Quantcast
Channel: KURAN MEAL TEFSİR (DERLEME)
Viewing all 327 articles
Browse latest View live

İslamoğlu Tef. Ders. HADİYD (25 – 29)(172-A)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Rabbim hayır ile başlat, hayır ile neticelendir. Bize kolay getir, güç getirme. Vahyi bize aç, bizi vahye aç. Vahyin sonsuz ışığını öz ellerimizle insanlığa saç Zira insanlık bu suya muhtaç ya rabbi. Amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün dersimize kaldığımız yerden Hadid/25. ayeti kerimesinden itibaren devam ediyoruz. Hadid suresinin daha önce gördüğümüz pasajında insan dünya ilişkisi ele alınıyordu. Bu ilişki de insanın dünyaya binek olmaması, dünyayı kendisine binek alması, dünyanın sırtına binmesi, servetin sahibi olması. Ama servetin kendisinin sahibi olmasına izin vermemesi ima ediliyordu. Şimdi burada sureye adını veren Hadid kelimesinin de geçtiği ayete geldi sıra.

 

BismillahirRahmanirRahıym

 

25-) Lekad erselna RusuleNA Bilbeyyinati ve enzelna me’ahümülKitabe velMiyzane liyekumenNasu Bilkıst* ve enzelnelHadiyde fiyhi be’sün şediydün ve menafi’u linNasi ve liya’lemAllâhu men yensuruhu ve Rusulehu Bilğayb* innAllâhe Kaviyyun ‘Aziyz;

Andolsun ki Rasûllerimizi apaçık deliller olarak irsâl ettik ve onlarla birlikte Hakikat ve Sünnetullâh BİLGİsini ve mîzanı da (muhakeme – dengeleme) inzâl ettik ki, insanlar kıst’ı (adaleti) ayakta tutsunlar! Kendisinde şiddetli bir güç bulunan ve insanlar için faydaları olan (kanda mevcut; mağma – insan bedenindeki demir ilişkisi?) Hadiyd’i (demir) de inzâl ettik ki Allâh, kendisine ve Rasûllerine gayblarında kimin yardım ettiğini bilsin. Muhakkak ki Allâh Kaviyy’dir, Aziyz’dir. (A. Hulusi)

25 – Celâlim hakkı için biz Resullerimizi beyyinelerle gönderdik ve beraberlerinde kitab ve mizân indirdik ki insanlar adaletle tutunsunlar, bir de demiri indirdik, onda hem çetin bir sertlik hem de insanlar için bir çok menfaatler vardır, ve çünkü Allah kendisine ve resullerine gıyabında yardım edenleri belli edecek, şüphe yok ki Allah kavîdir azîzdir. (Elmalı)

 

Lekad erselna RusuleNA Bilbeyyinat doğrusu biz elçilerimizi hakikatin apaçık delilleri ile göndermiştik. Geçmişe bir atıf. Son vahyin ilk muhatabı olan Hz. peygamber üzerinden tüm peygamberlik müessesesine bir atıf. ve enzelna me’ahümülKitabe velMiyzane liyekumenNasu Bilkıst onlarla birlikte kitabı ve insanlığı adaletle ayakta tutmak için mizanı indirdik. Üç unsur var bu ayette;

1 – Bu üç unsurdan ilki kitap. Yani kitabı indirdik, mizanı indirdik buyuruyor rabbimiz. Kitap nakle tekabül ediyor. Akide de tevhid, değerde bilgi, Kitabın ifade ettiği şey bu. Naklin ifade ettiği şey bu. Nakil bize tasavvurumuzu, aklımızı, şahsiyetimizi inşa edeceğimiz teorik değeri veriyor. Yani koordinatları veriyor. İnsan eylemini akıldan aldığı koordinatlar üzerine bina eder. Bir yola çıkacaksınız, ama çıkacağınız yolda eğer elinizde bir haritanız yoksa nasıl bulacaksınız. Veya denizin ortasındasınız, uçsuz bucaksız bir okyanusun. Eğer pusulanız yoksa yolunuzu nasıl bulacaksınız. Koordinatlarınız yoksa menzilinize nasıl varacaksınız. İşte vahiy, işte nakil o koordinatları veriyor. Bu bir.

2 – Mizan. velMiyzane liyekumenNasu Bilkıst insanlığı adaletle ayakta tutsun diye mizanı indirdik. Kitabı indirmesini anlıyoruz. Ama mizanı indirmekte ne? Mizam nedir öncelikle? Terazi demektir, yani tartan alet, tartı aleti. Nedir bu? Eğer 1 numara da vahiy geliyorsa, vahyi anlamak için de akıl gerekir değil mi? Yani Allah insanın içine bir terazi koymuş. Bu terazi bizim bildiğimiz gibi, gördüğümüz gibi maddi şeyleri tartmıyor.

Bu yürek terazisi, bu akıl terazisi, bu zihin terazisi, muhakeme. Olayları tartıyor, insanları tartıyor, değerleri tartıyor, şu doğru bu eğri. Şu Hakk, bu batıl, şu kâr bu zarar. Şu iyi bu kötü. Şu güzel bu çirkin diye kullandığımız ömrümüzü üstüne bina ettiğimiz ne kadar kavram çiftleri varsa, hepsi aslında terazimizin iki kefesidir. Eğer akıl terazimiz, tasavvur terazimiz doğru tartmazsa doğru diye yanlışa, yanlış diye doğruya, iyi diye kötüye, kötü diye iyiye. Güzel diye çirkine, çirkin diye güzele söyleriz deriz.

Bu takdirde terazimiz yamuk demektir. Terazisi bozuk olan alırken de satarken de aldanır ve aldatır. Akıl terazimiz bozuksa eğer verdiğimiz her hüküm bozuk olur, her hüküm yamuk olur. Onun için akıl terazisini götürüp de kontrol ettireceğimiz Belediye iktisat Md. Kur’an dır. Ki eskiden dijital teraziler çıkmadan bu aşınan kiloları her yıl belediye iktisat Md. ne götürüp aşındığı miktar kadar sarı bastırırlardı. 30 gr, 40gr. 50gr. 60 gr. Ne kadarsa. İnsanlar aldanmak ve aldatmak için satmasınlar, almasınlar, veya birilerini aldatmasınlar, kendileri de aldanmasınlar diye. Yani dürüst tartsınlar tam tartsınlar, tam alıp tam satsınlar diye.

Peki akıl terazisini en çok kullanıyoruz, ama hiç götürüp de aşınmamış krom bir terazi, aşınmamış krom bir kilo ile ölçtürmüyoruz. Aşındı mı acaba, aklımız yamuk mu ölçüyor acaba demiyoruz. Ya aklımız yamuk ölçüyorsa, ya aklımız yamuksa, bakışı yamuk olan baktığı hiçbir şeyi doğru göremez. Aklı yamuk olan da hiçbir şeye doğru bakamaz. Aklını düzeltmeden hiçbir şeyi düzeltmeye kalkmamalı. Çünkü aklı yamuk olanın eylemi doğru olmaz ki. Yamuk bir akıldan düzgün bir eylem sudur etmez, çıkmaz ki.

İşte bu ayet öncelikle nakille aşınmamış kiloyu gösteriyor. Yani akıl terazinizi götürüp bir ayarlatın. Ondan sonra neyi veriyor? Mizan, muhakeme, yani, nasları biz neyle açıklayacağız, neyle anlayacağız Allah’ın gönderdiği ayetleri? Peygamberin bıraktığı mirası? Elbette ki akılla anlayacağız, muhakeme ile anlayacağız. Eğer yamuk bir muhakememiz varsa ayetin doğru olması yetmiyor, çünkü yamuk bir muhakemeyle doğru ayeti yanlış anlayabiliyorsunuz. Doğru ayeti eğri anlayabiliyorsunuz. Yani Kur’an okuya okuya hep hidayete ermiyor insanlar. Bazen Kur’an okuyarak ta sapıtabiliyor.

Bu nasıl oluyor peki? Tarihte ki hariciler gibi. Bu nasıl oluyor? Yamuk bir akılla bakınca Kur’an sizin aklınızı inşa etmesi gerekirken siz Kur’an ı inşa etmeye kalkıyorsunuz. Kitaba uymakla kitabına uydurmak arasında ki fark işte bu. Bunun için mizan verdik, mizanı indirdik diyor.

3 – ve enzelnelHadiyde fiyhi be’sün şediydün ve menafi’u linNas ve yine içinde hem kahredici bir güç, hem de insanlar için faydalar barındıran demiri indirdik.

Üçüncüsüne geldik. Birincisi kitap. İkincisi mizan, üçüncüsü Hadid, yani demir. İlginç değil mi? Demiri de indirdik diyor. Tabii demirin indirilmesi ne demek. Ben uzun uzadıya buraya girecek değilim. Belki de yer yüzünde ki bazı temel elementlerin uzaydan geldiğini söyleyenler belki de doğru söylüyorlar. Ama ben işin o tarafında değilim. Asıl vahyin bize hitap ettiği ve bildirdiği şeyler hakikatlerdir. İnsanı ebedi mutluluğa ulaştıran hakikatler. Şu darı dünyada ki madenlerin, elementlerin kökeni değil. Belki uzman birileri çıkar o konularda da bu ayetlerden bir şeyler çıkarabilir.

Ama bizim asıl çıkarmamız gereken nedir? Demir burada neyi temsil ediyor. Kitapsız ve adaletsiz kalırsa insanlık zarar görür. Fakat kitap ve terazi de güçsüz kalırsa amacını gerçekleştirmez, Kitaba ve teraziye akla 3. bir unsur lazım. Nedir o? Demir. Demirin temsil ettiği güç. Hakk, adalet, hakikat güçle birleşince, yan yana gelince hakikat o zaman güçlü olur, tecelli eder. Onun için Hakk güçlü olmazsa güçlü, haklı olduğunu iddia etmeye başlar. Hakkın güçlü olması için ikilinin yanına 3. nün gelmesi lazım. Yani Hadiyd, demirin gelmesi lazım. Demir burada gücü ifade ediyor.

Güç eğer kitapsız kalırsa, mizansız kalırsa, yani adil bir muhakeme ve akıldan yoksun olursa, koordinatlardan, adaletten, hakikatten yoksun olursa, vahiyden yoksun olursa ne olur? Güç bela olur. Ahlaksız güç olur. Onun için bu ayet Hadid suresinin adını da aldığı 25. ayet güç ahlakından söz ediyor. Ahlaksız güç insanın başına beladır. Güç ahlakı yoksa gücün önünde hiçbir kimse duramaz. Gücün zulmünü kimse önleyemez. Gücün zulmünü önleyen güç ahlakıdır. İşte bu üçlüyü onun için Kur’an ayrılmaz bir biçimde yan yana diziyor. Vahiy diyor, doğru çalışan akıl diyor, nakil diyor. akıl diyor güç diyor. Kitap diyor, mizan diyor, Hadiyd diyor. Kitap nakle, mizan akla Hadiyd ise güce tekabül ediyor ve bu üçü birbirinin yanına gelir birleşirse işte o zaman dünya adaletin dünyası olur. Yok bu üçü ayrılır güç bir tarafa, vahiy ve seliym akıl da bir tarafa giderse o zaman güç zulme dönüşür, gücün önünde hiç kimse duramaz. Bizim almamız gereken derste budur.

[Ek bilgi; Kitap-Mîzân-Demirin İlişkileri

Bu,   kitab,   mîzân  ve  demir  arasındaki  münasebet konusundadır. Bu münasebet birkaç şekildedir:

1) Bu, benim söylediğim şu münasebettir: Mükellefiyet İki şeye dayanır: Birincisi, yapılması gerekeni yapmak, ikincisi, terk edilmesi gerekeni terk etmektir. Birincisi, bizzat maksût olan bir şeydir. Çünkü, eğer, bizzat maksût olan şey "terk" olsaydı, hiç kimsenin yaratılmaması gerekirdi. Çünkü terk, ezelde mevcut idi.

Yapılması gereken şeyler ise ya nefse (ruha) ait işlerdir ki bunlar da bilgi (maarif) nevindendir. Yahut bedene ait işlerdir ki bunlarda azaların işleridir. Kitap, ruha ait (fikri) işlere vesile olan bir şeydir; zira hakkı batıldan; delili şüpheden ayırt eden odur.

"Mîzân" da, kendisiyle, gerekli olan bedenî fiillerin yapılmasına ulaşılan vasıtadır. Çünkü, amellerdeki meşakkatli mükellefiyetlerin ekserisi, insanların birbirleriyle ilişkisine yöneliktir. Mîzân da, adaletin zulümden, fazlalığın noksanlıktan kendisiyle ayırt edildiği bir şeydir.

Demire gelince, onda da şiddetli bir sertlik vardır. O, insanları, gerekli olmayandan alıkoyucudur. Velhasıl, kitab, kuvve-i nazariyeye (düşünce kudretine); mîzan, kuvve-i ameliyeye; demir de, gerekli olmayanı def etmeye bir işarettirler.

Kısımların en şereflisi, ruhanî maslahatlara; sonra, cismanî maslahatlara riayet edip, sonra da gerekli olmayandan alıkoyma olunca, ayeti kerimede de bu tertibe riâyet edilmiştir.

2) Muamele, ya Hâlık (Allah) ile olur, ki bunun yolu "kitâb"tır; ya halk (insanlar) ile olur, ki bunlar da, ya dostlarımızda ve onlarla adil bir biçimde muamele yapıyoruz olur; ki bu da "rnîzân" ile sağlanır; yahut ta düşmanlarımızdır. Ve onlarla muamelelerimiz de, demir ile, kılıç iledir.

3) İnsanlar üç kısımdır: Ya, sâbikûn'durlar. Ki bunlar, halka, kitabın muktezâsına göre muamele ederler; kendilerine insaflı davranılmasa bile, onlar insaflı ve âdil olurlar. Şüpheli (haram şüphesi olan) hususlardan uzak dururlar. Yahut da, muktesidûn (orta yolu izleyenler)dırlar. Onlar, insaflı davranan ve başkalarından da insaftı davranmalarını bekleyenlerdir. (Kendilerine insaflı davranılması halinde insaflı davranırlar). Dolayısıyla, bunlar için bir mîzân, Ölçü gerekir. Üçüncü kısım ise, zalimlerdir. Ki bunlar, kendilerine âdil davranılmasını istedikleri halde, kendileri adil davranmayan kimselerdir. Bunlar için de, demir ile zecr, yasak gereklidir.

Hakikat, Tarikat, Şeriat

4) İnsan, ya hakikat makamında olur; ya bu, nefs-i mutmainne ve mukarrebûn makamıdır-, bu makamda, ruhu, ancak Allah ile sükûnet bulunur ve ancak Allah'ı-hitâbı ile amel eder. Nitekim, "iyi bilin ki, kalbler ancak Allah'ın zikri ile mutmain olur.." (Ra'd. 28) buyurmuştur. Yahut ta insan, tarikat makamında olur. Ki bu, nefs-i levvâme ve ashâb-ı yemîn makamıdır. Bu insan için de, ifrat ve tefrit aşırılıklarından sakınabilmesi ve sırat-ı müstakim üzere kalabilmesi için, ahlâkı bilme hususunda bir ölçü gereklidir. Yahut ta insan, şeriat makamındadır. Ki bu, nefs-i emmâre makamıdır. Onun için burada, bu konuda, meşakkatli ve demir gibi sert olan, mücahede ve riyazât gereklidir.

Keşf, İstidlal ve İnkâr

5) İnsan, ya keşf ve vusul sahibi olur; bu durumda da onun, ancak kitap ta ünsiyeti olur; yahut, talep ve istidlal sahibi olur, bu durumda da ona, delil ve hüccet mîzân gerekir, ya da, inat ve diretme sahibi olur, ki bu durumda da onun demir ile yeryüzünden sürülmesi gerekir.

Usul ve Fürû'

6) Din, ya usûl ya da fürû'dur. Bir diğer ifâdeyle, ya marifettir, ya da ameldir. "Usûl", kitap'tan alınır. Fürû'a gelince, bundan maksat, insanların fayda ve maslahatlarını, âdil düzenlerini bulunduğu fiil ve amellerdir. Ve bu, mîzân ile elde edilir. Binâenaleyh bu, adalete riayet etmeye bir işarettir. Demir ise, bu iki yolu terk edeni tedip etmek için kullanılır.

7) Kitâb, Allah Teâlâ'nın, adalet ve insanlık davranmayı gerektiren ahkâmdan olmak üzere Kitâb-ı Kurân’da zikrettiği şeylere bir işarettir. Mîzân, adalet ve insaf üzerine bina edilmiş bu ahkâma, insanları yöneltmeye bir işarettir ki, bu, yöneticilerin işidir. Demir de, eğer insanlar başkaldırırlarsa, onları kılıçla adalet ve insafa yöneltmenin gerektiğine bir İşarettir.

Bu, Kitâp'ın erbabı olan âlimlerin mertebesinin, kılıç erbabı olan yöneticilerin mertebesinden önce geldiğine delâlet eder. Bunlar arasındaki münasebet ve ilgi noktaları çok daha fazladır. Bizim zikrettiklerimizde ise, diğerlerine bir işaret vardır. (Fahruddin Er-Razi- Tefsir-i Kebir)]

ve liya’lemAllâhu men yensuruhu ve Rusulehu Bilğayb yine ayet devam ediyor; Ki böylece Allah kendisine ve elçilerine gıyapta destek çıkanları seçip ayırsın, bilsin. Lafzen böyle. Fakat seçip ayırsın diye anlamamız daha doğru olur. Böylece seçip ayırsın. Birilerini güçle imtihan etsin, bakalım güç eline geçince ahlaksız güce mi dönüşüyor. Birilerinin eline gücü vermeksizin vahyi versin, bakalım gücüm yok diye bahane mi ileri sürüp vahyi, mutlak hakikati iletmiyor mu. Birilerinin eline muhakemeyi versin, aklı versin. Bakalım vahiy ile buluşacak mı diye imtihan etsin. İşte böyle seçip ayırıyor.

innAllâhe Kaviyyun ‘Aziyz ayet böyle bitiyor. Hiç şüpheniz olmasın ki Allah çok güçlüdür ve yücedir. Ne demek? Niye böyle bitti böyle bir ayet? Ayetin yukarısı ile ayetin sonunda gelen iki esma ül Hüsna arasında bir irtibat mutlaka var. Kaviy ve Aziyz isimleri ile ayetin içeriği arasında ki irtibat alaka nedir? Bellidir. Yani Allah böyle sınıyor. Fakat sınamadan da Allah ayırır, bilir.

İkincisi Allah güç vermek zorunda değil. Kitabı verir ve gücünü Allah kendisi kullanır. Yani Allah sonsuz güçlüdür değil mi. O zaman peygamberlerin düşmanıyla baş eder Allah. Peki baş ederde Zekeriyya, Yahya AS. niçin koç gibi kesildi? Peygamberler niçin insanlık içerisinde en büyük ıstırabı, derdi çeken insanlardır. Eyyub’u neden öyle imtihan etti hastalıkla. Musa’yı neden firavunla imtihan etti. İbrahim’i neden Nemrut’la, ateşle imtihan etti. Her peygamberi neden imtihan etti?

İşte burada Allah Kaviy’!dir, Aziyz’dir, sonsuz güç sahibidir, üstündür. Fakat hayatın yasasını böyle kurmuştur. İnsanlara kendilerini öğretmek için imtihana sokar.Bakın, kendiniz hakkında kendiniz karne tutun, not verin, kendinizi görün, kendinizi hayat aynasında seyredin diye.

 

26-) Ve lekad erselna Nuhan ve İbrahiyme ve ce’alna fiy zürriyyetihimen Nübüvvete velKitabe feminhüm mühted* ve kesiyrun minhüm fasikun;

Andolsun ki Nuh’u ve İbrahim’i irsâl ettik… Nübüvvet’i ve Kitabı (Hakikat ve Sünnetulah BİLGİsini) onların zürriyetleri içinde oluşturduk! Onlardan hakikate eren vardır… (Ama) onlardan çoğu inancı bozuk kişilerdir! (A. Hulusi)

26 – Hem celâlim hakkı için Nuh u ve İbrahim i gönderdik, zürriyetlerinde de nübüvvet ve kitabı atâ kıldık öyle iken içlerinden bazısı hidayeti kabul etmiş, çokları ise yoldan çıkmış fâsıklardır. (Elmalı)

 

Ve lekad erselna Nuhan ve İbrahiym doğrusu Nuh ve İbrahim’i de (aynı gaye ile), aynı amaçla göndermiştik. ve ce’alna fiy zürriyyetihimen Nübüvvete velKitabe ve yine bu ikisine nesiller verdik ve kitaplar verdik. Onlara zürriyet bahşettik ve onların zürriyeti içinden peygamberler göndererek onlara kitaplar verdik açılımı. feminhüm mühted ve kesiyrun minhüm fasikun fakat onlardan bir kısmı hidayete erdiler, ama onlardan bir çoğu da yoldan saptılar.

Yine 16. ayette ki gibi mümeyyiz akla bir atıf var burada. Kategorik değil analitik düşünmemizi istiyor Kur’an. Nasıl istiyor? Bakın peygamber evladı olmak yetmiyor. Peygamber evladı da olsa, ki insanlık peygamber evladıdır değil mi. Babanız sizi aklamaya yetmiyor. Çünkü sorumluluk kişide başlıyor. Sizin defteriniz sizde başlıyor. Onun içinde ey insan, ey muhatap karşında ki insanları hangi kabileye, hangi kavme, kimin oğlu olduğuna, kimin kızı olduğuna, kimin babası kimin annesi olduğuna göre değil, kendi eylemine göre değerlendirir. Seçip ayıran bir akılla yaklaş, mümeyyiz ol. Seçip ayırıcı ol. Unutma birinin babasının, anasının kusuru çocuğundan çıkarılmaz. Yine unutma Azer’in oğlu olur İbrahim olur. Put yapımcı bir babanın peygamber bir oğlu olur. Yine unutma Nuh gibi bir peygamberin de Kenan gibi kafir bir oğlu olur. Yani babalar ve evlatlar arasında ki o ayırımı unutma. Onun için mümeyyiz bir akılla yaklaş. Her insan kendi eylemiyle hesaba çekilir bunu aklından çıkarma.

 

27-) Sümme kaffeyna ‘alâ asârihim BiRusuliNA ve kaffeyna Bi ‘Iysebni Meryeme ve ateynahul İnciyle ve ce’alna fiy kulubilleziynettebe’uhu re’feten ve rahmeten, ve rehbaniyyete nibtede’uha ma ketebnaha ‘aleyhim illebtiğae rıdvanillâhi fema ra’avha hakka ri’ayetiha* feateynelleziyne amenû minhüm ecrehüm* ve kesiyrun minhüm fasikun;

Sonra Rasûllerimizle onların eserleri üzere takviye ettik! Meryem’in oğlu İsa ile de takviye ettik; Ona İncil’i (müjde olan BİLGİ) verdik… Ona tâbi olanların kalplerinde şefkat, sınırsız hoşgörü ve rahmet ve Ruhbaniyet (Allâh’a ermeyi) oluşturduk; bu amaçla yaptıkları ruhbaniyet çalışmalarını ise (çok büyük korku dolayısıyla sırf uhrevî – ruhanî yaşama dönük çalışma) onlar uydurdular! (Oysa) onu (Ruhbaniyeti) onlara mükellef kılmamıştık. Ancak Allâh’ın rıdvanını (cennet nimetlerini) talep etmek için bunu başlattılar… (Ama) ona hakkıyla da riayet etmediler! Onlardan iman edenlere ecirlerini verdik… (Ancak) onlardan (ruhbanlardan) çoğunun inancı bozuktur! (A. Hulusi)

27 – Sonra onların izleri üzerinde Resullerimizle takip ettik, bir de Meryem in oğlu Isa ile takip ettik ve ona İncili verdik ve ona tabi’ olanların kalplerinde bir rikkat bir merhamet yarattık, bir de ruhbaniyet ki onu onlar ibda’ ettiler, biz onu üzerlerine yazmamıştık, ancak Allah rızasını aramak için yaptılar, sonra da ona hakkıyla riayet etmediler, biz de içlerinden iman etmiş olanlara ecirlerini verdik, çokları ise yoldan çıkmış fâsıklardır. (Elmalı)

 

Sümme kaffeyna ‘alâ asârihim BiRusuliNA sonra onların izi üzere, onların arkasından elçilerimizi peş peşe gönderdik, dizdik. Tüm peygamberler aynı kaynaktan beslenmişlerdir. Bu ibarenin zımnen ifade ettiği hakikat bu. Her peygamber bir zincirin halkasıdır. Bu zincir Allah’tandır. Onun için her peygamber birbirini tasdik ederek gelir. Filozoflar gibi birbirlerini yalanlamazlar. Peygamberler birbirlerini tasdik eder, desteklerler.

ve kaffeyna Bi ‘Iysebni Meryem ve yine onların peşinden Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Meryem oğlu İsa. Erkek perest Roma’ya tokat gibi bir cevap. Bir peygamberi annesine nispet etmek. Bu Kur’an ın erkekçi Roma’ya tokat gibi bir cevabı. ve ateynahul İnciyle ve ona İncil’i verdik ve ce’alna fiy kulubilleziynettebe’uhu re’feten ve rahmeten ve yine ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik, koyduk.

Hz. İsa’nın onu sevme adına zehirli sevgiyle sevenlerinin günahından beri olduğunu ifade ediyor bu ayet. Açayım; Bir peygamberi ona inananlar putlaştırıyorlarsa bunun suçunu o peygambere yükleyemezsiniz. Göçüp gitmiş, geçip gitmiş, vefat etmiş bir veliyi, bir alimi, bir üstadı, bir önderi onun arkasından gelenler onu yüceltme adına tanrılaştırıyorlar veya Allah’a ait bir takım sıfatları ona yıkıyorlarsa, yani onun üzerinden şirk güdülerini tatmin ediyorlarsa, şirke giriyorlarsa, bunun suçlusu o değildir. Burada yine mümeyyiz bir aklı öngörüyor Kur’an ve seçip ayırma yeteneğimizi kullanmamızı istiyor.

ve rehbaniyyeten Ama ruhbanlık başka. Ruhbanlık diyoruz, aslında rahbanlık dememiz lazım, rahbaniyet dememiz lazım ama öyle geçmiş, galât olarak geçmiş. Ruhbaniyet değil rahbaniyet. Fakat ruhbaniyet olarak anılıyor Türkçe de. Galatı meşhur olmuş. Nedir ruhbanlık? Dünyadan el etek çekip sadece ve sadece kendisini ibadete vermek. Yani insanların arasından çıkmak, hayatın yükünü sırtından atmak ve çilehaneye geçmek. Hint fakirliğine soyunmak belki bir yerde. Ruhbanlık bu.

Peki bu var mı İslam’da? Lâ rehbaniyyete fiddiyn (hadis) hükmü nebevisinden biz bunun olmadığını biliyoruz. Allah resulü reddetmiştir.

Kendisine bir grup sahabe gelmiş, Selman-ı Farisi, Ebu Zerr-i Gıfari, Osman bin Maz’un gibi seçkin sahabeler ve demişler ki “Ya Resulallah biz çoluk çocuğumuzu bırakacağız, işi gücü bırakacağız, bir mağaraya çekileceğiz, kendimizi kapatacağız, gece sabaha kadar namaz kılıp akşama kadar oruç tutup hayatımızı Allah’a ve ibadete adayacağız.”

Ravi diyor ki “Hiç peygamberi o günkü kadar kızmış görmedim. Alnında ki damar yekindi, yüzü kıpkırmızı oldu ve karşısında kilere dedi ki; Ben sizin için güzel bir örnek değil miyim. Ben ibadet ederim, aynı zamanda uyurum da. İstirahat de ederim. Ben oruç tutarım, aynı zamanda iftar da ederim. Ben Allah’a kulluk yaparım, aynı zamanda ehlimle, ayalimle, çoluk, çocukla ilgilenirim. Yani dengeli olmak varken neden böyle bir yola düşüyorsunuz.” Diye kızdı, azarladı ve reddetti.

İşte buradan da yola çıkarak biz İslam’da ruhbanlığın olmadığını çıkarıyoruz. Yani Hint dervişliği makbul bir şey değil. Neden? Çünkü dünya insana emanet edilmiştir. İnsan yer yüzünde Allah’ın istediği hayatı inşa etmek için var edilmiştir. Yer yüzü emanettir, emaneti nasıl terk edersin sen. İnsana rabbimiz öğretmiyor mu;

Rabbenâ âtinâ fiyddünyâ haseneten ve fiyl âhırati haseneten. (Bakara/201) Rabbimiz bize dünyanın güzelliklerini de ver, ahiretin güzelliklerini de. Onun için bize ait değildir dünyayı, işte kötü kadına benzetmek, dünyayı cifeye, leşe benzetmek, dünyayı sineğe benzetmek. Bu Kur’an i bir düşüncenin reddettiği şeydir. Dünya ahiretin tarlasıdır. Tarlayı nasıl reddederiz, yoksa nasıl hasat yaparız. Cennet hasadı bu tarladan ekilenlerin biçilmesiyle oluşur. Onun için el kârda, gönül yarda. Elimizde çok eyle, gönlümüzde yok eyle diye dua ederlermiş aklı başında olanlar.

[Ek bilgi; "Rahbanlyye" kelimesi, "ruhbanlara ait iş" anlamındadır. "Ruhban" ise, "rehbere" kökünden, "fu'lân" vezninde, "korkan" manasına bir kelimedir ve tıpkı 'den gelen  "huşyân"   manasındadır. Bu  ifâde,   "ruhbanlara  ait

olduğunu sanki açıkça ifade etmek için, zamme ile "ruhhâniyye" şeklinde de okunmuştur. "Ruhban" kelimesi, "râkib"in çoğulunun "rubbân" (biniciler) oluşu gibi, "râhib'in çoğuludur.

Ruhbanlık ile kastedilen ise, bu kişilerin, dindeki fitnelerden kaçarak, dağlara çekilmeleri, kendilerini bütünüyle ibadete vermeleri, üzerlerine vâcib olan ibadetlere ek olarak, yalnız yaşamak, sert elbiseler giymek, kadınlardan uzak durmak, mağaralarda ve kuytu köşelerde kendilerini ibadete vermek gibi, ileri derecede meşakkatli bir hayat tarzına katlanmalarıdır. Fahruddin Er-Razi- Tefsir-i Kebir)]

[Ek bilgi-2; RUHBANLIK VE TARİHÇESİ

Hz. İsa'dan (a.s) 200 yıl sonrasına kadar Hıristiyanlarda ruhbanlık yoktur. Ancak başlangıcından beri Hıristiyanlık, bünyesinde ruhbanlık gibi bir sapmanın doğmasına müsait bir takım özellikler taşıyordu. İnzivaya çekilmek, dünyaya sırtını çevirerek dervişler gibi yaşamak, hiç evlenmemek, aile hayatı kurmamak, ahlâken mükemmel olmak için çalışmak şeklindeki ruhbanlığın temel özellikleri ve bu tür eğilimleri, daha Hıristiyanlığın başlangıcında mevcuttu. Bilhassa, bekâr kalmak, Hıristiyanlıkta bir kutsallık kazanmıştı.

Evlenmek ve çoluk çocuk sahibi olmak her ne kadar kiliseye hizmet edenler için uygun görülmüşse de, üçüncü asra girerken, bu tür eğilimler bir fitne şeklinde gelişmiş ve ruhbanlık adeta salgın bir hastalık gibi, yayılmaya başlamıştır. Bunun üç tarihsel nedeni bulunmaktadır.

a) Kadim müşrik toplumlarda, şehvet, çirkin ahlâk ve dünyaya aşırı derecede meyletmek o derece yayılmış bulunuyordu ki, Hıristiyan alimler bu zaaflara itidal ile karşı koyacaklarına, aynı şekilde aşırı bir tepki göstermişlerdir. Sözgelimi bu aşırılık kadının iffeti konusunda, kadın-erkek arasındaki münasebeti nikah olsa dahi kötü (necis) telakki edecek kadar ilerdeydi. Yine dünyaperestliğe o kadar şiddetle karşılık vermişlerdir ki, dünyada bir şeye sahip olmak, ahlâktan yoksun olmak gibi günah kabul edildi. Yoksulluk ve dünyayı terk etmeye eğilim göstermek, onlar nezdinde yegâne ölçü addedildi. Ayrıca, müşrik toplumlardaki şehvet ve lezzet düşkünlüğüne karşı çıkmak, dünya nimetlerinden nefsini faydalandırmamak, nefsi öldürmek ahlâken üstün bulunurken, kişinin kendi nefsine her türlü eziyeti yapması, ruhsal yücelişin ispatı sayıldı.

b) Hıristiyanlar güçlü oldukları düzenlerde, dinlerini yaymak hevesiyle, bu dini kabul eden toplumların revaç bulmuş inançlarını Hıristiyanlığa sokmaktan çekinmemişlerdir. Evliya olarak kabul edilen kimselere tapmak, eski tanrılara tapınmanın yerini alırken, Horus ve İsis putlarının yerine, İsa ve Meryem Ana putları, Romalıların ekin tanrısının (Saturnaia) yerine "Noel Baba" konulmuştur. Ayrıca önceki putperest dinlerde ilgi bulan üfürükçülük, muskacılık vs. gibi hurafeler, Hıristiyan din adamları tarafından deruhte edilmeye başlanmıştır. Böylece dünyadan elini eteğini çekip sefil, çıplak bir şekilde kuyu içlerinde yaşayan, dağlar arasında dolaşan derviş kimseler, halk nezdinde kutsal, ermiş, evliya imajı alırken, Hıristiyanlıkta ideal prototip olmuşlardır. Bu kimselerin hikaye ve menkıbeleri, olağanüstü marifet ve kerametleri Hıristiyanlar arasında, bizdeki "Tezkiretul-Evliya" türü kitapları meydana getirmiştir.

c) Hıristiyanlıkta şeriatın belirli sınırları olmadığı gibi, tutarlı bir yolu da yoktur. Musevî şeriat terk edildiğinden ve Kitab-ı Mukaddes kamil bir yol göstericilik yapamadığından, Hıristiyan alimler, filozoflardan ve diğer milletlerin inançlarından etkilenerek dinlerine her türlü bid'atı sokmuşlardır. İşte ruhbanlık da bu bidatlerden birisidir.

Hıristiyan alim ve din adamları, bu düşünceyi kendi dinlerinin rahiplerinden, Hint Yogi ve dervişlerinden, kadim Mısır fakihlerinden, İran'daki Maniheistlerden ve Yunan filozoflarından etkilenerek ortaya koymuşlardır. Böylece nefsi tezkiye etmeyi ve ruhsal ilerlemeyi, Allah'a yakınlaşmaya vesile olarak kabul etmişlerdir.

Bu dalalete düşen kimseler sıradan kimseler olmayıp, üçüncü asırdan, yedinci asra kadar (ki Kur'an bu asırda nazil olmuştur) batı ve doğuda önde gelen Hıristiyan din adamları, önder kabul edilmiş kimselerdi. (Saint Atanasius, Saint Bastil, Saint Gragory, Saint Nazianazin, Saint Craysistum, Saint Embroz, Saint Jerom, Saint Agustain, Saint Benedik, Büyük Gregory) . Bu kimselerin tümü rahiptir ve Hıristiyanlığa ruhbanlığı sokup onu yayanlar da bunlardır.

Tarihi bilgiler, Hıristiyanlıkta ruhbanlığın öncülüğünü yapanın Sn. Antony (MS. 250-350) olduğunu bildirmektedir. Kendisi ilk Hıristiyan rahiptir ve Kayyum bölgesinde, bugün Darul-Meymun olarak bilinen Pespir'de ilk manastırı kurmuştur. İkinci manastır ise Kızıldeniz sahilinde Mar Antonius'ta kurulmuştur.

Hıristiyan ruhbanlığının ilke ve esasları, Sn. Antony'nin ortaya koyduğu öğretiye dayanır. Onun öncülük etmesiyle Mısır'da ruhbanlık adeta bir çığ gibi büyüyüp, yayılmaya başlamış ve peşi sıra rahip ve rahibelere her yerde manastır kurulmuştur. Bu manastırlar yaklaşık 3000 rahibi barındırabilecek kapasitededir.

M.S. 325'te Mısır'da başka bir Aziz "Pahumius", rahib ve rahibelere 10 adet manastır yaptırmıştı. Daha sonra Şam, Filistin, Afrika, Avrupa ve diğer bölgelere kadar yayılmışlardır. Kilise, bu olayı önce şaşkınlık içinde izlemişti. Çünkü Kilise'ye göre, dünyaya sırt çevirmek, evlenmemek, mal sahibi olmamak ruhani ideal olarak tasvip görüyor ise de, rahiplerin düşündüğü gibi tüm bunlar günah sayılmıyordu. Ancak sonuçta, Sn. Atanasius (öl. 373) , Sn. Bastil (öl. 379) , Sn. Agustain (öl. 430) ve Büyük Gregory (öl. 609) gibi kimselerin gayretleriyle bu düşünceler meşruiyet ve resmilik kazanmıştır. (Ebu’l Alâ Mevdudi - Tefhimu’l Kur’an)]

nibtede’uha ma ketebnaha ‘aleyhim illebtiğae rıdvanillâh onu kendilerine emretmediğimiz halde onlar uydurdu. Yani Hıristiyan Ruhbanlar, onlar uydurdu. Ama biz emretmedik. Emretmediğimiz halde onlar uydurdu. Sırf Allah’ın rızasını kazanmak için uydurdular. Evet, dindarlık gösterisi aslında ruhbanlık bir tür. Gösterişçi dindarlıkta diyebiliriz. Zararını biliyoruz. Ne diyordu Allah Resulü; Kendisine biri gelmiş; Ya Resulallah ben şu kadar günde bir Kur’an ı hatmediyorum. Gelen ayetlerin tamamını gece vakti okuyorum. Hayır, daha uzun, şu kadar? Hayır daha uzun, şu kadar? hayır daha uzun. Ondan sonra dönüp diyor ki; Ne ısrar ediyorsun be adam sen usanmazsan Allah usanmaz. Sen usanmadıkça Allah usanmaz.

Yine bir başkasında Allah Resulünü ibadet konusunda sıkıştırır gibi oluyorlar, o diyor ki; Ben bıraktığımda siz de bırakın. Yani beni sıkıştırmayın, beni zorlamayın, götüremeyeceğiniz bir yükün altına girmeyin.

Terazisiz bir aklın eseridir ruhbanlık 25. ayette ki mizanı hatırlayın, teraziyi. Allah terazi verdik diyor insanın içine. Yani akıl terazisi. Akıl terazisi olmayanlar ya ahiretten yana düşerler bu sırattan, ya dünyadan yana. Denge esastır, dengelilik esastır. Zaten bu ayette bize bunu söylüyor.

fema ra’avha hakka ri’ayetiha fakat onun gereklerine de hakkıyla riayet etmediler. Yani ruhbanlığı Allah emretmediği halde kendileri uydurdular, fakat onun gereklerine de riayet etmediler. Yahudilik ve Hıristiyanlığın içinden ruhbanlığı uyduranlar onun gereğine de riayet etmediler. Hem uydurdular, hem Allah’a adayacağız dediler hayatlarını, fakat gereğine de riayet etmediler, ki zaten insan üstüne lazım olmayan bir yükün altına girdiği zaman sırtı iki büklüm olur ve altından kalkamaz. Çünkü insanın istiap haddi onu yaratan çok iyi biliyor.

feateynelleziyne amenû minhüm ecrehüm iman eden kimselere ecirlerini verdik. Yani eğer bundan dolayı bir ecir kazanmışlarsa onu hiç eksiksiz iman eden kimselere bahşettik. Yani yine denge, yine mümeyyiz akıl ve yine toptancı aklı ret, burada gördüğümüz o.

ve kesiyrun minhüm fasikun fakat onlardan çoğu yoldan çıktılar.

 

 28-) Ya eyyuhelleziyne amenûttekullahe ve aminu BiRasûliHİ yü’tiküm kifleyni min rahmetiHİ ve yec’al leküm nuren temşune Bihi ve yağfir leküm* vAllâhu Ğafûrun Rahıym;

Ey iman edenler! Allâh’tan korunun ve Rasûlü olarak Esmâ’sıyla açığa çıkışına iman edin ki rahmetinden size iki pay versin ve sizin için kendisiyle yürüdüğünüz bir nûr oluştursun ve sizi mağfiret etsin… Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A. Hulusi)

28 – Ey o bütün iman edenler! Allah dan korkun ve Resulüne iman edin ki sizlere rahmetinden iki nasip versin ve size bir nur bahşeylesin ki onunla yürüyesiniz hem de size mağfiret buyursun. Allah gafurdur rahîmdir. (Elmalı)

 

Ya eyyuhelleziyne amenûttekullahe ve aminu BiRasûliHİ yü’tiküm kifleyni min rahmetiHİ ey iman edenler Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, Allah’a karşı saygılı olun, Allah’a karşı yükümlülüğünüzü terk etmeyin. Yani sorumlu davranın varlığın zirvesi olan Allah’a karşı, mahlukatın zirvesi olan insan sorumlu davransın. ve aminu BiRasûliHİ ve yine O’nun elçisine de iman edin. yü’tiküm kifleyni min rahmetiHİ böyle yaparsanız o size ne yapar? Rahmetinden iki avuç dolusu demektir kifleyn. İki avuç dolusu. Ama aslında bu ondan öte bir şey. İki kat verir. Eh Allah kudret elleriyle iki kat verirse Allah’ça verir. Zaten cennet insan yaptıklarının bedeli değil Allah’ın rahmetinin ödülüdür. Cömertliğinin ifadesidir.

Sevaben min indillâh. Allah’tan bir ödül olarak diyor. vAllâhu ‘ındeHU husnüs sevab. (A. İmran/195) ödüllerin en güzeli Allah katındadır. Cennet bedel değildir değerli Kur’an dostları Cennet ödüldür, Allah’ça bir ödül. Kul, kul kadar yapar, Allah, Allah kadar yapar.

ve yec’al leküm nuren temşune Bihi ve yağfir leküm yine size aydınlığında yürüyeceğiniz bir nûr bahşetsin ve size mağfiret etsin diye. vAllâhu Ğafûrun Rahıym zira Allah çok bağışlayandır, sonsuz merhamet sahibidir.

 

29-) Liellâ ya’leme ehlülKitabi ella yakdirune ‘alâ şey’in min fadlillâhi ve ennelfadle Biyedillâhi yü’tiyhi men yeşa’* vAllâhu Zülfadlil ‘Azıym;

Tâ ki ehl-i kitap (din – hakikat ilmi verilmiş olanlar) Allâh’ın lütfundan bir şey elde edemeyeceklerini bilsinler… (Biline ki) kesinlikle lütuf Allâh’ın eliyledir (onların kazanması değil), onu dilediğine verir… Allâh, “Zül Fadlil Aziym”dir.(A. Hulusi)

29 – Çünkü Ehli kitab bilmeyecek mi ki Allahın fadlından bir şey’e güç yetiremezler ve hakikat fadıl, Allahın yedindedir, onu dilediğine verir ve Allah çok büyük fadıl sahibidir. (Elmalı)

 

Liellâ ya’leme ehlülKitabi ella yakdirune ‘alâ şey’in min fadlillâh (bunu, şunun için yaptık ki “lâm” zaten ta’lil niçin ini veren bir cevap bu, şunun için yaptık ki) kitap ehli kendilerinin Allah’ın lûtfu üzerinde hiçbir yetkilerinin olmadığını, devam edelim; ve ennelfadle Biyedillâhi yü’tiyhi men yeşa’ dahası bu Lûtfun Allah’ın yetkisinde olup onu dilediğine verdiğini bilmezden gelmesinler. Kim; kitap ehli. Yani kitap ehli Allah’ın rahmetinin kendi ellerinde, tekellerinde olmadığını bilsinler ve yine onu Allah’ın istediğine, dilediğine verdiğini unutmasınlar diye böyle yaptık.

Bu ima nereden geliyor? Allah resulü peygamber olarak seçildiğinde özellikle kitap ehli içinden Yahudiler; Peygamber bizden çıkar. Çıkarsa bizden çıkar, çıkmazsa hiç çıkmaz mantığını dile getirdiler. Böyle yaklaştılar ve inkarlarının temelinde de bu ırkçı yaklaşım yatıyor. Onun için Kur’an bunu şiddetle reddetti, zaten bu ayette, Hadid suresinin son ayeti de bu hakikati ifade ediyor.

vAllâhu Zülfadlil ‘Azıym ve Allah sonsuz Lütuf sahibidir, muhteşem lütuf ve kerem sahibidir. İstediğini peygamber seçer. Abdulmuttalib’in yetimini alır, Mekke’nin ot bitmez dağlarını mübarek kılar, getirir ortasına Kâbe’yi yerleştirir, tıpkı o ot bitmez vadilerin içine Kâbe’yi yerleştirdiği gibi bir yetimi de alır alemlere rahmet eder. İtirazınız mı var? Ağzınızın işi mi bu. Kimin itirazı olabilir. Bize de bu nokta da öğütler var. Allah’ın birine bir nimeti vermesi durumunda onu hasetleyen herkes hasetlerken aslında ey Allah sen kime ne vereceğini bilmiyorsun demiş olur zımnen. Hasetçinin hasetinden Allah’a sığınırız, hasetten de Allah’a sığınırız.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.



İslamoğlu Tef. Ders. MÜCADİLE (01 – 11)(172-B)

$
0
0

231

Hadid suresi böylece son buluyor ve biz yepyeni bir sureye geçiyoruz. Bu güne kadar Müstakil sureler işliyorduk, çünkü uzun sureleri derslere denk getiriyorduk hep bitişini. Ama artık sureler kısaldıkça bundan sonra ki derslerde 1 dersin içinde 1 sure, 2 sure, hatta bazen 3 sure de işleyebileceğiz. Şimdi yeni suremize geçelim. Mücadile suresine.

Mücadile suresi adını ilk ayetinden alıyor. Hakkını arayan kadın manasına geliyor Mücadile. Surenin bir ismi daha var. Aslında eğer bu isimden yola çıkarsak o zaman hak aramak veya tartışmak bağlamında ele almamız lazım. Fakat surenin bağlamına bakarsak eğer Mücadile ismi daha doğru bir isimdir. Kur’an da Nisa diye bir sure olduğunu biliyoruz. Kadınlar suresi. Fakat Hakkını söke söke alan kadın suresi olduğunu biliyor muydunuz? Bu isim bu. Adeta hak almaya bir teşvik ödülü. Hakkını isteyen kadını ölümsüzleştirerek rabbimiz hakkını istemeyi de tebcil ediyor, müjdeliyor ve onun, hak istemenin bir ibadet gibi olduğunu ve insanlara haklarını istemeleri gerektiğini bu sure üzerinden öğütlüyor.

Surenin iniş zamanı Medeni bir sure Mücadile suresi. Tümüyle Medeni. Aksi görüşler herhangi bir tutarlı delilden yoksun. Yaklaşık surenin iniş zamanını Medine’nin 4. yılının sonuna veya 5. yılın başına yerleştirebiliriz muhtevasından yola çıkarak.

Surenin konusu kadına yönelik cahiliye kökenli bir haksızlığı ve ayrımcılığı ele alıyor sure. Nedir bu? Zıhar. Yani kadının boşanması konusunda cahiliye de uygulanan bir uygulama bu. Senin sırtın bana anamın sırtı gibidir diyerek karısını annesine benzeterek artık ona kocalık yapmıyor. Ona bakmıyor, onu tabir caizse ne boşanmış bir kadın gibi bırakıyor, ne de karısı muamelesi yapıyor. Bu bir zulüm, korkunç bir zulüm hem de. Ama bu zulüm cahiliye de süre geliyor. İşte Kur’an bu zulmü ortadan kaldıran ayetler içeriyor. Yani bu sure bu konu da bir sure.

2 ay oruç tutmaya mahkum ederek, köle azat etmeye mahkum ederek kefaretini ödetiyor. Bunun cezayı gerektiren, kefareti gerektiren bir cürüm olduğunu tescilliyor. Buradan yola çıkarak aslında ulaşacağımız şey şu; Kur’an kadını bir mağduriyetten kurtarmak için bir sure ayırıyor. Bu bizim için çok önemli.

Bir sonraki paragrafta özel görüşmeye dikkat çekiliyor. Necva ismiyle ve bunun içinde yine kefaret öngörüyor. Özel görüşme talebi, -ki gelince tefsir edeceğiz- Allah Resulünden özel görüşme istiyor birileri. Bunu istismar edenler çıkıyor. Münafıklar da istiyor. Hatta Yahudiler de istiyor. Özel görüşmeyi niye istiyorlar? Hiç, enten püften mesele için. Resulallah’la özel görüşmüş olmayı istismar etmek için. Bak, ben de özel görüştüm. Şimdi başkaları da ne görüştüyse, ne kadar önemli bir mesele görüştüyse diye düşünüyor. Oysa ki hiçbir önemi yok görüştüğü meselenin. Ama Allah resulünün zamanını çalıyor. İşte onlara da bir ceza geliyor. Yani zaman çalma cezası. Mesai çalma sadakası Necva sadakası geliyor kefaret olarak. 7. ve 13. ayetlerde bu.

Son pasajda İslam cemaatine düşmanlık yapanlara akrabaları dahi olsa onları dost edinmeyi yasaklayan ibareler geliyor, ayetler geliyor.

Nüzül sıralamasında münafikun suresiyle Hucurat suresi arasında yer alıyor. Mekke, Medine ekolüne göre 21. ayete ayrılıyor sure, fakat diğer ekollere göre 22 ayetten oluşuyor. Bu girizgâhtan sonra suremizin tefsirine geçebilirsiniz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

 

1-) Kad semi’Allâhu kavlelletiy tücadilüke fiy zevciha ve teştekiy ilAllâh* vAllâhu yesme’u tehavureküma* innAllâhe Semiy’un Basıyr;

Allâh, kocası hakkında seninle mücadele eden ve şikâyetini Allâh’a arz edenin sözünü gerçekten işitmiştir! Allâh, ikinizin çekişmesini işitir. Muhakkak ki Allâh, Semi’dir, Basıyr’dir. (A. Hulusi)

01 – Evet işitti Allah işitti o kadının dediğini ki kocası hakkında sana mücadele ediyor ve Allaha şikâyet eğliyordu, Allah da muhaverenizi dinliyordu, çünkü Allah işidir görür. (Elmalı)

 

Kad semi’Allâhu kavlelletiy tücadilüke fiy zevciha ve teştekiy ilAllâh doğrusu Allah kocası hakkında seninle tartışan ve sonunda Allah’a havale eden kadının başvurusunu kabul etti. Lafzen buydu. Fakat sanki öyle bir yerleştirilmiş ki bu ayette ki kelimeler, Allah bu kadının dilekçesini kabul etti der gibi. Evet, Hikayesi ilginç, birazdan ayrıntı vereceğim.

vAllâhu yesme’u tehavureküma Allah ikiniz arasında geçen konuşmayı işitiyordu. İkiniz dediği Allah Resulü ile o kadın, mağdur olan, kocasının kendisini mağdur ettiği, zıhar yaptığı o kadın. innAllâhe Semiy’un Basıyr Hiç şüphe yok ki Allah her şeyi işitir ve her şeyi görür.

Evet olayın hikayesi kısaca şöyle değerli dostlar. Evs Bin Sâmid isimli sahabe kocası; eşi, hanımı Havle binti Sa’lebe’ye, zıhar yapar. Zıhar biraz önce de söylediğim gibi; “Senin sırtın anamın sırtı gibidir.” Diye karısını anasına benzetmek ve dolayısıyla boşama çeşitlerinden bir çeşit. Ama boşanmış ta olmuyor. Muallakta bırakıyor. Ona ne eşlik yapıyor, kocalık yapıyor, ne de onu bırakıyor. Ki o gitsin başının çaresine baksın. Böyle bir zulüm, adeta köle gibi kullanıyor.

Zıhar yaptıktan sonra Evs Bin Sâmid eşiyle birlikte olmak ister. Yani önce ona zulmeder, cahiliye geleneği olan zıharı yapar, sonra da karı koca olmak ister.

Havle, onurlu bir kadındır, izzetli bir kadındır, izzetli bir mü’minedir reddeder ve der ki; “Hükmü Resulallah versin.” Kocası da ona, “Ben onu söyleyemem, ben peygambere gidip de bu meseleyi anlatamam, utanırım.” der. Biraz da kusurludur ya..! Kendisini bilir. “O zaman ben söylerim” der Havle.

Dikkat Allah resulünün inşa ettiği neslin özgüvenine bakınız. Bu nesle mensup bir hanım, bir hanım efendi nasıl bir öz güvene sahip. Meselesini Hakk bildiği yolda dönmeksizin Allah’ın Resulüne götürüp nasıl savunduğuna bakınız.

Gider ve der ki; “Ya Resulallah gençtim, güzeldim, alımlıydım, çalımlıydım, sevgiliydim. Ona çocuklar verdim. Ona bedenimi verdim, ona saçımı süpürge ettim. Ama şimdi yaşlandım. Çocuklar doğurduktan sonra karnım sarktı. Gençken sevgilisi olduğum halde şimdi anası oldum. Bana; Senin sırtın anam gibidir dedi çıktı ve beni ortada bıraktı.

Resulallah’ın cevabı; “Sen ona haram olmuşsun.” Unutmayalım Kur’an da iki yerde gelir zıhar, bir de Ahzap suresinde. Allah’u alem Ahzab suresi bundan önce, benim kanaatim en azından o. Ama orada bir hüküm yok, ceza da belirtilmiyor.

Havle der ki; Vallahi Ya Resulallah Talak vermedi, beni boşamadı ki, bana zıhar yaptı.

Resulallah; “Haram olmuşsun ya Havle. Bu konuda bir şey inmedi ki ben sana bir şey diyeyim.” Resulallah’ta orada yeni bir şey söyleyemiyor. Çünkü vahiy yok.

Havle; Tekrar Resulallah’a: “Kurbanın olayım ya Resulallah, ne olur bir daha düşün. Halimizi bir daha gözünün ününe getir.”

Resulallah; “Kendi görüşüm böyle ya Havle,”

Havle; “Ya Resulallah ama bana muhtaç, küçük bir de yavrum var. Ben olmazsam yaşayamaz. Ona versem bakamaz. Ölür. Ben alsam doyuramam aç kalır. Ben ne yapayım ya Resulallah.”

Kadına bakın, İşte surenin ismi bundan Mücadile. Yani Hakkını söke söke alan kadın suresi. Hakkını arayan kadın suresi. Bir hak arama suresiyle karşı karşıyayız. Unutmayalım Havle Binti Sa’lebe, karşısında Alemlere rahmet Resulallah var ve onunla bu mülakat gerçekleşiyor.

Resulallah susar. Cevap vermez. Verilecek cevapta yoktur zaten. Tıkanmıştır ve Havle O anda ellerini semaya kaldırır, başını göğe diker; “Ya rabbi der. Halimi sana arz ediyorum. Sen her şeyi görüyor, her şeyi biliyorsun. Ya rabbi benim için bir çıkış yolu ver, beni gör ya rabbi.” Der.

Nasıl yürekten söylemişse, nasıl yürekten yalvarmışsa, ki o anda aşk moduna geçmiştir, tıpkı Zekeriya’nın duası gibi, Tıpkı Meryem’in annesinin duası gibi, tıpkı İbrahim’in duası gibi. Havle’nin duası da dergâh-ı ahadiyyete yükselir ve işte bu ayetler, şu devamındaki 2. 3. ayet iner. Şimdi o ayete geçelim.

 

2-) Elleziyne yuzahirune minküm min nisâihim ma hünne ümmehâtihim* in ümmehâtuhüm ilellâiy velednehüm* ve innehüm leyekulune münkeren minelkavli ve zura* ve innAllâhe le’Afuvvun Ğafûr;

Sizden, kadınlarından zihar (karısına anam gibisin diyerek ilişkisini kesenler {müşrik âdeti A.H.}) yapanlar; onların (kocaların) anaları, onlar (karıları) değildirler! Onların anaları sadece onları doğuranlardır! Muhakkak ki onlar çirkin ve aslı olmayan bir laf ediyorlar! Muhakkak ki Allâh Afüvv’dür (sonsuz affedici), Ğafûr’dur. (A. Hulusi)

02 – İçinizden «zihar» ile kadınlarından ayrılmağa kalkışan kimseler bilmelidirler ki: O kadınlar onların anaları değildir, anaları ancak onları doğurmuş olanlardır. Bununla beraber onlar her halde çirkin ve asılsız bir lâkırdı söylüyorlardır. Mamafih Allahın affı, mağfireti çok olduğunda da şüphe yoktur. (Elmalı)

 

Elleziyne yuzahirune minküm min nisâihim içinizden; sen bana annem kadar haramsın diyerek eşlerinden ayrılanlara gelince. Sen bana annem kadar haramsın “Enti aleyye kez-zahri ummiy”  diyorlardı. Sen bana annemin sırtı gibisin. Aslında bu sentetik bir olay. İnsan eşine annemsin deyince eş anne olur mu? Bu sentetik bir hadise. Allah’ın koyduğu yerden bir şeyi alıp bir başka yere koymaya kalkmaktır. Anne sözle değişir mi? Veya gerçek annenize sen benim annem değilsin deseniz, siz dediniz diye o annelikten çıkar mı? Gerçek babanıza; sen benim babam değilsin, gerçek evladınıza, sen benim evladım değilsin deseniz o evlatlıktan çıkar mı?

Hayır, Dünya alem dese çıkmaz, mahkeme karar verse çıkmaz, meclis oylama yapsa çıkmaz. Çünkü bunlar oylamayla, kararla, hakimle olacak şeyler değil ki. Allah kararını vermiştir. O, onun sulbündendir, veya o onun eşidir, onu o doğurmamıştır. Birinin anne olması için anne rahminde sizi taşımış olması lazım.

İşte sentetik bir durum deyişim bu yüzden. Zıhar da böyle sentetik bir durum. Cahiliyeden beri uygulana gelen bir haksızlık, kadına yönelik bir haksızlık. Hatta Arap beldelerinde Medine dışında bu uygulamanın olmayışından yola çıkarak zıhar’ın Yahudilerden geçtiğini, Yahudilerden yayıldığını söyleyen otoritelerimiz de var.

ma hünne ümmehâtihim o kadınlar asla onların anneleri değildir, olamazlar. Çünkü karı, eş, sen benim annem demekle annem gibisin demekle anne olur mu? Olamazlar, değildirler. in ümmehâtuhüm ilellâiy velednehüm onların anneleri yalnızca kendilerini doğuran kadınlardır. Evet, bunun tefsire ihtiyacı yok. Onların anneleri yalnızca kendilerini doğuran kadınlardır. ve innehüm leyekulune münkeren minelkavli ve zura onlar mantıksız, dahası düzme koşma bir şey söylüyorlar. Mantıksız ve düzme koşma.

Evet, zûr; sahte bir şey. Müzevvir derler değil mi yalan taşıyana, yalan söyleyene, yalan haber taşıyana. Zûr işte oradan. Tabii ve fıtri olanın yerine sentetik olanı ikame. Hakikat ve adalet gelenekten ve adetten üstündür demektir bu. Kur’an ın hassaten bu surenin, cahiliye geleneği olan zıhara karşı duruşu genel itibariyle hepimize şu hisseyi veriyor. Hakikat ve adalet, gelenek ve adetten üstündür. Gelenek diye adaleti zedelemeyin. Gelenek adalete aykırıysa o geleneğin canı çıksın. Çizin üzerini, çünkü esas olan dedelerinizden ve babalarınızdan kalmış olan yanlış değil adalettir. Adaleti uygulayın. Belki zıhar üzerinden ahlaki öğüt budur.

Yine sentetik iki mevzu daha var Kur’an da biliyorsunuz aynı mantıkla. Bir evlatlık mevzuu. Evlatlık alınabilir, fakat evlatlık alınan gerçek anne ve babasının yerine sentetik bir anne ve babayı koyamaz. Bu da reddedilmiştir. ve ma ce’ale ed’ıyaeküm ebnaeküm. (Ahzab/4) diyor değil mi Kur’an sizin evlatlıklarınız, sizin oğullarınız değildir, çocuklarınız değildir. Yani öyle dediniz diye hakikat değişmez.

Bir üçüncü mevzuu daha var nesiy mevzuu. Tevbe/37. ayetinde. Araplar haram aylar birbiri ardına gelince savaşmadan duramıyorlardı, her halde karınları şişiyordu. Onun için 3 ay savaşmadan dayanamadıkları için 3. ayı diğer ikisinden ayırmaya kalkıyorlardı. Arasına başka aylar sokmak istiyorlardı, buna da nesiy diyorlardı. Yani ayların yerini kafadan değiştiriyorlardı. Sanki zamanla oynamak mümkinmiş gibi. Sanki kendileri bu ay burada dursun şu ayın yerini beğenmedim buraya gelsin deyince zamanı değiştireceklermiş gibi. İşte buna nesiy uygulaması deniyor. Bu da üçüncü bir sentetik uygulama. Kur’an tabii ve fıtri hadiselere sentetik müdahaleleri reddediyor ve istemiyor. Biz buradan bunu anlıyoruz.

ve innAllâhe le’Afuvvun Ğafûr hiç şüpheniz olmasın ki Allah çok bağışlayıcıdır ve affedicidir, merhamet edicidir. Yani bu ayet bu esma ile bittiyse eğer bu güne kadar bu tip şeyleri yapıyor olanlara Allah affını ve merhametini nasip eder. Ama bundan sonra bir daha olmasın, zımnen bunu demiş oluyor.

 

3-) Velleziyne yuzahirune min nisâihim sümme ye’udune lima kalu fetahriyru rekabetin min kabli en yetemassa* zâliküm tu’azune Bih* vAllâhu Bima ta’melune Habiyr;

Kadınlarından zihar yapıp (zihar ile ayrılmak isteyip) sonra da sözlerinden dönenler (zihar ile boşamaktan vazgeçip evliliklerine dönenler), kadınları ile ilişkiye girmeden önce bir köle azât etmelidirler! İşte size öğütlenen budur. Allâh yaptıklarınızı (yaratanı olarak) Habiyr’dir. (A. Hulusi)

03 – Ve öyle kadınlarından zıhar ile ayrılmağa kalkıp da sonra dediklerini geri alacak olanlar onun için ikisi temas etmezden evvel bir kul âzad etmek lâzımdır, bunu duydunuz ya işte siz bununla öğütlenirsiniz, ve Allah her ne yaparsanız haberdardır. (Elmalı)

 

Velleziyne yuzahirune min nisâihim sümme ye’udune lima kalu ne ki zıhar yapıp da sonra sözünden cayanlar var ya fetahriyru rekabetin min kabli en yetemassa Evet, işte onların kefareti eşlerin temasından önce, eşler birbirine temas etmeden önce bir köle azad etmektir.

İlginç değil mi? Neden köle azad etmek kefaret? İnsan onurunu çiğnemek onu köleleştirmek anlamına geliyor. Madem insan onurunu çiğnedin, bir insanı öldürdün gibi. Onun içinde haydi bakalım bir insanı dirilt. Yani bir insanı kölelikten kurtar. Manen kölelik boyunduruğu altında ölü gibi olan bir insanı özgürlüğe kavuştur da ona karşılık gelsin. Böyle bir günahı ancak böyle bir kefaretle ödeyebilirsin. İnsan onuruna yönelik tecavüz demek ki her tür köleleştirme, bir tür insanı manen öldürme hükmündedir.

Aynı zamanda buradan şunu da çıkarıyoruz değil mi? Köleliği bitirmek istiyor Kur’an. Hedefi bu. Onun içinde bu tür suçlarda köle azad ettirerek kölenin kaynağını kurutmak, bu müessesenin kaynağını kurutmak ve bu müesseseyi ortadan kaldırmak, zamana yayarak. Bir toplumsal kangren halini almaması için zamana yayarak kurutmak istediğini iz bu tip cezaların kefaretinin köle azadı olduğundan çıkarabiliyoruz.

zâliküm tu’azune Bih siz ancak böyle uslanırsınız diye çevireyim mi? Size böyle vaaz olunur. Size böyle öğüt verilir. Ama sanki bana siz ancak böyle uslanırsınız, zımnen böyle denilmiş gibi geliyor.

vAllâhu Bima ta’melune Habiyr zira Allah yaptığınız her bir şeyden en ince detaylarına kadar haberdardır.

 

4-) Femen lem yecid fesıyamu şehreyni mutetabi’ayni min kabli en yetemassa* femen lem yestetı’ feıt’amu sittiyne miskiyna* zâlike litu’minu Billâhi ve RasûliHİ, ve tilke hududullâh* ve lilkafiriyne ‘azâbün eliym;

Kim (azât edilecek bir köleye imkân) bulamazsa, o takdirde (karısı ile) ilişki kurmalarından önce birbirini izleyen iki (kamerî) ay oruç tutmalıdır! Kim (bu kefaret orucuna) muktedir olamazsa, altmış yoksulu doyurmalıdır. Bu (hükümler), Esmâ’sıyla hakikatiniz olan Allâh’a ve Rasûlüne imanı yaşamanız içindir; bunlar Allâh’ın koyduğu sınırlardır! Hakikat bilgisini inkâr edenler için feci bir azap vardır. (A. Hulusi)

04 – Ona gücü yetmeyen de ikisi temas etmezden evvel sırasıyla iki ay oruç tutsun, ona da güç yetiremeyen altmış yoksul doyursun, bunlar Allah ve Resulüne iman edesiniz diyedir ve bunlar Allahın çizdiği huduttur, kâfirler için ise elîm bir azâb vardır. (Elmalı)

 

Femen lem yecid fesıyamu şehreyni mutetabi’ayni min kabli en yetemassa kim bunu bulamazsa diyor, femen lem yecid. Ama ilginç bir şey var, bir sonraki cümlede femen lem yestetı’ var. kimin gücü yetmezse. Fakat burada bulamazsa diyor. femen lem yestetı’ burada da gelebilirdi. Ben buradan yola çıkarak şöyle bir ima seziyorum; Bir gün gelecek vahiy bu tavrıyla kölelik kurumunu tüketecek, ortadan kaldıracak ve köle bulunamayacak. Böyle bir ima da seziyorum buradan.

femen lem yecid. Kim de bunu bulamazsa fesıyamu şehreyni mutetabi’ayni min kabli en yetemassa temas etmeden önce ona düşen kefaret ardı ardına peşi sıra iki ay oruç tutmaktır. Evet, iki ay oruç tutmaktır.

Musa Carullah uzun günlerde ruze isimli o muhteşem ve modern içtihada örnek olan eserinde 4 mezhebin görüşüne itiraz ederek yepyeni bir görüş getirir. Kasten orucu bozanların 60 gün kefaret tutmasıyla ilgili. Ve işte bu ayete dayanır iki görüşte. Üstad Musa Carullah der ki; aslında iki ay kefaret kasten bozulan oruca değil, zıharadır. O zıhar kefaretidir, orada bir yanlış anlaşılma vardır der ve Ahmed Bin Hambel’in müsned’iyle Ebu Davud’da ki rivayeti de kendi görüşüne delil olarak getirir ve aynı zamanda Seleme Bin Sahr Ensari hadisini ki burada verdiğim hadis odur, delil gösterir. Bunu bir parantez içi olarak anmak gereği duydum.

femen lem yestetı’ feıt’amu sittiyne miskiyna buna güç yetiremeyen kimse ise 60 yoksulu doyurmak düşer. 60 yoksul doyurmalı. 3 tane seçenek. 1 – köle azadı, 2 – Ardı ardına 60 gün oruç, onu da yapamıyorsa, gücü yetmiyorsa 3 – 60 yoksulu doyurma. Adeta rabbimiz hani ayeti kerime de ifade buyrulduğu gibi Allah sizin için zorluğu dilemez, kolaylığı diler buyruluyor ya, işte onun bir tezahürünü görüyoruz. Allah kolaylığı diliyor.

Şimdi burada kıssanın arkası var, başta anlattığım kıssanın devamı var. Havle’nin hikayesinin devamı şöyle, bitişi şöyle oluyor güzel sonla neticeleniyor tabii.

Bu ayetler geldikten sonra Allah resulü Evs Bin Samid’i, Havle’nin kocasını çağırıyor ve aralarında şu diyalog geçiyor.

“Bir köle azad etmeye gücün var mı ya Evs?”

Evs’in cevabı şu oluyor; “Vallahi ya Resulallah benden iyi köle mi olur, malımın hepsini satsam bir köle etmez.”

Peki diyor Allah Resulü, iki ay peşpeşe oruç tutabilir misin?

Evs’in cevabı hazır, hazır cevap bir sahabe. Böyle şen şakrak ta bir zat, yoksul tabii; Vallahi Ya Resulallah diyor günde 3 öğün yemesem gözümün feri kaçar dizimin bağı çözülür.

“Peki diyor Allah resulü; 60 fakir doyurabilir misin?

“Vallah doyuramam ya Resulallah bir şartla diyor, sen yardım edersen.”

Allah Resulü bu diyalogdan sonra azı dişleri görününceye kadar gülüyorlar. Yani adamın biraz da pişkinliğine zatın, ve ne yapıyorlar? Ben sana yardım edeceğim diyor efendimiz. 15 ölçek hurma vereceğim üstünü de sen tamamla ve bu kefareti öde. Yani suçunun cezasını çekmiş ol böylece. Hikayenin sonu böylece mutlu sonla neticeleniyor.

zâlike litu’minu Billâhi ve RasûliH Bu Allah ve Resulüne imanınızın bir gereğidir, bir icabıdır. ve tilke hududullâh işte bunlar Allah’ın çizdiği sınırlardır, Allah’ın hudutlarıdır. Allah hudut çeker, Allah’ın sınırlarını çiğnemeye kalkmayın. Allah’ın sınırlarını çiğnediğiniz zaman patlayacak mayınlar sadece elinizi kolunuzu değil, ebedi hayatınızı götürür. ve lilkafiriyne ‘azâbün eliym kafirleri elim bir azab beklemektedir. Kafirler için çok acıklı bir azab hazırlanmıştır.

 

5-) İnnelleziyne yuhaddunAllâhe ve RasûleHU kübitu kema kübitelleziyne min kablihim ve kad enzelna âyâtin beyyinat* ve lilkafiriyne ‘azâbün mühiyn;

Muhakkak ki Allâh ve O’nun Rasûlüne zıtlaşanlar, kendilerinden öncekilerin aşağılandıkları gibi aşağılandılar! Hâlbuki gerçekten apaçık işaretler inzâl ettik… Hakikat bilgisini inkâr edenler için aşağılayıp rezil duruma düşürücü bir azap vardır. (A. Hulusi)

05 – Muhakkak ki Allah ve Resulüne had yarışına kalkanlar çarpıldılar, tıpkı onlardan evvelkilerin çarpıldıkları gibi, halbuki açık açık âyetler de indirmiştik, kâfirlere hem de hakaretli bir azâb var. (Elmalı)

 

İnnelleziyne yuhaddunAllâhe ve RasûleH Allah ve Resulüne meydan okuyan kimselere gelince kübitu kema kübitelleziyne min kablihim kendilerinden önce rezil edilenler gibi, rüsva edilenler gibi, alt edilenler gibi, yenilenler, itilenler, çarpılanlar, tepelenenler gibi. -Çünkü kübite bu manaların tamamına birden gelebilir.- Onlar da tepelenecekler, rezil edilecekler yenilecekler. ve kad enzelna âyâtin beyyinat doğrusu biz ayetlerimizi hakikatin apaçık belgeleriyle indirdik. ve lilkafiriyne ‘azâbün mühiyn ama kafirleri alçaltıcı bir azab beklemektedir.

Bunu şöyle de çevirebilirim Kafirler için alçaltıcı, onursuzca bir mahrumiyet beklemektedir. Evet, Azab aynı zamanda kök anlamıyla mahrumiyet demektir. Öyle bir mahrumiyet ki bu, bu mahrumiyet onları onursuz kılacak.

 

6-) Yevme yeb’asühümullâhu cemiy’an feyunebbiuhüm Bima ‘amilu* ahsahullahu ve nesuHU, vAllâhu ‘alâ külli şey’in Şehiyd;

Gün gelir, Allâh onların hepsini bâ’s eder (yeni bir özellikle yeni bir boyutta diriltir) de yaptıklarını onlarda haber verir… Allâh, onu (kendilerinden açığa çıkanları) kayda almış, onlar ise onu unutmuşlardır… Allâh her şey üzerine Şehiyd’dir. (A. Hulusi)

06 – O gün ki Allah onları hep ba’s edecekte bütün yaptıklarını kendilerine haber verecek, Allah onu bir bir saymış onlarsa onu unutmuşlardır, Allah her şeye şahittir. (Elmalı)

 

Yevme yeb’asühümullâhu cemiy’an Allah’ın; onların hepsini dirilteceği gün feyunebbiuhüm Bima ‘amilu onlara yaptıklarını bir bir haber verecektir. ahsahullahu ve nesuHU onlar unutsalar bile Allah onlara bir bir hatırlatacak, bir bir yaptıklarını sayacaktır. vAllâhu ‘alâ külli şey’in Şehiyd zira Allah her şeye layıkıyla şahittir.

 

7-) Elem tera ennAllâhe ya’lemu ma fiysSemavati ve ma fiyl’Ardı ma yekûnu min necva selâsetin illâ HUve rabi’uhüm ve lâ hamsetin illâ HUve sadisuhüm ve lâ edna min zâlike ve lâ eksere illâ HUve me’ahüm eyne ma kânu* sümme yunebbiuhüm Bima ‘amilu yevmelkıyameti, innAllâhe Bikülli şey’in Aliym;

Anlamaz mısın Allâh, semâlarda ne var ve arzda ne varsa bilir! Üç (kişi aralarında) fısıldaşmaya görsün, onlarda dördüncü O’dur… Beş (kişi fısıldaşacak) olsalar, onlarda altıncı O’dur… Bundan daha az da olsalar, daha çok da olsalar; nerede olursa olsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir (Esmâ’sıyla, “yok”ken var kıldığı için – Mâiyet sırrı)! Sonra kıyamet sürecinde yaptıklarını (açığa çıkaran olarak) kendilerinde haber verir! Muhakkak ki Allâh Bi-küllî şey’in (şey’in Esmâ’sıyla hakikati olarak) Bilen’idir. (A. Hulusi)

07 – Görmez misin Allah Göklerdekini ve Yerdekini hep bilir, herhangi bir üçün bir fısıltısı oluyor mu mutlak o dörtleyicileri, gerek beşin mutlak o altılayıcıları, gerek daha az gerek daha çok her nerede olsalar mutlak o beraberlerindedir, sonra bütün yaptıklarını Kıyamet günü kendilerine haber verir, haberiniz olsun ki Allah her şeyi tamamıyla bilir. (Elmalı)

 

Elem tera ennAllâhe ya’lemu ma fiysSemavati ve ma fiyl’Ard görmedin mi ki Allah göklerde ve yerde olan her bir şeyi bilir, her bir şeyden haberdardır. Elem tera; düşünmedin mi ki diye de çevrilebilir. Baksana diye de çevirebiliriz. İbret nazarına sunuyor elem tera ile başlayan tüm ayetler aslında müteakip ifadeleri ibret nazarına sunuyor ve bizim hepimizi ibret almaya çağırıyor.

ma yekûnu min necva selâsetin illâ HUve rabi’uhüm gizli görüşme yapan 3 kişi yoktur ki 4. sü Allah olmasın. Necva; Kök anlamı el infisal mineş şey’ diyor Ragıp, bir şeyden ayrılmak, kopmak. Aslında ayrılık farklı muamele, belki ayrıcalık istemek manasına gelir. Ayrıcalık istemek.

Gizli görüşme, özel görüşme talebi, Demiştim ya başlangıçta özel görüşme ile hava atacak. Bunun zararı kime? Bir çok zararı var;

1 – Töhmet, özel görüşme yapan biri fıs fıs fıs ResulAllah’la konuşurken öbürleri; acaba ne konuşuyor, benim aleyhime mi konuşuyor, acaba bizim zararımıza  mı bir şey konuşuyor, acaba bizi mi şikayet ediyor, bir töhmet makamı.

2 – Lüzumsuz özel görüşmenin ikinci zararı zaman çalma. Allah Resulünün zamanını çalıyor. Onun zamanı çok değerli. Belki soracağı genel bir şeydir, basit bir şeydir, çoğunlukla da öyle çıkıyor. Milletin içinde sorsa da herkes yararlansa olmaz mı. Niye özel görüşme ister ki. Bir namaz sorusu sormak için insan niye ResulAllah’ın zamanını çalar ki.

3 – Hava atma. Özellikle Yahudiler bu istismarı yapıyorlardı. ResulAllah ile özel görüştü ya, çıkınca milletin meraklı bakışlarına muhatap olacak ve bizimki de hava atacak.

4 – Küskünlük uyandırma. Başka insanlar, herkese özel görüşme randevusu veremez, ama birileri bu randevuyu almakla öbürlerine nispet yapıyor ve tabii ki buna komployu da ekleyebiliriz, Allah Resulüne haydi bir komplo düzenlemeye kalkışan birileri varsa? Niye özel görüşme talep eder. Allah resulünün özel tanımadığı çok özel aralarında bir ilişki olmayan bir insan kalkıp ta özel görüşme talep ediyorsa bu da ayrı bir sorun. İşte özel görüşmenin bir çok mahsurundan sadece bir kaçını saydım burada.

Bunlar özel görüşme talep ediyorlardı, bunların arasına münafıklar da karışıyordu ve onlar hava atıyorlardı. Aynı zaman da ResulAllah’ı taciz ediyorlardı, ResulAllah’ı üzüyorlardı. ResulAllah’ta o dillere destan nezaketiyle onlara hayır diyemiyordu. Bu pasajda ondan bahsediliyor.

ve lâ hamsetin illâ HUve sadisuhüm 5 kişi yoktur ki 6. Allah olmasın ve lâ edna min zâlike ve lâ ekser bundan az ya da çok rakamlar fark etmez, mutlaka Allah onlarla beraberdir. Aslında bu rakamsal bir ifade değildir, kaç kişi olurlarsa olsunlar Allah onlarla beraberdir onları işitir ve duyar. Yani Allah Resulünden özel görüşme talebinde bulunmak isteyen bu insanların, aslında içlerinde gizledikleri kötü niyeti Allah biliyor. Bunu söylüyor. illâ HUve me’ahüm eyne ma kânu nerde olurlarsa olsunlar illaki O onlarla beraberdir. Allah onlarla beraberdir.

sümme yunebbiuhüm Bima ‘amilu yevmelkıyame sonra kıyamet günü onların yaptıklarını Allah onlara bir bir haber verecek. Yaptıklarının nesini? Arkasında yatan gizli niyeti, içlerinde ki karalığı, sakladıkları şeyi, maskenin arkasında ki yüzlerini bir bir haber verecek. innAllâhe Bikülli şey’in Aliym Hiç şüphe yok ki Allah her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilir.

Zıharla ilgili ilk pasajda olduğu gibi Allah’tan bir şeyler gizlenebileceği zannında olanların kökünü, bu zanlının kökünü kazımak için geliyor bu pasaj. Özünde Allah tasavvurunu inşa ediyor biliyor musunuz? Yani Allah’tan kaçıramazsınız. Eylemlerinizin niyetini Allah bilir. Allah 3 boyutlu değil 3.000 boyutlu filminizi çektiriyor. O filmin içerisinde yüreğinizin 40. odasında ki, o karanlık yerde ki niyetinizi de bilir, bilinç altınızı da bilir. Aslında söylenen bu.

 

8-) Elem tera ilelleziyne nuhû ‘aninnecva sümme ye’udune lima nuhû ‘anhu ve yetenacevne Bil’ismi vel ‘udvani ve ma’sıyetirRasûl* ve izâ caûke hayyevke Bima lem yuhayyike Bihillâhu, ve yekulune fiy enfüsihim levla yu’azzibunAllâhu Bima nekulu, hasbuhüm cehennem* yaslevneha* febi’sel masıyr;

Görmedin mi şu kimseleri ki, fısıldaşmaktan (ikiyüzlülükten) yasaklandıkları hâlde tekrar yasaklandıkları şeye döndüler. Kötülük, düşmanlık ve Rasûle isyan konusunda fısıldaşıyorlar… (Yahudiler) sana geldiklerinde, Allâh’ın seni selâmlamadığı şeyle selâmlıyorlar; içlerinde ise: “Dediğimiz yanlış olsaydı Allâh bize azap verirdi” derler… Cehennem yeter onlara! Ona maruz kalacaklar… Ne kötü dönüş yeridir o!

(Not: Yahudiler, fonetik yakınlık dolayısıyla, ağız – dil çabukluğu da yaparak “es Selâm’u aleyke” yerine “es Samu aleyke” derlerdi ki anlamı “sana ölüm olsun” demektir… Münafıkların bu tür selâmlarına Hz. Rasûlullâh sadece “Aleyküm” der, o bedduayı üzerine almadığını ifade için “VE aleyküm” demezdi! Hz.Rasûlullâh’a bu tür hitap eden Yahudilere, Hz. Ayşe “aleykümüs Sam ve laanekümüllah ve ğadibe aleyküm” yani “ölüm size olsun, Allâh size lânet ve gazap etsin” deyince Hz. Rasûlullâh: “Yâ Ayşe. Allâh gereğinden fazla söyleyeni sevmez” buyurarak; aksiyona, aksiyon ölçüsünü aşan reaksiyondan engelledi.) (A. Hulusi)

08 – Bakmaz mısın şunlara: Gizli konuşmadan nehy edildiler de sonra dönüp nehy olundukları şeyi yapıyorlar, günah, udvan ve Peygambere isyan fısıldaşıyorlar, yanına geldiklerinde de seni Allahın sağlıklamadığı bir suretle sağlıklıyorlar, kendi içlerinde de Allah bizi söylediklerimizle ta’zib etse ya! Diyorlar, Cehennem onlara yeter, ona yaslanacaklar, artık o, ne fena âkıbettir. (Elmalı)

 

Elem tera ilelleziyne nuhû ‘aninnecva sümme ye’udune lima nuhû ‘anh gizli görüşmeden men edilen, men edildikleri şeye tekrar dönenleri görmedin mi? Baksana şunların haline bir? Önce men edilen, men edildikleri halde, yasaklandıkları halde gizli görüşme isteğini yeniden dillendirenleri görsene, baksana şunların haline bir.

ve yetenacevne Bil’ismi vel ‘udvani ve ma’sıyetirRasûl evet, üstelik onlar günah, düşmanlık ve Resule isyan konusunda gizli kapaklı işler. Biz buna fırıldaklar desek mi acaba? Gizli kapaklı işle çevirmekteler. Gizli kapaklı işler döndürmekteler. ve izâ caûke hayyevke Bima lem yuhayyike Bihillâh ne zaman sana gelseler Allah’ın seni selamlamadığı biçimde seni selamlarlar.

İlginç değil mi bir de bunun hikayesi var. Hz. Aişe’den nakledilen bir hikayeden öğreniyoruz biz bunu aslında olayın gerçeğini, olay şu; Yahudiler veya münafıklar geliyorlar Allah Resulüne “essamü aleyküm” diye selam veriyorlar. Bu kahrolasın, ölesin, duvar üstüne yıkıla gibi bir beddua. İlginçtir,

Hz. Aişe dayanamıyor Resulallah’tan önce atılıyor ve diyor ki; “Ve aleykümüssâmü vellânetekümüllahu va gadabe alleyküm. Siz kahrolun, Allah belanızı versin, Allah’ın gazabına uğrayın, Allah’ın lanetine uğrayın.”

Efendimiz o nezaketli üslubuyla; “Ya Aişe, Allah kötü sözü sevmez.” diyor.

“Duymadın mı ya Resulallah ne dediler?” Resulallah;

“Ya Aişe senin duyduğunu ben de duydum. Ben de onlara ve aleyküm dedim. Aynısı da size olsun dedim. Baksana.”

Efendimiz hem nezaketi öğretiyor, hem de onların bu ahlaksızlıklarının farkında olduğunu onlara ima ve ihsas ediyor. Yine de tabii ki efendimiz o nezaketi elden bırakmıyor. İlginç bir de örnek, hepimizin ibret alması gereken, hatta örnek alması gereken efendimizin tavrı itibariyle hoş bir örnek.

ve yekulune fiy enfüsihim levla yu’azzibunAllâhu Bima nekul ve kendi aralarında haydi bakalım Allah sözlerimizden dolayı bizi cezalandırsaydı ya diyorlar. hasbuhüm cehennem cehenneme kadar yolları var. Cehennem onlara yeter. Yaslevneha oraya dikilecekler. Yaslehe; aslında sâlât kelimesiyle aynı kökten gelir. Bir değneği ateşte doğrultmaya da salleytül ‘ud der Arap. Namazla aynı köktendir. Yani onlar yer yüzünde dik durmadılar, Allah’a karşı esas duruşlarını bozdular, Allah onları ateşte doğrultacak, ateşe yaslayacak. febi’sel masıyr o ne kötü varış yeridir, ne kötü son duraktır.

 

9-) Ya eyyühelleziyne amenû izâ tenaceytum fela tetenacev Bil’ismi vel’udvani ve ma’sıyetirRasûli ve tenacev BilBirri vetTakva* vettekullahelleziy ileyHİ tuhşerun;

Ey iman edenler… Birbirinizle fısıldaştığınızda kötülük, düşmanlık ve Rasûle isyan konusunda fısıldaşmayın… (Allâh’a) yakınlığı sağlayıcı fiiller ve korunmayı getirici davranışlar hakkında fısıldaşın! O’na haşrolunacağınız Allâh’tan (yaptıklarınızın sonucunu yaşatacağı için yanlış yapmaktan) korunun! (A. Hulusi)

09 – Ey o bütün iman edenler! Sizler fısıldaştığınız vakit günah, udvan ve Peygambere isyan fısıldaşmayın iyilik ve takva fısıldaşın ve Allah dan korkun ki ona haşr olunacaksınız. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû siz ey iman edenler izâ tenaceytum gizli görüşme yapacaksanız bile fela tetenacev Bil’ismi vel’udvani ve ma’sıyetirRasûl günah, düşmanlık ve Resule, elçiye isyan üzerine gizli görüşme yapmayın. Özel görüşme yapmayın veya kulis yapmayın. Belki bir anlamda da kulis manasına gelir. ve tenacev BilBirri vetTakva iyilik ve takva üzerine gizli görüşme yapın, özel görüşme yapın. vettekullahelleziy ileyHİ tuhşerun huzurunda toplanacağınız Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.

 

10-) İnnemennecva mineşşeytani liyahzunelleziyne amenû ve leyse Bidârrihim şey’en illâ Biiznillâh* ve ‘alAllâhi felyetevekkelil mu’minun;

Fısıldaşma (suç olan fiskoslar) şeytandandır (şeytanî fikirler); iman edenleri mahzun etmek için! Allâh izni müstesna, (şeytanî fikirleri) onlarda (iman edenlerde) hiç zarar açığa çıkartamaz! İman edenler Allâh’a tevekkül etsinler. (A. Hulusi)

10 – O gizli konuşmalar, (o fiskos) sırf Şeytandandır, iman etmiş olanları kederlendirmek için, halbuki onlara bir şey zarar ettirecek değildir, meğerki Allahın izniyle ola, müminler de onun için hep Allaha dayansınlar. (Elmalı)

 

İnnemennecva mineşşeytani liyahzunelleziyne amenû bunun dışında kalan gizli görüşmelerin tümü sadece mü’minlere üzüntü vermeyi amaçlayan şeytani bir eylemdir. ve leyse Bidârrihim şey’en illâ Biiznillâh Allah izin vermedikçe onlara hiçbir zarar veremezsiniz ve ‘alAllâhi felyetevekkelil mu’minun mü’minler artık Allah’a dayansınlar. Allah’a güvensinler.

Girişte örnek gösterilen kadın kendini ifade etti. İki pasaj arasında ki bağlantı bu. Özel görüşme yerine siz de kendinizi açıkça ifade edin. Özel görüşme, fiskos, dedikodu; kendini ifade edememekten kaynaklanır. Şaibe uyandıracak yollara ne gerek var.

 

11-) Ya eyyühelleziyne amenû izâ kıyle lekum tefessehu fiyl mecalisi fefsehu yefsehıllâhu leküm* ve izâ kıylenşuzu fenşuzu yerfe’ıllahulleziyne amenû minküm, velleziyne ûtül’ılme derecat* vAllâhu Bima ta’melune Habiyr;

Ey iman edenler… Meclislerde size: “Yer açın” denildiğinde, genişletin ki Allâh da size genişlik versin! “Kalkın” denildiğinde de, kalkın ki, Allâh, sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri dereceler itibarıyla yükseltsin! Allâh yaptıklarınızı Habiyr’dir. (Habiyr, her şeyi kendi Esmâ özellikleri ile yokken var kıldığı için, onların zaman mekân ötesi bir hâlde durumlarından haberdar olan, anlamında kullanılmaktadır. Allâh bilir. A.H.) (A. Hulusi)

11 – Ey o bütün iman edenler! Sizlere meclislerde genişleyin denildiği vakit genişleyiverin Allah da size genişlik versin, kalkın denildiği zaman da kalkıverin ki Allah iman edenlerinizi yükseltsin, ilim verilenleri ise derecat ile, ve Allah her ne yaparsanız haberdardır. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû siz ey iman edenler izâ kıyle lekum tefessehu fiyl mecalis sosyal hayatta birbirinize yer ayırın denildiği zaman, ben bunu yani oturma sırasında bir mecliste yer ayırın manasına, kısıtlı bir manada anlamıyorum. Sosyal hayatta da yer ayırın denildiği zaman fefsehu yefsehıllâhu leküm yer ayırın ki Allah ta size yer ayırsın. Bunu en geniş manasıyla düşünmek lazım.

Adam sizin sektörden ticarete girecek, sıktınız dar. Girecek diye burnunuzdan soluyorsunuz. Adam ilme girecek ilim talibi olacak. Ama siz, bizim önümüzü kesecek diye burnunuzdan soluyorsunuz. Öyle yapmayın, yer geniş, Allah’ta size yer ayırsın. Siz Allah’ın kullarına yer ayırın ki Allah’ta size yer ayırsın.

            [Ek bilgi: Günlerden bir gün Allah’ın Resûlü etrafını dolduran ashabıyla birlikte bir mecliste otururken Bedir’e katılmış yiğitlerden bazıları çıkagelmişlerdi. Onlar Rasulullah Efendimize ve sahâbe-i kirâma selâm verirler ve mecliste kendilerine de bir yer açılmasını beklerler. Ama ResulAllah’ın etrafındaki sahâbe yerinden kıpırdamak istemez. Kimse onlar için bir yer açma eylemi içine girmez.

Bu durumu gören Allah’ın Resûlü öfkelenir. “Hemen sen kalk, sen de kalk” diyerek onlardan bir kısmını kaldırmaya yöneliyor. Bu tavır yerlerinden kaldırılan insanların ağırına gidiyor.

Çevrede fırsat kollayan, her hareketi ResulAllah’ın aleyhine kullanmak isteyen münâfıklar da bunu dedikodu konusu yapıyorlar. Peygamber bir taraftan adaletten, insana saygıdan, insana değer vermekten söz ediyor, ama bir taraftan da insanların kimilerini kimilerine tercih ediyor, kimilerini kaldırıp arkadaşlarını onların yerine oturtuyor diyerek bunu alay konusu yapmaya başlıyorlar. Onların bu lakırdılarını işiten Rasulullah Efendimiz üzülüyor ve hemen arkasından işte bu emir geliyor.

“Size meclisleri genişletin, meclislerde yer açın denildiği zaman hemen yer açıp genişletin. Gelen kardeşlerinize yer açın ki onlar da otursunlar.”

Yani gelen kişiye karşı hemen ayağa kalkın, onu karşılayın veya hemen kalkıp yerinizi ona verin değil. Ya ne? Sıkışın, toparlanın ve yer açın deniliyor. Zira insanların en şereflisi Allah’ın Resûlü bir meclise geldiği zaman insanlar onun için ayağa kalkmazlar ve ona yerlerini vermezlerdi. Çünkü Allah’ın Resûlü böyle bir şeyden asla hoşlanmazdı ve sahâbe-i kirâm efendilerimiz de bunu bildikleri için öyle yapmazlardı.

Allah’ın Resûlü insanların kendisine özel bir yer ayırmalarını istemezdi. Kendisine özel bir paha biçilmesini sevmezdi. Sıradan birisi olarak onların arasında bulunmayı severdi. Onun için meclislerde özel bir konumu, özel bir yeri, bir makamı yoktu.

Hattâ taşradan gelenlerden onu tanımayanlar, “peygamber hanginiz?” diye sorarlardı. Maalesef şu anda bizim meclislerimizde ekonomik gücü olanların, siyasal gücü olanların, hacı-hoca takımının özel yerleri vardır. Farklı muamele beklerler insanlardan.

            Sahâbe-i kirâm efendilerimiz Allah’ın Resûlü geldiği zaman ayağa kalkmazlardı, oturdukları yerden kalkıp yerlerini ona vermezler-di. Sadece peygamberimiz için yer açarlar ve o da gelir, açılan yere otururdu. Öyleyse Müslümanlar bir yerde otururlarken gelen Müslüman’ın, ya da Müslümanların makamı, konumu ne olursa olsun kalkılmayacak ama ona yer açılacak ve açılan yere de o oturacak.

            Bakın bir hadislerinde Rasulullah Efendimiz sevdiği, beğendiği bir Müslüman tipini anlatırken şöyle buyuruyor:

            “Benim yanımda insanların en çok gıpta edileni, en çok gıptaya lâyık olanı namazdan payı olan, hâli hafif olan, yükü hafif olan ve insanlar arasında özel bir yeri olmayan, parmakla gösterilmeyen, sıradan biri olan, öne çıkmayı sevmeyen, kendisine özel bir baha biçilmesinden yana olmayan kimsedir.”

            İşte Resulullahın sevdiği, beğendiği insan bu. Rasulullah hâşâ insanlara başka şey söyleyip kendisi başka şey yapan değildi. (Ali Küçük- Besâiru’l Kur’an)]

ve izâ kıylenşuzu fenşuzu yine davranın denildiği zaman da derhal davranın, harekete geçin. İbn. Abbas bunu bir işin ucundan tutmak gerektiği zaman tutun. yerfe’ıllahulleziyne amenû minküm, velleziyne ûtül’ılme derecatin Allah içinizden mü’minleri ve ilim sahiplerini kat be kat yükseltecek, derece verecektir onlara. İlim sahiplerini. vAllâhu Bima ta’melune Habiyr Allah yaptığınız her bir şeyden haberdardır.

