.

Bu durumu iki fakir adama benzetebiliriz. İki fakir birlikte çıkıp bir zengin aramaya koyuldular, Zengin bir zatla karşılaşınca ellerini açtılar, her biri ondan bir dirhem istedi. Birisi bir dirhem alınca onunla yetindi. Diğeri ise bir dirhemi aldıktan sonra yine istedi, o zengin de vermeye devam etti. Neticede on mevzuna kadar çıktı. Fakat o fakirin isteği bitmedi, yine istedi, zengin de o istedikçe artırdı ve bir altın daha verdi.

Biz bu zengini çok alicenap ve cömert kabul edelim, hazinesini de tükenmez sayalım. Ondan dilenen fakiri de devamlı ister vaziyette görelim. Ona verilen bağışlar onunla duraksayıp kalmaz.

İşte Allah dostları olan velilerin de hali böyledir. Fethin kendilerinde süreklilik gösterenleri her an fazlalık içindedirler, yani irfanlarını artırırlar. Bu böyle devam edip gider. Ölüm kendilerine gelince de durumları yine bu ölçüdedir. Allah onlardan razı olsun, bunu ölüm anında bile hissetmezler. Çünkü akılları, ruhları ve zatları Allah’tan başkasından kopmuş vaziyettedir, aynı zamanda ölümden de kopmuşlardır, ölümün geldiğinden haberleri bile olmaz.

Ma’rifeti haktan başka hiçbir sanat ve işi olmayan kâmil bir veli sadece ilâhi ma’rifet hakkında söz söylemekten hoşlanır ve ancak bu mana etrafında toplanmayı sever. Allah’a kavuşmayı, O’na yaklaşmayı tek zevk sayar. İşte kim o veliyi bu ölçü ve açıdan tanırsa hem dünyada hem de ahirette kârlı çıkar. Onu bu açıdan başka bir hal üzere tanıyan kimsenin de durumu aksine bir netice verir.

Müşahede derken şöyle düşün; Şu duvarı görüyor musun? Biz onu o an müşahede ediyoruz. Halbu ki o zamanla yok olur. Ama biz onun rabbini, yaratanını ve onu kudretiyle ayakta tutanı göremiyoruz. Hâlbuki onun yaratanı hep diridir ve hep vardır. Ne yok olur, ne ölür, ne de varlığını yitirir.

O bize şah damarımızdan daha yakındır, bizim de yaratanımızdır. Bizde dilediği gibi tasarrufta bulunur. Böyle bir duvarı müşahede etmek ne fayda ne de zarar verir. Bununla beraber Cenab-ı Hakkı müşahede edemiyoruz. O halde duvarı müşahedemiz batıl bir müşahededir. Ama ondaki butlan nispidir, yani müşahede ettiğimiz nispetle yok gibidir. Daha önce levhayı görüp te içindeki yazıları görmemek batıl bir müşahede sayılmıştı.

Cenab-ı Hak kime merhamette bulunup fetih kapısını açar da yüce zatını, övgü değer sıfatlarını, tertemiz fiillerini müşahede ederse o artık rabbine bağlanmış olur ve bir daha bedbahtlığa yol açmayacak tertemiz bir hayat yaşar. Ölümsüzlüğe mazhar olur. Çünkü fani olan baki olana bağlanınca onun bekasıyla baki olur ki buna işaret edilmiş bir sözle bakileşir. Allah daha iyisini bilir.

BİRİNCİ FETİH

Birinci tür fetihte her ne kadar karanlık ehli ile hak ehli müşterek durumda iseler de bundaki maksat hayli farklıdır. Çünkü bu hususta karanlık ehlinden yana maksat; Allah’ın kapısından kovulmak, O’nun dosdoğru yolundan ayrılmaktır. Çünkü Cenab-ı Hak onlara gazab etmiş, kendisinden uzaklaştırmış ve kalplerini başkasına bağlamıştır. Sonra da onları bu türlü harikulade hadiselerle destekleyip istidraç kapısını açmıştır. Onlar da böylece kendilerini bir şey sanıp büyük bir yanılgı içine düşmüş bulunurlar.

Ehli haktan yana olan maksat Allah’a karşı sevgilerini artırmak, bir dereceden başka bir dereceye yükselip kemâle ermektir. Çünkü Cenab-ı Hak onlara kapıyı açtı ve hicabı önlerinden giderdi, kalplerini de kendine bağladı. Sonra da bu tür harikulade hadiselerle onları destekledi. Ta ki basiretleri kuvvetlensin, ma’rifetleri artsın. Buna işaretle Cenab-ı Hak buyuruyor ki;

Ve izâ ma ünzilet suretün fe minhüm men yekulü eyyüküm zadethü hazihi iymana* feemmelleziyne amenû fe zadethüm iymanen ve hüm yestebşirun; (Tevbe/124)

Ve emmelleziyne fiy kulubihim meradun fezadethüm ricsen ila ricsihim ve matu ve hüm kafirun; (Tevbe/125)

“Bir sure inince aralarında; “Bu hanginizin imanını artırdı?” Diyen ikiyüzlüler vardır. İnananların ise imanlarını artırmıştır. Onlar birbirlerine bunu müjdelemek isterler.

Kalplerinde hastalık olanların ise pisliklerine pislik katmıştır. Onlar kâfir olarak ölmüşlerdir.”

Müşahede gücü bazen küçük, büyükten daha kuvvetli olur. Yani belirtilen olayları müşahede vadisinde derecesi aşağıda olan bir veli, bazen derecesi çok daha yukarıda bulunan veliden daha kuvvetli olur. Çünkü büyük bir veli kendisinden çok kuvvetli olan zattan galip bulunuyor ki bu Hakkı müşahededir. Küçük veli ise onun durumu böyle değildir o müşahedeyi kastetmektedir. Bu durumda her ne kadar onun da Hakkı müşahede durumu varsa da büyük velinin müşahedesi gibi değildir.

Özetleyecek olursak; Büyük veli Hakkı müşahedesinde kuvvetlenir, halkı müşahedesinde zayıftır. Küçük veli ise bunun aksi yer alır. Yani halkı müşahedesinde kuvvetli, Hakkı müşahedesinde zayıftır.

Bu duruma kıyasla Hz. Hızır ile Hz. Musa hadisesi hatıra gelir. Cenab-ı Hak onların kıssasını bize kendi kitabında anlatırken üç hususu belirtir; Çocuk, gemi ve duvar.

Bu üç olayın bilgisi Hz. Musa’ya gaip idi. Çünkü o bundan daha kuvvetli olanı müşahede ediyordu ki o da Cenab-ı Haktır. Yani Hz. Musa bu durumda Cenab-ı Hakkı müşahede halinde olduğu için halk ile ilgili o üç olayı müşahede de Hz. Hızır’dan zayıf bulunuyordu. Şüphesiz Hz. Musa’nın bu hadiselerle ilgili bilgisizliği onun Kemâl mertebesinin zirvesinde bulunduğunu gösterir. Buna bir misal verecek olursak;

Hz. Hızır ile Hz. Musa bir hükümdarın iki kuluna benzer. Onlardan birini Hükümdar bağrına basmış onu kendisine yakın bir dost edinmiştir. Böylece o kulun hükümdarın yanında oturmaktan ve onun yüzüne bakmaktan başka bir meşguliyeti yoktur. O kadar ki hükümdar bir yere çıkınca o da beraberinde çıkar. Bir yere girdiğinde onunla birlikte aynı şeyi yapar, hükümdar konuşmak istediğinde ancak bu kulu ile konuşur.

Diğer kulunu ise halkın işlerini görmekle, onlarla meşgul olmak üzere görevlendirmiştir. Bu bakımdan ikinci kul halk ile meşgul bulunur, onların işlerini düzenler, hükümdarının emirlerini yerine getirir. Halk ile memleket meselelerini görüşüp konuşur, onların durumunu düzeltmek için uğraşır, bu yüzden de uzun müddet hükümdardan uzak kalır.

Hiç şüphe yok ki birinci kul hükümdara hem daha yakın, hem de O’nun esrarını çok daha iyi bilir. Bununla beraber halkın durumundan, girip çıkanlardan kendisine soru geldiğinde çoğunu bilemez. Çünkü uzun müddet halktan uzak kalmış hükümdarın huzurunda bulunmuştur. Bu hususta ikinci kul ondan daha bilgilidir. İşte Hz. Musa’nın Allah ile olan hali de böyle idi.

ALLAH BİR KULUNU HİCAP HALİNDEN ALIP FETİH HALİNE NAKLETMEYİ DİLEMESİ

Cenab-ı Hak kuluna rahmet edip fetih haline nakletmeyi irade ettiğinde, Evliya-ı Kiram o kul hakkında korkmaya başlar. Çünkü bu fetih ile onun güç yetiremeyip öleceğini veya aklî dengesinin bozulacağını ya da yerinde kalacağını kesin olarak bilemezler. Bu bakımdan o kul hakkında hayli endişeye kapılırlar.

Aklî dengenin bu hususta bozulmasından maksat, müşahede ettiği çok önemli hususlarla birlikte muvazene ve hususiyetini kaybetmesi ve bağlı bulunduğu zattan tamamen kopup ayrılmasıdır. Öyle bir kopuş ki bir daha dönmemesine, aklın yerinde kalması ise, nurundan bir kısmını yitirmesi ve müşahede ettiklerinden bir bölümünü kaybetmesidir.  Az bir ölçüsünün zat ile kalması ve zatı koruyacak kadar bir mana taşımamasıdır. Yani bağlı bulunduğu zatın yemek, içmek, giymek, bakmak ve benzeri hususlarda ihtiyaçlarını karşılayacak kadar aklî melekesinin yerinde kalması demektir. İşte bu durumda hiç kimse, Allah’ın bu iradesinden sonra kulda nelerin meydana geleceğini bilmez ancak o kulun şeyhi bilebilir.

Peki, neden fethe mazhar olan zatta bu gibi haller olur?

Kula fetih yapılınca güç yetiremeyeceği hususları müşahede etmeye başlar. Melekler, cinler ve şeytanlar âleminden takat getiremeyeceği şeyleri görür. Çok korkunç suretlerle karşılaşır, dehşet verici sesler işitir, ödü kopacak hale gelir. Nice kişiler kendi işinde gücünde meşgul olurken Allah ona fetihte bulunur da güç yetiremeyeceği şeyleri müşahede eder ve derhal ölür. Halkta onun ansızın bir kalp krizi geçirip öldüğünü zanneder. Hâlbuki ki fetihten dolayı ölmüştür.

Peki, fetihten dolayı aklını kaçıranla, başka bir sebepten akli dengesi bozulan arasında ne fark vardır?

Fetihten dolayı aklını kaybeden kimse hakikatte aklını yitirmemiş, o sadece Cenab-ı Hakkı müşahede atmosferi içinde kendini kaybetmiştir. Böylece akıl ilahi müşahede denizinde devamlı olarak kendini kaybetmiş oluyor.

Cenab-ı Hakkın bu durumda onun aklını zatından koparıp alması, irade ettiği bir hikmetten dolayıdır. Başka bir sebeple aklını kaybeden kimse böyle değildir. Bunun sebebi Cenab-ı Hak bir kulunu helâk etmeyi murad ettiğinde onun aklını alır. Böyle bir akıbetten Allah’a sığınır O’ndan selâmet dileriz.

Böylece Allah bu gibilerin aklını alınca ruhunu da yavaş yavaş kendi zatının müşahedesinden koparıp o sadece artık kendi zatının ef’alini görebilir. Ruh bu durumda böylesine çirkin fiilleri müşahede vadisinde olgunlaşmaz. Daha doğrusu zata bu durumda bir kabz hali gelir ve aklı ayrılıp gider. Allah’tan selâmet dileriz.

Kulun başına gelen kabz hali devam ettikçe yani ruh böyle bir kasılıp kalmanın tesiri altına girince akıl yerinden ayrılır. Kabz hali devam etmeyecek olursa ruh için bast başlar tekrar sahibine dönüş yapar.

Fetihten başka bir sebeple aklını kaybedenler hayvanlar hükmündedir. Ne var ki Cenab-ı Hak onları cennetine sokmakla merhamette bulunur. Çünkü delilerde ki insan sureti kendileri için şefaatçi olur. Onlar bir bakıma insan suretinde olan hayvanlar gibidirler. Çünkü İnsan son derece saygı değerdir.

Peygamberler, seçkin kullar (onlara sâlat-ı Selâm olsun) insan suretindedirler. Allah onları insanlardan seçip çıkardı, meleklerden çıkarmadı. Bu bakımdan insan, insan olduğu için mükerrem ve muazzezdir. BU sebeple deliler hayvanlar gibi toprak olmayıp kıyamet günü diğer insanlarla birlikte haşr-neşir olup ilahi rahmetten nasiplerini alırlar. Fetih sebebiyle akıllarını kaybedenler ise saygıdeğer velilerdir. Ne var ki diğer velilerle birlikte tasarruf yetkileri yoktur.

NUR KUVVETİ İNMEDEN FETİH YAPILIRSA;

Nur kuvveti inmeden fetih zata gelirse zatta bir karışıklık ve anormallikler meydana getirir. Böyle bir konumda ya ölüm vaki olur ya da aklın yitirilmesiyle neticelenir. Ama zat üzerine nur kuvveti fetihten önce iner, sonra da fetih yapılırsa bu durumda zata bir zarar gelmez.

Nur kuvveti dediğimiz mesela Cenab-ı Hak zayıf bir ota sözünü ettiğimiz kuvvetten verse, şüphesiz ki karşımızda duran dağı kaldırmaya güç yetirebilir. Allah’ın tevfikine mazhar olan zat kendisine henüz fetih nuru inmeden önce bu nur kuvvetinin inmesini arzular. Allah daha iyisini bilir.

Büyük fethe mazhar olanların geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır. Yaptıkları iyilik ve sevaplar makbuldür Günah ve kusurlarının hepsi iyiliğe ve sevaba döner. Yani fetihten önce işledikleri günah ve kusurlar fethe mazhar olduktan sonra iyilik ve sevaba munkalip olur.

Fetihten sonra ise onlardan günah ve isyan sadır olmaz. Çünkü günah ve isyan ancak perde gerisinde, basireti kapalı kalmış kimselerde meydana gelir. Büyük fethe mazhar olanlar ise her an Hakkın müşahedesinde bulunuyorlardır ki bu müşahede onları günah ve isyandan alıkoymaktadır. Melekler de böyle değil midir? Allah’ın emrettiği hiçbir şeyde isyan etmezler emredileni her halde yaparlar. Allah daha iyisini bilir.

FETHİN DURUMU HAYRET VERİCİDİR.

Fethin durumu garip ve oldukça hayret vericidir. Allah’ın nice sevgili kulları var ki Cenab-ı Hak onlara olan rahmetiyle fetih kapılarını açmıyor. Çünkü fetihte öyle haller ve özellikler var ki kendisine fetih yapılan zat fetihten önce zatını arındırıp hazırlamamışsa derhal dönüş yapar. Yani fethin yapılmasıyla ondan dönüşü bir olur. Bundan Allah’a sığınırız.

Bazen Hristiyanlaşır. Bunda da öyle haller var ki onları müşahede ettiğinde ondan da dönüş yapıp bu kez Yahudileşir. (Böyle bir halden Allah’a sığınırız.

Nice kimseler var ki ancak ruhu kendisinden ayrılacağı sırada fetih kapısı açılır. Nice adamlar da var ki kendisine fetih yapılmadan ölür. Ama Cenab-ı Hak onu fethe mazhar olmuş kişilerin halinin çok üstünde ve daha mükemmel ve manasıyla hasreder.

FETİH ANINDA İNSANDAN SİYAHIMSI BİR SİCİM ÇIKAR.

Kendisine fetih yapılan zattan Fetih anında siyah, sicime benzer bir karanlık çıkıp ayrılır. Ki bu onun zatını kuşatmış vaziyettedir. Zattan bu siyah karanlık sicimsi mana ayrılınca zatın üzerine fetih nuru dökülür. Bu nur büyük bir topluluk halinde olur, meleklerden meydana gelmiştir ve bir de başka bir kavimden oluşmuştur ki bunlar o karanlık sicimsi şeyin ayrılmasıyla meşgul olurlar.

Melekler de sırrı taşırlar, O karanlık sicimimsi şey zattan ayrılınca melekler nuru zatın üzerine koyar. Ne var ki o karanlık sicimimsi şeyin zattan alınmasında yaratıklar dehşete kapılır. Hepsi de kendisine fetih yapılan zat hakkında endişelenir. Çünkü başına ölüm mü gelecek, aklını mı kaybedecek bilemezler. Selâmete mi erecek, sonucu ne olacak bir türlü kestiremezler. Bu bakımdan durmadan Allah’a yalvarıp yakarıp o zata güç ve kuvvet, destek ve başarı vermesini boynuna takılan şeyi taşıyabilmesi için kudret bahşetmesini dilerler.

Şüphesiz ki fethin nuru şeyhin zatında olur. Onun ömrünün sonunda varisleri onu taşımaya güç yetirebilirlerse alırlar. Yani şeyhten ayrıldıktan sonra onlar o nuru yüklenirler. Eğer varisler ona güç yetiremezlerse bu bir emanet olarak Cibril AS. a bırakılır. Müridin zatı buna güç yetirinceye kadar Cibril AS. da kalır. Mürid bu aşamaya gelince o karanlık sicimimsi hal ayrılır ve sırrı alır. (Eşşeyh Abdulaziz Debbağ Hz. – El İbriz)

********************************************************************

KENDİNİ TANI – BİLİNCİN ARINIŞI

Nefs”, “Ben” kelimesiyle işaret ettiğin varlıktır!

“Nefs” ve ondaki “bilinç”, gerçeği itibarıyla, yapısının özü itibarıyla; Rubûbiyet Nûrundan yani “Esmâ” mertebesinden yaratılmıştır.

“Nefs”, varlığını Esmâ mertebesinden yani Hakk’ın varlığından alıp, “Rubûbiyet Nûru”ndan yaratıldığı için, “yapısının gereği olarak dilediğini yapmak ister ve yapar”… Engel tanımaz! Hayır veya şerr, iyi veya kötü diye bir kavram bilmez! O, sadece dilediğini yapmak ister ve yapar. Çünkü varoluşu “Rubûbiyet nûru”ndandır.

“Nefs”in aslı, “Nefs-i Küll”dür.

“Nefs-i Küll” nedir?

Cenâb-ı Hak, kendi Esmâ’sını yani özelliklerini seyretmeyi dilediğinde, kendi Zât’ındaki mânâları seyretmeyi dilediğinde, “Zâtı’ndan Zâtı’na tecelli etti” denen bir biçimde, kendi ilminde kendi Esmâ’sını-özelliklerini seyretti!

Bu, “kendi Esmâ’sının seyri” dediğimiz ilmî seyr neticesi olarak, bu Esmâ’nın toplu bulunduğu mânâlar “Ruh-u Â’zâm” adlı meleği meydana getirdi.

“Ruh-u Â’zâm” denilen bu Ruh’a, sahip olduğu bilinç ve ilim itibarıyla “Akl-ı Evvel” adı verilir.

Esasen “RUH” kelimesi kullanım yeri ve işaret ettiği anlam itibarıyla çok farklı yapılara isim olmuştur… Tıpkı “Kıyamet” kelimesi gibi!

Kıyametkelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de; bazen bireysel anlamda “ölüm”, yani bir yapının, diğer bir boyuttaki yaşam biçimine dönüşmesi anlamına işaret ederken; bazen de “ruh boyutu yaşamının, nûrânî yaşam boyutuna” dönüşmesi süreci olarak kullanılmıştır.

Evet, “Akl-ı Evvel”; varlığında mevcut olan kudret itibarıyla “Nefs-i Küll” adını alır. Hayatiyeti, canlılığı itibarıyla, “Ruh-u Â’zâm”, “Ruh” adını alır. Sahip olduğu mânâlar, Esmâ-i ilâhîye itibarıyla da, “Hakikat-i Muhammediye” adını alır.

“Nefs-i Küll”ün zâhiri ve varlığı, bu kâinatı oluşturan cevher olan “enerji” dediğimiz şeydir.

Eni boyu, derinliği, ağırlığı, sınırı falan yoktur. Sınırsız, sonsuz kudrettir… Bir diğer ifade ile “enerji”, Cenâb-ı Hakk’ın “Kudret” sıfatının açığa çıkmasından başka bir şey değildir… Var olan her şey, bundan meydana gelmiştir!

“Nefs-i Küll”de mevcut olan bilinç, ilâhî isimlerin mânâlarını yansıtan bilinçtir, ki kendindeki mânâları ortaya koymayı diler.

Yef’alü ma yüriyd”; “İrade ettiğini = Dilediğini yapar!” (Hac/14)

İşte MÜRİYD oluşu, yani irade edişi – dilemesi, “Rubûbiyet”in kuvveden fiile dönüştüğü mertebedir.

Ve O, “Rubûbiyetin gereği olarak, dilediğini halkeder!”.

“…yef’alullahu ma yeşa”(İbrahiym/27)

“Nefs-i Küll”den, yani varlığın özünü meydana getiren enerjiden, ana rahmindeki sperm-yumurta birleşmesiyle hâsıl olan ilk maddeye, 120.günde özden dışa doğru diye tanımlamaya çalışacağımız bir boyutsal geçişle ulaşan “Nefs-i Küll”ün kudreti, o birimde, “Ruh-u izafî”yi yani “Birim ruhunu=Ruh-u insanîyi meydana getirir.

Yani, beyin çekirdeği, 120.günde “can”lılığa kavuşur, faaliyete geçer… “Nefs-i Küll” dediğimiz varlığı meydana getiren kaynak enerjiden  yani Ruh-u Â’zâm’dan aldığı hayatiyet, melekî güç tesiri ileürettiği ışınsal yapıyla, kendi ruhunu meydana getirir!

Ve, böylece “birimsel izafî ruh”, “Ruh-u insanî” meydana gelir.

………………………………………………………….

“İnsanlar Uykudadır, Ölünce Uyanırlar!”

Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) onu da şöyle açıklıyor:

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!”

Şimdi lütfen bu cümleye iyi dikkat edin.

Bu cümlede sınırlama, istisna yok!

Bir cümleyi okuduğumuz ya da duyduğumuz zaman, önce kafamızdan şunu geçireceğiz. Bu cümle bir sınırlama getirmiş mi, getirmemiş mi?

“İnsanlar uykudadır…” diyor!

Beyazlar, zenciler, Araplar, Türkler gibi ırk ayırımı yapmıyor. Nerede, hangi ortamda, ne yaşamda, ne millette, ne kavimde olursa olsun, bütün insanlar uykudadır! Ancak, uyanma hükmünü neye bağlıyor?

Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın açıklamasının devamı da şöyle:

“…ölünce uyanırlar”!

Ayrıca bu konuyla ilgili şu açıklaması da var;

“Ölmeden evvel ölünüz”, ki uykudan uyanmış olasınız.

İki türlü ölüm var:

Birincisi, fiziki ölüm! Yani, senin iraden dışı olarak, beyin faaliyetinin durması sonucu, beden ve bu bedene bağlı olan her şeyin üzerindeki tasarrufunun kesilmesi.

Ölüm nedir?

Ölüm, tadılacak bir olaydır!

“Küllü nefsin zâlikatül mevt…”

“Her bilinç, ölümü (biyolojik bedensiz yaşamayı) tadacaktır!” (Âlu İmran/185) diyor Kur’ân.

Yani, “nefs”in “ölmesi” diye bir şey yoktur!.. “Nefs”in “ölümü tatması” olayı var!

Senin o nefsim dediğin yapının, ölüp yok olması diye bir şey kesinlikle söz konusu değil! Dolayısıyla, bu “nefs” ölmüyor; ölüm denen olayı yaşayarak, tadarak yeni bir boyuta geçiyor!

Beden ise kullanılmaz hâle gelerek çözülüyor!

Beden kullanım dışı kaldığı zaman, bedendeyken sahip olduğun huylar da ortadan kalkıyor mu?

Hayır!

Bilinç yani şuur, biyolojik bedendeyken hangi huyları ve değer yargılarını benimsedi ise onlarla yaşamına devam ediyor. Biyolojik bedeni olmasa da! Mikrodalga bedeni ve beyniyle!

İşte, “nefs” yani bilinç, biyolojik bedenli yaşamında bunları benimsediği; ve ölümle boyut değiştirerek bunlardan kurtulamayacağı için; “ölmeden evvel ölmek” çaresini getiriyor Hz. Muhammed (aleyhisselâm)!

Zira, normal ölümle ölürse kişi; o hâlinin sonuçlarını yaşamaktan başka yapabileceği bir şey yok ölüm sonrasında!

“Uyku” nedir?

“Uyku”; kişinin bilinçli olarak yaşamını yönlendirememesi hâlidir!

Bilinçli davranışlar ortaya koyamaması hâlidir. Çevresini, bilincini ve ilmini dilediği gibi değerlendirememe hâlidir uyku!

Eğer dünyada yaşarken “NEFS”ini tanıyamamışsan; bilincinin gerçek boyutunun değerlerini elde edememişsen; uyku hâli, kıyamete kadar sürer.

Kıyametten sonra da ebede kadar, sonsuza kadar uyku hâli, gaflet hâli, yani hakikati kavrayamama hâli devam eder!

Sonuç, kişideki kendini şu birim olarak görme, hissetme hâli; onun uykuda oluşunun açık ispatıdır!

Bu hâldeyken boyut değiştirirse kişi, ölümden sonra kıyamete kadar ve daha sonraki sonsuz yaşamda dahi kişi, kendini bir birim olarak hissetme hâli olan uykulu yaşamına devam edecektir. Yani, “Hakikat”i bilemeden, hissedemeden, yaşayamadan, yaşamını sürdürecek.

“Ölmeden evvel ölünüz!..”

“Biyolojik bedenden ayrılmadan önce, algılama yetersizliğinden oluşan varsayım benliğinizin olmadığını idrak suretiyle boyut değiştiriniz”!

Niye?

Çünkü, “ölmeden önce ölmek” hâlini yaşayamadığın takdirde, biyolojik bedenden holografik dalga bedene geçişle problem çözülmez! Bu geçiş, senin “nefs”ini yani hakikatini tanımana yeterli olmaz! Hatta, bunun artık gerçekleşmesi olanaksız olarak sâbitler yapını!

Çünkü, mikrodalga-holografik dalga beynin ancak dünyadaki çalışan beyninin kapasitesine sahiptir!

Doğal şartlardaki yaşamınla ilgili olarak ne dedik?

Bu dünyada neye bağlanmışsan, neyinin terki sana zor geliyorsa; bu, senin kendini, beden, huylar, şartlanmalar toplamı olarak kabul etmendendir! Bunun, kesin olarak başka bir izahı yok.

Neden kopamıyorsan, neye bağlıysan; senin kafanı ne meşgûl ediyorsa, neyi kaybetmenin ıstırabını çekiyorsan, bu çektiğin ıstırap, senin açık seçik, vehmi kişiliği yaşama hâlinin tabii neticesidir. Zaten o çektiğin ıstırap, kâbus hükmündedir.

Nasıl ki uykunda bazı zamanlar kâbus görürsün; kurtulmak istersin kurtulamazsın!