İlim sahiplerini üstün derecelerle yükseltecektir diyor rabbimiz. Aslında innema yahşAllâhe min ‘ıbadiHİl ‘ulema’ (Fatır/28) bu Kur’an ın alim tarifidir. Allah’tan layıklıyla kulları içinde yalnızca alimler korkar, bilenler korkar.

Yine;İ hel yestevilleziyne ya’lemune velleziyne lâ ya’lemun. (Zümer/9) ayetini biliyoruz. Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Neyi? Hiç Allah’ın huzurunda gece yarıları göz yaşları içinde secdelere kapanmanın değerini bilenle bilmeyen bir olur mu?. Peygamber Öyle buyurur. Alimin abid’e fazileti dolunay ışığının diğer yıldızlara farkı gibidir. Hz. Ali öyle der. “Alim; Kur’an ın önüne hiçbir şey koymayan kimsedir. Şafi öyle der. Allah’ın velileri alimlerdir. Ben alim dışında veli olduğunu bilmiyorum. İlginçtir.

Yine ibn. Abidin öyle der. Hanefi fakihlerinden, Cahilin Alim hakkında k, şahadetine itibar olunmaz.  Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler mal miras bırakmadılar, ilim ve hikmet miras bıraktılar. Alimler de bu ilim ve hikmeti Allah’a karşı sorumluluk şuur içinde eğer bu sorumlulukla omuzlarlar ve peygamberlerin varisi olmanın sorumluluğunu taşıyabilirlerse hiç şüphesiz ki Allah onları derece derece yükseltecektir. Bu ayette ki müjde işte o alimler içindir. Rabbim o alimleri çok eylesin.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. MÜCADİLE (12 – 22)(173-A)

$
0
0

231

 

             “Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

Değerli Kur’an dostları geçen dersimizde Mücadile/12. ayetine kadar işlemiştik. Son derste işlediğimiz ayetleri eğer hatırlayacak olursak Necva ile ilgiliydi. Yani her ne kadar fısıltı vurgusunu içinde taşısa da aslında toplumum rehberi, lideri, önderi olan Hz. Peygamber le özel görüşme talebini ifade eder Necva. Özel görüşme talebi birileri tarafından istismar ediliyordu. Yani gerek konuşulan konuların toplumdan gizli olmuş olmasıyla istismar ediliyor, gerekse özel görüşme talep eden bu görüşmeyi başkalarına bir ayrıcalık gibi takdim ediyor ve böyle istismar ediyordu. Bu istismar yollarını da geçen dersimizde saymaya çalışmıştım.

İşte necva ile ilgili ayetlerin ardından Allah Resulünden özel görüşme koparmak için çabalayanların içine sızan münafıklar aslında gizledikleri gerçek yüzlerini bir de özel görüşme talebiyle çifte katlıyorlar, tabir caizse münafıklıklarını çifte kavurmuş oluyorlar ve böylece başkalarına bir de caka satıyorlardı. İşte münafıkları seçip ayırmak, Allah Resulünden özel görüşme talep edenlerin içerisinden kalbi hastalıklı olanları ayırmak için bir necva sadakası getirdi vahiy. Bu geçici bir tedavi yöntemi, ayıklama yöntemiydi ve gerçekten de sonuç alındı ve kısa sürede münafıklar ayıklanıverdi. Çünkü münafığın en bariz vasfı para vermeyim de, benden bir şey çıkmasın da ne olursa olsun mantığıydı, işte burada onu görüyoruz, Bismillah diyoruz.

 

(BismillahirRahmanirRahıym)

 

12-) Ya eyyühelleziyne amenû izâ naceytümurRasûle fekaddimu beyne yedey necvaküm sadekaten, zâlike hayrun leküm ve ather* fein lem tecidu feinnAllâhe Ğafûrun Rahıym;

Ey iman edenler! Rasûl ile özel (başbaşa) konuştuğunuzda bu özel görüşmenizden önce bir sadaka verin! Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir… Eğer (imkân) bulamazsanız, muhakkak ki Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A. Hulusi)

12 – Ey o bütün iman edenler! Peygambere gizli maruzatta bulunmak istediğiniz zaman fısıltınızdan önce bir sadaka takdim ediniz, bu sizin için hem bir hayır hem daha ziyade bir temizliktir, fakat gücünüz yetmezse şüphe yok ki Allah gafurdur rahîmdir. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû siz ey iman edenler izâ naceytümurRasûle Allah Resulünden özel görüşme talep ettiğiniz zaman fekaddimu beyne yedey necvaküm sadekaten özel görüşme talebinizin gerçekleşmesinden önce bir sadaka takdim edin, bir sadaka verin. zâlike hayrun leküm ve ather bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir.

İbn. Abbas lüzumlu lüzumsuz özel görüşme talebiyle fısıldaşan insanlar için indiğini söyler bu ayetin. Ki bizce de bu rivayet bu ayetin maksadına uygun, maksadını ele veren bir rivayet. Ben buna mesai çalma cezası diyorum. Mesai hırsızlama cezası.

Toplumun lideri olan alimler vakti çok değerli insanlardır. Allah resulünün ilim mirasını omuzlarında taşıyan, davet mirasını omuzlarında taşıyan veya Allah resulünün yönetim mirasını omuzlarında taşıyan her kim olursa olsun vakti değerli olan insanların vaktini çalmanın bir cezası olmalı. Öyle önüne gelen o değerli vakitleri çalamamalı. Onun için de ben necva sadakasına mesai çalma cezası olarak bakıyorum ve bu da o.

Kefaret yoluyla terbiye ediyor vahiy bu noktada ve necva sadakası diye bilinen özel görüşme sadakasını da, madem özel görüşme yapacaksınız Allah rızası için bir sadaka verin bakayım. Yani bir tür madem Allah yoluna varlığını adamış birinin hayatından, zamanından alacaksınız özel olarak, şahsınız için o zamandan bir miktar alacaksınız, o zamanın bedelini de Allah yoluna ödeyin bakalım. Hiç olmazsa yoksullar sevinsin dercesine.

fein lem tecidu feinnAllâhe Ğafûrun Rahıym ama eğer bulamadınızsa, yani sadaka dahi verecek bir şeyiniz yoksa o zaman Allah çok bağışlayan ve merhameti sonsuz olandır. Ayetin son cümlesi bu ayetin hükmünün bir sonraki ile kaldırıldığı görüşünü boşa çıkarmaktadır ki nesh teorisine göre bu ayet hükmü nesh edilmiş ayetlerdendir. Ama ayetin son cümlesi bu ayetin nesh teorisi içerisinde yer almadığını gösteriyor bizce.

 

13-) Eeşfaktüm en tukaddimu beyne yedey necvaküm sadekat* feiz lem tef’alu ve tabAllâhu ‘aleyküm feekıymusSalâte ve atuzZekâte ve etıy’ullahe ve RasûleHU, vAllâhu Habiyrun Bima ta’melun;

(Rasûlullâh ile) özel görüşme öncesi sadakalar vermekten korktunuz… Bu uygulamayı (cimrilikten dolayı) yapmadınız -(ama) Allâh sizin tövbenizi kabul etti- (artık) salâtı ikame edin, zekâtı verin; Allâh’a ve Rasûlüne itaat edin! Allâh yaptıklarınızı Habiyr’dir. (A. Hulusi)

13 – Ya! Fısıltınızdan önce sadakalar takdim etmekten korktunuz mu? Mâdemki yapmadınız Allah da size tevbe lütfetti artık namaza devam edin ve zekâtı verin ve Allah ve Resulüne itaat edin ki Allah habîrdir her ne yaparsanız. (Elmalı)

 

Eeşfaktüm en tukaddimu beyne yedey necvaküm sadekat özel görüşme öncesi sadaka takdim etmekten dolayı sizde Eeşfaktüm’ü şafak vakti diye çevirebilirim siz de şafak attı öyle mi. Yani içiniz ürperdi, korktunuz, telaşa düştünüz öylemi? Her özel görüşme öncesinde sadaka ödeyeceksek vay başımıza gelene dediniz öyle mi? Oysa ki siz Allah resulünün o değerli zamanını, kendi kişisel görüşmeniz için alırken hiç içiniz ürpermiyordu, zımni vurgu bu aslında. Neden Allah resulünün hiçbir bedelle ödenmeyecek zamanını kişisel görüşme talebiyle alırken ürpermiyor da, para vermeye, hem de yoksula sadaka vermeye gelince ürperiyor dercesine, vurgularcasına. Bu uygulama münafıkları deşifre amacını taşıyordu bizce. Kısa zamanda sonuç alındığı için de artık kaldırıldı. Çünkü sonuç alındı.

feiz lem tef’alu ve tabAllâhu ‘aleyküm anlaşıldı ki bunu yapamayacaksınız, güç yetiremeyeceksiniz sürdüremeyeceksiniz, Allah’ta sizin pişmanlığınızı kabul etti. Tevbe, pişmanlık, dönüş. Yani siz bu yanlış işten döndünüz, Allah’ta bunu kabul etti. Zımnen mesaj şu; sizin paranız nasıl kıymetliyse, nebinin zamanı da öyle kıymetli. Veya siz küçük bir maddi sorumlulukta bu kadar zorlanıyorsunuz, ya manevi sorumluluğu sırtlayan nebinin be kadar zorlandığını niçin hesap etmiyorsunuz. Ben böyle anlıyorum en azından. Bu tüm zamanlar için Allah Resulünün bıraktığı risalet, ilim, davet mirasını üstlenen her rehber için de geçerli olsa gerekir.

feekıymusSalâte ve atuzZekâte ve etıy’ullahe ve RasûleHU, vAllâhu Habiyrun Bima ta’melun o halde artık namazı doğrultun, salâtı doğrultun, isteği ve desteği doğrultun, duayı doğrultun. Yani namazı amacına uygun eda edin. Zekatı verin. Açılımı; arınmak için ödenmesi gereken bedeli ödeyin ve Allah ve O’nun elçisine itaat edin. Allah iyi bilin ki, unutmayın ki Allah yaptığınız her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmektedir.

 

14-) Elem tera ilelleziyne tevellev kavmen ğadıbAllâhu ‘aleyhim ma hüm minküm ve lâ minhüm ve yahlifune ‘alelkezibi ve hüm ya’lemun;

Allâh’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinen şu kimseleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler ne de onlardandırlar; bunu bildikleri hâlde yalan üzerine yemin ederler. (A. Hulusi)

14 – Bakmaz mısın şunlara ki Allahın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler, onlar ne sizdendirler ne onlardan ve bilip dururken yalan yere yemin ederler. (Elmalı)

 

Elem tera ilelleziyne tevellev kavmen ğadıbAllâhu ‘aleyhim baksana şu kavme, tevellev; velayet ilişkisi kuran, Allah’ın gazap ettiği, Allah’ın gazabına uğramış bir toplumla velayet ilişkisi kurup candan dost olan şu kimselere baksana. Candan dost olan, tevellev, velayet ilişkisi kuran. Oysa ki velayet ilişkisi kimle kurulur? Bir mü’min velayet ilişkisini ancak bir mü’minle kurar. Çünkü Kur’an, mü’min, mü’minin velisi olduğunu ilan eder.

Lâ yettehızil mu’minunel kafiriyne evliyâe min dunil mu’miniyn. (A. İmran/28) ayet şimdi hatırıma geldi, mü’minleri bırakıp ta kafirleri can dost edinmesin. Onlarla velayet ilişkisine girmesin, yürekten bir ilişki kurmasın. İlişki kursun, fakat bu yürekten, çünkü velayet ilişkisi yürekten, amaca mebni, onlarla kader birliğine giren bir ilişki demektir. Ki A. İmran/28 idi bu okuduğum.

Yine; Ya eyyühelleziyne amenû lâ tettehızül kafiriyne evliyâe min dunil mu’miniyn. (Nisa/144) evet, kafirleri, mü’minleri bırakıp ta veliler edinmeyin, can dost edinmeyin. Tüm ayetler buna delalet eder.

ma hüm minküm ve lâ minhüm onlar ne sizdendir ne de onlardandır. Yani onlar dediği kimler? Münafıklar. Ne mü’minlerden yanadır, ne Yahudilerden yanadır, yani ikisine de yar olmaz aslında. Çünkü münafığın maskesi vardır, münafığın 2 yüzü değil 200 yüzü vardır. Birini indirir birini çıkarır. Biri maskeli davranıyorsa kaç maskeyle gezdiğini asla bilemezsiniz. Yüzünü gizledikten sonra onun maskesi mi tükenir. İşte bu çerçeve de düşündüğümüzde ayeti kerime daha bir iyi anlaşılıyor.

ve yahlifune ‘alelkezibi ve hüm ya’lemun onlar bile bile yalan üzerine yemin ediyorlar. Bile bile yalan yere yemin ediyorlar. Soysuz ve sinsi düşmana delalet eder bu ayet. Münafıklar veya kitap ehlinin münafıkları kastediliyor olsa gerektir, ikisi de mümkin.

 

15-) E’addAllâhu lehüm azâben şediyda* innehüm sâe ma kânu ya’melun;

Allâh, onlar için şiddetli bir azap hazırlamıştır… Yapmakta oldukları gerçekten ne kötüdür! (A. Hulusi)

15 – Allah onlar için şiddetli bir azâb hazırladı, hakikat onlar ne fena işler yapıyorlar. (Elmalı)

 

E’addAllâhu lehüm azâben şediyda Allah onlar için şiddetli bir azab hazırlamıştır. Yani sizin asla tahayyül edemeyeceğiniz, şiddetini ölçemeyeceğiniz, şediyden, bir azab. innehüm sâe ma kânu ya’melun onlar ne kötü eylem üretiyorlar, ne kötü işler yapıyorlar, ne berbat bir eylem ortaya koyuyorlar.

 

16-) İttehazû eymanehüm cünneten fesaddu ‘an sebiylillâhi felehüm azâbun mühiyn;

Yeminlerini kalkan edindiler de Allâh yolundan alıkoydular. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır. (A. Hulusi)

16 – Yeminlerini bir siper edindiler de Allah yolundan menettiler onun için onlara hakaretli bir azâb var. (Elmalı)

 

İttehazû eymanehüm cünneten işte o kötü eylemlerinden biri de bu. Onlar yeminlerini inkarlarına örtü, inkarlarına kalkan, inkarlarına perde yapıyorlar. Allah adına yemin ediyorlar, bunu da küfürlerine kalkan yapıyorlar. fesaddu ‘an sebiylillâh ve üstelik Allah’ın yolundan hem sapıyorlar, hem de saptırıyorlar. Saddu ‘an; iki manayı da verir. Hem müteaddi, geçişli hem de geçişsiz manası vardır. felehüm azâbun mühiyn işte alçaltıcı azab onları beklemektedir.

[Ek bilgi; “Yeminlerini kalkan yaparlar. Yeminlerini kendi nifaklarına, kendi yanlışlıklarına siper yapıyorlardı. Bu tür yeminlerin arkasına saklanarak insanları Allah yolundan saptırma imkânı buluyorlardı. İslâm konusunda fazla bilgisi olmayan insanlara karşı Müslüman gibi görünerek İslâm’la alâkalı yanlış beyanlarda, yanlış tavırlarda bulunarak onları Allah yolundan saptırıyorlardı.

Bugün de görüyoruz işte vallahi biz de Müslüman’ız, billahi biz de inanıyoruz diyerek söyledikleri, yaptıkları dinmiş, dindenmiş, Müslüman öyle olurmuş gibi insanları saptıran pek çoklarını görüyoruz. Yaptıkları yeminlerle, kendi yeminlerini kalkan yaparak, kendi yeminlerini kalkan kabul ederek yeminlerinin arkasına saklanıyorlar da insanları, çevresindekileri, tanıdık, eş dost, hısım, akrabalarını veya talebelerini, arkadaşlarını, kadınlarını, çocuklarını Allah yolundan saptırıyorlar, Allah yolundan alıkoyuyorlar.

“Biz de Müslüman’ız! Biz de Allah’ın dinini biliriz! Biz de âyet ve hadise muttaliiyiz! Biz de bu işin tahsilini yapmışız! Tamam biz de Müslüman’ız! Biz de inanıyoruz, ama bu kadarı da olmaz yani! Biz de Müslüman’ız, ama bu kadarına da gerek yoktur!” diyorlar. “Düğünde bu kadar olmalı, evde bu olmalı” diyorlar. “Eşya böyle olmalı, kızın kıyafeti böyle olmalı, bu devirde insanın mesleği, meşrebi, siyasî görüşü veya ekonomi anlayışı böyle olmalı. Bu devirde insanın sofrası, evi, mutfağı, kazanması, harcaması böyle olmalı” diyorlar ve insanları Allah yolundan saptırmaya çalışıyorlar.

Allah korusun günümüzde kalben inanmadıkları halde dilleriyle ve tavırlarıyla Müslümanlık gösterisinde bulunan pek çok münâfık bugün yığınları arkalarından sürüklemektedirler. İslâm konusunda bozuk düzen düşünceler, yanlış kanaatler uyandırarak Allah kullarını Allah yolundan saptırmaktadırlar.” (Besâiru’l Kur’an – Ali Küçük)]

 

17-) Len tuğniye ‘anhüm emvaluhüm ve lâ evladuhüm minAllâhi şey’a* ülaike ashabunnar* hüm fiyha halidun;

Onların ne zenginlikleri ne de evlatları Allâh’tan gelecek şeyden kurtarmayacaktır! Onlar ateş ehlidir! Onlar onda sonsuza dek kalırlar. (A. Hulusi)

17 – İhtimali yok onları ne malları ne evlatları hiç bir suretle Allah dan kurtaramaz, onlar ashabı nardır, hep onun içinde kalacaklardır. (Elmalı)

 

Len tuğniye ‘anhüm emvaluhüm ve lâ evladuhüm minAllâhi şey’a asla ne malları, ne de çocukları Allah’tan gelen bir belayı engellemeyecektir. Allah’tan onlara gelebilecek hiçbir belayı malları ve çocukları asla engelleyemeyecektir. ülaike ashabunnar* hüm fiyha halidun işte onlar içinde kalıcı olmak üzere, ebedi kalmak üzere cehennem ehlidirler.

 

18-) Yevme yeb’asühümullâhu cemiy’an feyahlifune lehu kema yahlifune leküm ve yahsebune ennehüm ‘alâ şey’* elâ innehüm hümülkâzibun;

Gün gelir, Allâh onların hepsini bâ’s eder de; size yemin ettikleri gibi O’na da yemin ederler ve sanırlar ki doğru düşündüler! Dikkat edin, onlar yalancıların ta kendileridir! (A. Hulusi)

18 – O gün ki Allah onları toplayarak ba’s edecek de size yemin ettikleri gibi ona da yemin edecekler ve sanacaklar ki bir şey yapıyorlar, İşte onlar hep o yalancılardır. (Elmalı)

 

Yevme yeb’asühümullâhu cemiy’a Allah’ın onların tümünü diriltip bir araya getireceği feyahlifune lehu kema yahlifune leküm gün, Allah’ın onların tümünü diriltip te bir araya getireceği gün onlar tıpkı size yemin ettikleri gibi Allah’a da yemin edecekler. Yani, aslında burada farklı bir şey söyleniyor ama, şu ayeti bitireyim öyle söyleyeyim onu; ve yahsebune ennehüm ‘alâ şey’ ve böylece bir destek umacaklar. Yani ‘alâ şey’in; ayaklarını koyacak bir destek, bir tür menfaat umacaklar bundan bir çıkar elde etmeyi umacaklar. elâ innehüm hümülkâzibun bakın, dikkat edin, işte onlar var ya; Onlar sahtekârların ta kendileridirler. Yani, yalanı ahlak edinmiş, yalanı hayat tarzı edinmiş olanlardır onlar.

Dehşet bir şey söyleniyor aziz Kur’an dostları. Yani insanın Allah’a yalan söylemesi nasıl bir şey? İnsan insana yalan söyler, bakınız burada o söyleniyor. feyahlifune lehu kema yahlifune leküm size yalan yemin ettikleri gibi Allah’a da yalan yemin edecekler. İnsan Allah’a nasıl yalan yere yemin eder? Allah tasavvuru bozuk olunca, yani görmeyen, bilmeyen, Habiyr olmayan, Basiyr olmayan, ‘Aliym olmayan bir Allah tasavvuru varsa ancak Allah’a yalan yere yemin eder değil mi? İşte bunların aslında Allah tasavvuru bozuk. Biz AyetelKürsi’yi onun için okumaz mıyız;

ve lâ yeûduhu hıfzuhümâ (Bakara/255) Evet ondan bir önceki cümle. Neydi o; lâ te’huzuHÛ sinetün vela nevm Allahne uyur ne de unutur. Öyle, yani eğer Allah’ı uyuturum zannediyorsa insan, münafık. Münafıktır Allah’ı unuturum zanneden. Aldanır. Ayetel kürsinin bize verdiği ders budur işte. Onun için namazlardan sonra hep okuruz.

 

19-) İstahveze ‘aleyhimüşşeytanu feensahüm zikrAllâh* ülaike hızbuşşeytan* elâ inne hızbeşşeytani hümülhasirun;

Şeytan (yalnızca beden olma fikri) onlara yerleşti de, onlara Allâh’ın zikrini (hatırlatılan hakikatlerini, bedeni terk edip Allâh Esmâ’sıyla var olmuş yapılarıyla {şuur} sonsuza dek yaşayacaklarını) unutturdu! İşte onlar Hizbüş Şeytan’dır (şeytanî fikir yandaşları – kendini yalnızca beden sananlar)… Dikkat edin, muhakkak ki Hizbüş Şeytan (kendini yalnızca beden sananlar) hüsrana uğrayanların ta kendileridir! (A. Hulusi)

19 – Şeytan üzerlerine istîlâ etmiştir de kendilerine Allah düşüncesini unutturmuştur, onlar şeytan hizbi, (şeytan taraftarı) dırlar, uyanık ol ki şeytanın hizbi hep hüsrana düşenlerdir. (Elmalı)

 

İstahveze ‘aleyhimüşşeytanu feensahüm zikrAllâh şeytan onlara egemen olmuş, onlara galip gelmiş, onlara otorite olmuş ve sonunda onlara Allah’ı unutturmuştur. Şeytanın onlara Allah’ı unutturması iki şekilde olur.

1 – Gerçekten Allah’ı unutturmuştur, artık Allah yokmuş gibi düşünmeye, yokmuş gibi konuşmaya, yokmuş gibi yapmaya başlarlar.

2 – Allah’ı gerçekten unutmamışlardır ama, Allah’ın gördüğünü, her şeyi gören, her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan bir Allah olduğunu göz ardı etmişlerdir.

Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn. (Zuhruf/36) bu ayet geldi aklıma

Kim rahmanın vahyine karşı tavuk karası bir gözle ya’şu o manaya gelir. Yamuk bir bakışla bakarsa, Allah ona şeytani bir bakış musallat eder. Allah ona şeytani bir öteki kişilik musallat eder, o onun uydusu haline gelir. fehuve lehu kariyn artık o merkez olur, kendisi de uydu, şeytanın uydusu gibi onun etrafında onun yörüngesinde dönmeye başlar. Bu dehşet bir şey.

ülaike hızbuşşeytan* elâ inne hızbeşşeytani hümülhasirun işte onlar şeytanın taraftarıdırlar. Şeytan tarafındadırlar ve dikkat edin şeytan taraftarları var ya işte onlar kaybedecek olanlardır. Kaybedecek taraf onun taraftarıdır sonunda. Neden? Allah’a karşı savaşıp ta kazanan olmamıştır da ondan.

 

20-) İnnelleziyne yuhaddunAllâhe ve RasûleHU ülaike fiyl’ezelliyn;

Muhakkak ki Allâh ve Rasûlü ile zıtlaşanlar, işte onlar en zeliller içindedirler! (A. Hulusi)

20 – Allah ve Resulüne hudut yarışına kalkanlar herhalde onlar en alçaklar içindedirler. (Elmalı)

 

İnnelleziyne yuhaddunAllâhe ve RasûleH hiç şüpheniz olmasın ki Allah’a ve elçisine karşı meydan okuyan kimseler var ya ülaike fiyl’ezelliyn işte onlar en alçaklar arasında bulunacaklar. En adi olanlar arasında bulunacaklar. Allah’a ve Resulüne meydan okuyanlar.

Bir insanın yapabileceği en ahmakça şey. Allah’a meydan okumak. Düşünebiliyor musunuz. Serçenin aslana meydan okumasıyla falan kıyaslayamayız. Her şeyini Allah’a borçlu, hatta meydan okuduğu dilini bile Allah’a borçlu, fakat Allah’a meydan okuyacak..! Allah bizi ve sizi korusun.

 

21-) KetebAllâhu leağlibenne ENE ve RusulİY* innAllâhe Kaviyyun ‘Aziyz;

Allâh yazmıştır ki: “Kesinlikle galibim Ben ve Rasûllerim (olarak)!” Muhakkak ki Allâh Kaviyy’dir, Aziyz’dir. (A. Hulusi)

21 – Allah yazdı: Celâlim hakkı için herhalde ben yenerim ben ve Resullerim, şüphe yok ki Allah kavîdir azîzdir. (Elmalı)

 

KetebAllâhu leağlibenne ENE ve RusulİY Allah şöyle yazdı, şöyle diledi, şöyle takdir etti; Elbet ben galip geleceğim. Ben ve elçilerim. ENE ve RusuliY. Ben ve elçilerim kesinlikle galip geleceğiz. innAllâhe Kaviyyun ‘Aziyz şundan hiç kuşkun olmasın ey insanoğlu Allah son derece güçlüdür, yüceler yücesidir.

 

22-) Lâ tecidu kavmen yu’minune Billâhi velyevmil’ahıri yüvaddune men haddAllâhe ve RasûleHU ve lev kânu abâehüm ev ebnâehüm ev ıhvanehüm ev ‘aşiyretehüm* ülaike ketebe fiy kulubihimül’iymane ve eyyedehüm Biruhın minHU, ve yudhıluhüm cennatin tecriy min tahtihel’enharu halidiyne fiyha* radıyAllâhu ‘anhüm ve radu ‘anHU, ülâike hızbullah* elâ inne hızbAllâhi hümülmüflihun;

Esmâ’sıyla hakikatleri olan Allâh’a ve sonsuz yaşam sürecine iman eden bir topluluğu, Allâh ve Rasûlü ile zıtlaşanlarla sevişir bulamazsın! Bunlar, onların babaları, yahut oğulları, yahut kardeşleri veya aşiretleri olsalar bile! İşte bunlar kalplerinin içine imanı yazdığı (şuurlarında imanı yaşattığı) ve tarafından ruhu olarak teyit ettikleridir! Onları, içinde ebedî kalıcılar olmak üzere, altlarından nehirler akan cennetlere dâhil eder. Allâh onlardan razı olmuş, onlar da Allâh’tan razı olmuş hâlde… İşte bunlar Hizbullah’tır (Allâh taraftarları)… Dikkat edin, muhakkak ki Hizbullah kurtuluşa erenlerin ta kendileridir! (A. Hulusi)

22 – Allaha ve Âhiret gününe iman eder hiç bir kavmi Allah ve Resulüne hudut yarışına kalkışan kimselerle sevişir bulamazsın, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya hısımları, hemşerileri olsalar bile, işte Allah öyle kimseleri sevmeyen bir kavmin kalplerine imanı yazmış ve kendilerini tarafından bir ruh ile te’yid buyurmuştur ve onları altından ırmaklar akar Cennetlere koyacak, içlerinde ebediyen kalacaklardır, öyle ki Allah onlardan hoşnut, onlar Allah dan hoşnut, işte onlar Allah hizbidir, uyanık ol ki Allahın hizbi muhakkak hep felâha irenlerdir. (Elmalı)

 

Lâ tecidu kavmen yu’minune Billâhi velyevmil’ahıri yüvaddune men haddAllâhe ve RasûleH Allah’a ve ahirete iman eden bir topluluğu, Allah ve elçisine meydan okuyan kimselerle candan, yürekten bir ilişki halinde bulamazsın. Böyle gönülden, yürekten bir kader birliği ilişkisi içinde bulamazsın. Kimi? Allah’a ve Resulüne meydan okuyan birileriyle, Allah’a ve Resulüne iman edenleri. Burada aslında mü’minin kiminle hangi düzeyde ve düzlemde ilişkiye gireceği ifade buyruluyor.

Yüvaddune vüdden; bu kelime işte meramımızı anlatıyor.işleşli bir fiil, karşılıklı ilişki. İlişki zaten işleşli. Karşılıklı sevgi. Hüdden farklı olarak beni sevsin veya beni sevdi diye ilişki kurmak biriyle. Çünkü vüdd karşıdakinden sevgi bekleyerek ona sevgi sunmaktır. Karşılık olarak sevgi istenen bir sevgidir. Düşünün, Allah’a meydan okuyan birini seveceksiniz, onunla sevgi üzerine kurulu bir ilişki kuracaksınız ve üstelik onun da sizi sevmesini isteyeceksiniz. Allah’a meydan okuya okuya nasıl olacak bu iş? Ve siz iman etmiş olacaksınız, o sadece iman etmemiş olmakla kalmayacak, aynı zamanda Allah’a da meydan okuyacak. Nasıl olacak bu ilişki ey Kur’an dostu, bir düşünsene.

Allah’a meydan okuyanla muhabbet ilişkisine girmek aslında bir tür Allah’a meydan okuyana arka çıkmak değil mi? Hem Allah’ı sevip hem de Allah’a meydan okuyanı sevmek mümkin mi. çatal kazık yere geçer mi, ikiden biri kırılır. Onun için;

Ma ce’alAllâhu li racülin min kalbeyni fiy cevfih. (Ahzab/4) bir yiğidin, bir adamın göğsünde Allah iki kalp yaratmamıştır diyor. Yani birini karaya birini aka. Birini küfre birini imana, birini aydınlığa birini karanlığa verebilsin.

Bu ayet iyi ilişki kurmayı yasaklamaz. Bunu değerli dostlar bir sonra ki Haşr suresinden hemen sonra gelecek olan Mümtahine suresinde göreceğiz. 1 ve 8. ayetlere baktık mı rabbimizin insanlarla normal, insani düzlemde ilişki kurmamızı, kafirlerle olsun müşriklerle olsun ilişki kurmamızı yasaklamadığını görürüz. Ama kader birliğini yasaklar. Allah’a ve Resulüne, ahiret gününe iman eden bir insanın onlarla hiçbir kader birliği ilişkisi kuramayacağını vurgular.

ve lev kânu abâehüm ev ebnâehüm ev ıhvanehüm ev ‘aşiyretehüm isterse onlar babaları olsun, babası, babasının babası, onun babası. Ya da kayın babası, ya da ev ebnâehüm çocukları olsun. Çocuğu, torunu, onun çocuğu. Veya damadı, gelini. Ya da ev ıhvanehüm kardeşleri olsun. Ya da ‘aşiyretehüm onların kavmi, kabilesi veya oymağı her neyse, taraftarları olsun. Onlarla Allah, Resulü ve Ahirete iman eden biri, eğer onlar Allah’a ve Resulüne meydan okuyorlarsa asla ilişki kuramaz.

Hangi ilişkiyi kuramaz? Kader birliği ilişkisini Candan yürekten bir ilişki. Çünkü bu ilişkinin kökü iman olmalıdır. İman düzleminde bir ilişkiyi, Allah’a meydan okuyan biriyle nasıl kurabilirsiniz.

ülaike ketebe fiy kulubihimül’iymane ve eyyedehüm Biruhın minH işte Allah’ın kalplerine iman nakşettiği ve katından manevi bir güç ile desteklediği kimseler bunlardır. Babaları, kardeşleri, çocukları aşireti akrabası bile olsa Allah’a düşman olan, Allah’a hasım olan, Allah’a ve resulüne meydan okuyan birileriyle candan yürekten ilişkiye girmeyenler işte Allah’ın kalplerine imanı nakşettiği ve katından manevi bir destekle desteklediği kimselerdir.

[Ek bilgi; Bu öyle bir vakıadır ki, tüm Araplar Bedir ve Uhud savaşlarında bunu açıkça müşahede etmişlerdir. Mekke'den Medine'ye hicret eden sahabe, Allah rızası için kendi akraba ve kabilelerine karşı savaşmaktan asla çekinmemişlerdir.

Ebu Ubeyde (r.a) babası Abdullah b. Cerrah'ı, Mus'ab b. Umeyr (r.a) kendi kardeşi Ubeyd b. Umeyr'i ve Hz. Ömer (r.a) kendi dayısı As bin Hişam bin Muğiyre'yi öldürmüştür. Hz. Ebubekir (r.a) , oğlu Abdurrahman ile çarpışmaya hazırlanırken, Hz. Ali (r.a) , Hz. Hamza (r.a) ve Hz. Ubeyde bin Haris (r.a) en yakın akrabaları Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe'yi öldürmüşlerdir.

Hz. Ömer (r.a) Bedir esirleri hakkında, Hz. Peygamber'e (s.a) "Bunların hepsini öldürelim, üstelik herkes kendi akrabasını bizzat öldürsün" demiştir. Aynı savaşta Musab bin Umeyr'in (r.a) öz kardeşi Ebu Aziz bin Umeyr esir düşer. Ensardan bir sahebinin onu bağladığını gördüğünde Musab bin Umeyr, onu bağlayan sahebeye, "Onu sıkıca bağla, çünkü annesi çok zengindir. Bu yüzden sana oldukça fazla miktarda fidye verir" der.

Bunun üzerine kardeşi Ebu Aziz, "Kardeşim olmana rağmen nasıl böyle konuşursun" diye söylenir. Musab ise, "Şimdi sen benim kardeşim değilsin. Benim kardeşim, seni şu anda bağlayan kimsedir" diye cevap verir. Yine Bedir Savaşı'nda, Hz. Peygamber'in (s.a) damadı, Ebu-l As esir düşer ve hiç kimse kendisine özel bir muamele yapmayarak, diğer esirlere nasıl davranıyorlarsa aynı şekilde davranırlar.

 

İşte böylece İhlâslı müminlerin nasıl davrandıkları ve Allah'ın dinine nasıl bağlı oldukları gerçek bir şekilde sergilenmiştir. Ebu’l Alâ Mevdudi – Tefhimu’l Kur’an)]

Burada ki Biruhın; ruh bir türün kemaline kendisi sayesinde ulaştığı şeye denir. Ruh, Kur’an ın neresinde geçerse geçsin bir türün kemaline kendisi sayesinde ulaştığı şey. Burada ruh vahiydir dostlar.

ve yudhıluhüm cennatin tecriy min tahtihel’enharu halidiyne fiyha ve onları tabanından ırmakların çağladığı cennetlere kalıcı olarak sokacaktır, girdirecektir. radıyAllâhu ‘anhüm ve radu ‘anH Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar. Dikkat buyurun lütfen. Allah razı olsun diyen mü’min, önce sor; sen Allah’tan razı mısın. Bak aynaya ve de ki; “Ey nefsim sen Allah’tan razı mısın? Sen Allah’ın sana verdiği hükümlerden razı mısın? Sen Allah’ın senin için indirdiği vahiyden razı mısın? Sen Allah’ın senin için çizdiği sınırlardan razı mısın? Sen Allah’ın seni koyduğu yerden razı mısın? Sen Allah’ın senin için yazdığı senaryodan razı mısın? Önce bunu sor. İşte rıza karşılıklı bir ilişki imiş. Eğer Allah razı olsun diyorsan, sen de Allah’tan razı olmalısın. Hayat cesedine vahiy ruhu üflendi mi sonuç bu olur. Sonuç karşılıklı rızadır.

ülâike hızbullah* elâ inne hızbAllâhi hümülmüflihun işte onlar Allah taraftarlarıdır ve dikkat edin Allah taraftarları var ya işte kurtulacak olanlar onlardır. Yani Allah’tan yana olmak ebedi kurtuluşun anahtarını elinde bulundurmaktır. Sen Allah’tan yana olursan Allah’ta senden yana olur. Sen Allah’ın olursan, Allah’ta senin olur. Sen Allah’ı ajandanın en üstünde bulundurursan Allah’ın ajandasında da sem bulunursun.

Sadakallahulaziym.


İslamoğlu Tef. Ders. HAŞR (01 – 24) (173 – B)

$
0
0

231

Değerli Kur’an dostları, şimdi Kur’an ın 114 burcundan yepyeni bir burca daha giriyoruz. Buy burcun adı Haşr suresi. Haşr suresi gerçekten de Kur’an ın çok özel surelerinden biri. Adını 2. ayetinden alıyor. Toplanma anlamına geliyor. Burada ki vurgusu;İ kalkışma ayaklanma. İbn. Abbas sureyi Ben-i Nadîr suresi olarak anar.

Surenin zamanı; Sure Medine de inmiş Hicri 4. yılda indiği kanaatindeyim şahsen. Nadîr oğullarının sürüldüğü tarih çünkü o tarih. Konusu ise isminden de anlaşılacağı gibi Yahudi kabilelerinden Nadîr oğullarının Medine den sürülüş sürecini ele alan bir suredir. Yahudileşmiş bir toplumun ihanetini aktarır. Ben-i Nadîr bölgeye M.S. 70 yılında, bir başka rivayete göre daha Hz. Musa’nın vasiyeti üzerine hemen ölümünden sonra gelmiştir.

Hicretten sonra Hz. Peygamber Medine de ki Yahudilerle bir anlaşma yaptı. İşte Medine vesikası diye bilinen bu anlaşmaya göre Medine de ki Yahudilerle Müslümanlar arasında bir savunma işbirliği anlaşması yapıldı. Savunma iş birliği anlaşmasının bir parçası da şuydu; Eğer Mü’minlerden veya müttefiklerden herhangi biri hataen veya başka bir şekilde bir adam öldürür de bir diyet boynuna vacip olursa bu diyette ortak olacaklardı anlaşmaya imza atan kabileler. Fakat Ben-i Nadîr buna ihanet etti. Bu maddeye ihanet etti. Ki daha önce ben-i Nadîr in bir kolu sayılan Kaab bin Eşref ve kabilesi ihanet etmiş ve Kaab bin Eşref özel bir operasyonla ortadan kaldırılmıştı. Çünkü Allah Resulünün eşleri başta olmak üzere İslam’ın en yüce hanımlarına aşk şiirleri yazacak kadar ahlaksızlaşıyordu. Böyle bir ahlaksızlığın ardından yapılan sözleşmeye ihanetinin cezasını hayatıyla ödemişti.

İşte bu surenin özetle konusu bu. Nebi onlara bu ihanetleri üzerine 2 seçenek sundu. Ya yenilenin her şeyi bırakıp gitmesi, ya da sonuna kadar savaş. Onlar 10 gün süre istediler, mühlet istediler. 10 gün sonunda Hz. Peygamber onlara Abdullah Bin Ubey’i gönderdi. Ki onların eski müttefiki. Biraz da kendisinin aşırı ısrarı üzerine.

Kim Abdullah Bib Ubey; İlerde Münafıkların reisi olduğu gün gibi ortaya çıkacak olan ve o güne kadar da hayli sabıkası olmuş olan bir münafık elebaşı. Ve onlarla konuşmaya gittiğinde sakın terk etmeyin dedi. Biz size yardıma geleceğiz, 2.000 kişiyle destek vereceğiz size. Eğer savaşırlarsa sizinle birlikte savaşırım. Eğer ölürseniz sizinle birlikte ölürüz diye de onları tahrik ve teşvik etti. Ve tabii ki onlar da bu tahrike kanarak 10 gün sonra, verilen mühletin sonunda Allah resulüne isyan ettiler. Allah resulü önce kaleyi kuşattı, bir rivayette 15, bir rivayette 17, bir rivayette 3 haftalık, 21 günlük kuşatma sonunda kale düştü ve kendi hukuklarında ne yazıyorsa Allah resulü onu uyguladı. Her 3 aileye bir deve olmak üzere 600 develik bir kervanla çıkıp gittiler. Evlerinin kapılarının söğelerini dahi söktüler. Evlerini elleriyle yıktılar ki mü’minlere yaramasın diye.

İşte bu olay üzerine indi. Bu olayın sürecini anlatan, bu olayın çeşitli safhalarını anlatan bir sure. Sure onlardan elde edilen savaş gelirlerinin yani fey üzerinden tüm zamanların mü’minlerine ahlaki öğüt veriyor. Dünyevileşme tehlikesine dikkat çekiyor. Asıl sureden alacağımız ders bu. key lâ yekûne duleten beynel’ağniyai minküm (7) diyerek Kur’an ın içerisinde servet ahlakı konusunda muhteşem bir ilke koyuyor. Servet; zenginlerin elinde temerküz edip ta bir devlete dönüşmesin. İşte bu muhteşem ilke bu surede yer alıyor.

Ve sure Kur’an ın içinde en seçkin metinlerden biri ile bitiyor. Allah hakkında konuşan metinler. Yani, rabbimiz kendisi hakkında konuşuyor. Bu surenin son 3 ayetinde. “HU”vAllâhulleziy ler bu surenin son 3 ayetinde geliyor. O her sabah namazından sonra okunması efendimizin tavsiyesiyle Şuyû bulmuş olan ve uygulanan o meşhur ayetler Haşr suresinin son ayetleri. Orada Allah kendi zatını tanıtıyor. Sıfatlarıyla tanıtıyor tabii ki. Vahyin zirvesi, vahyin Allah hakkında konuştuğu yerdir. Onun için vahyin zirvesiyle bitiyor bu surenin sonu. Ve nihayetinde alacağımız ders dünya fani Allah bakî. Her şey fani, Allah bakî. Şimdi surenin tefsirine geçebiliriz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

1-) Sebbeha Lillâhi ma fiysSemavati ve ma fiyl’Ard* ve “HU”vel’AziyzülHakiym;

Semâlarda ne var ve arzda ne varsa Allâh’ı tespih (ortaya koydukları işlevle Esmâ özelliklerini açığa çıkararak kulluklarını yerine getirmeleri) içindir! O Aziyz’dir, Hakiym’dir.

01 –      Tesbih etmekte Allah için Göklerdeki ve yerdeki, hem de azîz hakîm o. (Elmalı)

 

Sebbeha Lillâhi ma fiysSemavati ve ma fiyl’Ard göklerde olan şeyler de, yerde olan şeyler de Allah adına hareket ettiği için bu sonuç alındı.

Son söylediğim ibare metinde var mı? Yok. Fakat fahvel hitap, söz geliminden bu anlaşılıyor. Sebbeha’ya Allah adına hareket etme anlamı verdim. Çünkü Sebbaha, se be ha fiili Arap dilinin çok özgün kelimelerinden biridir ve belki de başka hiçbir dilde rastlamadığımız tersi, mananın tersini ifade eden kelimeler grubundandır. Se be ha; Ha be se nin zıt manalısıdır. Habese; Hapsetti tuttu, Sebaha; bıraktı hareket etti. Redde, derre. Derre geçirgen oldu, dürri deyince oradan gelir. Redde yalıtkan oldu. Nehera , Rahene Kelimeyi ters çevirin, manayı ters çevirin. Nehera; Nehir oradan gelir. kaynağından bıraktı aktı, koyverdi. Rahene kaynağında tuttu, rehin aldı. Buna çok daha örnek verebilirim,

İşte bu kelimeler grubundandır. Hareket etmek öz manasına gelir ve Allah adına hareket etti de her şey bu sonuç alındı. Hangi sonuç yerinden kalkmaz kımıldamaz, hiç kimse yerinden oynatamaz dediği yüzlerce yıllık Medine’nin yerli bir kabilesi olan Ben-u Nadîr’i, Nadîr oğullarını Allah yerlerinden söktü ve temizledi manasını, vurgusunu alıyoruz biz buradan.

ve “HU”vel’AziyzülHakiym O dur yüceler yücesi olan ve her şeyi hikmetle yapan. Aslında bu da bir öncesine bir vurgu taşır. Bir öncesiyle ilişkili olarak anlamak lazım Allah galip gelmiştir. ve “HU”vel’AziyzülHakiym Hakiym olan, bu sonucu doğuran sebepleri halk etmiştir. Yani siz muhteşem bir zafer elde ettiniz ama aslında bu zaferin gerçek sahibi Aziyz ve Hakiym olan Allah’tır, teşekkürü O’na edin, bu vurgu.

 

2-) “HU”velleziy ahrecelleziyne keferu min ehlilKitabi min diyarihim lievvelil haşr* ma zanentum en yahrucu ve zannu ennehüm ma ni’atühüm husunuhüm minAllâhi feetahümullâhu min haysü lem yahtesibu ve kazefe fiy kulubihimurru’be yuhribune buyutehüm Bieydiyhim ve eydilmu’miniyne fa’tebiru ya ulil’ebsar;

O, odur ki, Ehl-i Kitap’tan hakikat bilgisini inkâr edenleri, savaş için toplandıklarında (daha savaşmadan) yurtlarından çıkardı… Siz onların (yurtlarından) çıkacaklarını sanmamıştınız… Onlar da kalelerinin (kendilerini) Allâh’tan (gelene) mâni olacağını zannetmişlerdi! Allâh onlara hiç ummadıkları yerden geldi ve kalplerine korku attı! Kendi elleriyle ve iman edenlerin elleriyle evlerini tahrip ediyorlardı! Ey basîret sahipleri ibret alın! (A. Hulusi)

02 – O ki Ehli kitaptan o küfredenleri ilk haşr için diyarlarından çıkardı. Siz çıkacaklarını zannetmediniz onlar da zannettiler ki kendilerini Allah dan koruyacak manialarıdır kaleleri, istihkâmları, fakat Allah onları hesap etmedikleri cihetten bastırdı ve kalplerinin içine korku düşürdü, öyle ki evlerini bir taraftan kendi elleri bir taraftan da mü’minlerin elleriyle harap ediyorlardı, düşünün de ibret alın ey görecek gözleri olanlar! (Elmalı)

 

“HU”velleziy ahrecelleziyne keferu min ehlilKitabi min diyarihim lievvelil haşr O’dur kitap ehlinden nankörlük eden kimseleri ilk kalkışma da, yani haşr i kalkışma olarak bu bağlamda anmıştım daha önce, ilk kalkışma da yurtlarından çıkaran O’dur. ma zanentum en yahrucu oların gideceğine asla ihtimal vermezdiniz değil mi? Yani kim söker Benu Nadîr gibi güçlü bir topluluğu, kabileyi derdiniz. Daha önce size biri söylese haydi canım şaka yapma derdiniz. Ama Allah nasıl söktü dercesine.

ve zannu ennehüm ma ni’atühüm husunuhüm minAllâh onlar da kalelerinin kendilerini Allah’a karşı savunacağını zannederlerdi. Tabii yanıldılar. Hiçbir kale içindekileri Allah’a karşı savunamaz. feetahümullâhu min haysü lem yahtesibu ve kazefe fiy kulubihimurru’b evet, Allah onların üzerine hiç beklemedikleri yerden geldi ve kalplerine derin bir korku saldı. yuhribune buyutehüm Bieydiyhim ve eydilmu’miniyn öz evlerini öz elleriyle mü’minlerin elleriyle yıkıyorlardı. Evet, Yani Allah yardım ederse, adama öz elleriyle öz evini yıktırır. Allah mü’minlere yardım etmeyi dilerse, düşmanlarının evlerini kendi elleriyle yıktırır, kalelerini kendi elleriyle yıktırır.

Buradan alacağımız öğüt şu; Allah’ın hatırını hoş tutmaya bakın. Allah’ın hatırını hoş tutarsanız sadece dostlarınızı sizin yanınıza vermekle kalmaz, düşmanlarınıza karşı da size kalkan olur, korur. fa’tebiru ya ulil’ebsar ey derin akıl sahipleri, ey basiret sahipleri ibret alın ‘itibar. İnfial babı gereği eşyanın hakikatini sebep sonuç gerekleriyle birlikte kavrayıp icabını yerine getirmektir. ‘İtibar budur. İtibar; ubur, arkasına bakmak demektir, arkasına geçmek demektir. ubur geçiştir. Yani lafzı meale, meali manaya, manayı maksada, maksadı hakikate perde yapmamaktır. Evet, satırlardan sadırlara geçmek. Satırların arasından satırların arkasına geçmek. Ne dedi demekle yetinmeyip ne demek istedi diye sormaktır.

 

3-) Ve levla en ketebAllâhu ‘aleyhimulcelâe le’azzebehüm fiyddünya* ve lehüm fiyl’ahıreti ‘azâbunnar;

Eğer Allâh onlar üzerine topluca sürülmeyi yazmasaydı, onları elbette dünyada azaplandırırdı! Sonsuz yaşamda onlara ateşin azabı vardır. (A. Hulusi)

03 – Ve eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı lâbüd Dünyada kendilerine azâb edecekti, Âhirette ise onlara ateş azâbı var.(Elmalı)

 

Ve levla en ketebAllâhu ‘aleyhimulcelâe le’azzebehüm fiyddünya Allah onlar için sürgünü takdir etmemiş olsaydı eğer, onlara dünyada daha beter mahrumiyetler yaşatırdı. Azab; kök anlamıyla mahrumiyet, çevirimde kök anlamını esas alıyorum. ve lehüm fiyl’ahıreti ‘azâbunnar ahirette onları daha beter bir ateş azabı bekleyecektir. Bu dünyada ki, Bir de ahirette onları bekleyen bir azab vardır.

 

4-) Zâlike Biennehüm şakkullâhe ve RasûleHU,;

Çünkü onlar, kendilerini kopardılar Allâh’tan ve Rasûlünden! Kim Allâh’a bağını kopartır (hakikati olan Esmâ özelliklerini – ruhunu – şuur varlık olarak sonsuz yaşayacağını inkâr ederse, kendini toprak olacak beden kabul ederse), muhakkak ki Allâh “Şediyd’ül Ikab”dır (azabı çok şiddetlidir)! (A. Hulusi)

04 – Çünkü onlar Allah ve Resulü ile karşılaşmağa kalkıştılar, her kim de Allah ile karşılaşmağa kalkışırsa şüphe yok Allah «şediydul’ikab» dır. (Elmalı)

 

Zâlike Biennehüm şakkullâhe ve RasûleH işte bu onların Allah ile muhalefetlerinden dolayı başlarına gelmiştir. Allah’a karşı muhalif olmalarından dolayı bu onların başına gelmiştir. Biraz önce meydan okumadan söz etti ayetler. Şimdi de Allah’a muhalefet etmeden söz ediyor bakınız. Aslında benzer anlam alanına sahip.

ve men yuşakkıllâhe feinnAllâhe şediyd’ül ‘ıkab kim Allah’a meydan okursa iyi bilsin ki Allah’ın cezalandırması pek şiddetlidir, pek acıdır.

 

5-) Ma kata’tüm min liynetin ev terektumûha kaimeten ‘alâ usuliha feBiiznillâhi ve liyuhziyel fasikıyn;

(Savaş isteyenlerin) hurma ağacını kestiniz yahut onu kökleriyle bıraktınız ise, (bu) Allâh’ın izniyledir (Bi-iznillâh) ve bozuk inançlıları rezil – rüsva etmesi içindir. (A. Hulusi)

05 – Her hangi bir hurma ağacı kestiniz veya kökleri üzerinde dikili bıraktınızsa hep Allahın izniyle ve o fâsıkları perişan edeceği içindir. (Elmalı)

 

Ma kata’tüm min liynetin ev terektumûha kaimeten ‘alâ usuliha feBiiznillâh Onların hurma ağaçlarından her ne kesmiş, veya kökü üzere bırakmışsanız hepsi de Allah’ın izni ile gerçekleşmiştir. Buradan anladığımız şey açık değil mi; Demek ki bu savaş sırasında düşmanın hurmalarından kesilenler olmuş. Zımnen Allah’ın izni olmadığı durumlarda, savaşta bile ağaç kesemezsiniz diyor bu ayet. Savaşta bile olsa, savaş için bile olsa Allah’ın izin vermediği durumlarda ağaç bile kesemezsiniz, savaşta bile kesemezsiniz diyor.

Mü’minler çok stratejik noktada bulunan en az iki, en fazla 6 hurma ağacını kesmişlerdi ve o bile ayete girmiş bakınız.  Bu dikkat edilecek, altı çizilecek bir husustur aslında. Yahudiler senin kitabın da bu da mı var ey Muhammed diye istismar etmeye kalktılar. Ayet onlara şamar gibi, tokat gibi indi işte. Bu ibarenin burada yer almasının sebebi nüzulü de bu.

ve liyuhziyel fasikıyn gerekçesi de bunun sapıkları cezalandırmaktır. Yani o ağaçları kesmenin gerekçesi de sapıkları cezalandırmaktır. Çünkü onlar sadece insanları, bitkileri ifsat etmiyorlar, aynı zamanda yer yüzünü fesada veriyorlardı. İsyanlarıyla, küfürleriyle, tuğyanlarıyla.

 

6-) Ve ma efaAllâhu ‘alâ RasûliHİ minhüm fema evceftum ‘aleyhi min haylin ve lâ rikâbin ve lakinnAllâhe yusellitu usuleHU ‘alâ men yeşa’* vAllâhu ‘alâ külli şey’in Kadiyr;

Allâh’ın onlardan Rasûlüne verdiği ganimete gelince, siz onun için ne bir at koşturdunuz ve ne de bir deveye bindiniz! Ne var ki Allâh, Rasûllerini dilediği kimsenin üzerine yönlendirir! Allâh her şey üzerine Kaadir’dir. (A. Hulusi)

06 – Allahın Resulüne onlardan tahvil buyurduğu fey’e gelince siz ona ne at debrettiniz ne rikâb velâkin Allah Resullerini dilediği kimselere musallat kılar ve Allah her şey’e kadirdir. (Elmalı)

 

Ve ma efaAllâhu ‘alâ RasûliHİ minhüm yine Allah’ın o kimselerden alıp elçisinin tasarrufuna bıraktığı, verdiği kansız ve zahmetsiz savaş gelirleri, devam edelim; fema evceftum ‘aleyhi min haylin ve lâ rikâbin üstelik onu ele geçirmek için atlı ve develi akınlar da düzenlememiştiniz. İşte ne atlı, ne develi akınlar düzenlemeden Allah’ın resulünün tasarrufuna verdiği savaş gelirleri, Allah’ın resulünün tasarrufuna aittir. ve lakinnAllâhe yusellitu rusuleHU ‘alâ men yeşa’ Fakat Allah elçilerinden dilediğini ona sorumlu kılar. Yani zahmetsizce elde edilen savaş gelirlerinin sorumluluğunu Allah elçilerinden dilediğine verir. vAllâhu ‘alâ külli şey’in Kadiyr Allah her bir şeye güç yetirendir.

Bu ibare ganimet ile fey arasında ki farkı da ifade ediyor dostlar. Onun için biraz uzun tercüme etmeye çalıştım, yani açtım metni. Ganimet savaş geliri. Direk savaşta zor alım yoluyla elde edilmiş gelir. Ama fey; savaşta kolay kendi gelen gelir. Tabir caizse ilki alınandır diğeri bırakılandır. Düşmanın bıraktığıdır. Burada da zaten düşmanın bıraktığı kolay yoldan ele geçen savaş gelirlerinden söz ediliyor, ona fey denir.,

 

7-) Ma efaAllâhu ‘alâ RasûliHİ min ehlilkura feLillâhi ve lirRasûli ve lizilkurba velyetama velmesakiyni vebnissebiyli, key lâ yekûne duleten beynel’ağniyai minküm* ve ma atâkümurRasûlu fehuzûhu ve ma nehaküm ‘anhu fentehu* vettekullah* innAllâhe şediyd’ül ‘ıkab;

Allâh’ın, fethedilen bölge halkından, Rasûlüne verdiği savaşsız ganimet (fey’), Allâh’a, Rasûle, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir… (Bu böyle takdir edilmiştir) ki (varlık) sizden (sadece) zenginler arasında elden ele dolaşan bir şey olmasın! Rasûl size ne verdi ise, onu alın (kabul edin); sizi neden engelledi ise, ona son verin! Allâh’tan (yaptıklarınızın sonucunu kesinlikle yaşatacağı içindir ki) korunun… Muhakkak ki Allâh “Şediyd’ül Ikab”dır. (A. Hulusi)

07 – Allahın Resulüne kurâ ahalisinden tahvil buyurduğu Fey’i de Allah için ve Resulü için ve karabet sahibi ve yetimler ve miskînler ve yolda kalmış kimseler içindir, ki sade içinizden zenginler arasında dolaşır bir devlet olmaya, bir de Peygamber size her ne emir verirse tutun, nehy ettiğinden de sakının ve Allah dan korkun, çünkü Allah «şediydul’ikab» dır. (Elmalı)

 

Ma efaAllâhu ‘alâ RasûliHİ min ehlilkura Allah zalim beldelerin sakinlerinden alıp iade ettiği tüm savaş gelirlerini resulüne emanet etmiştir. Onun tasarrufuna vermiştir. Bu ayetin bir öncekinden farklı bir durumu düzenlediğini söylemiş bazı müfessirler. Ama ben o kanaatte değilim. Bu ayet bir önceki ayetin düzenlediği savaş gelirleriyle ilgili, feyle ilgili aynı durumun devamıdır. Farklı bir durumu düzenlemiyor, dolayısıyla farklı bir zamanda indiği görüş de isabetli değildir.

feLillâhi ve lirRasûli ve lizilkurba velyetama velmesakiyni vebnissebiyl kiminmiş feyler? Kilerle paylaştırılırmış? Öncelikle tasarrufu Allah resulünün elinde, Allah’a aittir. Resulüne aittir, resulü içindir, ve lizilkurba yakınlar içindir. Velyetama; Yetimler içindir. Özellikle de babasını savaşta kaybetmiş yetim çocuklar içindir. Velmesakiyni; miskinler için, yoksullar için fakirler içindir. Vebnissebiyl yol oğlu manasına gelir. bu genelde tefsir geleneğimizde yolcular içindir diye anlaşılmış ama bendeniz vebnissebiyl’i yola terk edilmiş evsizler, kimsesizler, bakacak kimsesi olmayan köprü altı çocukları, kimsesizlerin tamamını kapsadığını düşünüyorum, özellikle bu günün dünyasında anlayacak olursak.

key lâ yekûne duleten beynel’ağniyai minküm bunun gerekçesi servet sırf zengin sınıflarınız arasında dolaşan bir güç ve iktidar aracına dönüşmesin diyedir.

Değerli dostlar buraya dikkatinizi çekmek istiyorum Bu ibareyi bir daha okumak istiyorum. Neden Allah savaş gelirlerini, zekatlar içinde bu geçerli aslında dağıtmıştır. Toplumun tüm katmanlarına neden dağıtmıştır ın suali bu ibare. key lâ yekûne duleten beynel’ağniyai minküm Mihenk taşıdır bu ibare. Gelir dağılımı ve sosyal adaletin altın kuralıdır bu. Ganimetin 1/5 i Enfal/41. ayetinde de sayılan sınıflara verilir. Gerisi ise mücahitlere, cihada bizzat katılmış insanlara dağıtılır. Fey’in de öyle olduğunu buradan anlıyoruz. Ganimette olduğu gibi fey de öyledir.

Fakat ilginç, tarihimizde yaşanmış bu ayetin zahiri hükmüne uymayan Hz. Ömer’in bir uygulaması var. Nedir o? Suriye ve Irak topraklarını, savafi diye bilinen o verimli araziyi, özellikle de Mezopotamya da ki o verimli araziyi savaştan sonra ele geçtiği halde Hz. Ömer savaşan mücahitler arasında dağıtılması gerekirken onları dağıtmamıştır. Ne yapmıştır ya? Sahiplerine o arazileri ekip biçmek üzere yarıya vermiştir. Bu uygulama görünürde ayetin zahirine aykırı, ama maksat açısından baktığınızda aslında ayetin maksadına tıpatıp örtüşen bir uygulama.

İşte key lâ yekûne duleten beynel’ağniyai minküm servet zenginleriniz arasında dolaşan bir güç ve devlete dönüşmesin ilkesi ayetin maksadını gösteriyor. Demek ki aslolan maksattır. Maksatlarını göz ardı ederek biz nasları anlamaya kalktığımızda belki maksadının tersini bile yapma ihtimalimiz vardır. Onun için bir hükmün maksadı göz ardı edilerek hüküm anlaşılamaz. Buradan Hz. Ömer’in bu uygulamasından biz bunu anlıyoruz.

ve ma atâkümurRasûlu fehuzûhu ve ma nehaküm ‘anhu fentehu Allah resulü ondan, (fey’den) size ne verirse onu alın, o fey’den neyi de sizden esirger, vermezse, men ederse ondan da uzak durun. Bu ibare kocaman, uzun bir ayetin arasında yer alıyor. Gördüğünüz gibi Haşr suresinin 7. ayeti. Fakat bu ibare parçacı yaklaşımla ait olduğu ayetin içinden çekip çıkarılıp, her yerde kullanılmış. Ama aslında ibarenin ait olduğu ayet bu ve bu ayetin ait olduğu pasaj da fey le alakalı. Eğer bir ibareyi ait olduğu bütünden koparırsak parçanın bütün ile ilişkisini kesersek parça bütüne aykırı da anlaşılma ihtimali doğar ki bu yanlıştır.

Vettekullah Artık Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincine varın. innAllâhe şediyd’ül ‘ıkab şunu iyi bilin ki Allah’ın cezası pek şiddetlidir.

 

8-) Lilfukarailmuhaciriynelleziyne uhricu min diyarihim ve emvalihim yebteğune fadlen minAllâhi ve rıdvanen ve yensurunAllâhe ve RasûleHU, ülâike hümussadikun;

(O fey’) yurtlarından ve mallarından çıkarılmış, Allâh’tan bir lütuf ve rıdvan isteyen; Allâh’a ve O’nun Rasûlüne yardım eden muhacir fukara içindir. İşte onlar sadıkların ta kendileridir! (A. Hulusi)

08 – O fukara muhacirler için ki yurtlarından ve mallarından çıkarıldılar, Allah dan bir fadıl ve Rıdvan ararlar ve Allaha ve Resulüne hizmet ederler, ta onlardır işte sadık olanlar, (Elmalı)

 

Lilfukarailmuhaciriynelleziyne uhricu min diyarihim ve emvalihim bu gelirler yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan mülteci göçmenler arasında ki fakirlere verilir, fakirler içindir. yebteğune fadlen minAllâhi ve rıdvane Allah’tan onlar ne yaparlar? Allah’ın lûtfunu ve rızasını umarlar. Yani paylaşımda eğer bundan bir pay düşmezse Allah’ın lûtfunu ve rızasını umarlar, rablerinin paylaştırmasına razı olurlar. Yoksa ne yapmış olurlar? Yoksa 4. ayette ifade buyrulduğu gibi Allah’a muhalefet etmiş olurlar. Onun için Allah’tan razı olacaksın arkadaş. Allah benden razı olsun diyorsan, Allah’ın paylaştırmasında da razı olacaksın. Belki de bir imtihandır bilmiyoruz. Kesinlikle öyledir.

ve yensurunAllâhe ve RasûleHU, ülâike hümussadikun evet Allah’a ve resulüne destek verenler, destek çıkanlar. Tabii Allah’a nasıl destek çıkılır? Allah’ın dinine destek çıkılır. İşte onlar var ya, onlar sadık olanların, Allah’a verdikleri iman sözüne sadık kalanların ta kendileridir.

 

9-) Velleziyne tebevveüddare vel’iymane min kablihim yuhıbbune men hâcere ileyhim ve lâ yecidûne fiy sudûrihim hâceten mimma ûtû ve yü’sirune ‘alâ enfüsihim velev kâne Bihim hasâsatun, ve men yuka şuhha nefsihi feülaike hümülmüflihun;

Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) ve imana yerleşmiş olan kimseler (Ensar), kendilerine hicret edenleri severler. Onlara (muhacirlere) verilenlerde gözleri yoktur, buna ihtiyaç duymazlar! Kendileri ihtiyaç içinde olsalar da, onları kendi nefslerine tercih ederler! Kim nefsinin (bilincinin) cimriliğinden – ihtirasından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir! (A. Hulusi)

09 – Ve şunlar ki onlardan önce yurdu hazırlayıp imana sahip oldular, kendilerine hicret edenlere muhabbet beslerler, ve onlara verilenden nefislerinde bir kaygı duymazlar, kendilerinde ihtiyaç bile olsa iysar ile nefislerine tercih ederler, her kim de nefsinin hırsından korunursa işte onlardır o felah bulanlar, (Elmalı)

 

Velleziyne tebevveüddare vel’iymane min kablihim bir de onlardan önce yurdu hazırlayan ve imanı yerleştiren kimselere verilir. Yani feyden onlara da pay verilir. Yurdu hazırlayan ve imanı yerleştiren kimseler kim? Bir öncekiler muhacirlerdi. Mekke’den Medine’ye bir çok şeylerinden fedakarlık ederek gelmiş olanlar. Burada ise onlara yurdu hazırlayanlar Medine’deki yerli Ensar yani.

yuhıbbune men hâcere ileyhim onlar kendilerine hicret eden kimselere sevgi gösterirler. ve lâ yecidûne fiy sudûrihim hâceten mimma ûtû diğerlerine verilenden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymazlar. Yani kalpleri daralmaz, karınları şişmez. Onlara verildi de bize verilmedi diye dedikodu yapmazlar. İçlerinde sıkıntı duymazlar, Allah’ın paylaştırmasından razı olurlar.

ve yü’sirune ‘alâ enfüsihim velev kâne Bihim hasâsa dahası, kendileri çok muhtaç bir halde bulunsalar dahi başkalarına kendilerini tercih ederler. Burada ki yü’sirune, iysar, başkasını kendine tercih etmek, başkasını kendi nefsine tercih etmek, işte Ahlakın zirvesi. Sen muhtaçsın, fakat o da muhtaç. Onu kendine tercih ediyorsun. Bunun tarihi örnekleri yaşandı İslam tarihimizde. Biliyorsunuz bu muhteşem örnekleri burada tümüyle aktarmak için zaman yetmez.

Fakat Nebiye açlıktan dizinde derman kalmadığını söyleyen bir zat gelir. Hz. Peygamber bunu kim misafir edecek der. Ebu Talha isimli sahabe; Ben ya ResulAllah der. Fakat işin ilginci, Ebu Talha nın evinde küçük bebesinin yiyeceğinden başka hiçbir şeyi yoktur. Ama yine de götürür. Ve bir mizansen hazırlarlar. Eşine der ki Ebu Talha gizli bir kuytuda; Sen kandilin fitiliyle oynarken fitilini içine düşür. Misafire sofrayı hazırla, ortalık karanlık kalsın. Çünkü bize yemek yetmez. Sadece bir kişilik yiyecek var. Biz yermiş gibi yapalım ama misafir yesin, onu doyuralım.

Dediği gibi de yapar. Ve sonuçta misafiri doyururlar. Sabah namaz için mescidi nebiye gittiğinde Ebu Talha der ki (Peygamber); “Allah sizden razı oldu. Ne yaptınız da Allah’ı böyle memnun ettiniz.” Evet Allah bu gece sizden razı oldu diyecekti.

Yine Yermük savaşında bir sahne; Kur’an şairimiz Akif bunu çok güzel resmeder. Yermük savaşında şehitler arasında gezmektedir nakleden zat. Biri su diye bağırır, su diye inler yaralı. Yarasından oluk oluk kan gitmektedir. Ona suyu doldurup verdiğinde tam içecekken hemen beri taraftan ince bir inilti gelir. su..! Eliyle ona görür der, içmez. Tam ona götürür varır, elinde ki suyu ona vermişken bir başka yerden su..! diye bir inilti daha gelir. Ona gider. Ona götür der. O da içmez.

Ve böyle böyle 4 veya beşinci kişiye kadar ulaşır, en sonunda su..! diyene vardığında şahadet şerbetini içmiş görür. Teslimi ruh etmiştir. Bari öncekine varayım der, gelir, hepsinin de Şehiyd olduğunu görür. Bu da muhteşem bir iysar  örneğidir, başkasını kendine tercih etme örneği.

 ve men yuka şuhha nefsihi feülaike hümülmüflihun Evet, kim başkasının elindekine göz dikmekten korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Buhl, bahıyl cimri demektir. Buhl cimrilik. Elindekini paylaşmamaya buhl, başkasının elindekine göz dikmeye ise şuhh denir.

 

10-) Velleziyne câu min ba’dihim yekulune Rabbenağfir lenâ ve liıhvâninelleziyne sebekunâ Bil’iymâni ve lâ tec’al fiy kulâbinâ ğıllen lilleziyne âmenû Rabbenâ inneKE Raûfun Rahıym;

Onlardan, sonra gelenler şöyle derler: “Rabbimiz! Bizi ve imanda bizden öne geçmiş olan kardeşlerimizi mağfiret et, kalplerimizde iman etmiş olanlar için hatalı düşünce ve duygu oluşturma. Rabbimiz! Muhakkak ki sen Raûf’sun, Rahıym’sin.” (A. Hulusi)

10 – Ve şunlar ki arkalarından gelmişlerdir, Şöyle derler: ya Rabbena bizlere ve önden iman ile bizi geçmiş olan kardeşlerimize mağfiret buyur ve gönüllerimizde iman etmiş olanlara karşı kin tutturma ya Rabbena şüphe yok ki sen raufsun rahîmsin. (Elmalı)

 

Velleziyne câu min ba’dihim yekulun onlardan sonra gelenler onlar için şöyle dua ederler; Rabbenağfir lenâ ve liıhvâninelleziyne sebekunâ Bil’iymâni ve lâ tec’al fiy kulâbinâ ğıllen lilleziyne âmenû Rabbenâ inneKE Raûfun Rahıym rabbimiz bizi bağışla. Kardeşlerimizi, daha önce yaşamış, göçüp gitmiş olan kardeşlerimizi de bağışla. İman ile göçüp gitmiş kardeşlerimizi. ve lâ tec’al fiy kulâbinâ ğıllen lilleziyne âmenû iman etmiş, iman ile göçüp gitmiş olan kardeşlerimize ilişkin kalbimizde en ufak bir kin, buğz, adavet, düşmanlık bırakma ya rabbi. Zerresini bırakma ya rabbi. Rabbenâ inneKE Raûfun Rahıym Ey rabbimiz sen çok şefkatlisin, sen merhamet menbaısın. Göçüp gitmiş olan mü’minlere dua ve rahmet dilemek Kur’an ın talimiymiş görüyorsunuz sevgili Kur’an dostları.

 

11-) Elem tera ilelleziyne nafeku yekulune liıhvanihimulleziyne keferu min ehlilKitabi lein uhrictum lenahrucenne me’aküm ve lâ nutıy’u fiyküm ehaden ebeden, ve in kutiltüm lenensurenneküm* vAllâhu yeşhedu innehüm lekâzibun;

Görmedin mi o ikiyüzlüleri (Yahudi münafıkları) ki, ehl-i kitaptan hakikat bilgisini inkâr eden (Rasûlullâh’a ihanet eden Ben-i Nadir Yahudisi) kardeşlerine: “Andolsun ki eğer siz (yaşadığınız yerden) çıkarılırsanız, elbette biz de sizinle birlikte çıkacağız! Sizin hakkınızda hiçbir kimseyi ebediyen dinlemeyeceğiz! Eğer sizinle savaşılırsa, mutlaka size yardım edeceğiz” dediler. Allâh şahittir ki kesinlikle onlar yalancılardır! (A. Hulusi)

11 – Bakmaz mısın şu münafıklık yapanlara? Ehli kitaptan o küfreden ihvanlarına şöyle diyorlar: Yemin ederiz ki eğer siz çıkarılırsanız her halde biz de sizinle beraber çıkarız, ve sizin hakkınızda ebedâ kimseye itaat etmeyiz ve şayet size kıtal yapılırsa muhakkak size yardım ederiz, hal bu ise Allah şahadet ediyor ki onlar katiyen yalancıdırlar. (Elmalı)

 

Elem tera ilelleziyne nafeku baksana şu nifakı, iki yüzlülüğü ahlak haline getiren kimselere. yekulune liıhvanihimulleziyne keferu min ehlilKitabi lein uhrictum lenahrucenne me’aküm derler ki kardeşlerine, yani nankörlükte kardeşlerine, küfretmiş kardeşlerine. Burada ki küfrü nankörlükle beraber düşünmek lazım. Küfrün ahlaki tanımı nankörlüktür çünkü. Ehli kitaptan nankörlük yapan küfürde dostlarına; lein uhrictum lenahrucenne me’aküm eğer sizi çıkarırlarsa biz de sizinle beraber çıkarız. Anca beraber kanca beraber derler. ve lâ nutıy’u fiyküm ehaden ebede sizin hakkınızda kimsenin sözünü dinlemeyiz derler. ve in kutiltüm lenensurenneküm eğer size savaş açılırsa size yardım edeceğimize söz veriyoruz derler. vAllâhu yeşhedu innehüm lekâzibun ama Allah şahittir ki onlar sahtekarlık yapıyor, yalan söylemektedirler.

 

12-) Lein uhricu lâ yahrucune me’ahüm* ve lein kutilu lâ yensurunehüm* ve lein nasaruhüm leyüvellûnel’edbare, sümme lâ yunsarun;

And olsun ki eğer onlar (yurtlarından) çıkarılsalar, onlarla birlikte çıkmazlar! And olsun ki eğer onlarla savaşılsa, onlara yardım etmezler! And olsun ki eğer onlara yardım etseler, mutlaka arkalarına dönüp kaçarlar! Sonra da yardım olunmazlar. (A. Hulusi)

12 – Celâlim hakkı için eğer çıkarılırlarsa onlarla beraber çıkmazlar ve eğer kıtal yapılırsa onlara yardım etmezler ve şayet yardım edecek olsalar mutlak arkalarına dönerler, sonra da kurtarılmazlar, (Elmalı)

 

Lein uhricu lâ yahrucune me’ahüm eğer onlar çıkarılsalar onlar, onlarla beraber çıkmazlar. İki yüzlüler çünkü. Hiçbir laflarına inanılmaz ki, ipleri ile kuyuya inilmez ki. Münafığın ipiyle kuyuya inilir mi? ve lein kutilu lâ yensurunehüm eğer onlara karşı savaş açılsa bu sefer onlara yardıma da gelmezler. ve lein nasaruhüm leyüvellûnel’edbar eğer onlara karşı zafer kazanılsa arkalarını dönüp kaçarlar. Bu seferde tabana kuvvet derler. sümme lâ yunsarun kimseden de yardım alamazlar.

Korku da şirk, aslında gerçekten de ki, bir sonraki ayetle beraber düşünelim. Benzer bir şeytani dayanışma için Enfal/48. ayetine atıf yaparak bir sonraki ayetle birlikte korkunun insanı nasıl Allah’a karşı rezil ettiğinin ilginç bir ifadesi geliyor.

 

13-) Leentum eşeddu rehbeten fiy sudurihim minAllâh* zâlike Biennehüm kavmun lâ yefkahun;

Muhakkak ki sizden korkuları, Allâh’tan daha şiddetlidir! Bu onların anlayışı kıt bir toplum olmalarındandır! (A. Hulusi)

13 – her halde onların yüreklerinde sizin korkunuz Allah’ınkinden ziyade, bu onların fıhıksız bir kavim olmalarındandır. (Elmalı)

 

Leentum eşeddu rehbeten fiy sudurihim minAllâh elbet onların içlerine Allah tan daha çok sizin korkunuz sinmiştir. Şuna bakın, Allah’tan daha çok insandan korkmak. Onlar Allah tan daha çok sizden korkuyorlar diyor vahiy münafıklar için veya Yahudilerin münafıkları için.

Korku da şirkten bahsediyor aslında. Allah’tan korkar gibi korktuklarını söylüyor. Nifakın temelinde yatan mikrop aslında korkuymuş. Allah’tan korkar gibi insandan korkmak. Belki de münafığı münafık yapan en temel güdü, yanlış, Allah’tan korkacağı yerde Allah dışında şeylerden korkmaktır. Bu da korku terbiyesinden mahrum olmaktır. Demek ki korku terbiyesi, terbiyelerin en önemlilerinden biridir.

zâlike Biennehüm kavmun lâ yefkahun işte bu onların akletmez, anlamaz, kavramaz bir topluluk olmalarından dolayıdır.

Bu pasajda ki ayetler 11 – 15. ayetler yani, nifakın bir inanç probleminden ziyade bir inanç ahlakı problemi olduğunu gösteriyor. İnanç ahlakı da mı varmış demeyin. İman, İman ahlakı ile birlikte olursa inanmak güvenmek anlamına gelir. Ama olmazsa ben Allah’a iman ettim ama güvenmiyorum gibi komik bir sonuç çıkar. Çok gördüğümüz bu sonuç, Allah korusun.

 

14-) Lâ yukatiluneküm cemiy’an illâ fiy kuren muhassanetin ev min verâi cüdür* be’suhüm beynehüm şediyd* tahsebuhüm cemiy’an ve kulubühüm şetta* zâlike Biennehüm kavmun lâ ya’kılun;

Onlar sizinle toplu hâlde, ancak tahkim edilmiş (kale gibi çevrilmiş) bölgelerde yahut duvarların arkasından savaşırlar… Onların kendi aralarındaki sorunları – sıkıntıları da şiddetlidir… Düşünceleri ayrı ayrı olduğu hâlde onları toplu sanırsın! Bu, onların aklını kullanamayan bir topluluk olmalarındandır. (A. Hulusi)

14 – Size hepsi toplanarak kıtal yapamazlar, ancak müstahkem mevki’lerde veya duvarlar, siperler arkasından yaparlar, aralarında beisleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın halbuki kalpleri dağınıktır, bu onların akıl etmez bir kavim olmalarındandır. (Elmalı)

 

Lâ yukatiluneküm cemiy’an illâ fiy kuren muhassanetin ev min verâi cüdür onlar ittifak kursalar dahi müstahkem mevkilerinde olmadıkça, ya da surların ardına saklanmadıkça sizinle asla ama asla savaşa yanaşmazlar. be’suhüm beynehüm şediydun kendi aralarında şiddetli bir rekabet içindedirler. Kendi aralarında da öyle çok dürüst değiller. Münafığın dostluğu olur mu? Münafık; dostum dediğine de ilk fırsatta mutlaka bir şeyler planlıyor demektir. Münafığın menfaati olur, dostluğu olmaz.

tahsebuhüm cemiy’an ve kulubühüm şetta sen onları birlik zannedersin dışarıdan bakınca, ama aslında kalplerini görmek mümkin olsaydı içlerinin paramparça olduğunu görürdün. Ve kulubühüm şetta, kalpleri paramparçadır. Dışarıdan bakınca birlik gibi görünürler, her birinin bir hesabı vardır, her biri bir hesap yapmıştır, küçük bir hesap yapmıştır. Eğer menfaat hesaplarına uymayan bir şey olsun bak nasıl yarı yolda bırakıyor. Allah’a dayanmayan, Allah’tan kaynaklanmayan dostluğun arkası gelir mi?

zâlike Biennehüm kavmun lâ ya’kılun işte bu da onların akletmeyen, kafalarını kullanmayan, seliym bir akla sahip olmayan bir toplum omları yüzündendir.

 

15-) Kemeselilleziyne min kablihim kariyben zâku vebale emrihim* ve lehüm ‘azâbun eliym;

(Bu Yahudilerin misali) kendilerinden yakın (zaman) önce (Bedir’de) işlerinin vebalini tatmış ve kendileri için (sonsuz gelecekte) feci bir azap olan kimselerin meseli gibidir. (A. Hulusi)

15 – Yakında önlerinden geçenler gibi ki emirlerinin vebalini tattılar, daha da onlara elîm bir azâb var. (Elmalı)

 

Kemeselilleziyne min kablihim kariyben zâku vebale emrihim onların akıbeti de yaptıklarının vebalini yüklenen kendilerinden hemen öncekilerin akıbetine benzeyecektir. Atıf 2 yere bizce.Hem Bedir de helak olan Mekke’lilere, ki kendilerinden hemen önce helak olanlar onlar. Hem de sürülen ilk Yahudi kabilesi Kaynuka oğullarına. İkisi de olabilir. ve lehüm ‘azâbun eliym onları çok elim bir azab beklemektedir.

 

16-) Kemeselişşeytani iz kale lil’İnsanikfur* felemma kefere kale inniy beriy’un minke inniy ehafullahe Rabbel’alemiyn;

(Yahudi münafıkların ibretlik durumu) insana: “Küfret (hakikatini inkâr ile bedenselliği yaşa esfeli sâfîliyn olan dünyaN yaşamında)!” diye fikir veren şeytanın ibretlik durumu gibidir! (İnsan) küfrettiğinde (hakikatini inkârda kilitlendiğinde ise), “Muhakkak ki ben senden berîyim! Doğrusu ben Rabb-ül âlemîn olan Allâh’tan korkarım” dedi. (A. Hulusi)

16 – Tıpkı Şeytanın meseli gibi ki hani insana küfret dedi de küfredince ben dedi senden beriyim, çünkü ben âlemlerin rabbi olan Allah dan korkarım. (Elmalı)

 

Kemeselişşeytan şeytanın misali gibi, tıpkı şeytanın yaptığı gibi. Nasıl yapmış? İlginç bir mesel bu, iz kale lil’İnsanikfur hani şeytan insana der ki inkar et. Böyle telkin eder. Küfret. İçinden fısıldar, şeytani öteki benlik. İç güdü iç.inden fısıldar; İnkar et ey insan felemma kefere kale inniy beriy’un mink ama insan onun lafını dinler de küfrederse, nankörlük ederse, ki bunu nankörlük et biçiminde de anlayabiliriz. Nankörlük ederse bu seferde şeytan döner der ki ben senden berîyim. Yani sana besmele çekiyorum der şeytan. Önce ayartır, sonrada ayarttığı insandan berî olduğunu söyler. inniy ehafullahe Rabbel’alemiyn ben alemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım. Der.

Demek ki şeytanın tipik bir özelliği, münafıklığı imiş. Demek ki her münafıkta şeytandan bir pay varmış. Aslında bunu gösteriyor. Şeytanın münafık tabiatına, daha temelde Nifakın şeytani tabiatına bir atıf. Bu şeytan 11. ayette anlatılan Ubey Bin Selül aslında tipi. Önce ayartır, sonra sorumluluk üstlenmez. Şeytan rolüne isyan eden Yahudilerin değil, onları ayartmaya kalkan münafıkların layık görülmesi ilginçtir, dikkat çekicidir. Münafıklar her iki tarafa da ihanet etmiş oluyorlar böylece.

 

17-) Fekâne ‘akıbetehüma ennehüma fiynnari halideyni fiyha* ve zâlike cezâuzzâlimiyn;

Bu yüzden ikisinin de sonu, içinde sonsuz yaşamak üzere ateş oldu! İşte bu zâlimlerin cezasıdır. (A. Hulusi)

17 – Sonra ikisinin de âkıbeti ebediyen ateşte kalmaları oldu, ve işte zalimlerin cezası budur. (Elmalı)

 

Fekâne ‘akıbetehüma ennehüma fiynnari halideyni fiyha sonuçta o iki zümrenin akıbeti de birbirine benzemiştir, aynı olmuştur. Yani önleri aynı olanların sonları da aynı olmuştur. İki zümre Yahudiler ve münafıklar. ve zâlike cezâuzzâlimiyn işte zalimlerin cezası budur.

 

18-) Ya eyyühelleziyne amenûttekullahe veltenzur nefsun ma kaddemet liğad* vettekullah* innAllâhe Habiyrun Bima ta’melun;

Ey iman edenler Allâh’tan korunun! Bir nefs yarın (vefat ötesi) için önceden ne gönderdiğine bir baksın! Allâh’tan korunun! Muhakkak ki Allâh yaptıklarınızda Esmâ’sıyla yaratanı olarak Habiyr’dir. (A. Hulusi)

18 – Ey o bütün iman edenler! Hep Allaha korunun ve baksın bir nefis yarın için ne takdim etmiş, hem Allah dan korkun, çünkü Allah her ne yaparsanız şüphesiz habîrdir. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenûttekullahe veltenzur nefsun ma kaddemet liğad  siz ey iman edenler, Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Herkes, her nefis, her can yarın için ne hazırladığına, ne takdim ettiğine baksın. Nifakla ilgili bir pasajın ardından ahiretle ilgili ayetlerin gelmesi çok manidar dostlar. İki dünyası olanın tek yüzü olur, tek dünyası olanın iki yüzü olur. biz bunu anlıyoruz.

Vettekullah ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun şuurunda olun. Allah’a saygıda kusur etmeyin. innAllâhe Habiyrun Bima ta’melun hiç unutmayın ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

 

19-) Ve lâ tekûnu kelleziyne nesullahe feensahüm enfusehüm* ülâike hümülfasikun;

Şu, Allâh’ı unuttukları için, Allâh’ın da onlara nefslerini (-n hakikatini) unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar inancı bozukların ta kendileridir! (A. Hulusi)

19 – Ve onlar gibi olmayın ki Allah’ı unutmuşlardır da Allah da onlara kendilerini unutturmuştur, onlardır ki hep fasıklardır. (Elmalı)

 

Ve lâ tekûnu kelleziyne nesullahe feensahüm enfusehüm Allah’ı unutan ve Allah’ın kendisini, kendisine unutturdukları gibi olmayın. Yani sorumsuzlar gibi olmayın. Yukarıda sorumluluk, takvadan bahsetti. Demek ki sorumsuzlukta buymuş. Takva sorumluluk, kendisini unutmakta sorumsuzlukmuş. Allah’ı unutan, Allah’ın da kendisini kendisine unutturduğu. Sizin Allah’ı unutmanız felaket değil, asıl felaket Allah’ın size, sizi unutturması. İnsan kendisini unutursa kendini kaybeder. Kendini kaybederse haddini aşar. Haddini aşarsa eğer o insan belasını bulmuştur.

ülâike hümülfasikun işte onlar yoldan çıkanların ta kendileridir. Önceki ayet takvaya çağırıyordu. Bu ayet sorumsuzluktan kaçınmaya çağırıyor. Nifakın psikanalizini yapıyor yani. Kişi ancak kendisini unutarak münafık olur diyor, ben böyle anlıyorum, yabancılaşma budur.

 

20-) Lâ yesteviy ashâbunnâri ve ashâbulcenneti, ashâbulcenneti hümülfâizûn;

Nâr ehli ile Cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli kurtuluşa erenlerin ta kendileridir! (A. Hulusi)

20 – Ashabı Nar ile ashabı Cennet müsavi olmaz, ashabı Cennettir ki hep murada irmişlerdir. (Elmalı)

 

Lâ yesteviy ashâbunnâri ve ashâbulcenneh ateş ehli ile cennet ehli asla bir olmaz. Yani ateşe layık bir hayat yaşayanla, cennete layık bir hayat yaşayan asla bir olmaz. Firavun gibi yaşayıp ta Musa’nın akıbeti ile akıbetlenmek istemeyin sakın, böyle bir beklenti içine girmeyin. ashâbulcenneti hümülfâizûn Cennet ehli var ya cennet ehli; işte asıl kurtulanlar onlardır. Rabbimiz burada kurtuluş tarifi yapıyor, başarı tarifi yapıyor. Kariyer planlaması yapanlara duyurulur, başarının tarifini Allah’tan almak lazım. Sizin tarifinizin hiç bir hükmü yok.

 

21-) Lev enzelnâ hâzelKur’âne ‘alâ cebelin leraeytehu hâşi’an mutesaddi’an min haşyetillâh* ve tilkel’emsâlu nadribuhâ linNâsi le’allehüm yetefekkerun;

Eğer şu Kurân’ı (bildirdiği gerçeği) bir dağın (benlik sahibi bilinç – ego – eniyet) üzerine inzâl etseydik, elbette onu Allâh (ismiyle işaret edilen’in) haşyetinden (muhteşem azamet karşısında benliğinin hiçliğini fark ederek) huşû ederek, çatlayıp paramparça olduğu hâlde görürdün! İşte bu MİSALLERİ (sembolik anlatımları) insanlara tefekkür etsinler diye veriyoruz! (A. Hulusi)

21 – Biz bu Kuran’ı bir dağın üzerine indirseydik her halde Sen onu Allah korkusundan başını eğmiş çatlamış görürdün, o temsiller yok mu işte biz onları insanlar için yapıyoruz gerek ki tefekkür ederler. (Elmalı)

 

Lev enzelnâ hâzelKur’âne ‘alâ cebelin leraeytehu hâşi’an mutesaddi’an min haşyetillâh eğer biz bu Kur’an ı bir dağa indirmiş olsaydık dağın Allah korkusundan haşyetle yıkılıp paramparça olduğunu görürdün. Zımnen ama onu dağa değil ey insan sana indirdik. Taş mı kesildin ey insan, dağ bile hallaç pamuğu gibi atılacakken vahyin altında sarsılırken, ya sen neden sarsılmazsın yüreğinle. Yahudiler ve münafıkların vahye karşı taş kalpliliğini ifade etse de aslında vahiy karşısında tüyü oynamayan insanın nifaktan korkması gerektiğini de söylemiş olmuyor mu.

ve tilkel’emsâlu nadribuhâ linNâsi le’allehüm yetefekkerun işte Allah böyle misaller veririz biz ki insanlara le’allehüm yetefekkerun ki onlar düşünüp doğru yola gelirler. Daha doğrusu biz bu misalleri düşünüp doğru yola gelsinler diye insanlara verdik. Eğere üzerinde düşünürsek, dağla kendimizi kıyaslarsak şu sonuca ulaşırız. Allah bu vahyi dağa değil bana, yani insana indirdi. Eğer ben vahyin karşısında kör ve sağır davranırsam insan olarak, mahlukatın şereflisi olarak, ahseni takvim üzere yarattığı ben kendime taş muamelesi yaparım. Taş kesilmiş bir kalple vahye yaklaşmış olurum. Yüreğimde kalp yerine taş taşımış olurum. Eğer böyle olursam yazık bana vah bana. Bundan büyük bela mı olur. Aslında Azab ta budur, ceza da budur bela da budur. Rabbim vahye karşı kör ve sağır davrananlardan etmesin.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. HAŞR (22 – 24) (174 – A)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

 

Değerli Kur’an dostları bir önceki dersimizde Haşr suresinin son üç ayeti hariç tefsir etmeye çalışmıştık. Kasıtlı olarak son 3 ayetini bir sonraki derse bırakmıştık. Zira hasr suresinin son 3 ayeti doğrudan Allah’tan söz eden ayetlerdi. Allah’tan söz eden ayetler varlığın zirvesinden söz eden ayetlerdir. En güzelden söz eden ayetlerdir. En güzelden bahis açan söz, sözün en güzelidir. Vahiy zaten en güzelin sözüdür. Vahyin en güzeli de Allah’ın zatı hakkında konuştuğu ayetlerdir. İşte bu ayetler Allah’ın zatı hakkında konuştuğu ayetler.

BismillahirRahmanirRahıym

 

22-) “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* ‘Âlimulğaybi veşşehâdeti, “Hu”verRahmânurRahıym;

“HÛ” Allâh, tanrı yok, sadece “HÛ”! Gayb ve şehâdeti daimî bilendir! “HÛ”, Er Rahmân (tüm El Esmâ özelliklerini mündemiç olan) Er Rahıym’dir (tüm El Esmâ özelliklerini açığa çıkaran – o özelliklerle Efâl âlemini seyrinde yaşamakta olan). (A. Hulusi)

22 – O öyle Allah ki ondan başka Tanrı yok gaybı de bilir şahadeti de, o rahmândır, rahîmdir. (Elmalı)

 

“HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”.  “HU”vAllâhu; O Allah’tır. Kendi içinde bir cümledir. Müpteda ve haberden oluşan bir isim cümlesi. Ama bu isim cümlesi aynı zamanda kelimeyi Tevhidin de müptedasıdır, yani daha uzun bir isim cümlesinin bir parçasıdır. O Allah Ki; Kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O Allah ki kendisinden başka tapılmaya layık hiçbir varlık yoktur. O %100 Allah’tır. O kendisinden başka tapılmaya layık hiçbir varlığın olmadığı Allah’tır. Farklı farklı şekillerde dilimize aktarabiliriz. “HU”vAllâhu O Allah’tır.

Her isim Allah’a döner tüm ilahi esma ve sıfat Allah’a döner. Yan, Allah’u keriymun, Allah’u rahiymun, Allah’u rabbün, Allah’u Hâlıkun. Allah’u Aziymun, Allah’u Aliymun, Allah’u Habiyrun gibi tüm esmanın mevsufudur Allah lafzı. Yani tüm esma Allah lafzını niteler, sıfatı olur. Allah büyüktür, Allah cömerttir, Allah görendir, Allah işitendir, Allah bilendir, Allah rızık verendir, Allah yaratandır gibi her isim ve sıfat Allah ismine döner.

Peki Allah ismi neye döner? İşte burada onu görüyoruz. Allah ismi de “Hüve” yani O zamirine döner. Zatı ilahinin mutlak varlığını temsil eder. Hüve zamiri. O demektir. 3. tekil şahıs zamiri. Aslı “Hu” dur “vav” zaiddir hüma vehüm gibi ikil ve çoğul formlarda düşer. Hüve ma değil, Hüma şeklinde gelir. Bazılarına göre Allah isminin türetildiği asıl Hüve dir. “H” hüvenin de aslıdır. “vav” fazladır demiştik zaiddir. “He” bir ses değildir, “h” bir nefestir. Her canlı soluk alırken “h” der. Yani ciğer insan istese de istemese de, canlı istese de istemese de “h” sesi çıkarır. Soluğun doğal sesidir bu. “O” demektir. “O’na”  işarettir. Ek Hayy olan, mutlak diri olan ve tüm dirilere diriliği kendisi vermiş olan Allah’a canlı varlıkların doğrudan bir atfıdır. Nefes canlılığın alametidir.

Varlık ilahi bir nefestir. Kevn ve fesad oluş ve bozuluş, bu nefesin veriliş ve alınışını temsil eder. Cemal sıfatları ilahi nefesin alınışını, Celal sıfatları ilahi nefesin verilişini temsil eder. Nefes alan canlılar içinde yalnızca insan İradi olmayan tespihi, iradi olana dönüştürebilir. İradesiz olana tespih denilir zaten, iradeli olana Zikr denilir. Onun içinde Kur’an bu kavramları iradi olana dönüştürmek için tespihi, zikr kavramını kullanır ki, Kur’an ın kendisi de zaten bir zikirdir.