Düşün ki hayatın boyunca bağlanıp kaydından kurtulamadığın şeyden kopma gerçeğiyle yüz yüze geldiğin anda nasıl bunalırsın! Sanki boğazını sıkarlar da nefes alamazsın, boğulacak gibi olursun! Öylesine bir ıstırap çekmeye başlarsın.

Düşün ki, bütün hayatını ona tapınmakla geçirmişsin! İlâhın o olmuş! Şimdi ise onu yitirmek durumundasın! Aklın bunu tasdik ediyor, fakat hâlin de ondan kopmanın çekişmesini veriyor.

Can çekişme anındaki hâli düşünün; hani içinden çalı süpürgesi çekilir gibi diye tarif edilir ya, işte o an!

Hayatını o şeye adamışsın, varlığını ona adamışsın; ve bir anda bakıyorsun, o senin terk edemediğin şey, seni terk etmeye başlıyor! Çalı süpürgesinin içini parçaladığı gibi, o parçalanışı duyacaksın, hissedeceksin.

Ve sende böylesine bir bağımlılık oluşmuşsa, böylesine bir kendini kaptırma yerleşmişse o şeye karşı; şimdi de ondan kopmanın, ayrı düşmenin ıstırabını duyacaksın! İşte bu, kâbus hükmü oluyor!

Bu kopuşlar gerçekleşmediği sürece, senin kendini tanıma noktasına gelmene imkân yok!

İşin bilgi yanını konuşmuyorum, yaşam yanından söz ediyorum.

Çünkü, ne olursa olsun bilgi, insanı arındırmaz!

Bilgi, insanı paklaştırmaz!

Bilgi, gereği uygulanmak içindir!

Öz’ündeki, “sır”rındaki hakikati, Kurân’ı anlayabilmen için ancak ve ancak, temizlenmiş, arınmış olman şart!.. Çünkü:

“Ona (Bilgiye), (şirk pisliğinden – hayvaniyetinden) arınıp, tâhir olanlardan başkası dokunamaz!” (Vâkı’a/79)

Diyor. Neden arınacaksın?

Gerçekleri görmene ve değerlendirmene engel olan tüm şartlanmalarından, huylarından, bağımlılıklarından, dünyaya ait seni kendine esir eden tüm ilgilerinden arınacaksın!

Bütün bunlar, kendini varsayım kişilik olarak hissetmene sebep olan şeyler.

Zaten kendini kişi olarak hissetmesen, onlar senin için hiçbir şey ifade etmeyecektir!.. Seni zorlamayacak, seni üzmeyecek, seni sıkmayacak, seni bunaltmayacak, kafanı bir an bile meşgûl etmeyecek.

Hangi olay, hangi konu, hangi problem senin kafanı meşgûl ediyorsa, o meşgûl eden şey kadar sen bu kişisin!

Oysa sen, bu kişi değilsin!.. Sen, bu beden, çevrenin gördüğü gibi hitap ettiği kişi değilsin!

Nesin?

İşte seni, ne olduğuna yöneltmek isteyen âyetlere geliyor sıra.

Diyor ki:

“‘HÛ’dur, Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın!..” (Hadiyd/3)

Geçmiş veya gelecek. Sınırsız geçmiş veya sınırsız gelecek. Zâhir ve Bâtın O’dur!

“Zâhir” dediğimiz şey nedir?

Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, “zâhir” kelimesi kapsamına girer… “Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey. Bunların, sana göre tümü, “O”dur! Yani, bunların hepsi de -ki bu çokluk kavramı sana göredir- “O” dediğin varlıktır!

Yani, “HÛ”!

“HÛ” kelimesinin mânâsı bir anlamıyla “O” demektir!.. Bir diğer anlamıyla da “Zât’ın hüviyetine” işaret eder ki, o mânânın tafsiline bu kitapta girmeyeceğiz.

Sen, bu beş duyu aracın dolayısıyla, o bütünün arasına giriyorsun; araya girişin itibarıyla da, senin önün ve arkan, ön yüzün ve arka yüzün diye bir olay ortaya çıkıyor!

Gerçekte TEK bir sonsuz sınırsız mutlak var, ki “O”nun için, “O”na GÖRE, “Zâhir”, “Bâtın”, “Evvel”, “Âhir” gibi kavramlar söz konusu değil!.. Bunlar bize GÖRE tarifler, tanımlamalar! Anlayış sınırlarımızı genişletmek için verilmiş izahlar.

Sen, algılama kapasitendeki sınırlılığın getirdiği varsayımınla, TEK’i bölüyorsun!.. Zâhir ve Bâtın çıkıyor ortaya!

Artık sen oradan, o aradan çık, sıyrıl!

O zaman “Tek bir Bütün”ün var olduğunu fark edersin!

Yani, ikilik “sen”den, senin kendi varlık zannından doğuyor!.. Aslında ikilik yok, dış yapı böylesine bir bütün.

Peki. Bu bütünün arasına “Ben giriyorum, ben varım” diyorsun. Hayır! Sen yoksun, diyor. Neyle ifade ediyor bunu?

“Attığında, sen atmadın, atan ALLÂH’tı!..” (Enfâl/17)

Bedir savaşında Rasûlullâh (aleyhisselâm) düşmana ok atıyor. Ok atma olayı ile ilgili olarak da bir gerçeği ifşa etmiş oluyor.

Oku, göze göre, zâhire göre kim attı? Rasûlullâh (aleyhisselâm) attı!

Ama, âyet diyor ki; “Attığında, sen atmadın, atan ALLÂH’tı!..”

O TEKLİĞİN içinde senin bir ayrıcalığın, ayrıca bağımsız bir varlığın yok ki, sen atmış olasın!

Mâdemki “O” bir bütün, tümel TEK varlık; bu tümel varlığın içinde “sen”in ayrıca bir varlığın yok!

Yoksa, sen, nasıl olur da “ben attım” dersin?

Veya, ha “ben attım” demişsin, ha “sen attın” demişsin! Ben attım sözüyle, sen attın sözü aynı düzeydedir! Fark yapmaz ki! Sen attın, ben attım veya o attı!

Bunların tümünün üstüne bir çapraz çiziyor.

Hayır! “Allâh attı!” diyor.

Sen ne zaman ki bir olayda, “falanca yaptı veya filanca yaptı” dedin. Yani, araya bir kişi soktun. Ahmed de, Hulûsi de, Cemile, Mazhar de; velhâsılı kelâm ne dersen de, araya kişi soktun! İşte bu anda âyetin bu hükmünü farkında olmadan inkâr ettin!

“Attığında, sen atmadın, atan ALLÂH’tı!..” (Enfâl/17) diyor.

Peki bu gördüğümüz varlık ne?

Ona geliyoruz şimdi:

“Biz, semâları ve arzı ve ikisi arasındakileri Hak olarak yarattık!..” (Hicr/85)

Yerler, gökler ve ikisi arasındaki her şey, Hakk’ın dışında bir şey değildir!

Sen, Hakk’ın varlığıyla meydana gelmiş olanlara, algılama araçlarının sana verdiği verilere dayanarak değişik isimler taktın… Yer dedin, gök dedin, insan, hayvan dedin vs.

Hâlbuki bu varlık, gerçeğiyle Tek bir varlık; Tek bir yapı hâlindeki varlık!

Ama bu beş duyu ile mevcut yapıya bakarsan, pek çok varlık var sanki!

Öte yandan basîretinle bakarsan, Tek bir varlık!

Ancak basîretinle bakabilir misin? Şimdi ona geleceğiz.

Dikkat et; sana varlık âleminde mevcut olan her şeyin, gerçekte Tek varlık olduğunu, Hak söylüyor!

Sonra, seni tekrar ikaz ediyor O yüce Kur’ân!

Kur’ân-ı Kerîm, eğer okuduğunu anlayabiliyorsan, diyor ki:

“Nefslerinizde (Benliğinizin hakikati)! Hâlâ (fark etmiyor) görmüyor musunuz?” (Zâriyat/ 21)

Buraya iyi dikkat et; âyetteki ifadeye bak!

“NEFSLERİNİZDE” diyor. Hani ölümü tadacak “nefs”in var ya. Aslında, o ne olduğunu bilemediğin, “nefs”in var ya! İşte onun için diyor bunu!

Senin şu anda “nefs” diye bildiğin, bedenin, şartlanmaların ve huylarının toplamıdır!.. Oysa böyle değil!.. Ne olduğunu bilmiyorsun, gerçeği itibarıyla “nefs”inin!

Sadece inanıyorsun, bir “nefs”inin var olduğuna!

İşte O, “nefslerinizde mevcut” diyor!

“Nefslerinizde mevcut” derken; bak, dikkat et!

Bir “nefs”in var da, o “nefs”inde “O” da mevcut, değil!

“O”ndan başka bir şey yok dedik, daha önce! Yani senin, “nefs”im dediğin şey, “O”! Bir “nefs”in var, bir de “O” var, değil!

Ama sen, “nefs”im dediğin şeyin ne olduğunu bilmekten mahrumsun! “NEFS” kelimesini kullanıyorsun, ama gerçek anlamını bilmiyorsun!

Oysa ne diyor? Nefslerinizde (Benliğinizin hakikati)! Hâlâ (fark etmiyor) görmüyor musunuz?”

Tâbire bak!

“Hâlâ görmüyor musunuz?..” diyor.

Madde, göz ile görülür! Ama burada işaret edilen madde değil, “nefs”!

“Nefs” gözle görülür mü?

Demek ki görmekten murat, göz görmesi değil!

“İdrakinle, kavrayışınla onun öyle olduğunu hissedemiyor musun!” anlamında kullanılıyor görme kelimesi burada. Fizik bir maddeyi değil.

İdrakinle, basîretinle bunun böyle olduğunu göremiyor musun; algılayamıyor musun, hissedemiyor musun, fark edemiyor musun? anlamında.

Ve gerçekte var olanı, bu defa bir başka yerde, aşikâre çıkartıyor… Ne diyor?

“Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!..” (Bakara/115 )

Bu âyet, Musa (aleyhisselâm) ümmetiyle, Hz. Muhammed (aleyhisselâm) ümmeti arasındaki farkı da gösterir.

Kur’ân-ı Kerîm’deki, Hz. Musa (aleyhisselâm)’ın mertebesi ile Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın mertebesi arasındaki farkı; Hz. Musa ümmetinin eriştiği nokta ile Hz. Muhammed ümmetinin eriştiği nokta arasındaki mertebe farkını gösterir.

Tabii, “Ümmet” kelimesiyle sıradan bir vatandaşı söylemiyorum… Yani Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın getirdiği kemâlâtı almış bir kişinin durumundan söz ediyorum.

Kur’ân-ı Kerîm’de (A’raf/143) ne diyor Hz. Musa (aleyhisselâm) Rabbine hitapla.

“Rabbim, göster kendini, bakayım sana!”

Diyor, Hz. Musa, Tur dağına çıktığı zaman!

Hz. Musa’ya gelen hitap ise şöyle:

“Len teraniy…

“Beni, asla göremezsin!..”

Senin beni görmen mümkün değil.

Bu “görme”den murat elbette fizik görme değil! Biraz evvel konuştuk.

Hâlbuki Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın bildirdiği hükümler, âyetler, tamamıyla “görmek” üzerine kurulmuş!

Âdeta, “görememek” kınanıyor!

“…Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zâriyat/21) diyor.

“Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır!” diyor.

“Fe eynemâ tüvellû fesemme VECHULLÂH”… (Bakara/115)

Ama burada dikkat edilecek çok önemli nokta var.

“Allâh’ın yüzünü görürsünüz, diyor. “Allâh’ın yüzlerini görürsünüz, demiyor. “Yüzünü diyor!

Evet, şimdi biz, bu gözle baktığımız zaman ne görüyoruz? Çiğdem’i, Cihan’ı, Keriman’ı görüyoruz! Gözlerimiz bunları görüyor! Yani ayrı ayrı yüzler görüyoruz! İsimleri ve de resimleri kaldırın!

İşte o zaman, bu gördüğünüz yüzleri değil; sûretlerin ardındaki kaynak olan Tek bir yüzü görürsün, diyor âyeti kerîme.

Biraz evvel bahsetmedik mi?

Basîretinle baktığın zaman; Varlık Tek bir bütündür; ve bu tek bir varlık olanı basîretinle gördüğün zaman, ALLÂH’ı görmüş olursun!

Esmâsı yönünden, Allâh’ın vechini görmüş olursun!.. Demek ki, Allâh’ın vechini “basîretle görmek mümkündür!

Bu “basîretin” diğer bir adı da “İlim”dir. Ama burada “ilim” tâbirini kullanmıyoruz. Çünkü “ilim” dediğimiz zaman, herkesin aklına fizik, kimya ilminden çerçöp yapma ilmine kadar çeşitli şeyler geliyor!.. Zira biz her şey için ilim tâbirini kullanmışız. Oysa hakiki mânâda ilim, bunlar değildir!

Din ıstılahında ve burada geçen “ilim”; Allâh’ı bilme, yaşama, görme, idrak etme ilmidir. Bu da basîret denilen özellikle olur.

İşte Hz. Musa (aleyhisselâm) ümmetinin en ileri gelenlerine dahi “Göremezsiniz” hükmü gelirken; Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın, Kur’ân-ı Kerîm yolu ile kendisinden sonra gelmiş bütün insanlara vermek istediği şey, kendisinin görmüş olduğu “Allâh’ın vechi”nin görülebileceği gerçeğidir! (Ahmed Hulusi – Kendini tanı)

{{“Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.}}

 


ESMA DERSLERİ – 27 – EL ‘ALîM (M. İslamoğlu 40. video)

$
0
0

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

 BismillahirRahmanirRahıym

 Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi, ve etba’ihi ecmaiyn.

 Rabbişrah liy sadriy;

 Ve yessirliy emriy;

 Vahlül ukdeten min lisaniy;

 Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim göğsüme genişlik ver kolaylaştır işimi düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Âmin, âmin. Değerli dostlar bugün 40. Esma-i Hüsna dersimizde beraberiz. Bugünkü dersimiz Allah’ın Esma-i Hüsna içerisinde de çok özel bir yeri olan El ‘Alîm.

El ‘Alîm; her şeyi mükemmel bilen, bu biliş insan bilişine benzemez. İnsan da bilir Allah’ta bilir. Ama insana El ‘Alîm denmez haşa. El ‘Alîm her şeyi, her durumda, gerek zamansız ve mekân sız olarak, gerek her zaman ve her mekânda eşsiz ve benzersiz bir biçimde bilen demektir. Bu gününe, bilinenin var olup olmamasına bağlı değildir, biz var ettiklerini biliriz, O ise bilince var olur. Dolayısıyla bizim bilgimiz varlığın var oluşuna bağlıdır, Allah’ın bilgisi varlığın var oluşuna bağlı değildir.

Bu bilme alet ve edevata dayalı bilgi değildir, imkân ve yetenekle sınırlı da değildir, ilahi bilginin zatiyeti, mahiyeti ve keyfiyeti bizce meçhuldür. Allah’ın bilmesi insan tarafından tüm boyutlarıyla künhüne vakıf olarak kavranılamaz. Allah’ın bilgisi mutlaktır, sınırsızdır. İnsan mukayyettir, sınırlıdır.

Kısaca şöyle lügavi bir çerçeve çizeyim. El ‘Alîm; ‘îlm kökünden geliyor ben bundan sonra ‘îlm olarak değil ilim olarak telaffuz edeceğim, öyle Türkçeleşmiş çünkü. İlim; İbn. Faris şöyle tarif eder Mekayısü-l lüga’da; el-İlmu yedullu ‘alâ eserin bi’ş-şey’i yetemeyyezu bihi ‘an ğayrihi. İlim bir şeyi, ondan olmayan şeylerden ayıran iz, eser, alâmettir. Yani Temyîzdir.  yetemeyyezu bihi ‘an ğayrihi. İlim Temyîzdir. Temyîz; ayırt etmek demektir. İlim ayırt etmektir. Âlim kimdir? Ayırt edendir ayırt etmeyen Âlim değildir. Adam biliyor, ağzına kadar dolu yani döksen dili dökülüyor ağzından ama ayırt edemiyor, dostu düşmandan ayıramıyor. Alın size zır cahil, ağzına kadar malumat dolu zır cahil, âlim değil.

Âlim ayırt edendir, dostu düşmandan ayırt edemiyor, hakkı batıldan ayırt edemiyor, adaleti zulümden ayırt edemiyor. Böyle bir malumat çuvalını zalim de kullanır, kafirde kullanır, fasıkta kullanır, şeytan da kullanır. Onun için buna Âlim mi diyeceksiniz? Âlim ayırt edendir. Temyîz, mümeyyiz olandır. Bir ilim ki sahibine Temyîz kabiliyeti kazandırmıyorsa, ayırt etme yeteneği kazandırmıyorsa orada ilim yoktur.

CD ler de ayırt edemezler öyle değil mi? içine bilmem kaç GB bilgiyi doldurursunuz, binlerce kitabı doldurursunuz, ama düşmanına da hizmet verir dostuna da. İnkârcıya da hizmet verir mü’mine de. Yani demez ki sen bana düşmansın veya beni istismar edeceksin diyemez çünkü ayırt etmeyi bilmez. Öyle olsaydı CD den Âlim olurdu. Hard diskten Âlim olurdu ama olmuyor işte.

Evet, ilim temyizdir Ragıp el Isfahanî o muhteşem âlimimiz, dilcimiz bir şeyi hakikatiyle idrak etmektir diye tarif ediyor. İdrakus şey bilâ hakikati diyor, bir şeyi hakikatiyle idrak etmek.

Bayrağa alem denir Arap dilinde bayrak alemdir. Niye? çünkü o bayrağı gören orada kimin olduğunu bilir, ayırt eder yani. Dost mu düşman mı, kim. Üst dudağı ikiye bölen şu noktaya Arap dilinde alem denir. Genellikle orası insanın mührü mesabesindedir. Biz pek bilmeyiz böyle bir mührü ama kaif li insanın insandan ayırt edecekler zaman veya babası meçhul bir çocuğun babasını bulacakları zaman baktıkları ilk yerlerden biri de burasıymış Yani ayırt ediyor. Kaif Araplarda bir sanattır, özellikle hem iz sürmeye hem de babası belirsiz çocukların meçhul babasını bulmaya yarayan, böyle geniş alanı olan bir ilim dalı.

Dağlara Âlâm denilmiş Arapça da, neden? Çünkü coğrafyayı dağlar sayesinde eski insanlar özellikle ayırt eder. Bir yere geldiğini hah o dağı Erciyes’i görmüşse tamam, Kayseri’ye yaklaştık, Hasan dağını görmüşse tamam Aksaray’a yaklaştık vs. der. Dolayısıyla dağlar Âlâm dır, yani yine alâmettir alemdir. Alâmet ayırıma, temyize yarayan işaret demektir zaten ilim de alâmetten gelir, alâmet mastarından türetilmiştir, yani ayırt etmek demektir.

‘Alîm; ismi mübalağa ile ismi fail kip, kalıp olarak. Yani abartılı ismi fail. ‘Alîm ile Âlim arasında fark var mıdır? Herhalde vardır, eğer aynı olsaydı aynı söylenirdi. ‘Alîm ile Âlim, biz Âlim diyoruz insanlara. Ama ‘Alîm demiyoruz. ‘Alîm bilen öznenin zatını bilgisi ile övmektir. Âlim ise bilen öznenin sıfatını tanıtmaktır, beyan etmektir.  Her ‘Alîm âlimdir, fakat her Âlim, ‘Alîm değildir asla. Onun için ‘Alim olup ta Âlim olmamak mümkün değildir, âlim bilen demektir, ama ‘Alîm her şeyi bilen demektir, her şeyi bilen bilendir zaten.

Allah’ın esmasına dair mübalağa formları ikidir, iki mübalağa formu vardır aslında özü itibarıyla. Bir; ölülerin aczini ifade eden mübalağa, iki; öğenin aczini ifade eden mübalağa. Allah’ın esmasında ki tüm mübalağa formları ikincisine girer. Birincisi ölülerin aczini ifade eden mübalağa, örnek vereyim; Allâme, aynı kökten gelir bakınız, yani çok büyük âlimlere allâme derler öyle değil mi. Meselâ çağımızın 20. Yy. lın âlimlerinden, müfessirlerinden Mevdudi’ye Allâme Mevdudi derler. Niye allâme derler, yani kendi sınıfı olan âlimlerin içinden de üstünlükleri var, çok biliyor ama Allah’a allâme denmez, bu bir mübalağa formudur allâme. Fakat siz översiniz onu da övgünüzün içini o doldurmayabilir, ölülerin aciz olduğu mübalağa kipidir bu. Yani siz onu övdünüz ama o onun içini doldurmayabilir. Ama bir de övenin aciz kaldığı mübalağa kipi vardır işte o da ‘Alîmdir. Yani ben onu bilgisini övmekten acizim. Tamam her şeyi bilir derim ya yine de övemedim, yine de yeterince ifade edemedim demektir. Böyle iki tür mübalağa kipi vardır.

Muallimde Arapça bir kelime, muallimde ‘Alim ile aynı kökten, ama Allah için muallim kullanılmaz. Neden? Çünkü muallim ilmi tâlim ile öğrenendir. Muallim ilmi eğitilerek öğrenendir. Ama peygamber muallimdir, “Allah beni bir muallim olarak göndermiş bulunuyor.” (İbn Hanbel, III, 328; İbn Mâce, I, 17) diyor, fakat Allah muallim değildir, Allah ilmi kimden öğrenecek te muallim olup öğretecek. Yani, Allah’ın öğrettiği bilgi, öğrendiği bilgi değildir, ama Allah dışında ki herkesin öğrettiği bilgi öğrendiği bilgidir. Dolayısıyla her muallim öğrendiği kadar öğretebilir, öğrendiğinden fazlasını öğretemez.

Allah için Arif te denmez, hiç duydunuz mu, Allah Arif değildir. Niye? çünkü Arif Arif olmadan cahildi. Ama Allah’ın âlim olmadan evveli yok, dolayısıyla Allah için arifte denemez.

Yine marifet bir şeyi diğerlerinden ayıran özü bilmektir, ilim ise özü bilmeye hasredilemez. Öz, kabuk, cevher, sıfat, araz hepsini her tarafıyla bilmektir. Arif kalıntıya bakarak oradan bir hüküm yürütür. Mesela bir evin bir sarayın kalıntısına bakar, burada bir saray varmış der. Onun için arif kalıntı üzerinden bütünü görendir. Arap dilinde de böyle bir kullanım var harap olmuş bir evin kalıntısına ‘ırfanüd dâr diyor Araplar, evet evin kalıntısı. Dolayısıyla demek ki bir şeyden geriye kalana bakıp onun özünü oradan çıkarmaya deniyor. İrfan diye.

Allah’a akıllı da denmez, âkıl, zeki de denmez. Çünkü bunlar önceden olmayıp sonradan olabilen, olduktan sonra da zayi edilebilen şeylerdir. Adam akıllıyken akılsız olur, dolayısıyla Allah için bunlar da kullanılmaz. Arap dilinde bilgiyi ifade eden birçok kelime var ama bunlardan hiç birisi Kur’an da Allah için kullanılmaz sadece ‘ilm kökünden gelen kelimeler kullanılır Allah’a nispet edilir.

İlim, ikan, iman bunları duyuyoruz değil mi? İkan, yakîyn, Bakara/4. Ayetinde mesela; ve Bil ahireti hum yûkınûn. Onlar ahirete ikân içindedirler. Ne fark var? İlim, ikan, iman. İlim aklın yatmasıdır. İkan kalbin yatmasıdır, iman ikisinin de yatmasıdır, akleden kalbin yatmasıdır, yatışmasıdır. Aklı yatıştırana ilim, kalbi yatıştırana ikan, aklı ve kalbi beraber yatıştırana iman denir. Bazılarının imanına kalbi yatışıyor da aklı yatışmıyor, işte ona marifetsiz iman, işte onları onun için şeytanın maskarası oluyor. Bilgisiz iman adamı şeytanın maskarası ediyor. Dolayısıyla bilgi ağacının dört unsuru var, kökü marifettir, gövdesi tasdîyk, dalları ikrar, meyvesi ameldir.

Mûkıyn, Mûkınîyn, aslında kuşkunun yerini yakîynin aldığı kimseye denir. Ayette geçen mûkınîyn de budur. Çünkü ikân hemen ikinci ayette ki lâ raybe fiyh de ki rayb’ın zıddıdır. İçinde rayb taşımayana ikan denir, şüphe, kuşku, şüphe yok, şüphesiz iman rayb sız imandır. Dolayısıyla ona ikan diyoruz.

İlim il şuur arasında da fark var, benzer kavramları karşılaştırıyorum ki temyîz dedik, ilim temyizdir dedik, mümeyyiz olalım bir temyiz edelim, ayırt edelim. İlim ile şuur arasında da fark var. Şuur, aslında hassas bilgi demektir, ince bilgi, şuur. Şa’ıyr; arpanın ismidir Arap dilinde. Niye arpaya şa’ıyr demişler? Çünkü arpayı buğdaydan nasıl ayırt edersiniz? Arpanın ucunda ince kıl gibi bir uzantı vardır, oradan. O ince kıl gibi uzantıdan ayırt edersiniz. Ha biz ayırt edemeyiz ki diyeceksiniz, bundan sonra edersiniz inşaAllah, şuurlu olursunuz yani arpayı buğdaydan ayırt etmek için. Onun için.

Şa’ıyr denmiş, şa’r, saç teline, saça şa’r denir, çünkü incedir, hassastır. Şiir aynı kökten gelir. Şa’ar, şiir. Niye? sözün hassasına incesine şiir denir. Onun için ince söz, saf söz, süzme söz, süzülmüş söz. Onun için şuur da öyledir, insanın en süzülmüş zekâsıdır. En ince ayrıntıları fark edebilir de şuurludur, onun için ince ayırımları fark edemeyen şuursuzdur.

İmanla küfür, imanla kâfir arasını ayırt etmek yetmez, veya hayır ile şer arasını ayırt etmek yetmez. İki şerden daha az şer olanla daha çok şer olanı ayırt edene şuurlu denir. İki kâfirden daha az zararlı olanla daha çok zararlı olanı, Ebu Leheb’le, Ebu Tâlib’i ayırt edene, bu misalin bilmiyorum bazılarını incitmesin doğru olmayabilir. Yani ehlibeyt okulu, şia okulu Ebu Tâlib’e mü’min olarak bakarlar. Onun için ben bu misali geri alayım en iyisi, bazı müminleri üzmeyelim. Ve iki zararla iki, hayır diyelim ve onları ayırt etmeye şuur denir.

Eğer bir adam, öyle diyor Hz. Ali’nin akıllı tarifi o Nehcü-l Belâğa da. Akıllı adam hayrı şerden ayırt eden değil, iki şerden daha az ehven olanı ötekinden ayırt edendir. Hakikaten bazen öyle oluyor ki iki şer önünüze geliyor ve ayırt edemiyor insan. Oysaki orada iki şerden daha ehven olanı ayırt etmesi lazım. Ayırt etmesi lazım ki hareket edebilsin. Çünkü başka çaresi yok. O da şer, o da şer diyorsa o şuursuzdur. O şer, umumu kapsayacak bir şer, öbürü kendine şer. O zaman eğer ille de birini atacaksan başka yol yoksa umumu kaplayacak olan at, kendine şer olan kalsın, bu mühim.

Evet, şuuru da öğrendik ilimle şuur farkını, şimdi nazari çerçeveye geçebiliriz. İlahi bilgi, insani bilgi, ne fark var? İlim, Kur’an ın bir kaç merkezi kavramından biridir. 900 yerde atıf yapılır Kur’an da, çok yüksek bir rakam bu. Allah’ın ilim kavramı ilahi vahyin merkezine yerleştirmesi insanlık tarihinde bir devrimdir, bu çok önemlidir. İlim kavramını dinin merkezine yerleştiriyor. Mü’min insanın imanının merkezine yerleştiriyor, bu çok önemli, insanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır. İnsanlık aklının da kemâle erdiğinin ifadesidir bu.

İşte bu dönüm noktası dolayısıyladır ki İslâm medeniyeti dediğimiz medeniyet yeryüzünde ilmin de beşiği olmuştur. Onun için İslâm medeniyeti Endülüs medeniyeti gibi yeryüzü tarihinde gerçekten bir şafak olan medeniyeti doğurabilmiştir. Onun içindir ki birçok ilimlerde kadîm ilimler önceden de vardı, eski Mısır’da vardı, Mezopotamya da vardı, eski Hint’te vardı, çin’de vardı ilimler yeni başlamadı insanlık tarihiyle yaşıt. İnsan bitkiyi gördüğü anda bitkiyle ilgilenmeye başladı, ilgilenmeye başladığı anda da bitki bilimi oluşmaya başladı, yani botanik yeni bir şey değil, tıp yeni bir şey değil. İlk insanla başladı, çünkü ilk insan hasta olduğunda şifa aradı ve dolayısıyla insanoğlunun işte düşünce Yunanla başladı veya şurayla başladı burayla falan, bu bir egosantrizmdir. Bu bir medeniyet gibidir, uygarlık gibidir. Tekerrürdür bu.

Ama böyle değil, dönüm noktaları var. Bu dönüm noktalarından biri de işte Kur’an ın açtığı bu çığırdır. Kur’an ın açtığı çığır kendine has imanî bir rasyonellik üretmiştir, aklı imanın elinde kullanmayı öğretmiştir insana. Ondan evvel imana yakınsan akla uzaksın, akla yakınsan imana uzaksın, böyle bir direnme vardır. Ona yakınsa ona sırt dön, ona yüzünü döneceksen ona sırt dön.

Hayır, akılla imanı insanın iki eline verdi Kur’an. Dolayısıyla aklı imanın hizmetine verdi, ilim imanın ışığı oldu. İman ilim ışığıyla gördü eşyayı, onun içinde bu bir inkılaptır gerçekten insanlık tarihinde. Boşuna yetiştirmedik, kendiliğinden çıkmadı Tıp’da bir deha olan İbn. Sîna’yı bu medeniyet boşuna yetiştirmedi. Botanikte bir deha olan İbn. Baytar’ı bu medeniyet boşuna yetiştirmedi. Cebir de bir deha olan Cabir bin Hayyan, yine trigonometride bir deha olan Cabir bin Hayyan boşuna yetişmedi.

Onun için her ilimde öyle, işte geçende söyledim optikte nasıl bir İslam aliminin bugünkü kameraların ilk sistemini bulduğunu. Dolayısıyla İslam medeniyetini böyle bir medeniyet eden ve ilimlerin yenileyen, bugün modern ilimler dediğimiz ilimlerin kurucusu olan bu büyük alimleri yetiştiren bu medeniyetin itici gücü Kur’an ın merkezine ilmi koymasıdır. 900 yerde atıf yapmasıdır. Yani inkâr eden bilerek, bildikleriyle inkâr etsin, iman eden bir delille iman etsin diyen başka bir hayat sistemi var mı? İmandan bahsediyor ama delille iman etsin diyor, İnkârdan bahsediyor madem inkâr edecek delille inkâr etsin diyor. Kur’an ın her tarafına yayılmıştır kul hatu bürhaneküm in küntüm sadikiyn. (Bakara/110), (Neml/64) vs. eğer doğru söylüyorsanız haydi getirin delilinizi. Daha ne desin, yani getirin delilinizi biz de inanalım.

Bunu Allah diyorsa orada her şey biter, yani rabbimizin bilgiye, delile verdiği değere bakınız. Peki diyeceksiniz böyle bir Kur’an ın salikleri bugün ne haldeler? Niye şu haldeyiz? Niye bu hale geldik bugün?. Başkaları icat ediyor biz onları kullanarak onların üstünden hava atıyoruz, sadece tüketicisiyiz. Bir zamanlar biz icat ediyorduk onlar kullanıyordu, neden bugün başkalarının tüketicisi olduk, başkalarının nesnesi olduk. Bir zamanlar ilimde dünyanın öznesi idik, yeryüzünün çapını adam yaya yürüyerek ölçer mi diyeceksiniz, evet ölçtük, biz ölçtük. Yeryüzünün küresel haritasını ilk biz çıkardık, El İdrisî yaptı bunu.

Dolayısıyla söylenecek çok söz var fakat niye bu hale geldik, bugünkü derste bunun içini açacağım. Bugünkü ders biraz kelâm eleştirisi olacak dostlar, özel bir ders. Niye böyle olacak çünkü bugün karşı karşıya kaldığımız ümmetin bu pür melâli bugün başlamadı, 5.yy. dan sonra o çöküşle beraber nerede kırıldı? Nereden bu hale geldik, hangi süreçleri geçerek bu hale geldik sualinin kökünde Allah’ın ilmi ile Allah’ın tabiat yasalarını karşı karşıya yerleştirmek vardır. Yani Allah’ın yasalarını bir kutba – Allah’ın ilmini de bir kutba. İnsan iradesini bir kutba – Allah’ın iradesini bir kutba yerleştirip Allah’ın kudretinde insanı dövmek. Yani Allah’ın kudretiyle Allah’ın yasalarını dövmek. Allah’ın iradesi ile – Allah’ın kula verdiği cüz-i iradeyi dövmek. İşte bu, kırılma orada başladı. Onun için bunun temelinde de ‘Alîm ismini doğru anlamak ve anlamamak yatıyor. O nedenle bugünkü dersimiz biraz farklı olacak.

Marifet, şuur, idrak, ihsas, akl,, va’y, derb bunların hepsi de ilimle ilgili kavramlardır ve hepsi de Arapça’dır. Peki, bu kavramlar hiç Kur’an da Allah’a isnat edilir mi, yani Allah’ın marifeti? Hayır, hiç. Allah’ın şuuru? Hayır. Yani şu’urullah, yok böyle bir şey. İdrakullah, haşa böyle bir şey yok. Aklullah yok, ama Emrullah var. İlim Allah’a isnat edilir, izafe edilir, nispet edilir Kur’an da. Fakat ilimle ilgili bu kavramların hiç birisi Allah’a ne isnat, ne nispet, ne de izafe edilir. Yani 3 ayrı nispet şekli Arapça da onun için ayrı olarak kullanıyorum, inceliği bilenler bilirler.

İlim Kur’an da doğrudan mastar şekliyle Allah’a izafe ediliyor. ‘İlmullah, Allah’ın ilmi, isim tamlaması. Farkında mısınız Allah’ın ilmi, muzaf, muzafun ileyh, tamlayan tamlanan. Oysa ki bu durum kudret, kuvvet, hayat, semi’ğ, basar gibi bir çok sıfatta görülmez. Yani kudretullah kalıbını Kur’an da göremezsiniz, semrullah kalıbını göremezsiniz, basarullah veya basiretullah kalıbını göremezsiniz. Ama ‘İlmullah görebilirsiniz. Bu çok önemli, onun için altını çiziyorum.

Allah’ın ilmi ile kulların ilmi arasında Allah ile kul kadar fark vardır, doğaldır değil mi? İlahi bilgi ile insani bilgi arasındaki farkları sayabilir miyiz, şöyle bir temyîz etsek. Ben deniz 7 fark çıkardım, fakat benden evvel de birileri teşebbüs etmiş, mesela Razî 6 fark çıkarmış ama ben o farkları klasik kelâmın gölgesi altında gördüm. Klasik kelâmın gölgesinin altında ezilmiş neredeyse. Klasik kelâmın gölgesinin düştüğü her şeyde Kelâmın akideşelme tehlikesini gördüğüm içim orayı görünce hemen oradan uzaklaşıyorum.  Bu konuda müstakil bir eser yazmışımdır naçizane, İman. Kelâmın akideleşmesi, akidenin kelâmlaşması. Orada iki başlıktır bu. O eser yazılalı 18 yıl oldu.

Kelâmın akideleşmesinden bu ümmet ne belâlar çekmiştir tarihte bunu gördük. Akide de kelâmlaşıyor o zaman. Heidegger ifadesiyle söylersek laflama, imanı laflamaya, lafazanlığa dökünce artık lafazanlık yarıştırmaya başlıyorsunuz. Bugün kelâm diye bir ilim var mı? İlahiyatlarda kelâm kürsüsü nasıl? Ne durumda? Bitti. Niye bitti? Kendini bitirdi, krize girdi. Oysa kelâma usulüddîyn derlerdi başlangıçta, dinin usulü. Kelâm olmasaydı din ortada kalmazdı gibi de kelâmcıların bir iddiası vardır, dini biz savunduk falan diye. Zaten bu iddia batırdı onları. Oysa ki din Allah’ın diniydi, Allah dinini savunurdu. Din elden gidiyor diye diye kelâmı elden götürdüler, krize girdiler ve kendileriyle birlikte de başka şeyleri de krize soktular. Onun için Kelâm ilmi biteli çok oldu. İsmail Hakkı İzmirli merhum yeni ilmi kelâmı yazdı onun için, çünkü eski kelâm bitti, gidemez, daha fazla gidemez. Kendi ayağına kurşun sıktı. İşte oraya girmeden Allah’ın ilmiyle insanın ilmini şöyle 7 maddede özetlemeye çalıştım.

1 – Allah’ın bilgisi bilinenin varlığına bağlı değildir. Kulun bilgisi bilinenin varlığına bağlıdır, bu açık.

2 – Allah’ın bilgisi bizatihi bilgidir, kulların bilgisi kazanılmış bilgidir, zenb bilgi veya kisbi bilgide derler.

3 – Allah’ın bilgisi zamana bağlı değildir, kulların bilgisi zamana bağlıdır. Yani biz bir şeyi zamanla biliriz, onun için onu bilmeden önce, bildikten sonra gibi ayırt edebiliriz. Bilmeden önce şöyle davranıyordum bilince böyle davrandım deriz. Dolayısıyla bizim bilgimiz zamana bağlıdır.

4 – Allah bilmek için duyulara ve fikre ihtiyaç duymaz, ama kullar bilmek için duyulara ve fikre ihtiyaç duyar.

5 – Allah’ın bilgisi kalıcıdır, kulların bilgisi geçicidir. Kul bilir, öğrenir unutabilir, Allah unutmaz. Lâ te’huzühû sinetün ve lâ nevm. Allah unutmaz, uyumaz. Dolayısıyla kul unutabilir hatta hafızası sıfırlanabilir, bakıyorsunuz annesini bile tanıyamaz hale geliyor, evladını tanıyamaz hale geliyor. İşte Alzheimer mı diyorlar ona, yani ibret için veriyor Allah. Şöyle bakıp ya rabbi koru demek lazım. Yani insan en bildiği, en çok bildiği şeyleri unutur mu, unutabilir mi? Unutunca ne hale geliyor görüyorsunuz. Dolayısıyla Allah’ın bilgisi böyle geçici değildir.

6 – Allah’ın bir şeyi bilmesi başka bir şeyi bilmekten alıkoymaz. Ama insan bir şeyi öğrenmek için öbür şeyleri o anda en azından geçici olarak ihmal etmesi lazım. Yoğunlaştığı şeyi öğrenir. Dolayısıyla insan ancak sıraya ve hiyerarşiye dizmek zorundadır bilgiyi, ancak böyle kullanabilir zaten, şu anda bendeniz de onu yapıyorum dikkatinizi çekiyor mu? Konuşmak sözü yönetme, fikri yönetme sanatıdır, siyasettir. Spiker siyasetine hitabet diyoruz. Şu anda aklıma bir çok şey geliyor, ben diyorum ki sen öne geç, sen arkaya geç, sen en arkaya geç sıraya dizilin, sen birinci çıkacaksın, sen ikinci..vs. Ama bunu yaparken (Beyin) saniyenin içinde binlerce işlem yapıyor. Allah’ın muhteşem bir mucizesi başka bir şey değil. Yani korteks oradan, oradan, oradan bağlantılar kuruyor, geçmişe gidiyor, geleceğe gidiyor, hale geliyor bütün bunlar arasında seçiyor, cümle yapıp sunuyor. Olaya uygun kelimeleri seçiyor. Yani önce düşünceyi seçiyor, düşünceye uygun kelimeleri seçiyor, kelimeye uygun ses tonunu seçiyor, ses tonuna uygun dudak hareketleri ve gırtlak hareketleri, ses tellerini ona göre….! Allah, Allah, Allah..! fesuphanallah..! Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban..! o halde rabbimizin hangi bir nimetini inkâr edersiniz. Ne diyelim şimdi, nasıl şükredelim..!

7 – Allah’ın bilgisi sonsuzdur, kulların bilgisi ise sonludur.

Dolayısıyla bu çeşitleme daha da fazlalaştırılabilir, ben bu kadar buldum. Bu 7 hususta Allah’ın bilgisi ile kulların bilgisi ayrılır.

Ek bilgi; 8 – Hiçbir şeyin bilgisi Allah’a gizli kalmaz. O, açık ve gizli bütün şeyleri bilir. O’nun için gizli olan bir şey yoktur.
Kulların bilgisi ise böyle değildir. (Razi,Tefsir Fahrur Razi, s. 228)

9 – Allah’ın bilgisi mükemmeldir, zerre kadar noksanlığı yoktur. Kulların bilgisi ise mükemmel değildir, mutlaka eksik bir yanı vardır.]

Bilgilerin en büyüğü, en büyüğün bilgisidir, esma-i hüsna odur işte. En büyüğün, en üstünün bilgisidir, en güzelin bilgisidir. Bilgilerin en güzeli en güzelin bilgisidir. En güzel bilgi de esma-i hüsnadır. Allah hakkında ki bilgi bilgilerin en büyüğüdür çünkü Allah bilinenlerin en büyüğüdür. Dolayısıyla şu anda gördüğümüz dersler bilgilerin en büyüğüne ait derstir esma dersleri.

Cehalet, idrakin zıddıdır bilgisizliğin değil. Onun için bilginin zıddı bilgisizliktir cehalet değil, bu çok önemli. Cahiliye diyoruz aslında bilginin olmadığı çağ değildir kendini bilmeyenlerin yaşadığı çağdır. Dolayısıyla deli diye bilgisize demezler ki, akılsız olana derler, akılsız diye de aklı olmayana değil, aklını kullanmayana denir. Yani bu manada cahil idrak edemeyene denir bilmeyene değil. bildi mi öğrenir ama öğrenilmiş bilgi hali vardır ki o bilgi ile gitmez. Dolayısıyla cahiliye öyle bir şeydir. Ebu Cehil toplumunun içinde en entelektüellerden biriydi, uluslar arası bir tüccardı, ithalat ve ihracatçıydı. Nasıl cehaletin babası oldu? Kendini bilmezlik yüzünden, kendini bilmedi.

Allah’ın ilmi ve insanın sorumluluğu nazari çerçevede 2. Başlığımız bu.

Cahiliye de bir kader anlayışı vardır, İslâm tarihinin en büyük problemlerinden biri cahili kader anlayışının Kur’an ın inişinden150 yıl sonraki kendisini rivayet kültürü içinden yeniden hortlatması, türetmesidir. Daha önce söylemiştim yine yeri geldikçe söyleyeceğim.

Cahiliye kader anlayışı nasıldı? Bu Kur’an da birkaç kez geçen şu cümle içinde billurlaşır. Rabbimiz cahiliyenin kader anlayışını şöyle ifade ediyor; lev şaAllâhu ma eşrekna.. (En’am/148..) Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık, yani bizim şirk koşmamızı Allah diledi. Allah’ın ilmi çerçevesinde bu vardı, dolayısıyla biz Allah’ın dileği üzerine şirk koştuk, şimdi bizim suçumuz ne. Cahiliye toplumu kaderci denecek derece de bir kader anlayışına sahip. İşte böyle düşünüyorlardı Allah dileseydi biz şirk koşmazdık. Şimdi Allah kitap gönderiyor, o zaman bu kitap Allah’a ait değil diyorlardı, böyle akıl yürütüyorlardı. Çünkü Allah’a ait olsaydı Allah’ın dileği üzerine biz şirk koştuk bizim şirkimize böyle bir itiraz etmez ve bizi suçlamazdı. O zaman bu kitap Allah’a ait değil. Niye? Bizim çünkü Allah’ın dileği üzerine gidiyoruz, bizim şu anda üzerinde bulunduğumuz hal de Allah’ın dileği. Çünkü biz Allah’ın dilemediği bir hale gitmeyiz, gidemeyiz, istesek te yapamayız. Böylesine bir satanizm kadercilik vardı cahiliye de.

Onlar şirki kendiler seçtiler, İbrahim’in torunlarıydı, İbrahim müşrik değildi. Öyle değil mi, Kur’an öyle diyor İbrahim müşrik değildi, onlar şirki seçtiler. Fakat bu seçimlerinin sorumluluğunu da Allah’a yüklediler. Yani hem seçtiler hem seçimlerinin sorumluluğunu seçmediler, seçtiler ama sorumluluğunu üstlenmediler. Bu Allah’a açık bir iftiraydı böylece sapıklıkta zirve yaptılar. Hem şirki seçerek sapıttılar, hem de seçtikleri şirki Allah’a atarak sapıttılar, iftira ettiler. Böylece onlar davranışlarının sorumluluğunu da inkâr etmiş oldular. Aslında takvaya davet,  davranışının sorumluluğunu üstlenmeye davettir, takva sorumluluk bilincidir. Davranışının sorumluluğunu üstlenmeyen adam muttaki olamaz. Bu sapıklıklarını Allah’ın irade ve kudretine alet ettiler. Evet, Allah’ın irade ve kudreti gereği biz böyleyiz dediler. Haşa Allah’a iftira ettiler.

Soru şu; Şimdi müşrikler böyle yapmakla Allah’ın irade ve kudretini yüceltmiş oldular mı? Bunu söylemek için en az onlar kadar sapıtmak lazım. Yani müşrikler Allah’ın kudretine çok iman etmiştiler. Allah’ın iradesine, neş’iyetine çok iman etmiştiler, onun içinde  lev şaAllâhu ma eşrekna eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık diyorlar, o kadar mü’min adamlar ki..!

Mı diyeceğiz? Bunu dersek imana iftira olmaz mı, Kur’an a iftira olmaz mı, Allah’a iftira olmaz mı? Şu halde kim ki Allah’ın ilmini kendi özgür iradesinin karşısına yerleştirir ve eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmekten kaçmaya alet ederse, o da müşriklerin yaptığını yapmış olmaz mı? Allah’ın ilmi burada, insanın iradesi burada. Dolayısıyla insan iradesini tutuyorsan Allah’ın ilmini atıyorsun demektir diyen bir anlayış doğru bir anlayış olabilir mi? Allah’ın ilmi ile insanın iradesini karşı karşıya koyan bir anlayış doğru olabilir mi? İnsana iradeyi kim verdi diye sorarlar o zaman. O ilmin sahibi o iradeyi verenin de ta kendisi değil mi? Şimdi Allah’ın bir elini öbür eliyle mi savaştıracaksınız. Yabancılaşan el sendromu, yabancı el sendromu, eyvallah..!

Allah’ın ‘Alîm olması insan iradesinin karşısına asla konulamaz, öyle yapan eğer Allah dilese biz şirk koşmazdık diyen müşrik akılla aynı karaktere girer. ‘Alîm olan Allah beşere ruh üfleyip onu iradeli bir varlık yaparken de ‘Alîm idi öyle değil mi? Beşere iradeyi kim verdi, Allah. Ruhu kim üfledi, Allah. Üflediği ruh içinde iradeyi kim verdi, aklı kim verdi, Allah. Peki bunu verirken de ‘Alîm değil miydi? ‘Alîm idi. Allah’ın her şeyi bilmesiyle insanın sorumluluğunu karşı kutuplara yerleştirenler Allah’ın insana bahşettiği iradenin ne işe yarayacağını bilmemekle itham ediyorlardı, bu ağır bir vebaldir, ağır bir sorumluluktur.

Eğer Allah insana irade verirken iradenin ne işe yarayacağını da biliyorsa ki öyleydi, o zaman rabbimiz iradeyi verirken iradeyi nasıl kullanacağını da biliyordu, kötüye de iyiye de kullanacağını biliyordu, bunu bilerek verdi, hatta bunu kullansın ve seçsin diye verdi.

Peygamberleri, kitapları bunu bildiği için gönderdi, iradesini doğru kullansın diye. Yoksa peygamber ve kitap göndermeye ne ihtiyaç vardı. İradeyi fikslerdi, standartlardı bağlardı hakikate ve hayra batıla hiç yönelmezdi, küfre hiç yönelmezdi, şirke hiç yönelmezdi. Kapatırdı orayı, hiç dağların müşrik olduğunu duydunuz mu, denizlerin kâfir olduğunu duydunuz mu? Göklerin inkâr ettiğini duydunuz mu? İnsan da öyle olurdu.

Ama o zaman irade olmazdı İnna ‘aradnel emanete ales Semavati vel Ard.. (Sebe’/72) emaneti insan yüklendi. Gökler yerler yüklenmedi. vel cibal, dağlar yüklenmedi. feebeyne en yahmilneha ve eşfakne minha onu yüklenmekten kaçındılar, niye? çünkü emanete ehliyetleri yoktu. Biz ehliyet ve liyakat sahibi değiliz ya rabbi, iradeyi taşıyacak liyakatte değiliz, onun için; İnnAllâhe ye’muruküm en tüeddül emanati ila ehliha.. (Nisa/58) Allah emanetleri ehline vermemizi emreder de kendisi ehline vermez mi? Dolayısıyla dağlar kaçındılar, yerler kaçındılar, çünkü irade emanetine ehil değillerdi.

Ama dağlar dağlık yaptılar, çivilik yaptılar yeryüzünün çivileriydi öyle değil mi? onun için Velcibale evtada. (Nebe’/7) dağlar yeryüzünün kazıklarıdır. Güneş güneşlik yaptı VeşŞemsü tecriy limüstekarrin leha* zâlike takdiyrul ‘Aziyzil ‘Aliym. (Yasin/38) Güneş Azîz ve ‘Alîm olan Allah’ın kendisine biçtiği yörüngede biteviye dönüp duruyor, bakınız görevinden hiç görevini terk ediyor mu, görevini aksatıyor mu?

Dolayısıyla insan üstlendi iradeyi, emaneti, hilafeti. İnsana layıktı çünkü insan buna uygun yaratılmıştı. Ama ne yaptı? innehu kâne zalumen cehula. (Ahzab/72) zalim ve cahil biri olup çıktı emanete ihanet ederek. Yani iradesiyle emanete ihanet etti. Sadakatte gösterdi, sadık olanlar da var, demek ki seçiyor, demek ki eyleminin sorumluluğunu üstlenmesi lazım.

Peygamberleri, kitapları bunu bildiği için gönderdi. İradeyi vicdanla ve akılla takviye etti, hesap günü tayin etti, ödül ve ceza koydu, cennet ve cehennemi var etti. Niye? İnsan iradesinin tercihine göre ya ödül ya ceza olsun diye. Hesap günü koydu Niçin? İnsan iradesiyle seçtiklerinin hesabını versin diye.

Hem insanı bir şeye mecbur edip hem de hesap sormak Allah’ın hakkaniyetine sığar mı? Siz kulken böyle bir şey yapsanız karşınızda ki ne der, adalet mi bu demez mi, Allah böyle yapar mı? Haşa, Allah’a zulüm isnat etmektir. ve ma zalemnahüm ve lâkin kânu enfüsehüm yazlimun. (Nahl/118) Biz onlara zulmetmedik, onlar kendilerine zulmettiler. Bitti, eyvallah..!

İnsan zihni ‘Alîm ismini anlamak için insan bilgisinden yola çıkmak zorundadır, klasik kelâmın, özellikle Eş’ari kelâmının problemi bu oldu. Yani Allah’tan yola çıkıp anlamaya kalktılar. Allah’tan yola çıkması aklın, aslında yola çıkmaması demektir, yola çıkamaz ki yol yok orada. Akıl eğer bir şeyi anlamaya yola çıkacaksa haddini bilecek, aşağıdan başlayacak, merdivenin tepesinden çıkılmaz merdivenin alt basamağından çıkılır, akıl haddini bilecek. Onun için Allah’ı anlamaya bile Allah’tan başlanmaz, başlanamaz, başlayamazsınız. Akıl yetmez, zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez. İdraki meali bu küçük akla gerekmez diyordu Ziya paşa değil mi, bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.

Onun için yanlış bir yerden başlanıyor, Allah’tan. Allah’ı anlamak için dahi varlıktan başlayacaksınız. Bakın rabbimiz kendisini bize varlık üzerinden anlatıyor. Zira sınırlı zihin sınırsız bilgiyi ve sınırsız bileni doğrudan kavrayamaz dolaylı kavrar.

İşte bunun gibi esere bakıyoruz müessiri anlıyoruz, sanata bakıyoruz sanatkârı anlıyoruz, fiile bakıyoruz fâili anlıyoruz. Doğrudan fâilden yola çıkıldı mı arada kalınıyor, nasıl anlayacaksınız, Allah aşkın bir varlık. İnsani iradeyi de ilahi bilgi ve İlahi iradeden yola çıkarak kavrayamayız.

Biz acz tarıkine mensubuz, aşk tarikine mensup olanlar bunu iddia ederler ve keşf iddiasındadırlar. Bu iddia çok iri ve çok riskli bir iddia, enaniyeti okşar, kibir ve gurur bunun altına gizlenir, nefsi kabartır. Yani hani terbiyeli pilav, terbiyeli et falan var ya, terbiyeli nefis olur. Bu da şeytanı davet eder. Acz tarikı en Selîm tariktır, insana haddini hatırlatır, boyunu aşan iddialardan insanı uzak tutar. Sen acizsin ey insan, Allah karşısında acziyetini itiraf et, budur. O zaman bilirsin. Yani önce kendini bil rabbini bilmek istiyorsan nefsin önünü tıkar şeytana bahane vermez. Acz tarikından olanlar işte Allah’ın ilminden değil insanın sorumluluğundan başlarlar.

Soruyu Allah’ın ilmini başa getirerek sorduğunuz zaman çuvallamaya başlarsınız. Allah şunu da biliyordu o zaman diye başladınız mı yanlış yerden başladınız zaten. Allah’ın bilgisini ne kadar biliyorsunuz, spekülasyon, konuşacağınız her şey spekülasyon. Mutlak bilgisine iman edersiniz, ondan öte bir ayrıntıyı bilmeniz mümkün değil. Allah’ın ilminin ne mahiyetini ne diniyetini zatiyetini bilemezsiniz. Bilemediğiniz konuda konuşmanız spekülasyondur başka bir şey değil.