Ve sorar “O” kimdir? İnsan iradesiyle sorar O kimdir. Çünkü nefes alırken “O”, “O”, “O” demektedir. “h”, “h”, “h” derken, nefes alırken “O” kimdir. İdrakin derinliklerinden bir ses gelir, yek bir ses; “O” Allah’tır. “HüveAllahu” O Allah’tır. Fıtratla beraber vahiyde cevap verir. İşte bu cevap O cevaptır.

Allah ağızda başlar, ciğerde biter. “Al-lah”  Yani sesin çıktığı yerde başlar sesin kaynağında biter, ciğerde. Dudaklar hiç birbirine değmez, bu tıpkı yaratılış sürecinde olduğu gibi dıştan içe doğru bir süreci, bir seyri takip eder. Dışarıdan içe doğru, ciğere doğru. Adeta Allah insanın dışında ki kainat üzerinden vardığı bir hakikat olarak ta.! İçine nüfuz eder. ta.! Yüreğine nüfuz eder. Aklına nüfuz eder. Allah lafzında ki sesin seyri, sesin gidiş istikamti insana bunu hatırlatır.

El İlâh; E-le-he fiilinden türetilmiştir dilcilerin grüşüne göre. Mabut edindi, rab edindi, kulluk etti, ibadet etti anlamına gelir. Bu kök aslında cazibe, sevgi, muhabbet, çekicilik, aşk, sadakat, hayranlık anlamlarına gelen bir köktür. Ki aynı 3 kelimeden sülasi mücerretten türetilmiş 7 form; E-lehe, e-he-le, he-le-ve, he-ve-le, ve-le-he, ye-le-he, ve-he-le. 7 form. Bunların Arap dilinde ki kök karşılıklarına baktığımızda hepsinin ortak bir tek anlamı vardır; sevgi ve cazibe. Aslında sevgisini yitirmekten korkulan bir şey, bir güç, bir özne anlamını verir bize. E-le-he sülasi mücerredinin kök harflerinin tüm kombinezonlarından oluşmuş kelimelerin ortak manası.

Genel görüşe göre Allah lafsı türetilmemiştir. Mutlak isimdir. İsmi has bile değildir, mutlak isimdir. Allahümme de ki mim dilcilere göre azamet zamiri anlamına gelir. Yani Allah’ın yüceliğini ifade eder. Ey Allah’ım manasına da gelir. 2. bir görüştür bu, nida manasına da gelir, dua manasına gelir yani. Ama bendenize göre Arap dilinde ki diğer mimler gibi küm, hüm, zamirlerinde ki cemimi gibi bu mim de genel kuralın içindedir. Yani cemiy ifade eder.

Peki Allahümme’yi nasıl izah edeceğiz cemiy olarak? Şöyle tüm kemal sıfatların onda toplandığı, tüm noksan sıfatlardan da masun ve mahfuz olduğu, yani tüm noksan sıfatlardan da arınmış olduğu yönünde te’vil ve tefsir edebiliriz.

Kur’an da Allah ismi 2.697 kez geçer. Kur’an da geçen en çok geçen izimdir, şanına layık bir biçimde geçer. İslam’da varlık tasavvuru 3 tür. Vacip varlık, mümkin varlık, ve muhal, mümteni varlık. Vacip varlık; Varlığı zorunlu olandır. Yani var olması için bir var ediciye ihtiyaç bulunmayandır. O Allah’tır. Mümkin varlık; varlığı da yokluğu da mümkin olan, yani bir var edici olmadan var olamayacak olan varlıklardır ki Allah dışında ki insan da dahil tüm görünen ve görünmeyen alemlerdir. Muhal varlık ise, aslında farzı muhaldir. Yokluktur. Yokluk; yoktur. Karanlığa benzer. Varlığın olmaması halidir. Allah bütün varlığı yokluk aleminden çıkardığı için böyle bir kategori koymuşlardır kelam ulemamız. Dolayısıyla Allah varlığın zirvesidir. Varlık evreninin zirvesi Allah’tır.

Cahiiliyede Allah inancı vardı. Onlara; Ve lein seeltehüm men halekas Semavati vel Arda ve sahhareş Şemse vel Kamere le yekulünnAllâh. (Ankebut/61) eğer onlara sorsan, desen ki gökleri ve yeri kim yarattı? Elbette Allah yarattı derler. Diyor ayet. Kur’an ın bize haber verdiği gibi cahiliye müşrikleri Allah’a inanırlardı. Fakat onların problemi uzak Allah inancı idi. Allah’ı hayata karışmayan bir Allah tasavvuruyla biliyor ve inanıyorlardı. Onun içinde aracılar koyuyorlardı.

Putlar uzak tanrı tasavvurundan neşet etmişti. Madem uzaktı, bizi duyamazdı, o zaman aracılar koyalım dediler ve putları icat ettiler. Putlar; Onlarla Allah arasında aracılık yapıyorlardı sözüm ona. Onun için cahiliye müşriklerini olağan dışı zamanlar müstesna hiç dua ederken görmeyiz. Görmeyiz; çünkü Kur’an bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu söylerken Allah’ın cahiliye müşrikleri ötelerin ötesinde, uzakta, çok uzakta, insanla ilgilenmeyen ve insanı duymayan bir varlık olarak tasavvur ederlerdi.

Kur’an cahiliye müşriklerinin bu sapık tanrı inancını yıktı. Duayı mü’minin hayatının her anına soktu. Namazı duanın ayaklanmış biçimi yaptı. Zikir, ibadet, tefekkür hep Allah ile insan arasında ki yakınlığı ifade etti. ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd. (Kaf/16) dedi Kur’an ve Kur’an dan Allah; Biz kulumuza şah damarından daha yakınız.

Tanrı atamak dediğimiz problem hep uzak tanrı tasavvurundan kaynaklandı. Çünkü insan bir kez Allah ile arasına aracılar atama yetkisini kendinde görmeye başladığında artık tanrısını kendisi atıyor demektir. İnsan kendi atadığı tanrıya kul olabilir mi? Kul olursa nasıl kul olur? Kişi tanrısının amiri olursa bu ne biçim bir iştir. İşte tüm şirk türlerinin düştüğü komik durum, gülünç durum buydu.

Marifetullah, Allah’ı bilmek değildir sadece. Marifetullah Allah’ı tanımak, dahası Allah’ı anlamaktır. İşte Kur’an Allah’ı tanıyacağımız, Allah’ı anlayacağımız en sahici, en gerçekçi ve en temel en hakiki kaynaktır. İnsan tanımadığı, bilmediği, anlamadığı bir Allah’a nasıl kulluk yapabilir ki. İşte vahiy bize Allah’ı tanıtıyor ve Haşr suresinin bu son ayetleri de vahyin Allah’ı en açık tanıttığı ayetlerin başında geliyor. Tıpkı İhlas suresi gibi. Tıpkı Ayet el kürsi gibi bu ayetlerde Haşr suresinin son pasajı da Allah’ın vahiyde açık ve net bir biçimde tanıtıldığı bölümlerin başında gelmektedir.

Allah’ın varlığı o kadar gerçektir ki O vardır demek bile abes kaçar. Çünkü O yoktur diyebilmek bu dili, bu sözü söyleyen insanı yok etmeden mümkin değildir. Eğer bu sözü söyleyen insan var ise O vardır. Onun için “O” yoktur diyen bile O’nun varlığını ispat etmiş olur. Çünkü o dil O’nun sayesinde var. O ses “O”nun sayesinde var. O yoktur diyen insan O’nun sayesinde var ve o insanı var eden çevre, şart, anne, baba, nesil; O’nun sayesinde var. Yani ne ki var,O’nun sayesinde var. Onun için Allah vardır demek bile abestir ve Kur’an ın hiçbir tarafında Allah’ın varlığı ispat edilmez. Çünkü O Bedîhi olarak vardır, zorunlu olarak vardır, bizatihi vardır.

İman bu manada ön bilgidir. Küfür ise ön yargıdır. Allah’ın varlığı hakkında ki imanımız aslında dışarıdan kazandığımız bir şey değil, insanın fıtratına nakşedilmiş olan ilahi bir yazıdır. İnsan kul olmak için doğmuştur. Eğer bir Allah’a kul olmaktan yüz çevirirse, kul olacağı, önünde eğileceği binlerce tanrı icat eder. Tarihte ve bugün görüldüğü gibi. Onun için insanın kaderi Allah’a kulluktur. Kul olmak için var olmuştur, kul olmak için dizayn edilmiştir, kul olmak için gerekli olan her şeyle kuşatılmıştır. Rabbine kulluktan yüz çeviren insan kulluktan kaçmış olmaz, ama kendinden aşağı şeylere kulluğa mahkum olmuş olur. Sadece kendine yazık etmiş olur, kendini beş paralık etmiş olur.

“HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”- lâ ilâhe illâ HÛ, bizim kelime-i tevhid olarak söylediğimiz la ilahe illallah’ın sonu zamire dönüştürülmüş şeklidir. Aslında Lâ ilâhe illallah biçiminde Muhammed/19. ayetinde geçer. Lâ ilahe İllallah, lâ ilâhe illa Hu; aynı anlamı verir.

Kelime-i tevhid imanın imzasıdır, hakikatin itirafıdır, sözün özüdür, kelamın atan kalbidir. Varlık hakikatinin söz kalıbında billurlaşmış şeklidir. Her şey Lâ ile İlla arasında olup biter. Var olmak tevhid okumaktır. Var olmak muvahhid olmaktır. Açık bir süreçtir kelime-i tevhid. Kişi lâ ilâhe illallah derken hiç dudak birbirine değmez. Adeta süren, kesintisiz bir süreç. Tıpkı Allah derken değmediği gibi. Kesintisin bir süreç, bitimsiz bire süreç, sonu ve başı olmayan bir süreç adeta. Adeta afak ve enfüsteki ayetlerin tamamı kelimei tevhid aynasında yansır.

Senüriyhim âyâtina fiyl afakı ve fiy enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm enneHUl Hakk. (Fussilet/53) ayetinde ifade edildiği gibi. Biz onlara dış dünyada ve iç dünyalarında. Afakta ve enfüste ayetlerimizi göstereceğiz.. Ta ki O’nun, Allah’ın mutlak varlığının hakikat olduğu ayan beyan ortaya çıksın. İşte bu ayetler her zaman içimizde ve dış dünyamızda bize; Beni oku, beni oku, beni oku diye gülümsüyor. Yere bakın, göğe bakın, aya bakın, güneşe bakın, yıldıza bakın, insana bakın, toprağa bakın, suya bakın, nereye bakarsanız bakın Allah’ın esmasının tecellisini görürsünüz. Varlık aynasında O yansır ve her şey O’nu haykırır her şey O’na işaret eder, her şey adeta bir işaret parmağı gibi O’nu gösterir. Ben demez O der. Çünkü sanat varsa bir sanatkar vardır, fiil varsa bir fail vardır, eser varsa bir müessir vardır. Sanatın olup ta sanatkarın olmadığını söylemek abesle iştigaldir. Onun için varlık; Allah’ı gösteren bir işaret parmağıdır.

Kelimeyi tevhid içinde bir tek noktalı harf geçmez. bu adeta bize şu mesajı verir; Hepsi asli seslerden oluşmuş olan kelimeyi tevhid de nokta kadar bile ayrılık yoktur. Yani kelimeyi tevhidi getiren lâ ilâhe illallah diyen bir mü’min kainatı bir bütün olarak algılar. Hâlık ve mahluk arasında ki bağı koparmaz. Mahluku Hâlıktan bağımsız ve bağlantısız anlamaz. Her şey, her şeyle, ve her şey bir ile alakalıdır der. Onun için kelimeyi tevhide hiçbir noktalı harf yer almaz. Tevhid insanın Allah karşısında ki esas duruşunu temsil eder. Kelimeyi tevhid yerler ve göklerden daha ağırdır. Efendimiz böyle buyurur bir hadisinde;

Terazinin bir kefesine lâ ilâhe illallahı öbür kefesine tüm yaratılmış varlıkları, yerler ve gökleri koysanız lâ ilâhe illallah daha ağır gelir.

Aslında ben buradan şunu anlıyorum Lâ ilâhe ilallah varlığın kapısını açan anahtardır. Adeta şöyle de anlayabiliriz. Lâ ilahe illallah öyle bir elmastır ki, yerlerin ve göklerin tamamını satın alır, bu değerde bir elmastır. Çünkü bu söz varlığın kalbine girmek için verilen ilahi bir paroladan başka bir şey değildir. Allah ile, ahiretle, cennetle iletişim için bir şifre, bir pesfört hükmündedir. Bu şifreyle girersiniz eşyanın kalbine. Bu şifreyle girersiniz varlığın kalbine. Kelimeyi tevhid işte odur. Onsuz girilmez bir alemdir cennet. Adeta cennetin kapısında şu levhayı görür gibi olursunuz; İman etmeyen giremez. “Lâ ilâhe illallah” ise imanın giriş kartıdır, ilk cümlesidir.

“Lâ ilahe” nefiydir, “illallah” ispat. Kelimeyi tevhid iki kısımdan oluşur. “Lâ ilahe”, ve “illallah”. “Lâ” yok demektir, hayır demektir. Lâ süpürgesiyle yüreği süpürmeden illa ile inşa edemezsiniz. Lâ ilahe; hiçbir ilah yok, hiçbir tanrı yok. Tapılmaya layık hiçbir şey yok. ”İllallah” sadece, yalnızca Allah var. Bu demektir. Nefiy ve ispat cümlesinden oluşan bir ibaredir lâ ilâhe illallah. Cümle her ne kadar olumsuzsa da mana tasavvurda pekiştirilmiş bir ispattır. Cümlenin nefiy ispar tarzında gelmesinin anlamı şudur;

1 – Tevhidin inşası, şirkin imhası ile mümkündür. Lâ ilâhe illallah. Hiçbir tanrı yoktur, sadece Allah vardır şeklinde gelmesi tevhidin inşası, şirkin imhası ile mümkindir anlamına gelir.

2 – Kayıtsız şartsız bir evet, güçlü bir hayır ile başlamalıdır manasını verir.

3 – Tevhid bir nefestir. Nefesin yarısı almak, yarısı da vermektir. Dolayısıyla Lâ ilahe illallah bir nefesin alınan ve verilen iki yarısına benzer.

4 – İman kalbin tevbesidir. Tevbe ise kalbin öz eleştirisidir. Yönelişidir. Yanlıştan vaz geçip doğruya dönmesidir. Yanlıştan vazgeçip doğruya yönelmeyen bir gönül, Allah’a yönelmemiş demektir.

5 – Sadece tezin ispat şekli, ispat edilmesi, ucu açık bir süreçtir, ifadedir. Ard niyetler bu ibareden bir şey çıkaramasalar da bir şey ilave edebilirler. Onun için diğer ucunun da kapalı olması lazımdır. Yani ucu açık bir süreç olmaması lazımdır. Onun için, ucunu kapatmak için nefiy kullanılmıştır. Nefiy ve ispat yöntemi işte iki ucunu da paranteze almak içindir.

6 – Allah demek yetmez, %100 Allah demek şarttır. İllallah demek, %100 Allah demektir.

7 – Yokun yokluğunu ne kadar güçlü haykırırsanız haykırın, varın varlığını o kadar güçlü ispat etmiş olursunuz. Yokun yokluğunu ne kadar iyi haykırırsanız, varın varlığını da o kadar güçlü haykırmış olursunuz, ispat etmiş olursunuz.

Bu çerçeve de kelimeyi şahadet; Eşhedü en lâ ilâhe illallah ben diye başlar, ben idrakiyle başlar. Var olmak, şahit olmaktır. Allah’a tanık olmak; ödülü cennet olan bir şahitliktir. Şahadet tanık kılmaktır, kendini O’na tanık kılmaktır, Allah’ın sizi kendisine tanıklığa çağırmaktır, çağırmasıdır. Onun için insan canını, varlığını, malını, servetini, her şeyini Allah’a şahit kılarsa şehiyd hükmündedir.

Önce ben diyorsun, ben. Eşhedü, ben şahadet ederim ki, Ben diyerek giriyorsun varlığını O’nun varlığına şahit kılıp, Onun varlığına şahit oluyorsun. Şahit olan özne, nefis; Ben şahadet ederim ki demekle varlığını, O’nun varlığına şahit tutmuş olur. İşte kelimeyi şahadet insanın bir parmak hükmünde olmasıdır ki; Ben Allah’ı gösteren bir parmağım demiş olur zımnen.

Kelimeyi tevhid üzerinden bu açıklamaları yaptıktan sonra Haşr suresinin 22. ayetine devam edelim.

“HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* ‘Âlimulğaybi veşşehâdeti, “Hu”verRahmânurRahıym O; görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen tüm alemlerin alimidir. Her şeyi bilir. Sadece dışarınızı değil, içinizi de bilir. Sadece maskenizi değil, gerçek yüzünüzü de bilir. Sadece yüzünüzü değil özünüzü de bilir. Sadece özünüzü değil içinizin 40. odasını, kimselere göstermediğiniz, kendinizden bile gizlediklerinizi de bilir. Sadece yaptıklarınızı değil, yaptıklarınızın arkasında yatan niyeti bilir. Sadece niyetinizi değil, o niyeti doğuran iç güdülerinizi bilir. Sadece iç güdülerinizi değil o içgüdülere sebep olan temel duygularınızı da bilir. Bu, bu demektir.

‘Âlimulğaybi veşşehâdeh  Hu”verRahmânurRahıym bilir bilmesine de O Rahmandır,ü O Rahiymdir. O özünde sonsuz merhamet sahibi, işinde de merhametlidir. O özü itibarıyla sonsuzca bağışlayan merhametin kaynağı olan Allah’tır, tüm işlerinde de o merhamet vardır. Yani O Rahmandır, O Rahiymdir.

 

23-) “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir* SubhânAllâhi ‘ammâ yüşrikûn;

“HÛ” Allâh, tanrı yok, sadece “HÛ”! Melik’tir (efâl, oluşlar âleminde mutlak hükmü yürüyen), Kuddûs’tür (yaratılmışlığa ve kevne ait nitelenmelerden, yaratılmış kavramlardan münezzeh), Selâm’dır (yaratılmışlarda yakîn ve kurb hâlini oluşturup mâiyet sırrını açığa çıkartan), Mu’min’dir (iman açığa çıkartarak hakikatini müşahedeye yönelten), Müheymin’dir (gözetip himaye eden, muhteşem azametini seyirde yaratılmışlığı kaldıran), Aziyz’dir (karşı konulması imkânsız olarak dilediğini yapan), Cebbâr’dır (iradesini zorunlu kabul ettiren), Mütekebbir’dir (Mutlak yegâne Kibriyâ {eniyeti} olan)! Allâh, onların ortak koştukları tanrı kavramlarından Subhan’dır! (A. Hulusi)

23 – O öyle Allah ki ondan başka tapılacak yok, öyle melik (Padişah) ki Kuddus, Selâm, iman ve emniyet veren mü’min, gözeten koruyan müheymin, Azîz, Cebbar, mütekebbir, tenzih o Allaha müşriklerin şirkinden. (Elmalı)

 

“HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ” O Allah’ki O’ndan başka tapılmaya layık hiçbir mabut, hiçbir varlık yoktur. Tekrar geldi el Melik’ül Kuddûs O mülkün yegane sahibidir. Yani mülk O’nundur, varlık O’nundur, servet O’nundur, sen de O’nunsun. O sana serveti, mülkü, rızkı vermişse mülkünü mülküne vermiştir. Sen de O’nun mülküsün, sana verdikleri de. Mülkünü mülküne vermek, sağ cebinden sol cebine koymak gibidir. Sen verirsen elinden çıkar ama Allah verirse çıkmaz. İşte fark budur. El Melik O’dur. Onun dışında mülk benimdir diyenler, iktidar sahibi olduğunu söyleyenler, mutlak mülkiyet iddiasında bulunanlar yalan söylemiş olurlar. Haddi aşmış olurlar.

El Kuddus: O Kuddüs’tür, kutsalın kaynağıdır. O’nun kutsamadığına kutsallık atfetmek rol çalmaktır. Bir şeyi O kutsarsa kutsal olur. O bir taşı kutsarsa Hacer-ül esved olur. Bir beyti kutsarsa Kâbe olur, bir beldeyi kutsarsa, dağında ot bitmese de  Mekke olur, insanlar cennet gibi yurtlarını orayı özleyerek göz yaşları içinde oraya kavuşmak için terk ederler. O bir insanı kutsarsa Abdulmuttalib’in yetimi iken Alemlere rahmet olur, Muhammed olur, övülmüş olur.

Es Selâm O Selâmdır, barıştır, mutluluktur, huzurun kaynağıdır. Bir huzur ırmağı varsa O’ndan kaynar. Huzur ırmağının O’ndan kaynadığını görmeyenler asla huzura ulaşamazlar, sahte huzurlarla yetinmek zorunda kalırlar. Adını huzur koydukları zevk, lezzet ve hazzın etrafında dolanıp dururlar.

El Mü’min O Mü’mindir, yani güven verir ve güvenilmeyi ister Güven ve iman verir, güven ve iman ister. Dolayısıyla O Mü’mindir, el Mü’mindir. Biz O’na iman ettik, O kime iman etti diye sorulmaz. Onun Mü’minliği imanın ahlakını bize hatırlatır. Güvenir ve güvenilmeyi ister. Güvenmek ahlaki manasıdır imanın.

El Muheymin; O Müheymin’dir, yani otorite sahibidir. O’nun otoritesi üstünde hiçbir otorite yoktur. Kâinatın mutlak hakimi O’dur. O isterse oldurur, isterse öldürür. O’nun için,O’nun otoritesinden pay aldığını iddia edenler sadece ve sadece yalan söylemiş olurlar. Mutlak otorite O’na aittir.

El Aziyz:O Aziyz’dir kendiliğinden üstün ve yücedir. O yüceliğini hiçbir merciiye borçlu değildir. Hiç kimse işman etmezse, herkes küfretse, herkes isyan etse O’nun yüceliğine zerrece halel gelmiş olmaz.

El Cebbar; O her durumda iradesini yürütendir. Yani O’nun iradesinin önüne kimse duramaz.  O bir şeyi isterse eğer, dünya alem O’nun karşısına geçsin O’nun iradesi yürür. O birini severse, dünya alem nefret etsin hiçbir şey ifade etmez. O birinden nefret ederse, yani daha edebe uygun bir ifadeyle konuşalım; O birinin üstünü çizer, O birini defterinden siler, O birini unutursa Kur’an ın ifadesi ile, onu dünya alem sevse de Aziyz edemez. İşte O bu yüzden El Cebbar’dır. Her durumda iradesini yürütür.

El Mütekebbir; El Mütekebbir’dir, büyüklenmeye hakkı olan yegane varlıktır. O’nun dışında büyüklük taslayanlar büyük değil küçüktür. Sadece büyük taslağıdır, asla büyük olamazlar. Büyüklüğe hakkı olan yegane varlık O’dur. Bu kip mübalağa bildirir bu bağlamda, bu anlamda. Yoksa Mütekebbir, yani bu kipe giren diğer kalıpta ki ifadeler gibi büyüklenmeye hakkı olmadığı halde büyüklenen değil, burada olduğu gibi mübalağa anlamıyla büyüklenmenin en büyüğüyle, en büyük olarak büyüklenmeyi hak eden manasına gelir.

SubhânAllâhi ‘ammâ yüşrikûn O, onların koştukları her türlü şirkten münezzehtir, Berî’dir. Yani hiç kimsenin şirki O’na hiçbir zarar veremez. Herkes şirk koşsa, herkes O’na ortak koşsa O bundan zarar görmez, sadece insan görür. O halde aslında ayetin böyle bitmiş olması bize şu imayı da verir; Bu sıfatlarında O’na ortak koşmayın. Allah’tan rol çalıp ta bir başkasına yakıştırmayın. O’nun kutsallık vermediği bir şeyi kutsal kılmayın. Kutsallık atfetmeye kalkmayın. Bu Allah’tan rol çalmaktır manasına gelir.

 

24-) “HU”vAllâhul Hâlik’ul Bâri’ül Musavviru leHUl’ Esmâ’ül Hüsnâ* yüsebbihu leHÛ mâ fiysSemâvâti vel’Ard* Ve “HU”vel’Aziyz’ul Hakiym;

O Allâh, Hâlık (mutlak yaratan – Esmâ özelliklerini fiile dönüştüren), Bari (her yarattığını, zaman ve özellik olarak tüme uyumlu tafsile getiren), Musavvir (sonsuz mânâ sûretlerini açığa çıkaran); Esmâ ül Hüsnâ O’na aittir! Semâlarda ne var ve arzda ne varsa Allâh’ı tespih (ortaya koydukları işlevle Esmâ özelliklerini açığa çıkararak kulluk etmeleri) içindir; “HÛ” Aziyz’dir, Hakiym’dir. (A. Hulusi)

24 – O öyle Allah ki Hâlık, Barî, Musavvir o, en güzel isimler (Esma-ül Hüsnâ) onun, bütün Göklerdeki ve yerdeki ona tesbih eder, o öyle azîz öyle hakîmdir. (Elmalı)

 

“HU”vAllâhul Hâlik Allah Hâlık’tır. Mutlak yaratıcıdır.

El Bâri: Bâri’dir, sadece yaratmakla kalmaz yarattığının ilk örneklerini de yaratandır. Yani prototiplerini, ilk örneklerini de var edendir. Hakikaten, şöyle bakın etrafınıza, her sanatçı yaratılmıştan yola çıkarak sanatını icra eder. Ama alemlerin Rabbi olan Allah neye bakarak yaratmıştır yarattıklarını. Modellerini de kendisi yaratmıştır. Siz (haşa) sizi yaratacak olsaydınız nerenizi nereye koyardınız? Şöyle bir bakın aynaya. Allah öyle muhteşem yerleştirmiştir ki insan en uçuk kaçık şeyler çizse bile yine de Allah’ın yarattığı çerçevenin dışına çıkamamaktadır.

El Musavvir; O yarattığının suretini tasvir eder. Yarattığının suretini en güzel şekilde, O’nun kullanacağı, O’nun amacına uygun olan en güzel şekilde yaratır.

[Ek bilgi; Musavvır olan cisimde rûh îcâd eden onu harekete getirir. O rûh bütün uzuvlarda tasarruf sahibidir. Göz, onunla görür. Kulak, onunla işitir. Dil onunla söyler. El, onunla tutar. Ayak, onunla yürür. Eğer bu ruh olmazsa gövde bir ağaç parçası gibi cansızdır. Hiçbir organ görevini yapamaz. O ulu padişahın emsalsiz işleri vardır. (Ebü'l-Leys Semerkandi-Tefsirü'l-Kur'an)]

leHUl’ Esmâ’ül Hüsnâ en güzel nitelikler, tüm mükemmellikler O’na aittir. Hepsinde tahsis “lam”ı ile gelir, istisnası yoktur bunun. Yani burada; LeHU da ki “lam” ne ise Lillahi biçiminde gelir bazı yerlerde. Ama tahsis “Lâm”ı mutlaka tüm kullanımlarda yer alır. Bu da şu anlama gelir. Tüm mükemmellikler O’na mahsustur. Tüm mükemmel vasıflar O’na mahsustur.

Esma; aşkın ve mutlak zatın kendini insan idrakine indirmesi, nazil etmesidir. Eşyanın hakiki manası vardır bir. Eşyanın 3 tür varlığı vardır.

1 – Eşyanın hakiki varlığı. O Allah için Allah’ın zatıdır.

2 – Eşyanın zihni varlığı vardır. Eşyanın hakiki varlığından farklı olarak bir de onun zihnimizde düşen zihni varlığı.

3 – Eşyanın dildeki varlığı.

İşte esma ve sıfat Allah’ın dilde ki varlığıdır. Allah’ın zatını biz düşünemeyiz. Yani Zatullah; bizim aklımızın kapasitesini aşar. Onun için Allah’ın zatını düşünmeyin buyurmuştur efendimiz. Allah’ın esması ve sıfatı üzerinde durmamız istenmiştir. Allah’ı ancak zatıyla değil esmasıyla bilebiliriz. Zatıyla bilemeyiz, çünkü zihnimiz buna yetmez.

İdrâk-i me’âli bu küçük akla gerekmez,

Zîrâ bu terâzû o kadar sikleti çekmez.  (Ziya Paşa)

Der ya Ziya Paşa, bu terazi bu ağırlığı taşımaz. Onun için mukayyet olan insan aklı, mutlak ve sonsuz olan Allah’ı kapsayamaz ve kavrayamaz. O zaman ne yapmamız lazım? Esmasıyla bilmemiz lazım. İşte bunun içindir ki soru sormaya Allah’tan başlamak yanlış yerden başlamaktır. Soru sormaya insan eğer başlayacaksa kuldan başlamalı, yarattıklarından başlamalı. Yani önce onu gösteren parmaklardan başlamalı, o zaman haddini bilir insan. Hâlitken değil mahluktan başlamalı. Soru sormaya mutlak varlıktan başlayan bir zihnin ters dönmüş, amuda kalkmış bir zihindir.

El Hüsnâ ismi tafdildir, sufat manasına da gelir. Yani en güzel manasına geldiği gibi güzel manasına da gelir. Fakat güzel karşılığı yetersizdir. Mükemmellik belki buna güzel bir karşılık olabilir yine yetersiz olmakla birlikte. Mükemmel anlaşılabilir mi peki? Hayır. Mükemmel anlaşılmaz çünkü aklımız mükemmel olmadığı için mükemmelliği kavrayamaz. Neden rabbini değil de ismini an diyor şimdi anlıyor muyuz Kur’an ı. Rabbini değil, O’nun ismini an, adını an. Çünkü O’nun adından O’nun zatını düşünmeye ancak yol alabiliriz, fakat onu da tam beceremeyiz.

Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak biçiminde anlamış Gazali O’nun esmasını anmayı. Yani O’nun esması insanda ahlaka dönüşürse bu Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak olarak anlaşılmış. Esma ül Hüsna ya çarpım tablosu muamelesi yapmak onun için esmayı anlamamaktır. Yani sadece 99 kelimeyi ezberleyen Cennete girer şeklinde anlamak, hiç anlamamaktır o hadisi. Aslında;  men ahsâhâ dehalel cenneh. Ahsâhâ da ki o Ahsâ nın 20 ye yakın anlamı vardır. Kim ezberlerse değil sadece, kim sayarsa değil, kim yaşarsa, kim anlarsa, kim künhüne vakıf olursa, kim hayatına giydirirse, kim ahlakını O’nun la ahlaklandırırsa manalarının hepsine birden gelir. Onun için  tehallaku bi ahlâkillah ı biz esma ile birlikte Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın sözünü esma ile birlikte düşünmek durumundayız.

yüsebbihu leHÛ mâ fiysSemâvâti vel’Ard göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun adına hareket ederler, O’nu tespih ederler. Ve “HU”vel’Aziyz’ul Hakiym Ama ey insan; (göklerde ve yerde olan her şey O’nun adına hareket ederde ya sen kimin adına hareket edersin. Sen eğer nefsinin adına şeytan adına hareket etmeye kalkarsan Allah’ın bundan nesi eksilir hiç düşündün mü? Ve “HU”vel ‘Aziyz, O azizdir, O yücedir, O sonsuz büyüktür, O’nun hiçbir şeyi eksilmez, sen bitersin ey insan, sen tükenirsin. Nasıl mı? Hemen yukarıda demişti ya 19. ayette Ve lâ tekûnu kelleziyne nesullahe feensahüm enfusehüm (19) Allah’ı unutan ve Allah’ın kendilerini, kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Allah’ı unutan, Allah’ın da kendisini nefsine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Eğer sen O’nu unutursan, sen O’nun adına hareket etmezsen Ve “HU”vel ‘Aziyz O aziyzdir, hiçbir şeyi eksilmez.

El Hakiym; Hakiymdir. Eğer dersen ki kendisini unutacak bir varlığı neden yarattı, bunun cevabı da son isimdir. El Hakiym. Hikmeti vardır. Küfür olmasaydı imanın, karanlık olmasaydı aydınlığın, batıl olmasaydı hakkın,i münkir olmasaydı mü’minin kıymeti nasıl bilinecekti. Hikmeti vardır Üzerinde düşünürsen hikmetini anlarsın.

[Ek bilgi; Allah’ın Sıfatları;

1 - Zâtiyye sıfatlar,

2 - Fiiliyye sıfatlar,

3 - Maneviye sıfatlar olarak üç kısma ayrılır.

1 - Zâtî sıfatlar, Allah'ın zâtından ayrılmayan sıfatlardır ve iki kısımdır.

a)- Sıfat-ı Selbiyye

b)- Sıfat-ı Sübutiyye'dir.

a)- Selbî sıfatlar: Vücud, kıdem, bekâ, muhalefetün li'l-havâdis, yani yaratıklara benzememek gibi teşbihi ortadan kaldırarak kudsiyyet ve nezâhet ifade eden sıfatlardır ki, kuddüs, selam, ehad, vahid, evvel ve ahir gibi isimler de böyledir.

b)- Sübutî sıfatlar: Hayat, ilim, semi basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvin sıfatlarıdır. İsimleri de zâti sıfatlar hasebiyledir. Fiili sıfatlar, zâti sıfatların eser ve hükümleri ile ortaya çıkışını ifade eden tekvin sıfatının görüntüsünden ibarettir ki, gibi isimler de böyledir.

c)- Manevî sıfatlara gelince, Allah Teâlâ'nın ahlâkını, sıfat ve isimlerinin ahkâm ve kemâlini ifade eden azâmet ve kibriyâ, celâl ve cemâl, izzet, adalet, hikmet, hilim, sabır, fadıl, şedidu'l- ikâb ve seriu'l-hisâb gibi vasıf ve isimler bu kabildendir. (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır – Kur’an dili)]

[Ek bilgi-3; Beyhakî, muttasıl bir senedle Hz. Aişe (r.a.)'den şöyle bir rivayet nakletmiştir. Hz. Aişe Peygamber'e,

"Ya Resulullah! Allah Teâlâ'nın kendisine dua edildiği zaman kabul buyurduğu ismini bana öğret." demişti.

Resulullah da, ona "Kalk abdest al, mescide gir, iki rekât namaz kıl, sonra dua et ben dinleyeyim." buyurdu. O da öyle yaptı. Sonra dua için oturduğunda Hz. Peygamber "Allah'ım onu muvafık kıl." dedi.

Hz. Aişe de şöyle dua etti: "Ey Allah'ım bildiğimiz ve bilmediğimiz güzel isimlerin hepsiyle ve bir kimsenin kendisiyle sana dua ettiği zaman hoşlandığın ve yine kendisiyle istediği vakit verdiğin en yüce isimle senden istiyorum."

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v) 'İsabet ettin, isabet ettin.' buyurdu."(Hadis- Beyhaki)]

 

Sadakallahul aziym


İslamoğlu Tef. Ders. MÜMTEHİNE (01 – 13) (174 – B)

$
0
0

231

Şimdi yepyeni bir Kur’an burcunu daha gezeceğiz, bu burcun ismi Mümtehane. Mushafta Haşr suresinden hemen sonra yer almış olan bu sure adını 10. ayetinden alır. İmtihan edilen kadın manasına gelir, Mümtehane. Ellerimizdeki Mushaflarda Mümtahine yazılmış. Biraz mecazi bir anlamdır bu mecazen sureye nispeti imtihan suresi manasına gelir. Fakat vakıaya uygun olan doğru ad Mümtehane adıdır, tıpkı Mücadile suresinin mücadele olarak anılması gibi Mümtehane suresi de Mümtahine şeklinde anılmıştır. Adeta iki surenin isminin başından geçenler benzer niteliktedir. Meveddet suresi adıyla da anılmış bu sure.

Mümtehane suresinin zamanı Medeni bir sure, Medine’de nazil olmuş. Yılı tam tespit edemiyoruz indiği yılı, ihtilaflı. Hatıp olayı, ki surede birebir anlatılan bir olaydır, yaşanmış bir olaydır Hatıb Bin ebi Beltea olayı fetih sırasında değil de Hudeybiye anlaşması sırasında, ki Hudeybiye gerçek fetih olarak anlatılır. Fetih suresinin de nazil olduğu dönemde yapılmış bir anlaşmadır. Daha doğrusu fetih suresi Hudeybiye üzerine nazil olmuştur, sebebi nüzulü Hudeybiye anlaşmasıdır. Onun için biz Hudeybiye’yi Allah Resulünün ifadesiyle gerçek fetih olarak anlamamız lazım. Dahası Rabbimizin ifadesiyle gerçek ve büyük fetih olarak anlamamız lazım.

Hatıb’ın mektubu Mekke’lileri bekleyen tehlikeyi önceden haber veren bir ihbardır. Casus kadın 4. yılda Medine’ye gelmiş, 6. yılda ise Medine’yi terk etmiş. Sure bu durumda 6. yılda inmiş olmalıdır diyebiliriz.

Surenin konusu savaş ahlakıdır, yani ana tema kısaca, özet halinde savaş ahlakıdır. Mü’min ve kafir arasında ki duygusal ve sosyal ilişkileri düzenler. Hz. İbrahim’i bu bağlamda örnek gösterir. İlişkileri engelleyen küfür değildir aslında. Mü’minler ve kafirler arasında ki ilişkileri engelleyen. Saldırganlık ve tecavüz olduğunu biz bu surenin 7. ile 9. ayetlerinden anlarız. Yani Mü’minlerle kafirlerin ilişkisine mani olan şey kafirlerin küfrü değildir. Kafire küfründen dolayı mü’minin ilişkisini kesmesi gerekmez. Onu bu Mümtehane suresinin 7-8- ve 9. ayetlerinden açıkça anlarız. Tecavüz ve saldırganla ilişkisini kesmeyi ister sure. 10 ve 11. ayetler şirki, küfrü tercih eden eşlerin boşanmasını emreder. Müşrik ailelerin, müşriklerin Müslümanlarla bir aile kuramayacağını ifade eder ki aslında Müslüman aileyi inşa etmek içindir. Şimdi bu girişten sonra sureye geçebiliriz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

1-) Ya eyyühelleziyne amenû lâ tettehızû ‘aduvviy ve ‘aduvveküm evliyâe tulkune ileyhim Bilmeveddeti ve kad keferu Bima caeküm minelHakkı yuhricunerRasûle ve iyyaküm en tu’minu Billâhi Rabbiküm* in küntüm harectum cihaden fiy sebiyliy vebtiğae merdatiy tusirrune ileyhim Bilmeveddeti, ve ene a’lemu Bima ahfeytum ve ma a’lentum* ve men yef’alhu minküm fekad dalle sevâessebiyl;

Ey iman edenler! Benim düşmanım, sizin de düşmanınız olanları velîler edinmeyin! Onlar, size Hak’tan geleni inkâr ettikleri hâlde; Rabbiniz, Esmâ’sıyla hakikatiniz olan Allâh’a iman ettiğiniz için Rasûlü ve sizi (yurdunuzdan) çıkardıkları hâlde, siz onlara sevginizi ilka ediyorsunuz. Eğer yolumda cihat etmek ve rızamı talep etmek için çıkmış iseniz (dost edinmeyin); oysa onlara sevginizi (içinizde) gizliyorsunuz. Ben gizlediğinizde ve açıkladığınızda olarak bilirim! Sizden kim bunu yaparsa, yolun denge noktasından gerçekten sapmıştır. (A. Hulusi)

01 – Ey o bütün iman edenler! Düşmanımı ve düşmanınızı dostlar yerine tutmayın, siz onlara meveddet (dostluk, sevgi) ilka ediyorsunuz, onlar ise haktan size gelene küfrettiler, rabbiniz Allaha iman ediyorsunuz diye sizi ve Peygamberi çıkarıyorlardı, eğer sizler benim yolumda ve rızam uğurunda cihad için çıktınızsa… Siz meveddetle onlara sir veriyorsunuz, halbuki ben sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da hepsini bilirim ve içinizden her kim onu yaparsa artık düz yolun ortasında şaşırmış olur.(Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû lâ tettehızû ‘aduvviy ve ‘aduvveküm evliyâe siz ey iman edenler benimde, sizinde düşmanınız olan kimseleri, candan yürekten dostlar edinmeyiniz. Onlarla kader birliği yapmayınız. Evliya olmak budur. Candan yürekten sırdaş edinmek, hatta Razi’nin bunu tam karşıladığı kelime Bitane, yani batm dan gelir. Onunla sırdaş olmak, onunla candan yürekten dost olmak anlamına alıyor bunu Razi. Candan yürekten kader birliği olan bir dost edinmeyiniz.

tulkune ileyhim Bilmeveddeti ve kad keferu Bima caeküm minelHakk Siz onlara yürek dolusu sevgi sunuyorsunuz, ama onlar size gelen hakikati kökten inkar ediyorlar. Bilmeveddet de ki “B” sevginin ölçüsüzlüğüne delalet eder. Yani siz sevginizi ölçüsüzce veriyorsunuz ama onlar size gelen hakikati, yani vahyi ve vahyi getiren peygamberi inkar ediyorlar. Nasıl olacak bu candan yürekten dostluk? O yürekle peygambere iman etmediniz mi, Aslında Kur’an a, vahye, Allah’a imanınız o yürekte değil mi. Peki aynı yüreği nasıl paylaştıracaksınız, ikiye ayıracaksınız. Hem küfrü hem imanı seveceksiniz. Hem hakkı hem batılı seveceksiniz. Aslında zımnen sorduğu soru bu gibi.

yuhricunerRasûle ve iyyaküm en tu’minu Billâhi Rabbiküm Onlar elçiyi ve sizi iman ettiniz diye rabbiniz olan Allah’a iman ettiniz diye vatanlarınızdan çıkarıyorlar, kovuyorlar. in küntüm harectum cihaden fiy sebiyliy vebtiğae merdatiy doğrusu sizlerde benim davam uğruna, rızamı kazanmak için yapılmış bir cihadın sonucunda çıkmıştınız yurtlarınızdan. Yani rızamı kazanmak için yapılmış bir savaşın, cihadın, muharebenin sonucunda çıkmıştınız. “in” e gad manası vererek bu manayı elde ettiğimi hemen belirteyim.

tusirrune ileyhim Bilmeveddeh ama şimdi onlara fıtri sevgi gerekçesiyle gönülden bir muhabbet besliyorsunuz ve sır veriyorsunuz. Tusirrune ileyhim, yani meveddet gerekçesiyle onlara gönülden bir sır veriyorsunuz. Saklamanız gereken sırları onlarla paylaşıyorsunuz. Hatıb’ın ailesine olan tabii sevgisi kastediliyor burada. Birazdan anlatacağım o gönülden sevgi sebebiyle onlarla paylaşılan sır neymiş.

ve ene a’lemu Bima ahfeytum ve ma a’lentum ve ben Allah olarak sizin gizlediklerinizi de biliyorum, açıkladıklarınızı da biliyorum. Evet, düşmana verilen sır ıhfa, bunun altında ki sebep ıhfa. Sır düşmana verilen şey. Ama burada Bima ahfeytum diyor, gizlediklerinizi de. O sırrı vermenizin altında yatan gerçek sebep.

ve men yef’alhu minküm fekad dalle sevâessebiyl kim böyle yaparsa sizden iyi bilsin ki o doğru yolun ortasında şaşmıştır. fekad dalle sevâessebiyl böyle çevirmek daha hoş gibi geliyor bana. Doğru yolu bulmuş, doğru yolun ortasında yürürken yoldan şaşmıştır. Neden böyle bittiğini ayetin olayın ayrıntısını anlattığımızda sanırım anlayacağız.

İniş nedeni Hatıb Bib Ebi Beltea’dır. Bu zat doğru yolu bulmuş bir zattır, mü’mindir, Bedir’e katılmıştır, Uhud’a katılmıştır. Bedi ve Uhud’da savaşmıştır. Allah resulüne bey’at etmiştir Rıdvan ağacının altında. Düşünün Uhud’da tepeye yerleştirilen 50 okçudan biriydi. Yerini terk etti, yerini terk eden okçuların içinde oldu, savaş kaybedildi. Allah resulü ona tarizde bile bulunmadı.

Ama, belki de öyle bir arka planın sonucunda Hatıb Medine’ye gelen Ebu Leheb’in cariyesi Sare isimli 4. yılda Medine’ye gelmiş bir kadın vardı. Bu kadın Allah Resulünden kendisini beslemelerini istedi. Ey AbdulMuttalib oğulları beni aç bırakmayın diyerek. Ama ben öyle anlıyorum ki bu kadın Mekke’den casus olarak gönderilmişti. 2 yıl Medine de kaldı ve demek ki bu dönem içerisinde Hatıb’la da görüşmüş. Hatıb; Muhacirlerden, yoksullardan. Kendisi geliyor fakat çocukları, annesi ve kardeşleri Mekke’de kalıyor. Yoksul oldukları için gelemiyorlar. Ve işte Mekke’de kalan yakınlarının başına bir şey gelmesin, onlara bakacak güçlü bir kabileye de mensup olmadığı için onların başına bir şey gelmesin diye bu kadınla birlikte Mekke’lilere bir mektup yolluyor.

Mektup kısaca şöyle, ki ben Alusi de buldum mektubun metnini: İnne Resulallah teveccehe ileyküm biceyşin kelleyli, yesiyr. Ve uksim Billâhi levsara ileyküm vahdehu ve neserallahu aleyküm fe innehu muncizün lehü ma veadeh. Bu kadar, kısa bir pusula, mektup.

Muhakkak diyor Resulallah sizin üzerinize geçeler gibi büyük bir orduyla geliyor, üzerinizi tamamen çiğneyip geçecek büyük bir ordu. Allah’a yemin olsun ki eğer o sizin üstünüze tek başına yürüse, yine de size galip gelir. Çünkü Allah ona nusreti, zaferi vaad etmiştir. Diyor, mektupta bunları söylüyor.

Allah Resulüne özel kaynağı tarafından bildiriliyor ve Resulallah Hz. Ali komutasında 3 kişilik bir müfrezeyi kadını bulmak üzere yolluyor. Kadını Ravza-ı Haf denilen yerde buluyorlar, sıkıştırıyorlar. En sonunda kadın sonuna kadar direniyor inkar ediyor. En sonunda büyük tehditler bir rivayete göre saç örgülerinin arasından, diğer bir rivayete göre başka bir yerinden çıkarıyor ve mektubu uzatıyor.

[Ek bilgi; Aralarında hafif bir tartışma geçti. Mektubu bulamayınca, Hz. Ali hâriç, diğerleri "dönelim. Bulamadık" dediler. Hz. Ali (r.a) "Allah bunu Cebrâile bildirdi. O da Peygamberimize bildirdi. Hiç birisi yalan söylemez. Bu kadında mektup var" demişti. Bu da, Hz. Ali'nin daha imanlı, daha âlim olduğunu gösteriyor. Sonunda mektubu aldılar, (E. Semerkandi-Tesfsirü-lKur’an.]

Resulallah’a Mektup geldiğinde Hatıb’ı çağırtıyor ResulAllah ve mektubu gösteriyor. Hatta Hatıb girerken Hz. Ömer orada; Bırak ya ResulAllah bu münafığın boynunu vurayım diyor. Fakat Hatıb; Acele etme ya ResulAllah beni dinle diyor ve orada kendisini savunuyor, mazeretlerini söylüyor, yaptığının yanlış olduğunu inkar etmiyor. Fakat Ya ResulAllah benim güçlü bir kabilem yok, Mekke de yakınlarım var, onlara kimse bakmıyor, bakıcım da yok. Onlar Mekke lilerin insafına terk edilmiş. Ben böyle yaparsam onlara bir zarar gelmesini engellerim diye düşündüm diyor, kendini böyle savunuyor.

Sonuçta ResulAllah Hatıb’ı yine görevlendiriyor, 2 kez ResulAllah’ın elçiliğini yapıyor. Huneyn de Hatıb’a su kuyusu kazma bulma görevini görüyoruz ve ileriki yıllarda da Hatıb’ın yine güzel görevlerde istihdam edildiğini, yani bir kusurla adam asılmadığını, insanları yargısız infaza tabi tutulmadığını, mazeretlerinin geçersiz olsa bile dinlendiğini ve değerlerin harcanmadığını biz bu örnek olaydaki sonuçtan anlıyor ve görüyoruz. Belki bu örnek olayın da geleceğe bıraktığı ibret ve örnek bu oluyor.

 

2-) İn yeskafûküm yekûnu leküm a’dâen ve yebsutu ileyküm eydiyehüm ve elsinetehüm Bissûi ve veddu lev tekfurun;

Eğer onlar sizi ele geçirirlerse, sizin için düşmanlar olurlar. Ellerini ve dillerini size kötülükle uzatırlar ve hakikat bilgisini inkâr eden olmanızı şiddetle arzu ederler. (A. Hulusi)

02 – Eğer onlar size bir zafer bulurlarsa hepinize düşman kesilirler ve sizlere fenalıkla ellerini ve dillerini uzatır ve arzu ederler ki hep kâfir olsanız! (Elmalı)

 

İn yeskafûküm yekûnu leküm a’dâe eğer onlar sizi bastırırlarsa size düşmanlıklarını sürdürürler. Yani sizi yenerlerse size düşmanlıklarını devam ettirirler. ve yebsutu ileyküm eydiyehüm ve elsinetehüm Bissûi dahası ellerini ve dillerini size kötülük yapmak için kesinlikle uzatırlar. Yani eğer size zafer kazanırlar da size galip gelirlerse onların elinden kurtulamazsınız. Sizin şimdi dostluk sergilediğiniz o Mekke’li lerin eline bir fırsat geçse sizi doğrarlar, sizi yok ederler. Yani bu bize mektup yazmıştı, bu bize haber vermişti falan demezler demeye getiriyor ayeti kerime.

ve veddu lev tekfurun inkar etmenizi yürekten isterler üstelik. Yani bir de küfretmenizi isterler. Sizin kendilerine yardım etmenizle yetinmezler, kendilerine casusluk yapmanızla yetinmezler, en sonunda sizin kendileri gibi küfretmenizi de isterler. Kendilerinden oluncaya kadar sizden razı olmazlar yani özetle.

 

3-) Len tenfe’aküm erhamuküm ve lâ evladüküm yevmelkıyameti yafsılu beyneküm* vAllâhu Bima ta’melune Basıyr;

Ne akrabalarınız ne de evladınız size asla fayda sağlamaz! Kıyamet sürecinde aranızı ayırır! Allâh yaptıklarınızda olarak Basıyr’dir. (A. Hulusi)

03 – Ne hısımlarınızın ne de evlatlarınızın size asla menfaati olmaz, o kıyamet gününde aranızı ayırır ve Allah hep amellerinizi gözetir. (Elmalı)

 

Len tenfe’aküm erhamuküm ve lâ evladüküm yevmelkıyame size ne onların yakınlıkları, ne de sizin çocuklarınız, yani kendisi uğruna kafirlere muhabbet beslediğiniz, Müslümanlara ihanet anlamına gelen bir takım işlere yeltendiğiniz o yavrularınız, akrabalarınız, yakınlarınız, yani sizin hiç kimseniz size yarın Allah nezdinde yardım etmez. Allah nezdinde sizi Allah’tan gelecek bir cezadan korumaz. Kıyamet günü ne sizin yakınlarınız, erhamuküm ve lâ evladüküm, ne de çocuklarınız size gelecek bir cezayı önleyemez. Hiçbir yardımı olmaz.

yafsılu beyneküm Allah aranızı ayırır, yani şimdi kendileri için kendinizi ateşle attığınız o kimseler yarın sizden kaçarlar (Yevme yefirrulmer’u min ahıyh) (Ve ümmihi ve ebiyh) (Abese/34-35) İlâ ahıri ayeh! Ayetlerinde söylendiği gibi kişi o gün kendi kardeşinden kaçar, eşlinden kaçar, çocuklarından kaçar, anne babasından kaçar. Yani aranız ayrılır hiç kimse hiç kimseye yardım edemez olur. vAllâhu Bima ta’melune Basıyr Allah yaptığınız her bir şeyi en ince ayrıntısına kadar görmektedir. Zımnen yakınlarınızı kollamak için şah damarınızdan yakın olan Allah’a uzak düşmeyin.

[Ek bilgi; ÇIKARILAN SONUÇLAR.

Hz. Hatib'in hadisesi ile bu hadise üzerine nazil olan ayetlerden, aşağıdaki sonuçları çıkarabiliriz.

a) Bu şekilde davranmak, kişinin niyeti ne olursa olsun casusluktur. Üstelik bu casusluk, tehlikeli ve zarar verecek olaylara yol açabilecek bir dönemde yapılmıştır. Bu suç normal bir zamanda değil, savaş durumunda işlenmiş olmasına rağmen, Hz. Peygamber (s.a) Hz. Hatib'i, ona kendini savunma şansı tanımaksızın hapse atmamış ve ayrıca mahkemeyi açık bir şekilde yapmıştır. Tüm bunlardan anlaşıldığına göre, İslâm'da yöneticiler ve hakimler, bir kimsenin suçunu kendileri bilseler veya şüphe duysalar dahi, o kimseyi hemen hapse atma yetkisine sahip değildirler. Ayrıca gizli kapılar ardında yargılamanın da İslâm'da yeri yoktur.

b) Hz. Hatib bin Ebi Belta'nın sadece Muhacir olmayıp, ayrıca Bedir ashabından olması, O'na sahabeler arasında imtiyaz kazandırmıştı. Bu özelliklerine rağmen, büyük bir suç işlediği için, Allah Teâlâ onu yukarıdaki ayette sert bir şekilde tenkit etmiştir.

c) Hz. Hatib'in mahkemesi esnasında, Hz. Ömer'in görüşü, Hz. Hatib'in davranışının zahirine bakılarak öne sürülmüştü. Ancak Hz. Peygamber (s.a) O'nun görüşünü reddedip daha sonra İslâm'ın "Bir davranışın sadece zahiri göz önüne alınarak karar verilmez" şeklindeki bir ilkesini beyan etmiştir.

d) Hz. Peygamber'in (s.a) Bedir ashabının faziletleri hakkında, "Allah'ın Bedir Savaşı'na katılanlara, o vaziyeti görüp, "Ben sizi affettim" demediğini kim biliyor?" şeklindeki sözü "Bedir ashabı ne günah işlerse işlesin, onların affı önceden garanti edilmiştir" anlamında değildir.

e) Kur'an ın ve Hz. Peygamber'in (s.a.) açıklamalarından, kafirler lehinde casusluk yapmasının bir Müslüman’ın mürtet sayılmasına veya iman dairesinden çıkarılmasına ya da münafık kabul edilmesine yeterli olamayacağı anlaşılmaktadır.

f) Kur'an ın bu ayetlerinden, bir Müslüman’ın kafirler lehine casusluk yapmasının en yakın akrabalarının malları ve canları tehlikede olsa bile, hiçbir zaman caiz olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.

g) Eşbah'a göre bu konuda Devlet Başkanının (İmamın) geniş bir yetkisi vardır. O, suçlunun şartlarını göz önüne alarak gereken cezayı verir. Ayrıca bu görüş, İmam Malik ve İbn Kasım'dan da nakledilir. İbn el-Macişun ve Abdulmelik bin Hateb'e göre, suçluda casusluk yapmak adet halini almışsa, onu katletmek gerekir.

h) Yukarıda zikredilen hadisten, suçlunun aranmasında gerekirse sadece erkeklerin değil, kadınların da elbiselerinin çıkarılmasının caiz olduğu sonucu çıkıyor.Tefhimü’l Kur’an. E.A.Mevdudi)]

 

4-) Kad kânet leküm usvetun hasenetun fiy İbrahiyme velleziyne me’ahu, iz kalu likavmihim inna bureau minküm ve mimma ta’budune min dûnillâhi, keferna Biküm ve beda beynena ve beynekümül’adavetü velbağdâu ebeden hattâ tu’minu Billâhi vahdeHU illâ kavle İbrahiyme liebiyhi leestağfirenne leke ve ma emlikü leke minAllâhi min şey’* Rabbena ‘aleyke tevekkelna ve ileyke enebna veileykelmasıyr;

İbrahim’de ve Onunla beraber olan kimselerde sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine dediler ki: “Muhakkak ki biz sizden de, Allâh dûnunda kulluk yaptıklarınızdan da uzağız! Sizi inkâr – reddettik. Sizinle aramızda ebediyen düşmanlık ve buğz başlamıştır; siz Esmâ’sıyla hakikatiniz olan Allâh’ın Vâhidiyetine iman edinceye kadar!”… Ancak İbrahim’in babasına: “Mutlaka senin için mağfiret dileyeceğim; ama senin için (dua edip istemekten başka) Allâh’tan bir şeye mâlik değilim” sözü hariç! “Rabbimiz, sana tevekkül ettik, sana yöneldik ve dönüş sanadır!” (dediler). (A. Hulusi)

Sizin için güzel bir örnek İbrahim ile beraberindekiler de oldu: Vaktiyle onlar kavimlerine şöyle dediler: «Biz sizlerden ve Allah dan başka taptıklarınızdan beriyiz ve sizi tanımıyoruz, ta ki siz Allahın birliğine iman edinceye kadar, sizinle aramızda ebedî buğz-u adavet başladı» ancak İbrahim’in babasına «Elbette senin için istiğfar edeceğim» mamafih senin için Allah dan hiç bir şeye gücüm yetmez» demesi müstesna, dediler. Ya Rabbena! Biz ancak sana tevekkül kıldık ve sana gönül verdik ve bütün gidiş sanadır. (Elmalı)

 

Kad kânet leküm usvetun hasenetun fiy İbrahiyme velleziyne me’ah doğrusu sizin için İbrahim ve onunla birlikte olan kimseler de büyük bir örneklik, güzel bir örneklik vardır. iz kalu likavmihim inna bureau minküm ve mimma ta’budune min dûnillâh hani onlar demişlerdi ki kavimlerine; Biz sizden ve sizin Allah dışında taptığınız her şeyden berîyiz, teberi ediyoruz. Sizden de, Allah dışında taptığınız putlardan da uzaklaşıyoruz. Demişlerdi İbrahim ve beraberindekiler. keferna Biküm biz sizin hayat tarzınızı reddediyoruz, biz sizi inkar ediyoruz, sizin hayat tarzınızı reddediyoruz demişlerdi.

ve beda beynena ve beynekümül’adavetü velbağdâu ebeden hattâ tu’minu Billâhi vahdeH sizinle bizim aramızda, siz bir tek Allah’a iman edinceye dek ebediyen sürecek bir düşmanlık ve nefret vardır demişlerdi İbrahim ve beraberindekiler. illâ kavle İbrahiyme liebiyhi leestağfirenne lek ancak tek istisnası vardı bunun. Yani sizin örnek almamanız gereken tek istisna. O da neydi? İbrahim’in babasına; Senin için kesinlikle istiğfar edecek Allah’tan af dileneceğim demesiydi. ve ma emlikü leke minAllâhi min şey’ Ama senin lehine Allah’tan bir şey elde etme gücüm yok demişti İbrahim babasına. Sen babamsın, ben peygamber oğulum, sen de müşrik babamsın. Ama senin için Allah’tan isteye isteye zorla bir şey elde edemem demişti.

Rabbena ‘aleyke tevekkelna ve ileyke enebna veileykelmasıyr (Size düşen şöyle yalvarmaktır.) _Böyle bir parantez içi açıklama koymamız gerekiyor bu ayetin başına_ (hepinize, hepimize düşen şöyle yalvarmaktır ey mü’minler.) Ey rabbimiz sana güvendik, sana dayandık. Ve ileyke enebna ve sana yöneldik veileykelmasıyr, en sonunda varacağımız yer sensin. Varış yeri, son durak sensin.

Burada değerli Kur’an dostları Hz. İbrahim’in bir istisnasından bahsediliyor. İllâ kavle diye devam eden bölüm bu istisnayı veriyor aslında. Hz. İbrahim bu vaadini gerçekleştirmişti. Vağfir liebiy innehu kâne mineddâlliyn. (Şuârâ/86) Babamı affet, çünkü o sapıttı diye dua etmişti Şuârâ 86, 87. ayetlerinde. Ama tevbe suresinde ki ayetten babasının Allah düşmanı olduğunu anlayınca Tevbe/114. ayetinden babasının Allah düşmanı olduğunu anladığını görüyoruz Hz. İbrahim’in. İşte bunu anlayınca duasından geri dönmüş ve teberî etmişti

Ve ma kânestiğfaru İbrahiyme li ebiyhi illâ an mev’ıdetin veadeha iyyahu.(Tevbe/114) Yani ona verdiği bire söz üzerine sadece dua etmiş, istiğfar etmişti. Biz bunu anlıyoruz. Sözünü yerine getirmek için. Fakat onun Allah’tan yüz çeviren biri olduğu açıkça anlaşılmış ve Allah’ın da onu affetmeyeceği kesin anlaşılmış olunca Hz. İbrahim bir daha babasına dua dahi etmedi. Biz bütün bu ayetlerden, Tevbe/114., Şuârâ/86-87 ayetleri ve bu ayetten biz bu gerçeği açıkça anlıyoruz. Demek ki kafirliği açıksa bir insan, küfrü üzere de ölmüşse ona asla istiğfar edilmez, rahmet dilenmez, mağfiret dilenmez. Kur’an ın açık hükmü budur.

 

5-) Rabbena lâ tec’alna fitneten lilleziyne keferu vağfir lena Rabbena* inneke entel ‘Aziyzül Hakiym;

“Rabbimiz! Hakikat bilgisini inkâr edenler için bizi sınav objesi kılma! Bizi mağfiret et Rabbimiz! Muhakkak ki sen Aziyz’sin, Hakiym’sin.” (A. Hulusi)

05 – Ya Rabbena! bizleri o küfredenlerin fitnesi kılma ve bizlere mağfiret buyur, çünkü sensin ancak öyle azîz öyle hakîm. (Elmalı)

 

Rabbena lâ tec’alna fitneten lilleziyne keferu rabbimiz bizi kafirler için bir fitne kılma. Yani kafirlerin oyuncağı yapma, kafirleri bize güldürme ey rabbimiz. Yani farlık bir ima da böyle mana verebiliriz. vağfir lena Rabbena ey rabbimiz bizi bağışla inneke entel ‘Aziyzül Hakiym çünkü sen, evet sensin üstün ve yüce olan, sensin hikmetle hükmeden.

 

6-) Lekad kâne leküm fiyhim üsvetun hasenetün limen kâne yercullahe velyevmel’ahır* ve men yetevelle feinnAllâhe “HU”velĞaniyyulHamiyd;

Andolsun ki onlarda (İbrahim ve ashabında) sizin için, Allâh’ı ve sonsuz gelecek süreci (yaşamayı) umanlar için güzel bir örnek vardır… Kim (Allâh’tan) yüz çevirirse, muhakkak ki Allâh Ğaniyy’dir, Hamiyd’dir. (A. Hulusi)

06 – Hakikaten sizler için güzel bir örnek onlarda olmuştur: Allaha ve Âhiret gününe Ümit besleyenler için; her kim de aksine giderse haberi olsun ki Allah çok ganiydir, her hamd onundur. (Elmalı)

 

Lekad kâne leküm fiyhim üsvetun hasenetün limen kâne yercullahe velyevmel’ahır doğrusu onların bu tavrında içinizden Allah’ı ve ahiret gününü gözeten kimseler için elbet güzel bir örneklik vardır. ve men yetevelle feinnAllâhe “HU”velĞaniyyulHamiyd kim de onları dost edinirse, veya yüz çevirirse. 2 manaya da gelir. yetevelle. Kim onları dost edinirse ki bağlama uygun budur, ben bunu tercih ediyorum, veya yüz çevirirse iti bilsin ki Allah, evet O dur kendi kendine yeten, O’dur tüm hamdlere layık olan.

 

7-) ‘AsAllâhu en yec’ale beyneküm ve beynelleziyne ‘adeytum minhüm meveddeten, vAllâhu Kadiyr* vAllâhu Ğafûrun Rahıym;

Umulur ki Allâh sizinle, düşman olduklarınız arasında bir sevgi oluşturur. Allâh Kaadir’dir… Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A. Hulusi)

7 – Umulur ki Allah sizinle onlar içinden düşmanlaştıklarınız arasında bir meveddet husule getire. Allah kadîrdir, Allah gafurdur rahîmdir. (Elmalı)

 

‘AsAllâhu en yec’ale beyneküm ve beynelleziyne ‘adeytum minhüm meveddeten Mümkindir ki Allah sizin düşman olarak algıladığınız kimselerle sizin aranızda bir sevgi var edebilir. Bu mümkindir. Yani düşmanlarınızla sizin aranızda bir sevgi var edebilir. Bu ayet İslam’da cihad ın gayesinin insanla İslam arasında ki engellerin kaldırılması olduğunu, sevgiyi hakim kılmak olduğunu gösteriyor başka şey değil. vAllâhu Kadiyr ve Allah’ın buna gücü yeter. Allah’ın bunu yapmaya, düşmanınızla sizin aranızda sevgi var etmeye gücü yeter. Yani düşmanınızı da sizin imanınıza döndürmeye. Biz bunu böyle anlayacağız. vAllâhu Ğafûrun Rahıym zira Allah çok bağışlayan sonsuzca merhamet edendir.

İbn. Abbas Ümmü Habibe hakkında evlilikten sonra Ebu Süfyan; Bu yiğidi kimse durduramayacak der. İbn. Abbas Ümmü Habibe hakkında indiğini söyler bu ayetin. Ki Ümmü Habibe Ebu Süfyan’ın kızıdır. Ebu Süfyan Ümmü Habibe’nin babasıdır. Onun için peygamberimize Ebu Süfyan 7. yılda gelmiş ve açlıktan kırılan Mekke için yardım istemişti. Efendimiz A.S. da Hayber’den kazanılan külçe gümüşlerden bir kısmını Mekke’nin fakirlerine gönderdi. İşte Ebu Süfyan bu şefkat abidesi davranışı görünce; Bu yiğidi kimse durduramayacak demişti. Bu önemli. Düşmanına bunu söyletebilmek, işte bu.

 

8-) Lâ yenhâkümullâhu ‘anilleziyne lem yukatiluküm fiyddiyni ve lem yuhricûküm min diyariküm en teberruhüm ve tuksitu ileyhim* innAllâhe yuhıbbulmuksitıyn;

Allâh sizi, din yüzünden sizinle savaşmamış ve sizi yurtlarınızdan çıkarmamış kimselere iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan engellemez. Muhakkak ki Allâh muksitleri (her şeye hakkını verenleri) sever. (A. Hulusi)

08 – Allah sizi din hakkında size kıtal yapmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselerden, onlara iyilik etmeniz ve kendilerine adalet yapmanızdan nehy etmez, çünkü Allah adalet yapanları sever. (Elmalı)

 

Lâ yenhâkümullâhu ‘anilleziyne lem yukatiluküm fiyddiyni ve lem yuhricûküm min diyariküm en teberruhüm ve tuksitu ileyhim İşte İslam’da kiminle savaşılır, kiminle savaşılmaz ve niçin savaşılırın cevapları olan ayetler geldi. Allah size, sizinle din savaşı yapmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselerle, iyilik ve adalet üzere bir ilişki geliştirmeni yasaklamaz. Yani Allah sizi yurtlarınızdan çıkarmamışsa, size karşı bir din savaşı açmamışlarsa onlarla insanlık, iyilik üzerinde yardımlaşmanızı engellemez ve onlarla iyilik çerçevesinde bir ilişki kurmanızı yasaklamaz. Ayet açık ve net. Bunu söylüyor. innAllâhe yuhıbbulmuksitıyn Allah adaletli davrananları sever.

Bu ayetler İslam’da savaşın dine zorla sokma, veya dini zorla yayma amacına hizmet etmediğini, sadece saldırganlığı ve tecavüzü önlemek amacına hizmet ettiğini açıkça gösterir.

 

9-) İnnema yenhakümullâhu ‘anilleziyne kateluküm fiyddiyni ve ahrecûküm min diyariküm ve zaheru ‘alâ ıhraciküm en tevellevhüm* ve men yetevellehüm feülaike hümüzzâlimun;

Allâh ancak, Din yüzünden sizinle savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve sizin çıkarılmanıza destek olmuş kimseleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onları dost edinirse işte onlar zâlimlerin ta kendileridir! (A. Hulusi)

09 – Allah sizi ancak size din hakkında kıtal yapan ve sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza muzaheret ede kimselerden, onlara dostluk etmenizden nehy ediyor, her kim de onlara dostluk ederse işte onlar kendilerine yazık eden zalimlerdir. (Elmalı)

 

İnnema yenhakümullâhu ‘anilleziyne kateluküm fiyddiyni ve ahrecûküm min diyariküm ve zaheru ‘alâ ıhraciküm en tevellevhüm Allah sizi sadece sizinle savaşan, sizinle Din savaşı yapan ve sizi yurtlarınızdan çıkaran veya sizin çıkarılmanıza destek veren kimselerle savaşmanızı, velayet ilişkisi kurmanızı yasaklar. Yani Allah sadece bu üç zümre ile velayet ilişkisine girmenizi yasaklar. Candan yürekten bir ilişkiye girmenizi yasaklar. Kim bunlar; Sizi yurtlarınızdan çıkaran, size karşı Din savaşı açan, ya da sizi yurtlarınızdan çıkaranları destekleyenler. Bunlarla ilişkiye girmenizi yasaklar. Bunların dışında kilerle ilişki kurmanızı yasaklamaz.

ve men yetevellehüm feülaike hümüzzâlimun artık kim onlarla candan bir dostluk kurarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

 

10-) Ya eyyuhelleziyne amenû izâ caekümül mu’minatu muhaciratin femtehınuhünne, Allâhu a’lemu Bi iymanihinn* fein ‘alimtumuhünne mu’minatin fela terci’uhünne ilelküffari lâ hünne hıllun lehüm ve lâ hüm yehıllune lehünn* ve atûhüm ma enfeku* ve lâ cunâha ‘aleyküm en tenkıhuhünne izâ ateytümuhünne ucûrehünn* ve lâ tumsikû Bi ‘ısamilkevafiri ves’elu ma enfaktum velyes’elu ma enfeku* zâliküm hükmullahi yahkümu beyneküm* vAllâhu ‘Aliymun Hakiym;

Ey iman edenler… İman eden kadınlar hicret ederek size geldiklerinde, onları sorgulayın. Allâh onların imanlarını iyi bilir! Eğer onları iman etmiş kadınlar görürseniz, onları hakikat bilgisini inkâr edenlere geri döndürmeyin! Ne bunlar onlara (küffara) helaldir, ne de onlar bunlara helal olurlar! Onlara (küffara) infak ettiklerini (mehrlerini) verin. Onların (bu kadınların) mehrlerini kendilerine verdiğiniz vakit, onları nikâhlamanızda sizin üzerinize bir vebal yoktur. Hakikat bilgisini inkâr eden kadınların nikâhlarını tutmayın… Harcadıklarınızı geri isteyin; onlar da harcadıklarını istesinler. Bu size Allâh’ın hükmüdür… Aranızda hükmediyor. Allâh Aliym’dir, Hakiym’dir. (A. Hulusi)

10 – Ey o bütün iman edenler! Size mümine kadınlar muhacir olarak geldikleri zaman kendilerini imtihan edin, imanlarını Allah bilir, imtihan üzerine onları mümine bilirseniz artık kendilerini kâfirlere geri çevirmeyin, mü’mineler kâfirlere helâl değil, kâfirler de mü’minelere helâl olmazlar: Mamafih sarf ettikleri mehri o kâfirlere verin, sizin o mü’mineleri nikâh etmenizi de de, kendilerine mehirlerini verdiğiniz takdirde, üzerinize bir günah yoktur, kâfirlerin ise ismetlerine yapışmayın ve sarf ettiğinizi isteyin, kâfirler de sarf ettiklerini istesinler, bunlar, size Allahın hükmüdür, aranızda hükmediyor ve Allah alîmdir hakîmdir. (Elmalı)

 

Ya eyyuhelleziyne amenû siz ey iman edenler izâ caekümül mu’minatu muhaciratin femtehınuhünne, Allâhu a’lemu Bi iymanihinne size mü’min kadınlardan, imana ermiş kadınlardan, muhacir kadınlardan gelen olursa, hicret ederlerse femtehınuhünne onları mutlaka imtihana tabi tutun. Allâhu a’lemu Bi iymanihinne her ne kadar Allah onların imanını çok iyi biliyor idiyse de. Yine de onları imtihan edin.

İbn. Abbas diyor ki kadınlar hangi niyetle kocalarını terk ettiklerini sınamayı sırf imanından dolayı mı, yoksa kocalarından kaçtıkları için mi, yani hangi nedenden dolayı kocalarını terk edip Mekke’den Medine’ye kaçıyorlar bunu imtihan edin şeklinde anlamış.

fein ‘alimtumuhünne mu’minatin eğer onların mü’min oldukları konusunda kesin bir yargıya varırsanız fela terci’uhünne ilelküffar onları kafir kocalarına gerisin geri yollamayın, artık döndürmeyin. lâ hünne hıllun lehüm ve lâ hüm yehıllune lehünne artık onlar ne kocalarına helaldir, kocaları da helal değildir. Evet, mef’um muhalifiyle gelmesi ayrılmayın yetmeyip tekrar birleşmenin de artık yasaklığını ifade eder.

ve atûhüm ma enfeku onların verdiklerini de kendilerine iade edin. Yani mehir bedeli olarak vermişlerse bir şeyler hanımlarına, artık Müslüman olup ta müşrik kocalarından ayrılıp Medine’ye gelen hanımlarından alın o mehirleri geri müşrik kocalarına verin. Yani müşrik de olsa hukuku gözetin, müşrikte olsa insanların mallarına ve haklarına riayet edin. Şu ahlaki çerçeveye bakın aziz Kur’an dostları.

ve lâ cunâha ‘aleyküm en tenkıhuhünne izâ ateytümuhünne ucûrehünne artık eğer onların ücretlerini, mehir bedellerini ödemeniz şartıyla, ödediğiniz zaman onları sizin nikahlamanızda herhangi bir beis yoktur. Yani bu evli kadınlar müşrik kocalarını bırakıp, siz de onların mehirlerini Mekke’ye göndermişseniz artık onlar boşanmış sayılırlar onlarla evlenmenizde herhangi bir beis yoktur.

ve lâ tumsikû Bi ‘ısamilkevafir küfürde direnen kadınların nikahlarına yapışmayın, yani onlar küfrü tercih ederlerse inanç özgürlüklerine mani olmayın, zorla tutmayın manasına geliyor ki Hz. Ömer aynı gün, yani bu ayetin indiği gün iki müşrik karısını muhayyer bıraktı onlar da küfrü tercih ettiler ve onları Hz. Ömer Mekke’ye geri yolladı. Demek ki bu ayet inene kadar Hz. Ömer’in nikahı altında kalabilmiş, hem de müşrik inançlarıyla birlikte bu kadınlar.

ves’elu ma enfaktum velyes’elu ma enfeku onlara verdiklerinizi isteyin. Aynı şekilde onlar da verdiklerini sizden isteyebilirler. zâliküm hükmullah işte bu Allah’ın hükmüdür yahkümu beyneküm aranızda Allah hükmediyor. vAllâhu ‘Aliymun Hakiym zira Allah her şeyi bilir, hükmünde hikmet sahibidir.

Mü’min erkeklerin kaçışı, mesela Ebu Cendel gibi. Ardından mü’min kadınlar da kaçtı, bu problem çıktı ortaya. Kaçan ilk kadın Ukbe Bin Ebi Muayt’ın kızı Ümmü Kulsum idi. Kocası Amr Bin As’tan kaçarak Medine’ye sığındı. Zeyd Bin Harise ile evlendi. Başka hanımlar da onu izledi ki 8 hanımın böyle kaçtığını biliyoruz Mekke’den. Hz. Zeynep de, ki Hz. Peygamberin kızı Hz. Zeynep’te onlardan biriydi. Bu ayet anlaşmanın muğlak bir maddesini lehe yorumlama yoluyla peygamberimiz bu konuda ki hükmünü verdi. Peygamberimiz; Anlaşma erkekler içindi, kadınları kapsamıyordur dedi ve Hudeybiye anlaşmasının maddesine kadınlar bu şekilde girmemiş oldu veya girmediği ortaya çıktı.

 

11-) Ve in fateküm şey’ün min ezvaciküm ilelküffari fe’akabtum featulleziyne zehebet ezvacuhüm misle ma enfeku* vettekullahelleziy entüm Bihi mu’minun;

Kadınlarınızdan biri ayrılıp kâfirlere giderse, sonra da bir şekilde onların eşlerinden size kaçan olur ya da ganimet olarak size kalırlarsa, eşleri gitmiş olanlara mehrlerinin mislini veriniz. O Allâh’tan korunun ki, siz O’na iman etmişlersiniz. (A. Hulusi)

11 – Ve eğer zevcelerinizden bir şey sizden küffara kaçar, siz de acısını alırsanız zevceleri gitmiş olanlara sarf ettiklerinin mislini veriniz ve Allah dan korkunuz, eğer siz ona iman etmiş mü’minlerseniz. (Elmalı)

 

Ve in fateküm şey’ün min ezvaciküm ilelküffari fe’akabtum eğer kafirlere kaçan hanımlarınızdan dolayı bir mağduriyet yaşarsanız, misilleme de bulunarak mahsuplaşın. Yani siz onlarla, onlar da sizle alacak verecek varsa eğer mahsuplaşın bu kadınlardan dolayı herhangi bir hak geçmesin. featulleziyne zehebet ezvacuhüm misle ma enfeku şöyle ki eşlerin mağdur ettiği kocalara, karıları için harcadıklarına denk olan miktarı onlara gönderilecek miktardan keserek siz verin. Burada açılımlı bir şekilde, böyle geldi zaten. Mahsuplaşın dan kasıt nedir. Yani eşlerin mağdur ettiği kocalara, karıları için harcadıklarına denk olan miktarı, onlara gönderilecek miktardan keserek siz verin. Böylece mahsuplaşın.

vettekullahelleziy entüm Bihi mu’minun iman ettiğiniz Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.

 

12-) Ya eyyühenNebiyyu izâ caekelmu’minatu yubayı’neke alâ en lâ yüşrikne Billâhi şey’en ve lâ yesrıkne ve lâ yezniyne ve lâ yaktulne evladehünne ve lâ ye’tiyne Bibühtanin yefteriynehu beyne eydiyhinne ve ercülihinne ve lâ ya’sıyneke fiy ma’rufin febayı’hünne vestağfir lehünnAllâh* innAllâhe Ğafûrun Rahıym;

Ey O Nebi! İman eden kadınlar; Esmâ’sıyla hakikatleri olan Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri, çocuklarını katletmemeleri, elleri ve ayakları arasında bir (Bi-)buhtan uydurup getirmemeleri (yüklendikleri çocuklarının nesebini saptırmamaları) ve onlara emrettiklerinde sana isyan etmemeleri üzerine sana sözleşmeye geldiklerinde, onlarla sözleş ve onlar için Allâh’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A. Hulusi)

12 – Ey o Peygamber! Mü’mineler sana şu şartlar üzerine bey’at etmeğe geldiklerinde: Allaha hiç bir şey şirk koşmayacaklar ve hırsızlık yapmayacaklar ve zina etmeyecekler, ve evlatlarını öldürmeyecekler ve elleriyle ayakları arasında bir bühtan uydurup getirmeyecekler, ve sana hiç bir marufta asi olmayacaklar, bu suretle onlara bey’at ver ve kendileri için istiğfar ediver, çünkü Allah gafurdur rahîmdir. (Elmalı)

 

Ya eyyühenNebiyy sen ey peygamberler ailesinin bir ferdi. izâ caekelmu’minatu yubayı’neke alâ en lâ yüşrikne Billâhi şey’en eğer mü’min kadınlar sana gelirlerse onlardan Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmayacaklarına dair bey’at al, söz al. ve lâ yesrıkne yine çalmayacaklarına dair bey’at al. ve lâ yezniyne zina etmeyeceklerine dair, ve lâ yaktulne evladehünne çocukları katletmeyeceklerine dair.

Kadınlardan istenen bu söz, kız çocuklarını diri diri gömme vü’d veya ve’d geleneğinden daha farklı yorumlanmalı, ki onu babalar yapıyordu. Kadınların istenmeyen hamilelikleri sonlandırma için uyguladıkları bir tür ilkel kürtaj olarak anlıyorum ben bu yasağı. ve lâ yaktulne evladehünne. Yani karınlarında ki bebeleri ilkel yöntemlerle kürtaj yapmayacaklarına dair yemin al, bey’at al.

ve lâ ye’tiyne Bibühtanin yefteriynehu beyne eydiyhinne ve ercülihinne elleri ve ayakları arasında yalan düzüp koşarak iftira atmayacaklarına dair bey’at al. Bu kinayeli ifade sahte annelik iddiasından gerçek anneliğin inkarına varana dek karşı cinsin iffet, onur ve hukukuna aykırı her durumu kapsar.

ve lâ ya’sıyneke fiy ma’rufin dinin değerler sistemi konusunda sana isyan etmeyeceklerine dair bey’atlarını al. Yani onlardan bey’atlarını kabul et. febayı’hünne vestağfir lehünne (Eksik okundu, doğrusu; febayı’hünne vestağfir lehünnAllâh) ve onlar için Allah’a istiğfar et. Allah’tan af dile. Geçmişte işledikleri bu tip günahlardan varsa onlar içinde Allah’tan  af dile. innAllâhe Ğafûrun Rahıym hiç şüphe yok ki Allah çok bağışlayan sonsuzca merhamet sahibi olandır.

 

13-) Ya eyyühelleziyne amenû lâ tetevellev kavmen ğadıbAllâhu ‘aleyhim kad yesiû minel’ahıreti kema yeiselküffaru min ashabilkubur;

Ey iman edenler! Dost edinmeyin Allâh’ın gazap ettiği, sonsuz gelecek yaşama umudu olmayanları; tıpkı gerçeği reddedenlerin kabir halkından ümit kestikleri gibi! (A. Hulusi)

13 – Ey o bütün iman edenler! Öyle bir kavmi dost tanımayın ki Allah kendilerine gazap etmiş, Âhiretten ümidi kesmişler, ashabı kuburdan olan kâfirlerin me’yusiyyetleri gibi ye’se düşmüşlerdir. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû siz ey iman edenler lâ tetevellev kavmen ğadıbAllâhu ‘aleyhim sözü yine başa getirdi ve mü’minle kafir arasında ki dostluk ilişkisinin sınırlarını çiziyor ayet. Allah’ın gazabına uğrayan bir topluma gönülden dostluk beslemeyin, Allah’ın gazabına uğramış bir topluma candan yürekten dost olmayın. kad yesiû minel’ahıreti kema yeiselküffaru min ashabilkubur onlar ahiretten tıpkı kabir ehli arasına karışan kafirlerin ümit kestiği gibi ümit kesmişlerdir. Yani onlar, Bu iki manaya birden gelir veya ölülerin dirilmesinden kafirlerin ümit kestikleri gibi manasına da gelir. Zımnen onlar tek dünyalıdırlar. Tek dünyalıların iki yüzü olur. İki dünyalıların tek yüzü olur. Onlar yeniden dirilişten ümit kesmişlerdir. Tıpkı onun gibi sizden ümit kesmişlerdir, ahiretten ümit kesmişlerdir. Onlarla candan yürekten bir dostluk kurmayın.

[Ek bilgi; MÜMTEHİNE SURESİNİN GETİRDİĞİ PRENSİPLER.

1 - Mü’min, Allah’ın dinini engellemek için savaşan, Allah’a ve peygamberine düşman olanları sevmez. Öyleleri ile iyi geçinir ama onlarla gönülden dost olup onlara sır vermez. Akrabası dahi olsa onları, dinine zarar verecek biçimde sırdaş edinip Müslümanların sırlarını onlara iletmez. Çünkü bu durum Müslümanların durumunu zayıflatır.

Zaten gönül birliği olmayınca insan kardeşiyle dahi gönülden ülfet edemiyor. İnsanları birbirlerine bağlayan sadece kan bağı veya arkadaşlık değil, bundan daha önemlisi fikir birliğidir.

Ancak dost tutulmaması emredilen gayri Müslimler, İslam’ın düşmanı olanlardır. Tarafsız insanlara karşı iyi davranmakta, onlarla dostluk kurmakta bir sakınca yoktur. (Mümtehine/8-9) ayetler.

2 – Ahirette insana yarar sağlayacak olan akrabası değil, imanıdır.

3 – Mü’min, inanmayanlar için mağfiret dilemez. (4. Ayet gereği)

4 – Peygamber A.S. mü’minlerin örneğidir.

5 – Allah; şimdiki düşmanları, ileride dost yapabilir. Onun için düşmanlara karşı da ölçülü davranmalı, aşırı gitmemelidir.

Hz. Ali şöyle demiştir; Sevdiğini ölçülü sev belki bir gün düşman olabilir, sevmediğine de aşırı gitme belki bir gün dostun olabilir.

6 – Karı kocadan biri kafir olursa, aralarında ki nikah bozulur. Müslüman kadın müşrike helal değildir. Müslüman erkek te müşrik kadını nikahı altında tutamaz.

7 -  İnanarak küfür yurdundan hicret eden müşrik kadınları imtihan edilir. Gerçekten inandıklarından dolayı kâfir kocalarından kaçmış iseler, kocalarına geri verilmezler. Onlarla evlenmek isteyenler, onların müşrik kocalarına harcamış oldukları mehri geri verirler. Eğer Müslüman kadınlar kaçıp kâfirlerin tarafına geçerse bu defa kâfirlerden kaçmış kadının mehri, karısı kâfirler tarafına kaçmış olan Müslüman kocaya ödenir. (10 ve 11.) ayetler.

8 – Peygamber A.S. a kendisine bey’at etmek isteyen kadınlardan bey’at alması emredilmiştir ki bu bey’at; Allah’a ortak koşmama, çalmama, zina etmeme, uygun emirlerinde peygambere itaat etme şartlarını içerir. (12. ayet.)

9 – Peygamber’e itaatin dahi mutlak değilmeşrû’, uygun emirlere yapılacağı belirtilmiştir ki bu, İslam’da körü körüne taklidin yeri olmadığını gösterir.

10 – Kâfirlerin ahirette kurtuluş umudu yoktur, yahut kâfirler ahirete asla inanmazlar. (Süleyman Ateş - Yüce Kur’an ın çağdaş tefsiri Cilt9/401)]

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

 

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. SAFF (01 – 14) (175 – A)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Rabbim hayırlısıyla başlat, hayırlısıyla tamamlat, rabbim kolaylaştır, güç kılma. Rabbim vahyi bize aç, bizi vahye aç. Vahyin sonsuz ışığını kurumuş yüreklere saç ya rabbi. Amin, Amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün dersimize 61. sure olan mushafta, Saff suresiyle devam edeceğiz. Bugünkü dersimiz, tefsir derslerimizi takip eden kardeşlerimiz bileceklerdir, 175. dersimiz. Şu günkü gün itibariyle bu proje 10. yılını sürdürüyor, 10. yılındayız. Yani 10 yıldan beri Kur’an ın tefsirini sesli ve görüntülü bir projede tamamlamak için uzun, ama çok uzun bir maratona çıktık ve 175. derse şükürler olsun geldik, dayandık. Allah nasip ederse, eğer planladığımız gibi giderse önümüzde 25 ders daha var. 200 derste Kur’an ın tamamını odyo, video, yani görüntülü ve sesli tefsirini tamamlamış olacağız. Rabbimden duam bizi Kur’an ın altın zincirine mütevazi bir halka kılması, sizden de bu duama amin demenizi istirham ederim.

Saff suresi adını 4. ayetinden alıyor. Birlik ruhu ve mücadele disiplinine atıftır saff ismi. Dikkat buyurunuz namazda aldığımız düzene saf deriz. Kur’an bu kelimeyi kuşlar içinde kullanır. Kur’an b kelimeyi melekler içinde kullanır. Yani meleklerin saffı, kuşların saffı, ibadete duranların saffı. Aslında saff belki de varlığın nizam ve intizam içinde ki tabiatına bir atıf olsa gerektir.

Sıradan bir hizaya duruş değil saff, veyahut ta tesadüfü bir hiza değil. Vahiy toplumuna özgü bir esas duruş, bir klas duruş. Saff aslında Kur’an ın sosyo politik düzeninin de bir ifadesidir. Sadece sıradan bir kelime değil, Kur’an ın öngördüğü toplumun yönetim sisteminin de bir kodu mesabesindedir. Havariyyun ve İsa suresi adı da verilmiş bu sureye.

Surenin iniş zamanına gelince, Suremiz Medine’de nazil olmuş surelerden biri. Kesin olmamakla birlikte Uhud ertesinin yılgın ortamını tamire çalışan bir üslubu var. yani saflar bozulmuş, Uhud yenilgisi alınmış. Zımnen eğer Allah resulünün dizdiği saf bozulmasaydı Uhud yenilgisi olmazdı der gibidir. Onun içinde Uhud’un arkasından o yenilginin kötü sonuçlarını, olumsuz neticelerini tamir ve tavziğe, dahası onu olumluya çevirmeye aday gibidir, ki zaten bu konuda saff suresi indikten sonra sahabenin bozulan morallerini düzeltmede çok büyük bir rol oynamıştır bu sure.

Tertipte, Teğabün suresi ile Cuma sureleri arasında yer alır. Meşhur Hz. Osman tertibinde. Kronolojisinde, nüzul sıralamasında. Bu bizce de isabetli gözüküyor. Haşr ve Hadid sureleriyle de irtibatlı Saff suresi. Yani Teğabün, Cuma, Haşr ve Hadid sureleri ile bir grup oluşturuyor dersek sanırım isabetsiz olmaz.

Saff suresinin konusu en kısa ifadesiyle İslam toplumunun birlik ve dirliğini korumak ve sağlamak. İslam toplumunun zafer ve fetih tasavvurunu inşa ediyor bu sure. Yani zafer nedir, kayıp nedir, yenme nedir, yenilme nedir. Bütün bunlara rabbimizin getirdiği bir tanım var. Bizim bazen zafer dediğimiz öyle şeyler var ki, işin özü itibarıyla, Allah’ın gör dediği yerden baktığımızda zafer falan yok ortada.Bizim bazen kayıp diye baktığımız öyle şeyler var ki, işte Uhud buna bir örnek aslında. Zahiren bir yenilgi gibi duruyor. Öyledir de nitekim. Ama özü itibariyle aslında Uhud zaferlerin başlangıcını teşkil eden bir ilk halka.

Hudeybiye’de de aynısını görmüyor muyuz. Hemen önceki sure Hudeybiye’nin arkasından yaşanmış bir olayla ilgiliydi, Mümtehane suresi, imtihan edilen kadın suresi. Dolayısıyla onu da iyi hatırlayalım. Gerçek fetih olarak nitelemedi mi rabbimiz Hudeybiye müsalahasını, antlaşmasını. Oysa ki dışarıdan bakınca, hatta Allah resulünün etrafında ki ilk halkada yer alan Hz. Ömer bile bu anlaşmayı kendi aleyhlerine sanıp gerçekten de bir türlü anlayamamıştı değil mi? Ama en sonunda;

İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ. (Feth/1) Biz sana apaçık bir fetih müyesser kıldık ayeti ve bunun devamı olan Fetih suresinin diğer ayetleri bu vesileyle nazil olmamış mıydı? İşte burada da biz o hikmeti görüyoruz aslında. Siz ey iman edenler Ya eyyühelleziyne amenû lime tekûlûne ma lâ tef’alun (2) niçin söylediklerinizi yapmıyorsunuz, yapmadıklarınızı söylüyorsunuz, yapmayacaklarınızı söylüyorsunuz. Bir başka ve belki daha doğru ifadesiyle niçin söylediklerinizle yaptıklarınız birbiriyle örtüşmüyor, birbiriyle uyuşmuyor meşhur ayeti işte bu surede. Ki ahlaki çerçeve açısından bu ayeti herkes yüreğinin tam ortasına çivilemeli diye düşünüyorum.

Ardından savaşta disiplinsizliğe atıf yapıyor sure Hz. Musa üzerinden bu atfı tarihi bir örnekle izah ediyor. ki 3 – 5. ayetler bu konuda. Tıpkı bir önceki surenin nasıl Müslüman olmayan müşrik ve kafir atalarla yakınlarla ilişkisine Hz. İbrahim’in güzel örneği veriliyorsa, burada da işte Hz. Musa üzerinden bir örnek veriliyor.

Surede Hz. peygamber, Hz. İsa dilinden Ahmed olarak geçiyor. Yani Hz. peygamberin Ahmed vasfıyla, sıfatıyla veya ismiyle, ki ayete gelince bunu daha da açıklayacağız 6. ayetinde anıldığı tek yer burası.

Malla ve canla cihada geliyor sıra 10 – 13. ayetler arasında ve Hz. İsa’nın havarilerle diyalogunu dile getiren muhteşem bir kapanışla sure son buluyor. Şimdi bu girizgahtan sonra suremizi tefsire geçebiliriz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

 

1-) Sebbeha Lillâhi ma fiysSemavati ve mâ fiyl’Ard* ve “HU”vel’AziyzülHakiym;

Semâlarda ve arzda her ne varsa (Esmâ’sıyla onları açığa çıkaranın yaratma amacına göre yerine getirdikleri işlevleriyle) Allâh’ı tespih etmektedir! “HÛ”; Aziyz’dir, Hakiym’dir. (A. Hulusi)

01 – Tesbih etmekte Allah için Göklerdeki ve Yerdeki, o öyle azîz öyle hakîm. (Elmalı)

 

Sebbeha Lillâhi ma fiysSemavati ve mâ fiyl’Ard göklerde ve yerde her ne var ise, hepsi Allah adına hareket ettiler. Sebbeha, fiili mazi. Sebbeha’yı hareket ettiler biçiminde çevirmemin gerekçesini daha önce izah etmiştim. Sebeha fiili, tersi, mananın tersini ifade eden kelimelerdendir. Se be ha – ha be se. Habese hapsetti, sebeha kaynağından hareket etti, koy verdi, serbest bıraktı. Nehera, ters çevirelim kelimeyi; Rahene. Manayı ters çevirelim; rehin tuttu. O zaman nehiranın manası serbest bıraktı, koy verdi, saldı. Derre geçirgen demektir, inciye dürri diye bunun için denilir. Ters çevirelim kelimeyi; redde, manayı ters çevirelim, yalıtkan, geçirgen olmayan demektir. Ketebe; Yazdı. Kelimeyi ters çevirelim, aslında ketebe yazdı manası daha sonra kazandığı bir mana. Bir araya getirdi, harfleri bir araya getirerek kelime oluşturdu, kelimeleri bir araya getirerek cümle oluşturdu. Cümleleri bir araya getirerek kitap oluşturdu demektir. Ketebe; bir araya topladı, yan yana dizdi, bir araya getirdi manasına gelir. Ters çevirelim; Beteke. Manayı ters çevirelim; dağıttı, yırttı, parçaladı, kopardı manasına gelir.

Böyle bir çok kelime var, dolayısıyla sebeha kelimesi de hareket etti, kaynağından yola çıktı, bıraktı manalarına gelir ki;  Sebbeha Lillâhi ma fiysSemavati ve mâ fiyl’Ard ibaresinin burada en güzel manası da göklerde ve yerde var olan her bir şey Allah adına hareket etti.

Adeta orada parantez içi zımnen Allah adına hareket etti de bu kozmik düzen öyle kuruldu. Şu kainatta ki nizam ve intizam öyle tesis edildi. Şu gördüğünüz muhteşem düzen bu sayede oluştu manasını verir, vurgusunu verir bize. Niye böyle parantez içi bir açıklama ihtiyacı duydum? Çünkü bu sure hatırlayalım Uhud’un arkasından Müslüman’ların nizamı ve intizamı bozması üzerine inmişti. Uhud yenilgisi de Allah resulünün Müslüman okçuları nizama ve intizama dizip; Siz şu düzen içinde burada durun sözünü tutmadıkları için, zahiri sebebi buydu yenilginin. Bunu hep göz önünde tutarak ayeti ve surenin diğer bölümlerini anlayacağız. Zımnen ama Allah adına hareket eden siz Müslüman’ların söylem ve eylem çelişkisi, düzeni bozan bir unsurdur ve işte bunun için savaşı kaybettiniz vurgusuna sahiptir.

ve “HU”vel’AziyzülHakiym zira O yüceler yücesidir, hükmünde hikmet sahibidir. Yani Allah göklerde ve yerde olan her bir şeyi kendi adına hareket ettirdi, O’nun adına hareket etti,O’nu tespih etti. Fakat etmeseydi ne olacaktı. İnsan eğer onun adına hareket etmezse ne olur? Hiçbir şey olmaz, kendisi zarar eder. Allah’a ne olur? Hiçbir şey olmaz. ve “HU”vel’AziyzülHakiym zira O yüceler yücesidir. İnsan oğlu akşama kadar O’nun gösterdiği istikametin tersinde yürüse Allah’a hiçbir şey yapmış olmaz, kendisine zarar vermiş olur. Neden yarattı böyle bir insanı diyecek olursanız, El Hakiym, hikmeti vardır.

 

2-) Ya eyyühelleziyne amenû lime tekûlûne ma lâ tef’alun;

Ey iman edenler. Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz! (A. Hulusi)

02 – Ey o iman edenler! Niçin yapmayacağınız şey’i söylersiniz. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû siz ey iman edenler. Açılımı; siz ey iman iddiasında bulunanlar, iddianızı ispat etmek istiyorsanız, neden böyle bir açılıma sahiptir. Taberi’nin çok isabetle vurguladığı gibi El mü’minun ifadesiyle ya eyyühelleziyne amenû ifadesi arasında ki fark, mü’minler; El Mü’minun ifadesi veya el Mü’miniyn ifadesi imanlarının Allah tarafından makbul olduğu zımnen ortaya konulanlar, Yani Allah’ın kendilerini mü’min saydıkları, elleziyne amenû ise kendilerini mü’min olarak niteleyenler. Yani Allah’ın onlar hakkında henüz bir yargısı yok. İşte böyle bir fark var burada.

Ya eyyühelleziyne amenû lime tekûlûne ma lâ tef’alun niçin söylemlerinizle eylemleriniz birbiriyle uyuşmuyor. Niçin söylediklerinizi yapmıyor, yapmadıklarınızı, yapmayacaklarınızı, yapamayacaklarınızı söylüyorsunuz. Bu anlamların tümüne birden gelir.

Cihad farzıyyetinden önce Abdullah İbn. Ubey Bin Selûl, yani münafıkların reisi İbn. Selûl ve yandaşları; Keşke Allah’ın en çok sevdiği amel nedir onu bilseydik te, gece gündüz onu yapsaydık derlermiş. Sebebi nüzül rivayetlerinden biri bu. Fakat cihar farz olduktan sonra ilk kaçan onlar olmuş. Ama bana şu ikinci rivayet ki Taberi’nin naklettiği şu sebebi nüzül rivayeti daha isabetli göründü. Savaşta yapmadıkları kahramanlıkları etrafa anlatan insanlar olmuş, hatta savaşta kaçtığı halde sanki kahramanlık yapmış gibi anlatan insanlar olmuş. Bunun üzerine bu ayet nazil olmuş veya bu pasaj nazil olmuş ki bu konu ile daha bir irtibatlı gözüküyor.

[Ek bilgi; Mü’min e yakışmaz.

Gerçek Müslüman’ın söylediği sözle, yaptığı işin tutarlı olması gerekir. Ne söylüyorsa, onu bizzat yaparak göstermelidir. Şayet yapmaya niyeti veya gücü yoksa, o zaman susmalıdır. Çünkü bir kimsenin yapmadığı bir şeyi söylemesi Allah katında en kötü amellerdendir. Ve o kimse Allah'ın azabını hak etmiştir. Ayrıca müminlik iddiasında bulunan bir kimseye bu şekilde davranmak yakışmaz.

Hz. Peygamber (s.a) böyle bir özelliğin müminliğin değil, münafıklığın alametlerinden olduğunu şöyle izah etmiştir: "Münafıklığın alametleri üçtür: O namaz kılar, oruç tutar ve mümin olduğu iddiasında bulunur. Fakat söz söylerse yalan söyler, ahit de bulunursa ahdini yerine getirmez ve kendisine emanet edilene hıyanet eder." (Buhari, Müslim) .

Başka bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:

"Bir kimse de şu dört haslet bulunursa, o kimse hakiki münafıktır. Eğer bu hasletlerden bir tanesi onda bulunuyorsa, onu terk edene kadar, onun kalbinde nifaktan bir şube vardır. Bu dört haslet şunlardır: Kendisine emanet verilirse hıyanet eder, konuşursa yalan söyler, söz verirse sözünü tutmaz, münakaşa ederse ahlâk ve edebi aşar." (Buhari, Müslim)(E. A. Mevdudi- Tefhimü’l Kur’an)]

Ek bilgi-2; İMAN VE İMANSIZLIK

İnandığını söylemek, ya da ikiyüzlülük veya sahtekârlık yaparak inanmadığı şeyleri söylemek! Ve buna kendi vicdanını tatmin edecek kılıflar bulmak! Bu yüzden demiş Celâleddin Rûmi,

Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” diye. Bu zordur! Çok zordur! İnsana çok şeyler kaybettirir böyle olmamak!

Bunu ancak, “ALLÂH“a imanı dolayısıyla her kaybı göze alabilecek nadir insanlar göze alabilir! Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan “fakîr“ler göze alabilir! Çünkü onlar Allâh için yaşarlar, kimseden bir şey ummaksızın! Herkesin yarın kaybedeceklerini, onlar dünden kaybetmişlerdir!

İnsanlarla “Allâh için = fiysebilillâh” bir arada bulunur ve “Allâh için = fiysebilillâh” konuşurlar! Bunu kaldıramayanlar da elbette onlardan uzaklaşırlar ve Rab edindikleriyle baş başa yaşarlar! Sonra o Rab edindikleri, kıyametlerinde onları terk eder gider; “Allâh gazabı” demek olan “Allâh’tan uzaklıkları” içinde, yalnızlıklarının sonucu olan azabı yaşarlar tek başlarına! “Yapamayacağın şeyi niçin söylersin?” hitabı bunun için çok önemlidir!

İmanlıyım” demek bunun sonuçlarını yaşamak demektir!

İman, getirisi olan fiilleri ortaya koyup, o fiillerin getirisini yaşamak içindir! İmanın gereği olan fiilleri uygulamadan; imanın getirisi olan bakış açısını edinmeden yaşıyorsan; bil ki yalnızca kendini aldatıyorsun! Çevrendekileri aldatman sana yarın hiçbir yarar sağlamayacaktır! Yaptıkların, niyetinin “Allâh için“, “fiysebilillâh” olup olmadığının göstergesidir! “Allâh için” olmayan beraberlikler er-geç son bulacak ve kişi bu beraberliğinden dolayı pişman olacaktır! (A.Hulusi-İman ve imansızlık

 

3-) Kebure makten ‘indAllâhi en tekûlû ma lâ tef’alun;

Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allâh indînde çok nefret edilesidir! (A. Hulusi)

03 – Yapmayacağınız şey’i söylemeniz, Allah yanında çok mebguzdur. (Elmalı)

 

Kebure makten ‘indAllâhi en tekûlû ma lâ tef’alun yapmadığınız, yapmayacağınız, ya da yapamayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında ağır sonuçları olan bir davranıştır.  Çirkin bir davranıştır. Allah’ın hiç hoşlanmadığı bir davranıştır. Neden rabbimiz kişinin yapmayacağı şeyleri söylemesini hoşlanmaz? Söylemle eylem arasında fark olan kimselerin bu tavrını hoşlanmaz, çünkü bu bir tür nifak alametidir. Yani göründüğünden farklı olmak, içi başka dışı başka olmaya doğru giden sanki bir yolun başlangıcı gibi gözüküyor. Onun için Allah kalpleri bilmiyor mu? Allah senin içini bilmiyor mu. Yani aslında böyle bir zaaf, Allah inancında ki zaaftan kaynaklanır. Çünkü gönüllerin özünü bilen, Allah’ın her an gördüğünü ve hiç unutmadığını bilen ve iman eden biri buna tevessül eder mi? Elbet etmez.

            [Ek bilgi; Bu âyetin bir kaç boyutu vardır:

            1- Ey mü’minler, amelin konusu olmayan, yapmanın konusu olmayan şeyleri niye konuşuyorsunuz? Yani amelin konusu olmayan, yarın amele dökülemeyecek konuları, sizi amele sevk etmeyecek, uygulama imkânı olmayan konuları niye konuşup duruyorsunuz?

            Ne gibi! A.B.D’yi konuşuyoruz, Çin’i, Maçin’i, Mançurya’yı, İnka’ların Amerikan kültürüne etkilerini konuşuyoruz. Sumatra dosyasını konuşuyoruz. Başkalarının çocuklarının eğitim problemini konuşuyoruz. Yani bütün bunlar bizden amel istemiyor ki! Lüks şeyler bunlar! Yarın amele dökülemeyecek fantastik konuları niye konuşuyorsunuz? diyor Allah.

            2- İkinci mânâsı da, yapmadığınız, yapmayacağınız şeyleri niye konuşup duruyorsunuz? Konuştuğunuz şeyler niye olduğu yerde kalıyor? Yani sizler hep söz Müslümanı mı olacaksınız? Hep söz planında mı Müslüman olacaksınız? Amel planında Müslüman olmayacak mısınız? Namaz kılmayacağınız yerde niye abdest alıyorsunuz? Abdest, bir daha abdest bir daha abdest! Yeter ya, bir de namaz kılmayı öğrensenize! Halbuki Allah, konuşma yerine iş yapmayı sever. Allah, konuşma yerine iş yapmayı sever. Laf ebeliği, laf üretmek yerine lafı eyleme geçirmeyi ve saf saf savaş toplumu olarak Allah yolunda savaşanları sever. Bu işin edebiyatını yapanları değil, amelini gerçekleştirenleri sever. “Yapmak lazım, kurmak lazım, kırmak lazım, vermek lazım,” gibi laf ebeliğiyle meşgul olanları değil. .

…... Çok lüzumsuz şeyler konuşuyoruz. Filan şu kadar kazanmış, filanın şu kadar malı varmış, filanın evinin tipi, tefrişi şöyleymiş, falanın arabasının modeli, filanın dükkanı, tezgahı böyleymiş konuşuyoruz. Kendi çocuklarımızın eğitim derdini unutup başkalarının çocuklarının eğitim problemini konuşuyoruz. Veya adam henüz evlenmemişken boşanma konularını tartışıyor. Her gün yatağa girerken okunacak duaları bırakıp, hac ortamında değilken oturduğumuz yerlerde ihramlıyken okunacak duaları, ihramlıya yasak olan konuları konuşuyoruz.

            Oturduğumuz her bir mecliste attan, avrattan, fi­yattan, arabadan, saptan, samandan, marktan, dolardan söz edi­yoruz. Niye konuşuyoruz bütün bunları? Yani bizden amel iste­miyor ki bütün bu konular! Lüks şeyler bunlar! Yarın amele dökü­lemeyecek fantastik konuları niye konuşuyorsunuz? Sizi ilgilendirmeyen, amelin konusu olmayan ve yarın mizanınıza konmayacak cinsten olan, konsa bile sizi cennete götürücü olma­yan bu sözleri niye konuşup duruyorsunuz? Bunların tümünden yüz çevirmek zorundasınız, diyor Rabbimiz..

.… Demek ki, dikkat etmemiz  gereken; başkasına iyiliği emrederken, kendimizi unutmamamız, kendimize de emretmemizdir; Sadece başkalarına anlatarak görevimizi yaptığımızı iddia edemeyiz.

Sadece başkalarına anlatmakla yetinenlerin, postacıdan veya taşıdığı kitaptan yararlanmayan dört ayaklılardan farkı olmayacaktır. İmam Gazali  bu  konuda  şu benzetmeleri yapar:

“Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi on-dan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz.” (Besariu’l Kur’an- Ali Küçük)]

 

4-) İnnAllâhe yuhıbbulleziyne yukatilune fiy sebilihi saffen keennehüm bünyanun mersus;

Allâh, kendi yolunda çelik karkas blok bina bütünlüğünce saf bağlayarak savaşan kimseleri sever. (A. Hulusi)

04 – Haberiniz olsun ki Allah kendi yolunda kurşunlu bir bina gibi saf bağlıyarak çarpışanları sever. (Elmalı)

 

İnnAllâhe yuhıbbulleziyne yukatilune fiy sebilihi saffen keennehüm bünyanun mersus hiç şüphe yok ki Allah kendi yolunda, kendi davası uğrunda birbirine kurşunla berkitilmiş surlar gibi, kaleler gibi, duvarlar gibi saf saf savaşanları, mücadele edenleri sever. Açık ve net.

Aslında Bünyanun mersus; hem kurşunla perçinlenmiş bir binayı ifade eder, hem de birbirine kenetlenmiş elemanlardan oluşan bir binayı ifade eder. Kelimenin kökeninin nereden türettiğimizle bağlantılı olarak değişir. Alternatif manayı onun için verdim. Her sahici başarı toplumsal birlik ve beraberlik sayesinde gerçekleşir. Bu ayetin söylediği ebedi hakikat budur ve tüm çağlarda geçerlidir.

Saf modeli aslında İslam’ın bir sosyo politik bir modelidir. Sadece camide cemaatin duruş şekli değil, Tersi nedir bu modelin? Piramit modelidir. Saf modelinde insanlar yan yana dururlar. Hatta öyle ki İslam mimarisinde mümkin olan en uzun şekilde yapılır, yani enine geniş olarak yapılır. Eğer imkan olsaydı tüm cemaati tek bir safa dizmek isterdi İslam. Onun için ön safın faziletinden söz eder Allah resulü.

Böyle olursa ne olur? Böyle olursa insanlar omuzlarını birbirlerine bitiştirirler. İnsanlar öne geçme yarışını bir hayırda yarış olarak görürler. Bir adım önlerinde durur liderleri. Eğer ona bir şey olursa arkadaki onun yerine geçer. Eğer o bayılır, abdesti bozulur, yanılırsa arkadaki onun yanlışını düzeltir. Abdesti bozulursa o çıkar yerinden arkadaki onun yerine geçer. Yani bu şu anlama geliyor; Saf düzeninde hiç kimse saftan kopamaz. İmamı, lideri, rehberi, yöneticisi dahi bir adım öndedir. Kimse kimsenin tepesine basarak yükselemez. Kimse kimsenin omzuna basmaz.

Bu düzenin tersi piramit düzenidir. Piramit düzeninde zulüm düzenidir ki yükselmek için başlara basmak gerekir. Ne kadar başa basarsanız o kadar çok yükselirsiniz. Saf düzeninde ise koşmak gerekir. İşte iki sisten arasında ki fark budur, iki model arasındaki fark budur.

 

5-) Ve iz kale Musa likavmihi ya kavmi lime tu’zûneniy ve kad ta’lemune enniy Rasûlullahi ileyküm* felemma zağu ezağAllâhu kulubehüm* vAllâhu lâ yehdilkavmel fasikıyn;

Hani Musa kavmine dedi ki: “Ey kavmim… Size (irsâl olmuş) Rasûlullâh olduğumu bildiğiniz hâlde niçin bana eziyet ediyorsunuz?”… Onlar (Hak’tan) saptıklarında, Allâh onların kalplerini (Hak’tan) döndürdü (gerçeği algılayamazlar artık)! Allâh, inancı bozulmuş toplumu hakikate erdirmez! (A. Hulusi)

05 – Ve hani bir vakit Musâ kavmine şöyle demişti: ey kavmim! Benim size Allahın Resulü olduğumu bildiğiniz halde niçin bana ezâ ediyorsunuz? Sonra vakta ki yamukluk ettiler Allah da kalplerini yamulttu, öyle ya Allah fasıklar güruhunu doğru yola çıkarmaz. (Elmalı)

 

Ve iz kale Musa likavmihi ya kavmi lime tu’zûneniy ve kad ta’lemune enniy Rasûlullahi ileyküm sizin bu durumunuz (Yine parantez içi eliptik metni açalım; Burada yok metinde ama böyle bir başlangıç cümlesi koymamız lazım açıklama için. (Sizin bu durumunuz) Musa’nın kavmine; Allah’ın elçisi olduğumu bile bile beni niçin üzüyorsunuz dediği duruma benziyor. Dediği durumu çağrıştırıyor. Kimin durumu? Mü’minlerin durumu. Bu ayetin indiğinde mü’minler de Allah resulünü üzmüşler demek ki.

felemma zağu ezağAllâhu kulubehüm ne zaman kaydılar, Allah’ta onların kalplerini kaydırdı. Bu ibare çok önemli, bir daha tercüme edeyim; Ne zaman kendileri kaydılar, kaymak istediler, Allah’ta onların yüreklerini kaydırdı. vAllâhu lâ yehdilkavmel fasikıyn Zira Allah yoldan çıkmış bir toplumu asla doğru yola iletmez, yöneltmez, rehberlik etmez.

Aziz Kur’an dostları, bir ilke olarak veriyorum bunu.Tüm Kur’an da, Kur’an ın neresinde yudillü men yeşa’u, yehdiy men yeşa’u, yehdiy bihi men yeşa’u veya gibi ibareler görmüşsek, yani o istediğini saptırır, istediğini hidayete erdirir gibi ibareler varsa bu ayetin ışığında anlaşılmalıdır. Görüyorsunuz, Allah birini saptırmaz aslında; Sapmak isteyenin sapmasına izin verir. Allah birini hiç sebep yokken hidayete ulaştırmaz, rehberlik etmez. Doğru yola yönelmek isteyen, böyle bir arzu duyan, bunun bedelini ödeyen, bunun için gayret edene izin verir, yardım eder. Bu ayet bize bu ezeli ve ebedi gerçeği söylüyor. Onun için falanı Allah saptırdı dememiz Allah’a iftira olur. siz kayarsınız, Allah’ta kalbinizi kaydırır. Yani önce siz kayarız Allah korusun. Sizi, bizi, hepimizi.

 

6-) Ve iz kale ‘Iysebnu Meryeme ya beniy israiyle inniy Rasûlullahi ileyküm musaddikan lima beyne yedeyye minetTevrati ve mübeşşiren BiRasûlin ye’tiy min ba’dismuhu Ahmed* felemma caehüm Bilbeyyinati kalu hazâ sıhrun mubiyn;

Hani Meryemoğlu İsa dedi ki: “Ey İsrailoğulları… Muhakkak ki ben size Rasûlullâh’ım! Tevrat’tan önümde olan için bir tasdik eden ve benden sonra Rasûl olarak gelecek ismi AHMED olanı müjdeleyenim!” Onlara mucizeler olarak geldiğinde: “Bu apaçık bir sihirdir” dediler.

{Not: Bu konuda bir Rasûlullâh açıklaması: “Tevrat’taki ismim ‘Ahyed’dir (uzaklaştıran); çünkü ben ümmetimi ateşten alıp uzaklaştırırım… Zebur’daki ismim ‘el Mahiy’dir (silen); çünkü Allâh benimle putlara kulluk yapanları sildi… İncil’deki ismim ‘Ahmed’ dir (Zât’ın tecellisi olarak Hamd etmekte olan)… Kurân’daki ismim ‘Muhammed’dir (kesintisiz çok Hamd edilen); çünkü ben Semâ ve Arz ehli arasında ‘MAHMUD’um (değerlendirilenim).” (A. Hulusi)

06 – Bir vakit da Meryem’in oğlu Isâ şöyle dedi: Ey İsraîl oğulları! Ben size Allahın Resulüyüm, önümdeki Tevrat’ın musaddıkı ve benden sonra gelecek bir Resulün müjdecisi olarak geldim ki onun ismi Ahmed’dir, sonra o onlarla beyyinelerle gelince «bu apaçık bir sihir» dediler. (Elmalı)

 

Ve iz kale ‘Iysebnu Meryem hani bir zamanda Meryem oğlu İsa demişti ki; ya beniy israiyle inniy Rasûlullahi ileyküm musaddikan lima beyne yedeyye minetTevra ey İsrail oğulları ben size gönderilmiş bir elçiyim musaddikan lima beyne yedeyye minetTevra Tevrat’tan bana kadar gelen hakikatleri doğrulamak için, tasdik etmek için size Allah tarafından gönderilmiş bir elçiyim demişti Meryem oğlu İsa.

Dikkat buyurun, Meryem oğlu İsa. Kur’an da annesine nispet edilen peygamberdir Hz. İsa. Neden annesine nispet edildiğini daha önce de vurgulamıştım, bir kez daha tekrar edeyim; Erkekçi Roma toplumuna tokat gibi bir cevap olsun diye Kur’an çok özel bir peygamberi annesine nispetle anıyor ve hatta babasız yaratılmış olmasının hikmeti de budur. Erkekçi Roma toplumuna tokat gibi bir cevap olmasıdır.

ve mübeşşiren BiRasûlin ye’tiy min ba’dismuhu Ahmed ve Hz. İsa’nın gönderiliş amacından 2.si söyleniyor burada. Ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir elçiyi müjdelemek için gönderildim peygamber olarak.

Dikkat buyurun Ahmed. Burada geçer Kur’an da Allah resulüne atfen. Veya isim ile müsemma kastedilerek övgüye daha layık olan diye çevirebiliriz bunu. Övgüye, övülmüş olan, en çok övülen veya övgüye daha layık olan. Veya üçüncü bir anlamı daha var bunun ismihu yu zikruhu manası vererek övgüye mazhar olarak anılan. 4. Bir manası daha var Ahmed; Fiili muzari okuyarak adını en çok övdüğüm kimse manasına gelir. Bu 4 anlamda çıkabilir buradan.

Evet, Kur’an bir haber veriyor burada. Tevrat ve İncil’in hz. peygamberi müjdelediği haberini veriyor. Bunun altını çizmek lazım. 5 husus Kur’an ın verdiği bu haberi teyit eder, destekler.

1 – Yuhanna incilinde Periklitos, bozulmuş şekliyle Parakletos sözcüğü, bu sözcükte yapılan bir çok atıf Allah resulüne gider. Yani Ahmed’in Yuhanna İncil’inde ki karşılığı Periklitos kelimesidir. İncillerin ilk 4 yüzyılda uğradığı yol kazası işi bilen herkes tarafından bilinir. Kelimeyi tanınmaz hale getirmiş bu 400 yılda ki yol kazaları. Yuhanna İncilinin Süryanca aslına ulaşanlar karşılarında bu kelimenin Süryanice karşılığı olarak Münhamenna kelimesini buluyor. Münhamenna kelimesinin tam Arapça karşılığı ise Muhammed, Ahmed. Dolayısıyla bu gerçeği itiraf eden tarihte Hıristiyan din adamları olmuş.

Necaşi de bunlardan biri. Necaşi onun ismini kitaplarımızda görüyorduk diyor. Allah resulüne iman ederken gerekçe olarak bunu veriyor. Demek ki gördük dediği isim, işte bu isim. Ki kendisi Arapça da biliyordu Necaşi, O ismin Arapça karşılığının Ahmed ve Muhammed olduğunu da çok iyi biliyordu.

2 – Yuhanna İncilinde ki o peygamber problemi. Nedir bu? Yuhanna İncilinde 1. baba 19-25. cümleleri arasında şöyle bir ibare geçer. Hz. Yahya’ya; Sen mesih değilsin, ilyah değilsin, o peygamber de değilsin. Ya sen nesin diye sorarlar. Mesihi biliyoruz Hz. İsa. İlyah’ı biliyoruz İlyas. Peki ya o peygamber? O peygamberle kastedilen Ahmed ismi işle geçen Hz. Muhammed S.A. dan başkası olmasa gerek.

3 – Luka İncilinde evdoya diye bir sözcük var. Bu sözcük bu güne kadar o kadar çok yoruma tabi tutulmuş ki hepsi de çelişkili ve hepsi de tutarsız. Benjamin Keldani isimli bir Süryani ilim adamı papaz, daha sonradan bu gerçeği görerek Müslüman olmuş ve Abdulhak Davud adını alarak Bu mesele üzerine müstakil bir eser kaleme almış olan bir ilim adamıdır bu, kaynak dilde evdokya’nın Ahmed manasına geldiğini tespit eder ve bu o zatın imanına vesile olmuştur.

4 – Barnaba İncili. M.S. 496 yılına kadar Barnaba İncili kiliselerde okunan bir İncil’di. Yani kanonik bir İncil’di. Meşru ve okunması gereken bir İncil’di. Fakat he ne oluyorsa oluyor, 496 yılında Patrick Gelasius tarafından zındıkça ilan ediliyor bu İncil. Çok ilginç, Bu İncil Hz. Peygamberi hem de Arapça ismi ile anıyor, Muhammed olarak, orijinal ismi ile anıyor. Daha ağır bir yol kazasına uğruyor Barnaba İncil’i, elde 14. yüzyıldan kalma İtalyanca bir Nüsha dışında hiçbir nüsha kalmıyor.

18. yy. da fark edilen İspanyolca Nüsha da esrarengiz bir biçimde yerinden kayboluyor. Yine bilmiyoruz niye kayboluyor. Elde kalan tek nüshadan 1907 de Oxford press in bastığı binlerce nüsha piyasaya çıkar çıkmaz, görünmez gizli eller tarafından bire kadar toplanıyor ve sadece 2 nüsha dışında Oxford’un bastığı tüm nüshalar ortadan sırra kadem basıyor. Bilmiyoruz niye böyle oluyor. İşte Barnaba İncil’i tarih boyunca böyle üst üste yol kazasına uğruyor. Sırf , bizim tahminimiz içinde Allah Resulünün ismi orijinal olarak geçtiği için.

5 – İncil kelimesi. Birçok yorum olmasına rağmen tüm yorumların ortak noktası İncil kelimesi müjde manasına geliyor. Peki Hz. İsa müjde veriyorsa, ona bir müjde gelmişse sizce neyi müjdeliyor dersiniz. müjde gelecekte sevindirici bir haber vermektir öyle değil mi. Yani o gün olmamış, fakat gelecekte gelecek olan sevindirici bir haber demektir. Peki Hz. İsa’nın verdiği müjde ne  ola ki. Kesin kanaatimiz o ki Hz. İsa’nın verdiği, gönderilme amacı olan müjde de Hz. peygamberin ta kendisidir.

İşte Kur’an ın Tevrat ve İncil’de Hz. peygamberin adının geçtiğine dair verdiği ihbarın tarihsel gerçeği bu 5 madde içerisinde görülebilir, özetlenebilir.

felemma caehüm Bilbeyyinati kalu hazâ sıhrun mubiyn kendilerine hakikatin apaçık delilleriyle, belgeleriyle geldiğinde İsa; Dediler ki bu apaçık bir sihirdir. Tüm peygamberlere dedikleri gibi. Anlamıyoruz demediler, inanmıyoruz diyemediler, itiraf etmediler, kabullenemediler, ama sihirdir demeyi, iftira etmeyi bildiler.

 

7-) Ve men azlemu mimmeniftera ‘alAllâhilkezibe ve hüve yüd’a ilel’İslâm* vAllâhu lâ yehdilkavmezzâlimiyn;

İslâm’a davet olunduğu hâlde, Allâh’a iftira edenden (gayrının varlığını kabul edenden) daha zâlim kimdir? Allâh zâlimler topluluğuna hidâyet etmez! (A. Hulusi)

07 – İslâm’a davet olunurken Allaha karşı yalan uydurandan daha zâlim de kim olabilir! Allah da zâlimler güruhunu muvaffak etmez. (Elmalı)

 

Ve men azlemu mimmeniftera ‘alAllâhilkezibe ve hüve yüd’a ilel’İslâm İslam’a davet edildiği halde uydurduğu yalanı Allah’a isnat edenden daha zalim biri var mı? Daha zalim biri olabilir mi?

Ezeli ve biricik hakikatin insanlığın son çevriminde ki ifadesi olan Kur’an da kodlanmış olan hakikatlere biz İslam diyoruz değil mi? Ezeli ve biricik hakikat bu aslında. Aslında Allah’ın kâinatı yönettiği sistemin adı. Tüm peygamberlerin davet ettiği hakikat. Tüm peygamberlere gelen vahyin özü. İslam bu. Demek ki Hz. İsa da İslam’a davet etmiş. O da bir İslam peygamberiymiş, buradan açıkça onu anlıyoruz zaten.

vAllâhu lâ yehdilkavmezzâlimiyn Allah zalim bir topluma, haddini aşmış bir topluma, bilinci ters dönmüş bir topluma, Allah’ın koyduğu yeri şaşırmış bir topluma doğru yolu göstermez.

 

8-) Yüriydune liyutfiu nûrAllâhi Biefvahihim vAllâhu mütimmu nuriHİ velev kerihel kâfirun;

Allâh nûrunu (ilmini) ağızlarıyla (boş lafla) söndürmek istiyorlar! Oysa Allâh, nûrunun tamamlayıcısıdır! Velev ki hakikat bilgisini inkâr edenler hoşlanmasa! (A. Hulusi)

08 – İstiyorlar ki Allahın nûrunu ağızlarıyla söndürsünler, Allah ise nûrunu tamamlayacaktır, isterse kâfirler hoşlanmasınlar. (Elmalı)

Yüriydune liyutfiu nûrAllâhi Biefvahihim onlar istiyorlar ki Allah’ın ışığını, Allah’ın nurunu üfürükleriyle söndüreler. Yani üfürükleriyle söndürmek istiyorlar. vAllâhu mütimmu nuriHİ velev kerihel kâfirun Allah kafirler istemese de nûrunu tamamlayacaktır. Gerçekten de gerçeğe kastetseler de, gerçeğe suikast düzenleseler de kendilerini Hz. İsa’ya atfeden kilise, Hz. İsa’nın İncil’inin, yani müjdesinin başına gelen aslında onların ağızlarıyla, üfürükleriyle Allah’ın nûrunu söndürmek istemelerinden başka nedir ki. Burada aslında bunu söylüyor. Hz. İsa’nın müjdesinin, yani İncil’inin müjdelediği Ahmed’i, Muhammed’i silmeye kalktılar. Fakat Allah nûrunu sildirmeyecek, tamamlayacaktır.

 

9-) “HU”velleziy ersele RasûleHU Bilhüda ve diynilHakkı liyuzhirehu ‘aleddiyni küllihi velev kerihel müşrikûn;

O ki, bütün din anlayışlarına üstün kılmak için Rasûlünü Hak – hakikat olarak ve Hak Din (mutlak sistem ve Sünnetullâh bilgisi) ile irsâl etti! Velev ki şirk koşanlar hoşlanmasa! (A. Hulusi)

09 – O Allah dır ki Resulünü hidayet kanunu ve hak dini ile gönderdi, onu her dinin üstüne çıkarmak için, isterse müşrikler hoşlanmasınlar. (Elmalı)

 

“HU”velleziy ersele RasûleHU Bilhüda ve diynilHakk O’dur elçisini, resulünü hidayet ve Hakk din ile gönderen, rehberlikle gönderen, vahiyle gönderen liyuzhirehu ‘aleddiyni küllih bütün batıl dinlere üstün kılmak için gönderen O’dur. velev kerihel müşrikûn isterse Allah’a ortak koşanlar, Allah’ın dışında O’nun yetkisini, O’nun esmasını, O’ndan rol çalarak bir başka şeye atfedenler hoşlanmasalar da Allah tamamlayacak ve kendi dinini üstün kılacaktır.

[Ek bilgi; İSLÂM’IN DİĞER DİN VE KÜLTÜR AÇISINDAN ÜSTÜNLÜKLERİ

ALLAH’A İMAN AÇISINDAN

Dinler Tarihi araştırmacılarının da çok iyi bildiği ve teyid ettiği gibi eski çağ topluluklarının dinleri çoğunlukla Pagan (Çok Tanrılı ) dinler olmasına karşın hepsindeki ortak özellik EN ÜSTTE HERŞEYİ YARATAN ve YÖNETEN TEK TANRI olgusunun bulunduğudur. Diğer alt-tanrılar çoğunlukla bu EN YÜCE TANRI’ya ilişkilendirilmiş eş-çocuk-kardeş gibi bağlarla bağlanmış ve O EN YÜCE TANRININ hizmetkarı, O’nun verdiği yetkileri kullanan, Dini en iyi temsil eden, dünyadaki ve tabiattaki işleri O TANRI adına yönettiğine inanılan kişiler ya da isimler olmuşlardır. Nesiller içerisinde sembolleştirilmişler alt tanrılar edinilmişlerdir. Kaynağı ilâhi olmayan bu dinlerin doğal olarak bir kitapları ve peygamberleri de yoktur.

Yahudilikte, Yehova’ya (ALLAH) inanılır. Tektir. Fakat Tanrıya insan özellikleri verirler. (Tanrı’nın oğlu vardır; güreşir; yorulur, dinlenir). Yehova, sadece Yahudilerin tanrısıdır -tanrının seçkin ırkı Yahudilerdir-bundan dolayı milli dindir.

Hıristiyanlıkta, Baba(Tanrı: yaratıcı) -Oğul(İsa: kurtarıcı) -Kutsal Ruh(Cebrail: Kutsayıcı)’tan oluşan üçlü tanrı anlayışına (Teslis inancı) sahiptirler. ”Vahdaniyet Sıfatına inanmazlar”. Ayrıca Tanrıya insan özellikleri verirler.(Tanrının meleklerine kızı ,İsa’ya oğludur derler)

İslamiyet’te ise bir, tek olan, hiçbir şeye benzemeyen, herkesin ve her şeyin Rabbi olan, O’ndan başka Tanrı’nın olmadığına, en yüce ve en mükemmel varlığın ALLAH olduğuna Tevhit inancı içinde, tam ve eksiksiz iman edilir.

KUTSAL KİTAPLARA İMAN

Hz. Âdem ile Hz.  Muhammed arasında gelip geçen tüm peygamberlere gönderilen açıklayıcı bildiri, kitaplardır İlk peygamberlere (örn Hz Âdem) birkaç sayfa şeklinde gönderilirken bazı peygamberlere kutsal kitaplar (Kuran-ı Kerim, İncil, Zebur, Tevrat) gönderilmiştir İslam'a göre bütün bu dinlerde iman esasları aynıdır ancak amelde (uygulamada) farlılıklar vardır

Yahudilikte Zebur ve Tevrat’a inanılır. Fakat İncil ve Kur’an a inanmazlar,eksik inanırlar.

Hıristiyanlıkta Zebur, Tevrat’a(eski ahit) ve İncil’e (yeni ahit) inanılır. Fakat Kuran’a inanmazlar,eksik inanırlar.

İslamiyet’te ise Allah’ın gönderdiği 4 Kitap’a inanılır. Ama ilk 3 Kitap’ın sonradan bozulduğuna; Kuran-ı Kerim’in bozulamayacağına, çünkü bizzat Allah tarafından korunduğuna ve kıyamete kadar bozulmayacağına, her devirde insanların ihtiyaçlarına cevap vereceğine, hepsinin doğru ve gerçek olduğuna şüphe duymadan tam ve eksiksiz iman edilir.

PEYGAMBERLERE İMAN

Musevilikte Hz. Adem’den Hz. Musa’ya kadar 23 peygambere inanılır. Ama Hz. İsa’ya ve Hz. Muhammet’e inanmazlar.

Hıristiyanlıkta Hz. Adem’den, Hz. İsa’ya 24’üne inanılır. Ama Hz. Muhammed’e inanmazlar, veya eksik inanılır.

İslam Dini’nde Allah’ın gönderdiği, Kur’an da adı geçen tüm Peygamberin hepsine birden inanılır.

DÜNYAYA VE AHİRET

Yahudilikte dünyaya önem verilir; Ahiret ihmal edilir. Tevrat’ta âhiret inancının yer almadığı görüşü hakimdir. Addison, Yahudiliğin böyle bir duruma düşmesinde, millî bir esasa dayanan dinî gelenek ve göreneklerinin önemli bir rol oynadığını söylemekte ve bu durumun, onları, ölümden sonra her birerlerini bekleyen geleceği değil de, İsrail'in geleceğini düşünmeye yönelttiğini, ölümden sonrasını umursamaz duruma soktuğunu ifâde etmektedir. (Üstün ırk olduklarını düşünmeleri nedeniyle.)

Hıristiyanlıkta ahirete önem verilir; Dünyayı ihmal edip el etek çekmeleri gerektiğine inanırlar. Hıristiyanlıkta da, insanları hesaba çekecek olan Zât'ın onların yaratıcısı olan Allah değil de, diğer insanlar gibi Allah tarafından yaratılmış biri olan Mesih olmasıdır. İncillere göre, cehennem azabı ebedîdir, ancak bazı Hıristiyan fırkalar, Allah'ın vaadinden dönmeyeceğini fakat, vaadinden vazgeçebileceğini, dolayısıyla inkârcıları cezalandırmayıp, herkesi cennete koyacağını, ebedî azabın Allah'a yakışmadığını iddiâ etmişlerdir.

Müslümanlıkta dünya ve ahiret dengesi vardır. ”Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya; yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış” sözüyle hareket ederler. Dünyayı bir sınav yeri, köprü, araç, fani,geçici bir yer; Ahiret ise sınavın sonucu, hedef, amaç, baki, ölümsüzlük yeri olarak görülür.

İBADET

Yahudiler ve Hıristiyanlar Allah’a ibadet ederler. (oruç, Hacc, sadaka vardır) Ama yanlış, eksik ve şirk inancı içinde ibadet ederler.

Müslümanlıkta Allah’a Tevhit inancı içinde ibadet edilir, hepsimden farklı olarak ta namaz ibadeti vardır.

GÖNDERİLİŞ ŞEKLİ

Musevilik ve Hıristiyanlık belli milletlere, belli mekana, belli bir zamana ve çağa gönderilmiştir.

İslamiyet ise bütün insanlığa, milletlere ve bütün zaman ve çağlara gönderilmiş olup çağlar üstü bir dindir.

RUHBANLIK

Yahudilik ve Hıristiyanlıkta Din adamları (ruhban) sınıfı vardır. Ruhban sınıfının, çok imtiyazları olup kendilerini Tanrının yeryüzündeki temsilcisi görüp Tanrı adına Günah Çıkarttırma-aforoz etme gibi işler yapıp İnsan ile Allah arasına girerler.

İslamiyet’te ise Ruhban sınıfı diye bir din adamları sınıfı yoktur. Tanrı ile kul arasına kimse giremez. Kişi günahının tövbesini Allah’a yapar.

KUR’AN VE BİLİM

Kuran bir "bilim kitabı" değildir. Ancak evrensellik vasfı dolayısıyla kainatın bilimsel yasalarına uymayanlar, peşinen cezasını bu dünyada fakir ve zelil olarak çekerler. Bu mümin olsun kafir olsun fark etmez. Kainattaki adet ve kurallara uymayanların peşinen zelil ve hakir olmaları, Allah’ın değişmez bir kanunudur.

Kainatın maddi şeriatına uymak her insan üzerine farzdır. Bunların terki ve başkalarına havalesi kabil değildir. Maalesef Müslümanlar dünyada Kur’an ve sünnet çizgisinden uzak bir hayat yaşadıkları için, bu nimetlerin keşfinde önceliği ekseri olarak kafirlere kaptırmışlardır. Bunun tek sebebi de; Allah’ın tekvini ve fıtri şeriatına uymamalarıdır.

Bir taraftan ister bilimsel ister başka türden olsun, bütün laik çalışmalar reddedildi. Bütün dikkatler ruhların kurtuluşu gibi çok önemli konuda toplandı. Ayrıca, bilim en azından Yunan kaynaklarına yani pagan öğretiye başvurma anlamına geldiğinden, insanların aklının tehlikeli fikirlerle dolup, bu fikirlerin Hıristiyan ruhları zehirlememesi için bilimi yok saymak gerçekten temkinli bir davranış sayılabilirdi. Diğer taraftan, buna tamamen ters bir yaklaşım vardı. Tanrı evreni yaratmış olduğuna göre, bilim yoluyla O’nun eserini incelemek, ilahi hikmete ve tanrının insanın görmesine izin verdiği harikalara olan hayranlığı arttıracaktı.

İSLAM VE SOSYOLOJİ,

Rönesans sonrası Avrupa ise materyalist ve hümanist yönde gelişti. Hıristiyanlığa olduğu gibi bütün semavî dinlere de kendini bağımlı saymadı. Maziden Yunan felsefesi ve Roma nizamını esas alırken Hıristiyanlığa da sınırlı bir yer tanıdı. Bu temel üzerinde insana, kâinat ve hayata materyalist bir açıdan baktı.

Batı felsefesine göre hayatta nokta-i istinad, üzerine basacağımız zemin, esas kıstas kuvvet kavramıdır. Kuvvetli olan, hayatta kalmaya ve üstün olmaya lâyıktır. Kuvvetin fonksiyonu ise başkalarına tecavüzdür. Batı'ya göre hayatın hedefi menfaattir. Menfaat ise sınırlı olduğundan, insanları boğuşmaya sevk eder. Hayat prensibi olarak mücadeleyi esas alır. Bundan da ihtilâf ve kavga doğar. Batının insan kitlelerini bir arada tutmak için prensibi ise ırk ve milliyet esasıdır. Bu da bir ırka, öbürlerini sömürme imkânı vermektedir. Batı'nın vardığı netice ise; nefsin şehvetlerini tatmin ve insanların ihtiyaçlarını devamlı artırmak, tüketime sevk etmektir.

Kur'ân a göre ise nokta-i istinad, haktır. Hakkı esas almak ittifak sağlar. Hayattan hedef, Allah'ın rızasını kazanmak ve fazileti ideal edinmektir. Fazileti hedef almak, samimî bir kardeşlik ve yardımlaşmaya götürür. Kur'ân ın hayat prensibi yardımlaşmadır. Bu ise, insanları birbirinin imdadına koşturur. Kitleler arasındaki birleştirici unsur din, vatan ve meslek bağlarıdır. Bu da kardeşliğe sevk eder.

Avrupa medeniyeti, bazı güzel taraflarına rağmen, temelindeki bu çürük esaslar sebebiyle insanlığa mutluluk getirmemiştir. İnsanlığın ancak beşte birine yalnız maddî konfor sağlamıştır.

Kur'ân-ı Kerîm ise hikmetli, dengeli bir gelişme tavsiye eder, dünya ve ahirete birden baktığından iki dünya mutluluğunu gerçekleştirir. (Prof. Dr. Suat Yıldırım) {EKABİR ÇALIŞMALAR. (derleme)}]

 

10-) Ya eyyühelleziyne amenû hel edüllüküm ‘alâ ticaretin tunciyküm min ‘azâbin eliym;

Ey iman edenler… Size, sizi feci bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim! (A. Hulusi)

10 – Ey o bütün iman edenler! Size öyle bir ticaret göstereyim mi ki sizleri elîm bir azâb dan kurtarır. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû hel edüllüküm ‘alâ ticaretin tunciyküm min ‘azâbin eliym siz ey iman edenler, sizi elim bir azab dan, acı bir mahrumiyetten kurtaracak karlı bir ticaret haber vereyim mi? Buyur ya rabbi, ver bu ticareti:

 

11-) Tu’minune Billâhi ve RasûliHİ ve tucahidûne fiy sebiylillâhi Biemvaliküm ve enfüsiküm zâliküm hayrun leküm in küntüm ta’lemun;

El Esmâ’sıyla hakikatiniz olan Allâh’a ve Rasûlüne iman edersiniz ve Allâh yolunda karşılık beklemeksizin mallarınızla ve nefsleriniz ile mücadele verirsiniz! İşte bu sizin için daha hayırlıdır; eğer kavrayabilirseniz! (A. Hulusi)

11 – Allah ve Resulüne iman edip mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda mücahede eylersiniz, bu sizin için çok hayırlıdır, eğer bilir iseniz. (Elmalı)

 

Tu’minune Billâhi ve RasûliHİ ve tucahidûne fiy sebiylillâhi Biemvaliküm ve enfüsiküm zâliküm hayrun leküm in küntüm ta’lemun ne yaparsınız? Allah’a ve O’nun resulüne iman edersiniz. Güvenirsiniz, yürekten inanırsınız ve Allah davası uğrunda mallarınızla ve canlarınızla mücadele edersiniz. Sonuna kadar cihat edersiniz. Mal candan önce gelmiş, zira maldan fedakarlık yapamayan, candan hiç yapamaz. İşte bu sizin için çok daha hayırlıdır. Yani bir amel 3 şey için yapılır; Ya haz için, ya çıkar için, ya hayır için. Siz hayır için yapın, haz için yapmayın. Hayır için yaparsanız en büyük çıkar da  o olur. Allah sizin çıkarınızı o zaman korur. İn küntüm ta’lemun eğer biliyorsanız, eğer gerçeği biliyorsanız, yani bir başka ifadesiyle eğer bilgi ile hareket ediyorsanız, eğer cihadın zeminine bilgiyi koyuyorsanız manası da verebiliriz, güzel bir mana olur. Zımnen cihadı bilgi üzerine inşa ediyorsanız anlamına gelir.

 

12-) Yağfir leküm zünubeküm ve yüdhılküm cennatin tecriy min tahtihel’enharu ve mesakine tayyibeten fiy cennati ‘adn* zâlikelfevzul’azıym;

(Bu takdirde) benlikten kaynaklanan suçlarınızı örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki temiz meskenlere dâhil eder… İşte bu aziym bir kurtuluştur! (A. Hulusi)

12 – Günahlarınızı mağfiret buyurur ve sizi altından ırmaklar akar Cennetlere ve Adn Cennetlerinde hoş hoş meskenlere koyar, işte büyük kurtuluş «fevzi azîm» odur. (Elmalı)

 

Yağfir leküm zünubeküm ve yüdhılküm cennatin tecriy min tahtihel’enharu ve mesakine tayyibeten fiy cennati ‘adn O zaman ne olur? Sizi Allah bağışlar, bağışlasın, günahlarınızı affetsin ve sizi Allah tabanından ırmakların çağladığı cennetlere koyar. ve mesakine tayyibeten fiy cennati ‘adn güzelliğin madeni olan, güzelliğin üretildiği cennetlerde sizi pırıl pırıl mekanlara yerleştirir. Cennetlerde çok özel yerlere yerleştirir. zâlikelfevzul’azıym işte ey insan eğer sen başarı nedir, kurtuluş nedir diye soruyorsan budur büyük başarı, budur muhteşem kurtuluş.

 

13-) Ve uhra tuhıbbuneha* nasrun minAllâhi ve fethun kariyb* ve beşşiril mu’miniyn;

Seveceğiniz dahası da var: Allâh’tan yardım ve feth-i kariyb (Kurbiyet açılımı)! İman edenleri müjdele! (A. Hulusi)

13 – Diğer biri de ki onu seveceksiniz; Allah dan nusrat ve yakın bir fetih, hem mü’minleri müjdele. (Elmalı)

 

Ve uhra tuhıbbuneha ve kendisiyle sevineceğiniz bir şey daha var. Nedir o? nasrun minAllâhi ve fethun kariyb Allah’tan bir yardım ve görünen, yakın, çok yakın bir zafer. ve beşşiril mu’miniyn ve mü’minleri müjdele. O görünen zafer aslında fetih suresinin müjdelediği yüreklerin fethi değil miydi. Çok kısa bir zaman sonra, hemen 1.5-2 yıl sonra milyonların gönüllerinin açılışının habercisi olan imana fevç fevç gelme büyük bir fetih değil miydi salında.

 

14-) Ya eyyühelleziyne amenû kûnû ensarAllâhi kema kale ‘Iysebnu Meryeme lilHavariyyiyne men ensariy ilAllâh* kalelHavariyyune nahnu ensarullahi, feamenet taifetun min beniy israiyle ve keferet taifetun, feeyyednelleziyne amenû ‘alâ ‘aduvvihim feasbehu zahiriyn;

Ey iman edenler, Allâh’ın Ensârı (yardımcıları) olun; Meryemoğlu İsa’nın, Havarilere: “Kim benim yardımcılarımdır Allâh’a?” dediğindeki gibi! Havariyyun dedi ki: “Biz Allâh’ın yardımcılarıyız!”… İsrailoğullarından bir kısmı iman etti ve bir kısmı da küfretti (gerçeği reddetti)! Bunun üzerine o iman edenleri, düşmanları aleyhine destekledik de üstün gelenler oldular. (A. Hulusi)

14 – Ey o bütün iman edenler! Allah yardımcıları olunuz, nitekim Meryem’in oğlu Isâ: «kim benim yardımcılarım Allaha doğru?» dedi, Havâriyyun «biz Allah yardımcılarıyız» dediler. Bunun üzerine Beni İsraîl’den bir taife iman etti, bir taife de küfre gitti de biz iman edenleri düşmanlarına karşı te’yid eyledik, o suretle onlar üstün olup yüze çıktılar. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû siz ey iman edenler kûnû ensarAllâh Allah’ın yardımcıları olun, Allah’ın destekçileri olun. Eğer birine destek verecekseniz Allah’ın dinine destek verin. Niçin? Çünkü desteği Allah’tan aldınız. Siz O’nun sayesinde varsınız. Çünkü yarın lazım olunca yine Allah yardımınıza koşacak. Çünkü aslında Allah’ın size değil, sizin Allah’a ihtiyacınız var.

kema kale ‘Iysebnu Meryeme lilHavariyyiyne men ensariy ilAllâh tıpkı Meryem oğlu İsa’nın havariler için dediği gibi; kim Allah’a doğru giden yolda bana yardım eder? dediği gibi. Allah’a giden yolda kim bana yardım eder deyince;

kalelHavariyyune nahnu ensarullah Havariler dediler ki; Biziz Allah yolunda gönüllü destekçilerin. Gönüllü destekçi olacak olanlar bizleriz dediler. feamenet taifetun min beniy israiyle ve keferet taifeh Nitekim İsrail oğullarından bir taife, bir bölümü ona iman ettiler, bir bölümü de onu inkar ettiler.

Aslında ona iman eden bir bölüm Hadid/28. ayette iman edenler olarak adlandırılan muvahhid İsevilerdi. Yine onların, ki Hz. İsa’nın havarileri içerisinde 40 kişilik bu grubun, onun imanını yaymak için varlıklarını ortaya koyduklarını tarihsel olarak biz biliyoruz. Arius onun inancı üzere yürüdü. Miladi 4. yy.da o tevhidi inancı savundu. Savundu fakat maalesef kovuşturmaya uğradı, sonunda öldürüldü. Teslisçi kilise tarafından Muvahhid İseviler birer birer kovalandılar, yakalandılar, yok edildiler.

Yine Kur’an ın, mesele Maide/82. ayetinde olduğu gibi biz nasarayız diyenlerle kastettiği kimseler de muvahhid İseviler olsa gerektir bu acizin kanaatine göre.

Peki inkar edenlerden kasıt; 3 tür inkar ettiler Hz. İsa’yı. Buradan onu anlayabiliriz. 3 tür inkar anlaşılır. Hangisi anlaşılmalıdır o ayrı bir bahis.

1 -  İsa’nın peygamberliğini inkar edenler.

2 – İsa’nın müjdelediği hakikati, müjdesini, yani Allah’ın Resulü Hz. Muhammed’i müjdelemesini inkar edenler.

3 – İsa’nın beşerliğini, insanlığını inkar edip onu ilahlaştıranlar. Ben bu ibareden üçünün de anlaşılabileceği kanaatindeyim.

feeyyednelleziyne amenû ‘alâ ‘aduvvihim bunun üzerine ona iman eden kimseleri, düşmanları üzerine galip getirdik. Güçlendirdik ve destekledik. feasbehu zahiriyn sonunda galip gelenler onlar oldu.

Burada bir sualim var dostlar. Hz. İsa’nın gerçek havarileri, İslam peygamberi Hz. İsa’nın Müslüman havarileri savaşmadılar. Kanlı çarpışmalara girmediler. Fakat davet ettiler, sadece davet ettiler. Aç aslanlara atıldılar, dövüldüler, sövüldüler, çarmıhlara gerildiler, taşlandılar Antakya da olduğu gibi, öldürüldüler. Ama hep davet ettiler. Şimdi sual şu; Onlar hangi zaferi kazanmış oldular, hangi savaşın galibi oldular ki bu ayet sonunda galip gelenler onlar oldu dedi.

Aslında onlar yürek fatihleriydi, yürekleri fethettiler. Sözün burasında çok ilginç bir bilgi notu aktarmak isterim, o da; Havari kelimesinin kök anlamı olarak Rağıp El Isfahani avcı karşılığını verir. Avcı. Yani avcı manasına gelir der, Arapça değildir, muarrap bir kelimedir, Arapçaya sonradan başka dilden geçmiştir der. Dolayısıyla ne avcısıydı bunlar. Ben balık avcısı, kuş avcısı, yabani ördek avcısı diyemiyorum, yürek avcısı diyorum. Demek ki onlar gönül avcısıydılar.

 

Sadakallahülaziym. Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. CUMA (01 – 14) (175 – 2)(b)

$
0
0

231

Şimdi 114 burçlu Kur’an ülkemizin yepyeni bir burcuna daha tırmanıyoruz. Cum’a suresi. Sure adını yaygın eğitim modelinin insanlık tarihinde ki en başarılı örneği olan Cuma namazının dünyevi meşgaleye öncelenmesini emreden 9. ayetinden alır. Surenin iniş zamanı yoğun bir Yahudi, Müslüman ilişkisini gerektirdiği için mutlaka bu surenin indiği zaman dilimi Medine’de ki son Yahudi kabilesi ayrılmadan inmiş olmalıdır bu fakire göre. Bir çok otorite bu surenin 6. yılda veya daha sonra nazil olduğu yönünde görüş beyan etmiş, fakat surenin içinde Yahudilerle ilgili ayetlerin geçiyor olması yoğun bir Yahudi Müslüman ilişkisini gerektirdiği için bizce sure 3 veya 4. yıllar arasında inmiş olmalıdır. Saff ve Haşr sureleri arasında yer alır ki, bizce de isabetlidir.

Surenin konusu ana teması; Ey Müslümanlar sakın Yahudileşmeyin uyarısıdır. Kitap yüklü eşekler örneğini verir sure. Ve bu örnek Yahudiler üzerinden verdiği bu uyarıcı ibare ve ifade Kur’an ı yüklenip de onu hayata taşımayan kimseler, yani hepimiz içinde geçerlidir.

Cuma namazı, Cumartesi hikayesini hatırlatır bize. Hani Yahudiler cumartesi yasağını aşmak için Cuma akşamından oltayı, ağları gerip Cumartesi akşamı topluyorlar ve hesapta hile-i şer’iyye uyguluyorlardı ya. Bize Yahudileşmeyin mesajını işte Cuma namazı üzerinden verir. Yani dünyalığı cumaya tercih etmeyin. Para kazanmayı cumaya tercih etmeyin. Allah’ın davetini önceleyin uyarısıdır. Temel hastalık budur, Allah’a güvensizlik. O rızık verenlerin en hayırlısıdır. Zaten bunun için gelir. Bu kısa girişten sonra sureyi tefsire geçebiliriz.

 

1-) Yüsebbihu Lillâhi ma fiysSemavati ve ma fiyl’Ardıl MelikilKuddûsil’AziyzilHakiym;

Semâlarda ve arzda her ne varsa; Melik, Kuddûs, Aziyz ve Hakiym olan (dilediği mânâları açığa çıkarması için onları yaratan) Allâh’ı (işlevleriyle) tespih etmedeler! (A. Hulusi)

01 – Tesbîh eder Allah için Göklerde ki ve Yerdeki o öyle lekesiz Kuddus melik ki hem azîz hem hakîm. (Elmalı)

 

Yüsebbihu Lillâhi ma fiysSemavati ve ma fiyl’Ardıl MelikilKuddûsil’AziyzilHakiym göklerde ve yerde her ne varsa, mutlak otorite sahibi, el Melik. El Kuddûs; Mukaddes olan. El Aziyz; yüceler yücesi olan ve El Hakiym; Her işinde hüküm ve hikmet sahibi olan Allah adına hareket eder. Yüsebbihu; Sebbeha üzerinden bir önceki surede ve daha öncekilerde izah ettiğim için ayrıca izah etmeye gerek duymuyorum.

Kozmik ilahiye katılım çağrısıdır bu ayet. Zımnen her şey Allah adına hareket ediyor ey insanoğlu. Ya sen kimin adına hareket ediyorsun, kimin adına. Otur ve karar ver.

 

2-) “HU”velleziy be’ase fiyl’ummiyyiyne Rasûlen minhüm yetlu ‘aleyhim âyâtiHİ ve yüzekkiyhim ve yu’allimuhümülKitabe velHikmete, ve in kânu min kablu lefiy dalâlin mubiyn;

O ki, ümmîler içinde kendilerinden Rasûl bâ’s etti ki; onlara O’nun işaretlerini okuyan, onları saflaştıran ve onlara Kitabı (hakikat ve Sünnetullâh BİLGİsi) ve Hikmeti (oluşum sistemi bilgisi) öğretsin. Oysa onlar daha önce apaçık bir inanç sapıklığı içindeydiler. (A. Hulusi)

02 – O’dur ki: ümmîler içinde kendilerinden bir Resul gönderdi, üzerlerine onun âyetlerini okuyor ve onları temize çıkarıp parlatıyor, kendilerine kitab ve hikmet öğretiyor, halbuki bundan evvel açık bir dalâl içinde idiler. (Elmalı)

 

“HU”velleziy be’ase fiyl’ummiyyiyne Rasûlen minhüm yetlu ‘aleyhim âyâtiHİ ve yüzekkiyhim ve yu’allimuhümülKitabe velHikme kitaptan mahrum olan, ümmiyyin; yani Kitapsız olan topluma ayetlerini okumak, onları arındırmak kitabı ve hikmeti öğretmek için kendi elçilerinden bir elçi gönderen O Allah’tır, yani O’dur.

Hikmetten murat nedir burada? Kur’an da iyiyi kötüden ayırma yeteneğine hikmet adı verilir, Furkan yani. Bu yetenekle ortak doğruya ulaşmaya ve dosdoğru yola yönelmeye delalet eder hikmet. Kitap ve hikmet, ikisi bir araya gelince kitap adeta gökten inen hakikatler, hikmette bu hakikatleri insanın anlayacağı, yaşayacağı, hayata geçireceği bir muhakeme. Ben böyle anlıyorum bu ikisini yan yana. Yani inen hikmet, inen hikmeti yaşamak için hikmetli bir anlayış muhakeme. Budur.

ve in kânu min kablu lefiy dalâlin mubiyn ki onlar daha önceden derin bir sapıklık içindeydiler.

 

3-) Ve âhariyne minhüm lemma yelhaku Bihim* ve “HU”vel’AziyzülHakiym;

Onların dışında, henüz kendilerine katılmamış başkalarına da (O Rasûlü bâ’s etti)! O Aziyz’dir, Hakiym’dir. (A. Hulusi)

03 – Ve daha onlardan başkalarına ki henüz onlara lâhık (Yetişen, ulaşan) olmadılar, o öyle azîz öyle hakîm. (Elmalı)

 

Ve âhariyne minhüm lemma yelhaku Bihim üstelik henüz onlara katılmamış, dahil olmamış, ama katılmayı bekleyen (Henüz onlara katılmamış ama katılmayı bekleyen bir o kadar daha var, Ve âhariyne minhüm bir o kadar daha var. yani arkadan katılacak.)

Aslında bu ayet, bu ibare ilahi bir ihbardır, gelecekten haber vermedir aziz Kur’an dostları. Mucizevi bir ihbardır üstelik. Mücahid; Ahariyn i tüm insanlıktır diye tefsir eder. Aslında İslam davetinin, Kur’an vahyinin, Muhammedî davetin daha doğru ifadeyle, çünkü İslam deyince tüm peygamberlerin davetini kastetmiş oluruz. Tüm peygamberler içinde son peygambere gelen Muhammedî davetin İslam’ın son mütekamil vahyinin çağrısına yer yüzü insanlığının doğudan batıdan, güneyden kuzeyden, fevç fevç katılması bu mucizenin gerçekleşmesinden başka bir şey midir. Tarih bunun şahididir.

ve “HU”vel’AziyzülHakiym zira O’dur yüceler yücesi, O’dur üstün hikmet sahibi olan. Yine böyle anlayabiliriz. Katılmasa ne olur ki? Allah’ın yüceliğinden bir şey mi eksilir, veya O öyle yücedir ki O’nun yüceliği her türlü engeli aşar ve iman daveti en umulmadık yerlerde yüreklere ulaşır. Bir kılıç kalkmadan, bir ok atılmadan Endonezya’ya, 17.000 adadan oluşan bu geniş coğrafyaya, Malezya’ya, Filipin’lere, Java’ya, Seylan’a, yani dünyanın daha sayamadığımız bir çok yerine bir tek ok atmadan, bir tek kılıç kalkmadan yürek yürek taşınarak ulaşır tarihin şahit olduğu gibi.

 

4-) Zâlike fadlullahi yü’tiyhi men yeşa’* vAllâhu Zülfadlil ‘Azıym;

İşte bu Allâh’ın fazlıdır, onu dilediğine verir! Allâh aziym lütuf sahibidir. (A. Hulusi)

04 – İşte o, Allahın fazlıdır, onu dilediğine verir ve Allah çok büyük fazl sahibidir. (Elmalı)

 

Zâlike fadlullahi yü’tiyhi men yeşa’ işte bu Allah’ın dilediğine vermeyi, aslında isteyene vermeyi dilediği diye de çevirebiliriz ama eğer bunu biz imana koşanlar adına anlarsak.ç Yok Hz. Peygamber olarak anlarsak o zaman dilediğine verdiği bir ihsanı, bir fadlıdır diye çevirebiliriz.

vAllâhu Zülfadlil ‘Azıym Allah sonsuz kerem sahibi, sonsuz cömertlik sahibidir.

Seçilmiş kavim sapkınlığını reddediyor zımnen bu ayet. İman; Kulun Allah’a değil, Allah’ın kula lûtfudur değil mi? Hani Hucurat/17. ayetinde. İman ettiler diye seni minnet altına almaya çalışıyorlar. Oysa ki Allah onlara imanı lütfettiği için Asıl o kendileri Allah’a minnet etsinler demiyor mu? Yani iman etmeleri bir lütuf mu, Allah’a lütfetmiş mi oldular, yoksa Allah onlara mı lütfetti.

 

5-) Meselülleziyne hummilutTevrate sümme lem yahmilûha kemeselilhımari yahmilu esfara* bi’se meselülkavmilleziyne kezzebu Biâyâtillâh* vAllâhu lâ yehdilkavmezzâlimiyn;

Kendilerine Tevrat yükletilip sonra onu taşıyamayanların misali, büyük kitaplar taşıyan eşeğin misali gibidir! Allâh’ın işaretlerini yalanlayan toplumun durumu ne kötüdür! Allâh zâlimler topluluğunu hakikate erdirmez. (A. Hulusi)

05 – Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu hâmil olmayan kişilerin meselî, ciltlerle kitab taşıyan eşeğin haline benzer, Allahın âyetlerini tekzip eden kavmin meselî ne çirkin! Allah zalimler güruhunu doğru yola çıkarmaz. (Elmalı)

 

Meselülleziyne hummilutTevrate sümme lem yahmilûha Tevrat’ı taşıma sorumluluğu kendilerine verilip de onu taşımaktan, onu hayata taşımanın gereğini yapmayanlar kemeselilhımari yahmilu esfara kitaplar yüklü eşekler gibidirler bi’se meselülkavmilleziyne kezzebu Biâyâtillâh Allah’ın ayetlerini yalanlayan kavmin, topluluğun misali ne kötü bir örnekliktir.

Yahudileşme tehlikesi dediğim işte bu değerli dostlar, Yahudileşmek dediğim bu. Hamal olmak, kitap yüklü eşek olmak aslında. Ayeti kerimede hummilu yani kitabın hamallığını yapmak diyor. Efendimizin aynı kelimeyle geçen Kur’an hakkında bir hadisi var biliyor musunuz? Eşrafu ümmeti hamaletül Kur’an. Ümmetimin en şereflileri Kur’an ı hamledenlerdir.

Ne demek o zaman hamletmek? Bu ayetten yola çıkarak anlayacağız. Hayata taşımak. Sırtta taşımak değil. Heybesinde Kur’an taşıyan merkepler neyi taşıdıklarını ne bilsinler. Merkep için fark eder mi heybesinde karpuz taşımak la Kur’an taşımak. Ne farkı var ki. Çünkü neyi taşıdığını bilmiyor. Taşıdığının içinden istifade etmiyor, taşıdığını anlamıyor, taşıdığını yaşamıyor. Onun için kemeselilhımari yahmilu esfara diyor. Yani kitap taşıyan eşek benzetmesi. Ağır gibi dursa da aslında tam yerine denk gelmiş bir benzetme. Bundan güzel bundan edebi bir benzetme olabilir mi. Böyle bir mantık, böyle bir akıl için.

İşte efendimizin bu hadisini de doğru anlamak için buradaki; hamaletül Kur’an ı, Kur’an ı sadece hafızasına alanlar, ezberleyenler şeklinde anlamamız gerçekten bu sözü hiç anlamadığımız, hele bu ayeti hiç okumadığımız anlamına gelir. Kur’an ı yüklenmek, onu hayata taşımaktır. Onun anlamını önce zihne, sonra yüreğe, sonra hayata, sonra da etrafa taşımaktır. Bunun içinde anlamak lazımdır. Anlamadan insan hayata nasıl taşır vahyi.

vAllâhu lâ yehdilkavmezzâlimiyn zira Allah zalim bir toplumu asla doğru yola iletmez. Zalim bir toplum Allah’ın rehberliğini hak etmez.

 

6-) Kul ya eyyühelleziyne hadu in ze’amtum enneküm evliyau Lillâhi min dûninNasi fetemennevulmevte in küntüm sadikıyn;

De ki: “Ey Yahudi olanlar! İnsanlardan yalnızca kendinizin Allâh’ın velîleri (himaye ettiği dostları) olduğunu sanıyorsunuz! Sözünüzde sadıksanız, hadi ölümü temenni edin!” (A. Hulusi)

06 – De ki ey o Yahûdî olanlar! Siz sair insanlardan başka olarak Allahın dostları bulunduğunuzu zu’m (Şüphe, yanlış zan) ediyorsanız haydin ölmeyi temenni edin, eğer (davanızda) sadıklarsanız öyle yapın. (Elmalı)

 

Kul ya eyyühelleziyne hadu de ki ey Yahudileşmiş olanlar, ey Yahudileşenler. Ben en doğru karşılığın ey Yahudileşenler olduğu kanaatindeyim. Çünkü Yahudilik icat edilmiş bir kimliktir. M.Ö.6. yy.da Babil sürgününden sonra icat edilmiştir. Onun içinde eyyühelleziyne hadu formunu bazı lügatlar ey saratehevvedu, yani daha sonradan Yahudileşmiş olanlar diye verir. Aslında bunlar önceden Müslüman İsrail oğulları idiler. Hz. Musa’ya iman etmiş, Hz. Musa’ya gelen İslam’a iman etmiş Müslüman İsrail oğulları daha sonradan sümmet tedarik bir kimlikle, icat edilmiş bir kimlikle Babil sürgünü sonrasında Yahudi kimliği icat edildi. Onun içinde Yahudi kimliği tarihte, hini hacette kullanılmak üzere icat edilmiş sentetik bir kimliktir.

hadu in ze’amtum enneküm evliyau Lillâhi min dûninNas eğer siz öteki bütün insanları dışlayarak sadece kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız fetemennevulmevte in küntüm sadikıyn o zaman haydi, ölümü istesenize, ölümü temenni etsenize tabiî ki eğer sözünüze sadıksanız.

Allah’a dost olan tanrının halkı. Kendilerine öyle diyorlar tanrının halkı. Ona kavuşmaya can atar değil mi? Madem kendinizi tanrının halkı addediyorsunuz haydi Ona kavuşmaya can atsanıza?, Fakat hiç ölmeyi istemiyorsunuz. Ölmemek için binbir dereden su getiriyorsunuz. Ölümden sizin kadar nefret eden yer yüzünde bir başka kavim yok. Neden? Fakat siz ölümü öldürmeye can atıyorsunuz aslında.

 

7-) Ve lâ yetemennevnehu ebeden Bima kaddemet eydiyhim* vAllâhu ‘Aliymun Bizzâlimiyn;

Elleriyle yaptıkları yüzünden onu (ölümü) ebediyen temenni etmezler! Allâh zâlimleri Aliym’dir! (A. Hulusi)

07 – Halbuki ellerinin takdim ettiği günahlar yüzünden onu ebeden temenni edemezler, Allah zalimleri bilir. (Elmalı)

 

Ve lâ yetemennevnehu ebeden Bima kaddemet eydiyhim onlar, elleriyle yaptıkları yüzünden asla ölümü temenni etmezler. vAllâhu ‘Aliymun Bizzâlimiyn Allah zalimleri çok iyi bilmektedir.

 

8-) Kul innelmevtelleziy tefirrune minhu feinnehu mülâkıyküm sümme tureddune ila ‘Alimilğaybi veşşehadeti feyünebbiüküm Bima küntüm ta’melun;

De ki: “Kendisinden kaçmaya çalıştığınız ölüm mutlaka size ulaşacaktır! Sonra gayb ve şehâdeti Bilen’e döndürülürsünüz; sizde yapmakta olduklarınızın getirisinin haberini açığa çıkarır!” (A. Hulusi)

08 –      De ki: haberiniz olsun o kaçıp durduğunuz ölüm muhakkak gelip size çatacak, sonra, o bütün gayb ve şahadeti bilene iade olunacaksınız da o size neler yaptığınızı haber verecektir. (Elmalı)

 

Kul innelmevtelleziy tefirrune minhu feinnehu mülâkıyküm de ki şu kendisinden kaçtığınız ölüm var ya, şu köşe bucak kaçtığınız ve öldürmeye çalıştığınız ölüm ey Yahudileşen İsrail oğulları, işte o sizi mutlaka yakalayacaktır. Aslında onlara değil hitap sadece tümümüze. Ey bu hitabın muhatabı, ey ilahi hitabın muhatabı olan insan, ölümden ne kadar kaçarsan kaç o mutlaka sizi gelip yakalayacaktır, bulacaktır.

sümme tureddune ila ‘Alimilğaybi veşşehade sonra görünen ve görünmeyen, açıkladığınız ve gizlediğiniz. Maskeniz ve onun altında sakladığınız yüzünüzü bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O’nun huzuruna çıkarılacaksınız. Yani Allah’tan kaçamazsınız, Allah’ı atlatamazsınız, Allah’ı ıskalayamazsınız (haşa). Onun için aklınızdan ölümü öldürmeyi silin. feyünebbiüküm Bima küntüm ta’melun ve en sonunda Allah yaptığınız her şeyi bir bir size haber verecek, bir bir bildirecektir.

 

9-) Ya eyyühelleziyne amenû izâ nudiye lisSalâti min yevmilcumu’ati fes’av ila zikrillâhi ve zerulbey’a, zâliküm hayrun leküm in küntüm ta’lemun;

Ey iman edenler!.. Cuma’nın günü’ndeki o salât için çağrıldığınızda, Allâh zikrine (Hakikatinizi HATIRLATMA çağrısına) koşun ve alışverişi bırakın! İşte bu sizin için daha hayırlıdır; eğer (işin gerçeğini) kavrayabilirseniz. (A. Hulusi)

09 – Ey o bütün iman edenler! Cuma günü namaz için nida olunduğunda hemen Allahın zikrine koşun ve alım satımı bırakın, o sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû izâ nudiye lisSalâti min yevmilcumu’ati fes’av ila zikrillâhi ve zerulbey’a ey iman edenler, siz ey iman edenler ailesi. Eyyuha kalıbı bir aileyi ifade eder, aile vurgusu taşır. Onun için bu kalıbın geçtiği yerlerde aile vurgusunu da tercümeye yansıtmaya çalışıyorum. Siz ey iman edenler ailesi. İnsanlık boyunca bir ailesiniz aslında. Eğer ailenize layık olmak istiyorsanız ne yapın?

izâ nudiye lisSalâti min yevmilcumu’a Cuma günü, toplantı günü namaz için çağrıldığınızda fes’av ila zikrillâhi ve zerulbey’ alışverişi hemen, derhal keserek Allah’ın zikrine koşun. Zımnen; Ey iman edenler ifadesi, eğer imanınızda samimi iseniz, kitap yüklü eşek durumuna düşmemek için şöyle yapın manasını içerir, vurgusunu içerir.

Cumu’a geçiyor bu ayette. Kur’an da bu kelimenin bu formuyla geçtiği tek yer burası, onun için de sureye Cumu’a = Cuma suresi ismi verilmiş. Cuma’nın İslam öncesi kullanıldığına dair elimizde sağlam ve reddedilmesi imkansız bir delil yok. İslam öncesinde Cuma günü aslında cumu’a diye bilinmiyor, Yevm-ül aruba deniyor bu güne. Arapların toplantı günü. Araplar günü.

Medine’de Cuma namazı peygamberimiz hicret etmeden önce kılınmaya başlandı. Efendimizin Medine’ye öğretmen olarak gönderdiği Mus’ab Bin Ümeyr ve onun eliyle imana ermiş olan, veya ondan önce Akabe bey’atlarında imana ermiş olan Mü’min Medine’lilerle birlikte Cuma kılıyorlardı. Fakat peygamberimiz ilk cumayı Hicretin 5. günü Salim oğulları yurdunda kıldırdı.

Yine ilâ zikrillah var, Allah’ın zikrine koşun. Zikrillah namaz mı Hutbe mi. Bu ikisi konusunda ihtilaf edilmiş. Ama doğrusu Said Bin Müseyyeb ve katılan bir çok otorite Zikrillah’ı hutbe olarak görmüşler. Ki bendeniz de bu tercihi şiddetle destekliyorum, çünkü Cuma namazı Öğleye niyabeten kılınan bir namazdır, Cumayı kılanın üzerinden öğle namazı düşer. Ama öğle namazı 4 rekat farz, Cuma namazı neden 2. İşte Cuma namazı 2 rekatını öğle, 2 rekatını hutbeye vermiştir. Hem de asli iki rekatını vermiştir. Son iki rekatını değil, ön iki rekatını. Çünkü Hutbe cumadan önce ediliyor.

O zaman hutbe nedir? Hutbe bir yaygın eğitim türüdür. Eğer ayetin isimlendirmesiyle zikrullah olarak alacak olursak demek ki hutbe aslında vahyin merkezinde olduğu bir bilgilendirme, bir eğitim ve öğretim seferberliğidir. Düşünün 10 yıl Cuma kılan biri 540 kez derse katılmış olacak. 20 yıl kılan biri 1080 kez derse katılmış olacak. Bu müthiş bir eğitim modeli, yaygın eğitim modeli. 1.5 milyarı kapsayan böyle bir eğitimin içinin doldurulması halinde, hakkının verilmesi halinde, Cumanın Cuma kılınması halinde ümmetin nasıl yetişeceğini ve bunun ne muhteşem gelişmelerle sonuçlanacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Hz. Ömer Namazın hutbeden dolayı kısaltıldığını söyler. Cessas nakleder bunu. Ki öyle iki asli rekatını hutbeye vermiştir diye biraz önce söylemiştim.

Yine: ve zerulbey’ var ayette. Alış verişi hemen kesin. Alış verişi kesme emri her tür meşgaleyi kapsar. Kazanılan paralar, iç ezan okunduktan, Cuma namazı bitinceye yani imam selam verinceye kadar kazanılan para helal değildir. Allah bunu yasaklamıştır kesinlikle. Kim ve ne gerekçeyle olursa olsun.

zâliküm hayrun leküm in küntüm ta’lemun eğer hayır ile çıkar arasında ki farkı, -ben böyle açımlıyorum- eğer hayır ile çıkar arasında ki farkı bilirseniz, bu sizin için çok daha hayırlıdır. Yani ahiret kazancı daha hayırlıdır. Dünya kazancı yanında hediye olarak sunulur.

Cuma; İlahi bir içtima çağrısıdır değerli dostlar. Güneşin üzerine doğduğu en hayırlı gün; Haftanın en hayırlı günü cumadır buyuruyor peygamber efendimiz. Tüm mü’minler dahil, kadın, yolcu, mahkum gibi mazereti olanlar da dahil Cuma’yı kılarlarsa boyunlarından öğle namazı kalkar, farzıyyeti düşer. Dolayısıyla Cuma emri herkes içindir. Fakat kadınlar toplum içerisinde üstlendikleri fıtri rol gereği muafiyet hakkını daha fazla kullanıyorlar. Bu kadınların Cumaya gitmeyeceği anlamına hiç gelmiyor. Efendimizin mescidi kadın ve erkeklerle tıka basa dolu olurdu.

Dolayısıyla bu o anlama gelmediği içinde bir kadın Cumaya gelse ve Cumayı kılsa onun üzerine öğle namazı hala farz olur mu? elbette ki olmaz. Eğer bir kadın için Cuma nafile ise o zaman Cumayı kılınca öğle namazının farzı düşmemesi lazım. Çünkü nafile farzı sakıt kılmaz. Eğer farz ise öğlenin farzı bir kadının boynundan düşer cumayı kılınca. O halde kadınların muafiyet hakkını fazlaca kullanmalarına 3 ile sınırlandırılmamış olmasına bakarak kadınların cumaya hiç gelmemelerinin sanki söylendiği gibi yaygın bir toplumsal ve geleneksel kanaat hiçte doğru olmasa gerek. Mazereti varsa zaten herkes öğleyi eda eder.

Şehir şartı ki cumanın sıhhat şartları sayılmış. Sıhhat şartları içerisinde sayılan şehir şartı, yani bir şehir, Cuma kılınacak bir yer ancak bir şehir olmalı şartı. Bazı imamlar bu şartı koşmuş. Bazı imamlar sayı şartını koşmuş. 3 ten aşağı Cuma kılınmaz diyen imamlar olduğu gibi, İman Şafi gibi 40 kişiden aşağı kılınmaz şartını koşanlar da olmuş. Yine bir belde de tek cami şartını koşanlar olmuş. İmamlardan bazıları bir belde de iki camide birden Cuma namazı eda edilmeyeceğini, edilirse sahih olmayacağını söylemişler. Yine bazıları Devlet başkanının izni şartını koşmuşlar. Eğer meşru otoritenin izin vermediği bir camide Cuma kılınırsa onun sahih olmayacağını söyleyen imamlar olmuş.

Peki bütün bu şartlar gerçekten de cumanın farzıyyetini düşüren şartlar olarak anlaşılabilir mi? Asla. Çünkü içtihatla hiçbir farz bir mü’minin boynundan düşmez, bu şartların hepsi içtihadidir. Allah resulünün ve sahabenin eda ettiği cumadan yola çıkarak istidlal ve akıl yürütmeler yoluyla varılmış sonuçlardır bunlar. Dolayısıyla bir farz eğer nasla sabit bir farz ise içtihatla sakıt olmaz. Usül kuralıdır bu. Dolayısıyla bu sayılan unsurların biri, 2. veya 3. bulunmasa dahi, bu bir mü’minin boynundan Cuma farzıyyetini düşürmez. Onun içinde bu içtihadi şartlardan biri veya bir kaçı yerine gelmezse eğer, cumam zaafa uğrar, bari öğle namazını kılmış olayım diye arkasına ilave edilen zuhru ahar diye kılınan namaz, gerçekten de herhangi bir delili olmayan bir namazdır.

Onun için delili olmamaktan daha öte bir niyet kuşkuya dayanamaz. Kuşku varsa niyet olmaz. Eğer şu olmazsa bu olsun şeklinde niyet, niyet değildir. Çünkü niyeti niyet yapan kasıttır, kasıt ise alternatiksizliktir. Bir insan Yevm-i şekk de eğer bugün Ramazan’sa Ramazan orucu olsun. Yoksa nafile karşılama olsun diye oruç tutamaz. Tıpkı onun gibi bir namaz olursa olur, olmazsa öğle olsun diye iki farz bir arada olmaz. Onun içinde zuhru ahar diye yaygın olarak kılınan namaz gerçekten de terk edilmelidir ve eğer kılınmak isteniyorsa nafile kılınmalıdır.

[Ek bilgi; ZUHR-İ ÂHİR NAMAZI

Son öğle namazı anlamına gelen zuhr-i âhir; bir fıkıh terimi olarak, Cuma namazının sahih olmaması ihtimalinden dolayı ihtiyaten kılınması kabul edilen öğle namazıdır.

Bir kısım İslâm bilginleri, Cuma namazının toplanılması ve hutbe okunması için meşru kılındığı gerekçesine, Hz. Peygamber ve hulefa-i raşidîn döneminde tek bir yerde Cuma namazı kılınmış olmasına dayanarak, bir zorunluluk bulunmadıkça, bir yerleşim yerinde sadece bir yerde Cuma namazı kılınabileceğini ileri sürmüşlerdir.

Böyle düşünen bilginlere göre ihtiyaç yokken, birden fazla yerde kılınması halinde, namaza ilk başlayanların Cuma namazları sahih olur, diğerlerinin o gününün öğle namazını kılmaları gerekir. Cuma namazını kimlerin önce kıldığının tespit edilememesi durumunda ise, ihtiyaten hepsinin öğle namazını kılmaları bir çözüm olarak öngörülmüştür.

Bir kısım bilginler ise, şüphe ile yapılan ibadetin geçerli olmayacağı düşüncesinden hareketle, zuhr-i âhir namazının kılınmaması gerektiğini söylemişlerdir. Bunlara göre, "belki Cuma namazı sahih olmamıştır" diye zuhr-i âhir kılmak doğru olmaz. Ayrıca zuhr-i âhir namazı kılınması gerektiğini ileri sürmek, halkın gözünde, Cuma namazının farz olmayıp, sadece öğle namazının farz olduğu ya da bir vakitte ikisinin de farz olduğu zannını uyandırır.

Diğer bir kısım bilginler ise, daha da ileri giderek, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiîn döneminde böyle bir namaz bulunmadığından hareketle, zuhr-i âhir kılmayı bidat kabul etmişlerdir.

Zuhr-i âhir ile ilgili olarak tarafların ileri sürdükleri görüşlerin delilleri göz önünde bulundurulduğunda, bu namazı kılmanın gerekli olmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber zamanında Cuma namazının sadece bir yerde kılınmış olması, bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınamayacağı anlamına gelmez. Zira o dönemde böyle bir ihtiyaç söz konusu değildi. Ayrıca yeni inen âyetleri Hz. Peygamber'in ağzından işitme iştiyakı içinde bulunan sahabenin, başka bir yerde Cuma namazı kılmalarını düşünmek mümkün değildir.

Bir yerleşim biriminde bir yerde Cuma namazı kılınmaması sebebiyle Cumanın sahih olmayacağını söyleyen müçtehitlerin tamamı, ihtiyaç halinde birden fazla yerde Cuma namazının kılınabileceğini kabul etmişlerdir. Günümüzde ise, çoğunlukla bir yerleşim biriminde tek camide Cuma namazı kılınması mümkün olmadığından birden fazla yerde Cuma namazı kılınması kaçınılmaz olmuştur.

Diğer taraftan Cuma namazının farz olduğunu ifade eden ayet ve hadislere karşı, birden fazla yerde kılınmasının caiz olmayacağı konusunda dinî bir delil bulunmamaktadır. Bir yerde kılınması şartını ileri sürenlerin, ihtiyaç bulunduğunda kılınabileceğini belirtmeleri de bunu göstermektedir. Kaldı ki Kur'ân-ı Kerim'de, "Allâh bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar" (Bakara, 2/286); "Allâh dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi." (Hac, 22/78) buyrulmaktadır.

İbadetler, kabul edileceği inancı ile kılınmalıdır. Hz. Peygamber Yüce Allâh'ın, "Ben kulumun benim hakkımdaki zannına göre muamele ederim" (Müslim, Zikir, 1; Tirmizî, Zühd, 51), "Ameller niyetlere göredir" (Buharî, Bed'ü'l-vahy, 1) buyurduğunu bildirmektedir Bu itibarla Cuma namazının kabul olunacağına inanarak kılınması ve bunda şüpheye düşülmemesi gerekir.

Buna göre bir yerleşim yerinde birden fazla camide Cuma namazı kılınabileceğinden, zuhr-i âhir namazının kılınmasına gerek yoktur. Ancak, herkes dilediği kadar nafile ibadet yapabileceğinden zuhr-i âhir namazını kılmak isteyenler kılabilirler, bunun yadırganmaması gerekir. (İ.P.)(Din işleri yüksek kurulu fetvası )]

 

10-) Feizâ kudıyetisSalâtu fenteşiru fiyl’Ardı vebteğu min fadlillâhi vezkürullahe kesiyren le’allekum tüflihun;

O salât tamamlandığında arzda yayılın, Allâh’ın fazlından talep edin ve (el Esmâ’sıyla hakikatiniz olan) Allâh’ı çok zikredin (HATIRLAYIN) ki kurtuluşa eresiniz! (A. Hulusi)

10 – Sonra da namaz kılındı mı Yer yüzünde dağılın da Allahın fazlından nasip arayın ve Allah ı çok zikredin ki felâh bulabilesiniz. (Elmalı)

 

Feizâ kudıyetisSalâtu fenteşiru fiyl’Ard namaz tamamlandıktan sonra yer yüzüne dağılın. Yer yüzüne artık nasıl toplanmışsanız, Cuma gün cami de; Bakınız hem cami hem Cuma toplar, bir araya getirir. Fakat keşke bedenlerimizi topladığı gibi dağılmış kalplerimizi ve kafalarımızı da toplayabilseydi cumalar. O zaman çok farklı olurdu. O zaman sadece biz cumayı kılmazdık, Cuma da bizi kılmış olurdu.

vebteğu min fadlillâh ve Allah’ın fazlından, kereminden cömertliğinden arayın. Yer yüzüne dağılıp rızkınızı arayabilirsiniz. Aslında bu bir emir değil. İlle de Cuma günü namazdan sonra çalışın manası çıkmaz. Çalışabilirsiniz, işiniz varsa devam edebilirsiniz. Manası çıkar.

vezkürullahe kesiyra Allah’ı da hiç hatırdan çıkarmayın ki le’allekum tüflihun kurtuluşa erebilesiniz. Zımnen Allah’tan bağımsız alan yoktur ey mü’min. Ticarette buna dahildir. Yani ticaret söz konusu olunca Allah ticarete karışmaz demeyin, Allah’sız ticaret helal olmaz. Onun için Allah ticarete de karışır işte tıpkı bu ayette olduğu gibi.

 

11-) Ve izâ raev ticareten ev lehveninfaddu ileyha ve terekûke kaima* kul ma ‘indAllâhi hayrun minellehvi ve minetticareti, vAllâhu hayrurrazikıyn;

(Allâh’a yönelip hakikatlerini hatırlamak varken) bir ticaret yahut bir eğlence gördüklerinde dağılıp ona gittiler de, seni (Cum’a salâtının imamı Hz. Rasûlullâh’ı) kaîm hâlde terk ettiler! De ki: “Allâh indîndeki, eğlenceden de ticaretten de daha hayırlıdır… Allâh yaşam gıdasıyla besleyen, en hayırlıdır!” (A. Hulusi)

11 – Böyle iken bir ticaret veya eğlenti gördüklerinde ona fırladılar da seni ayakta bıraktılar. De ki: Allahın yanındaki, eğlentiden de ticaretten de hayırlıdır ve Allah rızk verenlerin en hayırlısıdır. (Elmalı)

 

Ve izâ raev ticareten ev lehveninfaddu ileyha ve terekûke kaima bir ticaret ya da eğlence gördükleri zaman seni olduğun yerde, ayakta bırakıp ona seğirttiler. Ticarete ve eğlenceye koşu verdiler. Aslında bu Cabir Bin Abdullah’ın Medine’ye getirdiği kervanla ilgili. Mü’minler Cuma namazı kılarken dışarıda Medine de o günlerde bir yokluk yaşanıyor. Dışarıda kervanın zilleri duyuluyor. Allah resulü hutbede konuşurken sahabe bir rivayette 40 kişi kalıncaya, bir rivayette 12. kişi kalıncaya kadar boşalıp kervanın mallarına koşuyorlar. Veya kervanın şenliğine koşuyorlar. İşte bu tarihi olayı dile getirerek vahiy; Ey Ümmeti Muhammed, Ümmeti Musa gibi Yahudileşmeyin mesajını veriyor hepimize.

kul ma ‘indAllâhi hayrun minellehvi ve minetticara de ki Allah katında olan oyundan eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Bir insan değerli dostlar yaptığı şeyi 3 şey için yapar. Hayır için yapar, ya da çıkar için yapar, ya da haz için yapar. Bu ibarede üçü de var. Hayır var zaten adıyla geçmiş minellehvi bu da hazzı ifade eder. ve minetticare bu da çıkarı ifade eder. yani hayır mı, çıkar mı, haz mı diyorsanız siz hayır olanı tercih edin. Hayırda çıkarda vardır, hatta haz da vardır. Ama hazzı tercih ederseniz haz da %99,9 hayır yoktur.

vAllâhu hayrurrazikıyn ve Allah sonuçta rızık verenlerin en hayırlısı değil midir. En hayırlısıdır. O halde siz rızkı kimden istiyorsunuz. Siz Rezzak-ı alem olan, Alemlere rızık veren Allah dururken ona sırtınızı dönüp de neyi kazanacağınızı umuyorsunuz, Allah’tan isteyin. Allah’tan isterseniz hem hayrı alırsınız, hem yararı, çıkarı alırsınız, hem de haz alırsınız. Rabbim kendisinden isteyenlerden ve hayrı talep edenlerden kılsın. Hayrı hayırlı bir yolla, hayırlı bir üslûpla, hayırlı bir yöntemle isteyenlerden kılsın bizleri inşallah.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.



İslamoğlu Tef. Ders. MÜNAFIKUN (01 – 11) (176 – A)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

Kovulmuş, taşlanmış, mel’un ve matrud olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım. Özünde merhametli, işinde merhametli olan Allah’ın adıyla başlarım.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Rabbimiz hayırlısıyla başlat, hayırlısıyla aç, hayırlısıyla tamamlat, hayırlısıyla kapat. Rabbim kolaylaştır, güçleştirme, amin..!

Değerli Kur’an dostları, değerli can dostları bugün 114 burçlu Kur’an ülkemizin yepyeni bir burcuna daha tırmanacağız. O burcun can alıcı sokaklarında gezeceğiz. Yani pasajlarında. O burcun göz kamaştırıcı köşklerini seyredeceğiz, yani ayetlerini. O köşklerin içine, odalarına gireceğiz, elmas vari odalarına, yani kelimelere ve o odaların içinde tek tek duvarlarında göz gezdireceğiz, gözümüzün izi kalacak orada, yani harflerinde. Ve gözümüzde oranın izi kalacak inşaAllah. O burç Münafikun suresi.

Elimizdeki mushafta 63. sırada yer alan Münafikun suresi adını münafıklardan bahsettiği için muhtevasından alıyor. Daha Hz. peygamber döneminde bu adla anılıyor sure. Ki her sure böyle değil, ama bu surenin ismi daha ResulAllah döneminde oturmuş gözüküyor.

Sure ittifakla Medine’de nazil olmuş. Muhammed Bin Ka’b el Kurazi Tebük’te indi diyor bu sure için. Fakat bu görüşe pek katılamıyoruz, çünkü Tebük’te inmesi demek bu surenin 8. yılda inmiş olması anlamına geliyor ki 8. ayetinde surenin; leyuhricennel e’azzu minhel ezel (8) mutlaka oradan, Medine’den şerefli olanlar şerefsizleri kovacak, çıkaracak diyen münafıkların ele başısı İbn. Ubey bu sözü, Münafıkların Medine’de güçlü olduğu bir zamanda söylemiş olmalı Yoksa söyleyemez, yani cesaret edemez. Münafıkların ele başısı; Biz Medine’ye dönelim de şerefliler şerefsizleri oradan çıkarır, yani biz sizi oradan çıkarırız diyecek kadar küstahlaşabiliyorsa, demek ki daha erken bir tarihte inmiş olmalı. Çünkü 8. yılda zaten Medine de münafık problemi hemen hemen halledilmişti. Ki Tebük seferi ise 9. yıl olmuş oluyor. Dolayısıyla bu sure bu sözün ifade edildiğinin nakledildiği rivayetlere bakıldığında Beni Mustalik seferi sırasında, veya Beni Mustalik seferinden dönüşte nazil olmuş olmalıdır ki bu da takriben 5. yıla, hicretten sonraki 5. yıla tekabül eder. Bu durumda Muhammed bin Ka’b el Kurazi’nin 9. yıl görüşü pek isabetli görünmüyor.