Ama bildiğiniz bir şey var insanın sorumluluğu, sorumlu musun bundan bana haber ver, bunu biliyorsun, adın gibi biliyorsun. O zaman gel senden başlayalım işe, Allah’tan değil. Çünkü burada sorun Allah değil, işte problem de bu, klasik kelâmın problemi bu, Allah elden gidiyor problemi.

Evet, evet, çok aşırı oldu biliyorum ama aynen bu din elden gidiyor diyorlar ya hani, Allah elden gidiyor Allah’ı kurtaralım haşa. Allah’ın kudreti elden gidiyor, Allah’ın neş’iyeti elden gidiyor, şu Allah’ın kudretini bir kurtaralım, insan ne olursa olsun.

Sen kendini kurtar be, Allah elden melden gitmez, Yangında ilk önce kurtarılacak olan Allah..! haşa. Haddini bil. Klasik kelâmın en büyük problemi buydu işte. Yangından kurtarılacak olan sensin, Allah nasıl elden gider, Allah’a kim dokunabilir ki..!

Problem de buydu, maalesef bu problemi eş’arilik başımıza sardı. Tam sözün burasında eş’arilikten biraz bahsetmem lazım.

Bu millet Maturudi idi, nasıl milleti eş’ari yaptılar? Farkına vardırmadan çaktırmadan, aslında bu problemi ele almak lazım. Ebu Hasan Eş’ari Allah kendisine rahmet etsin, taksiratını affetsin ecrini çok etsin. Bu ümmetin yıldızlarından biridir, kelâm âlimidir. Kendisi Mu’tezile idi, mu’tezile içinde yetişti büyüdü ve hemde Mu’tezili iken kitap yazdı. Daha sonra “iktida” etti. Her mühtedi eski putlarına karşı acımasızdır. Ben ömrümde hiçbir putun üstünde çıkıp ta tepinmedim, ihtiyaç duymadım çünkü putum olmadı. Ama putu olanlara bakıyorum putlarını terk ettikten sonra ayaklarının altında iyice ezilmiş bitmiş halâ tepiniyorlar. Bu kadar olmaz ya git işine bak, işin yok mu senin?

Dolayısıyla Mu’tezili idi mu’tezilikten çıktı ve statükoyu koruyan bir anlayış geliştirdi, tamamı statükoyu koruyan bir anlayıştı eş’arilik. Peki neden buna ihtiyaç hissetti? Mu’tezilenin akıllıktan akılcılığa savrulan tarafına tepki olarak bu da eş’ari de İslâm’ın kodlarını maaleser katolisizme benzer bir biçimde kodladı. İslâm Katolikliği diyebileceğimiz bir kodlamayla kodladı.

Onun için bu kodlamanın özünde ise Allah’ın kudreti ve ilmi yatıyordu, yani yangında ilk kurtarılacak olan Allah’ın kudreti ve ilmi. Niye? çünkü orada buna karşı bir şey görmüştü. İşte o uydurma rivayette olduğu gibi; Ümmetin akılcılığını, İslâm’ın rasyonalizmini savunan mu’tezile söylevine mecusilik atfedilmişti. Niye? Hani mecesiler iki tanrıya inanıyorlar ya ahura mazda ve ehrimen, iyilik ve kötülük tanrısı, şimdi şerri Allah’a isnat etmezsek şerre bir yaratıcı bulacaklar bunlar.

Ne alakası var? Bunun Allah’a iftira demeye geldiği görülmedi. Kur’an şerri hiç Allah’a isnat etmezken, klasik kelam getirdi şerri Allah’a isnat etti ve getirdi bunu da hayrihi ve şerrihi diye imanın içine koydu. Alâkası yok, hiç alâkası yok ve Maturudi olan bu millet çaktırılmadan Maturudiliği de eş’ari üzerinden öğrendiler. Ömer Nesefi’nin akaidini, Ebu Hasan el Eş’arinin akaidinden okudu bunu ve Maturidi kelâmına mensup olan bu toprakların insanı eş’ariliğin çıkmazına sokuldu. Bugün kader anlayışı Maturudi değildir, Allah’ın yaratılışı Maturudi değildir. Onun içinde Maturidilikte imanın esası Kur’an da ki gibi sayılır, beştir. Nisa/136, Bakara/284.

Delili hocam? Maturudiliğin inşa edicisi en büyük Alimi, yani İmam Maturudî den sonra onun ekolünü inşa eden en büyük alim kimdir? Ebü’l-Muîn En-Nesefî. Eş’ariliği tanzim eden nasıl Bakıllanî ise Maturud’iliği tanzim eden, maturudîliği açan da Ebü’l-Muîn En-Nesefî’dir. Kitabının ismi nedir? Tabsıratü’l-Edille. Diyanet vakfından bu neşredildi Arapça’sı ve orada imanın esası beş olarak geçer. Ebü’l-Muîn En-Nesefî, Maturidiliğin en büyük talebesi diye biliriz.

Ve islâm’ın şartları da rükûnları da  orada kodlandı, rükûnlarının kodlandığı yere bakıyorsunuz maturudiliğin kodlayışı olan Ebü’l-Muîn En-Nesefî nin Tabsıra sında ki orada da namaz, oruç, hac, zekat, cihat geçiyor. Zaten şehadet imanda var. Zaten o oraya girmiyor yani, zaten imanda var. Allah’a ve Peygambere iman ediyorsunuz. Allah’a iman Eşhedü en Lâ ilahe illallah, Peygambere iman ve eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve resûlühu. Tevhid şehadeytinin ilk yarısı Allah’a ikinci yarısı peygambere. Zaten Allah’a ve peygambere iman var. Beşincisi de Cihad olarak kodlanmıştır orada.

Yeni duyar gibisiniz? Evet, yeni duyuyorsunuz, peki duyun. Ama maalesef bu memleket kendisini Maturudi zannediyor görüyorsunuz.

Peki Eş’ari niye böyle yaptı dedik? Tepki olarak yaptı, peki Mu’tezile niye öyle yaptı? Mu’tezileninki de tepkiydi. Kime? Emevi zulmüne tepkiydi. Emeviler kendi iktidarlarını Allah’ın iradesi olarak gösteriyorlardı. Allah diledi biz buraya geldik, bize karşı çıkmanız Allah’a karşı çıkmanızdır diyordu. Onun için Hz. Hüseyin’in kesik kafası önüne geldiğinde Yezid; Onu Allah öldürdü diyordu Hz. Zeyneb’e Haşa..! Hüseyin’i Allah mı öldürdü? İşte Emevi kader anlayışı aslında cahiliye kader anlayışının aynısıydı. Kur’an ın arkasından dolandı 150 yıl sonra rivayet kültürünün içinden kendini yeniden inşa etti. Dolayısıyla burada da Allah’ın ilmi istismar edildi, kullanıldı. Maalesef tepkiler tepkileri doğurdu, o tepkiler ise o gün kalsa tamam problem değil, Eş’arinin tepkisi gününde kalsa anlaşılabilir bir tepki. Ama eş’arinin tepkisini önce kelâm, ondan sonra da akaid ettiniz de bu ümmete yedirdiniz mi zehir oluyor işte. Çünkü o Eş’arilik şöyle bir şey iddia etti bu tepkisellik sonucu; Eşyanın tabiatı yoktur, en temel düsturlarından biridir Eş’ariliğin.

Peki, ateş yakma tabiatına sahip değildir, ateşin tabiatı yakıcı olduğu için yakıyor değil, dokunduğunuz anda Allah onu o yakıcılığı yaratır. Soğukluk tabiatı karda yoktur, dokunduğunuz anda Allah onun soğukluğunu o anda yaratır.

Niye yoktur, niye tabiatını inkâr ediyorsun eşyanın? Allah eşyaya yasa koymadı mı? Eşyanın tabiatı vardır demeyi Allah’ın yaratmasına, kudretine bir nakise bir hücum olarak gördü Eş’ari bilmem anlatabildim mi?

İşte problem orada başladı ve eşyanın tabiatı yoktur denilen bir toplumda, bir medeniyette ilim yapılır mı, ilim üretilir mi, eşya da keşfedecek bir şey olur mu artık, bitti, söz bitti. Orada ilim milim yapmaya gerek yok, ne fiziğe ne kimyaya, ne botaniğe, ne astronomiye..! ilim falan yapılmaz orada. Dolayısıyla zaten Eş’arinin bu kelâmı büyüdükçe ilim küçüldü. Eş’arinin kelâmının akide halini aldığı topraklarda artık ilim ölü ilim. Akıl atıl akıl haline geldi ve orada ilim bilim üretilemez oldu. Üretilemez zaten gerek te yok, çünkü eşyanın tabiatı yok, neyi keşfedeceksiniz.

Maturidiliğin yaygın olduğu topraklarda bile Eş’arilik alttan girdi ve maalesef bu ümmet bir zamanlar dünyaya ilmi üretirken daha sonra başkalarının ürettiği ilime köle oldu. Bu gün de geldiği hali pür melâli burada. Yan, tüm vebali Eş’ariliğin üzerine atmak istemem, haksızlık yapmak istemem, ama orada büyük problem görmem tüm vebali oraya attığım için değil, bu toplumun üreyiş genlerine bu kelâmın bir virüs gibi girdiğini gördüğüm içindir.

Madem Maturidi idi toplum neden inanç geninize böyle eş’ari virüsü girdiriyorsunuz. Tapsıra dan öğretsenize şu millete madem öğreteceksiniz kelâmını. Ebu Mu’in en Nesefi’den. Maturudiliğin en büyük şarihinden, talebesinden öğretin. Ama yok, dediğim gibi işte burada el ‘Alîm isminin tahtında anlayacağımız tarihi bir dönüşümdür, kırılma noktasıdır, tarihi bir meseledir. Eğer eşyanın tabiatı yoksa o zaman hiçbir şey yok, Allah’ın yasası yok.

Allah’ın koyduğu yasayı Allah’ın ilmi ile çatıştırmak kime ne kazandırır? Oysa ki Allah yasayı da ilmi ile koyuyor zaten. ve len tecide lisünnetillahi tebdiyla. (Ahzab/62) ve len tecide lisünnetillahi tahvilâ ne?, sünnetullah ne o zaman? Allah’ın yasası, Allah eğer toplum için  bir yasa koyduğunu düşünürseniz toplumu bir bilim olarak alırsınız toplum bilimi kurarsınız. Bir toplumu Allah’ın ilmini keşfedecek bir unsur olarak gör, okursunuz. Ama eğer toplumlar için bir yasa koyduğunu düşünmezseniz yoktur derseniz o zaman toplumu inceleyecek te bir şey yok, ilim yapmazsınız. Eğer Allah taş için toprak için bir yasa koyduğuna inanırsanız o zaman taş ta toprak ta sizin için keşf aleti olur aracı olur keşfedersiniz. Yok Allah toprak için gök için yer için yasa koymamış diyorsanız o zaman göğü yeri incelemenize gerek yok, bilim de yapamazsınız zaten, yapmazsınız. Zaten bunun kelâm büyüdüğü zaman ilim de onun için küçülmüş. Bakın, İslam medeniyetinin tarihinde pozitif bilimlerde mütebahhir olan semamızın yıldızı olan âlimler bu kelâmın hâkim olmadığı yerlerden, hâkim olmadığı ekollerden çıkmıştır, çok ilginçtir.

Evet, gelelim gene ‘Alîm ismine. Allah’ın ilmini bahane ederek eylemlerinin sorumluluğundan kaçmaya set çekiyor bu yaklaşım. Benim öyle yapacağımı Allah biliyor du, şu halde ben Allah’ın bildiğini yapmış oldum, başka değil. Yollu bir akıl yürütmenin Allah’a iftira olduğu açık değil mi? Allah’ın ‘Alîm ismi ile biten ayetlerin çoğu insanın eylemini konu alan ayetler.

Bir şeyi fark ettim ‘Alîm ismini incelerken, Allah’ın ismi için ayetler arasında seyahat ederken çok manidar bir hakikati keşfettim Kur’an da, o da bu. Allah’ın ‘Alîm ismi ile biten ayetlerin tabiatını şöyle alt alta tümünü yüz kırk küsur ayeti alt alta yazıp ta ayetlerin bağlamlarını ayrıca inceleyince mesele çözüldü. Bu ayetlerin birçoğu Allah’ın yapmasına değil, kulun yapmasına atıf yapıyor. Allahuekber..!

Ne yaptınız şimdi siz? Kur’an bambaşka bir şey söylüyor, siz bambaşka bir şey söylüyorsunuz. Siz daha doğrusu bambaşka bir şey anlıyorsunuz. Kur’an sizin anladığınızı, söylediğinizi söylemiyor. Dolayısıyla işte bunu gördüm, bu benim gözlerimi de fal taşı gibi açtı, kulun eylemine atıf gördüm. Allah’ın ‘Alîm ismi ile biten ayetleri alt alta dizdim, bağlamlarına baktım, içinde ki fiillere baktım, fiiller kulun fiilleriydi.

O zaman şimdi ne oldu, bununla verilen mesaj neydi? Şuydu, Allah müşriklerin kaderciliğine benzer mantığı reddediyor. Allah’ın ilmini bahane ederek eylemlerinin sorumluluğundan kaçmaya set çekiyor (set çekmiyor yol açıyor.) Yani Allah benim öyle yapacağımı biliyordu, şu halde ben de Allah’ın bildiğini yapmış oldum o zaman da Allah bana niye hesap soruyor. Haşa diyemiyorsunuz.

Böyle bir akıl yürütme eş’ari kelâmıyla uyuşsa da Kur’an ile taban tabana zıt. Bu tür bir anlayış Kur’an ın arkasından dolanmaktır. Kur’an cahiliye aklını birçok konuda mahkûm etmiştir. Cahiliye aklı beş konuda vahyin altından tünel kazarak İslâm’ın önüne çıktı. Kur’an cahiliye aklını mahkûm etti, cahiliye aklı ne yaptı? Kur’an ın mahkûm ettiği yerde alttan tünel kazdı. Yüz elli yıl sonra rivayet kültürü içinden hortladı.

Bu beş konuyu bir daha saymak istiyorum; Kader, mucize, şefaat, kadın ve kölelik. İşte Allah’ın ilminin insanın sorumluluğu ile karşı karşıya konulması bunlardan ilki olan kadere giriyor.

Kur’anî çerçeve; ‘Alîm ismi şerifi Kur’an da 152 yerde Allah’a isnatla kullanılıyor. 50 kadarında tek başına kullanılıyor. Kur’an da ilk geldiği yer insan/30. Esma-i Hüsna listemizde ise 20. İsim. Kur’an da sadece ‘Alîm mi var bu kökte? Hayır, iki isim daha var. Âlim ve Allâm fakat esma-i hüsna liste listemizde Âlim ismi de yok, Allâm ismi de yok. Neden? Kur’an da Âlim Allah’a isnatla geçtiği halde esma-i hüsna listemizde bunlar müstakil isim olarak yer almıyor, neden. İşte şimdi onu açıklayacağım.

A li me kökünden esma-i hüsna listemizde Âlim ve Allâm ın olmamasının sebebi şu; Bir ismin Esma listemizde yer alması için 2 şart lazım. Kur’an da isim formundan müstakil olarak gelmesi isim formunda. Fiil formunda gelen fiillerden isim türetilemez. İsimi isim olarak, fiili fiil olarak getirmiştir. Allah’ın esma-i Hüsna sı gibi Ef’al-î hüsnası da vardır. Ef’alullah, esmaullah tan ayrıdır. Dolayısıyla fiille isim arasında ki fark kadar fark vardır, bitti. Fiilden isim türetmek başımıza birçok iş açar zaten onun içinde bu konuda kimse, hiçbir âlim bunu yapan dahi kurallı davranamamış. Niye? Çünkü Yuhadi’unAllâhe fiilinden yola çıkıp ta Allah tuzak kuran, hilekârdır haşa diye böyle bir cür’ete sahip olabilen biri var mı? Ve mekeru ve mekerAllâh. (A. İmran/54) MekerAllah fiilinden yola çıkıpta buradan makir ismi türetip te Allah tuzak kurar diyen var mı? Aziyzün Züntikam dan yola çıkıp ta buradasn bir isim türeten var mı? Dolayısıyla bakınız yok, bunlar olmaz. Peki, ne gerekli? Şu; Müstakil isim olarak gelecek.

İkincisi eğer terkip içinde gelmişse aynı kökten müstakil bir isim olmaması şartı. Anlatabildim mi, neden Allâm ve Âlim ismi müstakil olarak listemizde gelmiyor. Çünkü Allâm ve Âlim isimleri müstakil olarak Kur’an da gelmiyor. Hep terkip içinde geliyor. Allâmul ğuyub, ‘Âlimulğaybi veşşehâde, hiç müstakil gelmiyor.

Peki şöyle bir soru sorulabilir Mâlik, Ğalib, Refi’, Fâtır, Bediî, Hâlık, Câmi, Nûr, Şedîd ki 9 isim olacak bunlar da müstakil gelmediği halde esma listemizde var nasıl olacak? Ama bu köklerden müstakil bir isim yok Kur’an da. Yani Mâlikel mülk, ğalibün alâ emrihi, Refiy’ud derecat, Fatıris Semavati vel Ard, Bediy’üs Semâvât, falikulhabb, Camî’, Nûrus semavat yine Şedidü-l ikâb … Bunlar da karib olarak geliyor. Fakat bunlardan gelen müstakil isim yok. Müstakil isim yoksa o isim olarak listeye giriyor, o kökten müstakil isim varsa Fâlık olarak gelenler müstakil isim olarak listeye girmiyor. Bilmem anlatabildim mi?

(Bu kısmı Videodan anlayamadım kitaptan alıyorum:

Sual; Mâlik, Ğalib, Refî’, Fâtır, Bedî’, Fâlık, Camî, Nûr, Şedîd gibi dokuz isim de isim terkibi halinde geldiği halde esma listesinde neden müstakil isim olarak yer bulmuştur?

Cevap; Zira bu isimlerin ait olduğu köklerden müstakil bir isim Kur’an da yer almamaktadır. Bu yüzden terkip içinde geldikleri halde esma listesinde yer almamaktadır Fakat Âlim isimi öyle değildir.) 1.12 30

Üçüncüsü ise ‘Alîm zaten Âlimdir, ‘Alîm zaten Allâmdır. Onun için işte bu sebeple Âlim ve Allâm isimleri esma- i hüsna listemizde müstakil olarak yer almıyor, çünkü Kur’an da yer almıyor. Aynı kökten gelen ‘Alîm ismine mülhak olarak, içinde olarak yer alıyorlar.

Hakîm ismi ile birlikte geliyor ‘Alîm ismi 36 yerde, çok yoğun geliyor. Bu iki isim birlikte neden geliyor? ‘Alîmun Hakîm. Ama hep böyle gelmiyor Hâkîmun ‘Alîm de var, hem öyle geliyor hem diğer şekilde. Bu Allah’ın bilgisini fiilinde kullandığını ifade eder Allah bilgisini fiilinde kullanır. Yani Allah’ın bilgisi bir tarafta eylemi de bir tarafta kalmaz. Allah bildiği ile amel eder ‘Alîmun Hakîm bu demektir. Yani bu iki ismin bir arada gelmesi Allah bildiği ile amel eden manasınadır.

‘Alîm ismi önde gelirse vurgu değişiyor, sonra gelirse vurgu değişiyor. Allah bu konuda ki hükmünü ilmi üzerine bine etmiştir demektir. O konuya bakmak lazım. Yani ‘Alîmun Hakîm ile bitiyorsa bir ayet o ayette ve pasajda geçen konuya bakın, o konuda hüküm şudur; Allah bu konuda ki hükmünü ilmi üzerine bina etmiştir, bu demektir. Zira O’nun hükmünün temelinde sonsuz ilmi vardır demektir.

İki ismin birlikte geldiği ilk yer. Öbür türlü gelmişse yani HaK3im ismi önde gelirse Allah’ın hükmü, her hükmün üzerindedir demektir. Her bilginin de üzerinde demektir.

İki ismin birlikte geldiği ilk yer ‘Alîm isminin Kur’an da kullanıldığı ilk yer İnsan/30 ayettir. Ayete bakın.

Ve ma teşâûne illâ en yeşâAllâh* innAllâhe kâne Aliymen Hakiyma. (İnsan/30) Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Çok önemli, çünkü Allah, zira Allah ‘Alîm dir her şeyi bilir, Hakîm dir her hükmünde tam isabet kaydeder. Bu ayet iradenin hakkını vermemek için bahane arayanların en çok kullandığı, istismar ettiği ayettir. Şimdi bu ayeti anlayalım, Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz ayeti ne demek, İlahi formu şu Allah dilemezse siz asla dileyemezsiniz.

Sual; insan kendi sınırları içinde dileyebiliyor mu? İnsan iradesinin alanına giren hususlarda dileyebilen bir varlık mıdır değil midir, dileyebilen bir varlıktır kendi irade alanına giren hususlarda

Cevap;. Elbette diliyor zira Allah irade vermiş.

Sual; Allah irade verdiğine göre Allah insanın dilemesini istemiş midir, istememiş midir?

Cevap, elbette istemiştir eğer aksini isteseydi irade vermezdi. İrade verip te iradeni kullanma demesi O’nun şanına yakışmaz. Eğer istemeseydi irade de vermezdi. Nitekim göklere ve yere vermemiş.

Sual; Peki bu durumda Allah dilemese siz asla dileyemezsiniz demek ne demek?

Cevap; Allah dilememizi diledi. İrade verdi, siz de bu dileği sayesinde diliyorsunuz. Yani iradenizi kullanmanız Allah’ın dileğidir der. Eğer iradenizi kullanmazsanız Allah’ın dileğini yerine getirmemiş olursunuz. Allah’ın kaderine karşı gelmiş olursunuz demektir. Allah’ın insan için kaderi iradedir demek, onun iradesine karşı gelmek istemiyorsanız irade edin demek.

Sual; o zaman irade ile kaderi nasıl bağdaştırabiliriz?

Cevap; Çok açık, Allah iradenizin sınırına giren alanlarda sizin iradenizi kaderiniz kılmıştır. Kaderinizi de iradeniz kılmıştır. Eğer iradenizi kullanmazsanız onun bahanesini bulamazsınız. O zaman şu ayetleri anlarsınız.

ve yec’alürricse alelleziyne lâ ya’kılun. (Yûnus/100) Allah aklını kullanmayanların üstüne pisliği boca eder.

İnne şerred devabbi ‘indAllâhis summül bükmülleziyne lâ ya’kılun. (Enfal/22) Yaratıklar, varlıklar içinde en şerli varlık aklını kullanmayanlardır.

min ındi enfüsiküm. (A. İmran/165) O zaman bu başımıza nereden geldi diyen Uhud gazilerine Allah’ın kendi yüzünüzden geldi cevabını anlarsınız.

feBima kesebet eydiyküm. (Şûrâ/30) sizin ellerinizle kazandıklarınız yüzünden Allah size azab etti, o zaman anlarsınız bu ayetleri, yoksa anlayamazsınız. Anlamamaktan öte Allah’a iftira edersiniz, kendinize de zulmedersiniz, iradenize de zulmedersiniz.

Semî’ ismi ile birlikte gelir ‘Alîm ismi. Çok yoruluyorum farkındasınız değil mi? Fakat ben zaten çok yoruldum. Aslında bu kadar yorulmamı sizi yormak için yapıyorum, biraz da siz yorulun istiyorum. Siz yorulun ki ben dinleneyim. Anlamak yorar, anlamak acıdır, acıyacağız.

Semî’ ismi ile birlikte gelir ‘Alîm ismi 31. Yerde hem de. Hepsinde de Semî’ ismi ‘Alîm isminden önce gelir. Bu sıralama bu iki ismin geldiği bağlamların hemen tamamında insanın kendi iradesi ile yapmış olduğu tercihlerin sonucu olan söz ve davranışlarına atıf gibidir. İşte dikkat çekici bir örnek; Örneğimiz Hanne ‘den, A. İmran suresinden.

İz kaletimraetü ımrane Rabbi inniy nezertü leKE ma fiy batniy muharreren fetekabbel minniy. (A. İmran/35) Hani İmran’ın kadını Hanne rabbi kendisine ömrünün sonunda bir çocuk verince çocuğuna karşılık rabbine bir şükür sunmak istedi, hiçbir şeyi yoktu Kocasını da kaybetmişti daha doğmamış yavrusu yetim kalmıştı. Ve rabbine ne vereceğini düşündü teşekkür olarak bir şey bulamadı, hemen karnında ki ömrünün sonunda Allah’ın kendisine ihsan ettiği yavru geldi ellerini açtı ve “Ya rabbi dedi, şu daha doğurmadığım olan yavrumu sana adıyorum benden kabul et.” Ama orada bir kelime geçiyor, Kur’an da tek yerde gelir o da burada muharreren özgür olarak. Niye? yani kendi iradenle. Topluma takılmadım, mevcut din anlayışına takılmadım, çünkü mevcut din anlayışında kadının mabette yeri yok, hiçbir kadın haham olamaz, hiçbir kadın ibadet yönetemez. İslam da bir kadın kadınlara imam olur ama Yahudilikte olamaz. Dolayısıyla Allah resulünün yaşarken verdiği izinde olduğu gibi, Medine’de olduğu gibi. Ha Medine de vardı ama bizim Medinelerimizde yok hocam diyorsanız o sizin Medine’niz, o Medine’nin problemi değil, o sizin probleminiz gidin çözün probleminiz.

Dolayısıyla benden kabul et Allah’ım dedi, karnında ki doğmamış yavrusunu geleneğin her türlü baskından özgür olarak Allah’a adadı.

Şimdi böyle bir ayet neden bu iki isimle biter? fetekabbel minniy inneKE entes Semiy’ul ‘Aliym; sen her şeyi işitirsin, sen her şeyi bilirsin. Allah Semî’ dir, Hanne’nin dudaklarından döküleni de, gönlünden kopanı da işitmiştir. Peki, ilahi işitmeden sonra gelen ilahi bilgi ‘Alîm neye delâlet eder? Hanne’nin adama tercihiyle başlattığı sürecin sonucunu Allah’ın bildiğine delâlet eder. Burada ki ‘Alîm ismi öncesine tekabül etmez, burada ki ‘Alîm isminde ki bilginin yeri sonrayadır çünkü Semî’ den sonra gelmiştir. ‘Alîm başta gelseydi önceyi de kapsardı, ama Âlîm ikinci olarak geldiğine göre işittiğinden sonrasına delâlet eder ilmin yönü, Allah’ın bilgisinin yönü. Anlatabiliyor muyum?

Çok önemli bir şey bakınız, Kur’an da her ‘Alîm i gördük mü ta Allah’ın bilgisinin ezeline mi gidiyoruz, Yanlış peki ne diyor O bebek erkek değil kız olacaktı Hanne bunu bilmiyordu ama Allah bunu biliyordu Adını Meryem koyacaktı, Hanne bunu bilmiyor ama Allah biliyordu, erkek perest Roma kültürüne bir tokat olacaktı. Hanne bunu bilmiyor ama Allah biliyor. Arkasından o bebeğin İsa’sı olacaktı O bebek yeryüzünde mucize bir doğum gerçekleşecekti, bu İsa Romaya tokat atacaktı ve yer yüzünün egemenlerine sopa çekecekti tabir caizse, Hanne bunu bilmiyor ama Allah biliyor. Hanne’nin dudaklarından dökülen bir cümle ile hangi süreci başlattığını Allah biliyor ama süreci başlatan Hanne, Hanne’nin iradesi sen irade ettin gerisini ben biliyorum, işte bu, bilmem anlaşılıyor mu? Eyvallah..!