İttifakla suremiz 11 ayet, Münafikun suresi Cabir bin Zeyd tertibinde 102. sırada yer almış, yani iniş sıralamasında, nüzul tertibinde Cabir’e göre 102. sıraya yerleştirilmiş. Tabii bu iniş sıralamaları da tek değil. Hz. Osman’ın tertibi var, Hz. Cader’in tertibi var, daha başka tertipler de var, bu da Cabir’in tertibi. Ki o tertipte 114 sure arasında 102. sırada yer alıyor.

Surenin nüzul sebebini bilirsek sureyi daha kolay anlarız. İniş nedeni surenin kısaca, özetle şu. Zeyd Bin Erkam (R.A.) anlatıyor bize aktarıyor. Bizzat olayın kahramanlarından. Bu surenin içinde zımnen kendisine atıf yapılan kahramanlardan biri o.

İbn. Ubey’in müttefiklerinden, yani münafıkların ünlü reisi Abdullah İbn. Ubey’in müttefiklerinden Cüheyne’li bir genç, -ki Sinan’mış ismi bu gencin- deve suluyor. O deve sularken Hz. Ömer’in işçisi Cah Cah isimli biri. Geliyor; Haydi yeter artık biraz da ben sulayayım diye şaka vari, şaka ile karışık uyarıyor. Hatta bir de ensesine şöyle bir hafifçe dokunuyor. Yine şaka vari bir dokunuş. Fakat o, ona mukabele ediyor, bunu ciddiye bindiriyor, hatta bir kavgaya dönüştürüyor. İkisi de yetişin ey ensar, yetişin ey muhacirler diye bağırmaya başlıyorlar. Biri ensardan Medine’li, diğeri Mekke’den Medine’ye göç etmiş, Allah resulüyle birlikte imanlarının bedelini ödemiş muhacirlerden.

Çok önemli altı çizilmesi gereken bir nokta burası değerli Kur’an dostları Allah resulü bunu duyduğunda ömründe çok az gösterdiği bir tepkiyi gösteriyor. Yüzünün rengi atıyor, alnında ki o kızdığı zaman kalkan damar yine kalkıyor ve diyor ki;

- Ma balû davel cahiliyye. Bu cahiliye davası da nereden çıktı, ne oluyoruz.

Cahiliye dediği peygamberin ne? Bir gencin yetişin ey Muhacirler, öbürünün de yetişin ey ensar diye çağırmış olması. Dikkat çekmek istediğim nokta şurası. Muhacirler de Ensar da İslami birer kavram. Yani ırkçılık çağrıştıran kavram değil, asabiyet çağrıştıran kavram değil, fakat asabiyete alet ediliyorlar. Yani iki güzel kavram, iki İslami kavram bir yanlışa alet edilerek kullanılıyor. İşte önemli olan bu ve altı çizilmesi gereken de bu. Yani kavramların masum olması hiçbir şeyi değiştirmiyor, eğer o kavramları siz asabiyete alet ederek kullanıyorsanız Allah resulünden yiyeceğiniz şamar; Bu cahiliye davası da nereden çıktı şamarıdır. Allah Resulü bunu cahiliye davası olarak niteliyor. İsterse bu kavramlar İslam’ın öz kavramları olsun. Değil mi ki onu asabiyete, değil mi ki onu merdud asabiyete alet ediyorsunuz. Milliyetçiliğe, kavmiyetçiliğe, ırkçılığa, soyculuğa, boyculuğa, cinsiyetçiliğe, yani hangi ad altında olursa olsun her tür takva dışında ki üstünlük iddiası merdud bir asabiyettir.

Ve bunun üzerine İbn. Ubey Ensarın Muhacirlerden desteğini çekmesini istiyor. Münafıkların başı Medineli Müslümanların Mekke’den göç etmiş kardeşlerinden desteklerini top yekün çekmesini istiyor. Yani şeytanın rolünü oynuyor ve hatta ardında da o meşhur sözü söylüyor.

Medine ye dönünce (şerefliler kendileri olmuş oluyor, münafıklar). Şerefsizleri, {onlarda muhacirler olmuş oluyor, mü’minler olmuş oluyor samimi (Haşa)} oradan çıkaracak. Çirkin sözünü söylüyor. Ve Zeyd bu sözü duyuyor, amcasına haber veriyor, amcası da Hz. Peygambere haber veriyor. Ki Zeyd o savaşa, o sefere Allah resulünün arkasında, bineğinin terkisinde giriyor. Yani ResulAllah onu terkisine alıyor. Ama yine de doğrudan söylemiyor.

O zaman taze bir delikanlıdır, bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlıdır Zeyd. Amcası ResulAllah’a söylüyor, ResulAllah bunu duyunca Abdullah Bin Ubey bin Selül’ü çağırtıyor, münafıkların ele başını; Sen böyle böyle böyle demişsin öyle mi? Yemin billah ediyor, Allah adına üstelik. İşte tipik bir münafık tavrını görüyoruz orada. Gören bir Allah’a iman edememiş, Allah’ın gördüğünü dahi içine sindirememiş, üstelik yemini bir peygambere ediyor. Aman Allah’ım..! bir peygambere. Demek ki adam, demek ki her nifak birazcık sahibini ahmaklaştırıyor. Bunu bir peygambere yapıyor üstelik.

Ve Allah resulü o an için beyana itibar ediyor. Bu da bize ders. Çünkü damgalamıyor, mühürlemiyor. Allah mühürlemedikçe ResulAllah mühürlemiyor ve münafıkların ele başının sözüne itibar ediyor, o zaman bana gelen haber doğru değil diyor. Bunun üzerine Amcam diyor Hz. Zeyd, “Bana; Sen Müslümanların arasını açmak için, kendine yalancı dedirtmek için mi çalışıyorsun.”

Benim başımdan kaynar sular döküldü diyor. Sanki gök tepeme düştü. Olanca genişliğine rağmen yer yüzü bana dar geldi. Ne olduğumu bilemedim. O duygular içerisinde sarhoş bir koyun gibi başımı vuracak taş arayıp yürürken kafileyle birlikte birden gece ilerlemiş bir vakitte ResulAllah yanımdan geçerken kulağıma elini uzattı, şefkatle okşadı başıma da böyle sevecen bir gözle bakarak okşadı ve vurdu.

Arkadan Hz. Ömer Bin Hattab görmüş. Resulallah sana ne yaptı dedi. Gece, karanlık görünmüyor. Böyle böyle böyle gözün aydın aslanım dedi. Anlıyor hemen tabii. Allah seni doğruladı. Hz. Ebu Bekir aynısını soruyor, o da gözün aydın aslanım, Allah seni doğruladı. Anlıyorlar tabii ve sabah olunca Allah Resulü ayetleri, Münafikun suresinin tokat gibi ayetlerini okudu ve herkes ne oldu ortaya çıktı. Yani hakikat güneşi doğunca gecenin yalanı dağılıverdi, karanlığı dağılıverdi.

Daha sonra Hz. Ömer ve daha başkaları Zeyd’i gördüklerinde kulağını okşarlarmış. Peygamberimizde Zeyd’i gördükçe Allah bu kulağı tasdik etti diye kulağını okşarmış. Yani demek ki sevilmeye layık kulaklar da var. İşte böyle bir arka planı var Münafikun suresinin. Bu olayı bildiğimizde sureyi anlamamız zor olmaz. Şimdi bu kısa girişten sonra sureyi tefsire geçebiliriz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

Rahman, Rahiym olan Allah adına. Herkes bildirileri, bildirinin sahibi adına okur. Okuduğumuz bildiri ise Allah’ın bildirisidir. Sahibi O’dur, biz de O’nun adına okuruz. Besmele budur.

 

1-) İzâ caekelmünafikune kalu neşhedu inneke leRasûlullah* vAllâhu ya’lemu inneke leRasûluHU, vAllâhu yeşhedu innelmünafikıyne lekâzibun;

İkiyüzlüler (münafıklar) sana geldiklerinde dediler ki: “Senin muhakkak Rasûlullâh olduğuna şehâdet ederiz!” Allâh biliyor ki kesinlikle sen, O’nun Rasûlüsün! Allâh şahittir ki muhakkak ki ikiyüzlüler yalancılardır. (A. Hulusi.)

01 – Sana geldikleri vakit o münafıklar dediler ki: şahadet ederiz hakikaten sen şüphesiz Allahın Resulüsün, Allah da biliyor ki: hakikaten sen şüphesiz onun Resulüsün, bununla beraber Allah şahadet ediyor ki doğrusu münafıklar katiyen yalancıdırlar. (Elmalı)

 

İzâ caekelmünafikune kalu neşhedu inneke leRasûlullah Münafıklar sana geldiklerinde, iki yüzlüler sana geldiklerinde dediler ki; Hiç tereddüdümüz yok biz şahidiz ki sen muhakkak Allah’ın elçisisin. Böyle dediler.

El Münafikun nüzülde geçtiği ilk yer burası değil, Ankebut/11. ayetinde ilk defa kullanılmış. İlginç değil mi Ankebut suresi hicrete yakın ama hicretten önceki surelerden biri. Münafık Nefak kökünden geliyor. Nefak köstebek yuvası manasına geliyor. Neden münafık oradan türetilmiş? Çünkü ne zaman nereden girip nereden çıkacağı belli olmaz. Yer altından gider. Yer üstünde görmezsiniz, yer üstünde sadece teptiği toprağı görürsünüz. Bu da şunu gösteriyor, çok güzel bir etimolojik aslında, kök açıklaması, Münafık (Köstebek) kendini gizlediğini zanneder ama teptiği topraktan anlaşılır.

Bir de çok ilginç köstebek kördür. Demek ki münafığın yürek gözü de kör, kalp gözü de kör. Kör olmasa Allah resulüne gelip de Allah adına yalan söylemeye, yemin etmeye kalkar mı, vahiy alan bir peygambere. Demek ki kör.

Bir üçüncü özelliği daha var köstebeğin o da şu; Milletin ekip biçtiği yumrulu bitkileri, soğan gibi, sarımsak gibi, patates gibi yumrulu bitkileri yerin altından çeker götürür yaptığı yuvada biriktirir. İlginci onları tüketmez de. Münafığın servete bakışı da bu. Yemeyeceğini, tüketmeyeceğini, paylaşmayacağını biriktirir. Üstelik yer altında biriktirir, yani zarar verir. Yiyecek olandan alır, kendisi de yemez. Münafığın servetle ilişkisi de bu çerçeve de anlaşılmalı. Çünkü bu sure öyle bir hususiyete sahip ki nifakla başlıyor, infakla bitiyor.

Çok ilginç. Nifakla başlayıp infakla bitmesi ne demek surenin? Nifakla infak arasında bir ilişki mi var? Ses benzerliği var, mana benzerliği de var, birbiriyle hiç uyuşmaz gibi görünse de kökende. Ama asıl belki de bu surenin verdiği ders şu; İnfak;nifak’ın panzehiridir. Nifak hastalığına deva bulmak istiyorsa bir insan infak etsin. Son söyleyeceğimizi ön söylemiş oluyoruz böylece.

Tek dünyalıdır münafık, onun için çift yüz taşır, maske taşır. İki yüzü vardır. İşte burada da aslında münafığın iki yüzünden bahsediliyor. Belki 200 yüzünden demek daha doğru olur. Yine Neşhedu diyor ayette; Biz şahadet ederiz ki, münafıklar. Yakıyn fiillerinden neşhedu, eşhedu. Bizde şahadette kullanırız. Bu yakıyn fiillerinden. Bu fiil Ebu Hanife tarafından yemin olarak ta alınmış. Hatta yemin sigasının başında geldiği söylenmiş. Ki fıkhen yemin sigasına girer Ebu Hanife’nin görüşüne göre.

Enes Bin Malik’in sözü önemli burada. Münafıktan bahis açıldığında bu sözü hep söylerim. Ben diyor bir tek sahabe, Allah resulünün bir tek arkadaşını tanımadım ki acaba ben münafık mıyım diye tir tir titremiş olmasın. Biz bunu sahabe de görüyoruz. Sahabe de4 bu hassasiyeti görüyoruz. Bu hassasiyet aslında bu sözü münafık olmayanlar söyler. Hiçbir münafık ben münafık mıyım diye düşünmez. İşin garibi de bu. Ben münafık mıyım diye tir tir titreyenin, mü’minliğinin delilidir bu aslında.

Biz Hz. Ömer’i görüyoruz. Hz. Ömer, bu ümmetin emini diye bilinen Ebu Huzeyfe’nin kılmadığı cenazeyi kılmazmış Allah resulünden sonra. Bakarmış bir cenazede Ebu Huzeyfe varsa o da olur, yoksa gidermiş. Ebu Huzeyfe’ye Allah Resulünün münafıkların bazılarının isimlerini, 36 ismi açıkladığı rivayet edilir. Yani münafık cenazesini kılmayın. Çünkü münafıksa ona rahmet dilenilmez. Eğer kesin biliniyorsa. Hz. Ömer de bu hassasiyeti hep gösterirmiş. Fakat bir gün biri ölmüş. Öyle biri öldü ki diyor eğer milletin içerisinde cennetlik birkaç kişi varsa biri de bu derdik. Ama Hz. Ömer diyor ki baktım Ebu Huzeyfe’yi bulamadım. İçime bir kurt düştü. Olamaz dedim kendi kendime, yani asla olamaz, bir işi vardır gelmemiştir, bir mazereti vardır gelmemiştir. Ama bu olamaz.

Ama yine de diyor içim rahat etmedi. Sokak aralarında bir ileri iki geri bakınırken Ebu Huzeyfe’yi başı iki dizinin arasında perişan bir halde buldum. Dedim ki ya Eba Huzeyfe yoksa buda mı? Cevap vermedi, kafasını kaldırdığında gözlerinde yaş gördüm, anladım. Ondan sonrasını görgü şahidi anlatıyor. Ömer Medine sokaklarında o münafıksa vallahi Ömer de münafık diye hem ağlıyor, hem bağırıyor, hem koşuyordu.

Ya..! iş vahim. İman ucuz değil. İman çok değerli, çok pahalı. İmanın kıymetini bilenler yapıyor bunu. Onun içinde sahabenin bu olaya, nifak olayına bakışı ve hassasiyetini göstermek için naklettim bunu

Hanzala Bin Rebi (r.a.) Bir gün Hz. Ebu Bekir’e geliyor; Ya Eba Bekir, Hanzala münafık oldu diyor. İki gözü iki çeşme..!

“Ne oldu sana ey Hanzala?

“Hanzala münafık oldu ya Eba Bekir.” Bakıyor ki söz dinleyecek gibi değil, tutuyor ResulAllah’a götürüyor. ResulAllah’a geliyor Hanzala bin Rebi. Allah resulü elini uzatıyor,

“Bir münafığın elini mi tutacaksın ya ResulAllah” diyor. İki gözü iki çeşme; “Hanzala münafık oldu Ya ResulAllah..!”

“Ne olmuş sana Hanzala” diyor. Sakaletke ümmeke; “Anan seni kaybetsin”, Araplarda söylenen bir sözdür. “Ne oldu sana böyle.”

“Ya ResulAllah geliyoruz senin yanına cenneti anlatıyorsun görür gibi oluyoruz, Cehennemi anlatıyorsun görür gibi oluyoruz. Sen konuşurken adeta yaşıyoruz. Çoluk, çocuğu, işi, gücü, hepsini dünyayı malı meali unutuyoruz. Ama ya Resulallah buradan, senin huzurundan ayrılıp gittiğimizde sanki hiç burada yaşamamışız, sanki hiç o hissiyatı duymamışız gibi işe güce, çoluk çocuğa, mala melale karışınca bura, burada kalıyor.” “Anan seni kaybetsin ey Hanzala o muydu derdin” diyor. “Bazen öyle olacak, bazen böyle olacak.”

Hatta hadis derlemelerinde bununla bitişik, yan yana gelen bir başka hadis hemen arkasından nakledilir; “Eğer siz günah işlemeseydiniz Allah sizi helak eder yerinize günah işleyen bir toplum, bir tür yaratırdı.” Yani insan melekleşmeyecek.

Efendimizin sözünün devamında; Eğer siz dışarıda da o anda ki gibi olsanız, o hassasiyeti sürdürseydiniz, yolda giderken melekler sizinle musafaha yapar, tokalaşırlardı.” Buyuruyor. Yani bu aslında insan doğasında olan bir şey. Ama bazen öyle bazen böyle oluyorsa, fakat hep öyle oluyor hiç böyle olmuyorsa, ondan korkmak lazım. İşte sahabenin hassasiyeti.

inneke leRasûlullah hiç şüphe yok ki sen Allah’ın elçisisin diyorlar ya münafıklar, iz bırakıyorlar aslında. Allah var diye bir mü’minin söze başlaması gibi, onlar da öyle başlıyorlar, yani Allah var. diye başlarız ya söze, Allah var, o şöyle. Allah var hakkını inkar edemem deriz ya. Onlar da böyle başlıyorlar. Fakat nifak Allah’a karşı işlenmiş bir suçtur, onun farkında olmuyorlar. Nifak; Kula karşı işlenmiş bir suç değil, Allah’a karşı işlenmiş bir suç. Çünkü sözün kendisi doğru değil mi? Sen Allah’ın resulüsün diyorlar. Bu doğru. Fakat söyleyen yanlış, söyleyen yamuk. Yamuk adam doğruyu söyleyince doğru adam olmuyor. Bakınız işte şimdi gelen ibare onu söylüyor.

vAllâhu ya’lemu inneke leRasûluH Allah’ta biliyor ki gerçekten de sen O’nun Resulüsün. Yani münafıklar söylemese de Allah senin kendi Resulü olduğunu biliyor. vAllâhu yeşhedu innelmünafikıyne lekâzibun ve Allah şahit ki münafıklar kesinlikle yalancıdırlar.  Bu çok hoş bu çok ilginç, gerçekten hepimizin ibret ve örnek alması gereken bir husus. Yani rabbimiz; onlar bir hakikati ikrar ediyorlar, söylüyorlar ama, bunu söylemeleri onların münafık olmalarından kaynaklanıyor. Söyledikleri söz doğru, fakat inandıklarını söylemiyorlar, inanmadıkları bir şeyi söylüyorlar. Te’kit edatları var bakınız; İnne edatı, le edatı. Lâm-ı te’kit. Te’kit edatları ve yeminler ne kadar çoksa, yalanları da o kadar çok olduğunu gösteriyor aslında, ona delalet ediyor.

 

2-) İttehazû eymanehüm cünneten fesaddu ‘an sebiylillâh* innehüm sâe ma kânu ya’melun;

Yeminlerini bir kalkan edindiler de Allâh yolundan alıkoydular… Yapmakta oldukları gerçekten ne kötüdür! (A. Hulusi.)

02 – Yeminlerini bir kalkan edinip de Allah yolundan yan çizmektedirler, hakikat bunlar ne fena yapıyorlar. (Elmalı)

 

İttehazû eymanehüm cünneh onlar yeminlerinin arkasına sığınıyorlar. Yeminlerini kalkan ediniyorlar, cünne. Perde ediniyorlar. Kalkan ediniyorlar. fesaddu ‘an sebiylillâh Allah’ın yolundan hem çevriliyorlar, hem de başkalarını çeviriyorlar. Saddu ‘an hem müteaddi, hem lazım manasını verir. innehüm sâe ma kânu ya’melun Onlar ne berbat iş işliyorlar, ne fena davranışta bulunuyorlar.

 

3-) Zâlike Biennehüm amenû sümme keferu fetubi’a ‘alâ kulûbihim fehüm lâ yefkahun;

Bunun sebebi şudur: İman ettiler, sonra küfür ettiler (iman ettik dedikleri gerçeği inkâr ettiler)… Bu yüzden kalpleri (anlayışları) kilitlendi! Bu yüzden, (inkârları kilitlenmeyi oluşturduğu için) onlar (Risâlet işlevini) kavrayamazlar! (A. Hulusi.)

03 – O şundan: Çünkü onlar imana gelmişler, sonra küfre gitmişlerdir de o kalplerine tab’olunmuş da artık anlamaz olmuşlardır. (Elmalı)

 

Zâlike Biennehüm amenû sümme keferu bunun nedeni onların önce iman edip sonra dinden çıkmaları, küfretmeleridir.

Bu nasıl bir şey? Önce iman edecek sonra küfredecek. Aslında bu bir tereddüt dostlar. Münafığın yüreğinde ki tereddüt. Acaba, doğrumu, ya değilse. Acaba yalan mı, ya doğruysa. Münafığın içinde gelgitler yaşanır. Bu tereddüde Kur’an rayb diyor. Birazdan belki ona da geleceğiz aslında gelelim şimdi isterseniz;

Mü’min, kafir, münafık. 3 tip insandan bahseder Kur’an. Mü’min; iman eden, kafir inkar eden, münafık ikisinin ortasında. Mü’min ve kafir Mekke’de belliydi. Fakat münafık kategorisi Medine de ortaya çıktı. Her ne kadar Mekke de  münafıktan söz ediliyorsa da Medine de artık ayan beyan bir sınıf olarak münafık ortaya çıktı. Yoksa dünya tarihinde münafıksız bir yer yok.

Peki münafık kaç türlü Kur’an da? 3 tür münafık var Kur’an a baktığımızda. Münafıklık ta tek tip değil.

1 – Kafirden beter münafık İnnel münafikıyne fidderkil’ esfeli minennar. (Nisa/145) münafıklar cehennemin en alt tabakasında olacaklar diyor, kafirden daha şedid. Kafirin düşmanlığını bilirsiniz ama münafığın düşmanlığını bilmezsiniz. Zararı daha büyük onun için.

2 . Bu tip münafıklar bocalama içinde ki tipler. İşte biraz önce küfürle iman arasında bocalar dediğimiz. ..fiy raybin mimmâ nezzelnâ alâ abdinâ.. (Bakara/23) ayetinde olduğu gibi. Kulumuza indirdiğimizden dolayı tereddüt geçirenler. Buna rayb diyor Kur’an. Mütereddit olanlar. Hani Müzebzebiyne beyne zâlike, lâ ila haülai ve lâ ila haüla’ (Nisa/143) Müzebzibdir diyor, ikisi arasında, zıplar durur. Bir oraya, bir buraya. Ne oradan, ne buradan. Hem sendenim, hem sendenim. Hem davuluna vurur, hem kasnağına. Ne şiş yakar ne kebap. Yani böyle bir tip. Herkese boncuk dağıtır bu tip. Onun için rayb diyor buna Kur’an.

3 – Fiy kulûbihim meradun..(Bakara/10) dediği Kur’an ın, kalplerinde hastalık olanlar. Bunlar henüz münafık denilecek nifakı ahlak haline getirmemişler belki ama, nifakın büyük tezahürleri onlarda ortaya çıkıyor. İşte 3 tip münafıktan söz eder Kur’an bize.

innehüm sâe ma kânu ya’melun (2. ayetten) onlar ne berbat iş işliyorlar.

Zâlike Biennehüm amenû sümme keferu (3) bunun nedeni onların önce iman edip sonra küfretmeleridir. fetubi’a ‘alâ kulûbihim Allah onların kalplerini mühürlemiştir, mühürledi fehüm lâ yefkahun artık onlar anlamazlar, artık onlar akletmezler, fıkh etmezler, meseleyi kavramaktan aciz hale gelirler.

İlginç değil mi fetubi’a ‘alâ kulûbihim onların kalplerini mühürledi diyor Allah. Kalp sanki suç aleti olmuş. Hani cinayet aletleri de mühürlenir ya, suç aletleri mahkemede açılmak için bir torbaya konur, ağzı bağlanır ve mühür vurulur. Ta ki mahkeme de delil olsun diye. Üzerinde parmak izleri. Tıpkı ona benziyor. Bazı kalpler vardır ki sahibinin suç aletidir. Büyük mahkeme de delil olmak üzere mühürlenir. İmandan sonra inkarın mazereti yoktur. Münafığın burada ki yaptığı o. Veya akıl tutulmasına uğramışlardır diye de çevirebiliriz ayetin sonunu. Köstebek gibi gözleri kör olmuştur. Aslında ne yaptıklarını bilmiyorlar. Rabbim bizi korusun.

[Ek bilgi; KİLİTLENMİŞLİK

….Burada, "Allâh'ın mühürlemesi" ifadesinden murat, "Sünnetullâh" sonucu, beyin çalışma sistemi gereği, kişide oluşan kilitlenme, "körlük-blokaj"dır!

Zira kişi, verdiği yanlış hükümle beynini kilitler ve artık o gerçekle yüz yüze gelse de onu değerlendiremez!

KÜFÜR, gerçeği örtmek, görememek, inkâr etmektir! Ki bu da, beyindeki kilitlenmenin sonucudur! "Kâfir" diye tanımlananlar; beyinleri önceden verdikleri hükümle kilitlenmiş olduğu için, "ALLÂH", "Rasûlullâh" ve "Kur'ân" gerçeğini değerlendiremeyip, onu ÖRTENLERDİR!

Bizi "OKU"mamış biri, elbette burada bahsedilen "hatem-mühürlenme" olayının yukarıdaki bir tanrı tarafından gerçekleştirildiğini düşünebilir...

Oysa bizi "OKU"yabilenler, şimdi fark edeceklerdir ki, her birimin özünde bulunup, varlığını oluşturan "ALLÂH" isimlerinin işaret ettiği özellikler, kişide otomatik olarak bu işleyişi meydana getirmekte; bu durum da, "Allâh'ın tasarrufu" olarak tanımlanmaktadır Kur'ân-ı Kerîm'de!

Şimdi bakın burada elimize önemli bir anahtar daha almış oluyoruz Kur'ân-ı Kerîm'i anlamak için...

Kişinin eline aldığını veya karşısındakini "OKU"yabilmesi için ilk şart, geçmiş tüm veri birikimini bir yana koyarak, onlara dayalı değerlendirmelerini devreye sokmayarak, tamamen objektif, yorumsuz olmasıdır.

İkinci iş, elindeki metinde veya karşısında anlatanda, işaret yollu, misal veya mecaz yollu dillendirmelere dikkat etmesi şarttır!

Üçüncü önemli şart... Kesinlikle, "ben bunu zaten biliyorum, duymuştum-okumuştum" önyargısından uzak durup, asla peşin hükümlü olarak konu hakkında hüküm vermemektir!

Ola ki, o anda sizde o konuda yeterli açıklık oluşmadı... Bu defa o konuyu sakın inkâr veya reddetmeyin. Hüküm vermeden, değerlendirme işini zamana bırakın. Zira, ya o konuda yeterli veritabanınız olmadığı için o konuyu anlayamamışsınızdır; ya da daha önceden o konuda vermiş olduğunuz bir hükümle beyninizi kilitlemişsinizdir! Bu durumda yapılacak en iyi iş, kendinizi o konuya sürekli açık tutmak olacaktır.

Bilelim ki, verdiğimiz hükümlerin neredeyse pek çoğu, bizim, sonsuz evrensel gerçeklik içinde sayısız sırdan mahrum kalmamıza yol açan, en önemli faktör olmaktadır.

Düşünce dünyamızı oluşturan kozamız, çoğu zaman evrensel araç olarak bizi sonsuz yeniliklere taşımak yerine; düşünsel hücremiz şeklinde hapishanemiz olmaktadır! (A. Hulusi- Kilitkenmişlik)]

 

4-) Ve izâ raeytehüm tu’cibüke ecsamuhüm ve in yekulu tesma’ likavlihim keennehüm huşübün müsennedetun, yahsabune külle sayhatin ‘aleyhim* hümul’aduvvu fahzerhüm* katelehümullah* enna yu’fekûn;

Onları gördüğünde bedenleri (görünüşleri) hoşuna gider… Konuşurlarsa, sözlerini dinlersin… Onlar (birbirine) dayandırılmış keresteler (şuursuz bedenler) gibidirler! Her yüksek sesli seslenişi kendi aleyhlerine sanırlar! Onlar düşmandır, onlardan korun! Allâh onları öldürsün (anlasınlar hakikat neymiş)! Nasıl da (hakikatlerinden) döndürülüyorlar! (A. Hulusi.)

04 – Sen onları gördüğün vakit cisimleri tuhafına gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin, sanki «Huşubi müsennede» dayanmış keresteler gibidirler, her sayhayı sanırlar ki aleyhlerindedir, onlar düşmandırlar, onun için onlardan sakın, onları Allah gebertsin nereden çevriliyorlar. (Elmalı)

 

Ve izâ raeytehüm tu’cibüke ecsamuhüm sen onları gördüğünde kalıpları, görünüşleri, fiyakaları hoşuna gider. Yani fiyakalı adamlardır. Kalakları kulakları yerindedir. Kalıpları fiyakalıdır, dış görünüşleri caziptir. Böyle görüntüde filinta gibidirler ve in yekulu tesma’ likavlihim bir de konuşsalar, konuşmalarına bayılırsın, dinlersin keennehüm huşübün müsennede ne ki onlar giydirilmiş kalaslar gibidirler. Yani takım elbiseli kütükler gibidirler. Tepeden tırnağa, gran tuvalet giydirilmiş kalas diyor. keennehüm huşübün müsennede aslında ağaç kökü ile irtibatını koparınca haşet denir ona. Kökü ile irtibatını koparan ağaca odun denir, kütük denir değil mi? Kökünde olana, kökü ile irtibatı olana hiç kütük denmez.

Peki bağlantısı ne? Münafık yüreğiyle, fıtratıyla bağını koparmış, fıtrat köküyle, ruh köküyle bağını koparmış, kütüğe dönmüş onun için ve onlara Kur’an giydirilmiş kalaslar, veya yaslanmış, dikilmiş kalaslar diyor.

yahsabune külle sayhatin ‘aleyhim bir özelliklerini daha söylüyor bakınız münafıkların her çığlığı aleyhlerine zannederler. Çok tipik bir özellik. Mesela bir tanesi; aman eteğin tutuştu dese onun üstüne hücum eder. Sen benim aleyhime konuşuyorsun diye. Oysaki siz onu yanmasın diye uyarıyorsunuz. Bir tanesi yanan bir evin içinde oturuyor olsa da yangın var diye bağırsa, bana hakaret ediyorsun diye üzerine yürür. Oysa ki siz onu uyarıyorsunuz. yahsabune külle sayhatin ‘aleyhim her çığlığı aleyhlerine, her sesi aleyhlerine zannederler.

Bu bağlamda, vahiy bağlamında nasıl anlayacağız? Rabbimizin vahiy ile kendilerini uyarmalarını da aleyhlerine zannederler. Peygamber onları adam olun, iman edin diye uyarır, onlar bunu da aleyhlerine zannederler, düşman zannederler.

hümul’aduvvu asıl onlar kökten düşmandırlar fahzerhüm onlardan uzak dur, onlardan sakın katelehümullah Allah onların canını alsın. Allah onları öldürsün. Belki belasını versin diye de çevirebiliriz. katelehümullah insan insana beddua ederde, Allah ederse ne olur? Münafık böyle bir tip işte. enna yu’fekûn nasıl da savruluyorlar, başka nasıl tercüme edeyim ki bunu. nasılda savruluyorlar hakikatten, haktan, kendilerinden, özlerinden.

 

5-) Ve izâ kıyle lehüm te’alev yestağfir leküm Rasûlullahi levvev ruûsehüm ve raeytehüm yesuddûne ve hüm mustekbirun;

Onlara: “Gelin, Rasûlullâh sizin için mağfiret dilesin” denildiği vakit, başlarını çevirdiler; sen onların kendini beğenmiş benlik sahipleri olarak yüz çevirdiklerini görürsün. (A. Hulusi.)

05 – Onlara gelin ResulAllah sizin için istiğfar ediversin denildiği zaman da başlarını bükerler ve görürsün ki kibir taslayarak yan çizer giderler. (Elmalı)

 

Ve izâ kıyle lehüm te’alev yestağfir leküm Rasûlullahi levvev ruûsehüm ve onlara; gelin Allah’ın Resulü sizin için af dilesin Allah’tan, mağfiret dilesin denildiğinde başlarını çevirirler. Ve onlara gelin Allah’ın Resulü sizin için af dilesin Allah’tan, mağfiret dilesin denildiğinde başlarını çevirirler. Sanki kötü bir şey söyleniyormuş gibi. ve raeytehüm yesuddûne ve hüm mustekbirun ve sen onların küstahça bir kibir içinde çekip gittiğini görürsün.

Sebebi nüzül bağlamında anlatılan olay şu; Münafıkların ele başısı Abdullah Bin Ubey bin Selûl yalanı ortaya çıkınca etrafında ki dostları demişler ki hayır öğütlü olanlar. Ha git de ResulAllah’tan istiğfar dile. Senin için Allah’tan af dilesin peygamber.

Adamın cevabı ne mi olmuş? Şuna bakın değerli dostlar. Nasipsiz olunca insan şuna bakın. Diyor ki; İman edin dediniz, iman et dediniz, gittim iman ettim. Sanki iman böyle et deyince edilecek bir şeymiş gibi. Kafasına bakın adamın. Zekat ver dediniz, gittim zekat verdim. Demek ki inanarak yapmamış. Burada çok önemli, yani Münafıkların ele başısı zekat ta vermiş. Buradan bunu öğreniyoruz. Geriye Muhammed’e secde etmediğim kaldı, onu da mı yapacağım. Böyle algılıyor. Yani Allah Resulü senin için Allah’tan af dilesin git diyenlere verdiği cevap bu adamın.

 

6-) Sevaun ‘aleyhim estağferte lehüm em lem testağfir lehüm* len yağfirAllâhu lehüm* innAllâhe lâ yehdilkavmel fasikıyn;

Onlar için mağfiret dilemen yahut dilememen onlara birdir! Allâh onları asla mağfiret etmez! Muhakkak ki Allâh inancı bozuklar topluluğunu hakikate erdirmez! (A. Hulusi.)

06 – Onlar için istiğfar etsen de etmesen de aleyhlerinde müsavidir, Allah onlara aslâ mağfiret etmez ve Allah fâsıklar güruhunu doğru yola çıkarmaz. (Elmalı)

 

Sevaun ‘aleyhim estağferte lehüm em lem testağfir lehüm İster onlar için Allah’tan af dile, ister dileme. len yağfirAllâhu lehüm Allah ebediyen asla onları affetmeyecektir. Ey Muhammed, ey peygamber istersen onlar için af dile, istersen dileme. İster onlar için istiğfar et, ister etme. Allah asla onları affetmeyecektir. innAllâhe lâ yehdilkavmel fasikıyn Allah yoldan çıkmış bir kavme rehberlik etmez.

Evet, İlginç değil mi. Peygamberin teksiye görevi var değerli dostlar. Yani arındırma görevi. Bu Kur’an ın da tasdik ettiği bir görev. te’alev yestağfir leküm Rasûlullah (6). Kemâ erselnâ fiyküm Rasûlen. (Bakara/151)  Bakınız, işte. Hadi gelin Allah’ın resulü sizin için af dilesin. Evet, Bu ayeti, görüyoruz Bakara suresinde.

Yine; Kemâ erselnâ fiyküm Rasûlen minküm yetlû aleyküm âyâtinâ ve yüzekkiyküm ve yüallimükümül Kitâbe. (Bakara/151) ilâ ahır ayeh. Bu ayeti de görüyoruz. Orada tıpkı sizin aranızdan bir elçi gönderdiğimiz gibi, bu elçi size Allah’ın ayetlerini okusun diye gönderdik. Dahası ve yüzekkiyküm sizi arındırsın, teksiye etsin ve size kitabı ve yüallimükümül Kitâbe kitabı öğretsin diye gönderdik.

Demek ki peygamberin görevlerinden biri de teksiye. Öğüt vermek bir başka görevi peygamberin Abese de olduğu gibi.

1. görevi öğüt vermek.

‘Abese ve tevella, (Abese/1)

En câehül’a'mâ, (2)

Ve ma yüdriyke le’allehu yezzekkâ.(3) İşte teksiye, öğüt vermek.

2 – Dua etmek. Allah Resulünden dua isterlerdi ve o da ederdi.

3 – Ki tevbe/103. ayetinde; … ve salli aleyhim.(Tevbe/103) onlar için dua et. İfadesi var.

4 – Sadaka almak. Yine Tevbe/103 ayetinde biz bunu görüyoruz. Hüz min emvalihim sadaka..(Tevbe!03) onların mallarından sadaka al.

5 -  İstiğfar etmek ki burada ki o.

Yine A. İmran/159. ayetinde; FeBima rahmetin minAllâhi linte lehüm* ve lev künte fazzan ğaliyzal kalbi lenfaddu min havlike fa’fü anhüm vestağfir lehüm (A. İmran/159)Allah’tan bir rahmet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Sert yapsaydın etrafından dağılır giderlerdi. O halde onları affet, onlar için Allah’a istiğfar et. İşte burada da onu görüyoruz. Rabbimi ondan bunu istiyor. Peygamberin görevlerinden biri de ümmeti için istiğfar etmek. İstiğfar aslında beni arındır diye gelen insanlar için edilir. Ki biz bunu görüyoruz.

Amr. Bin Semure. İlk büyük hırsızlık olayının kahramanı demeyelim, hırsızlığı yapan kişi. Hırsızlığın cezası tek kolu. Tek kolunu kaybettiğinde. Beni arındır Ya Resulallah diye geliyor. Büyük bir hırsızlığı yapmış ve tek kolunu kaybettiğinde koluna bakıp. Beni senden temizleyen Allah’a sonsuzca hamd olsun diyen adam bu.

Bu nasıl bir vicdan, Din nasıl bir vicdan inşa ediyor muhatabında ki böyle diyebiliyor. İşte İslam’ın inşa ettiği toplumun içinden çıkan suçlunun dahi durumu bu. Bunun altını çizmek gerek. İbn. Mace de geçiyor bu rivayet.

Kendileri tevbe etmedikçe senin tevben onlara hiçbir yarar sağlamayacak diyor aslında bu ayet. Ki karşılaştırmamız için söylüyorum; Tevbe/82. ayeti bunu söylüyor. Aslında devamını söyleyerek rivayeti, devamındaki ayeti okuyayım ondan sonra tahlil edeyim;

innAllâhe lâ yehdilkavmel fasikıyn

 

7-) Hümülleziyne yekulûne lâ tunfiku ‘alâ men ‘ınde Rasûlillâhi hattâ yenfaddu* ve Lillâhi hazâinüsSemavati vel’Ardı ve lakinnelmünafikıyne lâ yefkahun;

Onlar: “Rasûlullâh’ın yanında olanlara bağışta bulunmayın, böylece dağılıp gitsinler” diyen kimselerdir! Semâların ve arzın hazineleri Allâh içindir! Fakat ikiyüzlüler anlayıp kavrayamazlar. (A. Hulusi.)

07 – Onlardır ki «Resul Allahın yanındakilere nafaka vermeyin tâ ki dağılsınlar» diyorlar. Halbuki Göklerin ve Yerin hazineleri Allah’ındır ve lâkin Münafıklar anlamazlar. (Elmalı)

 

innAllâhe lâ yehdilkavmel fasikıyn. (6) Hümülleziyne yekulûne lâ tunfiku ‘alâ men ‘ınde Rasûlillâhi hattâ yenfaddu Onlar kimler? ResulAllah’ın etrafında ki fakirlere, infak etmeyin, yardım etmeyin de onlar etrafından dağılsın gitsin diyen kimseler bunlar. Şu hesaba bakın. Onlar etrafından dağılsın gitsin diyenler. Burada değerli dostlar Tevbe/80 ayetiyle birlikte alırsak. Onlar için istiğfar etsen de etmesen de bağışlanmayacaklar diyordu ya ayeti kerime.

Peygamberimiz Buhari ve Müslüm’e her nasılsa girmiş bir rivayetten; Ben yine de onlar için istiğfar edeceğim, rabbim beni muhayyer bıraktı, ister istiğfar et, ister istiğfar etme dedi. Sevaun ‘aleyhim estağferte lehüm em lem testağfir lehüm (6) den böyle bir sonuç çıkarmış güya ResulAllah. İster istiğfar et, ister istiğfar etme dedi, ben de istiğfar etmeyi tercih edeceğim. İşte o gösterdiğim, atıf yaptığım ayette 70 kere istiğfar etsen de affedilmeyecek buyruluyor. Ben de 70 den fazla istiğfar edeceğim demiş ResulAllah. Dedim ya her nasılsa Buhari ve Müslim’e girmiş bir hadis de böyle.

Gazali El Mustasfa isimli eserinde der ki; ResulAllah sözün manalarını en iyi bilendi. Bu söz aslında kinaye, yani 70 kere edersen olmaz da, 71 edersen Allah affeder manasına gelmiyor ki. Özellikle 6. ayet Sevaun ‘aleyhim estağferte lehüm em lem testağfir lehüm Allah Resulüne muhayyerlik sunmuyor ki. Yani ister et ister etme demiyor ki, etme diyor. Aslında peygamber sözün manalarını en iyi bilen deniyor, bunun aslı yoktur diyor Gazali El Mustasfa da. Gerçekten isabetli bir yaklaşım ki zaten metinde bize bunu veriyor.

ve Lillâhi hazâinüsSemavati vel’Ard göklerin ve yerin hazineleri Allah’a aittir. ve lakinnelmünafikıyne lâ yefkahun Fakat münafıklar bunu bile anlamıyorlar.

 

8-) Yekulûne lein reca’na ilelMediyneti leyuhricennel e’azzu minhel ezelle, ve Lillâhil ‘ızzetu ve liRasûliHİ ve lilmu’miniyne ve lakinnelmunafikıyne lâ ya’lemun;

(O ikiyüzlü) dedi ki: “Andolsun ki eğer Medine’ye geri dönersek, en Aziyz olan, en zelil olanı oradan mutlaka çıkaracaktır!” Oysa izzet Allâh’ındır, Rasûlünündür ve iman edenlerindir. Ne var ki ikiyüzlüler bilemezler! (A. Hulusi.)

08 – Diyorlar ki: eğer Medîne ye dönersek herhalde eazz olan oradan ezell olanı çıkaracaktır, halbuki izzet, Allahın ve Resulünün ve müminlerindir ve lâkin Münafıklar bilmezler. (Elmalı)

 

Yekulûne lein reca’na ilelMediyneti leyuhricennel e’azzu minhel ezel diyorlar ki eğer şehre dönersek şerefliler şerefsizleri mutlaka oradan çıkaracaktır. İşte girişte zikrettiğim ayeti kerime bu. Bu münafık elebaşının lafı. Hikayesini de girişte anlatmıştım. ve Lillâhil ‘ızzetu ve liRasûliHİ ve lilmu’miniyn şeref Allah’a mahsustur, şeref Allah’tan kaynar ve Allah’tan dolayı Resulüne aittir ve mü’minlere aittir. Yani siz hangi şereften, hangi onurdan, hangi izzetten bahsediyorsunuz. Hem münafık olur mu? şerefi olsa münafık olur mu? İki yüzlü davranır mı, içi dışı ayrı olur mu, maskeli gezer mi demek istiyor aslında ayeti kerime. ve lakinnelmunafikıyne lâ ya’lemun fakat münafıklar bunu dahi bilmiyorlar.

 

9-) Ya eyyühelleziyne amenû lâ tülhiküm emvaluküm ve lâ evladuküm ‘an zikrillâh* ve men yef’al zâlike feülaike hümülhasirun;

Ey iman edenler… Mallarınız da evladınız da sizi Allâh’ın zikrinden (Hakikatinizi hatırlamaktan) meşgul edip (gereğini yaşamaktan) alıkoymasın! Kimler bunu yaparsa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir! (A. Hulusi.)

09 – Ey o bütün iman edenler! Sizleri ne mallarınız, ne evlatlarınız Allahın zikrinden alıkoymasın ve her kim öyle yaparsa işte onlar hüsrana düşenlerdir. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû siz ey iman edenler lâ tülhiküm emvaluküm ve lâ evladuküm ‘an zikrillâh ne mallarınız, ne de evlatlarınız, çocuklarınız Allah’ı sizin gündeminizden düşürmesin. Allah’ı gündeminizden uzak tutmasın, Allah hep gündeminizde olsun. Allah’ı hiç gündeminizden ayırmayın. Fezkürûniy ezkürküm.. (Bakara/152) eğer siz Allah’ın gündeminde olmak istiyorsanız, Allah’ı siz gündeminizin başına alın.

Dilin zikri ahlaken kalbin eseri olmak zorundadır. Çünkü kalpte eğer anmıyorsanız, dilde anmak otomatik olur ki zikr değildir o. Zikir insanın hatırda tutmasıdır. Öncelikle bilincin işin içine girmesidir. Felaket sizin Allah’ı unutmanız değil ki, asıl felaket Allah’ın sizi unutması. Mal ve evlat kesif olan dünyaya aittir. Latif olan Allah ile, bu ismin tecellisi olan ruh arasına toprak gibi kesif olan mal ve evladı sokma ey insan diyor ayet.

ve men yef’al zâlike feülaike hümülhasirun kim böyle yaparsa işte onlar kaybedenlerin ta kendileridir. Hüsrana uğrayacak olanlar onlardır.

 

10-) Ve enfiku min ma razaknâküm min kabli en ye’tiye ehadekümülmevtü feyekûle Rabbi lev lâ ahharteniy ila ecelin kariybin, feassaddeka ve ekün minessalihıyn;

Sizden birine ölüm gelip çattığında (hakikati gördüğünüzde): “Rabbim beni yakın bir sona kadar erteleseydin de mallarımı bağışlasaydım ve imanın gereğini uygulayanlardan olsaydım” demesinden önce; size verdiğimiz yaşam gıdalarından bağışlayın! (A. Hulusi.)

10 – Ve sizlere merzuk kıldığımız şeylerden infak yapın, her birinize ölüm gelmezden evvel ki sonra: «Yarabbi! Beni yakın bir ecele kadar tehir eylesen de sadaka versem ve salihînden olsam» der. (Elmalı)

 

Ve enfiku min ma razaknâküm o halde artık size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda karşılıksız harcama yapın, infak edin. Rızık olarak verdiklerimizden, artıklardan değil, atıklardan değil, çıkıntılardan değil, rızık olarak verdiklerimizden. min kabli en ye’tiye ehadekümülmevtü feyekûle Rabbi lev lâ ahharteniy ila ecelin kariybin, , feassaddeka ve ekün minessalihıyn çok uzun oldu ama kesemedim, toparlamaya çalışayım tercümesini;

Ne zamandan önce? Size ölüm gelip de, gelip kavuşup da; Ya rabbi keşke beni biraz daha erteleseydin, ölümü biraz daha erteleseydin, bana biraz daha mühlet verseydin de ben de hayır hasenat yapan iyilerden olsaydım demezden önce Allah size rızık olarak verdikleri şeylerden infak edin. Ayetin tamamını umarım toparlayabildim, tercüme etmek zorunda kaldım ki bölemedim. Evet, yani ölüm gelmeden önce keşke ben de hayır hasenat yapıp iyilerden olsaydım diyen kimselerden olmayın ve ölüm gelmeden önce yapacağınızı yapın. Ölüm geldikten sonra artık böyle demenin hiçbir yararı olmaz.

Nifak konusuyla başlayan sure, infak konusuyla bitiyor görüyorsunuz. Bu da nifakın panzehiri infaktır demeye geliyor diye uyarmıştım daha önce.

 

11-) Ve len yuahhırAllâhu nefsen izâ cae eceluha* vAllâhu Habiyrun Bima ta’melun;

Eceli geldiğinde, Allâh hiçbir nefsi ertelemez! Allâh yaptıklarınızı (yaratanı olarak) Habiyr’dir! (A. Hulusi.)

 

11 – Halbuki Allah bir nefsi eceli geldiği zaman aslâ tehir buyurmaz ve her ne yaparsanız Allah habirdir. (Elmalı)

 

Ve len yuahhırAllâhu nefsen izâ cae eceluha ne ki vakti geldiği zaman Allah hiçbir canı asla ertelemez. Yani bırakın o işi. Eğer Allah’ın koyduğu yasaya göre sizin hayatla irtibatınız kesilmişse artık ya rabbi bana mühlet ver demenizin hiçbir anlamı yok. Orada pişman olmanın da anlamı yok. Çünkü zaten götüremeyeceksiniz malı. Maden götüremeyeceksiniz niye götüreceğinizi bu dünyada vermiyorsunuz. Verdiğinizi götüreceksiniz. Götüreceğiniz verdiklerinizdir.

vAllâhu Habiyrun Bima ta’melun zira Allah yaptığınız her bir şeyi bilir, her bir şeyden haberdardır.

 

SadakAllahulaziym. {ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. (Yunus/10)

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır.(Elmalı)}


İslamoğlu Tef. Ders. TEĞÂBÜN(01 – 10) (176 – B)

$
0
0

231

            BismillahirRahmanirRahıym

Değerli Kur’an dostları Münafikun suresi bittikten sonra yeni suremiz Teğabün suresi. Elimizdeki mushafta 64. sure. Adı hem kayıp, hem kazanç manasına geliyor, çifte bir anlamı var. 9. ayetinden almış adını ve ilk defa Kur’an da tek olarak da burada kullanılıyor. İniş zamanını tespit çok zor, ihtilaflı. 14 ve 15. ler de mü’minlerin sıkıntısı dile getiriliyor ki bu hicrete yakın indiğine işaret. Hicrete yakından kastım hicretten önce değil, hicretten hemen sonra inmiş olması çok kuvvetle muhtemel ki aynı tema Enfal/24 ve 28. ayetlerinde de işleniyor. Bu durumda sureyi Medeni olarak görmemiz lazım ve hicretin hemen arkasından indiğine hükmetmemiz lazım.

Surenin konusu çiçeği burnunda İslam cemaatinin ahlaki durumunu inşa etmek. Bunu nasıl yapıyor? Önce Allah tasavvuru inşa ediyor, 1 ve 4. ayetler arasında. Sonra inkarcılardan söz ediyor 5 ve 7. ayetlerde. Vahye davet ediyor 8. ayette, inanmak güvenmektir diyor işin sırrı. İman ahlaki manada güvendir. 11. ayetin ana fikri şu; İman güvendir. Allah’a iman edipte güvenmemek, iman etmemek manasına gelir. Mallarınız ve çocuklarınız sizin fitnenizdir diyor 15. ayet. O halde, yani imtihanınızdır, imtihanınızı iyi verin diyor. Sure tarzı hasen ve infak çağrısıyla son buluyor tıpkı bir önceki Münafikun suresi gibi. Şimdi sureye geçebiliriz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

 

1-) Yüsebbihu Lillâhi ma fiysSemavati ve ma fiyl’Ard* leHUlMülkü ve leHUlHamdu ve HUve ‘alâ külli şey’in Kadiyr;

Semâlarda ve arzda her ne varsa (Allâh Esmâ’sıyla yaratılmaları dolayısıyla) Allâh’ı (kulluk işlevlerini yerine getirmek suretiyle) tespih etmede! Mülk O’na aittir, Hamd O’na aittir! O her şey üzerine Kaadir’dir! (A. Hulusi)

01 – Tesbîh eder Allaha Göklerde ve Yerdeki, mülk onun, hamd onun ve o her şey’e kadîrdir. (Elmalı)

 

Yüsebbihu Lillâhi ma fiysSemavati ve ma fiyl’Ard göklerde ve yerde var olan her bir şey Allah adına hareket eder. Giriş benzerliği Cuma suresi, saf suresi hac suresi dikkatinizi çekmiştir. Benzer girişler. Yusebbihu muzari fiil. Hem istimrar, hem teceddüt ifade eder. Yani hem sürekliliği, hem de yenilenmeyi ifade eder. Ey insan Kainat ilahisine sen de katıl. Ben böyle anlıyorum. Yani kainat bir ilahi söylüyor, sen niye çatlak ses çıkarıyorsun. Katıl bu koroya. Lebbeyk ya rabbi..! Katılalım inşaAllah.

leHUlMülkü ve leHUlHamdu ve HUve ‘alâ külli şey’in Kadiyr Neden? Zira varlık O’nun, mülk O’nun, sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şey O’nun. Şu kâinatta ne varsa O’nun ve hamd O’na mahsus. Tüm övgüler O’na mahsus. Çünkü O her bir şeye kadirdir, her şeye gücü yetendir. O’nun kudretine, O’nun adına hareket eden şu alem şahittir, ya sen şahit olmazsan bu olur mu ey insanoğlu. Üstelik Allah akıl fikir vermiş olsunda sen şahit olma.

 

2-) “HU”velleziy halekaküm feminküm kâfirun ve minküm mu’min* vAllâhu Bima ta’melune Basıyr;

“HÛ” ki, sizi yaratmış olandır! Buna göre kiminiz hakikat bilgisini inkâr edendir ve kiminiz de iman edendir! Allâh yaptıklarınızda Basıyr’dir. (A. Hulusi)

02 – Odur sizi yaratan, öyle iken içinizden kimi kâfir, kimi mü’min, bununla beraber Allah her ne yaparsanız görür. (Elmalı)

 

“HU”velleziy halekaküm ki O sizi yarattı veya sizi yaratan O’dur. feminküm kâfirun ve minküm mu’minun kiminiz kâfir, ama içinizden hakikati inkâr edenler de, hakikate iman edenler de olacak. Kiminiz kâfir, kiminiz mü’min olacak. vAllâhu Bima ta’melune Basıyr Allah yaptığınız her bir şeyi çok iyi görmektedir. En ince ayrıntısına kadar görmektedir.

Aslında Basıyr ismi semi’u olmadan gelirse ilahi bilginin sınırsız kapsayıcılığına delalet eder.

[Ek bilgi; Bunu şöyle kısaca maddeleştirelim inşallah:

a) "Sizi O yarattı. Sonra bazılarınız O'nun yaratıcı olduğunu kabul ederken, bazılarınız inkar etti." Bu anlam, birinci ve ikinci cümlenin birlikte okunmasından çıkmaktadır.

            b) "Sizi O yarattı ve mümin veya kafir olmakta sizleri serbest bıraktı. O bu konuda sizleri zorlamadı. İman veya inkârınızdan sorumlu olan sizlersiniz." Bu anlamı sonra gelen, "Allah yaptıklarınızı görmektedir." şeklindeki cümle de teyit etmektedir.Yani, size bu serbestiyi vermekle, sizin bu serbestiyi nasıl kullanacağınızı denemektedir.

            c) "O, iman edersiniz diye, sizi selim fıtrat üzere yarattı. Ancak bu fıtrat üzere yaratıldıktan sonra, kimileriniz fıtratının aksine inkar etmiş, kimileriniz ise fıtratı doğrultusunda iman etmek suretiyle, yaratıcısına tabi olmuştur." Bu âyet Rum sûresi'nin 30. âyeti ile birlikte mütalaa edildiğinde, yukarıdaki anlam daha sarih anlaşılır. "O halde yüzünü hanif olarak dine, Allah'ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtrata döndür." "Allah'ın yaratılışında bir değişim yoktur. İşte dosdoğru din. Ama insanların çoğu bilmiyorlar."

            d) Allah'ın sizi nasıl yarattığını düşünecek olursanız O'nun si-ze verdiği nimetlerden, yine O'nun verdiği vücut sayesinde istifade edebildiğinizi görürsünüz. Şayet O sizi bu şekilde yaratmış olmasaydı, sizler yaratıcınıza karşı gelme imkanı bile bulamazdınız. Fakat bazılarınız hiç düşünmeden, yahut yanlış düşünerek inkar yoluna geçerken, bazılarınız da iman ederek, fıtrat üzere olan doğru yola tabi olurlar. (Ali Küçük – Besâiru-l Kur’an)]

 

3-) HalekasSemavati vel’Arda BilHakkı ve savvereküm feahsene süvereküm* ve ileyHİlmasıyr;

Semâları ve arzı bil-Hak (Hak olarak – Esmâ’sının özellikleriyle) yarattı ve (Esmâ bileşimleri şeklinde) sûretlere bürüdü de sûretlerinizi en güzel yaptı! O’nadır dönüş! (A. Hulusi)

03 – O ki Gökleri ve Yeri hakk ile yarattı ve size suret verdi, suretlerinizi güzel de yaptı, nihayet gidiş de onadır. (Elmalı)

 

HalekasSemavati vel’Arda BilHakk O gökleri ve yeri bir amaç uğruna yarattı. Burada ki BilHakk; anlamlılık ve amaçlılık yasasını ifade eder. Kâinatın en büyük ve en ilk yasası anlamlılık yasasıdır. Tersi batıldır. Hani ve yetefekkerune fiy halkıs Semavati vel Ard* Rabbenâ mâ halakte hazâ batılâ* (A. İmran/191) Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler ve derler ki; Ey bizim rabbimiz sen bunları amaçsız ve anlamsız yaratmadın derler diyor ya Kur’an. Onun gibi batılın zıddıdır.

Peki ne diyor bize? Yerler ve gökleri senin için yarattı ey insan. Senin için yarattığını bir amaç uğruna yaratsın da, seni amaçsız mı yaratsın, senin bir amacın olmasın mı. Yani ayakkabının bir amacı olsun da ayağın amacı olmasın mı. Şapkanın bir amacı olsun da başın amacı olmasın mı. Kafatasının bir amacı olsun da beyni taşısın diye yaratılan kafa tasının bir amacı olsun da onun içinde ki mücevher olan beynin amacı olmasın mı?

ve savvereküm feahsene süvereküm ve size O şekil verdi. Üstelik şeklinizi en güzel bire surette yarattı. ve ileyHİlmasıyr ve sonuçta son durak O. Dönüş O’na, varış O’nadır.

 

4-) Ya’lemu ma fiysSemavati vel’Ardı ve ya’lemu ma tusirrune ve ma tu’linun* vAllâhu ‘Aliymun Bi Zâtissudur;

Semâlarda ve arzda ne varsa bilir! Gizlediklerinizi de, açığa çıkardıklarınızı da bilir! Allâh içlerinizin zâtı olarak Aliym’dir! (A. Hulusi)

04 – O Göklerde ve Yerde ne varsa bilir ve sizler her ne sirr tutar ve her ne açıklarsanız hepsini bilir ve Allah bütün sînelerin künhünü bilir. (Elmalı)

 

Ya’lemu ma fiysSemavati vel’Ard göklerde ve yerde her ne varsa hepsini O bilir. ve ya’lemu ma tusirrune ve ma tu’linun gizlediklerinizi ve açıkladıklarınızı da O bilir. Yani içinizde neyi saklıyorsanız, 40. odanızda neyi saklıyorsanız onu da bilir. vAllâhu ‘Aliymun Bi Zâtissudur ve dahası Allah göğüslerin özünde olanı da bilir. Bilinç altınızı bilir, bir eylemin altında yatan duygularınızı bilir. Siz isterseniz dışardan süsleyin, püsleyin, ama o eylemin ta arkasında yatan temel sebebi de bilir. Aman bunu unutmayın. Allah’ın kamerası öyle bir kamera ki, 3 boyutlu değil 3.000 boyutlu. Bir eylemi yaparken aynı zamanda kalbinizden ne geçiyor, aklınızdan ne geçiyor, iç güdüleriniz ne durumda, bilinç altınız ne durumda hepsini aynı anda çeken bir kamera bu.

 

5-) Elem ye’tiküm nebeülleziyne keferu min kabl* fezâku vebale emrihim ve lehüm ‘azâbun eliym;

Bundan önceki (ümmetlerden) hakikat bilgisini inkâr edenlerin haberi size gelmedi mi? Bu sebepten işlerinin vebalini tattılar (sonuçlarını yaşadılar)! Onlar için feci bir azap da vardır! (A. Hulusi)

05 – Bundan evvel küfr edenlerin haberi gelmedi mi size? Ki yaptıklarının vebalini tattılar, daha da onlara elîm bir azâb var. (Elmalı)

 

Elem ye’tiküm nebeülleziyne keferu min kabl daha öne inkâr edenlerin haberi size gelmedi mi. fezâku vebale emrihim yaptıklarının kötü sonuçlarını daha burada (Bu dünyada) çekmişlerdi ve lehüm ‘azâbun eliym ama ahirette onları bekleyen elim bir azab daha var. Günaha gömülen her toplum hem dünyasını mahveder, hem ahiretini.

 

6-) Zâlike Biennehu kânet te’tiyhim Rusuluhüm Bilbeyyinati fekalu ebeşerun yehdûnena* fekeferu ve tevellev vestağnAllâh* vAllâhu Ğanıyyun Hamiyd;

Buna şu sebep oldu: Onların Rasûlleri kendilerine apaçık deliller olarak gelirdi de: “Bir beşer mi bizi hakikate erdirecek?” derlerdi! Bu yüzden hakikat bilgisini inkâr ettiler ve yüz çevirdiler! Allâh (da onların imanından) müstağni oldu! Allâh Ğaniyy’dir, Hamiyd’dir. (A. Hulusi)

06 – Çünkü onlara Peygamberleri beyyinelerle geliyordu da onlar bizi bir beşer mi yola getirecek? Deyip küfür etmişler ve aksine gitmişlerdi, Allah da müstağni olduğunu gösterdi, öyle ya Allah ganîdir hamîdir. (Elmalı)

 

Zâlike böyle oldu Biennehu kânet te’tiyhim Rusuluhüm Bilbeyyinati fekalu ebeşerun yehdûnena çünkü onlar elçileri, kendilerine hakikatin apaçık belgeleriyle geldikleri halde ne dediler? Bize bir beşer, bir insan mı yol gösterecek, rehberlik edecek, hidayete ulaştıracak dediler. Küstahça bir tavır.

Ebeşerun yehdûnena Bu nedir dostlar? O kadar kirlenmişler ki insan soyundan umut kesmişler. Onun içinde bize bir insan mı peygamberlik yapacak diyorlar. Melek olmalı değil miydi diyorlar. İnsan soyundan umut kesmişler. Niye kesmişler? O kadar kirlenmişler. Herkesi kendileri gibi biliyorlardı her halde. İşte bu onu çağrıştırıyor. İnsan insana rehber olamaz ki diyorlar. İnsana güvensizlik had safhaya gelmiş. İşte Kur’an bunu mahkum ediyor burada, insana güvensizliği mahkum ediyor. İnsana Allah güvendi ey insanoğlu sen niye güvenmiyorsun. Ben böyle anlıyorum, böyle anlamamız gerekiyor.

fekeferu ve tevellev ve inkar ettiler ve yüz çevirdiler. vestağnAllâh ve Allah’a muhtaç olmadıklarını düşündüler üstelik. Vah vah..! Allah’a muhtaç olmadıklarını düşündüler. vAllâhu Ğanıyyun Hamiyd oysa ki Allah kendi kendine yeten tek varlıktı. Tüm övgülerin muhatabıydı. Tüm övgülerin kendisine mahsus olandı.

İnsandan umut kesen Allah yokmuş gibi konuşuyor bakın. Onlar da öyle konuşuyor demek. Onun içinde vestağna, istiğna. Nedir bu istiğna; Kendi kendine yettiğini zannetmek. Burada ki “sin” ve “te”  mübalağa için istifal babı biliyorsunuz çoğunlukla galibiyetle talep için kullanılır ama bazen ender olarak mübalağa için kullanılır burada olduğu gibi. Allah onlara asla muhtaç değil asla manasını verir, hiç muhtaç değil manasını verir.

Ne diyordu Kur’an; .. innel’İnsane leyatğâ; En reâhüstağnâ  (‘Alak/6-7) insan kendi kendine yettiğini zannetmeye başladığında mutlaka azar.

 

7-) Ze’amelleziyne keferu en len yüb’asû* kul bela ve Rabbiy letüb’asünne sümme letünebbeünne Bima ‘amiltum* ve zâlike ‘alAllâhi yesiyr;

O hakikat bilgisini inkâr edenler, asla bâ’s olunmayacaklarını zannettiler! De ki: “Hayır (yanılıyorsunuz)! Rabbime kasem ederim ki, elbette bâ’s olunacaksınız; sonra yaptıklarınızın anlamının bilgisi sizde açığa çıkacaktır! İşte bu Allâh üzerine çok kolaydır!” (A. Hulusi)

07 – Küfredenler asla ba’s olunmayacaklarını zu’mettiler, de ki, hayır rabbim hakkı için muhakkak ba’s olunacaksınız, sonra da muhakkak yaptıklarınız size anlatılacaktır ve o Allaha göre kolaydır. (Elmalı)

 

Ze’amelleziyne keferu en len yüb’asû* kul bela ve Rabbiy letüb’asünne sümme letünebbeünne Bima ‘amiltum kâfirler zannettiler ki yeniden diriltilmeyecekler, bir daha diriltilmeyecekler. Öldükten sonra diriliş yaşamayacaklar. De ki onlara; yoo..! asla yanılıyorsunuz. Rabbime yemin olsun, Allah’a, rabbime and olsun ki mutlaka yeniden diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınızın, yapıp ettikleriniz hepsi size bir bir haber verilecek. ve zâlike ‘alAllâhi yesiyr  BU varya bu Allah’a çok kolaydır. Siz ne zannettiniz, zor mu zannettiniz. Siz Allah’ı takdir edememişsinizi probleminiz bu. Ahireti inkâr etmek, Allah’ı takdir edememektir. Öldükten sonra dirilmeyeceğini zannetmek, Allah’ı takdir edememektir.

Kur’an ahlakı, eylem ahlakıdır dostlar. Aslında bu ayetin bütününden bu anlaşılıyor. Eyleminizden yola çıkarak Allah not verecek.

 

8-) Feaminu Billâhi ve RasûliHİ venNûrilleziy enzelna* vAllâhu Bima ta’melune Habiyr;

Esmâ’sıyla hakikatiniz olan Allâh’a, Rasûlüne ve inzâl ettiğimiz Nûr’a (ilme) iman edin! Allâh yaptıklarınızı (B sırrınca) Habiyr’dir. (A. Hulusi)

08 – Onun için siz Allaha ve Resulüne indirdiğimiz nûra iman ediniz ve Allah her ne yaparsanız haberdardır. (Elmalı)

 

Feaminu Billâhi ve RasûliHİ venNûrilleziy enzelna O halde Allah’a iman edin, onun elçisine iman edin ve indirdiğimiz nûra iman edin, ışığa iman edin.

Dikkat buyurun, vahiy kalbin ışığıdır. Vahiy nûr olarak geçiyor burada. Işıksız göz kör olur değil mi. İsterse çok iyi görsün. Hiç ışık yoksa göz hiçbir şeyi görmez. Gönül de öyledir, vahiy ışığı olmadan yürek gözü görmez, kör olur.

vAllâhu Bima ta’melune Habiyr Allah yaptıklarınız her bir şeyden haberdardır.

 

9-) Yevme yecme’uküm liyevmilcem’ı zâlike yevmütteğabun* ve men yu’min Billâhi ve ya’mel salihan yukeffir ‘anhu seyyiatihi ve yüdhılhu cennatin tecriy min tahtihel’enharu halidiyne fiyha ebeda* zâlikelfevzul’azıym;

Toplanma süreci için sizi bir araya getirdiği süreç!, işte o Teğabun (aldanışların apaçık fark edilip yaşanacağı) sürecidir! Kim, Esmâ’sıyla hakikati olan Allâh’a iman eder ve imanının gereğini uygularsa; onun kötülüklerini ondan siler; onu altından nehirler akan cennetlere, içinde sonsuza dek kalmak üzere dâhil eder… İşte bu aziym kurtuluştur! (A. Hulusi)

09 – Sizi o dernek gününe dereceği gün ki o gün Teğabün günü (kâr ve zarar günü) dür, her kim Allaha iman eder de yaraşıklı iş yaparsa Allah onun kabahatlerini örter de onu altından ırmaklar akar Cennetlere kor, öyle ki Ebediyen onlarda kalmak üzere, işte büyük kurtuluş odur. (Elmalı)

 

Yevme yecme’uküm liyevmilcem’ toplanma günü O sizi bir araya toplayacaktır. Buradaki “lâm” tevkıt lamı derler buna.Toplanma günü o sizi bir araya toplayacağında diye de çevirebiliriz bunu. Ekımıs Salate lidülukiş Şemsi ila ğasekılleyl (İsra/78) ayetinde ki “lâm” gibi aynı. O örnek aklıma geldi şu anda.

zâlike yevmütteğabun O gün karşılıklı aldanış günüdür. O dehşet gün var ya etteğabün sureye adını veren ayet, ibare geldi. O gün aldanış günü. Teğabün işteşli bir fiil. Aldanışın şiddetle hissedileceği gündür diye de çevirebilirim bunu. El Ğabn; bir mala değerinden daha az paha biçmek manasına gelir. Ahiretteki aldanışın çift yönlü doğasına delalet eder. Ki bu fakirin görüşüdür. Yani her aldatma özünde bir aldanmadır. Yani birini aldattığınızı düşünüyorsunuz, veya birinin birini aldattığını düşünüyorsunuz. Aslında kendini aldattı, kendinden başka kimseyi aldatmadı. Bu ayet bu fakire göre şuna delalet eder. Dünyada aldattığını zannedenler ahirette kendini aldattığını ayan açık fena bir biçimde anlayacaklar. İşte yevmütteğabun bu. Yani başkalarını aldattığını zannederler, ama kendilerini aldatırlar. işte o gün açığa çıkacak.

ve men yu’min Billâhi ve ya’mel salihan yukeffir ‘anhu seyyiatihi ve yüdhılhu cennatin tecriy min tahtihel’enharu halidiyne fiyha ebeda kim Allah’a iman ederse, salih amelle bu imanı taçlandırırsa, yani usulü, yani niyeti, yani amacı, gayesi meşru olan bir rıza için bir değer ortaya koyarsa, Ne olacak? yukeffir ‘anhu seyyiatihi Allah onun günahlarının üzerini örtecek, çizecek daha doğrusu. Yani günah işlemesin yok, O günahlarının üstünü çizdirmek istiyorsa böyle yapsın. Önce Allah’a güvensin, sonra salih amel ortaya koysun. Allah’ın razı olacağı işler yapsın.

ve yüdhılhu cennatin tecriy min tahtihel’enhar Allah onu tabanından ırmakların çağladığı cennetlere koyacak, hem de halidiyne fiyha ebeda içinde ebediyen kalmak üzere.

zâlikelfevzul’azıym kurtuluşun tarifini mi istiyorsun ey insanoğlu, işte kurtuluş bu. hem de büyük kurtuluş bu. Senin defterinde kurtuluşun tarifi nasıl? O tarife bak, bir de Allah’ın tarifine bak. örtüşüyorsa problem yok. Çatışıyorsa tarifini sil, Allah’ın kurtuluş tarifini yaz ve unutma kariyer planlaması yapacaksan Allah’ın tarifi üzerinden yap.

 

[Ek bilgi; Bakın bu konuda bir hadis okuyayım;

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Kıyamet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları [Rabbinin huzurundan] ayrılamaz: 1  Ömrünü nerede harcadığından; 2 – Ne amelde bulunduğundan; 3 – Malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından; 4 – Vücudunu nerede çürüttüğünden.” (Kütübü sitte/5069)

1 – Ömrümüz bize verilen en büyük emanettir. Hayatımızı Allah bize onun süresini belli etmeden, ne zamana kadar olduğunu demeden bize vermiş ve ey kulum, sen sana verilen bu ömürle beni razı edeceksin, haydi bakalım demiş. İşte peygamberim gibi demiş, bizi peygamberinin önünde tutmuş. Yasalarla belirlenen gibi demiş, Kur’an’ın huzurunda tutmuş. Çevrende bulunanlarla beraber demiş görsel âyetlerinin huzurunda tutmuş. Evet bir ömür vermiş ama bunun faturası ve hesabı sorulacak demiş. İşte yarın bir hesap birimi olarak bu bize mutlaka sorulacak. Ömrünü nerede ve ne şekilde harcadın?

2 – Öğrendiklerimizden hesaba çekileceğiz. Neler öğrendik? O öğrendiklerimizi neden öğrendik? O öğrendiklerimizle neler yaptık, ne ameller işledik? Bunlar hesap sorusuymuş. Neler öğrendik? Eşya isimleri, plaka numaraları, şehir isimleri, artist isimleri, sokak isimleri, nehir isimleri, futbolcu isimleri, araba ve markaları, basınlar ve yayınlar, aktüaliteler, müzikler..! Peki nerde kullandık bunları? Ne işe yaradı bu öğrendiklerimiz?

3 – Malınız kazanma ve harcama yerleriniz. Nereden kazandı bölümü var ya şu anda gerçekten insan zorlanıyor. Nereden kazandı acaba? Adam biliyor aslında oradan mal kazanılmaz. İslâm ona kazanç demez. Ama insanlar bunu hiç düşünmüyorlar, olsun yeter ki diyorlar. Gelsin de nereden gelirse gelsin diyorlar.

4 – Vücudumuz, sıhhat ve âfiyetimizden sorulacak. Sağlığınızı nerede harcadınız? Nerede nefes tükettiniz? Gözünüzün ferini nerede tükettiniz? Nerede gırtlak patlattınız? Nerede burun çektiniz? Kimlere ve nelere kulak verdiniz? Sırtınızı kimlere ve nerelere dayadınız? Nerede harcadınız sıhhat ve âfiyetinizi? Bunların hesabını vermeden oradan bir adım bile atamayacaksınız. (Ali Küçük – Besâiru-l Kur’an)]

 

10-) Velleziyne keferu ve kezzebu BiâyâtiNA ülaike ashabunnari halidiyne fiyha* ve bi’selmasıyr;

İnkâr edip varlıklarında mevcut işaretlerimizi yalanlayanlara gelince; işte onlar, içinde sonsuza dek kalmak üzere ateş ehlidirler! Ne kötü dönüş yeridir! (A. Hulusi)

10 – Küfredip âyetlerimizi tekzip eyleyenler ise, onlar ashabı nardırlar, orada muhalled kalacaklardır, o ise ne fena varılacak yerdir. (Elmalı)

 

Velleziyne keferu ve kezzebu BiâyâtiNA ülaike ashabunnari halidiyne fiyha fakat küfre saplanan ve ayetlerimizi yalanlayan kimselere gelince. İşte onlar ateş ehlidirler ve orada ebedi kalacaklar.

Burada ebeda gelmemiş, halidiyne fiyha gelmiş ama bir önceki cennetle ilgili ayette ebeda geldiği halde burada gelmemiş, onlar orada kalıcıdırlar. ve bi’selmasıyr ve bu ne berbat bir finaldir. Böyle çevirsek olur sanırım. Ne berbat bir sondur.

 SadakAllahulaziym. {ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. (Yunus/10)

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır.(Elmalı)}


İslamoğlu Tef. Ders. TEĞÂBÜN(11 – 18)(177 – A)

$
0
0

231

Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Allahümme amin.

Değerli Kur’an dostları bugün dersimize Teğabün suresinin kaldığımız ayetinden, yani 11. ayetinden devam edeceğiz. Ancak bu ayete gelmeden önce sure nelerden söz etti kısaca bir hatırlatmak isterim. Teğabün suresi akidemizin üç umdesinden söz etmişti. Tevhid, nübüvvet ve mead. Yani giriş ayetleri ile Allah’ın birliğine ve Allah’ın kainata ve hadisata müdahil oluşuna atıf yapmıştı. Daha sonra nübüvvetle ilgili ayetler gelmiş ve inkarcı muhatapların insan türünden bir peygamber gönderilmesine yaptıkları itirazı dile getirmişti. Bu itirazı açıklama sadedinde inkarcıların insan soyundan nasıl umut kestiğine değinmiştik. Daha sonra ise Mead adını verdiğimiz, kelâmda meâd olarak isimlendirilen ahiret, cennet, cehennem, ödül, ceza. Ondan önce hesap dile getirilmiş ve zaten hemen 10. ayette de inkar edenleri bekleyen eliym azab dile getirilmişti. Şimdi 11. ayetle, yeni bir pasajla teğabün suresinin tefsirine devam ediyoruz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

11-) Ma esabe min musıybetin illâ Biiznillâh* ve men yu’min Billâhi yehdi kalbeh* vAllâhu Bikülli şey’in ‘Aliym;

Bi-iznillâh (Allâh’ın, hakikatin olan Esmâ’sı elvermedikçe) hiçbir musîbet isâbet etmez! Kim hakikatinin Allâh Esmâ’sı olduğuna iman ederse, ona şuurunda hakikati yaşatır! Allâh Bi-küllî şey’in (Esmâ’sıyla her şeyde olarak) Aliym’dir. (A. Hulusi)

11 – Allahın izni olmayınca hiç bir musîbet isabet etmez, her kim de Allaha iman ederse o onun kalbine hidayet verir, ve Allah her şey’i bilir. (Elmalı)

 

Ma esabe min musıybetin illâ Biiznillâh hiçbir musibet, hiçbir kimseye isabet etmez ki Allah’ın izni olmamış olsun. Yani düz cümle olarak ifade edecek olursak; Allah izin vermedikçe hiç kimsenin başına hiçbir musibet gelmez.

El izn; ayette geçen Biiznillâh. Biiznillâh ifadesi, ibaresi İslam’ın kültür kodlarından biridir. Tıpkı; Bismillah, Maşâ Allah, Allahuekber, Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh gibi. El izn; Özneye hareket serbestisi kazandıran şeydir. Aslında El Emr’in zıddıdır. El Emr; emirdir, El izn, izindir. Yani emirde hareket serbestisi yoktur. Emreden emreder, emredilen de yapar. Ama El izn de; Emredilen değil izin verilen vardır, izin verilen isterse izni yerine getirir, isterse getirmez. İşte muhayyerlik vardır, fark budur. Özne ister kullanır izni, isterse kullanmaz. Bu bağlamda alemde cereyan eden, ki bu ayetin bağlamında. Alemde bütün bir kâinatta cereyan eden sebep sonuç ilişkilerine delâlet eder.

Ancak Allah koyduğu yasaların mahkumu değildir. Biz mü’minler sebep sonuçtan söz ettiğimizde determinizmden söz etmiş olmayız. Yani determinizme iman etmiş bir mantıkla hareket etmeyiz. Neden? Determinizm, Tüm varlığı sebep sonuca mahkum eder. Bir Müslüman ise determine, yani sebep sonuç ilişkilerine Allah’ın bir yasası olarak bakar. Ve Allah koyduğu yasaların mahkumu değildir. Allah koyduğu yasaların hakimidir. Bunu hiç aklından çıkarmaz. Hatta şunu da bilir bir Mü’min Allah koyduğu yasaları daha üst yasalarla aşar. Mucizeler zaten böyle izah edilirler. Dilerse eşyaya, yasalarını da aşarak doğrudan müdahale eder. Zaten Allah koyduğu yasalara dokunamaz gibi bakmak, yani mutlak determinizm veya determinizme mutlaklık yüklemek aslından Allah’ı tatil etmektir. Atıl bırakmaktır (haşa). Yani Allah yasa koyar ama koyduğu yasayı kaldıramaz. Allah yasa koyar ama koyduğu yasaya karışamaz. Allah yasa koyar ama koyduğu yasanın da mahkumu olur demektir ki, haşa deriz biz buna.

Bakara/155 – 156. ayetleri bu ayetin tefsiridir. Yani insan musibetlerin sebebidir. Aslında musibet kelimesi Arap dilinde hem olumlu hem olumsuz için kullanılır, mücerret olarak. Fakat dilde daha çok olumsuz şeyler için kullanılagelmiştir. İnsanın başına musibetin ancak Allah’ın izniyle gelmesi, insanın izin istemesini gerektirmez mi. İzin istememişseniz Allah neye izin verecek? İzinden söz edilen bir yerde izin isteyen biri vardır demektir.

Peki insan musibet için Allah’tan nasıl izin ister. Musibeti hele olumsuz manada alırsak, insan; Ya rabbi izin verirsen benim başıma bela gelsin der mi? Der. Nasıl der?

1 – Kendisine verilen irade emanetini kötüye kullanarak. Aslında insanın günah işlemesi, iradeyi kötüye kullanması, kötülük yapması, kötüyü tercih etmesi. Hak dururken batılı tercih etmesi iyi dururken kötüyü tercih etmesi, güzel dururken çirkini tercih etmesi, iradesiyle musibet için izin istemek anlamına gelir. Ya rabbi bana musibet için izin verir misin demiş olur.

2 -  İkincisi iman iddiasında bulunmak izin istemek manasına gelebilir. Yani? Yanisi şu: İman büyük bir iddiadır, iddialar ispat ister. Allah böyle büyük bir iddia da bulunan mü’mini musibetle sınar, imtihan eder ki iddiasında samimi mi, iddiasını ispat edecek mi. İşte izin istemenin 2. şekli de bu olabilir.

3. Üçüncü bir şekli daha var, dua etmek. Ki dua eden bir insan aslında sınanmaya da hazır demektir. Daha doğrusu sınanan bir ins da eklenebilir.an dua eder ve dua eden insan da sınanır. Sınandıktan sonra eğer sınavı geçerse o zaman Allah’tan ödülü hak etmiş olur. Dua eden bir insanın duasının kabulü için sınanması, bir tür musibet için izin isteme anlamına gelebil ki. buna başkaları da eklenebilirse de doğrusu bu üç şık altında tüm izin istemeler toplanabilir.

ve men yu’min Billâhi yehdi kalbeh ve kim Allah’a iman ederse O, onun kalbine rehberlik eder. yehdi kalbehu. O onun kalbine rehberlik eder.

İfadeye bakınız değerli Kur’an dostları Allah’ın mü’minin kalbine rehberlik etmesi, ne muhteşem bir ifade bu, ifadenin ulaştığı zirve bu. Allah kulun kalbine eder diyor. Bu şayet musibeti kolayca savuşturmak olarak anlaşılırsa ben şöyle de ifade edebilirim. Acıyı bal eylemek için Allah onun kalbine rehberlik eder. Yani insanın başına gelen musibet insana acı vermez. O zaman tatlı verir. İnsan derdini sevmeye başlar. Acısından haz almaya başlar. Hatta musibetin arkasında yatan o büyük hakikati gördüğü için belki de musibete göz kırpar. Bu gerçekten de imanın zirvesi olsa gerek. Bu anlamda acıyı bal eylemek, derdini sevmek, musibete göz kırpmak biraz rızaya ram olmakla alakalı değil mi? Rıza’ya ram olmak, Allah’ın mü’minin kalbine rehberlik etmesi değil de nedir. Allah mü’minin kalbine rehberlik ederse, Allah’ın insan için istediğini, insan kendisi için ister. Ram olmak budur zaten.

Öyle ki bunu fark edenler, bu dereceye ulaşanlar, Allah ile samimiyeti bu derece ilerletenler dua ederken hapsi hali, ‘ansuali derlermiş. Rabbim senden dua olarak, sana dua olarak halim yeter. Senden isteğimi halime bak ta anla, halim ifade eder ya rabbi. Benim bir şey söylememe gerek yok. Dilim konuşmuyor ya rabbi halim konuşuyor. Dolayısıyla, mü’minin kalbine Allah’ın rehberlik etmesi acıyı bal eylemesidir. İşte o zaman Seyrani’nin dediği gibi;

Ey tabip elden gelirse yaremi gel emleme.

Yar elinden gelmedir bu yareyi melhemleme. (Seyrani)

Der insan. Yine Fuzuli gibi;

El çek ilacından tabib, aşk derdiyle hoşem,

Kılma derman kim helâkim zehr-i dermanındadır.

Der. Yani senin derman dediğin benim zehrimdir, elini ilacından çek der, derdini sever. Allah musibet gelen bir kalbe rehberlik ederse. O zaman işte Allah resulü gibi; Ben senden razıyım. Taif dönüşünde Allah resulünün dediği gibi; eğer bana gazaplı değilsen; İn lem tekûn gadbane aleyye, felâ ubâli, ben bu çektiklerimin hiç birine aldırmıyorum ya rabbi. Diyecek dereceye gelir ve arkasından da velâ tekilnî ilâ nefsî tarfete ‘ayn. Beni nefsimle bir lahza baş başa bırakma Allah’ım diye yalvarır. İnsanı nefsiyle bir lahza baş başa bırakmamak, Allah’ın mü’minin kalbine rehberlik etmesi değil de nedir.

vAllâhu Bikülli şey’in ‘Aliym zira Allah her bir şeyi en ince detayına kadar bilendir. Öğrenmek için değil sınaması, musibet vermesi. Ya ne için? Allah bilmez mi? elâ ya’lemu men halâk. (Mülk/14) yaratan bilmez mi? yarattığını bilmez mi. Peki ya ne için sınar, musibet verir? Öğretmek için. Seni sana öğretmek için. Kişiyi kendine öğretmek için.

Hicretin hemen ertesinde zor şartlar da inen bu ayetleri anlamak için Mekke den Medine’ye hicret eden mü’minlerin nelerden vaz geçtiğini ve nasıl zor tercihlerde bulunduğunu gözümüzün önüne getirmemiz lazım. O zaman daha iyi anlarız.

Kafirler mü’minlerin çektiği sıkıntıyı; Eğer Allah onlardan yana olsaydı bu kadar sıkıntıya düşmezlerdi gibi laflarla karşılıyorlardı. Mantığa bakınız. Yani dünya da kim daha rahat ediyorsa Allah ondan yana olmuş oluyor müşrik mantığına göre. Bu mantığı bugüne de getirerek herkes kendisini sorgulasın. Kim daha varlıklı, kim daha refah içinde, kimin dişi kanamıyor, kimin başı ağrımıyor, kimin başına hiç musibet gelmiyorsa Allah’a en çok o yakın mı diyeceğiz. O zaman peygamberlerin, insanlığın en çok acı çeken kutupları olduğunu, bu gerçeği nasıl izah edeceğiz. “İnniy Nebiyyül ahzan” (hadis) ben hüzünlerin peygamberiyim diyen peygamberi nasıl anlayacağız. “Eşeddül belâ, alel enbiya, sümmel ulema sümmel emselü fel emsel” (Hadis) belanın en şiddetlisi peygamberlere ve sonra diğerlerine Allah’a yakınlığına göre gelir gerçeğini nasıl anlayacağız. Demek ki müşriklerin dediği gibi değilmiş.

 

12-) Ve etıy’ullahe ve etıy’urRasûl* fein tevelleytüm feinnema ‘alâ RasûliNElbelağulmubiyn;

Allâh’a itaat edin, Rasûl’e itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz, Rasûlümüzün üstüne düşen yalnızca apaçık bir tebliğdir. (A. Hulusi)

12 – İman edin de Allaha itaat eyleyin ve Resulüne itaat eyleyin eğer aksine giderseniz Resulünüze ait olan sade açık bir tebliğden ibarettir. (Elmalı)

 

Ve etıy’ullahe ve etıy’urRasûl ve Allah’a itaat edin, elçiye itaat edin. fein tevelleytüm feinnema ‘alâ RasûliNElbelağulmubiyn yok eğer yüz çevirirseniz, eğer sırt dönerseniz eğer hakikatten yüz çevirirseniz şunu çok iyi bilin ki elçimizin üzerine düşen şey sadece ve sadece apaçık tebliğdir. Hakikati açık ve net bir biçimde tebliğ etmekten başka ona bir şey düşmez. Yani O jandarma değil, sizi üzerinize güç kullanıp ta istediği yola soksun. Zaten hidayette kişinin tercihine verilmiş bir ödül değil mi? Rabbiniz kalbinize rehberlik etsin istiyorsanız öncelikle siz kalbinizi doğru koordinatlara yönlendireceksiniz. Ne diyordu Kur’an; felemma zağu ezağAllâhu kulubehüm. (Saff/5) ne zaman onlar kaydılar Allah’ta kalplerini kaydırdı. Yani siz kaymazsanız Allah kaydırmaz. Onun için siz de doğru yola yönelmezseniz, Allah size rehberlik etmez, kalbinize rehberlik etmez.

Tevhid ve nübüvvet. burada bu dinin iki ana umdesi dile getiriliyor. İman özgür tercihin eseridir deniliyor zımnen. Ben bu ayet ve buna mücavir ayetlerden Hz. Yunus peygamberin kaçış örneğini de hatırlıyorum. Sanki ona bir atıf, gizli bir ima var gibi geliyor. Yani peygamberin görevi tebliğdir. Eğer muhataplar iman etmiyorsa bundan peygamber sorumlu değildir. Onun içinde Yunus peygamberin iman etmiyorlar diye kavmini terk edipte gitmesi gerekmiyordu. Yani adeta bunun üzerinden Allah Resulüne ders veriliyor. Unutmayalım Kur’an ın nüzul sürecinde Allah resulüne ilk anlatılan kıssa Yunus kıssasıdır kalem suresidir ve bu da boşuna değildir. Allah resulüne sakın Yunus’un yaptığını yapmak aklından geçmesin, aklının köşesine bile getirme uyarısı olduğunu anlıyoruz oradan.

 

13-) Allâhu lâ ilâhe illâ HU* ve ‘alAllâhi felyetevekkelil mu’minun;

Allâh, tanrı yok; sadece “HÛ”! İman edenler Allâh’a tevekkül etsinler! (A. Hulusi)

13 – Allah dan başka Tanrı yoktur, onun için mü’minler hep Allaha dayansınlar. (Elmalı)

 

Allâhu lâ ilâhe illâ HU Allah kendisinden başka ilah olmayandır. Kendisinden başka tapınılmaya layık mabut ve varlık olmayandır. ve ‘alAllâhi felyetevekkelil mu’minun eğer böyle ise tevhit ve nübüvvetle ilgili bu ayetler demiştik, eğer böyle ise Allah kendisinden başka tapılmaya layık varlık olmayan ise, O zat ise bu durumda mü’minler, yani O’na güvendiklerini söyleyip bu güvenlerini iman ile ispat edenler sadece O’na dayanmış felyetevekkelil mu’minun mü’minler sadece O’na dayansınlar.

El Mü’minun iman iddiasını Allah’ın onayladıkları, Elleziyne  amenü; henüz onaylamadıkları manasına geldiğini Taberi’den naklen yer yer söylemiştim.

 

14-) Ya eyyühelleziyne amenû inne min ezvaciküm ve evladiküm ‘aduvven leküm fahzerûhüm* ve in ta’fu ve tasfehu ve tağfiru feinnAllâhe Ğafûrun Rahıym;

Ey iman edenler! Muhakkak ki eşlerinizden ve evlatlarınızdan (onların içinden) sizin için düşman vardır! Bundan ötürü onlardan korunun! Eğer affeder, vazgeçer ve bağışlarsanız, muhakkak ki Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A. Hulusi)

14 – Ey o bütün iman edenler! Haberiniz olsun ki çiftleriniz ve evlâtlarınızdan size düşman vardır, onun için onların mahzurlarından sakının, bununla beraber affeder, kusurlarına bakmaz, örterseniz şüphe yok ki Allah gafurdur rahîmdir. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû siz ey iman edenler ailesi. Zımnen vurgularını da içine alarak söyleyecek olursam; Ey iman iddiasında bulunanlar, iddianızı ispat etmek mi istiyorsunuz? Allah size emrediyor, konuşuyor; inne min ezvaciküm ve evladiküm ‘aduvven leküm şunu çok iyi bilin ki eşleriniz, çocuklarınızdan size düşman olanlar var. yani burada ki min ezvaciküm teb’ıyd için eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar var. Size diyor, sizin imanınıza demiyor. Bu çok ilginç, bu farklı bir şey. Daha ince bir ayrıntı bu.

fahzerûhüm* ve in ta’fu ve tasfehu ve tağfiru her ne kadar affedici, hoş görülü bağışlayıcı olsanız da yine de onlara karşı fahzerûhüm, dikkatli olun, onlara karşı tetikte olun.

Burada üç kavram geçiyor değerli dostlar. Af, safh, ve ğafr köklerinden türetilmiş 3 kavram. İn ta’fu, ve tasfehu ve tağfiru bu üç kavramın üçü de farklı vurgulara sahip.

Af; azarlasa da cezasından vaz geçmek demektir suçun. Yani azarından vaz geçmiyor ama suçun cezasından vazgeçiyor. Vazgeçmeye af diyoruz biz Arap dilinde.

Peki Safh; Azardan ve cezadan ikisinden birlikte vaz geçmek. Yani ne azarlıyor; sen bunu yaptın sakın bir daha yapma da demiyor. Azarından da vazgeçiyor cezasından da.

Ya peki mağfiretin türetildiği ğafr ne demek? O daha müthiş. Hep Allah’ın ğufranından söz ediyoruz ya, Allah’ın mağfiretinden söz ediyoruz ya. İşte bu daha farklı bir manaya, daha ileri bir manaya geliyor o da şu. Affetmek, affettiğini bile hissettirmemek suçluyu. Öyle affetmek ki sen suç işledin, ben affettim demeyi şöyle bırakın affedildiğini bile kendisine söylememek, yani üstünü örtmek, hiç işlememiş gibi Ettâibü minezzembike mella zembeleh günahına tevbe eden o günahı işlememiş gibi. (Hadis) İşte bu mağfiretin sonucudur. Onun için mağfiretin türetildiği ğafr budur. Allah’ın affı bu üçüncüsüne girer, mağfirete girer.

feinnAllâhe Ğafûrun Rahıym hiç şüpheniz olması ki, Allah mağfiret edendir, sonsuzca bağışlayandır ve rahmeti sınırsız olandır. Bu ayetin böyle, bu iki isimle bitmesi beklenirdi, değil mi? Ama zımnen sanki şöyle bir şey de var gibi; İmanınızdan dolayı, imanınıza değil de size düşmanlık edenler için. Bakınız leküm var burada, yani imanınıza değil, size düşmanlık edenler var, ama imanınızdan dolayı. Siz onları bağışlayın diyor. fakat imanınıza düşmanlık ediyorlarsa bunu bağışlamak size düşmez. İmanınızın sahibine artık onlar düşman oluyorlar. O artık Allah’a kalmıştır. Ama imanınızdan dolayı size düşman oluyorlarsa, size düşmanlık tarafını bağışlayın, çünkü o sizinle alakalı bir şey. Bu ince bir ayrım.

[Ek bilgi; NASIL DÜŞMAN OLURLAR

Evlenmenin sonucunda oğullar, kızlar veren de Allah’tır. Allah vermedikçe bir insanın asla bunlara ulaşması mümkün de değildir. Toptan yaratırdı Rabbimiz bizi ve biz, kim kimin karısı, kızı? Kim kimin oğlu, babası, bilemezdik. Ama Rabbimiz öyle yapmamış. Bizi baba, ana, karı, koca, evlât şeklinde yaratmış. Yani bu yasayı kendisi böylece belirleyen Rabbimiz şimdi bize diyor ki, “eşleriniz, çocuklarınız size düşmandır.” Peki nasıl anlayacağız bunu?

Eğer bunlar Rabbimize kulluk adına geldiğimiz, getirildiğimiz bu dünyada, bu imtihan salonunda eşlerimiz ve çocuklarımız Allah’a kulluk yolumuzda önümüze engeller, bizim esas gâyemiz olan kulluğumuza ayak bağı, cennetimize mâni olmaya başlamışlarsa, işte o noktadan itibaren bilelim ki onlar bizim düşmanımızdır. Eğer hanımlarımız ve çocuklarımız, kocalarımız ve çocuklarımız bizi Allah’a isyana, bizi kulluktan uzaklaşmaya ve cehenneme doğru götürmeye başlamışlarsa, kesinlikle bilelim ki işte o zaman onlar bizim düşmanlarımız-dır. Eğer biz kendi kendimizi hayırdan şerre, kulluktan isyana, cennetten cehenneme doğru götürmeye başlamışsak, kesinlikle bilelim ki biz kendi kendimizin düşmanı olmaya başlamışız demektir.

            İşte görüyoruz. Allah’a kulluk yolunda yürüyen mü’min bir kocaya aksi istikâmette yürüyen karısı ve çocukları veya Allah’a itaate yönelmiş mü’mine bir kadına, aksi istikâmette yürüyen kocası ve çocukları büyük engeller ve problemler çıkarabilmektedir. Genellikle Allah’a kulluğu birinci plana almış, dünyayı, dünya ikballerini, dünya zevk ve sefasını ikinci plana atmış bir erkeğe karşı hanımı ve çocukları büyük bir talihsizlik olarak bakarlar.

Öyle ki, kocalarını, babalarını cehenneme gönderme pahasına da olsa bu dünyada kendilerine refah ve zenginlik içinde bir dünya sunmasını beklerler. Yine Allah’a kulluğu birinci plana çıkarmış pek çok mü’mine hanımın kocaları ve çocuklarının onların hayatlarını zindan ettiklerini görüyoruz. Allah için bir cihada çıkacak kocaların önünde en büyük engel, hanım ve çocuklardır.

İşte Rabbimiz bu konuda bizleri uyardıktan sonra buyurur ki: “Eğer siz onları affeder, müsamaha ile muamelede bulunur, onları Allah çizgisine çekmeye çalışır, eğitme yoluna gider, hem kendi yolunuz, kendi kulluk programınızla onları tanıştırır, barıştırır, hem de Allah’la aralarını düzeltirseniz, onları Allah’a iyi kullar, cennete iyi aboneler yapabilirseniz, bunun kavgasını verirseniz, kesinlikle bilesiniz ki Allah sizi de bağışlayacak, eşlerinizi ve çocuklarınızı da bağışlayacaktır.” Beairu’l Kur’an - Ali küçük)]

 

15-) İnnema emvalüküm ve evladüküm fitnetun, vAllâhu ‘ındeHU ecrun ‘azıym;

Mallarınız ve evlatlarınız sizin için yalnızca sınav objesidir! Allâh(a gelince), O’nun indîndedir büyük ecir. (A. Hulusi)

15 – Her halde mallarınız ve evlâtlarınız bir fitnedir, Allah ise büyük ecir, onun yanındadır. (Elmalı)

 

İnnema emvalüküm ve evladüküm fitneh mallarınız ve çocuklarınız sizin sınanma aracınızdır. Sizin için yalnızca birer imtihan aracından ibarettir. El fetn; Madenin ergitilme işlemi demektir, pota da ergitilme işlemi. Maide/41. ayetinde de geçer. Allah sizi saflaştırıyor. Nasıl? Fitne işte Allah’ın insanı saflaştırma. Tıpkı altının hamını hasından, cevherini cürufundan ayırmak için nasıl haddehane de ergitiliyor, yüzlerce hatta binlerce derecelik ateşten geçiriliyorsa insanın başına gelen musibetler de aslında insanı altın gibi saflaştırmak içindir. Allah insanı saflaştırmak istiyor. Onun içinde ergitiyor. Fitne budur. İnsanın malının ve evladının fitne olması, insan için bir imtihan aracı olmasındandır. Bir potadır adeta. Siz hammadde olarak bu potaya girersiniz, hammaddenizin cevheri mi çok, cürufu mu çok. Hamımı çok hasımı çok orada belli olur. Yani buradan ne anlaşılıyor. Biz  çocuklarımızı eğittiğimizi düşünüyoruz ama aslında çocuklarımız bizi eğitiyor.

Demek ki işin aslı böyleymiş. Yani çocuklarımızın potasında biz eğitiliyoruz. Ya cürufa ayrılıyoruz, ya cevhere ayrılıyoruz. Umarım cevhere ayrılanlardan oluruz. Bunun içinde imtihanı, musibeti, fitneyi algılamak ve ona göre davranmak gerekiyor.

vAllâhu ‘ındeHU ecrun ‘azıym zira Allah büyük ecir, sonsuz karşılık, sonsuz ödül Allah katındadır. Allah muhteşem ödülün kendi katında olduğu zattır. Bir başka şekliyle tercüme edecek olursam eğer.

 

16-) Fettekullâhe mesteta’tum vesme’u ve etiy’u ve enfiku hayren lienfüsiküm* ve men yûka şuhha nefsihi feülaike hümül müflihun;

Öyleyse, olabildiğince Allâh’tan (yaptıklarınızın sonucunu yaşatacağı için) korunun; algılayın ve itaat edin ve kendi hayrınıza olarak infak edin! Kim benliğinin cimriliğinden/ihtirasından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir! (A. Hulusi)

16 – Onun için gücünüz yettiği kadar Allaha korunun, dinleyin, itaat edin, infak edin, kendileriniz için hayır yapın, her kim de nefsinin hırsından korunursa işte onlar felâh bulanlardır. (Elmalı)

 

Fettekullâhe mesteta’tum bu halde, şu durumda gücünüz yettiğince Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Allah’tan gücünüz yettiği kadar sakının demek çok oturmadı. Allah’a karşı gücünüz yettiği kadar saygılı olun dersem daha doğru olur galiba. Ama gücünüz yettiği kadar diyor. Hakikaten ne kadar şefkatli bir ifade. Yani gücünüzün üstünde rabbimiz kendisine saygı bile istemiyor. Gücünüz yettiği kadar.

vesme’u ve etiy’u ve enfiku hayren lienfüsiküm O’nu dinleyin, O’na itaat edin. Kendi hayrınıza olmak üzere infak edin. Hayredin, karşılıksız bağışta bulunun. Allah için vermek, vermek değil almaktır. Kim gibi? Allah Hz. İbrahim’den Hz. İsmail’i istedi. Peki aldı mı? Netsin alıp ta, Allah’ın buna ne ihtiyacı var. Peki almayacaksa neden istedi? Vermek için istedi. İshak’ı da vermek için. Onun için istediğini almadı. İstediği imtihanı geçince İshak’ı üzerine lütuf olarak verdi. Bir başka lütuf olarak.

ve men yûka şuhha nefsihi feülaike hümül müflihun kim de nefsinin aç gözlülüğünden infak ile korunursa (İnfak yukarıda geçtiği için oraya zımni bir atıf olduğunu düşünüyorum) Nefsinin aç gözlülüğünden infak ile korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir, felaha erenlerin ta kendileridir Dahıyl; cimri demek. Duhl; cimrilik Şuhh ne peki? Aslında duhl ile Şuhh arasındaki farkı bir vesileyle daha önceden değindiğimi hatırlıyorum. Duhl; kendi elindekini başkasından kıskanan, saklayandır. Şuhh ise başkasının elindekini de kıskanıp  onu da eline geçirmeye çalışmaktır.

Demek ki insan bir kez kıskançlık krizine tutulursa, cimrilik krizine tutulursa, Allah’ın kendisine ne kadar cömert olduğunu unutur da, kendisi insanlara karşı pintilik hastalığıyla hareket ederse artık başladığı yerde kalmıyor. Yani kendi elindekini paylaşmamakla kalmıyor. Kendi elindekini paylaşmama hastalığı ilerleyince başkasının elindekine de sahip olmak, yani hiç kimsenin elinde bir şey olmasın, herkesin elinde ki benim olsun noktasına geliyor. Hastalığın en son varacağı çıldırma noktası burası işte. Onun için bu hastalığı daha başlangıçta tedavi etmek infak ile olur. Nifak’ın tedavisi infaksa, cimriliğim tedavisi de infaktır.

 

17-) İn tukridullahe kardan hasenen yuda’ıfhu leküm ve yağfir leküm* vAllâhu Şekûrun Haliym;

Eğer Allâh’a (Esmâ’sıyla var olmuş ihtiyaç sahiplerine) güzel bir ödünç verirseniz, verdiğinizi size katlayarak arttırır ve sizi mağfiret eder… Allâh Şekûr’dur, Haliym’dir. (A. Hulusi)

17 – Eğer Allaha bir karzı hasen arz ederseniz onu sizin için katlayıverir ve sizi de mağfiret buyurur, Allah şekûrdır halîmdir. (Elmalı)

 

İn tukridullahe kardan hasenen yuda’ıfhu leküm ve yağfir leküm eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz Allah kat kat size döndürecek ve sizi bağışlayacaktır.

Allah’a borç vermek, infak, sadaka. Demek ki Allah’a borç vermek olarak anılıyor. Allah’a kredi açmak yani bir bakıma tabir caizse. Kişi güvendiğine borç verir değil mi. Kişi güvenmediğine kredi açmaz değil mi. Aslında Allah güvenimizi sınıyor. Allah’a borç vermekten söz ediyor ayet, Allah’ın borca ne ihtiyacı var. Yahudiler gibi mi diyeceğiz innAllâhe fakiyrun ve nahnü ağniya (A. İmran/181) Allah fakir biz zengin miyiz haşa. Böylemi bakacağız. Allah borç istedi diye buradan bu sona mı ulaşacağız. Allah korusun.

Allah, almak için istemez demiştik, vermek için ister. Aslında burada da O. Vermek için istiyor. Zaten O vermişti. Aslında veren kim. Aslında kul hiçbir şeyi vermiyor, kendinin varsa ver. Ne sana ait ki verdiğiniz söyleyeceksiniz. Vermekten söz etmek için senin yaratmış olman lazım. Oysa ki seni de yaratan, elindekileri de yaratan ve yarattığını senin eline emanet olarak veren O değil mi? O zaman ey insan ..ma ğarreke BiRabbikelkeriym. (İnfitar/6) bu kadar keriym olan, cömert olan rabbine karşı ne bu gurur, ne bu müstağnilik, ne bu dik kafalılık. Ayet soruyor. Rabbim korusun.

Allah’a güvenen Allah için borç verir. Yani infak eder. Burada ki borç, borç verme değil infaktır aslında. Yaptığınız sadaka infak ve zekatlar Allah’a borç vermek mecazı üzerinden kullanılıyor. İmanın ahlakına güven denir. Ahlaksız iman güvensiz imandır. Ben Allah’a inanıyorum ama Allah’a güvenmiyorum havalarında ki birinin imanı ahlaksız imandır. Bu ne biçim imandır dostlar. İbrahim gönüllü ol ey mü’min, İsmail’ini kurban etki İshak’ı hak edesin. İbrahim gönüllü ol.

vAllâhu Şekûrun Haliym Allah şekurdur, haliymdir. Nasıl tercüme etsem bilmiyorum ki. Şükre hemen ve kat kat karşılık verendir. Kendisine şükredene kat kat karşılık verendir. Dahası; şükürsüzlüğü ise, – Haliym’i ben böyle çevireyim- şükürsüzlüğü ise cezalandırmakta acele etmeyendir. Şükürle bağlantılı olarak iki ismi bir arada bir biri ile bağlantısız çevirmek doğru değil. Çift isimler mutlaka birbirleriyle bağlantılı olarak çevrilmeli, anlaşılmalı. Onun için Haliym’i, şekûr ile birlikte geldiği bu bağlamda şükürsüzlüğü cezalandırmakta acele etmeyen diye anlamak daha doğrudur.

 

18-) ‘Alimul ğaybi veşşehadetil’Aziyzül Hakiym;

Gayb ve şehâdetin Âlim’idir, Aziyz’dir, Hakiym’dir. (A. Hulusi)

18 – Gayba de şahadete de âlim, azîz, hakîmdir. (Elmalı)

 

‘Alimul ğaybi veşşehadetil’Aziyzül Hakiym O Allah’ki idraki aşan hakikatleri de bilir, idrakin kapsamına giren hakikatleri de bilir. Yani sizin açıkladıklarınızı da bilir, açıklamadıklarınızı da. Sizin gördüklerinizi de bildiği gibi görmediklerinizi ve algınızı aşan hakikatleri de bilir. O yüceler yücesidir, hikmetinde sonsuz hikmet sahibidir.

Sadakallahul azıym.

Rabbim bizi O’nun hikmetini kavrayan O’nun yüceliğini ve izzetini layıkıyla anlayan ve O’nun izzetine yaraşır bir kulluk üreten, kulluk yapan kullarından eylesin.

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. TALÂK SURESİ (11 – 12)(177 – B)

$
0
0

231

Şimdi yepyeni bir sureye daha giriyoruz, suremiz Talâk suresi. Talâk suresi mushafta 65. sırada yer alan sure. Adını -ki boşama, boşanma manasına geliyor- ilk ayetinden alıyor. Adı zaman içinde oturmuş. Kaynaklara baktığımızda bunu görüyoruz. Hz. İbn. Mes’ud En nisa, es sûra diyor. Yani küçük nisa suresi adını koymuş bu sure için. Demek ki adı zaman içinde oturmuş ondan.

Sure 1 – 7. ayetleri Bakara/228- ila 234. ayetlerine açılmış bir kapı. Yani sanki onu tefsir eder cinsten. Talâkla ilgili, boşanmayla ilgili o ayetlerini tefsir eder cinsten İbn. Mes’ud kısa Nisa demişti biraz önce zikrettim, bunu da beraber düşündüğümüzde Nisa suresinin 4. yılda nazil olduğunu da buna ilave ettiğimizde Ahzab/49 ayetiyle bağlantılı olduğunu da buna ilave ettiğimizde surenin iniş zamanı olarak yaklaşık bir tarih buluyoruz. Nedir o? Ahzab’ın ardından hicri 5. ya da 6. yılda inmiş olabilir diyoruz.

Surenin ana teması mazlumu kollamak. Kim bu mazlum? Kadın, kadınlar. Yani boşama sisteminden dolayı, boşanma ve boşama sisteminin her hangi ahlaki bir kayıt ve kuyudat altına alınmaması ve erkeğin keyfine bırakılmasından dolayı mağdur olan kadınların mağduriyetini engelleme amaçlıdır bu sure.

Zulüm aracı kılınmıştı boşama ve iddetin keyfiliği bu ayetin, bu ayetlerin bu surenin indiği dönemde yaygın bir davranış haline gelmişti. Hatta iddet, bekleme şekli o kadar keyfi hale gelmişti ki yıllar yılı iddet bekletilen, boşandığı halde bir başkasıyla evlenilmesine izin verilmeyen boşanmış dul hanımlar vardı. Böyle eziyete dönüşmüştü.

İkinci amacı surenin neslin emniyeti. Ki bu daha üst bir amaç.Üçüncü bir amacı daha var dersek eğer o da ailenin korunması ve inşası.

Konusu boşama hukuku. Sure tamamen boşanma hukukundan bahsediyor, tabii her pasajında değil, son pasajı hariç. Nikahın fıtri ve ruhi alt yapısı. Aslında nikahın ruhi ve fıtri alt yapısı var mı diye sorsanız, vardır. Peki nedir o? Onu biz Rum/21. ayetinde buluyoruz. Sükunet iki asal elementi ise meveddet ve rahmet. Temeli sükunet bunun iki asal elementi, tıpkı suyun iki asal elementi olan hidrojen ve oksijen gibi meveddet ve rahmet. Rum/21. e baktığımızda aslında nikahın ruhi, psikolojik temelini burada görüyoruz. Bu kavramlar bu temeli izah ediyor.

Nikah sözleşmesi ailenin çimentosudur. Akitsiz ilişki zinadır, haramdır dolayısıyla. Fakat bir tarafta bu gerçeği Kur’an mü’minlere bir ahlak halinde sunarken, öbür tarafta nikah sözleşmesini Katolik nikahına dönüştürüp de eziyet haline getirmiyor, işkence haline getirmiyor. Malumunuz Katolik nikahın da boşanma yoktur. sonuna kadar, sonsuza kadar. Oysa ki boşanma bazen gerekebilir. Hatta boşanma iki taraf içinde bir rahmet olabilir. İki taraf içinde bir kolaylık olabilir. İki taraf içinde gerçekten şart ve lazım olabilir. Bilemiyoruz. Hayatın bin bir türlü durumu var.

Ama genel itibarıyla boşamaya Allah resulünün bakışı belli. Allah’ın en sevmediği helaldir buyuruyor. Ki genel itibarıyla böyledir. Ama bazen boşanmak öylesine elzem haline gelebilir ki her iki taraf içinde boşanmak zaruri olabilir. Bu durumda Katolik nikahı, yani bu durumda boşaması olmayan bir nikah iki taraf içinde bir belaya dönüşmez mi. İşte vahiy aslında iki uçta yer alan ifrat ve tefriti reddediyor. Biz bunu anlıyoruz orta yol nikahta. Ebğadül hâlal, ilallahi et talâk. Allah’ın en çok buğz ettiği helal talâktır, boşamadır hadisini bir daha hatırlatırım.

Yine Allah efendimizden öyle buyuruyor; Allah diyor boşamayı meslek edinen zevk sahiplerini sevmez veya lanet etsin buyuruyor bir başka haberde.

Tüm zamanların tesellisi geliyor surenin sonunda. Nedir o? Aslında men yettekıllâhe yec’al lehüm mahracen (2) sonunda demeyeyim, surenin içinde boşama ayetlerinin içinde. men yettekıllâhe yec’al lehüm mahracen (2) kim Allah’a karşı saygıda kusur etmezse Allah onun için bir kapı açar. Ve yerzukhu min haysü lâ yahtesib (3) onu hiç hesap etmediği yerden rızıklandırır ayeti, bu berceste ayet bu surenin içinde bulunuyor.

Kur’an ın talâk konusunda ki hükümleri bütüncül bir okuma ile anlaşılabilir değerli Kur’an dostları. Bakara/228-234. ayetleri. Ki  yani bu arada kalan ayetler. Ahzab/49. ayeti. Mücadile suresinin zıhar ayeti beraberce okunduğu zaman Kur’an ın boşama konusunda ki ahkamı anlaşılmış olur.

Surenin son bölümü nübüvvetle ilgilidir. Son ayet adeta Allah boşanma gibi bir alanda niçin bu kadar durmuş diye sorana cevap gibidir. İnsan kendi haline bırakılmayacak kadar değerlidir. Ben en azından böyle okuyorum. Yani Allah insana dair böyle bir ayrıntı, boşama gibi bir ayrıntı üzerinde neden bu kadar durmuş diye soracak bir işgüzar çıkarsa ona; Ey insan sen kendine bırakılmayacak kadar değerlisin bunu biliyor muydun diye anlamamız yerinde olur. Bu girizgâhtan sonra surenin tefsirine geçebiliriz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

1-) Ya eyyühenNebiyyu izâ tallaktumunnisâe fetallikuhünne li ‘ıddetihinne ve ahsul’ıddete, vettekullahe Rabbeküm* lâ tuhricûhünne min buyûtihinne ve lâ yahrucne illâ en ye’tiyne Bifahışetin mübeyyinetin, ve tilke hudûdullah* ve men yete’adde hududallâhi fekad zaleme nefseh* lâ tedriy le’allAllâhe yuhdisü ba’de zâlike emra;

Ey Nebi! Kadınları boşamaya niyetlendiğinizde; iddetlerini dikkate alarak (ay hâllerinden temizlendikten sonra) onları boşayın ve iddeti (sürecini) sayın… Rabbiniz olan Allâh’tan korunun. Açık bir fuhuş yapmaları durumu müstesna, onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar. İşte bu Allâh’ın koyduğu sınırdır! Kim hududullâhı tecavüz ederse, gerçekten nefsine zulmetmiştir. Bilemezsin, belki Allâh bundan sonra bir iş ihdas eder. (A. Hulusi)

01 – Ey o Peygamber! Kadınları boşadığınız vakit iddetlerine doğru boşayın ve iddeti sayın ve Rabbiniz Allah dan korkun, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar meğer ki açık bir terbiyesizlik etmiş olalar, bunlar Allahın ta’yin ettiği huduttur ve her kim Allahın hududuna tecavüz ederse nefsine zulmetmiş olur, bilmezsin belki Allah onun arkasından bir iş çıkarır. (Elmalı)

 

Ya eyyühenNebiyyu izâ tallaktumunnisâe fetallikuhünne li ‘ıddetihinne ey peygamberler ailesinin ferdi kadınları boşayacağınız zaman iddetlerini gözeterek boşayın. ve ahsul’ıddete iddet müddetini iyi hesaplayın, hesabını çok iyi tutun. Aksi halde ni? Aksi halde ya hamile kadını eş adayı ilan ederek neslin karışmasına sebep olursunuz, ya da boşanmış kadını engelleyerek mağduriyetine sebep olursunuz. İkisinde de zulmetmiş olursunuz. O zaman iddet müddetini gözeterek boşayın.

Temizlik döneminde boşanma kastediliyor. Bu ayetin kastettiği şey, zikrettiğim Bakara suresinin ilgili ayetleri de göz önüne alındığında nedir? Kur’an ın meşru kıldığı boşama şudur. Eğer kesin boşamak istiyorsa eş, eşini temizlik içerisinde, onunla birleşmediği, karı koca olmadığı ay hali görmediği günler içerisinde ve beraber olmadığı bir dönemde boşar. Ondan sonra bir ay geçer. Bu bir ay aynı hane içerisindeyken geçer. Fakat karı koca olmazlar eğer boşamada ısrarcıysa.

Neden bunu yapar Kur’an çünkü ailenin yıkılmasını istememektedir. Çünkü kocanın fevri bir davranışla ailenin çatısını yıkma isteyip istemediğini ona sorgulatmak istemektedir. Çünkü zamana yayarak, zamanın tedavi edici özelliğini kullanmak istemektedir. Aslında en doğru boşanma çeşidi budur. Bu boşama üzerinden 3 ay, tam 3 ay geçtikten sonra, ki bir tanesi yeterli Ahsen talâk demişler zaten buna. Bu boşamanın en güzel çeşididir. 3 ay geçer. 3 ay içerisinde hiç geri dönüş olmazsa o zaman geri dönme konusunda artık eşi diğer erkeklerle eşittir. Yani eş kabul ederse kocası kendisine dönebilir. Eş kabul etmezse dönmez. Yani geri dönüşü mümkindir, fakat eş kabul ederse.

Fakat dönüşsüz bir boşamaya çevirmek istiyorsa koca bu boşamayı 1 ay dolduktan sonra 2. temizlik müddetinde bir daha boşar. Bu arada dönmedi, döndü tamam vazgeçti, bu hükümsüz kalır. Ama dönmedi 2. boşadığında 1 talâk bitmiş olur. Yine ısrarlı. Artık ne gazap halinden, ne fevri, ne öyle kafaya geldikleri için değil. Artık canına tak demiş ve iki tarafta ayrılmak istiyor, 1 ay daha geçer. Bir daha boşar ve 3. ayın sonunda artık bitmiştir. Böyle bir boşamada geri dönüş olmaz. Buna dönüşsüz boşama, yani bain talâk ismi verilir. Dönüşü mümkün olana ric’i talâk adı verilir. Eğer 3. aya kadar dönülmüşse o zaman ric’i olur. Dönülmemiş ve 3. ay da tamamlanmışsa, yani bu bir tür iddettir, bitmişse artık o ric’i değil bain talâk hükmünü almış olur.

[Ek bilgi; Tabii ki burada izâ kumtüm iles Salati(Maide/6) ayeti kerimesi var ya namaz için kalktığınızda fağsilu vucuheküm yüzlerinizi yıkayın. Namaz için kalktığınızda dediği nasıl bir imayı içeriyorsa burada da hanımları boşamaya kalktığınızda. Aslında hanımları boşamamanız gerektiğini biliyorsunuz. Boşanmanın Allah katında ne demeye geldiğini biliyorsunuz kabul ediyorum sizi. Çünkü nikahın önemi daha önce defaatle geçti. İma bu. Ama Allah bu manada hayatı zehir etmemek için, hayatı duvar değil kapı etmek için çıkış yolları da koydu size. Eğer boşamayı yasaklasaydı hayat zehir olabilirdi her iki taraf içinde. O zaman hayatı zehir etmek değil Allah’ın maksadı. Hayatı sizin için sürura dönüştürmek, hani ayeti kerimeyi okudum ya

Ve min âyâtihi en haleka leküm min enfüsiküm ezvacen liteskünu ileyha. (Rum/21) sükunet bulasınız diye eşler yaratması O’nun ayetlerindendir. Sükunet bulmak için, sekinet bulmak için, sakinleşmek için. Yani eşler, eşler dediği burada hem erkeği hem kadını kapsar. Dahası; ve ce'ale beyneküm meveddeten ve rahme. (Rum/21)ve aranıza meveddet ve rahmet koyması onun ayetlerindendir.

Demek ki değerli dostlar insan insanın ayetidir bir. Karı koca da birbirinin ikinci ayetidir. İki. Karı koca arasında ki sükunet, meveddet, yani muhabbet, sevgi ve rahmet yani şefkat. Merhamette 3. ayetidir. Evlilik, nikah bağı ile bir yuva kurmak adeta ayetlerin içine indiği bir kitap olmaktır. Sanki bir ayetler rehberi gibidir. Sanki ayetlerin içine yazıldığı canlı bir sayfa gibi. Onun için yuva yıkmakta ayetleri yıkmak gibi oluyor. Bunu da böyle bilmek lazım o zaman anlıyoruz Allah’ın en gazaplandığı helal talaktır, boşamadır ifadesini Allah resulünün. (Mustafa İslamoğlu – Teybin den)]

vettekullahe Rabbeküm rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Yani mağdur çıkarmayın. Aile çatısını kafanıza geldiği gibi yıkmayın. lâ tuhricûhünne min buyûtihinne ve lâ yahrucne onları, içinde yaşadıkları evlerinden kovmayınız, çıkarmayınız ve onlar da çıkmasınlar. Evet, hem nehy-i gaip çıkmasınlar, hem nefy-i istikbal. Yani çıkamazlar manasına gelir bu son kelime. illâ en ye’tiyne Bifahışetin mübeyyinetin tabii ki ayan açık bir ahlaksızlık yapmadıkları müddetçe. Yani ayan açık bir ahlaksızlık hali müstesna onları ne siz çıkarın, ne de onlar çıksın.

El fahişe; zina ve iffetsizlik diye, fahişetin, fahişleten, fahişetün gibi belirsiz gelen kalıp ise masıyyete delalet eder demişler. İbn. Atıyye naklediyor bunu, hoşuma gittiği için ben de nakledeyim istedim. İstisna cümlesi bu takdirde çıkabilirler, yani çıkarabilirsiniz eğer bir ahlaksızlık olmuşsa manasına gelebileceği gibi, istisna cümlesinin yapısı buna müsait bir manaya daha gelir. Boşayınca fuhşa düşeceklerse o zaman boşamayın anlamına da gelebilir.

ve tilke hudûdullah bu Allah’ın çizdiği sınırdır, sınırlardır. ve men yete’adde hududallâhi fekad zaleme nefseh kim Allah’ın çizdiği sınırları aşarsa, geçerse, ihlal ederse o Allah’a zulmetmiş olmaz, kendi nefsine zulmetmiş olur. lâ tedriy le’allAllâhe yuhdisü ba’de zâlike emra ve sen bilemezsin ey insan belki de Allah bu bekleyişin, yani bu aylara yayma var ya boşlanmayı, bu bekleyişin ardından bir takım yeni gelişmelere kapı açabilir.

Ben talâk suresinin 1. ayetini son cümlesini, İslam’da, Kur’an da talâkın neden zamana yayıldığı sorusunun cevabı olarak görüyorum ve bunun zıddına bir talâka Kur’an ın izin vermediğini, caiz görmediğini yani bir anda 3 talâkı birden, 3 hakkı birden kullanmayı kesinlikle reddettiğini açıkça ifade ettiğini görüyoruz. Bunun herhangi bir te’vili’nin olmadığını açıkça söyleyebiliriz.

Boşamanın zaman yayılması ve iddetin hikmetine dair bir ifade bu. Aileyi bir arada tutmak için sonuna kadar umudu diri tutmak, bu görünüyor. Zamanı tedavi edici olarak kullanmak. Biz burada bunu görüyoruz. Zamanı tedavi edici olarak kullanmak. Kızgınlık halinde boşama mesela geçerli değil. Allah Resulünden bize kadar gelen rivayette lâ talâka, ve lâ ‘ıtaka, fiy iğlakın diyor. Yani İğlâk’ı kızgınlığa hamledebiliriz, çünkü geniş bir manası var. Yani kızgınlık halinde, insanın kendisinden koptuğu bir anda, bir durumda, Ki kızgınlık sarhoşluk gibi haller de buna girer. Boşama, boşama değildir, boşama olmaz.

Nisa/35 te, Bakara/232. ayetinde ve yine 238. ayetinde; akrabanın; eşlerin arasını bulmaları. Yine İddetlerini dolduran kadınların kocalarına dönmelerine engel olunmaması, velileri tarafından, yakınları tarafından engel olunmamasını amir. Dolayısıyla vahiy aslında aileyi bir arada tutmak için nasıl çırpınıyor bunu görmüyoruz değil mi? Biz bu boşama çeşidinin aslında aileyi bir arada tutmak için zorlamaksızın acaba bir daha düşünebilir misiniz. Ey aileyi yıkmak için isteyen taraf bir daha düşünebilir misin, kararını bir daha gözden geçirebilir misin, olmadı 3. kez gözden geçirebilir misin. Boşamayı 2 aya yaymasının sebebi budur. 3 ay baktı artık o kadar boşanma konusunda kararlı ki bu 3 aylık zaman dahi bu kararından döndürmedi. O zaman bunlar zaten boşanmalı bir arada tutmak ıstırap verir.

Bir seferde 3 kez boşayana nebi “Ben daha aranızda iken Allah’ın kitabı ile mi oynuyorsunuz.” diyor. Biz buradan anlıyoruz ki bir defada 3 talâkı birden vermek Allah’ın kitabıyla oynamaktır. Aslında Allah resulü döneminde bu boşama çeşidi olmadı. Hz. Ebu Bekir döneminde de olmadı, Hz. Ömer’in ilk 2 yılında da olmadı. Fakat Hz. Ömer ondan sonra insanların bunu istismar edip yok ben onu kastetmedim de ben bir değil 3 yaptım da, 2 değil 1 yaptım da vs. gibi onların nikahı böyle oyuncak etmelerine kızarak tabir caizse çenenizin belasını çekin dercesine bunu Talâk saydı.

Hatta Hz. Ömer bunu yaparken kendisinin de razı olmadığını beyan ettiğini biz kaynaklardan öğreniyoruz. Yani insanlar beni taciz etti, beni sıkıştırdı, bu konuda beni mecbur bıraktı diyor. İnsanlar Hz. Ömer e bu konuda talepte bulunmuşlar demek ki. Ama bu ilginçtir, yani bir tür toplumsal ve tarihsel bir durum ileriki yy. lar da İslam fakihlerinin genel hükmünü belirleyici bir unsur oldu. Oysa ki vahiy bu tip bir talâkı zımnen reddediyor. Onun içinde 3 talâkı bir seferde vermek vahyin reddettiği bir husustur, vahyin reddettiği bir hususun da hükmü olmaması lazım gelir bazı ulemanın söylediği gibi.

 

2-) Feizâ belağne ecelehünne feemsikûhünne Bima’rufin ev farikuhünne Bima’rufin ve eşhidû zevey ‘adlin minküm ve ekıymuşşehadete Lillâh* zâliküm yu’azu Bihi men kâne yu’minu Billâhi velyevmil’ahır* ve men yettekıllâhe yec’al lehû mahrecen;

İddetlerinin sonuna ulaştıklarında, ya onları örfe uygun nikâha devam ettirin veya örfe göre onlardan ayrılın… Sizden iki adalet sahibini şahit tutun… Allâh için şehâdeti ikame edin… İşte bu, Esmâ’sıyla hakikati olan Allâh’a ve sonsuz yaşam sürecine iman eden kimsenin kendisi ile öğütlendiğidir… Kim Allâh’tan korunursa, ona bir çıkış yeri oluşturur. (A. Hulusi)

02 – Sonra müddetlerini doldurmağa yaklaştıklarında onları güzellikle tutun yahut güzellikle ayrılın ve sizlerden adalet sahibi iki erkeği işhad eyleyin, şahadeti de Allah için doğru eda edin, bu size söylenenleri duydunuz a, bununla Allaha ve Âhiret gününe iman eder kimselere öğüt verilir, her kim de Allah dan korkarsa Allah ona bir mahrec müyesser kılar. (Elmalı)

 

Feizâ belağne ecelehünne feemsikûhünne Bima’rufin ev farikuhünne Bima’ruf eğer o kadınlar iddetlerinin sonuna gelmişlerse onları ya ma’ruf ile tutun, yani boşamada, boşanma sürelerinde süreçleri tamamlanmışsa ya ma’ruf ile tutun, yani sonuncu hakkınızı kullanmayın, o süre içerisinde dönün, tutun. Yani münasip bir biçimde onların hakkını ve hukukunu gözeterek. Bu ma’ruf bu. Ortak aklın kabul edeceği sınırlar içerisinde. İnsani ve İslami sınırlar içerisinde bu ma’rufa o girer. Ya da ev farikuhünne Bima’ruf ma’ruf bir biçimde onları ayırın.

EtTalâku merretân. Talâk ikidir fe imsakün Bi ma’rûfin ev tesriyhun Bi ıhsan (Bakara/229)ondan sonra ya hayırla tutmaktır, ma’ruf üzre, yani seliym aklın kabul edeceği sınırlar içinde insani hak ve sorumluluklar çerçevesinde ya tutmaktır, yine eğer tutmayacaksanız hak ve sorumluluklara riayet ederek bırakmaktır der. Yani bu ayetle bakara/229 adeta birbirini destekler niteliktedir.

ve eşhidû zevey ‘adlin minküm ve yine sizden adalet sahibi iki şahit getirin. Yani iki şahit ile bu hadiseyi belgeleyin. Böyle de anlayabiliriz. ve ekıymuşşehadete Lillâh ve şehadeti şahitliği Allah için dosdoğru yapın. Talâka mı gider bu şahitlik emri, yoksa hemen öncesinde ki imsak ve mufarakata mı gider. Aslında Mufarakatla talâk aynı. Boşamakla ayrılmak, zaten ayrılmak boşamanın doğal sonucu. Onun için onu bir saymak lazım. Bazıları bunu sadece dönüşe gider demişler. Yani vaz geçilirse bu gerekli, yani şahit gerekli, Talâkta gerekli değil. Oysa ki bunun hepsine de gittiği açıktır. Yani boşama sırasında şahit getirin diyor.

Bunu nasıl anlayacağız? Bir çok otorite bunu vacip değil mendup olarak anlamışlar. Yani olursa iyi olur. Fakat ayetin zahiri emir. El emri yufidul vücub; emir vücub ifade eder. Bazı müçtehitlerimiz burada ki emri tıpkı alış veriş sözleşmelerinde ki emre benzeterek o alış veriş sözleşmelerinde ki şahitle kıyaslamışlar. İyi de ben buna kıyas meal farık diyorum. Alış veriş sözleşmelerinde eğer bir problem çıkarsa mağdur olacak maldır, nihayetinde paradır. Ama bu sözleşmede eğer bir problem çıkarsa mağdur olacak insandır. Bu ikisini nasıl aynı kefeye koyabiliriz. Dolayısıyla aslında burada bizim bu emri nedbe hamletmek için yeterli bir delilimizin olmadığı kanaatindeyim. Şahsen, Allahualem..! Zira ayetin devamı da zaten bunu veriyor. Ayetin devamında şahitlik konusunda ki bu Allah’ın çizdiği sınır olarak ve üzerinde çok iyi durmamız gereken ve asla ödün vermememiz gereken bir husus olarak altı çiziliyor.

Kaldı ki, dahası ve ekıymuşşehadete Lillâh diyor şahitliği Allah için doğru yapın. Eğer 1. cümleyi net biçimde alacaksak bu 2. cümleyi de mi net biçim alacağız. Yani şahitliği doğru yapmak mendup mu, yanlışta eğri de yapabiliriz manasına mı geliyor. Eğer bu vacip o mendup ise aynı cümle içinde geçen iki emrin nasıl birini mendup birini vacip sayacağız. Bu ne biçim bir yaklaşım olur. Doğrusu benim aklım almıyor. Onun için burada zahiren talâkta da dönüşte olsun mufarakatta olsun, ki zaten mufarakat anında şahit getirmenin çok fazla bir olaya katkısı yok. Zaten ayrılınmış. O zaman talâkta ve dönüşte, talâktan vaz geçişte şahit ayetin zahirinden anladığımız bir amirdir diye düşünebiliriz.

zâliküm yu’azu Bihi men kâne yu’minu Billâhi velyevmil’ahır bakın bütün bunlar Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimseye Allah ın verdiği öğütlerdir.

Nüzul sebebi bu ayetin Cemile binti Ubey, Sabit bin Kays’a karşı soğukluk hissetmiş Cemile. Diyor ki Resulallah’a gelmiş, Ya Resulallah onun dinine ve ahlakına hiçbir sözüm yok, fakat içim ondan soğudu, onunla bir arada kalmak istemiyorum. Peygamberimiz ısrar etmiyor. Onun sana mihr bedeli olarak verdiği araziyi geri ver tamam diyor. ayrılmış olun ve böylece ayrılıyorlar ve bu boşanmayı Allah resulü onaylıyor.

[Ek bilgi [Ek bilgi; KADININ BOŞAMA YETKİSİ: İFTİDA

Ailede her iki tarafında birbirine gereken sevgi ve saygıyı göstermesi lazımdır. Evliliğin devamını sadece bir taraf ister diğer taraf istemezse o evlilik devam etmez. Evliliği erkek sona erdirirse buna “talak” denir. Kadın sona erdirirse buna da “iftida” denir. Erkeğin boşama şekliyle kadının boşama şekli birbiriyle aynı değildir. Çünkü evlenirken de erkeğin yükümlülüğüyle kadının yükümlülüğü birbirinden farklıdır. Erkeğin psikolojisiyle kadının psikolojisi de farklıdır. Gerek talakta gerekse iftidada Allah teala tarafları su-i istimal ve zararlardan korumuştur. Bu derste kadının evliliğe son verme hakkı olan iftidayı Ayetler ve hadisler ışığında işleyeceğiz.

KADININ BOŞAMA YETKİSİ: İFTİDA 

Allah kadına da boşama yetkisi tanımıştır. Bunu şu ayette bildirmiştir:

Boşamak (talak) iki defadır. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır. Onlara verdiklerinizden bir şey almanız da size helâl olmaz. Ancak Allah'ın çizdiği hudutta duramayacaklarından korkmaları başka. Eğer siz de bunların, Allah'ın çizdiği hudutta duramayacaklarından korkarsanız, kadının, ayrılmak için hakkından vazgeçmesinde artık ikisine de günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın çizdiği hudududur. Sakın bunları aşmayın, Her kim Allah'ın hududunu aşarsa, işte onlar zalimlerdir. (Bakara 229)

Bu ayette ‘talak’ fiilinin faili erkek, ‘iftedet’ fiilinin faili de kadındır. Bunun için talak erkeğin boşama yetkisi, ‘iftida’ da kadının boşama yetkisidir. Yani talakta kararı erkek verir, iftidada son kararı kadın verir.

Evliliğin yürümeyeceği endişesine kapılan kadın, durumu yetkililere bildirir. Yetkililer; hakemler, mahkeme, aile büyükleri gibi çeşitli etkin kişiler veya makamlar olabilir. Kadın bu yetkililere iftida için; ‘kocamı sevmiyorum’, ‘kocam beni dövüyor’, ‘inanç farklılığımız var’… gibi herhangi bir nedenle başvurabilir. Bu durumda yetkililer, Nisa suresinin 35. ayetine göre davranmak zorundadırlar.

Eğer karı-koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz bir hakem erkeğin tarafından, bir hakem de kadının ailesinden kendilerine gönderin. Bu arabulucu hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse, Allah karı-koca arasındaki dargınlık yerine geçim verir. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, her şeyin aslından haberdardır. (Nisa 35)

Bu hakemler kadına iftidâ yetkisi verirler. Kadın, ayrılmaya karar verirse, kocasından aldığı mehir, hediye vb. gibi malları geri verir. Bunlardan ne kadarının geri verileceğine yetkililer karar verirler. Kocanın suçu yoksa tamamını geri vermesi gerekir. Kocanın suçu varsa kadın sembolik bir mal verir. (İftida yaptığı için)

Bazen erkek, karısından mal alabilmek için karısını iftidaya çeşitli yollarla mecbur bırakabilir. (İftira, psikolojik baskı vs.) Erkeğin böyle yapmak istemesinin nedeni talak yoluyla boşamada kadından mal alamayacak olmasıdır. Çünkü talakta erkek kesinlikle kadından mal alamaz. Bu Nisa suresinde kesin bir ifadeyle yasaklanmıştır:

Eğer bir eşi bırakıp da yerine diğer bir eş almak isterseniz, öncekine yüklerle mehir vermiş de bulunsanız, ondan bir şey geri almayın. O malı bir iftira ve açık bir günah isnadı yaparak geri alır mısınız? (Nisa/20)

Birbirinizle kaynaşıp başbaşa kalmışken ve onlar sizden kuvvetli bir teminat almışken verdiğinizi nasıl geri alabilirsiniz?(Nisa/21)

Böyle bir su-i istimal olmaması için Allah teala devreye yetkili kişilerin girmesini ister. Yetkili makam mahkemedir. Mahkemenin olmadığı yerde hakeme başvurulur. Mahkeme de işi hakeme havâle edebilir. Yetkililer erkeği suçlu görürler ve böyle bir su-i istimal tespit ederlerse yine ayrılmaya karar verirler ama kadının erkeğe mal vermesine mani olurlar.

Böyle bir durumda boşanma talebi kadından geldiği için erkeğe sembolik bir mal verir. Mesela Hz. Osman iftida yapan bir kadını bir küpeyle kocasından ayırmıştır. Bu hüküm kocanın suçlu olduğu durumda böyledir. Mahkeme (veya hakemler) kocada bir suç bulamazlarsa kadın iftida yaptığı için önceden kocasından aldığı tüm malını (mehir, hediye vs.) geri verir. (Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır- Süleymaniye vakfı yayınları)]

ve men yettekıllâhe yec’al lehû mahrecen (Sonraki ayetle birlikte)

 

3-) Ve yerzukhu min haysü lâ yahtesib* ve men yetevekkel ‘alAllâhi feHUve hasbüh* innAllâhe baliğu emriHİ, kad ce’alAllâhu likülli şey’in kadra;

Ona ummadığı bir taraftan yaşam gıdası verir! Kim Allâh’a tevekkül ederse, O, ona yeter! Muhakkak ki Allâh, emrini yerine ulaştırandır! Gerçekten Allâh, her şey için bir kader meydana getirmiştir! (A. Hulusi)

03 – Ve onu hatır-u hayaline gelmez cihetten merzuk eder ve her kim Allaha tevekkül kılarsa o ona yetişir, her halde Allah emrini yerine getirir, Allah her şey için bir miktar tayin etmiştir. (Elmalı)

 

ve men yettekıllâhe yec’al lehû mahrecen; Ve yerzukhu min haysü lâ yahtesib ve kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olursa Allah onun için bir çıkış yolu açar. Yani bu tip boşanmalarda tutun ki tüm zamana yaymaya rağmen bir türlü aile tutunamadı bir arada ve artık kadın boşanmak durumunda kaldı, o zaman da Allah var diyor. Yani bu ayetlerin bu surenin amacının kadının mağduriyetini önlemek olduğu da bir kez daha anlaşılıyor.

Ve yerzukhu min haysü lâ yahtesib Allah onu hiç görmediği hiç bilmediği hiç hesap etmediği, yani 50 tane hesap yapar, hesap yapmadığı 51. yerden rızıklandırır. Burada Hz. Aişe’yi analım Rızık deyince boğazından geçen aklına gelenin aklına şaşarım diyordu. Rızık deyince aklımıza sırf boğazdan geçenler gelmesin. Tüm zamanlar için geçerli ilahi bir müjdedir bu ayet aslında ve her durum için geçerlidir. Yani köşeye miş sıkıştınız, bittim mi dediniz, rabbinize eğer sırtınızı yaslıyorsanız o zaman inanın ki ve men yettekıllâhe yec’al lehû mahrecen kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde davranırsa, Allah onun için bir kapı açacak, onu mahcup etmeyecek. Bu ömrümüz boyunca gördüğümüz ve göreceğimiz hakikat değil midir. Nasıl inkar edebiliriz. Bittim ya rabbi dediğimiz her seferinde yettim kulum demedi mi rabbiniz. Dedi. Eğer doğrusunu söylersek, itiraf edersek bunu söylemek durumunda kalırız.

ve men yetevekkel ‘alAllâhi feHUve hasbüh ve kim Allah’a dayanırsa, güvenirse iyi bilsin ki O, ona yeter. innAllâhe baliğu emriH şüphesiz Allah emrini gayesine erdirendir. Veya baliğun emrehu okunuşuna istinaden, Allah’ın emri hedefini bulur diye çevirebiliriz. kad ce’alAllâhu likülli şey’in kadra doğrusu Allah her bir şey için bir ölçü, bir kader koymuştur. Kader ölçü demektir. Ölçüsüzlük kadersizliktir. Kadere iman; Allah’ın hiçbir şeyi ölçüsüz yaratmadığına imandır.

 

4-) Vellâiy yeisne minelmehıydı min nisâiküm inirtebtum fe’ıddetühünne selâsetü eşhürin, vellâiy lem yehıdne, ve ülatul’ahmali eceluhünne en yeda’ne hamlehünn* ve men yettekıllhe yec’al lehu min emriHİ yüsra;

Kadınlarınızdan aybaşı hâlinden ümit kesenlere (menopoza girenlere) gelince, eğer (iddetlerinden) kuşkuluysanız, onların iddeti üç aydır. Aybaşı olmamış kadınların da (böyledir)… Hamilelerin (iddeti) ise, onların iddetleri yüklerini bırakmalarına kadardır. Kim Allâh’tan korunursa, onun için işinde bir kolaylık oluşturur. (A. Hulusi)

04 – Hayız dan kesilmiş olan kadınlarınız – şüphelendinizse – onların iddeti de üç aydır, hayız görmeyenler de öyle, yüklülerin ise ecelleri hamillerini vaz’ı etmeleridir ve her kim Allaha korunursa Allah onun işine bir kolaylık verir. (Elmalı)

 

Vellâiy yeisne minelmehıydı min nisâiküm inirtebtum fe’ıddetühünne selâsetü eşhürin ve ay halinden tamamen kesilen kadınlarınız konusunda şüphe ve tereddüde düşerseniz bilin ki onların bekleme süresi 3 aydır. İddeti 3 aydır. vellâiy lem yehıdne hiç ay hali görmeyenler ki de (aynıdır) öyledir. Yani kocası ölen kadından farklı olarak diye anlayacağız. Çünkü kocası ölen kadının iddet süresi,ü ölümden sonraki bekleme süresi Bakara/234 ayetine göre 4 ay 10 gündür. 3 aydan farklı yani.

ve ülatul’ahmali eceluhünne en yeda’ne hamlehünne hamilelerin iddet süresi ise hamillerini vaz’ edinceye kadardır yani çocuklarını doğuruncaya kadar. Çocuklarını doğurdukların da onların iddeti tamamlanmış olur. Burada iddetin hikmetinin aslında nesil emniyetini sağlamak, neslin karışmasının önüne geçmesini sağlamak olduğunu anlıyoruz.

ve men yettekıllhe yec’al lehu min emriHİ yüsra kim de Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olursa Allah onun için Allah ona emrini kolay kılar. Yani yukarıdakileri doğrudan yalınkat emir olarak ta anlayabiliriz ve bu emri, emir olarak, Türkçede kullandığımız manada emir, buyruk olarak anlayabiliriz.

Emrini kolaylaştırır ne demek? Psikolojinin yasalarını da Allah koymadı mı, insan psikolojisinin. O koydu. Teslim olan huzur bulur demek bence. Yani Allah’a teslim olursanız huzur bulursunuz. Ya teslim olmazsanız ne yaparsınız? Hiç, teslim olmasanız da O emrini yürütecek. Teslim olmasanız da o gelecek başınıza. O’nun dilediği insanın yararınadır derseniz siz rahatlamış olursunuz. O’na teslim olursanız sizin içiniz rahatlamış olur. asıl olan da bu değil mi? Aslında siz rahatlarsanız ve geleni; “Bunda bir hayır vardır” derseniz tüm engelleme talebinize rağmen, tüm tedbirlerinize rağmen eğer engelleyemiyorsanız bir hadiseyi var bunda da bir hayır demek aslında hayrınıza değil midir. En azından psikolojik olarak umudu diri tutmak değil midir. Hiç umudu diri tutmakla umudu öldürenin hali bir olur mu? Aslında ben buradan bunu anlıyorum.

 

5-) Zâlike emrullahi enzelehû ileyküm* ve men yettekıllâhe yükeffir ‘anhu seyyiatihi ve yu’zım lehû ecra;

İşte bu (uygulamalar) Allâh’ın işidir ki, onu size inzâl etti… Kim Allâh’tan korunursa, kötülüklerini ondan siler ve onun için ecri büyütür.

05 – İşte bu (anlatılan ahkâm) Allahın emridir, onu size indirdi ve her kim Allah dan korkarsa Allah onun kabahatlerini örter ve ecrini büyültür. (Elmalı)

 

Zâlike emrullahi enzelehû ileyküm* ve men yettekıllâhe yükeffir ‘anhu seyyiatihi ve yu’zım lehû ecra işte bu Allah’ın size indirdiği emridir, buyruğudur. Kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olur, Allah’a saygı da kusur etmezse Allah onun günahlarının üstünü örter. Allah onun günahlarını yok sayar. Yani Allah onun hayat filminden kötü kareleri keser. Bugün sinema diliyle konuşacak olursak. ve yu’zim lehu ecra ve ona muazzam bir ödül verir.

Müslüman tek dünyalı gibi düşünemez ki aziz Kur’an dostları. Müslüman çift dünyalı. Allah’ın buyruğuna teslim olanı Allah ödülsüz bırakır mı. Onun için iman, takvalı iman olmalı diyor, anlaşılan bu. Yani takvasız iman olmasın, takviyeli iman olsun, takvalı iman.

 

6-) Eskinûhünne min haysü sekentum min vucdiküm ve lâ tudârruhünne litudayyiku ‘aleyhinn* ve in künne ülati hamlin feenfiku ‘aleyhinne hattâ yeda’ne hamlehünn* fein erda’ne leküm featûhünne ucûrehünne, ve’temiru beynekum Bima’ruf* ve in te’asertum feseturdı’u lehû uhra;

Onları (boşadığınız kadınları) şartlarınız elverdiğince yaşadığınız mekânın bir kısmında iskân edin. Onları sıkıntıya sokmak için onlara zarar vermeye kalkışmayın. Eğer onlar hamile iseler, yüklerini bırakıncaya (doğum yapıncaya) kadar onlara nafaka verin. Eğer sizin (çocuklarınızı) emzirirlerse, onlara ücretlerini verin. Aranızda (bu meseleleri) güzel örf ile istişare edin. Eğer anlaşamazsanız, onun (çocuğun babası) için başka bir kadın (çocuğu) emzirir. (A. Hulusi)

06 – O kadınları gücünüzün yettiğinden sâkin olduğunuz yerin bir kısmında iskân ediniz, ve üzerlerine tazyik yapmak için onları ızrara kalkışmayınız ve eğer yüklü iseler hamillerini vaz’ı edinceye kadar nafakalarını verin, sonra sizin hesabınıza emzirirlerse o vakit de ecirlerini verin ve aranızda iyilikle emr edin ve eğer zorlaşıyorsanız o halde baba hesabına diğer bir emzikli emzirecektir. (Elmalı)

 

Eskinûhünne min haysü sekentum min vucdiküm iddet bekleyen kadınlar hakkında tabii bu. İmkanlarınız nispetinde barındığınız standartlara uygun olarak onları da barındırın. Böyle anlarsak, biraz açılımlı bir tercüme oldu bu. ve lâ tudârruhünne litudayyiku ‘aleyhinne onlar üzerinde baskı kurup hayatlarını çekilmez hale getirmeyin. Yani dünyayı başlarına zindan etmeyin. Yine kadını koruyor. Kadının mağdur olan taraf olduğunu biz buradan anlıyoruz bu ayetlerin indiğinde. Yine kadını koruyor. Yani mağduru ve mazlumu koruyor.

ve in künne ülati hamlin feenfiku ‘aleyhinne hattâ yeda’ne hamlehünne eğer onlar hamile iseler feenfiku ‘aleyhinne hattâ yeda’ne hamlehünne çocuklarını doğuruncaya kadar onların nafakalalarını verin. Açık. Tefsire mahal yok. Çocukları doğuncaya kadar nafakası babaya ait.

fein erda’ne leküm featûhünne ucûrehünne eğer onlar müşterek yavrunuzu sizin hesabınıza emzirirlerse onların ücretlerini verin. Ayrıntılarla dolu bu ayet muhatabın dikkatini ortak meyve olan çocuğa karşı sorumluluğa çekmekte. Boşanmaları drama dönüştüren ortada kalan çocuklardır aslında. Eşler bebeğe karşı sorumludur. Özellikle baba sorumludur. Annenin külfeti hamileliktir. Doğduktan sonra baba ise çocuğun, bebeğin bakımını üstlenmek zorundadır. Bebek için ortak aklı harekete geçirin ve en azından bebeğin saadeti için boşanmış dahi olsanız müşterek meyveniz için ortak akılla hareket edin diyor bu ayet.

ve’temiru beynekum Bima’rufin çocuğun geleceğini kendi aranızda istişare edin, işte ortak aklı harekete geçirin. ve in te’asertum feseturdı’u lehû uhra eğer emzirme hususunda (Emzirme hususunda karşılıklı zorlanırsanız baba hesabına bir başkası emzirecektir. Yani bir başkası emzirmek zorunda da bunun bedelini de baba vermek zorundadır. Yani anne emzirmeye zorlanamaz diyor, boşanmış annenin hakkını işte bu derece koruyor çocuğu korumakla birlikte bu ayet.

 

7-) Liyunfık zû se’atin min se’atih* ve men kudire ‘aleyhi rizkuhu felyunfık mimma atahullah* lâ yukellifullahu nefsen illâ ma ataha* seyec’alullahu ba’de ‘usrin yüsrâ;

Varlık sahibi olan, kendi zenginliğine göre nafaka versin. İmkânları daraltılmış kimse de Allâh’ın kendisine verdiğine göre nafakasını versin. Allâh hiç kimseyi, ona verdiğinden ötesiyle sorumlu tutmaz! Allâh zorluktan sonra bir kolaylık oluşturur! (A. Hulusi)

07 – Genişliği olan genişliğinden infak etsin, rızkı dar olan da Allahın ona verdiğinden infak eylesin, Allah bir nefse verdiğinden başka teklif etmez, Allah bir usrun arkasından bir yüsür yapar. (Elmalı)

 

Liyunfık zû se’atin min se’atih netice de, yani sonuçta imkanı olanlar imkanı nispetinde harcama yapsın. ve men kudire ‘aleyhi rizkuhu felyunfık mimma atahullah inkanı kıt olanlar da Allah’ın verdiği kadar yapsın. Yani imkanları nispetinde yapsınlar. lâ yukellifullahu nefsen illâ ma ataha Allah hiç kimseyi verdiğinden fazlasını yapmaya zorlamasın. Verdiğinden fazlasını yapmakla mükellef tutmaz. Zımnen eğer ağır bir sorumluluk yüklüyorsa daha fazlasını verecek demektir şeklinde de anlayabiliriz. seyec’alullahu ba’de ‘usrin yüsrâ belki de Allah zorluktan sonra bir kolaylık verir kim bilir. Her şey Allah’ın elinde. Hazineler Allah’ın elinde yeter ki teslim olsunlar. Yeni bir pasaj;

 

8-) Ve keeyyin min karyetin ‘atet ‘an emri Rabbiha ve RusuliHİ fehasebnaha hısaben şediyden ve ‘azzebnaha ‘azâben nükra;

Rabbinin ve O’nun Rasûllerinin emrinde haddi aşan nice ülke halkı vardır ki, biz onu şiddetli bir hesaba çektik ve onu alışılmadık bir azapla azaplandırdık. (A. Hulusi)

08 – Nice memleket (nice şenlik) Rabbinin ve resullerinin emrinden çıkıp azdı da biz onu şiddetli bir hesaba çektik ve görülmedik bir azâba giriftar eyledik. (Elmalı)

 

Ve keeyyin min karyetin ‘atet ‘an emri Rabbiha ve RusuliH rablerin,n ve O’nun elçilerinin emrini dinlemeyen nice topluluklar gelip geçmiştir.

Surenin başında boşanma konusunda ki ilahi sınırları, kadına zulmü devam ettirerek çiğneyecek olanlara, Allah’ın sınırlarını çiğneyen geçmiş kavimlerin başına gelenler hatırlatılarak aman böyle yapmayın sizin de başınıza aynısı gelir deniliyor zımnen.

fehasebnaha hısaben şediyden ve ‘azzebnaha ‘azâben nükra sonunda biz hepsiyle pek çetin bir biçimde hesaplaşmış, inanılmaz bir azaba çarptırmışızdır onları.

 

9-) Fezâkat vebale emriha ve kâne ‘akıbetu emriha husra;

Böylece işlerinin vebalini tattı ve işlerinin sonu hüsran oldu. (A. Hulusi)

09 – O suretle emrinin vebalini tattı ve işinin akıbeti bir hüsran oldu. (Elmalı)

 

Fezâkat vebale emriha ve kâne ‘akıbetu emriha husra nihayet yaptıklarının vebalini tatmışlardır ve onların sonu hüsran olup çıkmıştır.

 

10-) E’addAllâhu lehüm ‘azâben şediyden fettekullâhe ya ulil’elbabi, ellezine amenû* kad enzelAllâhu ileyküm Zikra;

Allâh, onlar için şiddetli bir azap hazırlamıştır! Allâh’tan korunun, ey iman etmiş Ulül Elbab (derin düşünebilen akıl sahipleri)! Allâh size gerçekten bir hatırlatıcı (Zikir) inzâl etmiştir! (A. Hulusi)

10 – Allah öyleler için şedid bir azâb hazırlamıştır, ondan dolayı Allahtan korkun da korunun ey halis özü, temiz aklı olanlar: iman edenler! İşte Allah size bir zikir indirdi. (Elmalı)

 

E’addAllâhu lehüm ‘azâben şediyden fettekullâhe ya ulil’elbab Allah onlar için çok şiddetli bir azap hazırlamıştır. Ey akıl sahipleri, ey işleyen bir tasavvuru olanlar, ey muhakemesi güçlü olanlar, ey öz akıl sahipleri artık Allah’a karşı sorumlu davranın, sorumsuz davranmayın, Allah’ın kullarına zulmetmeyin, kadını zayıf diye ezmeyin, zımnen. ellezine amenû* ey bu vahye iman edenler siz de öyle yapın. kad enzelAllâhu ileyküm Zikra zira Allah size uyarıcı bir mesaj indirmiştir. Farkınız bu. Yani kitap indirilmeyen bir toplulukla  kitaplı bir topluluk aynı davranır mı? Siz kitap indirilmemiş gibi m,i davranacaksınız, yani kabaca kitapsızmış gibi mi hareket edeceksiniz. Allah hiçbir şey söylemedi diyebilir misiniz. Artık kitaba muhatap bir toplum olarak.

 

11-) Rasûlen yetlû ‘aleyküm âyâtillâhi mubeyyinatin liyuhricelleziyne amenû ve ‘amilussalihati minezzulumati ilenNûr* ve men yu’min Billâhi ve ya’mel salihan yudhılhu cennatin tecriy min tahtihel’enharu halidiyne fiyha ebeda* kad ahsenAllâhu lehu rizka;

Rasûl ki, iman edip imanının gereğini uygulayanları, karanlıklardan Nûr’a çıkarmak için apaçık hâlde Allâh’ın işaretlerini size bildirir. Kim Esmâ’sıyla hakikati olan Allâh’a iman eder ve imanının gereğini uygularsa, onu, içinde sonsuz yaşamak üzere, altından nehirler akan cennetlere dâhil eder. Allâh onun için gerçekten bir rızık ihsan etmiştir. (A. Hulusi)

11 – Bir Resul gönderdi, Allahın nûrlar saçan, yollar açan âyetlerini sizlere karşı okuyor ki iman edip salih amel işleyenleri zulmetlerden nûra çıkarsın ve her kim Allaha iman edip salâh ile çalışırsa Allah onu altından ırmaklar akar cennetlere koyacak: orada ebediyen muhalledler, öyle ki Allah ona hakikaten güzel bir rızk ihsan etmiş. (Elmalı)

 

Rasûlen yetlû ‘aleyküm âyâtillâhi mubeyyinatin liyuhricelleziyne amenû ve ‘amilussalihati minezzulumati ilenNûr uzun oldu toparlamaya çalışayım mealen; iman eden ve salih amel işleyenleri, “küfrün” karanlıklarından, “İmanın” aydınlığına çıkarmak için Allah’ın apaçık ayetlerini okuyan bir elçi göndermiştir Allah.

ve men yu’min Billâhi ve ya’mel salihan yudhılhu cennatin tecriy min tahtihel’enharu halidiyne fiyha ebeda kim Allah’a iman eder ve Allah’a imanını salih amelle taçlandırır, yani iman sözde kalmaz, iman özden ele, dile, ayağa, göze, kulağa yani hayata yansırsa. El imanla tutar, göz imanla görür, kulak imanla duyar, ayak imanla yürür, yürek imanla severse, akıl imanla düşünürse, iman onda hayata yansırsa yudhılhu cennatin tecriy min tahtihel’enhar tabanından ırmakların çağladığı cennetlere koyacaktır onları. halidiyne fiyha ebeda orada kalıcıdırlar, geçici değildirler. kad ahsenAllâhu lehu rizka böylece Allah ona tarifsiz bir rızık vermiş olur.

Şimdi bu ayetin, 11. ayetin sonunu daha önce okuduğumuz ve men yettekıllâhe yec’al lehû mahrecen (2) Ve yerzukhu min haysü lâ yahtesib (3) ayetleriyle beraber yan yana koyalım. Yani Allah’a karşı sorumlu davranan, Allah’a karşı saygısızlık etmeyene Allah bir kapı açacak ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandıracak ayetiyle kad ahsenAllâhu lehu rizka (11) böylece Allah ona tarifsiz bire rızık verecek ibaresini yan yana koyduğumuzda ne çıkıyor? Cennet rızıkların en büyüğüdür. Bu çıkıyor. Demek ki rızık deyince boğazımıza giren aklımıza gelmeyecek.

 

12-) Allâhulleziy haleka seb’a Semavatin ve minel’Ardı mislehünn* yetenezzelül’emru beynehünne lita’lemu ennAllâhe alâ külli şey’in Kadiyrun, ve ennAllâhe kad ehâta Bikülli şey’in ‘ılma;

O Allâh ki, yedi semâ yarattı ve arzdan da onların bir mislini! Emir (hüküm – iş) onların ARALARINDAN sürekli – kesintisiz inzâl olur (Allâh’ın Esmâ’sındaki özelliklerin açığa çıkışı olan Astrolojik {melekî} tesirlerin varlık üzerindeki etkileri)! Tâ ki Allâh’ın her şeye Kaadir olduğunu ve Allâh’ın her şeyi (yaratanı olarak) ilmen ihâta ettiğini bilesiniz.

(Not: Gazalî’nin “İhyâ-u Ulûmi’d Dîn” adlı eserinde, Ashabın âlimlerinden olarak bilinen İbni Abbas r.a.’ın şöyle dediği nakledilmektedir: “O Allâh ki yedi semâ yaratmış, arzdan da onların bir mislini; ARALARINDAN hüküm inip duruyor! (Talâk: 12) Âyet-i Celiylesinin tefsirini yapacak olsam, beni taşa tutardınız.” Bir başka nakilde de: “Beni tekfir ederdiniz!”) (A. Hulusi)

12 – O Allah ki yedi Semâ yaratmış. Arzdan da onların bir mislini, aralarından emir inip duruyor şunu bilesiniz diye ki: Allah her şey’e kadirdir ve Allah her şey’i ilmiyle ihata etmiştir. (Elmalı)

 

Allâhulleziy haleka seb’a Semavatin ve minel’Ardı mislehünne Allah O’dur ki 7 kat göğü yarattı ve yine yerden de bir o kadarını yarattı. Yani 7 kat göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah’tır. Çok ilginç bir ibare bu. Veya minel’ardı da ki mini beyaniye sayarak benzer bir biçimde yeri de yarattı diye çevirebiliriz. İbtidaiye sayarak 3. bir ihtimal yerden de onların bir benzerini yaratmaya başladı diye çevirebiliriz. İbtida daha doğrusu sayarak. Başlangıç yani yaratmaya başlama.

Burada bir kelime var Mislehünne. Sadece burada geçer Kur’an da bu arzın çok katmanlılığına delalet edebilir. Yani arzın çok katmanlılığına. Arzın merkezine doğru katmanlılığına delalet edebilir. Fakat dünyamıza benzer başka dünyaların varlığına da delalet edebilir ve bu 2. delalet eğer sahihse gerçekten çok ilginç bir ifadedir ve üzerinde durulmalıdır. Yani üzerinde hayat bulunan yer yüzü gibi daha ne yer yüzü yani mislehünne 7 rakamının da çokluktan kinaye olduğunu düşünürsek nice nice yer yüzü gibi yer yüzüler var. Yani dünyalar var şeklinde anlamamızın önünde de hiçbir engel yoktur.

yetenezzelül’emru beynehünne lita’lemu ennAllâhe alâ külli şey’in Kadiyrun ve ennAllâhe kad ehâta Bikülli şey’in ‘ılma O’nun yaratıcı iradesi bu ikisi arasında her an, her saniye yenilenecek, tekrarlanacak, yenilenerek tecelli eder ki Allah’ın her şeye muktedir olduğunu ve her şeyi akıl sır ermez bir ilimle kuşatmış olduğunu kavrayabilesiniz.

Ayetin sonunda Allah’ın sınırsız kudretine ve akıl sır ermez ilmine bir atıf var. O’nun sınırsız kudretine ve akıl sır ermez  bilgisine atıf yapılması mislehünne için yaptığımız 2. tefsiri sanki teyit eder bir haldedir. Yani şu alemde ki sadece kendi yıldız sistemimizin içini bile henüz tam bilmiyorsunuz. Sizin yıldız sisteminiz gibi sadece sizin galaksinizde 100 milyarlarca yıldız sistemi var ve bu galaksi gibi bilinen şu anda 400 milyar galaksi var. Yani zihin durur, akıl durur, söz durur. Ey insan senin cirmin ne ki. Sen hala bu kadar büyük kâinatın hâlikı olan Allah karşısında haddini mi aşacaksın. Yani Onun senin için çizdiği sınırlara posta mı koyacaksın. Allah benim için sınır çizemez demeye mi getireceksin. Kendi haddini nasıl unutabilirsin. Şu aleme bak, şu evrene bak, evrenin büyüklüğünü düşün, Allah’ın yaratıcı kudretinin büyüklüğünü düşün ve senin bu evren içinde ki cirmini, konumunu düşün ve Allah’a karşı kulluğunun bilincinde ol. Haddini bil ey insan. Haddini bilirsen rabbini bilirsin. Allah’ın büyüklüğünü bilirsen kendi küçüklüğünü bilirsin. Kendi küçüklüğünü bilirsen değerini bilirsin. Eşyaya kul olmaz, Allah’a kul olursun.

Sadakallahul azıym. Rabbimizden bizi başkalarına kul etmemesini, sadece ama sadece kendine kul etmesini, kendi huzurunda esas duruşunu koruyan kullarından kılmasını niyaz ederiz.

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Allah doğru söyledi. Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. TAHRİM (01-12)(178-A)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Rabbim güzellikle, hayırla, iyilikle aç, hayırla sonlandır. Rabbim kolaylaştır güçleştirme. Rabbim hayırlısı ile tamamla. Biz hazza ve çıkara değil hayra talip olduk, sen talip olduğumuz hayrı bize yağdır. Amin, amin.

Değerli Kur’an dostları bugün tefsir dersimiz Tahrıym suresi ile devam edecek. 178. dersimiz olan bu dersimizde mushafta 66. sırada bulunan Tahrıym suresinin tefsirine başlamadan evvel kısa bir girizgâh yapmak, kısa bir önsöz kabilinden açıklama yapmak isterim. Surenin adı, zamanı ve konusu üzerine.

Surenin adı haram kılmak, haram saymak manasına geliyor. Adını ilk ayetinden alıyor. Ya eyyühenNebiyyu lime tuharrimu ma ehallAllâhu lek ayeti kerimesi daha doğrusu ilk ayetin bir bölümü, bir cümlesi olan bu cümleden alıyor. Yine sureye ilk bölümünün konusundan dolayı peygamber suresi adı da verilmiş.

Sure Medeni, yani Medine’de nazil olmuş. Sureyi oluşturan 3 pasaj arasında da konu bütünlüğü var. Yani bu pasajlar birbirinden kopuk değil. Dolayısıyla biz sureyi bir bütün olarak, yani parçalanmaksızın nazil olduğunu kabul etmek durumundayız. Bazı sureler malumunuz 2 hatta 3 ayrı bölümde hatta daha da fazla bölümde nazil olmuş olabiliyor. Hatta bu nüzul bir kısmı Medine, bir kısmı Mekke, çok enderde olsa olabiliyor. Ama bu sure kendi iç bütünlüğü açısından, Muhteva açısından baktığımızda yekpare bir bütünlük temsil ediyor.

Tarihini tespit etmek zor surenin. Tabii ki tam olarak, yıl olarak tespit etmek zor. Yemin kefaretine dair 2. ayet Maide/89 ayetine atıf. En azından bendeniz böyle düşünüyorum. Bu durumda bu surenin maideden sonra nazil olduğunu düşünmemiz gerekir. Hz. Osman tertibinde, yani Hz. Osman’ın iniş sıralamasında sure Hucurat’ın arkasına yerleştirilmiş. Bütün bunlardan çıkan sonuç şu; Bu sure, Tahrıym suresi muhtemelen hicretin 8. yılında nazil olmuş olmalıdır ki ilk pasajında ki olayın kahramanlarından biri olan Hz. Mariye de bize aslında bir parça bu tarihi doğrulayan bir delil olarak görünüyor.

Surenin amacı açık. Model inşası, yani gerek Hz. Peygamberi, gerek yakın çevresini inşa ederek İslam ümmetine bir model sunmak. Daha doğrusu modeller sunmak. Model inşası vahyin ana amaçlarından biri. Çünkü vahiy ilk muhatabı olan Hz. Peygamberi ..usvetün hasenetün.. (Ahzab/21) güzel örnek olarak takdim eder. Nebiye örneklik misyonu hatırlatılır bu surede. Ama çok daha önemlisi bu surenin bize verdiği müthiş bir ders vardır ki o da Hz. Peygamber ilahi gözetim altındadır kanaatine ulaştırır bizi. 1 ve 2. ayetleri şöyle derinliğine okuduğumuzda bu sonuca ulaşırız. Allah Resulü Allah’ın çok özel gözetimi altındadır.

Bu tür uyarıların açık göstergesi şudur ki surede biraz sonra tefsir edeceğiz o uyarıları. Allah Resulüne bir uyarı var. Yani Allah’ın sana helal kıldığını ey peygamber sen kendine haram kılıyorsun uyarısına muhatap oluyor Allah Resulü. Bu tip uyarıların bize verdiği müthiş bir sonuç var, o da şu; hayatının geri kalan kısmı Allah Resulünün vahyin ve Allah’ın onayından geçmiştir. Eğer vahyin onaylamadığı bir şey varsa, Allah Resulünün hayatında rabbimizin onaylamadığı bir şey varsa, rabbimiz vahiyle onu açık ediyor. Oraya direk müdahalede bulunuyor burada, Tahrıym suresinin ilk pasajında olduğu gibi.

O zaman buradan ne çıkıyor? Buradan açıkça şu çıkıyor; Eğer vahiy müdahale etmemişse Allah resulünün geri kalan hayatının tamamı onaydan geçmiştir. İlahi tasdik almıştır diyebiliyoruz gönül rahatlığıyla.

Özel hayat mefhumu en dar sınırlarına çekiliyor bu surede. Tabii ki Allah resulü için. Efendimizin özel hayatı neredeyse yok gibi. Öyle ki vahiy onun hayatının üstüne çok özel bir ayna tutuyor. Tüm zamanlara bu aynadan onun ömrünü yansıtıyor. Onun yüreğini bile gösteriyor bu ayna. Onun gizlisini saklısını açığa vuruyor. Hatta onun duyulmasından hoşlanmadığı şeyleri bile vahiy açığa vuruyor. Dolayısıyla bize o her şeyiyle bir model olarak takdim ediliyor.

Bir şey daha var. Resulallah’ın; Kur’an ın inişine, yani Kur’an a hiçbir dahlinin olmadığına dair başka hiçbir delil olmasa eğer, değerli Kur’an dostları, inanınız bu ayetler yeterdi. Yeter de artardı bile. Onun gizlisi saklısı yoktur. Biz neticeten bunu anlıyoruz.

Yine Hz. Peygamberin evi üzerinden Müslüman aile inşa ediliyor.

Yine bu surenin bize verdiği bir başka ders şu. Makbul iyi, yatan iyi değildir. Kötüyle savaşan iyidir. 9. ayetinden biz bunu anlıyoruz. Ama sure muhteşem bir finalle bitiyor. 4 model sunuyor; ikisi örnek, ikisi ibret. Yani iki örnek ibreti alem için sunuluyor. Nuh ve Lût peygamberin eşleri. İki örnekte numuneyi imtisal için sunuluyor. Hz. Meryem ve Firavunun eşi Asiye. Aslında Nuh ve Lût peygamberin eşleri üzerinden müthiş bir mesaj var. Şahsen ben bunu alıyorum.

Zımnen şunu diyor. İyinin yakını olmak, iyi olmanın garantisi değil. Nuh peygamber gibi, Lût peygamber gibi iki peygamberin eşi olabilir, onlarla aynı yatağı, aynı yastığı paylaşmış olabilir. Fakat bu onlar için iiyi olmanın garantisi olmadı. Ey insanlar, babam hocaydı, dedem hafızdı, kardeşim müftüydü, amcam alimdi v.s. diyerek kendisini bir yere koymaya çalışanlar bundan ibret alın. iyinin yakını olmak iyi olmanın garantisi değil, siz iyi misiniz onu söyleyin.

İşte bu ve son iki örnek numuneyi intisal firavunun karısı Asiye ve Hz. Meryem. İyi modeller, onları da model olarak sunuyor. Öncelikle ilk muhataplara hatta belki Allah resulünün evine, hane halkına ama tabii ki tüm zamanlara, hepimize. Bu girizgâhın ardından sureyi tefsire geçebilirim.

 

BismillahirRahmanirRahıym

 

1-) Ya eyyühenNebiyyu lime tuharrimu ma ehallAllâhu leke tebteğıy merdate ezvacike, vAllâhu Ğafûrun Rahıym;

Ey Nebi! Allâh’ın sana helal kıldığı şeyi, hanımlarının gönlü olsun diye niçin (kendine) haramlaştırıyorsun? Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A. Hulusi)

01 – Ey o Peygamber! Sana Allahın helâl kıldığını niçin harâm edersin, zevcelerinin hoşnutluğunu ararsın? Mamafih Allah gafurdur rahîmdir. (Elmalı)

 

Ya eyyühenNebiyyu lime tuharrimu ma ehallAllâhu leke tebteğıy merdate ezvacik sen ey peygamber, sen ey peygamberler ailesinin ferdi eşlerinden bazılarının rızasını kazanmak için, gönlünü almak için, onların hatırını yapmak için neden Allah’ın helâl kıldığı şeyi kendine haram ediyorsun. Burada bir uyarı. Belki bir ileri adım daha atarsak, bir azar varmış gibi duruyor. Uyarı olduğu hiç kuşkusuz.

Peki bu uyarının tarihsel bir sebebi olmalı, nedir sebep? Sebebi nüzulü tek değil. Bize kadar gelen rivayetler 3 farklı olay veriyorlar bu ayetlerin iniş nedenine ilişkin. Hz. Peygamberin muhtemelen hicri 8. yılda bir ay süre ile eşlerinden ayrı kalacağına yemin etmesi üzerine nazil oluyor bu ayetler. Yani eşlerinden hiç biriyle birlikte olmayacağına dair yemin ediyor Allah resulü. Peki bu yeminin amacı ne? Daha doğrusu yeminin arkasında yatan gerekçe ne? Diye sorulduğunda işte orada 3 ayrı rivayet görüyoruz.

Birincisi; Hz. Peygamber eşi Zeynep Bint-i Cahş’ın dairesinde bir bal şerbeti içiyor. Allah resulünün adetidir, güneş batıya meyl ettiğinde ortalık serinleyip de hava tatlandığında eşlerini teker teker hanelerinde ziyaret ederlerdi, yani akşamüzeri, ikindi sonrası. Onların hanelerinde 5 – 10 dakika oturur takriben, onlarla hasbıhal eder, gönüllerini alır ve daha sonra diğer eşinin hanesine geçerdi.

İşte bu sırada Hz. Zeyneb Bint-i Cahş’ın odasına girmişti ve Hz. Zeyneb de Resulallah’ın çok sevdiğini bildiği bal şerbeti ikram etmişti ona. Bu şerbeti içtikten sonra da Allah Resulü Hz. Hafza’nın odasına girdi. Ama Hz. Zeynebin odasında her zamankinden, mutad olandan daha fazla kalınca diğer eşlerden bazıları herhalde gayrete gelmiş olacaklar ki Hz. Hazfa ile Hz. Aişe rivayetlerin bildirdiği iki ortak isim bu baş başa vererek bir şaka yapalım dediler. Yani tabii bu şakanın arkasında da onların eşlik gayretleri yatıyordu.

Bu şaka Allah resulünün en hassas olduğu bir konuda yapılacaktı. Hz. Peygamber Hafza’nın odasına girdiğinde; “Ya ResulAllah, yüzünü ekşiterek- Meğafir mi yedin” diye tepki gösterdi Meğafir bölgede yiyen ya da suyunu içenin ağzında hoş olmayan bir koku bırakan, başkasını rahatsız eden bir koku bırakan bir bitki. Allah resulünün en hassas olduğu nokta bu. Allah resulü hiç kimseyi rahatsız etmek istemez ve bu nedenle de soğan sarımsak yiyen mescidimize gelmesin buyurur ve bu nedenle de Allah resulü belki dünya da ağız ve diş bakımı açısından kendisiyle kimsenin boy ölçüşemeyeceği hassasiyette biridir.

Onun diş fırçalaması, misvak kullanma alışkanlığını biz biliyoruz. Hatta onun bu alışkanlığı onun bu ümmetine bir sünnet olarak bıraktığını da biliyoruz. Levlâ en eşukka le emertehüm bissivaki (mea külli salâtin) eğer ben ümmetimin üzerine zor gelmeyeceğini bilseydim, meşakkat olmayacağını bilseydim her beş vakitte misvaki yani 5 vaktin abdestinde, -böyle anlamamız lazım- misvak yani diş fırçalamayı onlara şart koşardım buyurmuştu.

Bu hassasiyette olan Allah resulüne böyle bir şey söyleyince tabii ki ResulAllah olağanüstü hassas olduğu bu konuda kendisine gösterilen tepkiye şu cevabı verir. “Bir daha içmeyeceğim.” Yani Zeyneb’in odasında bal şerbeti içmiştim, demek ki bal yapan arılar meğafir çiçeğinden almışlar balını. Yani böyle bir yorum çıkıyor ortaya. Bu yorumu Hz. Hafza’nın ya da Hz. Aişe’nin Resulallah’a yaptığı da söylenir.

Onun yanından çıkıp Hz. Aişe’nin yanına girince ResulAllah yine aynı tepkiyle karşılaştı. Ya ResulAllah meğafir mi yedin, veya meğafir suyumu içtin. Hayır deyince Zeyneb’in yanında bal şerbeti içmiştim. İşte onun üzerine Allah resulü yemin eder. “Bir daha der içmeyeceğim.” Belki biraz amaçta budur bu şakadan bilemiyoruz. Ve bunu bir daha kimseye diye de tembih eder. Bir rivayet böyle. Tabii söyleme diye tembih ettiği eşi muhtemelen Hz. Hafsa arkadaşı Hz. Aişe’ye açar söyler ve müteakip 3. ayette zaten bunun üzerine.

[Ek bilgi; İLGİLİ HADİS;

Âişe (R) şöyle demiştir: Resûlallah (S) balı ve tatlıyı severdi, ikindi namazından döndüğü zaman kadınlarının yanına girer ve onlardan birinin yanına yaklaşırdı. Bir gün Ömer'in kızı Hafsa'nın yanına girdi de, orada kalmakta olduğundan daha çok kaldı. Ben bunu kıskandım (ve bunun sebebini soruşturdum). Bana:

- Hafsa'ya, kavminden bir kadın küçük bir çömlek bal hediye etti, o da bu baldan Peygamber'e şerbet içirdi, denildi.

Ben de kendi kendime: Vallahi biz bunun için muhakkak bir hi­le yaparız! dedim. Akabinde Şevde bint-u Zem'a'ya şöyle dedim:

- Biraz sonra Rasulullah muhakkak sana yaklaşacaktır. Sana yaklaştığında O'na: Sen megâfîr mi yedin? dersin, O da sana: Hayır, diyecektir. Bunun üzerine sen de O'na: Sen'den hissetmekte olduğum bu koku nedir? dersin. O da sana muhakkak: Hafsa bana bal şerbeti içirmişti! diyecektir. Sen de O'na:. O balın arısı urfut ağacından top­lamıştır! dersin. Bana geldiğinde ben de böyle söyleyeceğim. Yâ Safiyye, sen de böyle söyle! Dedim.

Âişe bu talîmâtın tatbik suretini şöyle anlatmıştır: Şevde şöyle diyordu:

- Vallahi çok geçmedi Rasulullah kapının önünde durdu. Yâ Âişe, senden korktuğum için bana emrettiğin sözü hemen Resûlallah’a oracıkta iken söylemek istedim.

(Âişe dedi ki: Rasulullah ona yaklaşınca, Şevde O'na:

- Yâ Resûlallah, sen megâfîr zamkı mı yedin? demiş O da:

-  "Hayır!" diye cevap vermiş. Şevde:

-  Sen'den hissetmekte olduğum bu koku nedir? demiş.

Rasulullah:

-  "Hafsa bana bal şerbeti içirmişti!" buyurmuş. Şevde:

-  O balın arısı urfut ağacında yayılmış! demiş.

Nihayet Rasulullah benim odama dönüp geldiğinde ben de bu sözlerin benzerini söyledim. Safiye’ye gittiğinde o da bunların ben­zerini söylemişti. Sonra Rasulullah dönüp Hafsa'nın nevbetinde ya­nına vardığında, Hafsa:

- Yâ Resûlallah! Sana o bal şerbetinden içireyim mi? diye sor­duğunda Rasulullah:

-  "Hayır, benim ona ihtiyâcım yoktur!" buyurdu. Âişe (rivayetine son vererek) dedi ki: Şevde bana:

- Vallahi biz Resûlallah’ı bal şerbetinden mahrum ettik, diyor­du. Ben de Sevde'ye:

- Sus! dedim (ve Hafsa hakkındaki hîle ve tedbîrimizin duyul­masını istemedim). (Buhari/ 7 Bab-15)]

İkinci nüzul rivayeti Hz. Hafza’nın odasında Allah Resulü önce kendisine hediye edilen biri iken daha sonra eşi olan ve tabii ki Çocuğu küçük İbrahim’in bin Muhammed’in annesi olan Mısır’lı eşi Haz. Mariye ile birlikte olur. Hz. Mariye’nin hanesi mescidin etrafındaki odalardan değil daha geri de, hatta Medine’nin kıyı semtlerinden birindedir. Orada kardeşi ile birlikte kalmaktadır ve Allah Resulü Mariye’yi her zaman sık gidip ziyaret edemediği için Hz. Mariye ara sıra Allah Resulünün diğer eşlerinin evine, hanesine gelmektedir ve o gün boş olan Hz. Hafza’nın hanesinde Allah Resulü eşi Mariye ile birlikte olur. Hz. Hafsa buna muttali olunca tepki gösterir. Yani bir tür eş kıskançlığı krizi tutar.

Bu tepki üzerine Allah Resulü bir daha böyle yapmayacağına dair yemin eder. Bu da çok gizli bir hadisedir kimsenin açıklanmaması halinde bilemeyeceği bir hadisedir. Ama rabbimiz bunu da vahyin içine alır. İkinci sebebi nüzül budur. Tabii kimseye söylememesi tembihlenir ama Hz. Hafsa yine de bunu arkadaşına iletir.

Üçüncü rivayet daha farklı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in kendisinden sonra liderliğe geçeceğine dair bir imada bulunur. Allah resulü Bu rivayete göre. Yine Hz. Hafsa’ya. Hz. Hafsa da kendisine söylenmemesine rağmen hemen gider ve arkadaşı Hz. Aişe’ye durumu açıklar. Resulallah’ın eşleri arasında şöyle bir öbeklenme olduğunu bilgi olarak vermek durumundayım;

Hz. Aişe’nin başını çektiği bir grup, Hz. Zeyneb’in başını çektiği bir başka grup. Yani iki gruptur. Hz. Peygamberin eşleri adeta iki rakip grup gibi de diyebiliriz. Tabii ki bu rekabet öyle kırıcı yıkıcı olmamıştır ama tatlı bir rekabet diyebiliriz buna eşleri arasında ki.

İşte bu üç rivayet, üçünde de ortak nokta, verilen bir sır vardır. Allah Resulü’nün helal bir şeyi bir daha yapmayacağına dair, kendine haram kıldığına dair yemini vardır ve tabii bunun arkasından Allah resulünün kimseye deme diye sır emanet ettiği eşinin de gidip ortağına bunu açıklaması vardır. Bunların hepsinde de ortak müşterek nokta budur.

Hz. Peygamber yemin etti, fakat Hz. Peygamberin yemin etmesi bir helali haram kılmadı peygamber olduğu halde. Kendisine dahi bir helali haram kılamayacağı ifade buyruldu. Öncelikle eşya da asıl olanın mübahlık olduğunu söyleyelim. El asl fiyl eşya ibahatül bir şeyin helalliğine delil aranmaz. Eğer yasak değilse helal demektir. Haram değilse helal demektir. İslam fıkıh usulünde usul kaidesi budur, bu kaide de yine Kur’an da çıkarılmıştır. Çünkü Kur’an açıkça der ki;

Kul men harrame ziynetellahilletiy ahrece li ıbadiH. (Araf/32) De ki Allah’ın kulları için çıkardığı, yarattığı, var ettiği güzellikleri haram kılacak kimmiş bakayım göster bana onu. Açıktır Yani Allah’ın kulları için yarattığı ve yasaklamadığı bir şeyi kullarına haram kılmak, yasaklamak, kimsenin işi değildir.

Bir başka ayet; Küllüt taami kâne hıllen li beni israiyle illâ ma harreme israiylü alâ nefsih.. (A. İmran/93) her yiyecek İsrail oğullarına başlangıçta helal di. Ancak İsrail’in, buradaki İsrail Hz. Yakub’un lakabıdır, ancak Yakub’un kendi nefsine yasakladığı şey hariç.

Burada tarihsel olarak bir olaydan bahsediliyor aslında. Bu tarihsel olay Hz. Yakub’un bize helal olan bir şeyi kendisine yasakladığını söylüyor. Allah’u alem bazı etleri, daha doğrusu ineğin ve ona benzer bazı hayvanların iç yağını ve bazı yerlerini yasaklamış kendisine. Bilmiyorum neden sebebi. Fakat Onun koyduğu, kendisi için benimsediği bu yasak belki de perhiz diyebiliriz, daha sonra İsrail oğulları tarafından sanki bir haram gibi algılanmış. Sanki ilahi bir yasak gibi algılanmış. Öyle ki bu yasakla da kalınmamış, zaten Allah dışında kimsenin bir helali haramlaştıramayacağının özünde yatan ve yanlış sonuçlardan birine de burada dikkat çekiliyor. Nedir o? Önce böyle bir yasakla başlıyor haram kılma, daha sonra haram kılınan o şey kutsallaştırılıyor. Tıpkı Hz. Yakub’un kendisi için perhiz addettiği o şeyin İsrail oğullarında ilerleyen yy. lar da hatta bin yıllarda artık haram kabul edilmesidir. İşte belki de uzak doğuda bazı hayvanların kutsallaştırılması.

Yine vahyin indiği çevre de bazı hayvanların, işte saibe, vasiyle, haam gibi isimlerle üst üste 5 batın doğurdu, Arap onun kulağını yarar ve bırakırdı o deveyi. Üst üste 2 kere ikiz doğurdu, Arap onun kuyruğunu keser veya kulağını yarar bir belge olsun diye bırakırdı, kutsal addederdi onu. Artık bu işareti gören her kim olursa bu Allah’ın devesi derdi. Yemek vermezdi, su vermezdi, bakmazdı, çekmezdi, hayvanın hiçbir ihtiyacını gidermezdi. Ama Allah’ın devesi. Yani kutsal deve. İşte saibe, seyid oradan gelir. Vasile yani ile vasıl olunan, sanki Allah’a yaklaşılan veya putlara yaklaşılan, artık nasıl zihinlerinde canlandırıyorlarsa, Yani bölgede böyle bir takım arka plan da var. Onun için Haram kılmanın Allah dışında hiç kimsenin haram kılamayacağı yönünde ki bu genel kuralın gerekçeleri çok önemli, işte bu saydığın gerekçeler onlardan.

Peygamberler Haram koyar mı? Cevabı ayet veriyor. Peygamberin yetkisi beyan yetkisidir. litübeyyine linNasi ma nüzzile ileyhim ve leallehüm yetefekkerun (Nahl/44) kendisine indirileni insanlığa açıklaman için. litübeyyine linNasi insanlığa açıklaman için. ma nüzzile ileyhim Demek ki açıklama beyan peygamberin asli görevidir. Tabii ki beyan iletmeyi öncelikle ifade eder. Yani aldığı vahyi olduğu gibi iletmek. Fakat aynı zamanda beyan açıklamayı da içerir. Onun için Allah Resulünün açıklamaları olmuştur. Mesela yenilmesi yasak olan hayvanlar babında Nehennebi an ekli nuhumül humr-ul ehliyye (Hadis) Peygamber ehli eşek etinin yenilmesini yasakladı. ve an külli zînâbin mine duyûr ve kulli zî adlin minel muhruc Yine peygamber tüm etçil yırtıcı hayvanların, pençeli olanlarının etinin yenilmesini ve yine tüm gagalı etçil kuşların etinin yenilmesini yasakladı diyor.

Ama Dikkat buyurun; Nehennebi diye geliyor, Harramen nebiy diye değil. Sahabe bu ayırımı, ilk raviler bu ayırımı koyuyorlardı. Peygamberin yasaklamasından söz ediyorlardı. Haram kılmasından değil.

Yine; ne hennebî an bey ateyni fî bey aten vahideh alışverişle ilgili peygamberin koyduğu bir yasak mesela bu. Bir satışta iki satışı yasaklıyordu peygamber. Yani bir satışta iki satış şu bir açıklaması; peşin alırsan şu, vadeli alırsan şu deyip ikisinden birine fikslememek, bağlamamak. İkisini açık bırakarak alışveriş yaptığını düşünmek. Yani karşıda ki insan birinden birini tercih etmeden alışverişi bitirdiklerini düşünmeleri. Çünkü mechullük var. Bu yasak mesela. Bir tanesine fikslenecek, peşinse peşin vadeliyse vadeli. Bunu yasaklamış Allah resulü.

Yine ipek ve Altın yasağı erkeklere. Bu da Allah’ın koyduğu haramla özdeşleştirilemez. Öyle olsaydı Süheyb-i Rumi, den gelen, Ebu Davud’da nakledilen rivayette Süheyb-i Rumi 4 tane sahabenin parmağında altın yüzük gördüm dedi. Elbette ki Allah Resulü bunu yasaklamış, Allah Resulünün bu yasağının Allah’u alem temelinde ki sebep cennette erkeklere giydirilecek ve verilecek olan yuhallevne..(Kehf(31) ifade ediliyor, buyruluyor ya orada altından bilezikler takılacak, takılar takılacak. Cennette rabbim eğer verecekse, dünyada mahrum olalım yaklaşımıyla Allah Resulünün attığı bir şey bu. Yaklaşmadığı bir şey.

Yine ipek meselesi de öyle Abdurrahman Bib Avf; vücudu haşarattan tahriş olduğu için, alerjik bir vücuda sahip olduğu için Allah resulünden izin istemiş, O da ipek gömlek giymesine izin vermiş. Yine Halid bin Velid için de benzer bir rivayet var. Demek ki haram olarak kesin, diğer haramlar gibi görseydi Allah resulü asla izin vermezdi. Kızım Fatıma da olsa elini keserim diyen Allah resulü nasıl harama müsaade edecek. Bu gibi çok küçük mazeretlere bakıp ta binaen.

Demek ki Allah resulü için beyan yetkisi çerçevesinde düşünmek lazım. Sonuç şu; Nebi’nin Allah’tan bağımsız haram koyması söz konusu olmamıştır zaten.

Bu nispeten uzun açıklamadan sonra tahrim suresinin 1. ayetiyle devam ediyoruz; vAllâhu Ğafûrun Rahıym Ama Allah sonsuz bağış sahibidir, sonsuz merhamet sahibidir.