Semî’ den sonra gelen ‘Alîm o olayın gelecekte doğuracağı sonuçları Allah’ın bilmesine delâlet eder. Bakın burada da öyle Hüz min emvalihim sadakaten tütahhiruhüm ve tüzekkiyhim Biha ve salli aleyhim* inne salâteke sekenün lehüm* vAllâhu Semiy’un ‘Aliym. (Tevbe/103) Bu da aynı iki isimle geliyor Semî’ her şeyi işitir, ‘Alîm her şeyi bilir. Onların mallarından sadaka al, onunla onları temizlersin ve tezkiye edersin, arındırırsın ve onlara salât et

ve salli aleyhim,..! Salâvat oku, ya? salât et, evet salât et. Yani sadece peygamberimize salât değil peygamberimizin de insanlara salât etmesi emrediliyor ve salli aleyhim, insanlara salât et. Çünkü inne salâteke sekenün lehüm senin salâtın onlar için bir sükûnet, bir sekinet olur, manevi ve maddi desteği. vAllâhu Semiy’un ‘Aliym. Allah her şeyi işitir her şeyi bilir, yani sen süreci böyle başlat ya Muhammed, Allah senin başlattığın bu sürecin arkasından neler geleceğini biliyor, ama süreci iradenle başlat. Dolayısıyla Hüz min emvalihim sadaka, onların mallarından sadaka al, sadaka alarak başlayacak sürecin sonu çok güzel gelecek, yani zekât al.

‘Alîm ismi 7 yerde Vasî’ ismi ile birlikte geliyor, hepsi de Medeni. Sizce tesadüf mü? Değil. Medine de gelecek tabii ki Vâsî’ ismi ile çünkü Vâsi’un ‘Alîm. Çünkü Medine mü’minleri Allah’ın Vâsi’ isminin bir tecellisidir. Mekke de daralmışlardı Medine’de genişlediler. Vâsi’ sonsuzca geniş ve genişletendir. Allah’ı sınırlı sanma ey insanoğlu daralırsan genişleten bir rabbin var. Onun içinde sınırlı insana sığınma, sınırsız Allah’a sığın Vâsi’ isminin manası budur. Allah için verdiğini azalır sanma ey insanoğlu sınırsız için verenin ki sınırsızca verilir, verdikçe çoğalır. Vâsi’ olan, bir de her şeyi bilen ‘Alîm ise o zaman endişen hepten yersiz. Peki, niye vermekle alaka kurdum? İşte bu makamda geçen ilahi ilmin yönünün geleceğe ilişkin olduğunu gösterdiğine bir delil ayet. Muhatapların bilmeyip Allah’ın bildiği gelecekte ki güzel gelişmelere bir göndermedir.

Meselülleziyne yunfikune emvalehüm fiy sebiylillâhi kemeseli habbetin enbetet seb’a senabile fiy külli sünbületin mietü habbetin, vAllahu yudaıfu limen yeşa’* vAllahu Vasi’un ‘Aliym; (Bakara/261) Allah yolunda infak edenlerin durumu şu başağa benzer, her başakta 100 dane olan 7 başak gibi. Yani 1 e 700 veren bir başak.

Bu ayet nasıl bitiyor? vAllahu Vasi’un ‘Aliym işte Vâsi’ ile ‘Alîm ilminin şeyi bu. Yani eğer Allah için verirsen azalmaz, çünkü sınırsız için veriyorsun. Sınırsız için verdin mi ne olur? Sınırsızdan çok alırsın. ‘Alîm geliyor bu verişle başlattığın sürecin arkasından ne geleceğini sen bilmezsin Allah bilir. Öyle bir tohumdur ki infak 1 e 700 verir. Fakat insan bu verimi almak için ilk haraketli kendisi yapacak, o tohumu gönül tarlasına ekecek, onu sonsuzca bereketlendirmek Allah’a ait. Evet, ‘Alîm bu işte.

Ayetin sonunda ki ‘Alîm o infakın dünya ve ahirette ki getirilerini kulun asla bilemeyeceğini söylüyor. Böyle bir infakın ne muhteşem sonuçlar doğuracağını ancak ‘Alîm olan Allah bilir. Bundan bahseden bir ayet te bu iki isimle biter, bakınız;

Eşşeytanü ye’ıdükümül fakre ve ye’muruküm Bil fahşa’* vAllahu yeıduküm mağfiraten minhu ve fadlen, vAllahu Vasi’un ‘Aliym. (Bakara/268) Şeytan diyor size neyi vaad eder, neyi nasihat eder? fakri, fakirliği. Yani verince fakir kalırsınız diye öğüt verir, kulağınıza fısıldar. Aman verme, verirsen yoksul olursun. Allah’ta diyor ver diye nasihat eder, verirsen varlığın artar.

Şimdi şeytanı mı duyacaksın Allah’ı mı. Ayet nasıl bitiyor? vAllahu Vasi’un ‘Aliym Allah Vâsi’dir, ‘Alîmdir. Niye? Vâsi’dir, şimdi ver diyen Allah, verme diyen şeytan. Şeytan vâsi’ midir, Allah Vâsi’ midir. Eğer şeytanın dediğini tutarsan Allah’ın Vâsi’ olduğuna iman etmiyorsun. Dolayısıyla eğer vermiyorsan Allah’ın Vâsi’ olduğuna iman etmiyor, veriyorsan iman ediyorsun demektir. Düşün, sınırsız olana veriyorsun.

Sınırsız olan sınırsız cömertliğini sana açtı mı ne olur? Peki, niye ‘Alîm gelmiş? Senin verişinle başlatacağı sürecin nasıl geleceğini hiç kimse akıl edemez. Küçücük bir ölçek bir sadaka verirsin, o sadaka onun yüreğine bir iman tohumu olarak ekilir, bakmışsın ki o tohumun ekildiği yürek öyle bir etrafa sirayet ediyor, öyle bir iman hamlesine girişmiş ki senin küçücük bir ikramın ile hidayetine vesile olduğun o insan belki torunu İmam-ı Azam olan dede Zûta (İmam-ı Azamın dedesi) olacaktır ne biliyorsun? Öyle değil mi. Küçük bir tohum ektin ama ‘Alîm olan Allah yani o Zûta ya yapılan ikramın Zûta’nın imanına vesile olup ta torununun İmam-ı Azam olacağını biliyordu. Ama bunu başlatması için senin o ikramı yapman lazımdır. Bilmiyorum anlaşılıyor mu? Eyvallah..!

Birlikte geldiği diğer isimler Azîz ismi ile birlikte gelir 6 yerde. Tabiat yasalarıyla alakalıdır ilk geldiği yerde çok ilginç; VeşŞemsü tecriy limüstekarrin leha* zâlike takdiyrul ‘Aziyzil ‘Aliym. (Yasin/38) Azîz ve ‘Alîm olanın takdiridir, güneş kendisi için takdir edilen yörüngesinde döner durur. Eyvallah..!

Bakınız Allah’ın yasasına atıf yapıyor. ‘Alîm ile bitti ayet ama öncesinde Allah’ın yasası var. Buyurun. Güneşin bu yörünge de çizilmesinin hikmetlerini asla insan bilemez. Kâinat içinde, kozmos içinde güneşin yörüngesi neden bu yörüngedir? Bir şey söyleyecek olan var mı? Kim ne söyleyebilecek. Kâinatın yörüngelerinin özelliğini henüz astronominin hiç konuşmadığı bir alandır. Bunu öğrenmesi için kâinatın tamamını kuşatıcı bir tez ortaya koyması lazım. Bu yörüngededir de bizim güneşimiz neden şu yörünge de değildir, bizim güneşimiz neden bu ebattadır da şu ebatta değildir, bu yörüngeyi neden şu kadar da tamamlıyor da bu kadar da tamamlamıyor, neden bizim güneşimizin ikizi yok her güneşin ikizi varken kâinatta, İkizsiz hiçbir yıldız yok ta bir tek bizim yıldızımız tektir. Acaba bizim güneşimiz ölmüş bir kızıl cüce ile birleşmiş te birleştikten sonra yeniden doğmuş bir yıldız mıdır acaba, acaba, acaba..!

Bunları kim bilir? ‘Alîm bilir. Bu yörüngenin kâinat içinde ki koordinatları neden burada onu bilir. Yoksa güneşimiz işte şu muydu, şu muydu bunu ‘Alîm olan Allah bilir.

Habîr le birlikte gelir 4 yerde manayı te’yid ve takviye içindir hepsi de. Yine Kad’îr ile birlikte gelir 4 yerde bunların hepsi de Mekki surelerde yer alır. Her halde yani..! ‘Alîymun Kadîr. Mü’minleri teselli etmeyi amaçlar. Allah Müminleri Mekke den kurtaracaktır, buna kudreti vardır demektir, buna gücü yeter demektir.

Halîm ismi ile birlikte gelir 3 yerde, hepsi de Medenî dir. İlginç değil mi? İlginç değil bence tam da münasip Halîm; cezalandırmada acele etmeyen, zira Medine de emir ve yasaklar çoğaldı arka arkasına geliyor uygulamakta zorlanıyorlar Halîm ismi ile birlikte geliyor. Onun için Allah ismi ile birlikte iki muhtemel vurgusu vardır ‘Alîm ismi ile birlikte Halîm isminin. Allah her şeyi bilen bir âlimdir, siz kul olduğunuzda çok iyi biliyor, üstesinden gelemediğiniz, güç yetiremediğiniz için sizi hoş görür. Evet, Hac/52. Ayeti buna misal, Ahzab/51. Ayeti buna misal.

İkincisi Allah her şeyi bilen bir ‘Alîm dir, fakat endişe etmenize mahal yok, zira Allah yaptığınız yanlış hata ve kusurları arkasında kasıt olmadığını da bilen bir Halîm dir. Nisa/12 de buna delâlet eder o böyle bitiyor çünkü.

Şâkir ismi ile birlikte geliyor, sadece iki yerde geliyor, ikisi de Medenî, her halde yani, şükre karşılık veren demektir, şükre sonsuz karşılık veren. Şâkir şükre çok mukabele eden. Nafileler farzların şükrüdür. Bakın hangi ayette geliyor.

İnnesSafâ velMervete min şeâirillah* femen haccel Beyte evı’temera felâ cünâha aleyhi en yettavvefe Bihima* ve men tetavve’a hayren feinnAllahe Şakirün Aliym. (Bakara/158)

Safâ ve Merve arasında saay etmek Allah’ın şiarlarındandır. min şeâirillah kim hacceder ya da umreye gelirse felâ cünâha aleyhi en yettavvefe Bihima onları tavaf etmesinde arasında gidip gelmesinde bir günah bir vebal yoktur.

Niye böyle dedi bir vebal yoktur? Çünkü bir ucunda isaf bir ucunda naile putları vardı, müşrikler burada saay’i bu iki  putun arasında bereket kazanmak için ederlerdi. Müslümanlar da saay edelim mi etmeyelim mi diye tereddüt ediyorlardı. Yani burada böyle 2 put vardı, acaba bizimkinde de şirk kokusu siner mi diye felâ cünâha aleyhi en yettavvefe Bihima geldi. Fakat burada Şâkir ve ‘Alîm olarak gelmesi Allah sizin şükrünüze ziyadesiyle mukabele eder, fazlasıyla mukabele eder. İşte bu noktada rabbimiz eğer bu konuda kusurunuz olursa Allah bu konuda da müsamahalı davranır manası var.

Bir de şuna bakın bu iki isim bazen de Allah’ın eşsiz ve rahmet ve şefkatini ifade sadedinde gelir Ma yef’alullahu Bi azâbiküm in şekertüm ve amentüm* ve kânAllahu Şakiyren Aliyma. (Nisa/147) eğer şükreder ve iman ederseniz Allah size azab edip te ne yapsın. Allah’ın eşsiz ve benzersiz şefkat ve merhametine bakın ey acz tarikının mensubu. Bakın, şu ayetin önünde dur içinden akan ilahi merhamet ırmağında yıkan. Eğer şükrederseniz Allah size azab edip te ne yapsın. Ama ayet Şâkiyren ‘Alîyma ile bitiyor, iki isimle bitiyor, çünkü eğer şükrederseniz şükrünüze çok çok karşılık veririm.

Nafile namazlar farz namazların şükrüdür. Biz nafileleri niye kılarız? Allah bana madem farzı emretti, emrettiği şey benim içindir, çünkü Allah kendisi kâr etmiyor buradan, ben kâr ediyorum, benim için iyi olan madem, benim için olanı emretmese de yaparım. O zaman bana farz kıldığı namaz ikramına bir şükredeyim, o da yine namazın cinsinden olsun. İşte nafile budur. Sünnet diye kıldığımız nafile namazların hepsi budur.

Allah ‘Alîm dir, bu isme iman Allah’a imanın bir parçasıdır. (Hocam saat maat geçti gitti..! Bu ismi bitireceğim ikinci derse kalmayacak yani kusura bakmayın beş dakikanızı daha istiyorum.) Allah’tan başka hiçbir varlığın asla her şeyi, bilemeyeceğine imandır. Falanca insan, falanca şey adamın içinden geçenleri biliyormuş. Ya..! Biz Allahı ‘Alîm zannediyorduk bir ‘Alîm de orada mı varmış, haydi gidelim..! ‘Alîm ismi nedir? Bir şerik bulduk haşa, haydi gidelim kapısına. Öylemiymiş? Adamın içinden geçen her şeyi biliyormuş ha? Allah’ın ‘Alîm ismine iman etmemişsin sen hemşerim. Allah’ın ‘Alîm ismi ile bir problemin var senin, git imanını tazele, Allah’ın ‘Alîm ismine bir iman et. Herkesin içinden geçeni bilen tek zat Allah’tır. Onun için Allah resulü hel şakakte kalbeh, kalbini yarıp ta baktın mı? Onun için Allah resulü. Allah’ın resulü İsa sen benim içimdekini bilirsin fakat ben senin içindekini bilmem diyordu. Peygamberler böyle derken peygamber olmayanların iddiasına, veya onların arkasından gelenlerin iddiasına ne demeli? Allah’tan korkmak lazım.

‘Alîm ismine iman Allah’tan hiçbir şeyin gizlenemeyeceğine imandır. ‘Alîm sıfatıyla muttasıf olan bir zat için gayb söz konusu değildir. Biz gayba iman ederiz ama Allah için gayb yoktur. Cahile göre Âlimin söz önceliği nasıl hakkıysa, Allah’ın da söz önceliği hakkıdır, onun için çünkü Allah ‘Alîmdir, her şeyi bilen, bizim için emrettiği ve nehyettiği her şey sonsuz bilgisine dayalıdır. Onun içinde güzeldir, iyidir

Ey talip şu ayeti dinle; Allah öyle bir ‘Alîm dir ki ve ya’lemü ma fiyl berri vel bahr* ve ma teskutu min verakatin illâ ya’lemüha ve la habbetin fiy zulümatil Ardı ve la ratbin ve la yabisin illâ fiy Kitabin mubiyn. (En’am/59) Hiçbir yaprak yoktur ki düşen onu Allah bilmemiş olsun Yerin karanlıklarında bir tohum yoktur ki Allah onu bilmemiş olsun. Ey talip eğer bu tek ayet üzerinde teemmül edersen o kadar çok şey söylüyor ki..! Bir yaprak düşmesin ki Allah onu bilmemiş olsun..!

Ben bu ayetin künhüne vakıf olduktan sonra artık her yaprak gördüğümde Allah’ı hatırladım, dedim Allah bunu da biliyor, bu yaprağın ne zaman düştüğünü biliyor, dalından ne zaman koptuğunu biliyor, hangi rüzgârın bu yaprağı savurduğunu biliyor, o rüzgârın hangi memleketleri geçip geldiğini biliyor. O rüzgârın hangi bulutu sürüklediğini biliyor. Bu yaprağın koptuğu dalı bildiği gibi bu yaprağın koptuğu dalın büyüdüğü ağacı da biliyor. O ağacı hangi suyun büyüttüğünü de biliyor, o suyu hangi bulutun getirdiğini de biliyor, o bulutu hangi denizden yükselen buharların beslediğini biliyor. Bu ağacı bildiği gibi bu ağacın tohumunun nereden uçup geldiğini de biliyor. O tohumun annesini, anne annesini babaannesini dedesini, onun da annesini biliyor, onun da soyunu biliyor. Aman Allah’ım..! bir yapraktan neler çıkarmış? Eyvallah..!

Allah ’Alîm miş, eşyanın yasaları ilâhi ilmin bir parçasıdır, bu mevzuyu işledim sayalım geçelim inşaAllah.

‘Alîm olan Allah’ın insana öğretmesi. ‘Alîm olan Allah’ın insanlığın sembol atası Adem’e isimleri öğretmesi, Ta’limu-l esma. İşte ‘Alîm olan Allah’ın öğretmesi. Ne demek? Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ.. (Bakara/31) Adem’e Allah isimlerin tamamını öğretti.

Buradan yola çıkarak şu tespitleri yapabiliriz.

1 – Melekler kendiliklerinden bir bilgiye sahip değillerdir.

2 – Meleklere bilgiyi Allah öğretmiştir.

3 – Melekler bilgiyi sadece iletebilmektedirler, üretememektedirler.

İşte bu tespitlere Âdem’den de şunu ekleyebiliriz;

Adem’e öğretilen isimler Allah’ın isimleridir.

Âdem’e öğretilen isimler eşyanın isimleridir,

Âdem’e öğretilen isimler tüm dünyada konuşulan dillerdir İhtimaller bunlar.

Âdem’e öğretilen isimler Âdem’e isim verme yeteneğinin verilmesidir. En doğrusu bu sonuncusu gibi gözüküyor, çünkü Rahman suresinin girişi bunu gösteriyor. Er Rahmân, Allemel Kur’ân, Halekal İnsân, Allemehül beyân. (Rahman/1-2-3-4) Er Rahmân sonsuz rahmet sahibi kimdir biliyor musunuz? İnsana öğretendir, insanı yaratandır, Kur’an ı öğretendir. Dolayısıyla öğreten Rahmân olandır, yani Rahmân vahiyle öğretti vahyi de rahmeti sayesinde indirdi.

Tâlim bir süreç içinde aşama aşama öğrenmeyi ifade eder. Hıristiyanlıkta bilgi yasak ağaçtır, Adem bilgiyi Allah’ın yasakladığı ağacı yediği için aldı, dolayısıyla tanrıdan çaldı. İslâm da ise bilgi Allah’ın Âdem’e melekleri secde ettirdiği üstünlüktür. Tâ’limü-l Esma işte bu kadar fark vardır Onun için Hıristiyanlıkta eski Yunan’dan geçme promete efsanesidir. Promete güya ateşi tanrılardan çalmış, Âdem de bilgiyi tanrıdan çalmış. Dolayısıyla insanoğlu eğer bilmek istiyorsa tanrı ile savaşacak ve çalacak, Tanrı insanın bilmesini yasaklamış. Oysa İslâm da Allah insana bilmeyi emretmiş, öğretmiş. Rabbimiz insana öğretmiş, fark bu. Onun içinde işte bu iki farktan dolayı Batı da akla yaklaşıldıkça imandan uzaklaşılır, imana yaklaştıkça akıldan uzaklaşılır. Kilis eile aklın arası bu kadar açıktır bunun için. Bizde ise Akla yaklaştıkça imana yaklaşırsın, imandan uzaklaşınca da akıldan uzaklaşırsın. Çünkü Aklı olmayanın dini yoktur. (Hadis) Dolayısıyla fark bu.

Bu ucu yenik elma var ya hani Apple firmasının da sembolüdür, elmadır ismi firmanın O elmadan bir ısırık alınmış elmadan, o ısırık Âdem’in dişlediğidir, o Âdem ısırığıdır, onu sembolize eder, yani o bilgiyi sembolize ettiği için Âdem bir tane diş almıştır ısırmıştır ve Âdem Tanrının elmasından çalmıştır. Haşa. Bizde ise bilgi Allah’ın insana lütfudur, ikramıdır.

Âlimler; Allah’ın ‘Alîm isminin tecellisine mazhar olanlardır ve kâinat kitabı, hadisat kitabı, mestur kitabı ve Mestûur kitabı, satırlardaki kitap, sadırlardaki kitap, kâinat kitabı, olaylar, hadisat kitabı, 4 kitap, bu 4 kitabı okumak lazım. Bu 4 kitabı okumanın formüllerini ise Kur’an verir. Kur’an diğer kitapları okumanın formülünü verir. Onun içinde Âlim bilgiyi Allah’tan koparmayan insana denir. Âlim Allah’ın bildiğini, bilen ve bu bilgiyi hiç aklından çıkarmayandır.

Hz. İbrahim ateşe atılırken Cebrail ona sorar; Benden bir isteğin var mı? Yok der. Peki Allah’tan bir isteğin var mı, yani Rabbine bir haberin var mı. Hasbi an suali el muhibi hâli Onun benim halimi bilmesi isteğim olarak yeter hasbünAllahu ve nı’mel vekiyl. (A. İmran/173) budur işte.  Yani onun halini bilmesi talebim olarak, isteğim olarak yeter. Bunu diyebilmek Allah’ın ‘Alîm ismine iman etmektir.

Âlim kimdir diye soruyorlar Hz. Ali’ye; Kur’an ın önüne hiçbir kitabı geçirmeyendir diyor. Yine Hz. Ali’ye soruyorlar Âlim kimdir diye, Âlim haddini bilendir diyor. İbn. Mes’ud a soruyorlar Âlim kimdir diye, İbn Mes’ud cevap veriyor İlim çok hadis değildir, çok malûmat değildir, çok haşyettir diyor. Şâfî de şöyle tarif ediyor; Veli kimdir diyorlar Şâfi’ye, Âlimler dışında velî bilmiyorum diyor. Bununla dersimize son verelim ve duamızı yine yapıp amin deyip bitirelim.

Ya Allah, ya ‘Alîm, ey her şeyi mükemmel bilen, ey bilgisi eşsiz ve benzersiz olan, ey ilmi ve rahmetiyle her şeyi kuşatan, ey insanı yaratan Kur’an ı öğreten ‘Alîm isminden bizi hissedar eyle. Ya Allah ya ’Alîm sen varlığı var olmadan bilirsin, biz ancak senin var ettiğini biliriz. Senin ilmin zatındandır, bizim ilmimiz sendendir. Senin ilmin zamanlar ve mekânlar üstüdür, bizim ilmimiz zamana ve mekâna maruzdur. Akleden kalbimizi cehle değil ilme medar eyle. Ya Allah ya ‘Alîm bizi ilmi ile âmil, irfanıyla kâmil eyle, bizi Kur’an ı hamil kullarından eyle Rabb adına okut hakikatin sesini duyur, ilimle fehimle, hikmetle, irfanla doyur. Bizi o sonsuz ilminden nasiptar eyle. Amin, ya mu’iyn velhamdülillâhi rabbil âlemin. Allah kabul etsin.

[[Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn.

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)]]

 

 


ESMA DERSLERİ – 27 – EL ‘ALÎM (A)

$
0
0

Euzübillahimineşşeytanirracim

Bismillahirrahmanirrahim

Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 “Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

EL ALÎM

Bu ismin manası açıktır. Bunun Kemâli, her şeyi tam manasıyla bilmekle, yani dışını, içini, inceliğini, önünü, sonunu, başlangıcını ve bitimini bilmekle olur.

Bu açıklanması bakımından, malûmat (bilinen şeyler) den istifade edilmiş değil de, malûmatın kendisinden istifade edilmiş olması gerekir. Aksi halde o ilme tam ilim denilemez.

TENBÎH:

Alîm vasfından kulun nasibi malûm. Lâkin onun ilmi ile Allah’ın ilmi üç hususta ayrılır:

1 – Malûmat (bilinenler) in çokluğunda. Kulun malûmatı (bildikleri) ne kadar çok olursa olsun yine de mahduttur, azdır. Namütenahi ilimler nerde, o (kul) nerde?

2 – Kulun bilmesi, veya anlayışı, her ne kadar vuzuh bulsa da, asıl gayeye vasıl olamaz. Bilâkis onun eşyayı müşahede etmesi, ince bir perdenin ardından görmesi gibi bir şeydir. Keşif derecelerindeki farkı inkâr edemezsin. Sabahın alaca karanlığıyla günün ortasındaki aydınlık bir olabilir mi?

3 – Allah’ın ilmi, eşyadan istifade edilmiş değildir, bilâkis bütün eşya onun ilminden istifade edilmiştir. Kulun, eşyayı bilmesi, eşyaya tabidir ve onun sayesinde meydana gelmiştir.

Bu söz aklını, kurcaladı ise, satranç öğrenen kişinin ilmi ile asıl satrancı bulan kişinin ilmini bir karşılaştır. O zaman, satrancı bulan kişinin satrancın vücuduna (varlığına) sebep olduğunu, satrancın varlığı da öğrenen kişinin bilgisine sebep olduğunu anlamakta güçlük çekmezsin. Şu hâlde satrancı bulan kişinin ilmi, satrançtan önce gelmiştir. Santrana öğrenen kişinin bilgisi bu yüzden gecikmiş ve sonra elde edilmiştir. İşte Allah’ın ilmi de böyledir. Eşyadan öncedir, eşyanın varlığına sebep olmuştur.

Bizim ilmimiz işe, bunun aksine eşyadan sonradır.

Kulun ilim sayesinde elde ettiği şeref; ilmin, Allah sıfatlarından oluşu sebebiyledir. Lâkin en şerefli ilim, malûmu (bilineni) en şerefli olandır. Bilinmişlerin en şereflisi şüphe yok ki, Allah-ü Zülcelâl’dir. Bunun için marifetullah, marifetlerin en efdali olmuştur. Hatta sair eşyayı bilmek de, Allah’ın işlerini bilmeye yahut kulu Allah’a yaklaştıracak yolu bilmeye veya da marifetullaha ulaştıracak herhangi bir hususa sebep veya vesile olduğu için şeref sayılmıştır. Bunun dışında kalan her bilgi bu kadar şerefi haiz değildir. (İ. Gazali-Esma-i Hüsna şerhi/97-98)

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

EL ‘ALÎM

el-Alîm, malûmlarının çokluğunu el-Alim, kendisinin birliğini bilen; el-Allâm ise, gaybı bilen demektir.

Bilinmelidir ki: İlim, bilenin zatıyla gerçekleşen özel bir taalluktur. İlim, bilenin zatından bilinene dönük bir nispettir.

Buna göre ilim, malûmdan daha sonradır, çünkü ilim, tabidir; bununla birlikte yaratma sözü nispet, mevcuttan öncedir ve söz, ilimden sonradır. Bu ilim, gaybî-mücmel ilimdir; burada kast edilen ilim, “hıbra” ilmidir.

Keşif ehli, akılcıların aksine, ilmin  malûma tesirinin olmadığını kabul ederler, nitekim imkânsızı bilmek ne bilenin zatından ve ne de ilminden imkansızda bir tesire neden olmaz; aksine imkânsız, bilene kendisinin imkânsız olduğunun bilgisini verir.

Var olan şeylerin yaratılması, ilimden değil, şeriat ve keşfe göre kavilden; şeriat ve akla göre ise, kudretten meydana gelmiştir. Binaenaleyh, ilmin bilinenin zuhur etmesine veya etmemesine ilişmesi eşittir. Çünkü ilmin ilişmesi, zuhuru esnasında mevcudun zuhur edişine olduğu gibi, zuhurundan önce de o şeyin zuhur etmeyişine ilişmektedir. İlim, ya zâtîdir, ki zâtî ilim, Hakkın ilmidir; ya da, verilmiştir. Verilmiş ilim, akla gelmeyen ya da çalışmanın katkısının bulunmadığı ilimdir.

Mevhûb ilim, Efrad’ın ilmidir ve Hak dilediği kullarına bu ilmi tahsis eder. Nitekim Hızır (as.), Allah katından bir rahmet olarak    bu ilme tahsis edilmiştir, öyle ki, yüceliğine rağmen Hz. Kelim (: Musa as.) bile, Hz. Hızır’dan faydalanmaktaydı.

Bu ilmin elde edilme yolu, vech-i has (özel yön)ı bilmek ve onunla bezenmektir. Şöyle ki:     Yaratılış âlemindeki her varlığın Yaratan’ına dönük özel bir veçhi vardır. Hak, ona tecelli eder ve böylelikle mevcut, başkasının bilemediği Hakka dair bir bilgiyi elde eder. Mevcudun, Hakka dönük özel yönü olduğunu ve bu yönden bir bilgi edinebileceğini bilip bilmemesi eşittir.

Velilerin derecelerinin farklılıkları ve birbirlerine karşı üstünlükleri, bu özel yöne dair bilgilerine göre değişir.

Emir âleminden olan ulvî varlıklar ise, vech-i hasın dışında başka bir şeye sahip değillerdir; söz konusu varlıklar, Kuds mertebelerinin sakinleridir. Bu nedenle onlar, Hakkın cemâlinde ve büyüklüğünde kendilerini kaybetmiş kimselerdir.

Bu nedenle şu ileri sürülmüştür: Ulvîlerin süflîlere iltifatı olmaz.

İlmin başka bir türü ise, müktesep ilimdir. Bu, uygulama ve öğrenme ile meydana gelen ilimdir.

Bu mertebeye giren kimse, çeşitli durumlarda olabilir: Bu bağlamda kişi, ya takva yolundan ilmi tatmıştır veya fikir kuvveti yönünden nazar sahibidir.

Zevk sahibi, Allah’ı bilen demektir ve çeşitli makamları vardır:

Bu kişi bazen bir ilme tahsis edilmiş olabilir ki, bu ilmin konusu, âlemin Allah’a bir nispetidir; ya da, öyle bir ilmi vardır ki, ilminin konusu Hakkın âleme bir nispetidir; ya da öyle bir ilmi vardır ki, bunda âlem ile Zât arasındaki nispetler ortadan kalkmış, bu nispet, âlem ile isimler arasında sabittir; ya da bu ilim, âlem ile Zât arasındaki nispetin varlığını gerektirir. Buna örnek olarak, illet ve malul görüşünü verebiliriz. Ya da bu ilim, suretin bilgisidir, bu suret, büyük insanın/âlem üzerinde yaratılmış olduğu surettir; ya da bu ilim, küçük insanın üzerinde yaratılmış olduğu suretin bilgisidir.

Binaenaleyh, ilimler çoktur ve her ilmin bir ehli vardır. İlim mertebesine tefekkür ve nazar gücü ile giren kimse, aklının tavrının gerektirdiği ölçüde bu mertebeden bir şeyler öğrenir. Takva yolundan “zevk” olarak bu mertebeye giren kimse ise, her şeyi aşmış ve her şeyi elde etmiştir. (Sadreddin Konevi- Esma-i hüsna şerhi/80-82)

         Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

         EL-ALÎM (Arabi)

Talluk;

Bul, bilgiye yönelik bütün alanlarda doğru veya yanlışa müteallik tüm hususları elde etmek için bu isme ihtiyaç duyar.

Tahakkuk;

Alîm kelimesi Arap dili kurallarına göre mübalağa sığasındadır. Bu isim oluşum ve olguların bulundukları durumun hakikatine yöneliktir. Bu ise vakıaya müteallik olarak var veya yok, mevcut veya nefiy (Varlığın zıddı, yok olması) şeklinde gerçekleşebilir. Bu değerlendirme gerçeklik üzerine kurulmuştur. Yoksa herhangi bir sınır tayin edilemeyen ve nihayetsizlik üzerine kurgulanmış olan imkânat açısından değildir. Bunu ileri sürmek cahillik olur.

Tahalluk;

Allah’ın Alîm ismiyle ahlaklanmak, aklî girişim ve çıkarımlar sonucu (İstinbat) özel bir teşebbüsle, yani kulun çabasıyla oluşur. Burada bir başkasının herhangi bir katkısı olamaz. Bu oluşum aklî yolla (nazar) gerçekleşirse bu o kimsenin zatının verileri (Bilişsel yapısı) doğrultusunda olur. Bu sonuç Alîm isminin tahalluku demektir. Zira Allah ilmi, bir başka varlık (mahlukat) ile gerçekleşmez. (İbn. Arabi/Allah isimlerinin sırları ve manalarının keşfi/67)

……………………………………………………………………

EL ALÎM

Bu isim ikinci göğü ve onun feleğini yaratmaya yönelmiştir. Perşembe günü Musa harflerden Dat menzillerden Sarfa hakkındadır.

Allah peygamberine emrederek;

… kul Rabbi zidniy ‘ılma; (Taha/114)

“De ki Rabbim bilgimi artır” Buyurdu.

Kelâm bu göğün diğer göklerin ve feleklerin var olması hakkındadır. Nitekim bu belirtilmişti. Burada – daha önce zikredildiği gibi- bu ve diğer göklerin ve feleklerin varlığından söz edeceğiz. Şu var ki ben, özel olarak her göğe ait hükme işaret edeceğim. Bu göğe gelirsek Allah ona emrini vahyetmiştir. Her göğün emrinin ayrıntılarından söz etmek sözü uzatır. Bunun bir kısmını et-Tenezzûlatu’l-Musulûyye adlı eserimizde açıklamıştık. Bu göğün emrinin bir yönü bilgi, yumuşaklık, rifk ve bütün güzel huylarla birlikte alimlerin kalplerinin hayat bulmasıdır.

Bu nedenle göklerin sakinleri olan nebi ruhlarından hiçbiri Allah’ın ümmetine elli rekât namazı farz kıldığı gece Hz. Peygamberi uyarmıştı. Bunun istisnası Hz. Musa idi O kendisine; “Rabbine başvur” demişti. Çünkü Musa bu konuları Hz. Peygamberden daha iyi biliyordu. Bunun nedeni benzer bir durumu İsrail oğullarında tecrübe etmiş olması sınanmış olmasıydı. Böylece zevkinden ve tecrübesinden konuşmuştu.

Bilgilerini kitaplardan ve rivayetlerden değil, zevk ve ilâhi tecelliden aktarmayan herhangi bir şeyh, alim olmadığı gibi üstad da sayılmaz. Bunu söylemeseydi namazda elli rekât bize farz kılınırdı. Halbu ki Allah peygamberini alemlere rahmet olarak gönderdi kimin yükümlülüğü çok olursa, merhameti azdır. Bu nedenle Allah isra yolculuğu esnasında önüne Hz. Musa’yı çıkarmış, onun vasıtasıyla ümmetinin yükünü hafifletmiştir.

İşte bu Allah’ın kendisine emrini vahyettiği ve günlerden Perşembe’yi tahsis ettiği bu göğün emrinin hükmüdür. Öyleyse Arifler için meydana gelen her bir sır, bilgi ve tecelli bu gökten ve Hz. Musa’nın hakikatinden meydana gelir. Unsurlarda ve türeyenlerde Perşembe günü ortaya çıkan her bir eser bu göğün yıldızından ve feleğinin hareketinden ortaya çıkar. Bu ise tafsil olmaksızın özel bir harekettir.

Ona ait harf Dat, menzillerden sarfa’dır. Zikredilen harflerin her bir gökteki varlığına gelirsek, göğün söz konusu harfin varlığında etkisi vardır. Menzillerden Sarfa’nın ona ait olduğunu veya herhangi bir göğe belirli bir menzilin ait olduğunu söylerken ise, harf hakkında söylediğimiz gibi, söz konusu göğün menzilin varlığında bir etkisi olduğunu kast etmedik, şunu kast ettik; Bu feleği özgü yıldız, Allah’ın var ettiği ve hareket eden ilk yıldızdır. Allah onu kendine ait olarak söylediğimiz menzilde var etmiştir. Öyleyse o, varlığı kendisinde ortaya çıktığı için mutlu olduğu menzildir. İşte “menzillerden şu ona aittir” derken kast ettiğimiz durumdur. Her göğün ve feleğin yedi madenden birisinde bir etkisi vardır. Bu maden, o feleğe özgüdür ve felek gücüyle ona bakar. (İbn. Arabi-F. Mekkiye/9. Cilt/104-105 Say.)

……………………………………………..

BİLGİ MERTEBESİ

El-Alîm, el-Âlim ve el- Allâm

Bilgiler akılla araştırılır,

Bak ve düşün, fikir muteber.

Âlemde ki ilimler olmasaydı ortaya çıkmazdı,

Eşya da muteber fikirler.

O Yaratanın bilgiği imam,

Yıldız onu bilir, güneş ve ay bilir.

Yusuf secdeye kapandığında,

Hükümleri onlara işlediğinde ibret alınız.

Güneş ve felekler dönerken görürsen,

Gecenin yıldızlarını saçılmış bir halde görürsen.

Sonra ışıkları sönmüş ve hükümlerini yitirirlerse

Gözden silinmeye başladıklarında.

Ölürler ve onları bir araya getiren ruh gider.

Hükümleri biter hepsi kabirlere toplanır.

Bu mertebenin sahibi Abdulalîm diye isimlendirilir ve bu mertebede alimler üç kısma ayrılır. Birinci kısmın bilgisi onun zatıyken ikincisi ise bilgisi verilmiş olan (mevhub). Üçüncüsü ise bilgisini kendisi tarafından kazanandır. Bu bilgi türlerinin ilâhi mertebede olduğu gibi âlemde de hükmü vardır. Bilginin ilâhi mertebede ki hükmü, onun her şeyi zatı gereği bilmesidir. Bu bilgi bütün bilinenlere ulaşır. Allah’ın bilgisinin âleme nasıl iliştiğini daha önce açıklamıştık. Kazanılmış bilgi Allah hakkında “ta ki bilelim” (Muhammed/31) ayetinde ifade edilir.

Allah hakkında verilen bilgi kulun mübahta ki tasarrufundan Hakka verdiğidir. O daha önce vacip, haram, mendub, mekruh diye ortaya çıkmamıştı. Mubahta tasarruf bilgisinin meydana gelişi Hakkın ilâhi bir yolla (ve şanına layık bir tarzda) kuldan öğrenmiş olduğu verili bilgidir. Onu meydana getirmek, kişi için zorunlu değildir. Buna mukabil mubah olduğuna inanması farzdır.

İlimlerin âlemdeki mertebeleri daha basitçe açıklanabilir. Yaratılmış varlık, bilgiyi zatı gereği kabul edicidir. Zatî bilgi onun varlığıyla elde ettiği bilgidir ve onu elde ederken varlığının dışında başka bir şeye muhtaç değildir. Bu itibarla sadece mevcut olmakla kabul edilen bilgi kişi için zati bilgidir.

Kazanılmış bilgi, elde ederken gayret sarf edilen bilgilerdir. Hangi bilgi olursa olsun durum böyledir. Vehbi, verili bilgi ise akla gelmeyen veya kazanmayla elde edilemeyen bilgilerdir. Misal olarak efrad’ın (tekler) bilgisini verebiliriz. Hızır’ın bilgisi bu kısma girer. Onun bilgisi kendisine dönük bir rahmet ve bilgi olmak üzere Allah’ın katındandı. Böylece Hızır rabbinin emriyle konuştuğu Hz. Musa’nın benzeriydi. Hz. Musa sahip olmadığı ve tecrübe yoluyla ihata etmediği bilgileri ondan öğrenmişti. Şöyle der; “Allah’ın ona öğrettiği bilgide tadını bilmediğimiz bilgileri vardır.”

Bilmelisin ki âlemde ki her varlığın kendini yaratana dönük yönü vardır. Bu durum o varlık halk aleminden ise böyledir. Emir aleminden ise özel yönden başka herhangi bir şeye sahip değildir. Allah her varlığa özel yönden tecelli eder. Ve ona kendisi hakkında sadece kendisinin bileceği bilgiler ihsan eder. O varlığın bu durumu bilip bilmemesi durumu değiştirmez. Kastettiğim özel yönü olup olmadığını ve özel yönden Allah’tan ona gelen bilgiyi bilip bilmemektir. Allah ehli özel yönü bilmekle üstün olmuş, bu konuda ki bilgilerine göre de derecelenmişlerdir. Bir kısmı Allah’ın varlığına özel yönden tecellisi olduğunu bilirken bir kısmı bunu bilmez. Bunu bilenler o tecelliden kimin adına bilginin gerçekleşeceğini bilir. Bir kısmı ise bunu tam olarak bilmez.

“Bilgi” derken bilginin varlığa mı yoksa Allah’a mı iliştiğini bilmeyi kastediyorum. Bu itibarla Allah hakkında ki bilgi ya zat ile ilgilidir. Böyle bir bilgi selb (olumsuzlama) ve tenzil veya ispat ve teşbih bilgisidir. Bazen Allah hakkında ki bilgi ilâhi isimlerden herhangi birisini bilmek demektir. Bunlar konuşan ve kelâm sahibi olmakla nitelenmesi itibarıyla Hakkın kendini isimlendirdiği isimlerdir.

Bazen bilgi yaratılmışların ifadelerinin gerektiği üzere “isimlerin isimlerini” bilmek, ilâhi nispetleri bilmek, manevi nitelikleri veya subuti-izafi nitelikleri bilmekle ilgili olabilir. Bunlar birbirine zıt hükümleri talep eder.

Bazen bilgi Allah’ın kendisine vereceği şeyleri bilmek veya kendisine verilemeyecek hükümleri bilmekle ilgilidir. Her bilginin ehli vardır. Âlemle ilgili ve Allah’ın dilediği kullarına bu mertebeden verdiği ilâhi bilgi, ya âlemin Allah ile ilişkisini bilmek veya Allah’ın âlemle ilişkisini bilmekle ilgilidir.

Bezen o bilgi âlemle zat arasında nispetin ortadan kalkmasını, âlem ve isimler arasında nispetin ispatını, âlem ile zat arasında bağı ve nesebi bilmekle ilgilidir. Bu son bilgi illet ve malulü (neden ve nedenli) kabul edenlerin bilgisidir. Nispeti isbat bilgisi bir illet olarak değil, şart şeklinde geçerli olabilir.

Bazen bu bilgi Allah’ın bütün âlemi kendisinde yaratmış olduğu sureti bilmek, insanın üzerinde yaratıldığı sureti bilmek, basitleri bilmek, bileşikleri bilmek, terkibi bilmek, tahlili bilmek, taşıyıcı cevherleri bileşik veya basit olmak üzere bilmek, arazları bilmek heyetleri bilmek, konumları bilmek, miktarları bilmek, vakitleri bilmek, yerleşmeleri bilmek, edilgenlikleri bilmek, tesir eden cevheri bilmek, edilgen cevheri bilmek, yönelme kasıt veya doğrudan gerçekleşen tesir türlerini bilmekle ilgili olabilir.

Bütün bunlar kendisini veya bir kısmını bu bilgi mertebesinden öğrenmenin mümkün olduğu hususlardır. Her kim zevk alarak bu mertebeye girerse, bütün bilgileri elde etmişken, fikir gücüyle bu mertebeye giren bu mertebeden ancak üzerinde bulunduğu hali elde etmiştir.ertebeden bazı kimseler, mümkünlerin genel için sonsuz sayıda ki bireylerini tür olarak ihata eder ki sayıları sonsuza varır. Kimse kendi nefsinden bunu bildiğini inkâr edemez, bu hususta suçlanamaz.

Sonra bilmelisin ki Bilgi denen şey, bu bilgi nedeniyle âlim diye isimlendirilenin özel bir yöneliminden ve ilgiden ibarettir. Bu ilgi bilinenden zata dönük olarak meydana gelmiş bir nispettir. O halde bilgi malumdan sonra gelir. Çünkü bilgi ona tabidir ve işin gerçeği de budur.

Gerçekte bilgi mertebesi bilinenler iken bilgi de bilen ile bilinen arasındadır. Muhakkike göre bilginin bilinene bir tesiri yoktur. Çünkü bilgi ondan sonra gelir. İnsan imkânsızı imkânsız olarak bilir. Fakat onu bilmen itibarıyla imkânsızda tesirin olmadığı gibi bilginin de onda etkisi yoktur. İmkânsız zatı gereği sana imkânsız olduğu hakkında ki bilgiyi vermiştir. Buradan bilginin bilinende tesirinin olmadığı öğrenilir.

Halbuki akılcı alimler aksini zanneder. O halde mümkün hakikatlerin şeriata ve keşfe göre ilâhi sözden, akla ve şeriata göre ise ilâhi kudretten yaratılması sabit ve kesindir. Onlar bilgiden yaratılmış değillerdir. Bu durumda mümkün dışta ortaya çıkar. Mümkünün zuhur ettiği bilenin bilgisi ona ilişirken aynı bilgiyle zuhur etmediğine de ilişir. Başka bir ifadeyle bilinenin (malum) zuhuru veya zuhur etmeyişi yani varlığı bilene bilgiyi verendir. O halde bilenin bilgisini değiştiren ve farklılaştıran şey bilinenin mertebesinden ibarettir.

Bütün bunlar bilgiyle nitelenen herkes için geçerlidir. Bütün manevi sıfatlar ise gerçekte nispetlerdir Bununla birlikte bazı nispetler önce gelir, bazı nispetler sonra gelir. Birinci kısma misal olarak mevcudun varlığı önceleyen yaratma sözünü, ikinci duruma misal olarak bilgi ve malum ilişkisini verebiliriz.

Söylediğimi anladığında bu mertebede bilginin durumunun mahiyetini öğrenmiş olursun.

“Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır” (Ahzab/4) (İbn. Arabi-F. Mekkiyye/cilt.16-s.278-281)

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

EL ALÎM

Hak Teâlâ’nın bu Kerîm adı Bakara suresinde;

… inneKE ENTEl AliymulHakiym. (Bakara/32)

Geçmektedir Yüce Allah’ın bu adı hakkında her üç imam; Beyhaki, Gazali ve Berrecan el Endülüsi hemfikirdirler. Bu isim ilimden müştaktır. Mübalağalı ismi fail sigasına uygundur. Hakikatte Âlim adının mana yönünden itibarı, yani basamağı Alîm isminden aşağı değildir. Çünkü Alîm adının sığası mübalağadır. Zira yüce Allah’ın ilmi ne artar ne de eksilir. Çünkü her malum, yani bilinen şey genellikle bölünmeden O’nun yüce ve sonsuz ilminin içindedir. Mübalağa ise mahcupları yani örtülü, gizli, görünmeyenleri anlatmak için bir tevazu ve tenezzüldür. Adetlerine göre vasfedilen adın sığası veya vezni faîl olup, mübalağayı oluşturur. Bu da aralarındaki konuşmalarında en-Nas’ın înâs benzer yakınlığı gibi mübalağanın bir çeşididir.

Şunu bil ki ilmin kudsî zâta nisbetle hakikati Kadîr adının hakikatinden daha yakındır. Bu yakınlık ilim makamı ile kudret makamı arasındaki farkın miktarı kadardır. Adet üzere bu itibarın, yani intikalin bi­linmesi iktiza eder ki sonradan artar ve takdir edilir.

İlim iradenin üstünde olduğundan, kudretin de üstünde bulunur. Hayattan, yanı yaşamdan başka ilmin üstünde bir şey bulunmaz. Bu se­bepledir ki yüce Bârî’nin bir adının el-Hayy yani canlı olması gerekmektedir. Zira bu ismin makamı Alîm makamından daha şereflidir. Buradaki yakınlık diğer bütün adlarda olduğu gibi itibaridir.

Şunu bilmelisin ki, yüce Allah’ın ilminin hakikati her şeyi kaplar. Her âlîmin ilmi, kendi özel ilminin bir vasfıdır. Öyle ise Hak Teâlâ ilmini hariçte fiilî mevkie koymak için kendini kuşatan ilimlerin tümünü kuşatmıştır. Bunun için bütün bilgileri İlim gözüyle bilir. Cüziyyat bilgisi alemlerin ilminin benzeri olması içindir. Bu sebeple Yüce Allah’ın ilminin bilinmesi, o ilmi hakkıyla düşünerek, doğrulayarak öğrenene ait olur. Bir ilmi hal ile öğrenen, hal ile bilgilenir. Keza bir ilmi tat alarak öğrenen bir kimse, İlmi zevk alarak öğrenir. O vakit alemin bilgisi ilim gözüyle, hal ve tavırla öğrenir. Bu hal ve tavırla ilmi öğrenince o vakit mevcudatın ilmini de öğrenmiş olur. Zira varlıkta ilimden yoksun bir şey yoktur.

İlim ikiye ayrılır:

1 – İnsanların istılâhî olarak öğrendiklerine ilim derler.

2 – Keza insanlar istılâhî olarak bu bir ilim değildir diyerek ilim hakkında söz ederler. Bu sözlerimle demek istiyorum ki, ilim sözcüğü hakikat erbabınca bilimdir. Hakikat ehli Hak Teâlâ’nın zâtı ilmine şehadet edip inanırlar. Keza onlar her kişide bu ilmi görürler. Bir örnek olarak Mâ yani su sözü hakikat ehlince düşünülmez. Bize gelince, onun içinde bir uygunsuzluk ve bozukluk olup bu sözcüğün aşağıya doğru indiğini, şayet içinde lezzet ve rahatlık duyarsa haddi aşarak yayıldığını, şayet ıslaklık dayarsa nemliliği kabul etmediğini, kurumak istemediğini görürüz. Nitekim bu da (Fiil-Efaîl) yani iş-işler gibi birbirine bağlı sınırları aşmazlar. Bu sözcüğün hiçbir şekilde hal ve durumu değişmez, ne ise odur. Bunların tümü kendi zatının fiilleridir.

Bu sözü söyleyen “Tabiatının gereği muktezası olarak faile, yani iş yapana veya başka bir yere gitmiştir” dese, biz cevap olarak ona “Bu faili kim taşıyıp götürmüştür, bu işi ona kim öğretmiştir?” diye sorarız. Bütün bunlar bizzat mevcudatın doğru yolarının fiilleridir ki mevcudatın hal ve “tavrına göre tümü ilimdir. Bu hazırlanmış yeri gören bir kimse bunun ca­hili olarak mevcudattan bir şey bulamaz. Zan ve düşüncesinde bir şey bu­lamadığı gibi, kendi hal ve durumundan da bir şey duyamaz. Zira bu duy­gu yalancı bir duygudur. Nitekim şaşı bir kimse tek olan bir şeyi iki olarak görüyorsa, o vakit bu yalancı bir idrak ve görüş olamaz. O kimse bir şeyi tek olarak görüyorsa o vakit o kimse şaşı olamaz. Şaşı olmayan bir kimse de şaşı olanı iki olarak görmüş olursa o vakit yalandır. Şayet onu tek ola­rak görüyorsa doğrudur. Zira bu iki görüşte doğrulanır. Çünkü bunlardan her birinin hal ve tavrına göre özel bir durumu vardır. Nitekim yanan bir ateşin isteği ne olabilir? Onun tabiatı yanarak yükselmektir. Bu da ateşin bilinen zâtı tabiatıdır. Keza hava da öyledir. Nitekim yeryüzü ve sudan nel­er doğup belirirse Hak Teâlâ tümünü yaratıklarına vermiştir. Daha sonra ona doğruyu ve doğru yolu göstermiştir. Hatta kendi hakkı olan özel ilmine de bir yol aralamıştır.

Şayet ilâhî kuşatmayı manen kabullenirsen o vakit Allah’ın ilmine, kayyûmiyyetine aşık olursun, belki de çok çok aşık olursun. Bu aşkın oluşması onun mevcudiyetindendir. Zira Allah’tan daha başka ve üstün ilim sahibi bir varlık yoktur. Böylece her şey bir âlemdir, her ilmin de gerçek olduğunu öğrenmiş oldun. Burada cehlin yani bilgisizliğin yeri yoktur.

Anlayış yönünden bir kimseyi cahil farz edelim, inceleyici onu ilmen görmüştür. Hakkaniyetli bir hüküm vermiş olsa onu hakkiyle âlim bir hal ve tavırdan başka bir durumda göremezdi. Zira o kimse bulunduğu mertebede, yani yükseklik makamında bulunmakta ve yüksekliği aşmamaktadır.

Hak Teâlâ el-Melik suresinin 3-4. ayetlerinde

Elleziy haleka seb’a Semavatin tıbaka* ma tera fiy halkırRahmâni min tefavut* ferci’ılbasare hel tera min futûr.

Sümmerci’ıl basare kerrateyni yenkalib ileykelbasaru hasien ve hüve hasiyr. (Mülk/3-4)

“Rahman olan Zât’ın yarattığında bir eksiklik, bir münasebetsizlik göremezsin. Gözünü göğe çevir bak! Orada bir çatlak göremezsin.

Sonra tekrar gözünü çevir bak! Gözün yorgun ve zayıf olarak sana döner.” Buyurulmaktadır.

Yukardaki konumuza dönelim: Cahil bir kimse düşüncesine göre bu tefavütü, yani eksikliği yorgun bir halde iken görmüştür. Zira ona göre orada bir noksanlık vardır. Şayet bu noksanlığı gerçek bir gözle görseydi bu söylediği batıl olurdu.

Dediğim gibi batıl olanı kendi hal ve durumunda iken inkâr etmeyin! Onun temizlikleri fanidir. Zatının temizleneceği korkusundan sende temizlik yapmıştır. Temizlik yaptığının ispatı kadar sen de ona aynı miktar­da temizlik hakkını öde! Bazı aklı kıt olanlar “Batıl yaratılanlar için bir ilim olmadığı halde, yaratan için bu bir ilim nasıl olabilir?” derler.

Biz deriz ki: Evet bir yönden batıl, Hâlık için bir ilim değildir. Bir diğer yönden bunda bir kudret vardır ki gereği icabı el-Kâdîr adının temizliği, kudretli kadirin her ikisinin şehadeti altında acizlikle temizlenir. Yani kadir ile kudretin bu temizliğin acele yapıldığının şahididirler. Şayet ulu varlık aczi dolayısıyla temizliğini yapamıyorsa bu yönden kadir olmayacağı şayet kadirin kendisine ait olan kudreti yok etmiş olsa, o vakit fiille değil kudreti ile mukadderat olacağına göre kadirin kudreti bazı mer­tebelerde fiille olmazdı. Eğer tenazüh edilenin temizliğine kudreti devam etmiş olsa, o vakit ebedi olarak takdir edilen kuvveti sürüp giderdi.