Ayet böyle bitiyor. Ayetin böyle bitmesi tesadüf değil elbette. Ayetin sonlarında yer alan esmaül Hüsna isimlerle ayetin muhtevası arasında birebir ilişki vardır. Ayet böyle bittiğine göre bu yapılan bir hatadır. Yani ey peygamber niçin Allah’ın sana helal kıldığı bir şeyi eşlerinin rızasını talep etmek için, onların gönlünü yapmak için kendine haram kılıyorsun derken bunun bir hata olduğunu biz ayetin sonunda ki ğafurun rahiymun esmasından anlıyoruz. Çünkü Allah’ın bağışlayıcılığına, sonsuz merhametine bir atıfla bitiyor ayet. Allah affetmiştir. Bunu da zımnen içeriyor.

 

2-) Kad feradAllâhu leküm tahıllete eymaniküm* vAllâhu mevlâküm* ve “HU”vel’AliymulHakiym;

Allâh size, ettiğiniz yeminleri (kefaretini ödeyerek) çözmeyi farz kılmıştır! Allâh sizin Mevlâ’nızdır. O, Aliym’dir, Hakiym’dir. (A. Hulusi)

02 – Allah sizin için yemînlerinizin çözümlüğünü farz kılmıştır ve Allah sizin mevlânızdır, hem de alîm hakîm odur. (Elmalı)

 

Kad feradAllâhu leküm tahıllete eymaniküm doğrusu Allah yeminlerinizi bozup keffaret verebileceğinizi size bildirmiştir. Yeminlerinizin kefaretini verebileceğinizi size bildirmiştir.

Yemin kefaretiyle ilgili asıl açıklama Bakara/224. (225 olacak) ayetinde gelir. Biz bu ibareyi bu ayetiyle birlikte okursak çok daha iyi anlaşılır. Ki orada, Lâ yuahızükümüllâhu Bil lağvi fiy eymaniküm ve lâkin yuahızüküm Bi mâ (agadtüm el eyman- Hatalı okuma) kesebet kulûbüküm. (Bakara/225) Allah sizi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı, – o yemini lağv deniliyor buna kategorik olarak- bundan dolayı muaheze etmez. Asıl Allah sizi kendisiyle kendinizi bağladığınız, yani kendinizi yemin ederek bağladığınız hususlardan dolayı, yeminlerden dolayı muaheze eder.

Demek ki yemini lağv denilen şu boş boğazlıklar, işte vara yoğa yemin etmek. Ama kendimizi bir şeyle bağlamışsak, Allah adına söz vermişsek işte o nokta da keffaret gerekiyor Neden keffaret gerekiyor dostlar? Çünkü Allah adına söz verdiniz. Allah dedin ya, Allah dedin orada dur. Öyle Allah demek insanın boşboğazlıkla yapabileceği bir şey değil. Allah adına dedinse, vallahi dedinse, billahi dedinse, tallahi dedinse, Allah’a and olsun dedinse orada bir dur. Çünkü Allah girdi işin işine orada. Allah’ı kattın işin içine orada. Bu basit bir şey mi? Bunun kefareti olmalı. Eğer Allah’ı kattın da tutmamışsan veya Allah’ı katıp ta söz vermişsen mutlaka bunun bir bedeli olmalı. İşte o bedeli ödeyeceksin ey insan. Ayetin bize verdiği ders aslına bu.

vAllâhu mevlâküm Allah’tır sizin efendiniz. Yani buradan ben şunu anlıyorum; Allah’tır sizin efendiniz, siz onun kulu olursunuz, dolayısıyla haram koymak efendiye düşer, kula değil. Dolayısıyla siz O’nun koyduğu harama ittiba edersiniz. O’nun koyduğu sınırlara uyarsınız. Bu kadar. ve “HU”vel’AliymulHakiym zira o dur her şeyi bilen,O’dur hikmetle hükmeden.

 

3-) Ve iz eserrannNebiyyu ila ba’dı ezvacihi hadiysa* felemma nebbeet Bihi ve ezharehullahu ‘aleyhi ‘arrefe ba’dahu ve a’reda ‘an ba’d* felemma nebbeeha Bihi kalet men enbeeke hazâ* kale nebbeeniyel’AliymulHabiyr;

Hani O Nebi (Hâtemün Nebi), eşlerinden birine (Hafsa’ya) sır olarak bir söz söylemişti. Ne zaman ki (Hafsa) onu (Ayşe’ye) haber verip, Allâh da onu O’na (Hz.Rasûlullâh’a) izhar edince; (Hz.Rasûlullâh) o sözünün bir kısmını açıklamış ve bir kısmından vazgeçmişti. Nihayet (Hz.Rasûlullâh) o sözü Ona (Hafsa’ya) haber verince (Hafsa) dedi ki: “Bunu sana kim haber verdi?” (Rasûlullâh da) dedi ki: “Aliym, Habiyr (olan) bana haber verdi.” (A. Hulusi)

03 – Ve hani Peygamber zevcelerinin bazısına sır olarak bir söz söylemişti, vaktâki o onu haber verdi, Allah da Peygambere onu açtı, açınca Peygamber – o zevcesine – birazını tanıttı, birazından da sarfınazar etti, ana bu suretle anlatıverince bunu sana kim haber verdi dedi, bana dedi, o alîm, habîr nübüvvetle haber verdi. (Elmalı)

 

Ve iz eserrannNebiyyu ila ba’dı ezvacihi hadiysen hani bir gün peygamber eşlerinden birini bir hadiseden dolayı sırrına ortak etmişti. eserranNebiyy peygamber sırrına ortak etmişti. felemma nebbeet Bihi ve ezharehullahu ‘aleyh fakat eşi bu sırrı ifşa edip Nebiye bildirince, daha doğrusu nebiye Allah eşinin sırrı ifşa ettiğini bildirince. Eşi bu sırrı ifşa etmiş, Allah’ta peygambere eşine verdiği sırrı bir başkası ile paylaştığına dair ifşa etmişti. Duruma el koyup oyunu bozunca gibi de anlaşılabilir bu. Yani Allah duruma el koymuştu. Muhtemelen Hz. peygamber yeminin bildirmiş ama olayı açıklamamış olabilir. Yani yemin etmesine neden olan olayı söylemeksizin sadece yemin ettim şunu yapmamaya, şunu bir daha işlememeye, veya şunu kendime yasaklamaya yemin ettim demiş olabilir.

‘arrefe ba’dahu ve a’reda ‘an ba’d Nebi o olayın bir kısmını diğer eşine anlatmış ama bir kısmından söz etmemişti. Yani biz buradan şunu çıkarabiliriz: B ila 3. ayetin ibreti bu aslında, Hz. peygamberin olayın sonucunu söyleyip sebebini söylememiş olduğunu çıkarabiliriz buradan.

felemma nebbeeha Bihi kalet men enbeeke hazâ nihayet peygamber sır tutmayan eşine yaptığı yanlışı bildirince. Ya Hz. Aişe, ya vahiy meleği bildirebilirdi. Yani başkası bildiremezdi bunu. Ya Hz. Aişe söylemişti Allah resulüne ya da vahiy meleği gelip söylemişti. Sırrı ifşa hatadır. Buradan anladığımız açıkça bu.

İkincisi bu ayet bize isim vermiyor bakınız. Yani olayı vurguluyor ismi değil, ismin üzerinde durmayın isimler önemli değil yapılan önemli. Yapılan bir hata ise kim yapmış ulursa olsun hata hatadır. Aslında bize verdiği derste bu ve Ahlak inşa ediyor aslında, bununla ahlak inşa ediyor.

kale nebbeeniyel’AliymulHabiyr  dedi ki, yani bunu sana kim bildirdi. felemma nebbeeha Bihi kalet men enbeeke hazâ peygamber ona haber verince, yani neden sır verdin, ben sana söyleme dediğim halde neden söyledin diye, veya söylemişsin diye haber verince onu tepkisi şu oldu. Bunu sana kim haber verdi?

Hakikaten bu mu sorulmalı, bizim çok sık yaptığımız bir hata. Bunu sana kim haber verdi. Oysa ki haklısın demesi yeterliydi orada. Onu kimin haber vermesinin ne önemi var ki. Ya Hz. Aişe verdi, ya da melek Cebrail verdi, Fark etmez kim verdiyse verdi. Ama yapılan bir yanlış ortada dolayısıyla yanlışı yapan bunu sana kim haber verdi demek yerine yanlışını itiraf edip istiğfar etmesi, tevbe etmesi, yanlışından vaz geçmesi gerekir. Ama bunu sana kim söyledi. Kim söylerse söylesin. Yapılan bir yanlış var ve o yanlıştan dönmek gerekiyor. İşte ilk gösterilen tepki bu olmuş.

kale nebbeeniyel’AliymulHabiyr peygamber dedi ki Aliym ve habir olan, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi.

Çok ilginç değerli dostlar. Buradan yola çıkarak şu 3 tespiti yapabiliriz.

1 – Vahyin ilahiliğine dikkat çekiyor bu ilk 3 ayet. Vahiy Allah’tan dır, peygamberin vahye, dahli yoktur., müdahil olmamıştır. Müdahil olsaydı eğer Kur’an a şu olay girmezdi. Bu bir.

2 – Hz. peygamber Allah’ın gözetimi altındadır.

3 – Allah resulünün hayatına Allah doğrudan müdahildir. Biz şu 3 ayetten bu 3 sonucu rahatlıkla çıkarabiliriz.

 

4-) İn tetuba ilAllâhi fekad sağat kulûbüküma* ve in tezahera ‘aleyhi feinnAllâhe HUve Mevlâhu ve Cibriylu ve salihul mu’miniyn* velMelaiketü ba’de zâlike zahiyr;

Eğer ikiniz (Ayşe ve Hafsa) Allâh’a tövbe ederseniz (ne âlâ); (yoksa) gerçekten kalpleriniz (Hak’tan) kaymış bulunuyor… Eğer O’nun aleyhine olarak birbirinize destek olursanız, muhakkak ki Allâh, O’nun Mevlâ’sıdır; Cibrîl de, iman edenlerin sâlihi de (Ayşe’nin babası Hz. Ebu Bekir; Hafsa’nın babası Hz. Ömer). Ondan sonra melâike de yardımcı olandır. (A. Hulusi)

04 – Eğer Allaha tevbe ederseniz ne iyi, çünkü ikinizin de kalpleriniz eğildi, yok eğer ona karşı tezahüre kalkışırsanız haberiniz olsun ki Allah onun mevlâsı, hem Cibrîl ve mü’minlerin salihi, onun arkasından da melâike zahîrdir. (Elmalı)

 

İn tetuba ilAllâh eğer tevbe ederseniz siz ikiniz bu iyi olur. Allah’a yönelirseniz bu sizin hakkınızda iyi olur. fekad sağat kulûbüküma doğrusu her ikinizin de kalbi kaymıştır. Yani aslında kalbeküma gelmesi lazım tensiye olarak gelmesi lazım, çoğul gelmiş. Neden çoğul gelmiş derseniz eğer Hz. Aişe ve Hz. Hafsa ikiliğinden olan yani taraftarı olan diğer eşlerde hadiseye taraf olarak karıştıkları içindir  cevabından başka bir cevabımız yok. Sağat aynanın açısı kaymak manasına gelir. Aslında kalbin açısı kaymış. Demek ki kalbin açısı var ve kayar onu söylüyor ayet.

ve in tezahera ‘aleyhi feinnAllâhe HUve Mevlâhu ve Cibriylu ve salihul mu’miniyn şimdi tehdit geliyor; Eğer Allah resulü aleyhine sizler dayanışma içine girerseniz, şunu iyi bilin ki Allah, evet O’dur onun mevlâsı, dostu. Cibrildir onun dostu ayrıca. Ve salih-ül mü’miniyn ve salih mü’minler de onun dostudur.

velMelaiketü ba’de zâlike zahiyr hepsine ilaveten melekler de O’nun destekçileridirler. Yani burada söylenen şu; Maddi manevi onun destekçileri çoktur. Başta Allah, Hz. Cebrail, salih mü’minler ve tüm melekler. Eğer siz ona karşı dayanışma içine girerseniz, Allah resulünü üzerseniz, Allah’ta onunla dayanışma içine girer. Yani bunu sana kim haber verdi diye niye soruyorsun, bir peygambere üstelik. O vahiy alıyor, ona böyle soru olur mu?

[Ek bigi;1 {Ya Abdullah! Biz kureyşliler olarak kadınlara hâkimdik. Onlar bİzim emrimizdeydi. Ama Medîneye geldik. Gördük ki burda da kadınlar erkeklerine hâkim olmuşlardı. Erkekler onların emrindeydi. Onlar kadınlarımızı etkilediler. Bir gün hanımının bile bana öfkeli konuştuğunu gördüm.

“Bana karşı mı geliyorsun?” dedim. Dedi ki: “Beni bırak. ResulAllah’ın hanımları da ona böyle konuşuyorlar. Onlardan birisi ResulAllah (s.a)'dan ayrı tek başına duruyor, nöbetinde yerinde durmadı”

Bunun üzerine ben Hafsa’nın yanına vardım. Bu sözü ona söyledim. “Bu söz gerçek mi?” dedim, Hafsa “Gerçektir” dedi.

Ben dedim ki: “Siz onu incitince Allah'ın da size gazap etmeyeceğine emin olabilir misiniz? Ona yerici bir cevap verirsiniz. Ben senin nâmına isterseniz onunla konuşayım. Sakın sen incitici bir cevap verme. Ne ihtiyacın varsa gel benim malımdan al. Sen ona (Âişe'ye) özenme. Çünkü o senden güzeldir. Onun yanında da itibarı daha çoktur.”

Sonra akrabam olan Ümmü Seleme'ye vardım. Ondan durumu soruşturdum. Dedi ki: “Ya İbn-i Hattab! Sen garip bir adamsın! Her şeye karışıyorsun. Şimdi de ResulAllah’ın hanımlarına mı karışıyorsun?”

Bu söz canımı sıktı. “ResulAllah hanımlarını boşadı” sözünü işitince ben “eyvah Hafsa ve Âişe helak oldu” dedim.

ResulAllah (s.a.v) hanımlarına katı davranmaya başladı. Onun sırrı dilden dile dolaşmıştı. ResulAllah (s.a.v)'ı incitmiş. Onlarla bir ay bir araya gelmemeye and içti. Bu sûrenin ilk âyetleri bu sebeplerle indi. Ama keffâret emredilmişti. Hafsa ve Âişe hakkında da tevbe etmeleri emredilmiştir. (Ebü-l Leys Semerkandi- Tersir-ük Kur’an)}]

            [Ek bilgi 2: Bir de tabii burada Rabbimizin sert bir dille eleştirisini kadınlarımız göz ardı etmemelidirler. Kocalarına karşı tavır bozukluğu içinde olan, onların yüzlerine karşı sert cevaplar veren, onların İslâmî emir ve arzularını yerine getirmeyen kadınlar uyarının sertliğine bakarak ibret alsınlar.

Eğer kadınların kocalarına karşı bu hareketleri, onların meşru isteklerine karşılık vermeleri önemsiz bir şey olsaydı, elbette Rabbimiz böyle bir azarlamada bulunmazdı. Hz. Ömer efendimiz ve Ebu Bekir efendimiz elbette kızlarını bu derece azarlamazlardı. (Besairu-l Kur’an-Ali Küçük)]

 

5-) ‘Asâ Rabbuhu in tallakakünne en yübdi lehû ezvacen hayren minkünne müslimatin mu’minatin kanitatin taibatin ‘abidatin saihatin seyyibatin ve ebkâra;

Eğer sizi boşarsa, Rabbinin O’na, sizin yerinize sizden daha hayırlı, teslim olan, iman eden, itaat eden, tövbe eden, ibadet eden, dünyalığa karşı oruçlu olan, dul ve bakire eşleri vermesi umulur. (A. Hulusi)

05 – Gerek ki rabbi, şayet o sizi boşarsa, yerinize ona sizlerden daha hayırlı zevceler verir öyle ki Müslimeler, mümineler, kaniteler, tâibeler abideler, Saimeler, seyyibler ve bâkirler. (Elmalı)

 

‘Asâ Rabbuhu in tallakakünne en yübdi lehû ezvacen hayren minkünn farz edin ki o sizi boşadı bu takdirde onun rabbi yerinize sizden daha iyisini getirebilir. Yerinizi sizden daha iyisiyle doldurabilir. Müslimatin Allah’a tam teslim olmuş eşler. Yani o yerinize getirdiği eşler kim olabilir? Allah’a tam teslim olmuş eşler. Zımnen siz de Allah’a tam teslim olun.

İkincisi; mu’minatin Allah’a gönülden bağlanmış, iman etmiş eşler. Kanitatin Allah’a yürekten boyun eğmiş eşler taibatin hata ettiklerinde hiç ısrar etmeyip Allah’a gönülden tevbe eden yönelen eşler. ‘abidatin Allah’a yürekten kul olan, gereği gibi kulluk yapan, ibadetinde kusur etmeyen eşler. Saihatin hayır yolunda biteviye koşan, bıkmadan usanmadan hayır yolunda koşan eşler. seyyibatin ve ebkâran dul ya da bakire fark etmez eşler sizin yerinize Allah ona böyle, bu sıfatları taşıyan eşler verir.

İbn. Haleveyh’in bir icadı olarak bu son iki kelime arasına seyyibatin ve ebkâran gelen vav a semeniye vav ı denmiş. Garip gerçekten de. Bu vav diğerlerinin aksine son ikisinin ezdad olduğunu yani zıt olduğunu, aynı anda bir arada bulunamayacağını ifade eder. Yani dul bir hanım hem dul hem bakire olmaz. Bu vav işte onu ifade eder. Dul ya da bakire. Ama bu vasıfları taşıyan eşler verir yerinize.

 

6-) Ya eyyühelleziyne amenû ku enfüseküm ve ehliyküm naren ve kudühenNasu velhıcaretu ‘aleyha Melaiketun ğılazun şidadün lâ ya’sunAllâhe ma emerehüm ve yef’alune ma yu’merun;

Ey iman edenler! Nefslerinizi (benliğinizi) ve ehlinizi (bedeninizin gelecekteki karşılığını), yakıtı insanlar ve taşlar (tapındıkları heykeller, putlar türü cansızlar) olan Nâr’dan koruyun! Onda hükmedildiği üzere emredildiklerini yapan; kendilerine emrettiği konuda Allâh’a âsi olmayan, çok güçlü, çok şiddetli acımasız, melekler (kuvveler) vardır! (A. Hulusi)

06 – Ey o bütün iman edenler! Kendilerinizi ve ailelerinizi koruyun bir ateşten ki yakacağı o insanlar, o taşlardır, üzerinde öyle Melekler vardır ki yoğun mu yoğun, çetin mi çetin, Allah kendilerine ne emrettiyse ona isyan etmezler ve her neye memur iseler yaparlar. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû ku enfüseküm ve ehliyküm naren ve kudühenNasu velhıcarah siz ey iman edenler kendinizi ve ehlinizi, bakmakla yükümlü olduklarınızı, elinizin altında bulunanları; yakıtı taşlar ve insanlar olan ateşten koruyun. Bir tür ateşten. Evet, neran; öyle bir ateş ki böyle aklımıza gelen türden değil, dünya ve ahiretin. Bu ayet iki yere de anlaşılabilir. Öncelikle ahirete ilişkin anlaşılabilir ki zaten hep öyle anlaşılmış. Ama bendeniz dünyaya ilişkin de anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Yani cehennemin dünyada şubesi olan evlerden söz ediliyor. Cennetin dünyada şubesi olan evlerden de söz edilebilir tabii ki. Eğer böylesi varsa öylesi de olur. Öylesi olması için yani cennetin dünyada ki şubesi olması için bir evin ateşten kendimizi korumamış gerekiyor.

Yakıtı insanlar ve taşlar diyor bu ayet. Eğer bir ev cehennemin dünya da ki şubesi olmuşsa o şubenin yakıtı ya içinde ki sakinlerdir ya da duvarlarıdır değil mi? İşte yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem. Yani her ev ya cennetin dünyada ki şubesi, ya cehennemin dünyada ki şubesidir. Cehennemin şubesi olan evlerden söz ediyor ayet. Aslında ailenin korunmasından söz ediyor. Dikkat buyurursanız naran belirsiz gelmiş. Yani, aklınızın almayacağı, ya da öyle tanımsız bir ateş bu. öyle bildiğiniz anlamda bir ateş değil. Rabbim evlerimizi cennetin dünyada ki şubesi kılsın.

[Ek bilgi 1; Sünnetullâh'ta, ismi ALLÂH olanın "Kudret" sıfatı hâkimdir. İsmi "ALLÂH" olanın "Kaadir" sıfatı gereği, Sünnetullâh denen evrensel sistem ve düzen, her dem güçlünün güçsüzü yok etmesi şeklinde işler! İsmi "ALLÂH" olan, var ettiği sistemde "Kudret" sıfatını ortaya koyar. "Acz" ise sistemde yok olmak içindir!

Dolayısıyla, sistemde duygulara ve beşerî değer yargılarına dayalı değerlendirmelerin hükmü yoktur! Acımak veya acınmak sistemin işleyişini etkilemez. Korunmak isteyenler için, içinde bulunulan ortamın gerektirdiği tedbiri almak zorunludur. Duygularına ve beşerî bakış açısına göre yaşayan, bu kararlarının sonuçlarını da yaşar! (A. Hulusi-Sünnetullah)]

[Ek bilgi 2; Evet, işte ehil budur ve kişi önce kendi ehlinden sorumludur. Kişinin ehli onu dinleyen, ona teslim olanlardır. Karısı, oğlu kızı ve kendisini dinleyen, söz geçirebildiği kimselerdir. Bu önemlidir ama. Söz geçirebildikleri. Çünkü bu mânâda bazen sözünü geçirebildiği uzaktaki insanlar kişinin ehli olurlarken, bazen de kişinin kendisini dinlemeyen, kendilerine söz geçiremediği karısı, oğlu, kızı bile onun ehli olmayabilir. Öyle değil mi? Meselâ Hz. Lût a.s. karısı kendisini dinlemediği için onun ehli değildi. Yine Hz. Nuh a.s. oğlu kendisini dinlemediği için Rabbimiz; “O senin ehlin değildir” buyurmuştur.

Demek ki ilk önce ehlimizi ateşten koruyacağız, cehenneme gitmekten koruyacağız. Onları Allah’ın istediği gibi, Allah’ın istediği yerde, Kur’an ve sünnette doyuracak ve cennete götürmeye gayret edeceğiz. (Besairu-l Kur’an-Ali Küçük)]

‘aleyha Melaiketun ğılazun şidad ona memur melekler kararlı ve tavizsizdirler. lâ ya’sunAllâhe ma emerehüm hiçbir buyruğunda Allah’a karşı isyan etmezler, karşı gelmezler ve yef’alune ma yu’merun ve Allah’ın tüm dediklerini, emrettiği her şeyi yaparlar. Yani emr olunduklarını yerine getirirler.

Buradan şunu anlıyoruz; Melekler isyan etmeyen varlıklardır. İradeleri belki olmadığı için, belki isyan etmemeleri gerektiği için irade verilmediğinden dolayı. Ama melekler Allah’ın emrini sonuna kadar yapan ve hiç isyan yetenekleri olmayan varlıklardır biz buradan bunu çıkarıyoruz.

 

7-) Ya eyyühelleziyne keferu lâ ta’tezirulyevm* innema tüczevne ma küntüm ta’melun;

(Zebânîlerden hitap şudur): “Ey hakikat bilgisini inkâr edenler! Bugün mazerete yer yoktur! Siz yalnızca yaptıklarınızın sonucunu yaşıyorsunuz!” (A. Hulusi)

07 – Ey o küfredenler! O gün özür dilemeğe kalkmayın çünkü hep yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne keferu lâ ta’tezirulyevm siz ey inkar edenler, siz ey hakikati inkar edip Allah’a nankör olanlar, bugün mazeret ileri sürmeyin innema tüczevne ma küntüm ta’melun şimdi yaptıklarınızdan başkasının karşılığını görmeyeceksiniz. Yani şu anda karşılığını gördüğünüz şeyin hepsi elinizle yaptıklarınızdır. İşlediklerinizin karşılığı olarak cezalandırılıyorsunuz. Sadece ve sadece olan bu.

 

8-) Ya eyyühelleziyne amenû tûbû ilAllâhi tevbeten nesuha* ‘asâ Rabbuküm en yükeffire ‘anküm seyyiatiküm ve yudhıleküm cennatin tecriy min tahtihel’enharu, yevme lâ yuhzillahunNebiyye velleziyne amenû me’ahu, nuruhüm yes’a beyne eydiyhim ve Bieymanihim yekulune Rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vağfir lenâ, inneKE ‘alâ külli şey’in Kadiyr;

Ey iman edenler! Allâh’a özden ve kesin bir tövbe ile tövbe edin! Umulur ki Rabbiniz kötülüklerinizi sizden örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere dâhil eder. O süreçte Allâh, O Nebi’yi ve Onunla beraber iman etmişleri rezil – rüsva etmez! Onların nûru, önlerinden ve sağ taraflarında koşar. Derler ki: “Rabbimiz… Nûrumuzu tamamla ve bizi mağfiret eyle… Muhakkak ki sen her şeye Kaadir’sin.” (A. Hulusi)

08 – Ey o bütün iman edenler! Allaha öyle tevbe edin ki nasuh (gayet ciddî, müessir, öğütcü) bir tevbe olsun, gerek ki rabbiniz sizden kabahatlerinizi keffaretle örter de sizleri altından ırmaklar akar Cennetlere koyar, O gün ki Allah Peygamberini ve onun maiyetinde iman edenleri utandırmayacak, nûrları önlerinde ve sağlarında koşacak, şöyle diyecekler: ya Rabbenâ! Bizlere nûrumuzu tamamla ve bizleri mağfiretinle yarlığa, şüphesiz ki sen her şey’e kadîrsin. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû ve siz ey iman edenler. tûbû ilAllâhi tevbeten nesuha samimi bir kalp ile tevbe ederek içten bir sadakatle Allah’a yönelin.

En Nasuh; fe’ul vezninden. Hem samimi olan, hem de tevbe edeni samimi kılan tevbe demektir. Yani öyle bir tevbe edeceksiniz ki hem samimi olacaksınız tevbe ederken, hem de tevbe sizi samimi kılacak. Sütün memeye dönmediği gibi günaha dönmemektir Nasuh tevbesi demişler. Yani günaha bir daha dönmemek üzere tevbe. Zaten tevbe dönüş demektir, dönüş, dönüş yapmak. Bilinç yenilemek de diyebiliriz buna. Ölüm gelinceye kadar günah işleyip de ölüm gelip çatınca tevbe ettim diyenin tevbesinin kabul edilmeyeceği Nisa/18. ayetinde ifade edilmiş.

‘asâ Rabbuküm en yükeffire ‘anküm seyyiatiküm umulur ki, beklenir ki rabbiniz sizin günahlarınızın üzerini örter. ‘asa; temenni edatıyla gelmiş. Bunun anlamı, birkaç anlamı var.

1 – Tevbeyi kabulün Allah’a vacip olmadığı anlamına gelir. Yani sen tevbe et ey kul, fakat şöyle zannetme ben tevbe edeyim de isterse affetmesin. Yok öyle şey. O dilerse affeder. O isterse affeder, sen istersen değil. Ama senin istemen, O’nun istemesi için kaçınılmaz bir gereklilik bunu unutma.

2 -  O’ndan ümit etmek tevbenin edebidir. Yani ümit kesmeyeceksin, fakat kesin de zannetmeyeceksin . Yani kesin affetti, affedildim. İkisi de yanlıştır. Ümit edeceksin, çünkü ümit duadır. Allah’tan ümit kalbin Allah’a duasıdır.

3 – Suç işlemeyenle affedilen arasında küçük bir fark olsun. Haydi sinema tekniği açısından açıklayalım. Allah hayat filmimizden mazı kareleri montajlayacak, kesecek. Kötü kareleri, tevbe bu biz tevbe ettik. Rabbim dedi ki o kareleri gösterme, o kareleri mahşer halkına seyrettirme, ya rabbi beni mahcup etme dedi ve o karelerin hayat filmimizden çıkmasını istedi, rabbimiz de onu kesti. Kestim bile demedi, azarda etmedi ve üzerini örttü. Hiç işlememişle işlemiş olan arasında hiç fark olmasın mı, küçük bir fark sanırım olacak montaj yerleri belli olacak. Yani biz ne olduğunu bilmeyeceğiz ama buralarda bir kesinti yapılmış diyebileceğiz galiba. Yani buralardan bazı kareler gitmiş diyebileceğiz. Evet, tevbe hiç o günahı işlememiş ile işlemiş olan arasında böyle küçük bir farkta sanırım olur.

[Ek bilgi; (İbn Cerir) Hz. Ali, bir defasında bir bedevinin tevbe ve istiğfar kelimelerini aceleyle tekrarladığını görür ve "Bu sahte bir tevbedir" der. Bedevi "O halde sahih tevbe nasıl olur?" diye sorduğunda, Hz. Ali şöyle cevap verir: "Tevbenin sahih olabilmesi için 6 şart gerekir.

1) Yaptığına pişman olman,

2) Gaflet ettiğin farzları yerine getirmen,

3) Gasbettiğin hakkı geri vermen,

4) Eziyet ettiğin kimseden özür dilemen,

5) İşlediğin günahı tekrarlamamaya azmetmen,

6) Nefsini Allah'a itaatle eğitip, günah işlerken zevk aldığın gibi, Allah'a itaat ederken de sıkıntı çekmendir. (Besairu-l Kur’an-Ali Küçük)]

 

{Atlanan cümle; ve yudhıleküm cennatin tecriy min tahtihel’enharu

O gün ki Allah Peygamberini ve onun maiyetinde iman edenleri utandırmayacak. (A. Hulusi)

O süreçte Allâh, O Nebi’yi ve Onunla beraber iman etmişleri rezil – rüsva etmez! (Elmalı)

Bir müminin yaptığı iyi ameller ve onların mükafatı zail olmaz. Yani kafir ve münafıklar, müminler hakkında “inandılar da ne oldu?” diyebilme fırsatını asla elde edemeyeceklerdir. Sonuçta zelil ve rezil olacak olanlar Allah’a isyan edenlerdir, itaat edenler değil.(Ebu-l Al’a Mevdudi- Tefhimu-l Kur’an)}

 

yevme lâ yuhzillahunNebiyye velleziyne amenû me’ah işte o gün Allah’ın peygamber ve ona katılarak iman edenleri mahcup etmeyeceği o gün nuruhüm yes’a beyne eydiyhim ve Bieymanihim onlar önlerinden ve sağlarından ışık saçarlar. yekulune Rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vağfir lenâ ve derler ki; ellerini açarlar, rablerine yönelirler, gönülden şöyle dua ederler; Ey bizim rabbimiz bize nurumuzu tamamla ve bizi bağışla inneKE ‘alâ külli şey’in Kadiyr hiç şüphe yok ki sen her şeye güç yetirensin.

Nûr; ışık, vahyin ışığı. Akla gelen ilk şey bu. Vahiy; ışığın göze nispeti neyse, vahyin gönle nispeti de odur değerli dostlar. Şu ışığı yok edin gözümüz görse de görmez olur, kör olur. O halde vahyin ışığını alamayınca yürek gözü, gönül gözü de kör olur. Vahye bir atıf var.

 

9-) Ya eyyühenNebiyyu cahidilküffare velmünafikıyne vağluz ‘aleyhim* ve me’vâhüm cehennem* ve bi’selmasıyr;

Ey Nebi! Hakikat bilgisini inkâr edenler ve ikiyüzlüler (münafıklar) ile mücahede et ve onlara kesin davran (tavizsiz ol)! Onların barınağı cehennemdir! Ne kötü dönüş yeridir o! (A. Hulusi)

09 – Ey o Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara mücahede et ve onlara karşı kalın bulun, onların varacakları yer Cehennemdir, ona gidiş de ne fena gidiştir, (Elmalı)

 

Ya eyyühenNebiyyu cahidilküffare velmünafikıyne vağluz ‘aleyhim sen ey peygamberler ailesinin ferdi, kafirlerle ve münafıklarla cihat et ve onlara karşı sert davran. Vağluz ‘aleyhim diyor, ince ayar çekiyor tabir caizse. Oysa ki bir başka yerde de fasfah diyor yani onlara müsamahalı davran hoşgörülü davran (Hicr/85) Demek ki rabbimiz sürekli kontrol ediyor peygamberinin yüreğini. İlahi kontrol altında Resulallah. Münafıklarla cihat, kafirler gibi olmaz tabii ki ince bir siyasetle olur. Burada kafirlerle ve münafıklarla Allah resulünün nasıl farklı biçimde cihat ettiğini de hatırlamanın tam sırası.

ve me’vâhüm cehennem onların varıp duracağı yer cehennemdir ve bi’selmasıyr o ne kötü son duraktır.

 

10-) DarebAllâhu meselen lilleziyne keferumraete Nuhın vemraete Lut* kâneta tahte ‘abdeyni min ‘ıbadiNA salihani fehanetahüma felem yuğniya ‘anhüma minAllâhi şey’en ve kıyledhulennare me’addahiliyn;

Allâh, hakikat bilgisini inkâr edenler için Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi… (O kadınların ikisi de) kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler. (Karıları) onlara (Nuh ve Lût’a) hainlik ettiler de, (Nuh ve Lût) Allâh’tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan uzaklaştıramadılar. (O iki kadına): “Girenlerle beraber ateşe girin!” denildi. (A. Hulusi)

10 – Allah küfredenlere Nuh’un karısıyla Lût’un karısını bir mesel yaptı, o iki kadın kullarımızdan birer salih kulun tahtı ismetinde idiler de onlara hıyanet ettiler, onun için o iki salih kul da onları Allahın azâbından zerrece kurtaramadılar, o iki kadının ikisine de denildi ki: girin ateşe girenlerle beraber. (Elmalı)

 

DarebAllâhu meselen Allah misal verdi, örnek getirdi, ibret getirdi veya örnek gösterdi. Farklı farklı ibareler bunlar Türkçeye yansısın diye çevirmek daha doğru olur. Kimi; lilleziyne keferumraete Nuhın vemraete Lut kafirler için, inkarcılar ve nankörler için Nuh’un ve Lût’un karısını misal getirdi. Evet, Nuh peygamberin ve Lût peygamberin. İki peygamberin eşi bunlar. Kafir eşler.

kâneta tahte ‘abdeyni min ‘ıbadiNA salihayn bu ikisi de iki salih kulumuzun nikahı altında idiler. Yani iki peygamberin nikahı altında bulunan iki kafir kadından bahsediliyor burada. Fehanetahüma kocalarına ihanet ettiler. Yani kocalarının misyonuna ihanet ettiler. felem yuğniya ‘anhüma minAllâhi şey’e (iki kocanın) varlığı da onları Allah’ın cezasına uğramaktan kurtaramadı. Yani iyilere yakın olmak iyi olmanın garantisi değildir demiştim girişte. Burada bir şeyi daha söylemek durumundayım; İyilere hatta peygamber eşi olmak Allah’ın cezasını engellemek için yetmiyor.

Tam da sırası değil mi Allah Resulünün; Kızım fatıma; İşterî nefseki minallah (feinnî lâ uğnî anki minallahi şey’en) Allah’ın elinden nefsini satın al vallahi yarın senin içinde bir şey yapamam deyişini, diye haykırışını hatırlamanın tam sırası değil mi şimdi. ve kıyledhulennare me’addahiliyn ve onlara dedik ki cehenneme girenlerle birlikte siz de girin. Ateşe girenlerle siz de girin.

 

11-) Ve darebAllâhu meselen lilleziyne amenûmraete fir’avn* iz kalet Rabbibni liy ‘ındeke beyten fiylcenneti ve necciniy min fir’avne ve ‘amelihi ve necciniy minelkavmizzâlimiyn;

Allâh, iman edenler için de Firavun’un karısını (ders alınası) misal verdi. Hani (Asiye) dedi ki: “Rabbim, benim için indînde, cennette bir ev bina et! Firavun’dan ve onun yaptıklarından beni kurtar! Beni zâlimler topluluğundan da kurtar!” (A. Hulusi)

11 – Allah, iman edenlere de Firavunun hatununu bir mesel yaptı: o vakit o hatun demişti ki: ya rabbi! Nezdi ülûhiyetinde benim için Cennetle bir ev yap ve beni Firavundan ve onun amelinden kurtar, beni o zalimler kavminden necata çıkar. (Elmalı)

 

Ve darebAllâhu meselen lilleziyne amenûmraete fir’avn ve yine Allah iman eden, Allah’a güvenen kimselere de Firavunun karısını örnek verdi. Kötünün yakını olanda kötü olmaya mecbur değil., Nuh’un karısı kafir, kafir firavunun karısı Kur’an a geçmiş bir mü’min, mücahide bir mü’min. Üstelik prenses. Allah’ın bunlarla bize verdiği ibretler var.

Evet, bu prensesin Hz. Musa’yı sudan kurtaran, bebek Musa’yı sudan alıp yetiştiren prenses olduğu rivayetleri vardır. Adının Asiye olduğu nakledilir kaynaklarda. Hatta Asiye’nin bu prensesin bir gün saçını tarayan maşıta, yani tarakçısı tarağını elinden düşürünce Allah’ın adını anar. O, o güne kadar duymadığı bu isim karşısında meraka kapılır ve bu merak onu imanın kapısına getirir iman ettikten sonra ise kocasıyla zıt taraflara düşerler ve kocası ona büyük bir piramit yaptırmayı vaad eder eğer imanından dönerse. O imanından vazgeçmez, koca bir imparatorluğun prensesi olmaktansa Allah’a iman ederek işkence altında ölmeyi tercih eder. İşte tahrim suresinin 11. ayeti o bu tarihi hadisenin anlatıldığı ayettir.

iz kalet Rabbibni liy ‘ındeke beyten fiylcenneh hani o demişti ki bir zamanlar; Rabbim demişti benim için cennette bir mekan bina et. Bu firavunun dünyada senin adını ölümsüzleştireyim, sen vazgeç bu dinden diye onu ayartmak istemesi üzerine o da; Rabbim ahirette sen bana muhteşem bir saray ver der. Dünyanın sarayları onun olsun dercesine böyle söylüyor.

ve necciniy min fir’avne beni firavundan kurtar ve ‘amelihi ve onun çirkin eyleminden, veya işkencesinden, zorbalığından veya ayartmasından kurtar ve necciniy minelkavmizzâlimiyn ve beni zalim kavimden kurtar ya rabbi diye işkence altında dua etti.

 

12-) Ve Meryemebnete ‘ımranelletiy ahsanet ferceha fenefahna fiyhi min ruhına ve saddekat Bikelimati Rabbiha ve kütübiHİ ve kânet minelkanitiyn;

İffetini bir kale gibi koruyan İmran kızı Meryem de… Onun içinde ruhumuzdan nefhettik (açığa çıkardık). Rabbinin, Kelimelerindeki Esmâ’sıyla varlığını ve Kitaplarını (Bilgilerini) tasdik etti ve teslim olup itaat edenlerden oldu. (A. Hulusi)

12 – Bir de İmran’ın kızı Meryem’i ki ırzını pek sağlam korudu, fakat biz ona ruhumuzdan nefh ettik, hem rabbinin kelimâtını ve kitaplarını tasdik etmişti, hem «kanitîn»den idi. (Elmalı)

 

Ve Meryemebnete ‘ımran yine İmran’ın kızı Meryem’i de örnek gösterdi Allah. A. İmran/35-47. ayetlerinde ve Meryem suresinde Hz. Meryem’in hayatı ayrıntılı olarak anlatılır. elletiy ahsanet ferceha o Meryem ki iffetini korumuştu. fenefahna fiyhi min ruhına buna karşılık biz de onun rahminde kine ruhumuzdan üflemiştik. Buradaki fiyhi üzerinde çok durulmuş onun rahminde kine. Zamir İsa’ya dönerse eğer tüm insanlar için geçerli olan genel kanun, yani her insanın ruhuna üflenir. Üflendiği için her insan ruh bulur. Ama eğer ikinci ihtimal zamir Meryem’in rahmine dönerse mana onun rahmine üfledik olur. Üçüncü bir ihtimal daha var Meryem’in kendine döner mi. Meryem’e dönmesi için zamirin “ha” olması lazım dişil zamir olması lazım. Oysaki fiyha değil fiyhi burada. Fakat İbn. Mes’ud burayı fiyha okumuş. Bunu bir tarafa koyalım.

Enbiya/91. ayetinde aynı, fiyha olarak geliyor bu zamir. İstisnai bir üreme sistemine bir atıf olabilir mi? Mümkindir. Yani Meryem’in diğer tüm insanlardan farklı olarak istisnai bir üreme yöntemine, üreme sistemine sahip olduğu yönünde anlayabiliriz ki buna A. İmran/37. ayetinde ki ..ve enbeteha nebaten hasenen (A.İmran/37) onu bir çiçek gibi yetiştirdik ayetini de yanına koyabiliriz.

Yine çok ilginçtir devamında, onu da okuyalım; ve saddekat Bikelimati Rabbiha ve kütübiHİ o da rabbinin kelimelerini ve O’nun kitabını gönülden tasdik etmişti. Yani çoğunluk kitabihi okumuş kütübhi’yi. İsa’ya indirilen vahiy veya kitaben mef’ula kabilinden ilahi bir mucizevi doğum da olabilir. Asıl söyleyeceğimiz burada ve kânet minelkanitiyn ve o el pençe divan duranlardan biri idi.

İşte el kanitiyn. Aslında müennes olarak dişil olarak gelseydi bu kelime el kanitat gelmesi lazımdı. A. İmran/43. ayetinde de rakiat yerine raki’iyn gelmiş. İşte bunu da deminki yorumun yanına koyabiliriz. Meryem’in yiğitliğine de delalet edebilir bu ikincisi onun istisnai üreme sistemine de delalet edebilir.

Değerli dostlar Tahrim suresi böylece bitti. Tahrim suresi bize 4 örnek gösterdi. İkisi ibret, ikisi örnek. İkisi ibreti alem ikisi numune-i imtisal. İkisi iki peygamberin iki kafir karısı, diğeri ise Meryem ve dünyanın en kafir, en anud, en isyankar insanlarından biri olan firavunun Müslüman eşi.

Rabbim bizi ibreti alem değil, numune-i imtisal olanlardan kılsın. Rabbim bizi Meryem’in ve Asiye’nin izinden gidenlerden kılsın, Nuh Lût A.S. kafir eşlerinin değil. Aslında burada tüm zamanların insanlarına farklı farklı teselli modelleri sunuluyor. Yani eşinden memnun olmayan, eşinin imanından memnun olmayan, eşinin İslam’ın dan memnun olmayan mü’min kocalara; bakın bu ibretlere de sabredin denildiği gibi, aynı zamanda zalim bir eşe düşüp inim inim inleyenlere de senin eşini Firavunla bir kıyaslasana gibi bir nükte de sunuluyor olsa gerektir. Allahu alem..! Şimdi bir sonraki sureye geçiyoruz.

Sadakallahul azıym.


İslamoğlu Tef. Ders. MÜLK SURESİ (01 -12)(178-B)

$
0
0

231

(“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym)

 

Şimdi Mülk suresine geçiyoruz. Mushafta 67. sure. Mülk Suresi adını Allah’ın mutlak hükümran oluşunu ifade eden ilk ayetinden alıyor. Sahabe mania, engelleyen diye, hatta daha farklı isimler de almış itkam da münciye, kurtarıcı, vakiye koruyucu isimleriyle de  anılıyor bu sure. Yani çok isimli bir sure.

Sure Mekki. Beleğati önceleyen ses yapısı bunun delili zaten. Konu itibarıyla bütüncül bir konusu var. Yani ayıramıyoruz. Farklı zamanlarda nazil olmuş diyemiyoruz. Osman tertibinde Tûr suresinin ardına yerleştirilmiş. Muhtemelen boykot dönemi surelerinden biri. Ki boykot dönemi peygamberliğin 7. – 9. yılları arasına tekabül eder. 28. ayet suikasti ima ettiğine göre muhtemelen bu dönemde indiğini pekiştiren bir unsurdur diye düşünüyorum.

Suremizin konusu Allah, İnsan ve kainat. Bunların arasında ki ilişki. Hayat ve ölümün yaratılış sırrı bu surede dile getirilir. ..halekalmevte velhayâte liyeblüveküm eyyüküm ahsenu ‘amela* (2) Allah hayatı ve ölümü yarattı ki hanginiz daha güzel eylem ortaya koyacak sınasın diye.

Evet, evrenin kusursuz nizamına bak ey insan der bu surede rabbimiz. Anlam ve amaca dikkat çeker. 10. ayetinde bu surenin Ve kalu lev künna nesme’u ev na’kılu ma künna fiy ashabisse’ıyr (10) cehennemliklerin dilinden; Biz eğer akletseydik, ya da nakle uysaydık, gelen vahyi dinleseydik şimdi cehennemlik olmazlık derler. İnsan Allah’a borçludur der bu sure 23-27. ayetleri arasında ve peygamberden surenin önemine dair bir çok rivayet gelir. Bu rivayetler bize özetle şunu verir. Bu surenin muhtevasına dikkat edin. Bu surenin muhtevası çok önemlidir.

[Ek bilgi; Sûre, Bakara sûresindeki;

"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Halbuki siz, ölüler idiniz, sizi O diriltti. Sonra öldürecek, sonra tekrar diriltecektir. Nihayet O'na döndürüleceksiniz. Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip onları yedi gök olarak düzenleyen de O'dur" (Bakara,28-29)

Ayetlerde verilmek istenen mesajı tafsili bir şekilde gözler önüne sermektedir. Katıksız bir tevhid akidesine ulaştırılmak için insan, varlık âlemini ve ötesindekileri düşünmeye davet edilir. Nasıl olur da insan, yoktan var edildiği halde, onu var edeni inkâr edebilir! Ve nasıl olur da, her akıl sahibini hayrete düşürüp iman etmeye sevk edecek azametteki olaylar her gün çevresinde cereyan ettiği halde, kâinatın tek sahibi olan ve onu dilediği gibi sevk eden Allah'a iman etmeyi beceremez!

Yeryüzünde ne varsa hepsini insan için yaratan Allah'tır. Ama insan, her gün etrafında cereyan eden ve yaratanın mutlaka bir alâmetini taşıyan olaylara karşı körelmiş bir durumdadır….

..Bu sûrenin muhtevası ve konuyu ele alışı öteki sûrelerden farklıdır. Düşünen insanı Allah'a imana götürecek olan, görülen ve görülmeyen yaratılıştaki mükemmellik ve incelikler, yeryüzünün dar sınırlarının ötesine taşarak bütün kâinatı kucaklayan, maddî hayatı aşıp âhiret âlemini de içine alan bir üslûpla ele alınmaktadır. İnsana, kâinattaki hadiselerin dış görünüşü ile uğraşmaktan kurtulup onun iç gerçeklerini kavramanın yolları açılır. (Besairu-l Kur’an-Ali Küçük)]

Bu kısa girizgâhtan sonra tefsirimize geçebiliriz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

1-) Tebârekelleziy BiyediHİlMülkü, ve HUve ‘alâ külli şey’in Kadiyr;

Mülk (fiiller boyutu) elinde olan (onu her an dilediğince tedbir eden) ne yücedir! O, her şeye Kaadir’dir. (A. Hulusi)

01 – Ne yücedir o ki mülk onun elinde ve o her şey’e kadîrdir. (Elmalı)

 

Tebârekelleziy BiyediHİlMülk mutlak hükümranlık kudret elinde bulunan Allah ne yüce, ne ulu bir bereket kaynağıdır. Bu kadar uzun çevirmek zorunda kaldım. Tebareke çekim dışı bir fiil. Yani tasrifi yok, çekimi yok. Çoğaltılamaz. Fiiller biliyorsunuz teceddüt ve istimrar ifade eder. Yani yenilenme ve kesintisizlik ifade eder. İnsan eylemine bağlı olarak kesintisiz, bereketin kaynağı demektir. Kim? Allah. Allah kesintisiz bir bereketin kaynağıdır. El Mülk; Malik ül mülk. Dikkat burada kainatın yegane sahibi Allah’ın mülkiyetine bir atıf var. Peki bizim mülkiyetimiz? Bunların hepsi mecazi, biz emanetçiyiz.

ve HUve ‘alâ külli şey’in Kadiyr zira O her şeye güç yetirendir. Kadiyr in delalet ettiği kudretle birlikte mülkü anlarsak doğru anlamış oluruz. Yani her şeye güç yetirenin Malik ül Mülk olanın mülk üzerinde tasarrufu tartışılabilir mi. Siz deO’nun mülküsünüz ey insanoğlu, sana verdiği de O’nun mülkü. O zaman mülkünü, mülküne vermiştir. Yani sen verince elinden çıkar ama Allah verince elinden çıkmaz. Çünküğ sen de O’nun mülküsün.

 

2-) Elleziy halekalmevte velhayâte liyeblüveküm eyyüküm ahsenu ‘amela* ve “HU”vel ‘Aziyzul Ğafûr;

Ortaya koyacaklarınız itibarıyla hanginizin daha mükemmel olduğunu yaşatmak için ölümü ve hayatı yaratan “HÛ”dur! O, Aziyz’dir, Ğafûr’dur. (A. Hulusi)

 02 – O ki ölümü ve dirimi kadir edip yarattı, sizi imtihana çekip şunu bildirmek içinki hanginiz amelce daha güzel, hem o öyle azîz öyle gafur. (Elmalı)

 

Elleziy halekalmevte velhayâte liyeblüveküm eyyüküm ahsenu ‘amela O ki; Malik ül Mülk olan ve Kadiyr olan Allah hayatı ve ölümü yarattı. Niçin? liyeblüveküm eyyüküm ahsenu ‘amela hanginiz daha iyi eylem üretecek diye sınamak için yarattı.

Ölüm, farkında mısınız yokluk manasına da gelir, ikincisi canlanmadan önceki elementer köken manasına da gelir. Onun için önce ölüm zikredilmiş. O, ölüme de hükmeder. Yani hayat öncesi de O’nun denetimi altındadır der bu ayet zımnen. Varlık varsa onu da O yaratır. Varlık vardır onu O yaratır. Yokluk varsa yokluğu da Allah yaratır. Eğer yokluk diye müstakil bir şey varsa onu da Allah yaratır. Yoksa zaten konuşmaya gerek yok. Buradan böyle bir şey çıkıyor. Onun için önce ölümü yarattığı ifade edilmiş.

Teveffi ve mevt Kur’an da ölüm hakkında iki kelime kullanılır. Mevt nefse nispet edilir, teveffi Allah’a yani izafe edilir. Yani ceset ölür, Allah ruhu teveffi ettirir, alır. Dolayısıyla hayvanların ölümü mevttir, ama insanın ölümü hem mevt hem teveffidir. Teveffi ruhun geldiği yere vefa göstermesidir. Ruhun kaynağına vefa göstermesidir. Onun için insanın cesedi ölür, ruhu değil.

ve “HU”vel ‘Aziyzul Ğafûr zira O yüceler yücesi ve sonsuz bağış sahibidir.

 

3-) Elleziy haleka seb’a Semavatin tıbaka* ma tera fiy halkırRahmâni min tefavut* ferci’ılbasare hel tera min futûr;

Semâları yedi boyut (hâlinde) yaratan “HÛ”dur! Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin! Hadi bakışını döndür de bak! Bir kopukluk – uyuşmazlık görüyor musun? (A. Hulusi)

03 – o ki yedi sema yaratmış birbiriyle mutabık, göremezsin o rahmânın yarattığında hiç bir nizamsızlık, haydi çevir gözü görebilir misin hiç bir çatlak, bir kusur? (Elmalı)

 

Elleziy haleka seb’a Semavatin tıbaka O yedi göğü eşsiz bir uyum içinde yaratmıştır. Veya ta ba ka nın çoğulu sayarak kat kat, tabakalar halinde yaratmıştır manasına da gelir. Tercihimiz tabaka dan mastar oluşuna binaendir. Haleka; Hâlk; aslında üç manaya birden gelir.

1 – Takdir demektir birinci manası. Yani sınırlamak, belirlemek, sınır koymak.

2 – İcattır. Vardan var kılmaktır.

3 – İbdadır, yoktan var kılmaktır. Hâleka’nın üç manası birden var.

ma tera fiy halkırRahmâni min tefavut O sopnsuz rahmet sahibinin yaratışında hiçbir kusur, bir düzensizlik bir nizamsızlık, bir intizamsızlık göremezsin ey insan.

Evet, tefevt; tıbakanın zıddı. Yani o düzen di bu da düzensizlik, uyumsuzluk. Yedi kat gök, aslında belki işaret olarak vahiy + akıl + beş duyu diyebiliriz buna. Ben idraki bizim arz’ımızdır, yer yüzümüzdür. Vahiy en yüksek göktür. Eğer aklımıza ve beş duyumuza vahiy göğünden yağmur yağarsa, vahiy rahmeti aklımıza ve beş duyumuza inzal olursa, rahmet inerse o zaman yüreğimizde baharlar açar. O zaman içimiz cennetasa bir bahara döner. Belki zımnen böyle bir yoruma varabiliriz buradan.

ferci’ılbasare hel tera min futûr haydi çevir gözünü de bir bak bakalım bir kusur görebiliyor musun onda. Futûr; yırtık, delik, çatlak manasına gelir. Fatır da oradan gelir yarıldığı açıldığı için tohumun ağzı. Yani kusur görebiliyor musun.

 

4-) Sümmerci’ıl basare kerrateyni yenkalib ileykelbasaru hasien ve hüve hasiyr;

Sonra bakışını iki kere daha döndür de bak! Bakışın en yorgun (aradığın kusuru bulamamış hâlde), hor-hakir olarak sana döner! (A. Hulusi)

04 – Sonra yine çevir gözü, tekrar tekrar, sana döner ö göz hîtap olarak zelîl-ü hakîr. (Elmalı)

 

Sümmerci’ıl basare kerrateyn sonra tekrar tekrar dön de bir bak bakalım yenkalib ileykelbasaru hasien ve hüve hasiyr bakışın yılgın ve bezgin bir şekilde sana geri dönecektir. Yani bir kusur bulamayacaksın. Veya şaşkın ve hayretler içinde sana geri dönecektir.

 

5-) Ve lekad zeyyennes Semaeddünya Bimesabiyha ve ce’alnaha rucûmen lişşeyatıyni ve a’tedna lehüm ‘azâbes se’ıyr;

Andolsun ki dünyanın (düşünce) semâsını, aydınlatıcılar (hakikat bilgileriyle) olarak donattık! Onları meydana getirdik ki, şeytanları (şeytanî fikirleri) taşlayıp uzaklaştırmaları için! Onlar için alevli ateşin azabını hazırladık. (A. Hulusi)

05 – Celâlim hakkı için biz o Dünya Semayı takım takım kandillerle donattık ve onları Şeytanlar için (rucum) atmalar yaptık, hem onlar için o çılgın ateş azâbını hazırladık (ki azâbı Seıyr). (Elmalı)

 

Ve lekad zeyyennes Semaeddünya Bimesabiyha biz en yakın göğü kandillerle süslemişizdir. Burada ki Ve lekad; doğrusu budur, sizin yani ötekilerin söylediği yanlıştır gibi bir nükte içerir. Yani medyumlara bir cevap var burada aslında. Bakınız hemen arkasından gelen cümle de o zaten.

ve ce’alnaha rucûmen lişşeyatıyni ve a’tedna lehüm ‘azâbes se’ıyr onları şeytanlığa soyunanlar şeytanlığa soyunanlar için gayba dair spekülasyon aracı yaptık. Yıldızları yani. Ne yapıyorlar? Zan ve tahmin yürütüyorlar, spekülasyon yapıyorlar yıldızlar üzerinden. Allah’ın gaybını bilme iddiasında olan bu haddini bilmez şeytansılar, insanları aldatmak için yıldızlardan, gök cisimlerinden müneccimlik yapıyorlar. Kahinlik yapıyorlar. Falcılık yapıyorlar, burççuluk yapıyorlar vs. Kehf suresinde ..racmen Bil gayb. Kehf/22) diyor ya Kur’an. gaybı taşlamak. Tıpkı onun gibi işte. Gaybı taşlıyorlar.

ve a’tedna lehüm ‘azâbes se’ıyr ve onlar için yakıp kavuran bir azab hazırladık. Sa’ıyr; aslında siyar, fiyat demek. Fiyat manasına gelen si’ırden. İmaen acaba şöyle bir sonuca varabilir miyiz diye düşünüyorum. Cehennem ne kadar ucuza alınırsa alınsın yine de pahalı alınmıştır. ‘azabesse’ıyr, yani bir bedel ödeyerek aldıkları azab. Ne kadar küçük bir bedel de ödeseler cehennem pahalıdır. Cennet ne kadar fiyatlı da elde edilse ucuzdur. Belki buradan bunu çıkarabiliriz.

 

6-) Ve lilleziyne keferu BiRabbihim ‘azâbu cehennem* ve bi’sel masıyr;

Hakikatlerini oluşturan Rablerini inkâr edenler için cehennem azabı vardır! Ne kötü dönüş yeridir o! (A. Hulusi)

06 – kendilerinin rabbine küfredenler için de Cehennem azâbı vardır, ona gidiş de ne fena akıbettir. (Elmalı)

 

Ve lilleziyne keferu BiRabbihim ‘azâbu cehennem zira rablerine karşı böyle nankörlük yapanları cehennem azabı beklemektedir. ve bi’sel masıyr o ne fena bir son duraktır, dönüş yeridir.

 

7-) İzâ ülku fiyha semi’u leha şehiykan ve hiye tefur;

Onun içine atıldıklarında, o kaynayarak fışkırırken, onun gümbürtüsünü işitirler! (A. Hulusi)

07 – İçine atıldıkları vakit onun öyle bir hıçkırışını işidirler ki feveran ediyordur. (Elmalı)

 

İzâ ülku fiyha semi’u leha şehiykan ve hiye tefur onlar oraya atıldıklarında onun kaynayış homurtusunu, yani insanın içini korkudan ciğerini düşürecek kadar kaynayış homurtusunu işitecekler.

 

8-) Tekâdu temeyyezu minelğayz* küllema ülkıye fiyha fevcun seelehüm hazenetüha elem yeti’küm neziyr;

Gayzından (şiddetli taşmasından) neredeyse çatlayacak hâldedir! Onun içine her bir bölük atıldıkça, muhafızları onlara: “Size bir uyarıcı gelmedi mi?” diye sorar. (A. Hulusi)

08 – Hemen hemen öfkeden patlayacak gibi bir hale gelir, içine bir alay atıldıkça her defasında onlara onun bekçileri «size gocundurucu bir Peygamber (bir nezîr) gelmedi mi?» Diye sorarlar. (Elmalı)

 

Tekâdu temeyyezu minelğayz neredeyse cehennem öfkeden patlayacak. Öfkeden kudurmuş gibi patlayacak küllema ülkıye fiyha fevcun seelehüm hazenetüha elem yeti’küm neziyr her grup günahkârın atıldığı her seferinde onlara cehennemin bekçileri soracaklar; Size bir uyarıcı gelmemiş miydi? Yani daha önce size bir peygamber gönderilmemiş miydi? Diye soracaklar.

 

9-) Kalu belâ kad caena neziyrun fekezzebna ve kulna ma nezzelAllâhu min şey’* in entüm illâ fiy dalâlin kebiyr;

(Cehennem ehli de) der ki: “Evet, gerçekten bize bir uyarıcı geldi de biz inanmayıp reddettik! ‘Allâh hiçbir şey inzâl etmemiştir; sizin yaptığınız çok büyük bir sapıklıktır’ dedik.” (A. Hulusi)

09 – Evet, doğrusu bize gocundurucu bir Peygamber (bir nezîr) geldi, fakat biz ona inanmadık ve Allah, hiç bir şey indirmedi, siz büyük bir dalâl içindesiniz diye tekzip ettik derler. (Elmalı)

 

Kalu belâ kad caena neziyrun fekezzebna ve kulna ma nezzelAllâhu min şey’ onlar da diyecekler ki aksine bize bir uyarıcı, yani bir peygamber gönderilmişti, Fekezzebna, fakat biz onu yalanladık ve kulna ma nezzelAllâhu min şey’ ve dedik ki Allah bize hiçbir şey indirmemiştir dedik. Dikkat buyurun, Allah’ı inkar etmiyor bunlar. Allah’ı inkar eden münkirler değil, ateistler değil bunlar. nübüvveti ve vahyi inkar ediyorlar. Allah bize bir şey indirmedi diyorlar. Allah indirmedi diyor. Özünde Allah’ın hayata müdahil olmasını reddediyorlar. İşin temeli bu. Allah’a inanıyorlar, ama Allah bu hayata müdahil olamaz diye düşünüyorlar.

in entüm illâ fiy dalâlin Kebiyr siz elçiler büyük bir şaşkınlık içindesiniz dedik. Bu son cümle Allah tarafından inkarcılar içinde söylenmiş olarak anlaşılabilir. Ama doğrusu diğer cümlenin devamı olarak okumaktır.

 

10-) Ve kalu lev künna nesme’u ev na’kılu ma künna fiy ashabisse’ıyr;

Derler ki: “Eğer dinleseydik onları, aklımızı kullansaydık; alevli ateşte yanan halk içinde olmazdık!” (A. Hulusi)

10 – Ve biz işidir veya akıl eder olsaydık bu Seıyr eshabı içinde bulunmazdık, derler. (Elmalı)

 

Ve kalu lev künna nesme’u ev na’kılu ma künna fiy ashabisse’ıyr ve dediler ki, yani diyecekler ki cehennemlikler eğer biz işitseydik ev na’kılü, ya da akletseydik ma künna fiy ashabisse’ıyr şimdi şu kışkırtılmış ateşin göbeğinde bulunmayacaktık. Sem’iyat, akliyat. Sem’iyat vahye delalet eder. Akliyat ta aklı selime delalet eder.

Nakil, akıl aslında 3. bir unsur daha var dikkat buyurun. Nedir o? Akıl kadar önemli 3. unsur.: çevre. ma künna fiy ashabisse’ıyr biz daha önceden bunu dünyada, dünya için söylüyorlar. Cehenneme layık bir hayat yaşayanların arasında bulunmazdık diyorlar. Demek ki çevre çok önemli. Belki bireysel varlığımızın çevresi duyular kastedilmişte olabilir. Sonuç şu; doğru anlaşılan vahiy, doğru kullanılan akıl ve doğru kullanılan duyular veya doğru çevre. Aslında ma künna fiy ashabisse’ıyr zımnen kendini yakacak ateşe en yüksek bedeli ödemektir demiştik.

Doğru kullanılan akıl, doğru anlaşılan vahiy. Vahiy aklın üzerine bir yağmur gibi yağarsa vahyin yağdığı akıl çöl olmaktan çıkar göl olur, bahar olur, cennet olur. İşte vahyin altına tutmak aklı. Onun için galiba Cafer Hz.lerine ifade nispet edilen güzel bir ifade var. Nedir o? İmam Cafer’e, “Akıl insanın içinde ki peygamber, peygamber insanın dışında ki akıldır.” Nakil doğru anlaşılırsa Akıl sahih tutulursa ve 5 duyu da doğru işlerse bu üçünden biri bile insanı hakikate götürmek için yeter. Yani doğru işleyen bir akıl insanı vahyin kapısına getirir. Doğru anlaşılan bir nakil, vahiy insana aklını nasıl kullanacağını öğretir. Doğru kullanılan 5 duyu insana hem doğru aklın, hem de vahyi doğru anlamanın yolunu öğretir. Yani üçü de birbirini destekler.

 

11-) Fa’terefu Bizenbihim* fesuhkan liashabis se’ıyr;

Suçlarını böylece itiraf ettiler! Uzaklığı yaşasın dev alevli ateş ehli! (A. Hulusi)

11 – İşte günahlarını itiraf ettiler, kahrolsun o halde ashabı Seıyr. (Elmalı)

 

Fa’terefu Bizenbihim onlar günahlarını itiraf ettiler. fesuhkan liashabis se’ıyr olmaz olsun o harlı ateş ashabı.

 

12-) İnnelleziyne yahşevne Rabbehüm Bilğaybi lehüm mağfiretun ve ecrun kebiyr;

“Gayb”ları olarak Rablerinden haşyet duyanlara gelince, onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır. (A. Hulusi)

12 – Çünkü o rablerine gıyab da saygı besleyenler yok mu, muhakkak ki mağfiret ve büyük bir ecir onlar içindir. (Elmalı)

 

İnnelleziyne yahşevne Rabbehüm Bilğaybi lehüm mağfiretun ve ecrun Kebiyr öte yanda rablerine o gaybi bir hakikat olmasına rağmen. Cümlei mutarıza, bil gayb. Yani O gayb olmasına rağmen derin bir sevgi duyanlara gelince lehüm mağfiretun onlar için sınırsız bir bağış vardır. ve ecrun Kebiyr sınırsız bir bağışla yetinmeyecek Allah, bir de onlara bağışladığı gibi sonsuz, tarifsiz bir ecir, yani ödül verecek, büyük bir ödülle sevindirecek.

Sınırsız bir bağış ve büyük bir ödül. Rabbim bizi sınırsız bir bağış ve büyük bir ödülü hak eden, bunu hak etmek için de O’na kulluğa yaraşır bir ömür yaşayan kullarından eylesin.

 

 “Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. MÜLK SURESİ (13 -30)(179-A)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

ve ufevvidu emriy ilAllâh* innAllâhe Basıyrun Bil ‘ıbad. (Mü’min/44)

Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Allahümme amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün dersimize Mülk suresinin kaldığımız ayetinden, yani 13. ayetinden devam ediyoruz. Mülk suresi sizin de hatırlayacağınız gibi rabbimizin büyük hükümranlığından, insan, kâinat ve Allah ilişkisinden ezcümle, sözün özü bahsediyordu. Ve biz daha önce ahirette ki inkarcıların itirafını dinlemiştik bu sureden. Demişlerdi ki;

Ve kalu lev künna nesme’u ev na’kılu ma künna fiy ashabisse’ıyr (10) eğer vahyi işitseydik veya Allah’ın bahşettiği aklı kullansaydık şimdi şu kışkırtılmış ateşte, aslında ne kadar az ödemiş olursak olalım yine de pahalı almış olduğumuz se’ıyr den ateşte bulunmayacaktık dediklerini okumuştuk. Şimdi bir başka pasaj önümüzde 13. ayet şöyle diyor:

 

Bismillah

13-) Ve esirru kavleküm evicheru Bih* inneHU ‘Aliymun BiZâtissudur;

Düşündüğünüzü ister içinizde tutun ister açığa vurun! Muhakkak ki O, sadırların (içinizin – bilincinizin – şuurunuzun) zâtı olarak Aliym’dir. (A. Hulusi)

13 – Sözümüzü ister sır tutun ister açığa vurun, çünkü o bütün sînelerin künhünü bilir. (Elmalı)

 

Ve esirru kavleküm evicheru Bih imdi ey insan, ey muhatap, ey lebbeyk ya rabbi diyen, inancınızı ister açıklayın ister gizleyin inneHU ‘Aliymun BiZâtissudur iyi bilin ki, hiç aklınızdan çıkarmayın ki O yani Allah göğüslerin en mahrem sırlarını bilendir. O’ndan hiçbir şey saklayamazsınız. Sadece açıkladıklarınızı değil, sadece maskenizi değil maskenizin altındaki yüzünüzü de bilir. Sadece zihninizi değil, kalbinizin içinde sakladıklarını da bilir. Sadece onu değil bilinç altınızı da bilir. Yani ilahi kamera öyle bir kameradır ki 3 boyutlu değil 3.000 boyutlu çeker. Bir eylemi, mesela namaz kılıyorsunuz, namaz kılarken bedeniniz namazdayken o anda aklınız nerde. Onu da çekmiş, onun yanına koymuş. Yetmedi, bitmedi, O anda kalbinizden hangi duygular geçiyor. Öyle bir kamera ki onu da çekmiş, onu da yanına koymuş. Bitmedi, o anda bilinç altınızda neler var, yani sizi güdüleyen şeyler neler, onu da çekmiş, onu da yanına koymuş. Bitmedi, bütün bunların altında hangi temel tasavvurlar, hangi alışkanlıklar, hangi iç güdüler, hangi dürtüler var, onları da çekmiş, onları da koymuş. Ve daha bilmediğimiz, sayamayacağımız bir sürü şey. Yüreğinizin 40. odasının filmini de çekmiş yani. İşte bu ayet bunu dile getiriyor.

Aslında inancınızı derken ben takribi bir ifadeyle çevirdim, yoksa kavkeküm; lafzen sözünüzü. Burada söz inancı temsil ettiği için inancınızı diye çevirdim.

Bir önceki ayet ile bağlantısı var bu ayetin. Allah gaybi bir hakikattir demiştik ya, daha doğrusu bir önce ki 12. ayet demişti ya, hatırlayalım o ayeti;

İnnelleziyne yahşevne Rabbehüm Bilğaybi lehüm mağfiretun ve ecrun Kebiyr (12) evet, rablerinden haşyet duyan kimseler, rablerinden O’nun sevgisini kaybetme korkusuyla tir tir titreyen. Dikkat buyurun, korkan değil, sevgisini kaybetme korkusuyla titreyen kimseler. Hem de o rableri ki; O gaybi bir hakikattir.

Nasıl, ne demek gaybi bir hakikat?Mesela rabbimizin zatını gözümüzle görmeyiz. Peki gördüğümüz nedir? Gördüğümüz esmasının tecellisidir. Sanatı görür sanatkârı biliriz. Eseri görür müessiri biliriz, fiili görür faili biliriz. İnanırız ki ortada bir sanat eseri varsa onu yapan bir sanatkâr vardır. İnanırız ki ortada bir ses varsa o sesi çıkaran bir ağız vardır. İnanırız ki ortada bir akan su varsa o suyun bir kaynağı vardır. İnanırız ki ortada bir eylem varsa o eylemi yapan biri vardır. Onun içinde rabbimizi istidlâl yoluyla biliriz.

Eğer aklımızı yememişsek anlarız ve biliriz ki şu kâinatta ki bu muhteşem nizam ve intizam kendiliğinden olmaz. Bu kâinata bu nizamı veren bir sanîi alem var. Bu kâinatı böylesine muhteşem bir düzene koyan bir el var. Bu eli inkar edersek kendimizi inkar etmiş oluruz, aklımızı inkar etmiş oluruz. Yer yüzüne dikey iki tane taş, bir de yer yüzüne paralel üzerine bir taş bulmuş olalım. Bu taşların tarihi de 15.000 yıllık olsun. Dünyaya ilan etmez miyiz. İnsanlığın ilk yapısını buldum diye. Yahu bulduğumuz aslında yer yüzüne dikey iki taş, bir de paralel üstüne bir taş. Yani 3 taşı böyle bir birine denk bir biçimde koyup bize gösterdiklerinde yer yüzünün ilk insan eliyle yapılmış yapısını buldum diye ilan eden bir mantığın, şu akıl sır ermez kâinatta ki muhteşem düzen ve nizamı kendi kendine oluşmuş, tesadüfen oluşmuş olarak nitelemesi sizce de bir çelişki teşkil etmiyor mu. Komik olmuyor mu. Evet daha ötesini konuşmaya bile gerek yok.

Allah gaybi bir hakikattir. Fakat siz O’nun Zatını bilemezsiniz. Yani Allah’ı zat olarak bilemezsiniz, kavrayamazsınız. Biz insanların aklı buna yetmez. 12. ayette söylenen bu. Hatta 10. ayette ki cehennemliklerin itirafının geleceği tan yansıtmadığını ama sadece onların vahye ve akla ihanetlerini değil, bunların altında ki gerçek sebebi de belirtir aslında.

Nedir o? O gerçek sebep tasavvurdur. Yani Bi zatis sudur kalplerin özü. Ben tasavvur diye de çevrilmesi gerektiğini düşünüyorum bunun. Tasavvurat, orada ki yanlış dile, ele göze, kulağa her tarafa ele ayağa yansıyor. Yani tasavvurda ki metre ve kilonuz bozuksa, düşünürken yanlış kilo ile tartıyor, yanlış metreyle ölçüyorsanız bu eyleminize yanlış yansıyacaktır. Değerlendirmeniz yanlışsa eyleminiz de yanlış olacaktır. Başlangıçta ki mm. lik bir sapma açısı, eylemde Km. lere bali olacaktır. Onun içinde düzelteceksek tasavvur da düzeltmemiz lazım. Yani elimizde ki o kiloyu düzeltmemiz lazım. 800 gr. Lık bir kilo ile 1.000 gr diye alıp 1.000 gr. Diye satarak dürüstlük yapamayız. 80. cm. lik, 90 cm lik bir metreyle 1 m. Diye alıp 1 m. Diye satarsak hem kanarız, hem kandırırız.

O zaman kilolarımız ve metrelerimizi kime ölçtüreceğiz? Aşınıp aşınmadığını nerden kontrol edeceğiz? Kimin tezgâhına, kimin iktisat Md. Lüğüne götüreceğiz? Elbette vahyin. Vahiy akıl kilomuzun aşınıp aşınmadığını ölçtüreceğimiz en muhteşem iktisat Md. Lüğüdür. Bunu unutmayacağız.

 

14-) Elâ ya’lemu men haleka, ve “HU”vel Latıyful Habiyr;

Yarattığını bilmez mi! O, Latiyf’tir, Habiyr’dir. (A. Hulusi)

14 – Bilmez mi o yaradan ki o öyle latîf öyle habîr. (Elmalı)

 

Elâ ya’lemu men halek hiç yarattığını bilmez mi. veya yaratan bilmez mi. men halâk, ya’lemu fiilinin hem faili, hem mef’ulü olur. Onun içinde iki manayı birden de verebiliriz. Ya o yarattığını bilmez mi manasını da verebiliriz, yaratan bilmez mi manasını da. Yaratan bilmezse kim bilir. Yaratana kendimizi öğretmeye çalışıyoruz bazen (haşa) sanki bize ne kadar dert yükleyeceğini bilmiyormuş gibi. Sanki bizim istiap haddimizi, sanki bizim ne kadarı götürebileceğimizi bilmiyormuş gibi iniliyoruz, sızlanıyoruz, yakınıyoruz. Oysa ki bizi O yarattı, yarattığını bildiği içinde ne kadarını götüreceğimizi çok iyi bilir. Bize ne kadar yükleyeceğini de çok iyi bilir. Bir güvenebilseydik, zaten imanın ahlaki anlamı güvendi. Güvendiğimiz an iman da etmiş olacağız. ama güvenden yoksun bir iman ahlakı olmayan bir imandır ve maalesef modern insanın imanı, iman ahlakından yoksun bir iman. Genelde problem budur değerli Kur’an dostları.

Elâ ya’lemu men halâk yaratan bilmez mi, yarattığını bilmez mi ve “HU”vel Latıyful Habiyr zira o ilmiyle her şeye nüfuz edendir. Lâtıyf ve El Habiyr. El Lâtıyf ve el Habiyr i bir arada tercüme ettiğim için birbirini tamamlayan esmadan iki isim. Kesifin zıddıdır lâtıyf. Veya 2. bir anlamı var. Lütuftan geldiğini kabul edersek mübalağa ile ismi faildir. Yani bol lütuf sahibi, lûtfu sınırsız olan manasına gelir. Ama letafetten geldiğini söylersek sıfat-ı müşebbehe olur bu durumda da o zaman şu manaya gelir. Lûtfuna, daha doğrusu O’nun bizim üzerimizde ki tasarrufuna akıl sır ermez. Yani her şeyi ilmiyle, ince bir nüfuz ile nüfuz eden, geçen manasına gelir ki, lâtayıf derler mesela, insanın manevi hassalarına. Yine lâtife derler ince espriye. Biz de deriz, biz de kullanırız. Yine çaktırmadan hissettirmeden muhataba sırrını öğrenmeye de iltifat denilir Arap dilinde. Aslında iltifatın kök manası budur. Yani karşıdakine hissettirmeden onun sırrını, veya onun iç dünyasını öğrenmek, onu açmak, onu söyletmek. Görüyorsunuz aslında hissettirmeden en ince yerine kadar girmek, sırrına kadar ulaşmak manasına geldiğini de öğrenmiş olduk.

 

15-) “HU”velleziy ce’ale lekümül’Arda zelûlen femşû fiy menâkibiha ve kûlu min rizkıh* ve ileyHİnnuşur;

O, arzı (bedeni) size (bilincinize) tâbi oluşturdu! Onun omuzlarında yürüyün ve O’nun yaşam gıdasından nasiplenin! Yeniden varoluşunuz O’na dönük olacaktır! (A. Hulusi)

15 – O Hâliktır ki o, size Arzı zelûl (munkad) kıldı, haydin, o Arzın omuzlarında yürüyün de o yaradan lâtîfi habîrin rızkından yiyin, onadır fakat nihayet nüşûr. (Elmalı)

 

“HU”velleziy ce’ale lekümül’Arda zelûlen yer yüzünü sizin için emre amade kılan, boyun eğdiren, emrinize veren O Allah’tır. Zelûl; Zûl kökünden gelir, zelil ise onursuz, alçak manasına zelil ise Zill kökünden gelir. İkisi farklı. Mesela at zelûldür, katır zelildir. At Zelûldür ana zelil değildir, onursuz değildir at. Onurlu bir hayvandır, fakat zelûldür. Neden boyun eğmiştir insana. İnsanın terbiyesine girmiştir. Yani insana gemini vermiş, ipini vermiştir. Fakat katır zelildir. Neden çünkü hiç güven olmaz. Ne zaman ne yapacağı bilinmez teper. Okun için de katır gibi tepme denilir. Yani ne zaman vuracağını kimse bilemez, terbiyeye pek gelmez. O nedenle zelûl ile zelil arasında fark var.

 ”HU”velleziy ce’ale lekümül’Arda zelûlen yer yüzünü sizin için emre amade kılan O’dur. Emre amade kıldı, zelil kılmadı yani. femşû fiy menâkibiha ve kûlu min rizkıh artık onun her tarafını katedin ve onun rızkından nasiplenin ve ileyHİnnuşur ama O’na döndürüleceksiniz. Yani O’na döndürülerek O’nun huzurunda toplanacağınızı asla unutmayın, aklınızdan çıkarmayın.

 

16-) Eemintüm men fiysSemâi en yahsife Bikümül’Arda feizâ hiye temur;

Semâdakinin sizi arzınıza geçirmesinden güvencede misiniz? Birden o harekete geçip çalkalanmaya başlar! (A. Hulusi)

16 – Emîn misiniz o Semâdakinden; sizinle Arzı göçürüvermesinden? O vakit bakarsınız ki o Arz çalkalanıyordur. (Elmalı)

 

Eemintüm men fiysSemâi en yahsife Bikümül’Ard gökte olanın sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden emin misiniz. Burada gökte olan demiş. Aslında nasıl anlamalı men fissema gökte olan. İki şekilde anlaşılabilir.

1 – Allah’ın makamı makami yüceliktir, mekani yücelik değil yani gökte olan ile rabbimiz kast edilmişse bununla mekan kastedilmez. Çünkü gök diye bir şeyin üstüne, yücesine ulvi olanına denilir. Hakiki manada gök bir şeyin yukarı kısmıdır. Mecazi manada gök yüce olan ulvi olan aşkın olandır. Burada da mecazi olarak zikredilmiştir, burada ki gökten kasıt makamıdır mekani değildir yani mekansal bir cihet değil, makami, Allah’ı makamının yüceliğini ifade eder.

2. İkinci ihtimali melek te olabilir. Yani gökte olandan kasıt melekte olabilir ki Ankebut/34. ayetiyle karşılaştırarak anlamak lazım.

feizâ hiye temur o zaman bir de bakmışsınız ki arz çalkalanmaya başlamış, sarsılmaya başlamış. Yani eğer gökte olan bizi yerin dibine geçirmeye karar vermişse o zaman yeri kim tutar. Yeri bir salladı mı kim mani olur buna. Şu büyük depremlere hangi güçle karşı koyarsınız. Hangi makine mani olur. Hangi iple baplarsınız yer yüzünü, hangi halat tutar, kim teskin eder bu toprakları İnsanlık bunu çok yaşadı, hala da yaşıyor. Onu soruyor.

 

17-) Em emintüm men fiysSemâi en yursile ‘aleyküm hasiba* feseta’lemûne keyfe neziyr;

Ya da semâdakinin, üzerinize bir kasırga – hortum irsâl etmesinden güvencede misiniz? Uyarımın anlamını bileceksiniz! (A. Hulusi)

17 – Yoksa emîn misiniz o Semâdakinden: üzerinize bir mermîler yağdırıcı gönderivermesinden? O vakit bilirsiniz ki nasılmış inzarım? (Elmalı)

 

Em emintüm men fiysSemâi en yursile ‘aleyküm hasiba ya da gökte olanın sizin üzerinize bir bela kasırgası hasıba, bir bela rüzgârı, rüzgâr hafif geldi, bela kasırgası salmayacağından emin misiniz. feseta’lemûne keyfe neziyr artık uyarım nasıl olurmuş o zaman anlayacaksınız. O zaman bileceksiniz. Yani eğer şimdi bu dünyada iyilikle benim uyarımı, vahyimi duymazdan gelirseniz, eğer vahyime kulak tıkarsanız, benim sizi iyilikle uyarılarıma sırt dönerseniz. Benim başka tür uyarılarım da var. O zaman öyle bir uyarırım ki sizi onu dinlememezlik edemezsiniz. Ama iş işten geçer. O uyarı artık hiçbir işinize yaramaz, çünkü yararsız olmuştur dönüşünüz. İbret alsanız da almasanız da bir olur. O gün gelmeden önce kulağınızı vahyin uyarısına açın.

 

18-) Ve lekad kezzebelleziyne min kablihim fekeyfe kâne nekiyr;

Andolsun ki onlardan öncekiler de yalanladı! Benim, beni inkâr sonucunu yaşatmam nasıl oldu! (A. Hulusi)

18 – Filhakika onlardan evvelkiler de tekzip ettiler, fakat nasıl oldu inkârım. (Elmalı)

 

Ve lekad kezzebelleziyne min kablihim doğrusu onlardan önce de yalanlayanlar olmuştu. Yalanlayan, inkâr eden, uyarıları dinlemeyen, kendilerine gönderilen peygamberleri taşlayan hatta, vahye sırt dönenler de olmuştu. fekeyfe kâne nekiyr ama benim inkârım ne demekmiş gördüler. Nasıl olurmuş benim inkârım. Burada kinaye var hem de tevbıyh, yani azar yüklü bir kinaye, ağır bir kinaye. İlâhi bir hitap yüklü bir kinaye. Zımnen şunu diyor felâket. İnkârcıların, yani insanın benliğini inkâr etmesi değil, beni herkes inkâr etse neyim eksilir ki. Ben Allah’ım. Yani biz zımnen bu ayeti böyle anlayacağız. Rabbimiz zımnen bunu söylüyor. Hepimiz Allah’ı inkâr etsek Allah’ın nesi eksilir.

Felaket bizim O’nu inkâr etmemiz değil, asıl felâket O’nun bizi inkâr etmesidir. fekeyfe kâne nekiyr bu. Benim inkârım nasıl olurmuş görsünler bakayım. Yani inkâr mı istiyorlar, asıl ben onları inkâr edersem onların felâketi o zaman kopar.

Nasıl inkâr eder bizi rabbimiz? Daha önce ilgili ayetlerde gördük nesullahe feensahüm enfusehüm. (Haşr/19) onlar Allah’ı unuttular, Allah’ta onları kendilerine unutturdu.

Bir başka ayette; nesullahe fenesiyehüm. (Tevbe/67) Onlar Allah’ı unuttular, Allah’ta onları unuttu. Onların Allah’ı unutması felâket değil, asıl felâket Allah’ın onları unutması. Allah unuttuğu zaman nereye gidecekler, kimin kapısına koşacaklar eynel mefer nereye kaçmalı, kaçacak yer mi var. Allah’tan başka bir yer mi var. Allah’ın bulunmadığı bir yer mi var. Allah’tan kaçacak bir mekan mı var. Nereye kaçmalı?

Fefirrû ilAllâh..! (Zariyat/50) Allah’a kaçınız diyor ya Kur’an. zaten başka da çaresi mi var.

 

19-) Evelem yerav ilettayri fevkahüm sâffatin ve yakbıdne, ma yumsikühünne illerRahmân* inneHU Bikülli şey’in Basıyr;

Üstlerinde saf saf kanatlarını açıp yükselen, kapayıp inen kuşları görmezler mi! Onlar Rahmânî kuvvelerle bunu başarıyorlar! Muhakkak ki O, her şeyi (hakikati olarak) Basıyr’dir. (A. Hulusi)

19 – Bakmazlar mı ki üstlerinde uçan kuşlara, kanat süzerlerken ve yumarlarken? Rahmandır ancak onları tutan, şüphesiz ki o her şey-i görür. (Elmalı)

 

Evelem yerav ilettayri fevkahüm sâffatin ve yakbıdn onlar saflar halinde üzerlerinde kanat çırpan şu kuşları düşünmüyorlar mı, görmediler mi. bakmazlar mı onlara. Hava dinamiğini hatırlatan bir ayet. Biliyoruz ki havada uçan canlı cansız nesne, her varlık Allah’ın hava yasası gereğince, aerodinamik yasası gereğince uçar. O yasayı koyan Allah’tır. Onun için havada uçan her varlığın uçuşu Allah’a nispet edilir. Çünkü yasayı koyan O’dur. Ekmeğe değil, ekmeğin sahibine teşekkür etmelidir. Ekmeğin sahibini unutmadıysanız eğer. Bu da onu hatırlatıyor bize. Yani kuşlar kendi maharetleriyle uçmuyorlar. Eğer Allah hava dinamiğinin yasalarını havaya koymamış olsaydı bak bakalım bir tek sinek kımıldayabilir miydi.

ma yumsikühünne illerRahmân* inneHU Bikülli şey’in Basıyr onları rahmandan başka havada tutan kimse yok şüphesiz O, Allah; her şeyi en ince ayrıntısıyla görendir.

Sorunun zımni cevabı açık rahman’ın koyduğu yasalar sayesinde duruyor, uçuyor o kuşlar orada. Tabiat yasaları ilahi rahmetin eseriymiş. Bu ayetten ve bu pasajdan biz bunu çıkarıyoruz. Eğer şu tabiata, şu kâinata Allah yasalar koymuşsa, yer çekimi yasası, çekim yasası, cazibe yasası, merkezkaç yasası, akışkanlar yasası, hava yasası, ısı yasası, termodinamiğin yasaları ve diğer tüm yasalar. Allah’ın koyduğu bu yasalar sayesinde eşya bize boyun eğiyor. Biz eşyayı kullanabiliyoruz. Bu yasalar sayesinde biz eşya ile ilişkiye geçebiliyor, hayatımızı kolaylaştırıyoruz.

Bu yasaları keşfettiğimiz sürece bunu yapmaya devam edeceğiz. Fakat hem bu yasalar sayesinde biz eşyayı kullanalım, Allah eşyayı bu yasalarla bize boyun eğdirsin, hem de bu yasaları koyana isyan edelim, O’nu inkâr edelim, O’na sırt dönelim, O’na nankörlük yapalım, nasıl bir şey bu? Aziz Kur’an dostları Rabbimiz ne yapsın buna, nasıl muamele etsin, ne beklerdiniz? Hem insan için bu muhteşem misafirhaneyi bu muhteşem hazırlığı ile hazırlasın da insan dönüp O’na nankörlük yapsın.

Ya eyyühel’İnsanu ma ğarreke BiRabbikelkeriym. (İnfitar/6) ey insanoğlu bu kadar cömert olan rabbine karşı seni böyle müstağni kılan, seni böyle küstah ve gururlu kılan nedir? Kur’an soruyor.

[Ek bilgi; Burada verilen anlam kuşları, Allah’ın kudretiyle tuttuğunu ifade etmektedir. Söz konusu kelimenin emseke fiili olup kelimenin 1. anlamı “bir şeyin üzerine el koymak yakalamak, tutmak, birini alıkoymaktır.” Kuşun hareketinin tamamen Allah’ın emrine başlı olduğunu belirten bu ayetlerle çağdaş bilimsel veriler arasında pekala münasebet kurulabilir.

Çağdaş bilgiler uçuşlarını programlamak konusunda bazı kuş cinlerinin ne derece mükemmel bir noktaya uçtuklarını göstermiştir. Zira hayvanların genetik kodunda kaydedilmiş, gerçek bir “göç” programı vardır ve çok karmaşık ve çok uzak güzergâhlarda yol almayı ancak böyle bir programla açıklamak mümkün olur. Çünkü daha önce hiçbir tecrübesi olmayan, yardımcısı da bulunmayan yavru kuşların, hareket noktasında tespit edilen tarihte dönmek üzere bu güzergâhı tamamlamaya kabiliyetli oldukları açıkça ortaya çıkmıştır.

Prof. Hamburger; La Puissance et la Fragilité (Flammarion-1972) adlı kitabında örnek olarak Pasifik okyanusunda ki “mutton-bird” in ünlü durumunu ve onun 8 şeklinde 25.000 km. uzunluğunda ki güzergâhını anlatır. (Kuş bu yolu hiçbir kılavuzun yardımı olmaksızın hareket noktasına en fazla bir haftalık gecikme ile 6 ayda tamamlar)

Böyle bir seyahatin çok karmaşık direktiflerinin zorunlu olarak kuşun sinir hücrelerine kayıtlı olması gerektiği kabul edilmektedir. O direktifler kesinlikle programlanmıştır, programlayan kimdir. (Maurıce Bucaılle- Kitab-ı Mukaddes Kuran ve bilim)]

[Ek bilgi; “Görmediler mi?” irfan ve hakikât kuşlarını, nurani parıldayışları ve kutsi anlamları “ üstlerinde” ruh semasında “kanatlarını açarak” nefislerini bir tertip ve uyum içinde hareket ettirerek “ve kapatarak” kalbe iniş esnasında kapatarak uçtuklarını görmediler mi?

“Onları Rahman olandan başkası tutmuyor.” İstidatlara şekil veren, istidatlara kabul yeteneğini veren, yaratıp belli bir ölçüde hareket ettirdiği her şeyi kuşatan geniş rahmetiyle istidatlarda bir kapasite var eden ve her şeye yaratılışını veren Allah’tan başkası onları havada tutmaz. Yine onları gönderen de rahimdir. O ki, her şeye istidadı oranında takdir edilen kemali gönderen, gayp âleminde planlanan bütün anlam ve sıfatları izhar edendir.

“Muhakkak O, Basir’dir…” Her şeyi gaybının gizliliklerinde görmekte ve layık olduğunu vermektedir. Dilediği gibi ona şekil vermekte ve ona istediği özellikleri bahşetmektedir. Bütün bunlar hikmetine göre gerçekleşmektedir. Sonra da muvaffak kılmasıyla ona hidayetini bahşetmektedir. (İbn Arabi-Te’vilat)]

 

 

20-) Emmen hazelleziy hüve cündün leküm yansurukum min dûnirRahmân* inilkâfirune illâ fiy ğurur;

Ya da Rahmân’a karşı size yardım edecek ordunuz mu var? Hakikat bilgisini inkâr edenler yalnızca bir aldanış içindedirler! (A. Hulusi)

20 – Yoksa kimdir o Rahmanın berisinden şu sizin ordularınız ki sizi kurtaracak? Kâfirler başka değil, sade bir gurur içindedirler. (Elmalı)

 

Emmen hazelleziy hüve cündün leküm yansurukum min dûnirRahmân ya da O rahmandan başka size yardım edip, sizin için orduluk yapacak, sizin için hazır kıta asker olacak birileri mi var? Yani O’nun bilmeyip sizin bildiğiniz, siz emir verince rahmana karşı sizi savunacak, Allah’a karşı nankörlük yapan sizi Allah’ın elinden alacak birileri mi var, zımnen tabii.  Çok ağır bir ifade.

inilkâfirune illâ fiy ğurur bu hakikati inkar edenler başka değil, sadece kesin bir aldanış içindedirler. Demek ki Allah’a nankörlük yapmak, Allah tarafından böyle niteleniyor. Yani Allah’a karşı bir ordu mu hazırladınız sizi savunacak. Allah’a karşı bu caka satmanız, bu tafra satmanız, bu hava atmanız da ne oluyor. Rabbe boyun eğmeyen Allah’ın emirlerine baş eğmeyen kulluk için Allah’a tam teslim olmayan herkesin durumunu bu ayet resmediyor ve bunu bir inkâr, hakikati yalanlama ve nankörlük olarak adlandırıyor.

Zımnen şöyle de anlayabiliriz. Tabiat yasalarını Allah’ı yok sayarak anlamaya kalkmayınız. Bir üstteki ayetle birlikte düşünüldüğünde. Yani tabiat yasalarını sanki tabiat koydu. Sanki bir şey kendi kendine yasa koyarmış, sanki bir saat kendi çalışma sistemini kendisi belirlermiş, sanki bir kalp çalışma sistemini kendisi belirlermiş, sanki bir motor, bir araba kendi çalışma sistemini kendisi belirlermiş gibi komik bir şey söylüyorsun ey insanoğlu. Bu mümkin mi? Onu yapan müdahil olmazsa eğer bir şey kendi sistemini kendisi koyar mı? Onun için tabiat yasalarını Allah’ı yok sayarak anlamaya kalkmak büyük bir cür’et ve inkâr. Failini inkâr edip fiile yönelmektir. Bu derin bir aldanıştır.

 

21-) Emmen hazelleziy yerzükuküm in emseke rizkaHU, bel leccû fiy ‘utuvvin ve nüfûr;

Eğer yaşam gıdanı kesse, kimdir şu sizi besleyecek? Hayır, azgınlık ve nefretle kaçışı inatla sürdürmekteler! (A. Hulusi)

21 – Yoksa kimdir şu sizlere rızık verecek? O rızkını keserse? Hayır bir ürküntü ve azgınlık içinde inada dalmışlar. (Elmalı)

 

Emmen hazelleziy yerzükuküm in emseke rizkaH yahut Allah rızkınızı keserse size rızık sağlayacak birileri mi varmış. bel leccû fiy ‘utuvvin ve nüfûr ama hayır, onlar küstahça bir kibir içinde debelenip duruyorlar.