Bu güç ve kuvvetle ilerleme vaktin kudret ve yeterliliğine bakar. Bu ilerleme esnasında zaman zaman yeterli bazı eşyaları temiz olarak verdiği gibi, aynı zamanda eşya vakitlerini pak ve temiz olarak kudret ve acizle ve­rir. Nihayet onlardan sonsuzluğa doğru ayrılır. Bunda da hal ve tavırlara göre her şeyle sıfatlanması izlerinin gereklerindendir. O her şeyi olduğu gibi bilmektedir. Şayet kendini önceki durumuna gelmek için geri dönüşünü görmüş olup sıfatını yitirmiş olursa ö vakit hiçbir şey olamaz. Zira yüce Allah ahadiyyetinde bâkidir. Yüce Allah en doğrusunu bilir. (Afifüddin Süleyman Tilmsani-Esmaü’l-Hüsna/21-24)

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

ALÎM, ÂLİM, ALLAHU’L-ĞUYUP, A’LEM

Allah’ın ilmine delalet eden ilk vasıf zımnen mukayese değeri taşıyan ism-i tafdil şeklinde A’lem vasfıdır. Bu vasfın ilkin Necm/30 ayetinde bulunduğunu görürüz. Daha sonra aynı sıfatı bildiren çeşitli vasıflar gelmiştir. Bunlardan en çok kullanılanı ’Alîm ismidir. İlk defa A’raf/200 ayetinde gelir.

El ‘Alîm: Allah’ın vasfı olarak: “olmuş olanı, olmakta olanı ve gelecekte olacak şeyleri bilen, kendisine kâinattan hiçbir şey gizli kalmayan ve ilmi küçük büyük, Zahir Batın her şeyi kuşatan.” Tarzında tarif olunur.

Halimî: “Âlim eşyayı nasıl iseler öyle idrak eden demektir. Diğer bütün mevcudat O’nun fiilleri olduğundan anlaşılır ki onları yapan Âlimdir ve bu fiiller irade ve kast iledir. Buna göre fiil ancak Âlim ve Hayy olmadan sadır olabilir. (Beyhaki/s-21)

Bu tarifler doğrudan doğruya lisandan çıkmasa bile Kur’an ın ilâhi ilme dair yerleri tetebbu edildikten sonra, el ‘Alîm vasfı hakkında bu tarifin doğru olduğu anlaşılır.

İlm Kur’an da en çok kullanılan birkaç maddeden biridir. (çekimleriyle ve müştaklarıyla beraber 900 kadar) Allah’ın ilim sıfatının taallukatı hakkında çok ayrıntılı bilgilere sahip olmamız da bu keyfiyeti ile açıklanabilir. “İlim” sıfatı bir çok ayette mastar şekliyle Allah’a izafe edilmiştir. (Hayat, Sem’, Basar gibi öbür vasıflar için bu durum görülmez) U kökün çeşitli şekillerde kullanılmasıyla ilâhi ilmin mahlûklara taalluku, çok canlı ve müşahhas bir şekilde tasvir olunur. Bu durumu bazı örneklerle görmekte fayda vardır.

İnsanlar için ulaşılmazlıkla ifade edilebilecek göklerin erişilmezliğinde, yerin dipsizliğinde saklanan şeyleri (Hucurat/18), karalarda ve denizlerde 0lup bitenleri (En’am/59), yere gireni ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni (Hadid/4) yerde ve gökte bulunan her bir sözü (Enbiya/4) bilen Allah, bulunduğumuz her durumu, Kur’an dan okuduğumuz her yeri, içine daldığımız her bir işi mutlaka şahit olarak bilir. Yerde ve gökte hiçbir zerre O’ndan gizli kalamaz. Zerreden daha küçük ve daha büyük her şeyi apaçık bir kitapta kaydetmiştir.” (Yunus/61)

Kur’an ı kerimin özelliklerinden biri de şudur. İnsana kendi varlığını unutturan, kâinatın uçsuz bucaksız fezasında kaybettiren bir tablo çizdiği zaman, umulmayan bir anda insanın dikkatini kendi üzerine toplar. İnsanın taşıdığı ehemmiyeti, önemli bir memuriyeti olduğunu bir sorumluluk mahlûku olduğunu öylesine takdir eder ki, rakamlara sığmayan genişlikte ki o muhitten kendisinin teşkil ettiği merkeze nasıl intikal ettiğinin insan farkına bile varmaz. İnsan böylece sonsuz mesafelerin yutan boşluğundan birden sıyrılır ve kendini bulur. Kur’an ın bu özelliğinin konumuz olan ilimle ilgili örneklerden bir kaçını arz edelim.

“Dikkat edin, göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır. O şu anda içinde bulunduğunuz hali de bilir. Kendisine döndürüleceğiniz günde de onlara yaptıklarını tek tek haber verir. Allah her şeyi bilendir.” (Nur/64)

Göklerin ve yerin genişliğinde kendini unutan insanın dikkati birden şu saniyede içinde bulunduğu duruma çekiliyor. İş bununla da kalmıyor, bütün insanların, bütün yaptıklarına Allah’ın ilminin taalluk ettiği ve ahirette bunların hepsini tek tek bildireceği, Allah’ın işte böyle bir bilen olduğu anlatılıyor.

“Göklerde ve yerde, her ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanlar O’nundur. Sen sözü istersen açığa vur (istersen sakla) şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.” (Taha/6-7)

İnsan ışık yıllarıyla ifade olunan fezanın genişliği içinde kaybolmaya terk edilmiyor, aynı anda insanın şu saniyede telaffuz ettiğimiz sözü hatta kalbinin ve hayalinin en uzak köşesinde sakladığını da Allah’ın bildiği beyan olunuyor.

“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Doğrusu O kalplerde olanı da bilendir. “ (Fatır/38)

“Düşen bir yaprak yoktur ki onu bilmesin. Yerin dibinin karanlığında hiçbir dane yoktur ki onu bilmesin Yaş- kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın”  (En’am/59)

“Bakışlardaki hainliği de, sinelerin özünü de bilir.” (Mü’min/19)

“Hiç yarattığını bilmez olur mu) O’dur gizlilikleri bilen Lâtîf, Habîr.” (Mülk/14) v.b. Kur’an İlâhi ilmin bu kabil müşahhas tasvirleriyle doludur.

İlim bir şeyi tam bir şekilde bilmektir. (Ma’rifet, şu’ûr, fıtrat, idrak, ihlas, ‘akl, der’ vb. gibi Arapça da bilmeyi ifade eden kelimeler ilmin özel şekillerine delalet eder. İlim daha kapsamlı bir kavramdır. Cenab-ı Hakkın bilmesini “’ilm” ile ifade edip öbürlerini Kur’an da mahlûklar için irad ettiği halde, kendisine bir defa bile izafe etmemesi elbette manidardır. Bunlardan yalnız FTN kökü Kur’an da yer almaz İdrak bir yerde gelmiş ise de (En’am/103) müşahade babından gelmiştir. Mutlak olarak izafe edilmemiştir.

Bu maddeden, mübalağa bildiren ‘Alîm vasfı bütün Kur’an da 162 defa gelmiş 153 yerde Allah’ı tavsif etmiştir. Allah hakkında kullanılırken bazen fiil ameli yaparak (Bir nevi mef’ul olarak) kayıtlı olarak gelir. Allah; “Yaptıklarını, yaptıklarınızı”, “muttakileri”, “zalimleri”, “müfsitleri”, “kalplerin sakladıkları her şeyi” bilir. Zikrettiğimiz bu durumda geldiğinde ‘Alîm ismi tek başına bulunur.

“innallâhe bi kulli şey’in alîm.” “Muhakkak ki Allah her şeyi bilendir.” Gibi. Birçok ayette ise mücerret ve mutlak olarak gelir. Kimi eliflâmlı, kimi eliflâmsız olur 52 Mekki 101 Medeni ayette gelmiştir. Metin uzunluğu göz önüne alınırsa Medine de 3 misline yakın nispette fazla varid olduğu anlaşılır.

‘Alîm isminin kullanılışı başlıca şu özellikleri gösterir;

1 – “’Alîm hakîm” şekli. 11 defa Mekke de 26 deva Medine de nazil olan ayetlerde görülür.

2 – “Semî’ ‘Alîm” şekli 10 defa Mekke de 22 defa Medine de nazil olan ayetlerde görülür.

3 – “’Alîm Habîr” bitişmesi 1 defa Mekke de, 3 defa Medine de vaki olur.

4 – “’Azîz ‘Alîm” yalnız Mekke de nazil olan ayetlere mahsustur.

5 – “’Alîm Kad’ir” Yalnız Mekki ayetlere mahsustur.

6 – “Hallâk ‘Alîm” mukareneti sadece 2 Mekki ayette yer alır.

7 – “Fettah ‘Alîm” yalnız 1 Mekki ayette varid olmuştur.

8 – “’Alîm Halîm” yalnız 3 medeni ayette yer alır.

9 – “Şâkir ‘Alîm” mukareneti yalnız 2 ayette yer alır.

10 – “Vasî’ ‘Alîm” bitişmesi Medine ye münhasırdır.

Demek ki Allah’ın ilim sıfatı başka bir çok sıfatıyla terkib edilerek çok yaygın bir alanı kuşatmıştır. Bu mefhumlar arasında bazen bir derecelenme veya te’yid; (“’Alîm Hakîm”, “Senî’ ‘Alîm”, “’Alîm Habîr” gibi) Bazen dengelenme; (“’Alîm Kadîr”, “’Alîm Halîm”, “Azîz ‘Alîm” gibi.) Bazen farklı yönleri ihata etme (“Vasî’ ‘Alîm”, Şâkir ‘Alîm”, “Fettah ‘Alîm” gibi) durumları gözükmektedir. Celâl sıfatlarıyla yalnız Mekke de (‘Azîz, Kadîr, Fettah, Hallâk) Cemal sıfatlarıyla ise münhasıran Medine de (Halîm, Şâkir, Vasî’) terkib edilmiştir. Bilmek mefhumuna yakın olan sıfatlar ile ise (Hakîm, Habîr, Semî’), her iki devirde de beraber bulunmuştur. ‘Alîm vasfı 50 kadar yerde ise tek başına gelmiştir.

A’lem;

A’lem; ilimden ism-i tafdil şekli olup “daha iyi, en iyi, pek iyi bilen” demektir. Allah hakkında 40 tan fazla ayette varid olmuştur. Ancak hiçbir yerde eliflâmlı olarak süperlatif değerinde mücerret gelmemiştir. Hemen her yerde taalluk ettiği mütemmimi (tümleç) vardır. Fakat mukayese (comparatif) değeri de açık değil, zımni olarak ifade olunur. Mesela hiçbir yerde Allahu’l-A’lem (Mutlak olarak pek iyi bilen Allah) şeklinde varid olmamıştır.

“ve HUve a’lemu Bilmühtediyn” Allah doğru yola girenleri(girecekleri) pek iyi bilendir misalinde olduğu gibi. Kendisiyle mukayese edilenler, hazfolunmuştur, yani “sizden, onlardan daha iyi bilendir” tarzında mukayesenin öteki unsuru bildirilmemiştir. Buralar da A’lem yerine “‘Alîm” konulursa mana yine müstakim olabilir. Onun için böyle varid olan “A’lem” leri ekseriya bir nevi süperlatif değerinde düşünerek “Pek iyi bilendir” diye anlamak ve tercüme etmek daha isabetli olabilir.

Âlim;

İlimden ism-i fail olarak “bilen, bilici” anlamına gelen bu şekli, her zaman muzaf olmak suretiyle kayıtlı bir tarzda Allah’ı tavsif etmektedir. 13 kadar ayette varid olmuştur. Bilhassa ‘Âlimu’l-ğayb va’ş-şehade (gaybı ve mevcut olanı bilen) vasfında geçer. Bu vasıf hem Mekke de Hem Medine de görünür. Bu terkib belli başlı şu şekillerde tefsir olunur. “Gizliyi ve aşikârı bilen, Mahluklardan gaip veya onlara aşikâr olan her şeyi bilen.” Bu vasıf; “Sonra gayb ve şehadeti bilen’e döndürüleceksiniz” ibaresi ile geldiği her yerde mevsufsuz yani özel isim durumundadır. Bunların üçü de son Medine devrine aittir.

‘Âlimu’l-ğayb (Gaybı bilen) şekli 2 ayette varid olmuştur.

‘Âlimu’l-ğaybı’s-semavati ve’l-ard (Göklerin ve yerin gaybını bilen) şekli bir Mekki ayette gelmiştir.

Demek ki ‘Âlim şekli, hemen her yerde gayba muzaf olarak gelmiştir.

‘Âlimîn;

‘Âlim anlamında olarak fakat cemi şekliyle Allah’ı tavsif eder. Bu cemi şekli Failin azametini veya fiil hakkıyla yaptığını ifade eden aktivitenin kuvvet ve yoğunluğunu gösteren bir üslup nevidir. Allah kendisinin bilen olduğunu iki ayette de bu şekilde bildirmiştir. Bunların her ikisi de Mekki dir.

‘Allâmu’l-ğuyûb;

‘Allâm, Âlimin tekerrür ve mübalağa bildiren fa’al şeklidir. “Gizli denilen hiçbir şey kendisine gizli kalmayan”, “olmuşu ve olacağı bilen, gökte ve yerde kendisine hiçbir şey gizli kalmayan” tarzında tanımlanmıştır.

Allâm vasfı Kur’an da 4 ayette ve münhasıran gayba muzaf olarak gelmiştir. Biri Mekke de öbürleri Medine de dir. Bu 4 ayetten ikisinde Allah kendisinin bu vasıfla muttasıf olduğunu haber vermekte, birinde melekler birinde de bir peygamber (Hz. İsa) onu böyle vasfetmektedir. Hadis-i şerifte istihare duasında Allâm ismi geçmektedir. (Prof. Dr. Suad Yıldırım-Kur’an da uluhiyet/145-149)

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

EL ‘ALÎM

El ‘Alîm; Yüce Allah’ın esma-i Hüsnasından bir ismi ve bir sıfatıdır. Yüce Allah şöyle buyurur;

… Rabbenâ tekabbel minnâ* inneKE ENTEsSemiy’ul ‘Aliym. (Bakara127)

“Ey rabbimiz, bizden kabul buyur, çünkü daima işiten, daima bilen sensin ancak,sen.”

Lisanü’l-Arap adlı eserde bu kelime hakkında şu bilgi verilmektedir. “El ‘Alîm; henüz bir şey meydana gelmeden ve var olmadan önce olanları ve olacak şeyleri bilen Allah demektir.

El ‘Alîm; Yaratmadan önce yaratacaklarını idrak edip kavrayan ve yaratma esnasında da bununla ilgili emrini ve işleri idrak edendir. Yaratmazdan önce O’na hiçbir gizlinin gizli kalmayacağı gibi, yaratma sırasında da O’na hiçbir şey gizli kalmayacaktır. O hatırlanmasını murad ettiklerini hatırlatandır ya da kendisiyle Hakk’a yol bulacağı, hidayete ereceği şeyi de en iyi bilendir. Çünkü O zulmetten, karanlıktan nura taşıyan ilmin de kaynağıdır. Çünkü o ilim sadece gözlere, gözlemlemeye dayalı olan ilim değildir. Aksine o ilim basirete, kalp gözüne uzayan bir ilimdir. Böylece idrak olunmayı da idrak eder. O aklın kendisinden hüküm çıkardığı, hüccet, kanıt ve burhan ile yol gösterdiği bir ilimdir. Çünkü ayet mutlak manada ispata delalet etmektedir.

Mutlak ‘Alîm (el-Alîmu’l-Nutlak); O, ilme sebkat edendir. Çünkü ilim sadece O’ndandır. O’ndan önce ilimden söz edilemez. Bu nedenle ilim ancak ‘Alîm olan zattan öğrenilir. Çünkü el-‘Alîm olan Allah her öne geçenden önce olan demektir. O’nun ilmini geçen, O’ndan önce ilmin varlığından söz eden yoktur, olamaz da. Çünkü O, bir şey henüz meydana gelmeden önce meydana geleceğini bilir. Kaldı ki O, nehyeden sona erdirendir ve fakat nehyedilen sona erdirilen değildir.

İzafetle (göreceli olarak) el Alim olana gelince; bunun bilmesi muvakkattir, geçicidir. Yüce Allah’ın o geniş olan ilminden ne kadar ilim alırsa alsın, o kimsenin aldığı bu ilim kalıcı değildir. Çünkü daimi ve sürekli olan ilim, daima ve hep Hayy (ölmez, diri) olana aittir. Muvakkat (geçici) olan ilimde geçici olarak Alim olan halifeye aittir.

El Âlim; Gayb ve şehadet olayını idrak edip kavrayandır. Her şeyi ilmiyle kuşatıp ihata edendir. Kül yani bütün olanı da cüz yani parça olanı da ve o parçanın cüzlerini de ilmiyle kuşatandır. O her şeyi kuşatır ve fakat hiçbir şey onu asla kuşatamaz.

İzafetle Âlim olan; ilimde belli bir yer edinmiş olandır. Ki bu ilim ona Mutlak âlim olan tarafından doğrudan verilen bir bilgidir. Nitekim peygamberlerin durumu böyledir. (Allah’ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun.) Ya da Resul ve Nebiler tarafından kendilerine ilim ve bilgi aktarılan mü’minlerin durumları da böyledir. Bir de o peygamberlerin kendilerinden sonra bıraktıkları ilimler, mucizeler ve korunmuş olan kitaplar da bu bilgileri mü’minlere aktarma aracı görevini yapmışlardır.

El-Âllâm; Baki olan ve göklerde olsun, yerde olsun hiçbir gizli kendisine gizli kalmayan zat demektir.

El-‘Alîm olan Allah mutlak manada Alîm olan zat demektir. Çünkü bu Yüce Allah’ın o güzel isminin manalarındandır. Bunlardan birisi de” El-‘Alîm” ismidir. Mana bakımından tüm malumatı, bilgileri umum olarak içine alan demektir. (Beyhaki)

Çünkü Allah, küllî olanları da, cüz’î olanları da en ince detaylarına kadar bilendir. Zira yüce Allah kendi zatını; Âlim, ‘Alîm, Allâm diye nitelemiştir.

Yüce Allah’ın ilmi bir tektir. O’nun ilminde çokluk yoktur Çünkü Yüce Allah’ın ilmi ister küllî manada olsun ister cüz’î anlamda olsun. İster küçük ister büyük olsun. İster maduma (yok olana) olsun ister mevcuda (var olana) olsun hepsine taalluk edince, hepsi için geçerlidir. Çünkü bizzat Yüce Allah’ın kendisi, kendi nefsini, zatını bu manada bir sıfata delalet eder şekilde nitelemiştir. Nitekim ayette şöyle buyuruluyor;

HUvelleziy halakaleküm ma fiyl’Ardı cemiy’an sümmestevâ ilesSemâi fesevvâhünne seb’a Semâvât, ve HUve Bikülli şey’in Aliym. (Bakara/29)

“O öyle bir yaratıcıdır ki yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra iradesini göğe yöneltip onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi çok iyi bilendir.”

Çünkü daha önce yeryüzünün ve semanın yaratılmasından, ulvi ve süflî alemde ki tasarruftan, öldürme ve diriltme gibi başkaca şeylerden söz edilmişti. Bütün bunlar tüm bu şeylerin tam kâmil olan ve her şeyi kuşatan bir ilimden sudur ettiğini, var edildiklerini gösterirler.

Yüce Allah’ın ilmi, bir ve tek olması hasebiyle kullarının ilminden ayırt edilir. Allah o, bir ve tek olan ilmi ile her malumatı bilir. Söz konusu olan malumatın (Bilinenlerin) değişmesi ile Allah’ın ilminde değişiklik olmaz. Çünkü Allah’ın ilmi duyulara dayanılarak, bir fikre bir düşünceye bağlı kalınarak kazanılan bir ilim değildir. Çünkü Allah’ın ilmi zaruridir. Zira O’nun ilminin yok olması mümtenidir., O’nun ilmi için yokluk asla söz konusu değildir. Kaldı ki yüce Allah’ı hiçbir bilgi ve ilim diğerinden meşgul edemez. Çünkü Allah’ın ilmi namütenahidir, sonsuzdur. (Ebu Hayyan)

Gayb ilmine gelince hiçbir aklın ve zihnin sorulanları veya sorulacakları bilemeyecekleri bir ilimdir. Gayb ilmi, aşağıda anlatılacaklara uygun olarak zamana müteallik olan bir ilimdir.

Geleceğe yönelik olarak gayba taalluk eden ilim; Bu henüz ortaya çıkmasının zamanı ve vakti gelmemiş olan ilim/bilgidir. Bu türden bir ilim için şu anda ne zaman meydana geleceğine ilişkin olarak elimizde buna tanıklık edecek bir şey de yoktur. Bu ileride meydana gelecek olan ilimdir. Herhangi bir kimsenin bilmesi söz konusu olmaksızın gelecek zamana yönelik olarak Allamu’l-Guyub olan yüce Allah’ın gücü ve kuvveti sayesinde ortaya koyduğu burhan ve verilerle ortaya çıkacak olan ilimdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

Yevme yecme’ullahur Rusüle feyekulü ma zâ ücibtüm* kalu lâ ilme lena* inneKE ENTE Allamül ğuyub; (Maide/109)

Allah bütün resulleri toplayacağı o günde “size ne cevap verildi” diye soracak. Onlar da “bizim bir bilgimiz yok, gizli olanları bilen ancak sensin sen” diyecekler.

Doğal olarak diyeceğimiz şudur; Henüz Allah’ın tüm peygamberlerini bir araya toplayacağı o güm gelmiş değildir. İşte bu bilgiye gayb bilgisi denir. Çünkü bu ilmin bilgisi geleceği zamana ve güne dek gizli bırakılmıştır.

Geçmişe yönelik olarak gayb ilmi; Bir örnek olması için belirtelim Varlıkların ilk yaratılış zamanları, geçmiş, vuku bulmuş olmasına rağmen, yaratılan varlıklara nazaran bilinmiyor. Bu açıdan bu mesele de gaybı ilgilendiren bir ilimdir. Bunu sadece Allâmu’l-guyub olan Allah bilir, O’ndan başkası bunu bilemez.

Nitekim geçmiş zamanda meydana gelen şeylerin durumu da böyledir. Gerçi yaratan Allah onları bir bir saymıştır. Fakat beşer aklı bunların çok az kısmını bilebilir. Bu itibarla insanoğlu bunların birçoğunu bilemez. Çünkü yüce Allah onları bilinemez olan gaybı ilimleri arasında saymıştır. Zaten O’na hiçbir gizli, hiçbir zaman gizli kalmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır;

Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ sümme aradahum alelMelâiketi fekale enbiûniy BiEsmâi hâülâi in küntüm sadikıyn.

Kalu sübhaneKE lâ ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ inneKE ENTEl AliymulHakiym.

Kale ya Ademu enbi’hum BiEsmâihim, felemmâ enbeehum BiEsmâihim, kale elem ekul leküm inniy a’lemu ğaybesSemâvâti vel’Ardı, ve a’lemu mâ tübdûne ve mâ küntüm tektümûn. (Bakara/31-32-33)

“Ve Adem’e bütün isimleri öğretti. Sonra o isimlerin delalet ettiği şeyleri meleklere gösterip “Haydi davanızda doğru iseniz bana şunları isimleri ile haber verin” buyurdu.

Melekler; Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz ya Rab. Bizim için senin bize bildirdiğinden başka bilgi mümkün değildir. O, her şeyi bilen hüküm sahibi sadece sensin sen” dediler.

“Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver” buyurdu. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle bunları haber verince buyurdu ki; “Size demedim mi ben şüphesiz göklerin ve yerin sırrını bilirim Ve sizin açıkladıklarınızı ve gizlediğiniz şeyleri de bilirim.”

El Alîm; olan Allah, Hz. Adem’e tüm isimleri (her şeyin sırrını) öğretti. Daha sonra meleklerden bilmedikleri ve kendilerine önceden öğretilmemiş olan o isimler hakkında Hz. Adem’e bilgi vermelerini istedi. Fakat melekler böyle bir şeyi haber vermekten aciz kaldılar. Zaten bu ayette açıklanan olay da budur. Çünkü söz konusu isimleri Allah, Adem’e öğrettikten sonra artık o isimler Adem’e nispetle gayb olmaktan çıkmış oldular. Çünkü Allah söz konusu isimleri kendisine bildirdi.

Ancak yüce Allah söz konusu olan isimleri meleklere öğretmemiş ve bildirmemiş olması hasebiyle, o isimlere ilişkin bilgiler meleklere nispetle gayb ilminden sayıldılar. Bu nedenle gayb ilmi Hz. Adem’e nispetle ortaya çıkan ve bilinen bir ilim halini almış oldu. Bizim de kabul ettiğimiz gibi Hz. Âdem de bu ilmi bundan böyle maziye ilişkin bir ilim olarak kabul etmiştir.

Ancak konu melekler açısından değerlendirildiğinde Yüce Allah’ın kendilerinden Adem’e haber vermelerini istediği o bilgileri değerlendirdiğimizde, bu bilgiler Hz. Adem’e nispetle değil de meleklere nispetle gayb ilmi konusunda olan bilgileridirler. Bu durum Hz. Adem tarafından kendilerine bildirilinceye kadar melekler için hep gayb ilmi olarak sürüp gitti.

Gayb ilmi, idrak olunmayan şeyin idrak olunandan haber verdiği ilimdir. Bu da iki kısımda değerlendirilir.

Birinci kısım; Yaratan Allah yarattığı her şeyi bilmesidir. İşte bu ilim, hiçbir yaratılmışın muttali olmadığı, olamadığı ilimdir. İlmin bu kısmı gayb olması hasebiyle ihata olunamayacağından öğrenilmesi de muhal olan gayb dairesi içinde yer alır. Ancak bu durum Ademoğullarına nispetle ister olması mümkün ve beklenen olsun, ister olmasın bu dairenin dışında yer alırlar. Bu hal ortaya çıkarılana dek hep muhal olarak devam eder durur. Yahut ta ondan bir şey çıkarılması mümkün olan daire içerisine sokulana dek hep muhal olma dairesi içerisinde öylece varlığını sürdürür. Zaten bunun gerçekleşmesinden sonra söz konusu olan şeyin öğrenilmesi veya ondan herhangi bir bilginin elde edinilmesi tamamlanmış olur.

Bu durum yarattıklarını idrak eden ve Alîm olan Allah onu bizim için açıklayıp ortaya koyana veya ondan herhangi bir şeyi bize açıklayana dek hep böyle devam eder. Ancak yüce Rabbimiz bu şeyleri ortaya çıkarması halinde konu da tamamlanmış olur.

İkinci kısım;Bu ise henüz yaratılmamış olan ve fakat ilerinde yaratılacak şeylerle ilgili olan bilgileri içerir. Kuşkusuz işin bu kısmı da gayb ilminin bir başka cephesidir ki, bu bilgiyi onu yaratacak olan zatın dışında hiçbir kimse bilemez. Çünkü Yüce Allah önünde muhal diye bir şey yoktur. O herhangi bir şeyin olmasını murat edince, o şeye sadece “ol” der o da hemen oluverir. Zira her şeyden münezzeh olan yüce Allah her şeye kadirdir. Her şeyi ihata etmiştir ve her şeyi en iyi bilendir.

Bir şeyi garipsemenin sınırı, mümkün olan şeyler dairesinde yer alır ki, bu da zaten beşer bilgisinin sınırları içinde bulunmaktadır. Bu da kudret ve kabiliyet sınırları içerisinde devam eder ve böylece uzar gider. Fakat muhal olan daireye gelince, işte o dairenin içine beşer ilmi nüfuz edemez, oraya giremez. Bunun da nedeni o dairenin içinde yer alan ilimle ilgili husus, gaybı ilgilendiren bir husus olmasıdır. Gaybı da ancak Allâmu’l-Guyub olan Allah bilir. Bunun içindir ki mümkün olan dairenin sınırlarının boyutları nispidir, oransaldır. Oysa muhal olan daire içerisinde yer alan şeylerin boyutları mutlaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

Alimülğaybi fela yuzhiru ‘alâ ğaybihi ehadâ.

İlla menirteda min Rasûlin feinnehu yeslükü min beyni yedeyhi ve min halfihi rasadâ;

Liya’leme en kad ebleğû risalâti Rabbihim ve ehatâ Bima ledeyhim ve ahsa külle şey’in ‘adedâ; (Cin/26-27-28)

“O bütün gaybı bilir. Fakat gaybına, sırlarına kimseyi apaçık vakıf ve muttali kılmaz.

Ancak bildirmeyi dilediği ve seçtiği bir peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, onun önünden ve ardından gözcüler salar.

Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla ulaştırmış olduklarını, onlarda bulunan her şeyi kuşattığını ve her şeyi bir bir saymış ve kaydetmiş olduğunu bilsin diye. Bunu yapmıştır.”

Bu ayetlerin içermiş olduğu gerçeklerin iyice açıklanıp anlaşılması için burada bize bir görev düşmektedir. O da mananın tüm alemlere ve gayb olan şeylere delalet ettiğini bilmemizin gerektiğidir. Bunu bilmeliyiz ki gaybı bilen Allah’ı idrak edip kavramış olabilelim.

El Alîm; zamanı ve hareketi ve bunların ihtiva ettiği şeyleri idrak eden demektir.

El-Ğayb; hususen ve özellikle bizatihi yaratanın bildiği ve fakat yaratılanların bilmediği şeydir.

Alîmu’l-Ğayb. Meşiet ve dileme elinde olan zat demektir. O kulları ve yaratmış olduğu varlıkları ne kadar gayret sarf ederlerse etsinler hiç birisini kendi ilmine muttali kılmayandır. Meğer ki göndermiş olduğu elçilerden dilediklerine bildirmesini dilemiş olsun, bu müstesnadır. Nitekim buna ilişkin yukarıda geçen ayette şu ifadeler yer almaktadır.

Ancak bildirmeyi dilediği ve seçtiği bir peygamber bunun dışındadır.

Çünkü peygamberler yüce Allah’ın dilemesiyle Allah kendilerini, onları verdiği gayb ilmine hazırlamıştır. Ancak bundan önce Allah onları korumakla ihata etmiş ve onları her türlü vesveseden ve korkudan da emin kılarak gözetim altına almıştır. Peygamberlerin işi öyle basit değildir. O öyle bir iştir ki gökler ve yer ondan ötürü sarsılır ve boyun eğerler. Bu bakımdan tüm peygamberler ve elçiler melekler tarafından kuşatılıp koruma altına alınmışlardır. Kaldı ki melekler sadece kendilerine emredilenleri yerine getirirler, bıkmak, usanmak nedir bilmezler. Yaptıklarını Allah’a taat olsun için yaparlar. Melekler bizleri görürler ama biz onları göremeyiz.

Allamu’l-guyub; Akılların O’ndan gelen bir ilim olmadıkça idrak edemediği her şeyi idrak edendir. Allâmu’l-guyub, ilim açısından her şeyi bilmesi yönünden delile, hüccete, burhana ve ayetlere dayalı olarak aşırılık ve mübalağa ifade eden bir sıfattır. Çünkü El Allâm bir şeyi henüz var olmadan bilgisi, ma’rifeti o şeyi sebkan eden, onu geçendir.

El-İlm; İhata eden gizli ve saklı her şeyi kapsayandır. Bir de işin zahiri yönü var ki o da bir Âlimden, bir bilginden öğrenilendir. Ve Alîm ve Hakîm olan bir zattan da medet beklenilen, yardım alınandır.

Esasen ilmin doğrudan hikmetle, işitmekle, yaratmakla, izzet, kudret, fetih ve haber vermesi itibarıyla aşağıda yer alan ayetlere uygun olarak onlarla bağı ve ilişkisi vardır. Şöyle ki;

1 – Bunun hikmetle olan alakasını rabbimizin şu ayetinden öğreniyoruz;

Kalû sübhaneKE lâ ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ inneKE ENTEl AliymulHakiym. (Bakara/32)

Melekler; “Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz. Ya Rab, bizim için senin bize bildirdiğinden başka bilgi mümkün değildir. O, her şeyi bilen hüküm sahibi sadece sensin sen”. Dediler.

2 – Bunun işitme ile de alakası vardır;

… tevekkel alellah* inneHU HUves Semiy’ul ‘Aliym. (Enfal/61)

“Allah’a dayan. Çünkü işiten, bilen ancak O’dur”

3 – Bunun aynı zamanda yaratma fiiliyle de ilişkisi vardır. Çünkü Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor;

İnne Rabbeke HUvel Hallakul Aliym. (Hicr/86)

“Çünkü senin rabbin her şeyi yaratan, her şeyi bilendir.”

4 – Bunun izzet ile de alakası bulunmaktadır;

Ve lein seeltehüm men halekas Semâvati vel Arda le yekulünne halekahünnel ‘Aziyzül ‘Aliym. (Zuhruf/9)

“And olsun ki onlara; “gökleri ve yeri kim yarattı” diye sorsan elbette “onları çok güçlü ve her şeyi bilen yarattı” derler.”

5 – Bunun aynı zamanda Kudret ile de alakası bulunmaktadır;

… yahlüku ma yeşa’* ve HUvel ‘Aliymül Kadiyr. (Rum/54)

“O dilediğini yaratır ve O her şeyi bilen, her şeye gücü yetendir.”

6 – Bunun Fetih ile de alakası vardır;

Kul yecme’u beynena Rabbüna sümme yeftehu beynena Bil Hakk* ve HUvel Fettahul’ ‘Aliym. (Sebe’/26)

De ki; “Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra da aramızı hak hükmü ile ayıracak. O öyle yegâne hüküm veren, öyle her şeyi bilendir.”

7 – Bu kelimenin haber vermek ve bildirmekle de alakası vardır;

Ve iz eserrannNebiyyu ila ba’dı ezvacihi hadiysa* felemma nebbeet Bihi ve ezharehullahu ‘aleyhi ‘arrefe ba’dahu ve a’reda ‘an ba’d* felemma nebbeeha Bihi kalet men enbeeke hazâ* kale nebbeeniyel’AliymulHabiyr. (Tahrim/3)

Peygamberler, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah’ta bunu peygambere açıklayınca Peygamber; (Eşine) bir kısmını bildirmiş bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi; Bunu sana kim söyledi?” dedi. Peygamber; “Bilen, her şeyden haberi olan Allah bana söyledi.” Dedi.

İzafet yoluyla yani göreceli olarak Alîm olana gelince bu, mutlak manada Alîm olan zatın ona ilimleri bir şekilde bildirmesiyle bilen, Alîm olan kimsedir. Allah’ın kendisine bildirmesiyle o kimse, başkalarının bilmediklerini bilir. Burada yüce Allah’ın kendisine ait sırlardan herhangi birini veya herhangi bir hikmetini vermesi için, bu iş için seçtiklerinde bir özellik bulunmaktadır. Nitekim Hz. Yusuf AS. In durumu böyledir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

Kale len ursilehu meaküm hatta tu’tuni mevsikan minAllâhi lete’tünneniy Bihi illâ en yühata Biküm* felemma atevhu mevsikahüm kalellahu alâ ma nekulü vekiyl; (Yusuf/66)

Dedi ki; “Kesinlikle onu sizinle beraber göndermem. Ta ki hepiniz her taraftan kuşatılmadıkça. Onu mutlaka bana getireceğinize dair Allah’a yemin edesiniz” Söz verdikleri vakit dedi ki; “Allah söylediklerimize karşı vekildir.”

Çünkü sırlar ve hikmetlerle ilgili hususlar ilmin ötesinde, dışında kalan şeylerdir. Bu itibarla o hususlar öyle kolay ve basit şeyler değildirler. Ancak yüce Allah, oldukça zor ve ağır olan bu işler için kimlerin bunu üstlenebileceğinin, bu görev için kimlerin hazır olduğunun seçimini ve tercihini bizzat kendisi yapmıştır. Onların bilmedikleri, bilemedikleri şeyleri onlara açıklamak suretiyle onlara bunu bildirmiştir. Onların rüya olarak gördükleri şeyler, eylem olarak gün yüzüne çıkar, fiile dönüşür. İleri dönük olarak meydana gelecek olan şeylere taalluk eden o bilgiler, bazı kimselerin bu bilgilere muttali kılınmasıyla konu tamamlanmış olur.

Böylece o kimseler, söz konusu olaylar meydana gelmezden çok önceden o şeylerin meydana geleceğini haber verirler. Eğer söz konusu olaylar meydana gelirse bu takdirde olayları en iyi yorumlayacak olanlar da yine o kimseler olacaktır. Bu da tıpkı Hz. Yusuf AS. Da gördüğümüz kurala uygun olarak meydana gelecektir. Zira Hz. Yusuf AS. Olayları ve rüyaları, olay meydana gelmezden önce yorumlar ve buna ilişkin alınması gereken tedbirleri de aktarırdı. Çünkü o rüyaların yorumu, bizzat ‘Alîm olan Allah tarafından öğretilmişti. Rabbimizin;

… ve yütimmu nı’meteHU aleyke ve alâ ali Ya’kube kema etemmeha alâ ebeveyke min kablü İbrahiyme ve İshak .. (Yusuf/6)

Ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Yakub soyuna da nimetini tamamlayacaktır.

Ayetinde geçen nimet kelimesi ile yüce Allah tarafından İbrahim ve soyundan gelecek olan peygamberler konusuna dikkat çekilmiştir. Çünkü onun soyundan Hz. İshak, Hz. Yakub ve Hz. Yusuf -Allah’ın selâmı hepsinin de üzerine olsun- peygamberler gelmişlerdir. Nitekim onlardan sonra da Hz. Musa AS., Hz. İsa AS. Ve Hz. Muhammed AS. Gelmiştir.

Bir de; inne Rabbeke Aliymun Hakiym Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir. Kavli Yüce Allah’ın ilmine ve hikmetine delalet etmektedir. Söz konusu olan bu ilim ve hikmet, Yüce Allah’ın Hz. Yusuf’a öğrettiği ilimin ötesinde olan bir ilimdir. Bu daha önce iki atası olan İbrahim ve İshak’a verdiği tamamlamadığı peygamberlik ilmidir.

El ‘Alîm; ilmin kaynağıdır yani en dakik olandan çok daha dakik ve çok daha kapsamlı olan ilmin de kaynağıdır. O öyle bir ‘Alîm dir ki hiç bir gizli, nerede olursa olsun asla O’na gizli kalmaz. Çünkü onun da yaratanı ve gizleyeni bizatihi Yüce Allah’tır. O şeyler Allah tarafından dilediklerine açıklanana dek hep gizli kalacaklardır.

El ‘Alîm; Yüce Rabbimizin Esma-i Hüsnasından bir isimdir. Kâmil manada ilmi tazammun eder, içerir. O ilmi hiçbir zaman bir cehalet bir bilgisizlik asla sebkat etmemiştir. Hiçbir zaman bir şeyi bilmemek diye bir durum Allah için asla ve hiçbir zaman vaki değildir. Allah için unutkanlıkta yoktur. O’nun ilmi her şeyi aynı anda kuşatacak derecede geniştir. İster mücmel anlamda olsun, ister detaylar bağlamında olsun O’nun fiillerine veya kavillerine taalluk eden her ne varsa Rabbimizin ilmi hepsini kuşatmıştır. Hepsi de Yüce Allah için eşittir. Allah şöyle buyuruyor;

Kale ılmuha ‘ınde Rabbiy fiy Kitab* lâ yedıllu Rabbiy ve lâ yensa. (Taha/52)

(Musa) De ki; “onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz.”

‘Alîm olan Allah’ın ilmi her şeyi ihata etmiştir. Çünkü O her şeyin yaratıcısıdır. Bu itibarla O, onları daha iyi bilir. O Hayy ve Kayyûm’dur. Bu itibarla O, bir eksiklik ve noksanlık olan unutkanlık, yanılma ve bunlar gibi vasıflardan münezzehtir, mukaddestir. Kimde bu türden sıfatlar yoksa işte o, tam ve mutlak olan ilme sahip ve malik olandır.

İnsana düşen görev, hem arif ve hem âlim olmasıdır ki ilmi sayesinde çevresinde olan bitenlerden haberdar olabilsin. Onları ihata ederek kuşatabilsin. Bu sayede o kuşatıcı bilgi sayesinde en hassas dengeleri ve işleri bilmiş olsun. Unutmamak hep hatırlamak için gayret ve çaba sarf etsin. Hep uyanık ve dikkatli olsun, yanılgı ve yanlışa imza atmamış olsun. Çünkü bu sıfatlar izafet yoluyla yani göreceli olarak kişinin âlim olmasını sağlar.

‘Alîm olan Allah’ın ilmi hem geniş ve hem ihatalıdır. Geniş olan ilmiyle değerleri ve ölçüleri takdir eder. Böylece O’nun halk üzerinde fiilen ve tesir yoluyla olan emri tam ve kâmil manada bir emir halini alır. Hassas ve dakişk hareket sahibi olan gök cisimlerini, bunların insan hayatı üzerinde ki etkilerini, ‘Alîm olan Allah, ilmiyle onları faydalı bir şekle getirerek düzeni sağlar.

Şöyle bir düşün hele! Eğer güneş şu anda bulunduğumuz konum itibarıyla dünyamıza daha çok yakın veya uzak olsaydı şüphesiz hiç hoş olmayacak sonuçlar doğardı. Çünkü güneş dünyamıza şimdiki konumundan daha yakın olsaydı, o takdirde aşırı sıcaklık yüzünden her şey mahvolurdu. Konumu eğer biraz daha uzak olsaydı o takdirde de her şey soğuktan mahvolurdu. Bu da yer yüzünü uygar hale getirmeyi isteyen Âlim olanın iradesine aykırı olacaktı. Haşa Yüce Allah’ın fiillerinde her hangi bir tenakuz (çelişki) olamaz.

Yine düşün hele! Eğer güneş ile ayın hareketleri, bu gezegenlerin dışında olsaydı kuşkusuz olabilecek değişiklikler bu anlatılanlara göre çok daha vahim olacaktı. Bunun en önemlisi de kayıpların oluşması, vakitlerin değişmesi gibi durumlar meydana gelirdi. Bu da insan hayatını yaşanamaz bir konuma sokardı. Çünkü insanların zamanlarını ve vakitlerini düzene sokmaları güneş ile aya bağlıdır.

Kaldı ki ‘Alîm olan Allah’ın ilmi, tüm ilimleri sebkat etmiştir. Çünkü O, Allâmu’l-ğuyub dur. O her şeyi bir hesaba göre yaratmış, bir ölçü ve mizana göre var etmiştir.

‘Alîm olan Allah’ın öğretmesi iki kısımdır;

Birinci kısım; Özel olmayan genel bir ilimdir. Bu türden olan ilim, bütün kullar için geçerlidir. Nitekim her şeyden münezzeh olan yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

Er Rahmân – Allemel Kur’ân – Halekal İnsân – Allemehül beyân. (Rahman/1-2-3-4)

“Rahman Kur’an ı öğretti, insanı yarattı, ona güzel beyanı belletti.”

Burada söz konusu edilen insan, cins, (tür) olarak erkek ve kadın olmak üzere hepsini kapsamaktadır.

İkinci kısım;

İşte bu kısımda söz konusu edilen ilim özel, (hususi) olan ilimdir. Burada hususi ifadesinden kasıt, öğreten öğretmenin tercih ettiği, özel kıldığı hususiyet olma olasılığı ile hususileştirdiği ilim olmasıdır. Çünkü ‘Alîm olan Allah, kullarından dilediklerini seçer, tercih eder ve o kullarına bir takım özel bilgiler verir. Örneğin Hızır AS. Buna misal olarak verilebilir. Ayette konu ile alakalı olarak şöyle buyuruluyor.

Feveceda ‘abden min ‘ıbadiNA âteynâhu rahmeten min ‘ındiNÂ ve ‘allemnâhu min ledünNÂ ‘ılmâ. (Kehf/65)

“Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.”

Nitekim Hz. Davud AS. İle oğlu Hz. Süleyman peygamberleri de gösterebiliriz. Çünkü o ikisine de özel bir4 ilim verilmişti. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

Ve lekad ateyna Davude ve Süleymane ‘ılma* ve kalel Hamdü Lillâhilleziy faddalena alâ kesiyrin min ıbadiHİl mu’miniyn. (Neml/15)

“And olsun ki. Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik. İkisi de “bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun” dediler.”

Bir de yüce Allah Hz. Davud’a, zırh yapma sanatını da öğretti. Rabbimiz şöyle buyuruyor;

Ve allemnahu san’ate lebusin leküm li tuhsıneküm min be’siküm* fehel entüm şakirun. (Enbiya/80)

“Bir de ona sizin için, sizi savaşınızın şiddetinden korusun diye giyecek (zırh) sanatını öğretmiştik. Şimdi siz şükrünü yerine getiriyor musunuz?”

Bu ileriki dönemlere doğru hep ilerleme ve gelişme kaydeden bir ilimdir. Çok ileri derecede mertebelere ulaşması için bu gereklidir. Günümüzde ise buna zırhlı korunma, füze savunma sistemi, demir gök kubbe gibi isimler verilmektedir. İnsanoğlu Hz. Davud’un bu sanatını rabbimizin dilediği noktaya ve zamana dek devam ettirecektir. (Prof. Dr. A Hüseyin Akil-El-Esmaü’l-Hüsna Şerhi/257-268)

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

EL – ALÎM

1 – Alîm isminin lügat anlamı:

İlim kökünden türetilen el-Alîm ismi; bilmek, tanımak ve bir şeyin künhüne vakıf olmak anlamlarına gelmektedir. Kur’an da en çok kullanılan kelimelerden bir tanesi de ilim kökünden türeyen kelimelerdir.

2 – Alîm isminin ıstılah anlamı:

Alîm; semâvatı ve içinde olanları bilendir.

Alîm; uçsuz bucaksız yeryüzünü ve onun içindekileri bilendir.

Alîm; gayb alemini ve tüm gaybî konuları bilendir.

Alîm; denizlerde olup biten her şeyi bilendir.

Alîm; yerde ve gökte söylenen her sözü bilendir.

Alîm; insanların bulunduğu her durumu ve yaptıkları her işi bilendir.

Alîm; kalplerde gizlenen düşünce, fikir, niyet ve sırların tamamını bilendir.

Alîm; gözlerin her bakışını ve kalplerin her meylini bilendir.

3 – Alîm isminin Kur’an içerisinde incelenmesi:

El-Alîm ismi; Kur’an da 153 defa Allah’ın ismi olarak zikredilir. Bunların bir kısmını kısaca şöyle sıralayabiliriz:

vAllâhu Aliymun Bizzalimiyn. (Bakara/95)

“Allah zalimleri bilendir.”

innAllâhe Aliym’un Bil müfsidiyn. (A. İmran/63)

“Allah bozguncuları bilendir.”

vAllâhu Aliymün Bil müttekıyn. (A. İmran/115)

“Allah muttakileri (takva sahiplerini) bilendir.”

vAllâhu Aliymun Bi zatis sudur. (A. İmran/154)

üslerin içinde olanları bilendir.”

vAllâhu Bi ma ta’melune ‘Aliym. (Bakara/283)

 “Allah insanların yaptığı amelleri bilendir.”

… ennAllâhe ya’lemü ma fiys Semavati ve ma fiyl Ardı ve ennAllâhe Bi külli şey’in ‘aliym. (Maide/97)

“Bu da Allah’ın, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah’ın her şeyi bilici olduğunu (sizin de anlayıp) bilmeniz içindir.”

Kale Rabbiy ya’lemul kavle fiys Semai vel’ Ard* ve HUves Semiy’ul ‘Aliym. (Enbiya/4)

“Dedi ki: Rabbim, yerde ve gökte (söylenmiş) her sözü bilir. O, hakkıyla işiten ve bilendir.”

… ve HUve Bikülli şey’in Aliym. (Bakara/29)

“Allah her şeyi bilendir.”

El-Alîm ismi, Kur’an da şu isimlerle beraber zikredilir: Hakîm, Vasi, Semi‟, Şâkir, Halîm, Azîz, Hallâk, Kadîr, Fettâh ve Habîr.

4 – Alîm isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

1 – Rabbimiz bizi nasıl eksiksiz bir şekilde yaratmışsa, getirdiği nizam da aynen öyle eksiksiz ve mükemmel bir nizamdır. Rabbimiz yaratmış olduğu bizlerin nasıl bir hayata ihtiyaç duyduğunu en iyi bilmektedir. Bunun için bize hayat rehberi olarak Kur’an ı indirmiş ve Resulünü göndermiştir. Bizleri tam bir ilimle yaratmış ama başıboş bırakmamış, kontrolünden uzaklaştırmamıştır. Mutluluğumuz için birtakım helal ve haramlar çizmiş, cennet yolunun ölçülerini belirlemiştir.

 Elâ ya’lemu men haleka, … (Mülk/14)

“Yaratan, yarattığını bilmez mi?”

2 – Bizler, ilmin kaynağının Allah olduğunu bilmeliyiz. İlim öğrenmek istiyorsak Kur’an a ve Resulullah (s.a.v) ın öğretilerine yönelmeliyiz. Hayatımız ilimle dolsun, hiçbir anımız boş geçmesin istiyorsak Kur’an a beraberliğimizi artırmalıyız. Diğer ilimler bizim için Kur’an ve sünnet ilminden önce geliyorsa o zaman hayatımızda bir dengesizlik oluşacaktır. Diğer ilimler, Kur’an ve sünnetin daha iyi anlaşılması için öğrenilir. Kur’an dan uzaklaştırsın diye değil.

Bazıları, “Kur’an ı anlamak için yetmiş tane ana bilim, yetmiş tane de ara bilim bilmenin gerektiğini” söylüyorlar. Bu insanlar açıkça, “Sizin Kur’an okumanıza, bilinçlenmenize gerek yok, sizler bilinçlenirseniz bizim saltanatımız sarsılır” demektedirler. Acaba sahabeler kaç tane ana ve ara bilim dalı biliyorlardı? Oysa onlar önce Kur’an la tanıştılar. Allah’ın ilmiyle donatıldılar. Sonra da Allah onları yeryüzünün vârisleri kıldı.

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

Anlamı düşünülmeden okunan Kur’an da hayır yoktur. İlimsiz, cahilce yapılan ibadette de hayır yoktur. Gerçek fakih şu üç özelliğe sahip olan kişidir:

1 – İnsanları Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmeyen,

2 – Allah’ın azabından da emin kılmayan,

3 – İnsanları Kur’an dan başka kaynaklara yönlendirmeyen.” (Daimi/Mukaddime-29)

3 – Öğrendiğimiz ilimler takvamızı, Allah’a karşı saygımızı ve korkumuzu artırmalıdır. İlim öğrendikçe günahlarını daha basit gören, samimiyetini kaybeden, her yanlışına dinden bir kılıf uyduran kimseler gibi olmamalıyız. Resulullah (s.a.v) ve ashabı öğrendiklerini, Allah’tan daha çok korkmaya ve O’na daha çok saygı duymaya vesile olsun diye öğreniyorlardı. Öğrenmekle kalmayıp ilmi gönüllerine sindiriyor, hayatlarının her bölümünde yaşamaya çalışıyorlardı.

… innema yahşAllâhe min ‘ıbadiHİl ‘ulema. .. (Fatır/28)

“..Kulları içinde ancak Alîmler, Allah’tan (gereğince) korkarlar..”

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

Şüphesiz ben sizin görmediklerinizi görür, işitmediklerinizi işitirim. Gökler adeta gıcırdadı, gıcırdaması da onun hakkıdır. Gökyüzünün dört parmak bir yer bile kalmaksızın her yerinde Allah’a secde eden melekler vardır. Allah’a yemin ederim ki, eğer benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız az güler, çok ağlardınız.” (İbn. Mace/Kitabü’s Züht/4190)

4 – İnsan her konuda sınırlı olduğu gibi, ilim konusunda da sınırlıdır. Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilmeyeceği ilimler vardır. Gayb ilmi, kıyamet saatinin ilmi gibi ilimlerin haberi sadece Allah’a aittir.

İnnAllâhe ‘ındeHU ılmüs saati, ve yünezzilül ğays* ve ya’lemu ma fiyl’ erham* ve ma tedriy nefsün ma zâ teksibü ğadâ* ve ma tedriy nefsün Bi eyyi Ardın temut* innAllâhe ‘Aliymun Habiyr. (Lokman/34)

“Kıyamet saatinin bilgisi sadece Allah katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.”

Alimülğaybi fela yuzhiru ‘alâ ğaybihi ehadâ.

İlla menirteda min Rasûlin feinnehu yeslükü min beyni yedeyhi ve min halfihi rasadâ. (Cin/26-27)

“O bütün görülmeyen gaybı bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak bildirmeyi dilediği peygamberler bunun dışındadır..”

Peygamberimiz (s.a.v)‟in hadislerinde bazı gayb bilgileri vardır. Rabbimiz, peygamberine bildirmiştir ve zamanı gelince bu söylenenler gerçekleşmiştir. Ama bunun dışında “Ben gaybı bilirim, gelecekten haber” veririm diyen herkes yalancıdır. Bizler böyle kimseleri reddetmek ve “Sen yalancısın” demekle sorumluyuz. Levh-i Mahfuz‟a çıkıpta; insanların ömürlerini, hayatlarını, sonlarını, ölümlerini, kalplerinden geçenleri öğrendiklerini iddia edenleri yalanlamak ve insanlara onların gerçek kimliklerini göstermekle sorumluyuz.

Kıyametin kopacağı saati bildiğini söyleyenler, kıyametin falan yılda kopacağı üzerinde tahminler yürütenler de yalancılardır. Allah onları gaybına muttali kılmamış, sırlarını onlarla paylaşmamış, onlara Levh-i Mahfuz‟un sayfalarını açmamıştır.  (Dr. Ramazan Sönmez./Esma-i Hüsna

{{“Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.}}

 

 


Viewing all 327 articles
Browse latest View live