 

22-) Efemen yemşiy mükibben ‘alâ vechihi ehda emmen yemşiy seviyyen ‘alâ sıratın müstekıym;

Peki, âmâ olarak yüzüstü sürünen mi doğru yolda gider yoksa sırat-ı müstakim üzerinde dimdik önünü görerek yürüyen mi? (A. Hulusi)

22 – İmdi yüz üstü kapanarak giden mi daha doğru? Yoksa dos doğru bir cadde üzerinde düpe düz giden mi? Düşünmeli bir. (Elmalı)

 

Efemen yemşiy mükibben ‘alâ vechihi ehda emmen yemşiy seviyyen ‘alâ sıratın müstekıym Ne yani, böyle çevirmek daha uygun oldu başta ki hemzei istifhami, soru hemzesini. Ne yani şimdi yüz üstü kapaklanmış kimse, yüzü koyun yere kapanmış kimse, yani ayağı takılıp yere düşmüş kimse hedefe, dosdoğru yolda düzgün yürüyen kimseden daha mı iyi ulaşır? Bunu mu iddia ediyorsunuz. Bir adam düşünün ki yüzü koyun yere kapaklanmış, bir başkası ise hedefe elinde pusula, elinde harita, önünde kılavuz ve yol çizgileri dosdoğru yoldan gidiyor. sapmıyor, şaşmıyor. Şimdi hedefe yüzü koyun kapaklanmış birinin elinde harita, önünde kılavuz, rehber olandan daha iyi varacağını söyleyen biri ciddi olabilir mi? Doğru olabilir mi, hatta dürüst olabilir mi?

İşte vahiysiz doğru yolu bulabileceğine, Allah’a sırtını dönerek hakka varabileceğini, aklı selimi ve sahih nakli bir tarafa atarak, iç güdülerini takip ederek iyi mutlu ve müreffeh olacağını, mutluluğu yakalayacağını düşünen de böylesine saç.ma bir düşünceye sapmış demektir. Aslında aynı şeydir.

yemşiy mükibben ‘alâ vechih Bir adam düşünüm ki ileriyi göremiyor, iki adım ilerisini dahi göremiyor, bir adım ileriyi dahi göremiyor hatta. Biz parçayı görüyoruz. Allah bütünü görüyor. Parçayı görene düşen, bütünü görene teslim olmaktır. Ama önce bunu itiraf etmek gerekir. Ey insan sen hiçbir zaman tablonun bütününü görmedin ki, tablonun bütününü gören Allah. Parça da kötü gözüken bütünde güzel, hatta mükemmel durabilir. Neden teslim olmuyorsun. Bütünü görmediğin halde bütünü gören Allah’a neden sırt dönüyorsun. Bütünü görüyormuş gibi yapmak insanın aslında kendi kendine yaptığı en büyük kötülük değil mi. Burada zımnen söylenen de bu. Ey insan sen parçayı görüyorsun, Allah bütünü. Parçayı görene düşen bütünü görene teslim olmaktır. Ben böyle anlıyorum bu ayeti kerimeyi.

 

23-) Kul “HU”velleziy enşeeküm ve ce’ale lekümüssem’a vel’ebsare vel’ef’idete, kaliylen ma teşkûrun;

De ki: “Sizi inşa eden ve sizin için algılama kuvvesi, idrak kuvvesi (basîret) ve FUADLAR (Esmâ mânâ özelliklerini beyine yansıtıcı kalp nöronları) oluşturan “HÛ”dur! Ne kadar az şükrediyorsunuz (değerlendiriyorsunuz)!” (A. Hulusi)

23 – de ki, odur ancak sizi inşa eyleyen ve size dinleyecek kulak, görecek gözler, duyacak gönüller veren, fakat sizler pek az şükür ediyorsunuz. (Elmalı)

 

Kul “HU”velleziy enşeeküm ve ce’ale lekümüssem’a vel’ebsare vel’ef’ideh de ki sizin için işitme duyusunu, görme duyusunu var eden ve sizin için hissedecek kalpler akledecek kalpler, yani büyük bir iç dünya var eden, bahşeden yine Allah’tır. İşitme, görme ve inanma eğer imanı getirmeyecekse işitme ve görme işe yaramıyor demektir. Onun için işitme, görme den sonra imanın makarrı olan ‘ef’ideh; iç dünyaya, yani gönle atıf yapılmış, kalbe atıf yapılmış  ‘ef’ideh; Fuad’ın çoğulu. Fuad kalbin mahsus bir biçimi, hususi bir biçimi, yani yanık kalbe deniliyor lügat olarak. Aslında kalbin bir kararda durmayan sürekli dönen, nereye döneceği belli olmayan akıl bağıyla bağlı olmadığında, hikmet bağıyla bağlı olmadığında alı görüp ala, şalı görüp şala heveslenen kalbi Hakk üzerinde sabitlemektir. İmanın görevi de budur. Onun için Allah resulünün ya mukallbel kulûb, Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım sebbit kalbi, ‘alâ diynik, sebbit kalbi ‘alâ muhabbetik diye dua edişini hatırlayalım. Kalbimi dini üzere sabit kıl, kalbimi muhabbetin sevgin üzere sabit kıl diye dua edişini hatırlayalım o zaman bu ayeti daha iyi anlarız.

kaliylen ma teşkûrun ne kadar da az şükrediyorsunuz. Aslında kaliylen ma teşkûrun şöyle de çevrilebilir. Ne kadar da azınız şükrediyor. İki şekilde de çevirebiliriz. Çünkü metin buna müsait kaliylen ma teşkûrun buna müsait hatta belki ikinci çevirim daha hoş gibi duruyor. Her ne kadar alışkın olunan çeviri diğeri ise de; Ne kadar da azınız şükrediyorsunuz.

Niye? Niye 2. çevirim daha isabetli? Çünkü ekserennasi lâ ya’kılun, ekserunnasi lâ yeşkürun, ekserünnasi lâ yu’minun. İnsanların çoğu akletmez, insanların çoğu şükretmez, insanların çoğu iman etmez. Kur’an insanların çoğu hakkında bu kalıpları kullanıyor. Demek ki insanların çoğu şükretmez diyen ayetle birlikte ele alırsak ne kadar da azınız şükrediyorsunuz diye çevirmemiz daha doğru bir çeviri olacaktır.

 

24-) Kul “HU”velleziy zereeküm fiyl’Ardı ve ileyHİ tuhşerun;

De ki: “Sizi, arzda yaratıp yayan “HÛ”dur! O’na haşr olunacaksınız!” (A. Hulusi)

24 – Deki, odur sizi Arzda zürriyet halinde yaratıp yayan, nihayet de hep toplanıp ona haşr olunacaksınız. (Elmalı)

 

Kul “HU”velleziy zereeküm fiyl’Ardı ve ileyHİ tuhşerun de ki yer yüzünde sizi yayıp çoğaltan, yani bir ekin gibi ekip, en sonunda hasat edecek olan yani bir gün hasat mevsiminiz gelince sizi tekrar kaldırıp ondan sonra bir daha ekecek olan O’dur. Yani Allah’tır.

Lafzen sizi yer yüzüne bir zirai mahsul gibi eken O’dur diye çevirebilirim bunu, lafzi çeviri. Tohumunuzu O yaratmıştır, toprağınızı O yaratmıştır, suyunuzu O yaratmıştır, sizi O yaratmıştır. Büyüyünce hasat edip biçecek olan da yine O’dur. Bunda garip olan nedir. Neden O’nun yarattığını, O’nun var ettiğini, toprağınızı, suyunuzu, tohumunuzu O’nun var ettiğini bile bile tekrar onun bir gün sizi hasat edeceğini, yani bir gün hasat saati, yani asr saati, yani hesap saatinin geleceğine inanmazsınız ki. Hangi çiftçi ekipte biçmez? Hangi çiftçi emek verdiği tarlasına, o tarla meyvesini verdikten sonra sırtını döner de çeker gider. Allah şah eseri olan insan dönüp bakmasın mı. Onu yer yüzüne eksin de biçmesin mi. Yani bunu mu diyorsunuz. Ahirete inanmayanlar, ahireti inkar edenler, öldükten sonra dirilişi inkar edenler, hesaba yok diyenler, bunu mu diyorsunuz. Dahası, kendine amip muamelesi yapanlar bunu mu demek istiyorlar.

ve ileyHİ tuhşerun en sonunda O’na döndürüleceksiniz, O’nun huzurunda toplanacaksınız.

 

25-) Ve yekulûne metâ hâzelva’dü in küntüm sadikıyn;

Derler ki: “Eğer sözünüzde sadıksanız, bu tehdidiniz ne zaman (gerçekleşecek)?” (A. Hulusi)

25 – Böyle iken diyorlar ki: Ne zaman bu vaad? Eğer sadıksanız? (Elmalı)

 

Ve yekulûne metâ hâzelva’dü in küntüm sadikıyn ve onlar diyorlar ki  bu vaad ettiğiniz gün ne zaman gelecek? Eğer doğru söylüyorsanız, eğer sözünüze sadıksanız hadi bakalım bu vaad ettiğiniz günün ne zaman gerçekleşeceğini söyleyin, yani son saatin, veya kıyametin.

 

26-) Kul innemel’ılmu ‘indAllâh* ve innema ene neziyrun mubiyn;

De ki: “O’nun bilgisi Allâh indîndedir! Şüphesiz ki ben apaçık uyarıcıyım!” (A. Hulusi)

26 – Deki o ilim ancak Allahın indindedir, ben sade açık anlatan bir nezîr (gocundurucu bir Peygamber) im. (Elmalı)

 

Kul innemel’ılmu ‘indAllâh* ve innema ene neziyrun mubiyn de ki onlara cevap ver. O’nun bilgisi, yani bilgi, ilim, mücerret manada aslında O’nun bilgisi diye taktir kullanmaya gerek yok. Mutlak bilgi Allah’a aittir, Allah katındadır. ve innema ene neziyrun mubiyn ben ancak ve ancak bir uyarıcıyım. Uyarıcıdan başka bir şey değil. Hasat zamanını O belirler yani. Ama mutlaka o gün gelecektir. Siz isteseniz de istemeseniz de. Ekti, eken biçecek. Hele insan gibi değerli bir ürün eksin de biçmesin öyle mi. siz kendinize amip muamelesi yapıyorsunuz, kendi değerinizi üç paralık ediyorsunuz ama, Allah’ın da sizi değersiz bilmesini istemeyin. Allah’ın size değer verdiğini unutmayın. Ama siz kendinize değer vermiyorsanız eğer bu sizin probleminiz.

 

27-) Felemma raevhu zulfeten siet vucûhülleziyne keferu ve kıyle hâzelleziy küntüm Bihi tedde’un;

Onu (ölümü) yaklaşmış gördüklerinde, o hakikat bilgisini inkâr edenlerin yüzleri kötü oldu (karardı)! “İşte bu, kendisini bir an önce yaşamayı temenni ettiğinizdir!” denildi. (A. Hulusi)

27 – Derken vaktı gelip de onu yakından gördüklerinde o küfredenlerin yüzleri kötüleşiverdi. Ve denildi ki işte, o sizin kendilerine davet edip durduğunuz budur. (Elmalı)

 

Felemma raevhu zulfeten siet vucûhülleziyne keferu fakat onun çok yakın olduğunu gördükleri zaman kafirlerin suratları asılacak, suratlarını asacaklar. ve kıyle hâzelleziy küntüm Bihi tedde’un işte gelmeyeceğini iddia edip durduğunuz gün budur denilecek kendilerine.

 

 28-) Kul eraeytum in ehlekeniyAllâhu ve men ma’ıye ev rahımena, femen yüciyrulkafiriyne min ‘azâbin eliym;

De ki: “Bir düşünün! Allâh beni ve benimle beraber olanları helâk etse ya da bize rahmet etse; hakikat bilgisini inkâr edenleri feci bir azaptan kim kurtarır?” (A. Hulusi)

28 – Deki: gördünüz mü? Allah beni ve beraberimdekileri helâk etse yahut bize merhamet buyursa iki takdirde de kâfirleri elîm bir azâb dan kurtaracak kimdir? (Elmalı)

 

Kul eraeytum in ehlekeniyAllâhu ve men ma’ıye ev rahımena de ki onlara hiç düşündünüz mü siz Allah beni ve benimle beraber olanların ölümünü taktir etse ev rahımena, ya da bize rahmet etse. Buna(Ya da bize rahmet edip dünya hayatımızı uzatsa. Ömür verse, yani öldürse ve canımızı alsa cümlesini taktiri olarak şöyle tamamlayabiliriz; ikisi de bizim için hayırdır ki tefsirlerimiz bu takdiri kullanarak cümleyi tamamlamışlar. İkisi de bizim için hayırdır. Ki bu okuyuş aynı zamanda sahabenin ve tabiinin, ünlü tefsir otoritelerinden de gelen bir anlama.

femen yüciyrulkafiriyne min ‘azâbin eliym fakat (söyler misiniz) siz ey kafirler acıklı bir azabın pençesinden sizi kim kurtaracak. Yani acıklı bir azabın pençesinden kafirleri kim kurtaracak. Rabbim bana ömür verse de bizim için fark etmez. Niye? De diyor onlara. Allah resulüne doğrudan hitap. Neye fark etmez? Nihayetinde rabbimden gelen hoş geldi. Ondan gelen hayırdır, ben O’ndan hayır diledim. Yaşamam hayırlıysa yaşatsın, yaşamam hayırlı değilse emanetini alsın. Ama ya siz kafirler siz ne olacaksınız? İnanmadığınız bir dünyaya gidiyorsunuz. Asıl siz kendinizi düşünsenize. Bu ayetten zımni olarak açılım halinde bunu anlıyoruz.

İnkarcıların tek dünyası var, mü’minlerin iki dünyası dolayısıyla kafirlerin hiçbir umutları yok, beklentileri yok, ahiret hazırlıkları yok. Oraya herhangi bir şey hazırlamamışlar. Ne yapacaklar, nasıl gidecekler, hangi yüzle gidecekler. Burada adeta tek dünyalı aklı suçüstü yakalıyor rabbimiz. Yani siz düşünün.

Hani İmam Cafer’le bir inkarcı münazaraya girmiş. İmam Cafer en sonunda ona demiş ki, kendi anladığı dilden tabii bu münazarada cedel yapan muhatabına tamam demiş, tutalım ki senin dediğin gibi, tek dünya var, ahiret yok. Ben ne kaybederim? Ben Allah’ın emrine göre yaşamakla aslında ben bu dünyada da kazandım.  Kötülük yapmadım, haksızlık yapmadım, zina yapmadım, çalmadım, çırpmadım, içki içmedim. Aklıma bedenime, aileme, ehlime, malıma, yani sadakat gösterdim. Bu benim dünyada da faydama. Bütün bunları yapmak dünyada da bana getirisi olan şeyler.

Peki benim dediğim şeyler gibi değilse ben bir şey kaybetmek. Ya senin dediğin gibi değilse, ya ahiret varsa sen ne kaybedersin hiç düşündün mü. Hepsini. Dolayısıyla inkarcı kendi mantığı açısından da tutarsız aslında.

 

{27. ayete geri dönüldü:

ve kıyle hâzelleziy küntüm Bihi tedde’un gelmeyeceğini iddia edip durduğunuz gün bu gündür denilecek.

Kul eraeytum in ehlekeniyAllâhu ve men ma’ıye ev rahımena, femen yüciyrulkafiriyne min ‘azâbin eliym (28)}

 

29-) Kul “HU”verRahmânu amenna Bihi ve ‘aleyhi tevekkelna* feseta’lemune men hüve fiy dalâlin mubiyn;

De ki: “O, Rahmân’dır; O’na hakikatimiz olarak iman ettik ve O’na tevekkül ettik! Kimin apaçık yanlış düşünce içinde olduğunu yakında bileceksiniz!” (A. Hulusi)

29 – Deki o öyle Rahman, işte biz ona iman ettik ve ona dayanmaktayız, ileride sizler de bileceksiniz ki o açık bir dalâl içinde bulunan kim? (Elmalı)

 

Kul “HU”verRahmânu amenna Bihi ve ‘aleyhi tevekkelna de ki işte O Rahmandır, rahmeti sonsuz olandır. O’na kayıtsız şartsız iman ettik biz ve ‘aleyhi tevekkelna ve yalnızca O’na yaslandık, O’na güvendik. feseta’lemune men hüve fiy dalâlin mubiyn size gelince kimin apaçık bir sapıklıkta olduğunu günü gelince kesinlikle öğreneceksiniz.

 

30-) Kul eraeytüm in asbeha mâüküm ğavren femen ye’tiyküm Bimâin me’ıyn;

De ki: “Bir düşünün! Eğer suyunuz çekilse, sizde kim kaynak açıp su (ilim) oluşturur?(A. Hulusi)

30 – De ki: gördünüz mü? Sabaha kadar suyunuz bata kalırsa size bir âbı revan getirecek kim?(Elmalı)

 

Kul eraeytüm in asbeha mâüküm ğavren femen ye’tiyküm Bimâin me’ıyn de ki; mülk suresinin taç ayeti. Son ayeti ve belki mucizevi bir ihbar olan müthiş ayeti geldi. De ki Hiç düşündünüz mü siz ey insanlık. Ey muhatap, eğer suyunuz yer yüzünden tamamen çekilse, size tertemiz kaynak sularını kim getirecek, kim çıkaracak.

Burada durun değerli Kur’an dostları. Burada bir lahza durun. Bu ayetin indiğinde yer yüzünde su sıkıntısı yoktu. Yer yüzü nüfusunun ne kadar olduğunu tahmin edebilirsiniz. Yer yüzünün su kaynaklarının tehdit altında olmadığı bir dönemdi. Yer yüzünde şırıl şırıl ırmakların, pırıl pırıl denizlerin olduğu bir dönemdi. Henüz teknoloji kullanılmıyordu. Sanayileşme denizleri kirletmemişti, küresel ısınma yer yüzünün sularını yok etmemişti. Yer yüzü kendi doğal çevrimi içinde Allah’ın koyduğu yasalar çerçevesinde insanoğlunu kana kana suvarıyordu.

Fakat bir gün gelip de o günün insanına denizlerin kirleneceğini söyleseniz hadi be oradan cevabını almaz mıydınız. Bir gün gelip de yer yüzünde gürül gürül akan ırmakların tükeneceğini söyleseniz sen deli misin cevabını almaz mıydınız.

İşte Bu vahyi gönderenin Allah olduğunun şahitlerinden biri daha önümüzde. Bu gaybi bir ihbardır değerli Kur’an dostları. Mucizevi bir haber vermedir bu gelecekten haber verme. İnsanlık suyun tükeneceğini aklına dahi getirmez, denizin kirleneceğini düşünemezdi bile. Ama o günlerde bile İslam’ın ürettiği bilginler, İslam’ın ortaya çıkardığı, vahyin inşa ettiği kafalar, bir ırmak kenarında abdest alıyor olsanız bile suyu israf etmeyin diyecekti. Sanki vahyin inşa ettiği kafa da vahyin pırıltısını, nurunu görüyoruz biz burada. Sanki bu günleri görür gibi ve şimdi bu ayet adeta kendini tepemize vura vura hissettiriyor.

Her gün küresel ısınma felaketlerinin senaryosu yeniden yazılıyor. Buzlar eriyor, kutuplar eriyor ve iklim ısınıyor, dünyada küresel ısınmanın getireceği felaketler artık senaryo olmaktan çıkıp bir bir yaşanan bir drama dönüşüyor. Göller kuruyor, ırmaklar kuruyor, su suyunu çekiyor ve şimdiden su savaşları başlamış bile. İnsanlık belki de bir gün gelecek hovardaca kullandığı o su kaynakları yüzünden bir bardak su için birbirinin boğazına üşüşecek ve belki o zaman anlayacak bu ayeti, o zaman ruhunda duyacak bu ayeti. Suyun mucize olduğunu, suyun hayat olduğunu, suyun canlı olduğunu o zaman anlayacak. Belki o zaman anlayacak hayatında ilahi bir mucize olduğunu ve hepsinden öte 1400 yıl önce gelen vahyin ta kendinden 1.400 yıl sonrasını nasıl haber verdiğinin mucizevi ihbarını o zaman anlayacak. O zaman gelmezden önce anlayanlara ne mutlu. En azından onlar ya rabbi biz anlamıştık ve dinlemiştik, ama dinletemedik deme mazeretine sahipler. Rabbim vahyini dinleyenlerden, anlayanlardan kılsın. Rabbim gönül suyumuzu kesmesin. Rabbim içimizi vahiysiz bir çöle döndürmesin.

[Ek bilgi; {Kaynakların önemi ve onların kaynaklara yönelen yağmur sularıyla beslenmeleri, üç ayette vurgulanıyor. (bu ayet ve) Zümer/21, Yasin/34. Bu mesele münasebetiyle Aristo’nun telakkileri gibi Orta çağa hakim olan anlayışlar hatırlatılmaya değer. Onlara göre kaynaklar yer altı gölleriyle besleniyordu.

Milli kır Su ve orman mühendisliği okulunda prof. Olan M.R. Rémenléras Eneyelopedia Universalis’te ki “Hydrologié” makalesinde, hidrolojinin belli başlı aşamalarını anlatır. Ve eski insanların, özellikle orta doğuluların sulama alanında ki üstün çalışmalarını bildirir. Onlara ampirizmin hakim olduğunu, o zamanın fikirlerinin yanlış anlayıştan kaynaklandığını kaydeder. Ve devamla şöyle der. “Sırf felsefi telakkilerin, yerlerini hidrolojik olayların objektif gözlemine dayanan araştırmalara bırakması için Rönesansı (yaklaşık olarak 1400-1600 yılları arasında ki dönemi) beklemek gerekecektir.”

Léonard de Vinci Aristonun fikirlerine karşı çıkar. Bernard Palissy; Discours admirable de la nature des eaux et fontaines (Suların hem tabii hem de sun’i çeşmelerin mahiyeti hakkında hayranlık verici nutuk) adlı Paris’te 1570 de yayınladığı eserinde suyun dolaşımını, özellikle kaynakların yağmur sularıyla beslendiğini söyleyerek doğru bir şekilde izah eder.” (Maurıce Bucaılle-Kitab-ı Mukaddes Kuran ve bilim)}]

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.



İslamoğlu Tef. Ders. KALEM SURESİ (01 – 33)(179-B)

$
0
0

231

["Euzü Billahi mineş şeytanir racim"

BismillahirRahmanirRahıym”]

 

Değerli Kur’an dostları, dersimiz bitmedi sürüyor, yepyeni bir sureyle daha karşı karşıyayız devam ediyoruz Mülk suresinin arkasından Kalem suresini tefsir etmeye geçiyoruz.

Mushafta 68. sırada yer alan kalem suresi Nun, nun VelKkalem, nun, velKalemi ve ma yesturun, Kalem gibi isimlerle anılmış. 4. yy. dan sonra kalem ismi oturmuşa benziyor. Yani ilk yy. lar da kalem ismi henüz oturmamış. Sure Kur’an ın ilk nazil olan surelerinden biri. Kaçıncı suresi denirse elimizde ki meşhur kronolojilere göre 2. sure. Fakat buna, muhtevaya baktığımızda itirazımız var. 17 ve 52. ayetler arası daha sonra nazil olduğu iddiasını iç bütünlük desteklemiyor. Öncelikle onu söyleyeyim ki surenin bir bütün olduğu belli olsun.

Sure iddia edildiği gibi 2. sure değil, en iyimse tahminle bizce 5. ve daha sonra ki sure olabilir. Zira müşriklere tehdit içermektedir bu sure. 1. delilimiz budur. Müşriklere meydan okuyan bir sure ile karşı karşıyayız. Onları tehdit eden bir sureyle karşı karşıyayız. Zaten bu meydan okumayı surenin mukadda harfiyle başlamasından da anlıyoruz. Nun diye başlıyor ki Kur’an da mukadda harfiyle başlayan ilk suredir. Yani heca harfleri, kesik kesik müstakil harfler, mukadda harfleri. Kur’an da 29 surenin başında gelir. İşte ilk mukadda harfiyle başlayan sure bu suredir ve bu harflerin bir işlevi de muhataplara meydan okumasıdır.

Her ikisi içinde açık davet şarttır değil mi. Yani tehdit içermesi içinde, meydan okuması içinde müşriklere davetin açık olması lazım. Oysa ki ilk sureler gizli davet sırasında, henüz müddessir gelmeden önce davet gizli idi

Ya eyyühel müddessir, Kum feenzir. (Müddessir/1-2) emri ile Allah resulü açık daveti başlattı. O ana kadar Allah Resulünün daveti gizliydi. Zaten bu dönemde de inşai sureler gelmişti. Henüz Allah resulünün iç ve dış dünyası inşa ediliyordu. Bu da fetret-i vahiyden sonra olmak zorundadır. Fetret-i vahiyden  önce inmiş olamaz bu sure.

Hz. Aişe de bu görüştedir. Gerçekten de bu önemli bir nakildir. Bu takdirde ‘Alak suresi, Müzemmil suresi, Duha suresi, müddessir suresi bu sureden yani kalem suresinden önce nazil olmuş olmalıdır diyoruz. Yani biz Kalem suresini en erken 5. yıla yerleştirebiliriz.

Surenin konusu Hz. peygamberi inşadır. Efendimiz bu sure ile inşa ediliyor. Zaten müzzemmil suresi de Allah resulünü inşa ediyordu, ‘Alak suresi Allah resulünü inşa ediyordu, İnşirah suresi Allah resulünü inşa ediyordu, Duha suresi Allah resulünü inşa ediyordu, müddessir suresi Allah resulünü inşa ediyordu, bu sure de inşa ediyor.

İnkarcıların saldırısı bu surede reddediliyor. Hz. Peygamberin karakterini vurgulayan en çarpıcı ayet bu surenin 4. ayeti. Ve inneke le alâ hulukın ‘azıym (4) hiç şüphe yok ki sen, evet sen muazzam ve muhteşem bir ahlaka sahipsin. Bu berceste ayet bu surede bulunuyor.

Fecr suresinden önce indiğini varsayarak ilk mesel ve kıssa bu surede yer alıyor Kur’an ın nüzül sürecinde. Bahçe sahibi kıssası Yemen kökenli bir kıssa. 17 – 32. ayetler arasında yer alıyor. Yine sakın büyük balık sahibi gibi olma, ayetiyle 47. ve 50. ayetler arasında nakledilen Hz. Yunus kıssası da Kur’an ın nüzül sürecinde nakledilen ilk peygamber kıssası olma özelliğini taşıyor. Şimdi surenin tefsirine geçebiliriz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

1-) Nuuun, velKalemi ve ma yesturun;

Nun (Ulûhiyet ilmi) ve Kalem’e (ilmi açığa çıkaran) ve satır satır yazdıklarına (ilmin gereğini tüm detaylarıyla Sünnetullâh olarak yaratana) kasem ederim ki… (A.Hulusi)

01 – Nun ve kalem ve ehli kalemin satra dizdikleri ve dizecekleri hakkı için. (Elmalı)

 

Nuuun nüzül sürecinde ilk gelen mukaddaa harfi, 29 surenin başında gelir mukadda harfleri. Sayıları 1 ile 5 harf arasında değişir. Nuun; 1 harfli mesela. Elif lâm mim. 3 harfli mesela. Elif lâm ra yine 3 harfli mesela. Ya sin 2 harfli mesela. Ha mim 2 harfli mesela. Yani 5 harfe kadardır. İlginç olanı Arap dilinde tüm kelimelerin yapısı da böyledir. 1 ile 5 harf arasında değişir. Alfabenin yarısı kadar harften oluşur, yani 14 harften.

35 ayrı görüş vardır bu harflerin işlevi ve anlamı üzerine. Bizce bu harfler üzerine bir kaç görüş zikredilmeye değer görünüyor;

1 – Beleğat öncelikli surelerin başında geliyor. Yani sureleri ikiye ayırabiliriz. Anlam öncelikli sureler, beleğat öncelikli sureler. Belağat öncelikli sureler genellikle Mekki surelerdir ve muhatabın dikkatini çekmeyi amaçlar. Anlam öncelikli sureler ise belli bir manayı ulaştırmayı önceler. Dolayısıyla Heca harfleriyle, hurufu mukaddaa ile başlayan bu sureler anlamı değil de muhatabın dikkatini çekmeyi önceleyen surelerdir diyebiliriz.

2 – Bu surelerin ikisi dolaylı gerisi dolaysız tamamı Kur’an a, vahye atıfla başlar. Demek ki ortak noktalarından biri de bu. Bir başka ortak noktası, bu sureler aslında bizce şu işleve sahiptir ki bu bendenize ait bir yaklaşım, Kur’an ın, vahyin bir tek harfi bile zayi edilmedi mesajıdır bu. Yani bir tek harf, nuun bile zayi edilmedi mesajıdır, bizim yaklaşımımız budur. Ki en son olarak ta Hz. Ebu Bekir’in görüşünü vereyim; Her kitabın bir sırrı vardır, Kur’an ın sırrı da  bu harflerdir.

Nun’un anlamı var mı? Hokka demiş bazı müfessirler. Yani kalemin içine batırıldığı hokka, divit. Yine cennet nehri diyenler var, büyük balık diyenler var, kılıcın keskin ağzı diyenler var ki o zaman Nuuun, velKalemi şöyle çevireceğiz, Kılıç ve kaleme yemin olsun. Gerçekten güzel bir ikili oldu. Evet, nun üzerine söylenecek bir çok söz olmakla birlikte bu kadarla kifayet edelim.

Nuuun, velKalemi ve ma yesturun Nuun kaleme, ve kalemin yazdıklarına yemin olsun. Kelemi ve kalemin yazdıklarını düşün. Her iki şekilde de çevirebiliriz.

İlk muhatabın dikkati yazıya çekiliyor. İstikamet açısı veriliyor böylece. Yani Allah resulünün dikkati yazıya çevriliyor ki Allah resulü başta olmak üzere bulunduğu şehirde 17 kişi dışında okuma yazma bilen yok. Dolayısıyla sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş istikameti gösteriliyor Allah resulüne.

Kalem; vahyi yazan kalem buradaki kalem aslında. Satırlar da vahyi temsil ediyor. Mukaddaat vahye atıf yapan surelerin başında geliyordu unutmayalım. Bununla birleştirdiğimizde velKalemi ve ma yesturun daha iyi anlaşılıyor.

[Ek bilgi: El Kalem. Bu el ya aht içindir, ya cins içindir. Aht içinse o zaman bir kaleme atıftır. O bir kaleme atıfsa eğer o kalem de vahyin yazıldığı bilmediğimiz alemde ki, alemler ötesi alemde ki o kalem olsa gerek. Yani Allah’ın mahiyetini bilmediğimiz, kelamın ilk ortaya çıktığı, ilk söze döküldüğü mahiyetini bilmediğimiz ilahi kalem.

Kalem aslında yazı aletidir. Onun için kalem deyince geçmiştekilerin aklına kamış gelirdi değil mi. Son yy. da teknolojik aletlerle üretilen işte kurşun kalem, tükenmez kalem, dolma kalem geliyor. Şimdikilerin aklına da klavye gelmeli. Ama 100 sene sonra ne olacağını ben bilemem. Yazma aleti.

Aslında biz burada aletlerden herhangi birine bir atıf olarak değil bu kalem, Allah’ın insanoğluna konuşma yeteneğini vermesinin yanında, konuşmasının arka planında da o konuşmayı hazırlayacak akıl yeteneğini. Yani düşünme yeteneğini vermiş,

Düşünme yeteneğini verse de konuşma yeteneğini vermeseydi ne olurdu? Hokkanın içi dolu ama bu yazıya nasıl dönüşecek. Kafanın içi dolu ama bu düşünce nasıl dile gelecek. Hokkanın içine kalem daldırılmadan, yazılmada o manalara dönüşmüyor. Yani aklınızın çokluğu, büyüklüğü, zekanızın gücü ancak konuşunca belli oluyor değil mi onun için de kalem bu işte. Kalem aracının olmaması zekanın aklın olup da dilin olmaması gibidir. Tabir caizse kalemin karşılığı dildir.

Onun için hokkanın içindeki de akıldır işte. Akıl kendisini nasıl dil ile gösteriyorsa mana da kendisini kalemle gösterir. kalemle ortaya çıkar. Onun için kalem yazma aracıdır.  Hemen hatırlayalım kalemle ilgili ayetler indi. Neydi onlar?

Ikra' ve Rabbükel'Ekrem, Elleziy 'alleme BilKalem, Allemel'İnsane ma lem ya'lem (‘Alak/3-4-5-) ilk inen 5 ayetin sondan gelenleri. Bakın; Ikra; Oku ve Rabbükel'Ekrem oku ki rabbin ikram sahibidir, en cömerttir. Niye cömert, cömertliğinin alameti ne?Dikkat buyurun, lütfen. Ekmek verdi ya, su verdi ya, meyve verdi ya, sebze verdi ya demiyor. Ne diyor ya? Elleziy 'alleme BilKalem cömertliğinin bir numaralı alameti, insana öğrenme yeteneği verdi.

Görüyorsunuz değil mi Allah bizim hayvani tarafımıza değil, insani tarafımızla ilgileniyor. Biz hala işi aşağı çekmeye çalışıyoruz. Dünyaya, ednaya çekiyoruz. Allah bizi ulvi olana çekiyor, biz süfli olana. Allah bizi yüceye çekiyor, biz cüceye. Bakınız Elleziy 'alleme BilKalem o sonsuz cömert olan Allah ki kalemle öğretti. Allemel'İnsane ma lem ya'lem insana bilmediğini öğretti. Kella yoo..! dur bir dakika ey insan innel'İnsane leyatğâ (‘Alak/6) insan mutlaka azar En reâhüstağnâ (7) kendi kendine yettiğini zannedince azar diyor. İnsan kendi kendine yettiğini zannedince mutlaka azar.

Demek ki öğrenmek nedir? Kalemin öğrettiği en güzel şey nedir? Şimdi kalemin de süflisi var. Ama kalemin öğrettiği en büyük şey insanın kendi kendisine yetmediği, Allah’ın insana yeteceği ve Allah’ın kendi kendisine yettiği. Kendi kendine yeten tek zat Allah’tır. Ey insan sen kendi kendine yetemezsin. Yettiğini zannettiğinde tanrılık iddia edersin. İşte bu kalem.

Bu ayetler aynı zamanda yazmaya bir teşviktir. Yazmaya teşvik olduğu içindir ki Allah resulü bu mesajı almış. Ardı ardına ilk inen ayetlerde kalemin işaret edilmesi, hemen arkasından, yani ilk inen 6. sure içerisinde kalem suresi gibi bir surenin olması Allah resulüne bir mesaj vermek içindi, Allah resulü de mesajı almıştı. Vahyi kalem ile sabitle. Yani sen okuma yazma bilmiyorsun. Fakat vahyi kayıtlandır, kayıt altına aldır. Ondan sonradır ki Allah resulü vahiy katipleri seçmiş, vahiy katipleri istihdam etmiştir ömür boyunca. Ve inen her sureyi bu katiplere yazdırmıştır.

(Mustafa İslamoğlu- Kuranvebiz.com dan tefsir dersleri)]

 

2-) Ma ente Bi nı’meti Rabbike Bi mecnun;

Sen, Rabbinin nimeti olarak, bir cin (görünmeyen varlık türlerinden biri) hükmü altında olan değilsin! (A.Hulusi)

02 – Sen rabbinin nimeti ile, mecnun değilsin. (Elmalı)

 

Ma ente Bi nı’meti Rabbike Bi mecnun sen rabbinin nimeti sayesinde cinlerin tasallutuna uğramadın. Mecnun’u deli diye çevirmedim. Çünkü onlar mecnun derken bizim bildiğimiz manada yalınkat, aklını kaybetmiş anlamına kullanmıyorlardı, ki Allah resulü içlerinde en akıllısıydı, onu çok iyi biliyorlardı. Ama cin uğramış, cin musallat olmuş anlamına kullanıyorlardı, çeviriyi böyle yapmak doğru olur.

 

3-) Ve inne leke leecren ğayre memnun;

Muhakkak ki senin için ardı kesilmeyen bir mükâfat vardır. (A.Hulusi)

03 – Ve tükenmez bir ecir var muhakkak senin için, (Elmalı)

 

Ve inne leke leecren ğayre memnun ve senin için kesintisiz bir ödül vardır. Yine Allah resulüne. Veya şöyle de çevirebiliriz; Minnet anlamına meneden geliyorsa eğer; başa kakılmayan bir ecir vardır. Kesintili vahiy, kesintisiz ecir. Vahiy kesintisinin arkasından geldiğine bir delalet olabilir mi? Bizce olabilir. Yani fetret-i vahiyden, ki Allah resulüne vahiy bir ara kesilmişti. Bu kesinti süresi 40 günden 6 aya, 6 aydan hatta 3 yıla, 2.5 yıla kadar çıkaranlar bile var. Ama ne kadar olduğunu bilemesek de bir müddet vahyin kesildiğini biliyoruz. Kesintili vahye kesintisiz ecir vaad ediliyor. Belki bir tesellidir bu, ilahi bir teselli.

 

4-) Ve inneke le alâ hulukın ‘azıym;

Muhakkak ki sen aziym bir ahlâklasın! (A.Hulusi)

04 – Ve her halde sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin. (Elmalı)

 

Ve inneke le alâ hulukın ‘azıym çünkü sen muhteşem bir ahlaka sahipsin. El Hulk; Aslında benim tabiatım manasına gelir. Kişiliktir, benliktir. Yani insanın ahlakı. Ahlak diyoruz zaten. Hâlk, yaratılış. Hilkat; yaratılış. Şura/52. ayetinde şöyle buyrulur. mâ künte tedriy melKitâbu ve lel iymân. (Şûrâ/52) sen peygamber olmadan önce, bundan önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin.

Şimdi Kur’an dostları sizden bir ricam var. Sen muhteşem bir ahlaka sahipsin. Muhakkak sen muazzam bir ahlak sahibisin diyen ayetin yanına, Kalem/4  ün yanına Şûrâ/52. ayetini koyunuz, ikisini birlikte okuyunuz. Sen kitap nedir iman nedir bilmezken muhteşem bir ahlaka sahiptin. Bunun üstüne şu soruyu sormanın sırası. Din binasında Ahlak katı kaçıncı kattır.

İbn. Abbas din binasını 4 katlı bir bina olarak niteler. Bir katı akait, bir katı ahlak, bir katı ibadet, bir katı muamelat. Peki sizce ana kat, giriş katı, temel kat hangisi? Akait mi akide mi yani. Bizce temel kat ahlak. Asklında bizce değil Kur’an ca temel kat ahlak. Bu, bunu göstermiyor mu? Adeta Allah resulünün neden ben sorusuna bir cevap var burada. Bu inne yi eğer ta’lil için alırsak, ki inne nin iki genel manası var; Biri te’kit için, diğeri ta’lil için, gerekçe içindir. Yani ya rabbi neden beni seçtin, bu kadar insan dururken sualine cevap sanki şöyle gelmiş. Zira sen, çünkü sen muhteşem bir ahlâka sahiptin. Böyle anlarsak hiç şüphesiz doğru anlamış oluruz.

Onun ahlakı Kur’an dı Hz. Aişe öyle diyor. Yani o fıtratıyla barışıktı böyle anlıyorum bendeniz. Çünkü Kur’an aslında ilahi fıtratın üstüne indirilmiş bir üst yapıdır. Alt tazının üst yazısıdır. Bu ikisi birleştiğinde somunla cıvatanın birbirini kapması gibi Alt yapı ile üst yapı birbirine kavuşmuş, sıkı sıkı birbirini sarmış olur başka değil.

 

5-) Fesetubsıru ve yubsırun;

Yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler; (A.Hulusi)

05 – Yakında göreceksin ve görecekler. (Elmalı)

 

Fesetubsıru ve yubsırun bir gün sen de göreceksin onlarda görecekler. Mucizevi bire ihbar değil mi bu. Neyi ihbar ediyor? Vahiy yaşıyor dostlar. Bir gün sen de göreceksin onlar da görecekler. Allah resulü gördü, daha yaşarken ki şu ayetlerin geldiği günlerde Allah resulünün dünyanın büyük imparatorlarına mektup gönderdiği gün arasında ki farkı bir hatırlasanıza. Bu ayetlerin geldiğinde Allah resul henüz daha bir avuç insana bile sahip değil, bir avuç mü’mine bile sahip değil. Daha davetin başlangıcı, yer demir gök bakır. Yüreğinin üstüne sanki bir dağ gelip oturmuş. Nebinin omuzlarının üstüne yer yüzü binmiş.

Evet yükünü almadık mı diyen ayetler onu rahatlatmaya çalışıyor, onu teselli etmeye çalışıyor. Yükünü sırtından almadık mı, ki o yük senin belini ikiye katlamıştı.

Elem neşrah leke sadrek, Ve vada’nâ ‘anke vizrek, Elleziy enkada zahrek. (İnşirah/1-2-3) diyen ayetler teselli ettiği gün. Ama bir de imparatorlara mektup gönderdiği günü ve bir de bu günü düşünün. Her ne kadar ümmet öksüz, 1.5 milyarlık yetim ve öksüz, itilmiş ve kakılmışsa da onun gönül imparatorluğu 1400 yıldan beri ayakta ve yaşıyor. İşte sen de göreceksin, onlar da görecekler. Biz de gördük ya rabbi, biz de gördük. 1400 yıl sonra bile o yaşıyor, her şeyi ile yaşıyor, ama onu inkar edenler neredeler. Kabirleri bile yok.

 

6-) Bieyyikümülmeftun;

Hanginiz cinlere tutulmuştur! (A.Hulusi)

06 – Hanginizde imiş o fitne, o cünun? (Elmalı)

 

Bieyyikümülmeftun hanginizin aklından zoru olduğunu sen de göreceksin onlar da görecekler.

 

7-) İnne Rabbeke HUve a’lemu Bimen dalle ‘an sebiyliHİ, ve HUve a’lemu Bilmühtediyn;

Muhakkak ki Rabbin, yolundan kimin saptığını (varlıklarından) iyi bilir! O, hakikate erenleri de (varlıklarında) iyi bilir! (A.Hulusi)

07 – Şüphesiz rabbindir en bilen yolundan sapını, yine odur en bilen hidayete irenleri. (Elmalı)

 

İnne Rabbeke HUve a’lemu Bimen dalle ‘an sebiyliHİ, ve HUve a’lemu Bilmühtediyn hiç şüphe yok ki senin rabbin kimin dosdoğru yolda olduğunu, kimin de yoldan saptığını çok iyi bilir. Yani kimin hidayete erdiğini, kimin doğru yola kavuştuğunu, yöneldiğini, kimin de doğru yoldan saptığını çok iyi bilir. Bilir ve bildirir böylece.

 

8 -) Fela tutı’ıl mükezzibiyn;

O hâlde yalanlayanlara itaat etme! (A.Hulusi)

08 – O halde tanıma o yalan diyenleri, (Elmalı)

 

Fela tutı’ıl mükezzibiyn artık hakkı yalanlayanlara boyun eğme.

 

9-) Veddû lev tüdhinu feyüdhinun;

Arzu ettiler ki, sen yumuşak (tavizkâr) davranasın da, onlar da (sana karşı) hoşgörülü davransınlar! (A.Hulusi)

09 – Arzu ettiler ki müdahane etsen, o vakit müdahene edeceklerdi. (Elmalı)

 

Veddû lev tüdhinu feyüdhinun onlar isterler ki sen onlara taviz veresin, onlar da sana taviz versinler. Eğer  tüdhü yağlamak olarak alırsak onlar ister ki, kendileri seni yağlasınlar, sen onları yağlayasın, yağ çekesin gibi bir manada verebiliriz aslında kelime anlamından yola çıkarak.

Kafirun suresi sanki bu ayetlerin tefsiri, bu ayetin tefsiri sadedinde;

Kul yâ eyyühel kâfirun (Kafirun/1) de ki ey kafirler, ey inkarı ahlak tarzı haline getirenler. Ey inkarı bir hayat tarzına dönüştürenler. Lâ a’budu mâ ta’budûn (2) kulluk etmem sizin kulluk ettiğinize Ve lâ entüm ‘âbidûne mâ a’bud (3) ve siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. İla ahır..! İşte bu ayetleri de bu surenin tefsiri sadedinde okuyabiliriz.

 

10-) Ve lâ tutı’ külle hallâfin mehiyn;

UYMA! Çokça yemin eden (Allâh’tan ve Sünnetullâh’tan kozalı olduğu için) basit, düşüncesiz her kişiye; (A.Hulusi)

10 – Ve tanıma şunların hiç birini: çok yemin edici, değersiz. (Elmalı)

 

Ve lâ tutı’ külle hallâfin mehiyn ve sen ağız dolusu yemin eden alçağa uyma.

 

11-) Hemmâzin meşşâin Bi nemiym;

Alaycı, ayıplayan, laf taşıyan; (A.Hulusi)

11 – Gammaz koğuculuk la gezer.

 

Hemmâzin meşşâin Bi nemiym laf taşımak için mekik dokuyan ara bozucuya da uyma.

 

12-) Menna’ın lilhayri mu’tedin esiym;

Durmadan (hakikatin) yaşanılmasına engel olan, haddi aşan suçlulara; (A.Hulusi)

12 – Hayır engeli, mütecâviz vebâl yüklü. (Elmalı)

 

Menna’ın lilhayri mu’tedin esiym iyiliğe ölümüne engel olan günahkar zorbaya da uyma. İfadelere bakın, zıpkın gibi ifadeler. Gerçekten de bıçak gibi keskin.

 

13-) ‘utullin ba’de zâlike zeniym;

Tutucu cahile, üstelik inkârıyla damgalıya! (A.Hulusi)

13 – Zobu, sonrada takma (zenîm).

 

‘utullin ba’de zâlike zeniym kaba ve saygısız, üstüne üstlük fırıldak ve hayırsız. Tip çiziyor şimdi. Zeniym; şu manaya da gelir soysuz, nesebi gayri sahih, avami tabirle maganda ve fırlama diye de çevirebilirdik aslında. Bunun Velid bin Muğire olduğunu söylüyor kaynaklarımız. Babası onun kendisinden olduğunu Velid 18 yaşındayken açıklamış, ilginç,

 

14-) En kâne zâ mâlin ve beniyn;

Zengin ve oğulları var diye mi (ona uyacaksın)! (A.Hulusi)

14 – Mal sahibi olmuş ve oğulları var diye, (Elmalı)

 

En kâne zâ mâlin ve beniyn bütün bunların nedeni onun mal ve çocuklara sahip olması mı. En kâne ye lâm ı ta’lil takdiri ile bu manaya ulaştık, ki aslında belki yalın kat bu manaya gelmeyebilir.

 

15-) izâ tütla aleyhi ayatuNA kale esatıyrul evveliyn;

Âyetlerimiz ona bildirildiğinde: “Öncekilerin masallarıdır” dedi. (A.Hulusi)

15 – Karşısında âyetlerimiz okunurken «eskilerin masalları» dedi. (Elmalı)

 

izâ tütla aleyhi ayatuNA kale esatıyrul evveliyn ki ayetlerimiz kendilerine okununca eskilerin masalları deyip çıktı. Esatiyrul evveliyn, Kur’an da 9 yerde geçer, ilk geçtiği yer burası. Tümünün bağlamı da Kur’an kıssaları bağlamı değil. Ya ne? Ahiret. Demek ki eskilerin masalları diye ahirete imanına diyorlar.

 

16-) Senesimuhu ‘alelhurtum;

Yakında burnundan damgalayacağız onu (görmezden gelemeyecek)! (A.Hulusi)

16 – Haberiniz olsun ki biz onlara belâ vermişizdir. (Elmalı)

 

Senesimuhu ‘alelhurtum onun burnuna zillet damgasını çıkmaz bir biçimde basacağız, vuracağız. Lafzen aslında hortumuna. Tabii ki mecazen burnuna. Zımnen kibrinden kıl aldırmadığı burnuna. Damga aslında, damga yiyenin aczine ve zilletine delalet ettiği için kullanılmış.

[Ek bigi: Yönetici seçiminde:

Dikkat dikkat! Yöneticilerinizi, zihinsel yönden sağlıklı gelişmiş, mazisi temiz,alnı ak, yüzü pak, servetinde kazancında şaibe olmayan ve yüksek ahlak sahibi kişilerden seçin. Biz, tüm Mekke halkının da kabul ettiği ve bildiği gibi Mekkeli Muhammed bu özelliklere sahip olduğu için kendisini elçi seçtik. (Kalem/1-4)

Sakına sakın, çok yemin eden, aşağılık, alaycı, gammaz; arkadan çekiştiren, arabozucu, kovuculuk için gezip duran, mal ve oğulları var diye hayrı engelleyen, saldırgan, günaha batmış, kaba/obur, sonra da kötülükle damgalı şu asalakların hiçbirine itaat etmeyin, size verilen görevden taviz vermeyin, uzlaşma sağlamayın, hak dinde beşer ile sentez oluşturmayın. (Hakkı YILMAZ)]

 

17-) İnna belevnahüm kema belevna ashabelcenneti, iz aksemu leyasri münneha musbihıyn;

Doğrusu biz onları, o bahçe halkını belâlandırdığımız gibi belâlandırdık! Hani, sabah olurken onu mutlaka kesip devşireceklerine kasem etmişlerdi. (A.Hulusi)

17 – O bağ sahiplerini belâlandırdığımız gibi; o sıra ki yemin etmişlerdi: sabah olunca onu mutlaka devşireceklerdi. (Elmalı)

İnna belevnahüm kema belevna ashabelcenneh şüphesiz şu yukarıdakileri sınamıştık. Tıpkı malum bahçe sahiplerini sınadığımız gibi.

Yeni bir paragrafa girdik burada. Kur’an ilk meselini anlatıyor, ilk temsilini getiriyor burada. İniş sürecinde tabii. Açılımı şu; liyakatleri ile orantısız güç ve servet vermek suretiyle sınadığımız kimseler gibi. İbn. Mes’ud (ra) burada ki el ile gelen cenneti ahiret cenneti olarak anlar. Dolayısıyla Kur’an da el ile Lâm-ı tarifle gelen tek cennet, dünyaya hamledilen tek cennet kelimesi buradadır. Ama İbn. Mes’ud bunu da ahirete hamleder, çünkü sonunda bunlar cennete kavuşmuş cennetli olmuşlar der ki, gerçekten yabana atılacak bir görüş değildir. Bu takdirde mana cennet ehli olur, bahçe sahibi değil de cennet ehli.

iz aksemu leyasri münneha musbihıyn hani onlar ertesi sabah hasat yapacaklarında dair sözleşmiştiler

 

18-) Ve lâ yestesnun;

(İnşâAllâh diye) istisna yapmıyorlardı! (A.Hulusi)

18 – Bir istisna da yapmıyorlardı. (Elmalı)

 

Ve lâ yestesnun fakat istisna etmemiştiler. Ne demek istisna etmemiştiler? Açılımı şu ancak Allah’ın hayata müdahil olduğuna dair istisnai bir kayıt düşmemiştiler. Yani İnşaAllah dememiştiler.

İnşaAllah’a neden istisna diyor Kur’an ımız, çünkü “illâ en yeşâAllâh.” (İnsan/30) ibaresinin kısaltılmışı da, sembolü de onun için. Ki aslında ilke şu; Ve lâ tekulenne li şey’in inniy faılün zâlike ğadâ. (Kehf/23) İlla en yeşaAllâh (24) asla hiçbir şey için ben yarın şunu yapacağım deme. Ne zamana kadar? ancak Allah dilerse demedikçe deme. Sözün özü nedir bu? Allah yokmuş gibi konuşma ey muhatap. Allah yokmuş gibi konuşma. Yağmur yağacak derken bile inşaAllah de. Yarın geleceğim derken bile Allah yokmuş gibi konuşma. Yani aslında dilde İnşaAllah demen Allah varmış gibi konuşmak anlamına gelmiyor.

Hatta bugün artık çocuklar bile inşallah deme diyorlar anne ve babalarına. Çünkü İnşallah deyince yapmadıklarını biliyorlar. Oysa ki İnşaAllah kesinkes yapma iradenizi sergilemek, yani Allah istemediği zaman hariç.ç Eğer Allah istemiyor değilse, yani Allah bana karşı durmayacaksa bunu kesinlikle yapacağım demektir. Eğer Allah beni engellemezse başka hiçbir engel beni engellemez kararlılığıdır İnşaAllah. Fakat bizler bugün İnşaAllah’ı dilimize öyle doladık ki, yapmayacağımız için İnşaAllah demeye başladık. Yapmayacağımız ya da yapmak istemediğimiz.

Bu kadar ucuz mu? Oysa ki İnşaAllah, Allah varmış gibi konuşmak değil, Allah’ın var olduğunu ruhuna sindirmektir. Ağzından bir şey çıkarken rabbini gözeterek konuşmaktır.

[Ek bilgi; Bunlar en azından üç kişiler, yani ikiden fazla kişiler, üç kardeşler ve  babalarından miras olarak kendilerine intikal eden mallar, mülkler var. Babaları zengindi, hayır, infak ehliydi ve her kese veriyordu. Hayattayken babaları fakir-fukaranın hakkını ihmal etmiyordu. Onun için daha önceden o bahçenin bozumunda fakir-fukara bildikleri için kulak kabartıyorlardı. Babaları vefat edipte bu bahçe kendilerine intikal edince, “Efendim, babamız tek kişiydi, elbette o bundan fakir-fukaraya bolca veriyordu, ama bizim şu anda sayımız çoğaldı, kaç kişiye bölünecek şimdi bu bahçe? Evlat çok, arazi az, nasıl vereceğiz ki herkese? Bu durumda biz nasıl verelim?” diyorlardı

Aynı bizim mantık, aynı anlayış değil mi? “Yetmiyor ya! İşte mutfağa şu kadar, ata, arabaya şu kadar, sigaraya bu kadar, benzine şu kadar, plaja, pikniğe bu kadar, yetmiyor efendim!” diyoruz ya! İşte bunlar da yetmiyor dediler ve fakir-fukaranın hakkına engel olmaya çalıştılar. Fakirin hakkını verelim demediler, istisna etmediler.(Besâiru-lKur’an- Ali Küçük)]

 

19-) Fetafe ‘aleyha tâifun min Rabbike ve hüm nâimun;

Onlar uyurlarken, Rabbinden bir sarıcı o bahçeyi sardı! (A.Hulusi)

19 – Derken ona rabbinden bir dolaşan dolaşıvermişti onlar uyuyorlardı. (Elmalı)

 

Fetafe ‘aleyha tâifun min Rabbike ve hüm nâimun ve onlar uykudayken rablerinden gelen bir bela, bahçeyi bir bir yokladı, yani bahçeyi yerle bir etti bela. Yaktı yıktı, kül etti. Nasıl bir şey oldu bilmiyoruz.

 

20-) Feasbehat kessariym;

Kuruyup kararıverdi (o bahçe)! (A.Hulusi)

20 – Sabaha kadar o bağ sırıma dönüvermişti. (Elmalı)

 

Feasbehat kessariym derken ertesi sabah o bahçe kararmış küle dönmüştü. Sam yeli çaldı derler ya öyle bir şey galiba, öyle bir bela.

 

21-) Fetenadev musbihıyn;

Sabah olurken (kalktıklarında) birbirlerine seslendiler: (A.Hulusi)

21 – Derken sabaha yakın birbirlerine seslendiler. (Elmalı)

 

Fetenadev musbihıyn  derken sabahın köründe birbirlerine seslendiler.

 

22-) Eniğdû ‘alâ harsiküm in küntüm sarimiyn;

“Eğer kesip devşirecekseniz, ekininize erken gidin!” (diye). (A.Hulusi)

22 – Haydin kesecekseniz harsinize (kültürünüze) erkence koşun dediler. (Elmalı)

 

Eniğdû ‘alâ harsiküm in küntüm sarimiyn hasat yapmak istiyorsanız erkenden arazinize gidin. Aslında üslûp gereği 2. çoğul kullanılmış, aslında 1. çoğul olarak anlaşılmalı Hasat yapmak istiyorsak erkenden çıkalım, gidelim manasına.

 

23-) Fentaleku ve hüm yetehafetun;

Aralarında fısıldanarak yola koyulup gittiler. (A.Hulusi)

23 – Hemen fırladılar, şöyle mızırdaşıyorlardı: (Elmalı)

 

Fentaleku derken yola koyuldular ve hüm yetehafetun aralarında şöyle fısıldaşıyorlardı. Ne diyorlardı?

 

24-) En lâ yedhulennehelyevme ‘aleyküm miskiyn;

“Sakın bugün hiçbir yoksul ona (bahçeye) girip yanınıza gelmesin!” (diye). (A.Hulusi)

24 – Sakın bu gün aranıza bir miskîn sokulmasın diyorlardı. (Elmalı)

 

En lâ yedhulennehelyevme ‘aleyküm miskiyn bugün hiçbir yoksulun yanınıza yaklaşmasına geçit vermeyin, fırsat vermeyin.

Evet, neden? Allah yokmuş gibi konuşuyorlar çünkü. Sanki onları Allah vermemiş hasadı, sanki Allah’ın bir emaneti değilmiş gibi paylaşmak istemediler. Allah’ın cömertliğini görmek istemediler. Allah’ın cömertliğinden bir cömertlik pay almadılar. Allah kendilerine bir bağ bağışlamıştı ama, kendileri Allah için bir üzüm vermemede direndiler. Bu gözlerine battı. Allah kendileri üzerinden yoksula aktarmak istemişti, fakat onlar bunu bile anlamadılar. Ve ne oldu?

[Ek bilgi; “Bugün devşiriyorsun Allah sana verdi Yani Allah sana 1/20, 1/40, 1/50 verdi sende kırkta bir ver veya onda bir ver. Allah sana cömert oldu, sen de insanlara cömert ol. Allah insanlara senin üstünden verdi. Paylaş yani paylaşmayı öğren.

Sır burada, kıssanın sırrı bu ayette. Paylaşmayı öğretiyor ayet. Paylaşmayı öğrenemeyenlere ciddi bir ikaz da var burada. Görüyorsunuz değil mi dostlar.

Vahiy niçin indi, vahyin maksadı ne? İnsanın mutluluğu. Hepsi bu. Allah insan dan hiçbir şeyi kendisi için istemiyor, istediğini insan için istiyor. Yani senden senin için bir şey yapmanı istiyor. Allah’ın iyiliğe ihtiyacı yok.” (Mustafa İslamoğlu- Kuranvebiz.com dan tefsir dersleri)]

 

25-) Ve ğadev ‘alâ hardin kadiriyn;

Yoksulları engellemeye güçleri yeterek gittiler. (A.Hulusi)

25 – Sırf bir men’e güçleri yeterek erkenden gittiler. (Elmalı)

 

Ve ğadev ‘alâ hardin kadiriyn sabah erkenden güçleri bir şeye yetermiş havasıyla yola koyuldular. Yani güçleri bir şeye değil her şeye yetermiş havasıyla.

 

26-) Felemma raevha kalu inna ledâllun;

Bahçeyi gördüklerinde (harap olmuş): “Yanlış yere geldik herhâlde” dediler. (A.Hulusi)

26 – Vakta ki o bağı gördüler, biz, dediler: her halde yanlış gelmişiz. (Elmalı)

 

Felemma raevha kalu inna ledâllun vakta ki onu gördüklerinde, bahçeyi gördüklerinde, biz yolumuzu şaşırmışız galiba, veya sapıtmışız. Ama ben biz yolumuzu şaşırmışız galiba. Çünkü bahçelerini tanıyamadılar. O kadar büyük bir felakete uğramıştı.

 

27-) Bel nahnu mahrumun;

“Hayır, (doğru yerdeyiz ama) biz yitirmişleriz!” (dediler). (A.Hulusi)

27 – Yok biz mahrum edilmişiz. (Elmalı)

 

Bel nahnu mahrumun bilakis mahrum kalmışız biz. Yani paragraf içi akılları başlarına gelince, hayır biz mahrum edilmişiz dediler. Allah için vermek istemediklerinden dolayı. Oysa ki Allah için vermek, vermek değil almaktı. Eğer İbrahim gibi davransalar ve İsmail’lerini Allah’a vermekten kaçınmasalardı, Allah onlara İshak’ı da verecekti. Bilmediler, bilemediler.

 

28-) Kale evsetuhüm elem ekul leküm levla tüsebbihun;

Onların biraz düşüncelisi dedi: “Ben size tespih (tenzih) etsenize, demedim mi?” (A.Hulusi)

28 – Ortancaları (en mutedilleri) demedim mi size: tesbîh etseydiniz. (Elmalı)

 

Kale evsetuhüm elem ekul leküm levla tüsebbihun içlerinden en dengeli olanı, ortaları diye çevrilebilir ama, hayır bence bu en dengeli olanına işaret. Ben size tespih etmemiz gerekirdi dememiş miydim. Burada ki tespihi nasıl anlamalıyız? Şöyle; veya ben size Allah yokmuş gibi hareket etmeyelim dememiş miydim şeklinde gayet rahatlıkla anlayabiliriz.

[Ek bilgi; Buradan şunu anlıyoruz: Birilerini uyarıp, sonra da uyardığımız o insanların uyarının tersine hareketlerinde onlarla beraber olursak, unutmayalım ve kesinlikle bilelim ki onların başına gelecek belâ aynen bizim başımıza da gelecektir. Bakın âyetten anlıyoruz ki bu kardeşlerden biri, yani daha bir dengeli olanı, daha bir Müslümanca düşüneni ötekilerini uyarmış ama onlardan ayrılmamış. Uyarının tersine hareket ettikleri halde onlarla o konuda birlikteliğini sürdürmüş ve bu yüzden de onların başına gelenin aynısı onun da başına gelmiştir. Allah onu diğerlerinden ayırmamıştır. Demek ki sadece uyarmak yetmiyor.

“Hanımım! Oğlum! Kızım! Arkadaşım! Hısımım! Akrabam! Yapma bu işi! Haramdır! Günahtır!” dedikten sonra eğer hâlâ onunla canciğer kardeş olmaya devam edersek, ondan ayrılmayıp, ona karşı ciddi bir tavır koymazsak, unutmayalım ki onların başına gelenin aynısı bizim de başımıza gelecektir. (Besâiru-lKur’an- Ali Küçük)]

 

29-) Kalu subhane Rabbina inna künna zâlimiyn;

Dediler ki: “Subhan’dır Rabbimiz! Muhakkak ki biz işin hakkını veremeyenler olduk!” (A.Hulusi)

29 – Sübhansın ya Rabbena! Dediler: bizler doğrusu zalimlermişiz. (Elmalı)

 

Kalu subhane Rabbina inna künna zâlimiyn dediler ki rabbimizin şanı ne yücedir, biz zalimlerden olup çıktık. Yani onlar varlığın kendisi adına hareket ettiği rabbimizin şanı ne yücedir dediler şeklinde de anlayabiliriz.

 

30-) Feakbele ba’duhüm ‘alâ ba’dın yetelâvemun;

Ardından birbirlerine dönüp birbirlerini suçlamaya başladılar! (A.Hulusi)

30 – Sonra döndüler kendilerine levm ediyorlardı. (Elmalı)

 

Feakbele ba’duhüm ‘alâ ba’dın yetelâvemun ve daha sonra birbirlerine sitem ederek yetelâvemun; aslında birbirlerini kınayarak diye de çevirebilirim ama, öz eleştiri yaptılar demek daha doğru olur. Çünkü burada aslında paragrafın tümü düşünüldüğünde öz eleştiri yaptıkları anlaşılıyor. Cemaat özeleştiriye bireyden daha yatkın ve daha açık olduğunuz da biz genelinden öğreniyoruz paragrafın. Özeleştiri yaptılar birbirlerine, yani biz kötü ettik, Allah’a karşı ayıp ettik dediler.

 

31-) Kalu ya veylena inna künna tağıyn;

Dediler ki: “Yazıklar olsun bize! Doğrusu biz küstahça davranmışız!” (A.Hulusi)

31 – Yazıklar olsun bizlere, bizler doğrusu azgınlarmışız. (Elmalı)

 

Kalu ya veylena inna künna tağıyn dediler ki yazıklar olsun bize, biz haddimizi aşmışız meğerse.

 

32-) ‘asâ Rabbuna en yübdilena hayren minha inna ila Rabbina rağıbun;

“Umulur ki Rabbimiz onun yerine ondan daha hayırlısını verir! Muhakkak ki biz (artık) Rabbimize yönelenleriz.” (A.Hulusi)

32 – Ola ki rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını vere, her halde biz bütün rağbetimizi rabbimize çeviriyoruz. (Elmalı)

 

‘asâ Rabbuna en yübdilena hayren minha belki rabbimiz onun yerine bize daha iyisini verir diye de Allah’tan umut kesmediklerini ifade ettiler. Önce tevbe ettiler, sonra Allah’tan ümit ettiler. inna ila Rabbina rağıbun artık bizim rağbetimiz rabbimizedir dediler.

 

33-) Kezâlikel’azâb* ve le’azâbul’ahıreti ekber* lev kânu ya’lemun;

İşte böylecedir azap! Sınırsız geleceğin azabı ise elbette ekberdir! Eğer bilselerdi. (A.Hulusi)

33 – İşte böyledir azâb, ve elbette Âhiret azâbı daha büyüktür, fakat bilselerdi. (Elmalı)

 

Kezâlikel’azâb işte dünyevi azab, yani mahrumiyet budur. Burada ki azab tam da kelime manası olan mahrumiyettir. İlk kullanıldığı Kur’an da ki iki yerden biridir. Kıssa kahramanları sonunda cennetlik olmuştur. Buna göre azab, bilinen anlamda azab olamaz. O zaman kelime anlamıyla burada ki azab mahrumiyettir.

ve le’azâbul’ahıreti ekber ahiretin azabı daha büyüktür. lev kânu ya’lemun keşke başkaları da bizim gibi bilselerdi. Eğer onların ağzından söyleyeceksek. Yok rabbimize atfedeceksek keşke bilselerdi. Evet, ahiretin azabı mahrumiyeti, dünya mahrumiyetinden daha büyük. Eğer rabbimizden esirgersek, rabbimizden hiçbir şeyi sakınmış ve kıskanmış olmayız, onun hiçbir şeyini eksiltmiş olmayız. Ama ya rabbimiz bizden esirgerse işte asıl felaket o. Onun için Allah’ın ver dediği yere vermek, Allah’ın paylaş dediği ile paylaşmak aslında vermek değildir, almaktır. Rabbim bize bu şuuru versin.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. KALEM SURESİ (34-52) (180-A)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Allahümme amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün 180. dersimize başlayacağız inşaAllah. Dile kolay, 10. yıla girmişiz, bu dersleri başından beri bu güne kadar rabbim şükürler olsun ki sürdürmeye izin verdi. Geldiğimiz noktaya getirtti. İnşaAllah bundan böyle de Hitamuhu misk olur, sonu misk gibi olur ve tamamlamayı nasip eder. Onun için rabbimden hayırlısıyla başlattığı gibi hayırlısıyla da tamamlatmasını niyaz ederek söze girdim.

Geçen dersimizde hatırlayacaksınız Kalem suresinin 33. ayeti de dahil tefsir etmeye çalışmıştık. Geçen dersimizde tefsirini işlediğimiz ayeti kerimeler hassaten Yemen kökenli bir kıssa, bir bahçe kıssasıyla, daha doğrusu bahçe sahiplerinin, ürün sahiplerinin Allah yokmuş gibi konuşmaları üzerine neyle karşılaştıklarını ve sonunda hatalarını anlayıp Allah’a yönelip cenneti buldukları kıssasını nakletmişti bize sure. Bizde o kıssayı tefsir etmiştik. Aslında bu meselimsi kıssa, Kur’an ın anlattığı ilk kıssalardan belki de ilk tam kıssa diyebiliriz, biri.

Şimdi o pasajın ardından 34. ayetle kalem suresinin tefsirine devam ediyoruz.

 

34-) İnne lilmüttekıyne ‘ınde Rabbihim cennatin na’ıym;

Muhakkak ki korunmuş olanlar için, Rableri indînde Naîm cennetleri vardır. (A.Hulusi)

34 – Şüphesiz ki korunan muttakîler içindir rablerinin indinde Naîm Cennetleri. (Elmalı)

 

İnne lilmüttekıyne ‘ınde Rabbihim cennatin na’ıym hiç kuşkunuz olmasın ki muttakiler için, yani Allah’a karşı sorumluluğunun şuuruna varanlar için. Allah’a saygıda kusur etmeyen kimseler için rableri katında sonsuz nimet cennetleri vardır. Takva bu bağlamda paylaşma ahlakı manasına geliyor. Yani takvanın çok geniş bir kapsama alanı olduğunu biliyoruz. Takva aslında insanın Allah’ı gözeterek, daha doğrusu Allah kaygısıyla yaptığı her iş; Allah ne der, Allah razı olsun, Allah güzel görsün rabbim razı olsun diye insanın yaptığı her şey takvanın kapsamına girer.

Geçen ders işlediğimiz surenin bahçe sahibi kıssasını dikkate alacak olursak burada ki takva müşahhas olarak paylaşma ahlakı. Paylaşma ahlakı vahyin inşa ettiği ahlakın temel unsurlarından biri. Paylaşma ahlakına sahip olmak için servetin emanet olduğuna inanmak lazım. Servetin emanet olduğuna inanmayıp da servetin maliki olduğunu düşünen paylaşamaz. Paylaşamaz çünkü Allah’a güvenemez.

Paylaşmak için Allah’a güvenmek şart. Güven imanın ahlaki boyutu, yani imanın akidevi tarifi inanmak. Ahlaki tarifi güvenmek. Allah’a güvenmeden inanmak yarım iman olur. Güvenmiyorsak O’nun güvenini hak etmiyoruz demektir. Oysa ki O bize güvenmiş. O bize sonsuzca kredi açmış. O bize hiçbir şey ödemeden karşılıksız lûtfetmiş. Su sahip olduğum dediğimiz, sahibi olduğunu düşündüğümüz neyin bedelini ödedik. Biz O’na borçluyuz, hem de sonsuzca borçluyuz. Eğer bir anımızın borcunu ödemeye kalksak bir ömür yetmezdi. Bir ömrün borcunu ödemeye kalksak ne yetmezdi varın siz düşünün. Onun için din deyn kökünden gelir. Borç demektir. Dindarlık özü itibarıyla Allah’a kulun borçluluk bilincidir.

Peki borcumuzu ödeyebilir miyiz? Nerde..! borç borçla ödenir mi? Borcumuzu ödemek için alacağımız her ilave nefeste borç olmayacak mı. Her ilave hayat, her ilave vakit borç olmayacak mı o zaman rabbimizin bizden istediği şey şu; borçluluğunuzun bilincinde olun, inkar etmeyin yeter. Hatta bunu yaparsanız bırakın sizden borcunuzu ödemenizi istemesini, size ebedi saadeti verir. Biz bu müjdeleri alıyoruz buradan.

 

35-) Efenec’alülmüslimiyne kelmücrimiyn;

Teslim olmuşları, inkârcı suçlular gibi kılar mıyız hiç? (A.Hulusi)

35 – Ya artık, Müslimleri mücrimler gibi kılar mıyız? (Elmalı)

 

Efenec’alülmüslimiyne kelmücrimiyn ne yani şimdi biz kayıtsız şartsız teslim olan kimseyle, günahı ahlak haline getiren, yani mücrimleri bir tutar mıyız. Bir mi tutalım. Müslim-mücrim karşıtlığına dikkat. Demek ki kayıtsız şartsız teslim olan manasına gelen müslim’in bu bağlamda karşıtı, zıddı mücrim. O da kim? Kayıtsız şartsız teslim olmayan, ya Allah’a kayıtlı şartlı teslim olmaya kalkan, yani pazarlık yapan Allah ile, ya da hiç teslim olmayan. Aslında buradan yola çıkarak şöyle bir açılım yapabilir miyiz Günahtan kaçarak teslim olan Müslim, günah işlemek için teslim olmaktan kaçan mücrim. Demek ki değerli dostlar şunu anlıyoruz her günah Allah’tan kaçıştır. Yani Allah’tan uzaklaşmak. Her sevap Allah’a kaçıştır yani Allah’a yaklaşmak. Kurban da bu değil midir. Gurban, kurbiyyet, Allah’a yakın olmak onun için bu karşıtlık gerçekten Müslim – mücrim karşıtlığı ayette çok dikkat çekici.

 

36-) Ma leküm keyfe tahkümun;

Ne oluyor size! Nasıl hüküm veriyorsunuz? (A.Hulusi)

36 – Neniz var? Nasıl hüküm ediyorsunuz? (Elmalı)

 

Ma leküm sizin neyiniz var, ne oluyor size? Böyle bir insanı titreten bir soru önce. arkasından keyfe tahkümun nasıl hükmediyorsunuz. Nasıl bu sonuca varıyorsunuz. Yani nasıl mücrimle müslim’i. Allah’a teslim olanla, Allah’tan kaçanı. Veya günah işlemek için Allah’tan kaçanla, Allah’a teslim olduğu için günahtan kaçanı bir tutmamızı, aynı tutmamızı nasıl isteyebilirsiniz. Nasıl böyle hükmedebilirsiniz. Zımnen Ahireti olmayan bir hayatla ahireti olan bir hayat. Ahirete inanmayan birinin hayatı ile, ahirete inanan birinin hayatını bir tutmamızı nasıl istersiniz.

Aslında ben bu ayetten şunu da anladım. Nasıl kendinize amip muamelesi yaparsınız. Nasıl kendinize solucan muamelesi yaparsınız. keyfe tahkümun nasıl böyle hükmediyorsunuz derken, aslında ahirete inanmayan birinin, ki yukarıda -ki kıssayı dikkate alalım- Allah’a kaçmayıp Allah’tan kaçan biri olduğunu anlıyoruz. Niye çünkü öldükten sonra hesap vereceğine inanmıyor. İkinci bir dünya olduğuna inanmıyor. Tek dünyalı bir hayat yaşıyor. Çift dünyalı değil. Tek dünyalı olduğu içinde ne yapıyorsam burada yapıyor ediyorum diyor. O nedenle tek dünyalı bir zihin öyle çalışıyor. Paylaşmıyor tek dünyalı zihin niye paylaşsın? Paylaşınca eksileceğini düşünüyor. Çift dünyalı bir zihin paylaşır. Paylaşınca artacağını düşünür.

Hatta öyle ki rasyonel matematikle düşünmez, iman matematiğiyle düşünür. Rasyonel matematikte 40 tan bir çıkınca 39 kalır. İman matematiğinde 40 tan bir çıkınca 400 kalır. O böyle düşünür. Niye? Çünkü Allah bire on verir en az. ..aşru emsaliha. (En’am/60) Kur’an da ifade edildiği gibi. Bazen bire 70, bazen 1 e 700, yani bire sonsuzseb’a senabile fiy külli sünbületin mietü habbe (Bakara/261) her başağında 100 dane olan 7 başak gibi diyor Kur’an. Yani bir dane ekiyorsunuz, her başağında 100 dane olan 7 başak, 1 e 700. Bu 1 e sonsuz vereceğini gösteriyor. Aslında ahiretin Allah’ın cömertliğini gösterdiği açık.

 

37-) Em leküm Kitabun fiyhi tedrusun;

Yoksa sizin bir kitabınız var da ondan mı ders alıyorsunuz? (A.Hulusi)

37 – Yoksa size mahsus bir kitab var da onda şu dersi mi okuyorsunuz. (Elmalı)

 

Em leküm Kitabun fiyhi tedrusun yoksa bu konuda ders aldığınız size ait, size özel bir kitap mı var. Kitap Kur’an da, Kur’an ın nüzul sürecinde ilk geçtiği yer burası. 5 manada kullanılmış Kur’an ın genelinde. Kur’an manasında kullanılmış, Tevrat manasında kullanılmış, lev-hi mahfuz, hem vahiylerin kaynağı, hem de şu kainatın kanunlarının kaynağı anlamında, mahfuz levha. Bir bakıma ana bellek, santral memory diyebiliriz, o manada kullanılmış. Yine bir başka kullanım alanı ilahi yasa manasında kullanılmış ve 5. olarak ta ahiret sicili, yani karne anlamında kullanılmış. Kur’an da bu manalarda kullanılır kitap.

Bir şeyin yazılı tabiatı demektir aslında. Bir den fazla şeyi yan yana getirerek anlamlı bir bütün oluşturmaya kitap denir. Ketebe aslında yan yana getirmek, birleştirmek, parçaları bütün haline getirmek kökeninden türetilir. Onun için tersi de be te ke dir koparmak, ayırmak manasına gelir. Bu fiil Arap dilinde şeklinin tersi, mananın tersini veren fiillerdendir. Tıpkı se ba ha- ha be se gibi. Ke te be – be te ke. Şeklini ters çevireceksin fiilin, manasını da ters çevireceksin. Koparmak ayırmak onun için Anadolu da muskaya betik derler. Bütün bir kağıttan bir parça koparılarak yazıldığı için.

 

38-) İnne lekum fiyhi lema tehayyerun;

Ki ondaki keyfinize göre hükümler sizindir (zannınızca Sünnetullâh’a da tâbi değilsiniz)! (A.Hulusi)

38 – Siz âlemde her neyi ihtiyar ederseniz o her halde sizin olacak diye? (Elmalı)

 

İnne lekum fiyhi lema tehayyerun yani içeriği, muhtevası sizin verdiğiniz sipariş üzre hazırlanmış size özel bir kitap öyle mi? Yani istediğinizi seçeceksiniz, o manayı da verebiliriz lema tehayyerun. Yani sizin ihtiyarınıza kalmış. İçeriğinden istediğinizi alıp, istediğinizi bırakacağınız. Hoşunuza gideni alıp gitmeyeni bırakacağınız bir kitap. Bunları ondan mı öğreniyorsunuz. Yine devam ediyor;

 

39-) Em leküm eymanun ‘aleyna baliğetun ila yevmilkıyameti inne leküm lema tahkümun;

Yoksa dilediğinizi yapabilirsiniz diye kıyamete kadar geçerli, bizden alınmış bir sözünüz mü var? (A.Hulusi)

39 – Yoksa size karşı üzerimizde Kıyamet gününe kadar sürecek yemînler, taahhütler mi var. (Elmalı)

 

Em leküm eymanun ‘aleyna baliğetun ila yevmilkıyameti inne leküm lema tahkümun yoksa elinizde kıyamete kadar geçerli olup bizi bağlayan, yani Allah’ı bağlayan bir yemin var da onun için mi böyle bir hükme varıyorsunuz. Onun için mi bu sonuca varıyorsunuz. Daha doğrusu böyle düşünüyorsunuz. Yani elinizde Allah’ı bağlayan bir şey mi var. Allah’tan bir söz mü aldınız veya Allah üzerinde gücünüz, yaptırımınız mı var.(Haşa)

Aslında böyle düşünmek bu sonuca varıyormuş. Bu ayet bize bunu söylüyor. Bu ayet bize; siz Allah’a din mi dikte ediyorsunuz, siz Allah’a görüş mü dayatıyorsunuz. Yani Allah sizi inşa etmeyecek te haşa siz Allah’ı mı inşa etmeye kalkıyorsunuz. Allah’tan rol çalmaya kalkmaların tamamı bu manaya geliyor. Rabbimiz tarafından amellerimizin nasıl algılandığı çok önemli. Bunu da bize Kur’an öğretir.

 

40-) Selhüm eyyuhüm Bizâlike za’ıym;

Sor onlara: Onların hangisi böyle bir şeye kefildir? (A.Hulusi)

40 – Sor bakalım onlara içlerinde ona kefîl hangisi? (Elmalı)

 

Selhüm eyyuhüm Bizâlike za’ıym sor onlara, sor bakalım buna hangisi kefil olacak. Za’ıym aslında lider manasına, önder manasına, komutan manasına gelir. Ama burada bu bağlamda kefil manasına almamız doğru. Sor bakalım buna hangisi kefil olacak.

 

41-) Em lehüm şurekâ’u, felye’tu Bişürekâihim in kânu sadikıyn;

Yoksa onların bize eş koştukları ortakları mı var? Eğer sözlerine sadıklarsa getirsinler ortaklarını! (A.Hulusi)

41 – Yoksa onların şerikleri mi var? O halde şeriklerini getirsinler, sadık iseler, (Elmalı)

 

Em lehüm şurekâ’ yoksa Allah katında onları destekleyen ortaklar mı var. Bu ortaklar öyle bir yerde gelmiş ki hem kafirlerin ortakları, hem de Allah’ın ortakları (Haşa) Yani Allah’ın ortakları var da onlar onunla iş mi tuttu, işbirliğine mi girişti. Veya onlarla ortaklık yapan birileri var da Allah üzerinde söz sahibi mi (haşa). Ama 1. mana daha önemli, çünkü vakıaya daha uygun. İlk muhatap olan inkarcı kafirler, müşrikler, melekleri Allah’ın haremi olarak niteliyorlardı. Allah’ın haremi olarak niteleyince Allah üzerinde söz sahibi olduklarını düşünüyorlar. Hatta yazı biriyle, kışı biriyle geçirdiğini söylüyorlardı. Onun için Lât, Uzza, Menat onlar için Allah’ın haremi anlamına geldiğini Kitab-ül Esnam’dan öğreniyoruz.

felye’tu Bişürekâihim in kânu sadikıyn O zaman haydi ortaklarını getirsinler bakalım eğer doğru söylüyorlarsa. O iddia ettikleri ortaklar gelsin de onları Allah’ın elinden kurtarsın. Zımnen bu manaya geliyor. Yani Allah’tan rol çalmaya kalkan herkes. Sadece bu ayetin ilk muhatabı olan müşrikler değil, Allah’a ait bir mükemmelliği başkasına yakıştıran herkes, bugün veya dün, veya yarın, nerede yaşıyor, ne zaman yaşıyor olursa olsun. Hatta kendine hangi ismi veriyor olursa olsun bu fark etmez. Allah’tan rol çalmaya kalkıyor. Herhangi bir mükemmelliği Allah’tan başkasına yakıştırıyorsa o bu kapsama girer.

 

42-) Yevme yükşefü ‘an sakın ve yud’avne iles sucûdi fela yestetıy’un;

Hakikatin açığa çıkıp, Allâh’tan ayrı vücud verdikleri benliklerinin yokluğunu itirafa (secdeye) davet edildikleri süreçte, bunun gereğini yerine getiremeyeceklerdir! (A.Hulusi)

42 – O gün ki saktan bir keşif olunur ve secdeye davet edilirler o vakit güçleri yetmez. (Elmalı)

 

Yevme yükşefü ‘an sakın ve yud’avne iles sucûdi fela yestetıy’un bacaktan açıldığı o gün ve secdeye davet edildikleri o gün fela yestetıy’un asla secde etmeye güçleri yetmez. Yani belleri eğilmez, secde edemezler.

Dikkat buyurursanız yükşefü ‘an sakın ı aynen çevirdim. Bacaktan açıldığı. Oysa bu Arap dilinde mecazi bir ifade. Yani deyimsel bir ifade. İbadetsiz geçen bir ömre atıf aslında. Dizde derman kalmadığı gün şeklinde anlayabiliriz bunu. Çünkü bacaktan açılması, dizde derman kalmadığı manasına gelebilir.

Yine bunu mecazen güç ve kuvvetin tükendiği gün. Artık derman kalmamış. Yine ahirete atıfla paçaların tutuştuğu gün de diyebiliriz. yükşefü ‘an sak, bacaktan açıldığı. Ne demek bu? Aslında o bacağın sahibi telaş içinde. Öyle bir telaş içinde ki dizinde derman kalmayacak kadar telaşlı.

Bu neyin ifadesi? Ahirette işte bu durumda olan, yani Allah’tan başkasına ilahlık yakıştıran birinin zor durumunu gösteren deyimsel bir ifade. Ve diyor ki secdeye davet olunacaklar, fakat secde etmeye güçleri yetmeyecek fela yestetıy’un bunu beceremeyecekler. Neden? Çünkü dünya da secde etmediler. Dünya da secde etmeyince ahirette beceremeyecekler, zaten bir sonraki ayet bunu ima ediyor.

 

43-) Haşi’aten ebsaruhüm terhekuhüm zilletun, ve kad kânu yud’avne ilessucûdi ve hüm salimun;

Gözleri dehşetten önlerine eğik, zillet hâlinde! Oysa onlar akılları başlarında dünyada iken secdeye davet olunuyorlardı. (A.Hulusi)

43 – Gözleri düşmüş, kendilerini bir zillet sarmış bulunur, halbuki o secdeye onlar sağ sâlim iken davet olunuyorlardı. (Elmalı)

 

Haşi’aten ebsaruhüm bakışları gerçeğin dehşetinden yere düşmüştür, bakışları baygındır, bitmiş bir bakış. Haşi’aten ebsaruhüm bakışları bitmiştir artık. Yani öyle yılgın, öyle bezgindirler ki terhekuhüm zille kendilerini bir zillet kuşatmıştır. Tam bir bitmişlik görüntüsü. Ahirette artık dönüş yok. Kime gitse yüzüne kapılar kapanıyor. Annesinden, babasından, eşinden, oğlundan, kızından, kardeşinden, akrabasından, hempalarından, taraftarlarından, kabilesinden, kavminden hiç kimseden hiç kimseye fayda yok. Kur’an ın dediği gibi; Yevme yefirrulmer’u min ahıyh , Ve ümmihi ve ebiyh , Ve sahıbetihi ve beniyh (‘Abese/34-35-36) ilâ ahir..! o gün herkes birbirinden kaçacak, en yakınlar bile. İşte öyle bir günü tasvir ediyor bu ayetler.

ve kad kânu yud’avne ilessucûdi ve hüm salimun işte o cümle geldi; Zira onlar becerebilecekleri bir haldeyken secde etmeye çağrılmışlardı da reddetmişlerdi. Yani dünyada Allah’a boyun eğmediler, ahirette boyunları eğilmeyecek, adeta oklava yutmuş gibi. Dünyada Allah’ın huzurunda secdeye kapananlar, ahirette belli olacak. Yani bir tür antrenmanlı olacaklar. Kabaca böyle anlayabiliriz.

 

44-) Fezerniy ve men yükezzibu Bi hazelhadiys* senestedricuhüm min haysü lâ ya’lemun;

(Rasûlüm) artık beni ve bu olayı yalanlayanı (başbaşa) bırak! Onları hiç bilmedikleri yönden aşama aşama helâka götüreceğiz! (A.Hulusi)

44 – Gözleri düşmüş, kendilerini bir zillet sarmış bulunur, halbuki o secdeye onlar sağ sâlim iken davet olunuyorlardı. (Elmalı)

 

Fezerniy ve men yükezzibu Bi hazelhadiys benimle bu sözü, bu kelamı, yani bu Kur’an ı yalanlayan kimseyi baş başa bırak. Veya hadiseyi yalanlayan kimseyi de diyebiliriz, öyle çevirebiliriz. Çünkü Hadiys mecazen hadiseyi haber veren söz, ama hakikaten sözün haber verdiği olay demektir, hadise demektir. Onun için hadise denilmiştir zaten. Olaydan yola çıkarak, olayı aktaran söz.

senestedricuhüm min haysü lâ ya’lemun onları biz hiç bilmedikleri, hiç tahmin etmedikleri, hiç düşünmedikleri yerden azar azar eksilteceğiz, bitireceğiz. Böyle anlamak sanırım daha doğru. Rabbimiz ağır tehditte bulunuyor. Onları hiç hesap etmedikleri, hiç bilmedikleri bir noktadan bitireceğiz diyor azar azar.

 

45-) Ve ümliy lehüm* inne keydiy metiyn;

Mühlet veririm onlara… Muhakkak ki benim tuzağım çok sağlamdır! (A.Hulusi)

45 – O halde bana bırak bu sözü tekzip edenleri, biz onları istidrac ile çıkarır, bilemeyecekleri cihetten yuvarlarız. (Elmalı)

 

Ve ümliy lehüm onlara imkan ve zaman tanırım. Önce bunu yaparım. Yani onlara mühlet veririm, imkan veririm. ..emhilhüm ruveyda (Târık/17) diyordu ya, bir parça daha mühlet ver. Onlara zaman tanırım, imkan tanırım. Ama sonsuzca değil, ama sınırsızca değil. Aslında Allah’ın günahkâra ve kâfire zaman tanımasının anlamı nedir? Günahının daha da artması ve artık dışına çıkamaz bir biçimde çamura gömülmesidir başka bir şey değil.

Ve ümliy lehüm* inne keydiy metiyn fakat şüphe yok ki benim düzenim pek şiddetlidir. Keydiy; ince ve hassas tasarlanmış cezam manasına gelir. Pek şiddetlidir. O zaman nasıl anlayacağız değerli Kur’an dostları. Allah bir insanın, bir kâfirin, bir müşrikin, yoldan sapmış ve azmış birinin ömrüne ömür katıyor, servetine servet katıyor, her elini attığı eline geliyor ve dünyada dişi dahi ağrımıyor. Elini sıcak sudan soğuk suya vurmuyorsa bu onun lehine değil aleyhinedir. Allah onun azgınlığını artırıyor demektir. Tabii ki azgınlığını artıran Allah değil, fakat o nimeti önünde gördükçe azıyor. Onun için bu bir keyd oluyor. Allah’ın ince ve hassas planı.

O halde değerli dostlar; Ya rabbi hayırlısını ver demek mü’minin şiarı olmalı. Yani ille de şunu ver değil, ama hayırlısını ver. Bizim parçada güzel gördüğümüz bazen bütünde çirkin görünebilir. Onun için parçayı görüyoruz biz bütünü değil. Bütünü gören Allah’tır. Parçayı görene düşen bütünü gören Allah’a teslim olmaktır. Teslim olan kurtulur.

 

46-) Em tes’eluhüm ecren fehüm min mağremin müskalun;

Yoksa onlardan bir karşılık istiyorsun da, onlar borçtan ağır bir yük altına mı girmişler? (A.Hulusi)

46 – Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun damı cereme vermekten ezilmişler? (Elmalı)

 

Em tes’eluhüm ecren fehüm min mağremin müskalun yoksa sen onlardan bir ücret istedin de, onlar altında ezilecekleri bir borçtan mı kaçınıyorlar. Yani sen onlardan bir ücret istedin yaptıklarına karşılık,, peygamberliğine karşılık şunu verin dedin, onlar da altında ezilecekleri bir borçtan mı kaçınıyorlar. Sen onları minnet altına almıyorsun ki. Senin söylediğin şu; ..lâ es’elüküm aleyhi ecren.. (Şurâ/23) ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Zaten Allah öğretti bunu tüm peygamberlere. Bunu diyerek geliyorlar. in ecriye illâ alAllâh. (Sebe’/47) benim ücretim, benim yaptığımın karşılığı Allah’a aittir diyorlar. Dolayısıyla bu da yok.

 

47-) Em ‘ındehümülğaybu fehüm yektubûn;

Yoksa gayb (algılanmayanlar) onların indînde de, onlar mı yazıyorlar? (A.Hulusi)

47 – Yoksa gayb yanlarında da onlar mı yazıyorlar? (Elmalı)

 

Em ‘ındehümülğaybu fehüm yektubûn yoksa gayb onların katında da onlar mı yazıyorlar, yani gaybı onlar mı yazıyorlar Allah değil de. Bu da değil. O halde ne? Buraya kadar inkarcı bir aklın içine düştüğü tuzakları bir bir haber verdi, şimdi sure son pasaja girdi.

 

48-) Fasbir lihükmi Rabbike ve lâ tekûn kesahıbilHut* iz nâdâ ve huve mekzum;

Rabbinin hükmüne sabret ve balık sahibi (Yunus Nebi) gibi olma! Hani O, gamla dolu hâlde yönelmişti. (A.Hulusi)

48 – O halde sabret rabbinin hükmüne de sahibi Hut (Yunus) gibi olma, hani öfkeye boğulmuş da nida etmişti. (Elmalı)

 

Fasbir lihükmi Rabbike ve lâ tekûn kesahıbilHut rabbinin hükmüne sabret. Artık. Bütün bunların arkasından sözün özü şu ey peygamber. Ey muhatap, ey tüm zamanlarda ki vahyin muhatapları rabbinin hükmüne sabret. ve lâ tekûn kesahıbilHut büyük balık sahibi gibi olma. Kim o büyük balık sahibi? Hz. Yunus. Bir balığın karnına girerek cezalandırıldığı için, veya mükafatlandırıldığı için öyle denilmiş.

iz nâdâ ve huve mekzum şimdi onun kıssasından bir ayrıntıya girdi ayet. Hani o kendi kendine kahrederek yalvarıyordu. Mekzum; şöyle de anlaşılabilir; Mahkum bir halde veya kendi kendini levm eder bir halde. Veya öfkeli bir halde. Ama burada öfke çok iyi gitmiyor. Kur’an da başka yerlerde kullanılır orada genellikle öfkeye delalet eder. Kâzıym; kişinin kendi yanlışına duyduğu öfkeden dolayı içinin içini yemesi, içinin dolup taşması anlamına gelir. Aslında burada Hz. Peygamber inşa ediliyor. Allah resulü inşa ediliyor. Yani başın sıkışınca görevi terk etme deniliyor.

[Ek bilgi;KUR’AN A GÖRE YUNUS KISSASI.

1) Fakat o vakit iman edip de imanları kendilerine fayda vermiş bir kasaba olsaydı? Ancak Yunus'un kavmi iman ettikleri vakit, dünya hayatında o rezillik azabını üzerlerinden kaldırmış ve bir süre onları rahata kavuşturmuştuk. (Yûnus/98)

2) Zünnun'u (balık sahibi Yunus'u) da hatırla. Hani o, öfkelenerek gitmişti de, bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Fakat sonunda karanlıklar içinde: "Senden başka ilâh yoktur, sen münezzehsin, Şüphesiz ben haksızlık edenlerden oldum" diye seslenmişti. (Enbiyâ/87)

3) Biz de duasını kabul ile icabet ettik, kendisini üzüntüden kurtardık. İşte biz iman edenleri böyle kurtarırız. (Enbiyâ/88)

4) “Şüphesiz Yunus da gönderilen peygamberlerdendir.

(Sâffât/139)

5) “Hani o dolu gemiye kaçmıştı. (Sâffât/140)

6) “(Gemidekilerle) kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu.”(Sâffât/141)

7) “Bunun üzerine kınanmış halde (denize atıldı ve) balık onu yuttu.”(Sâffât/142)

8) “Eğer tesbih edenlerden olmasaydı.” (Sâffât/143)

9) “(İnsanların) diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.”(Sâffât/144)

10) “Biz de onu, hasta bir halde çıplak boş bir alana attık.”
(Sâffât/145)

11) “Üzerine kabak türünden bir ağaç bitirdik.” (Sâffât/146)

12) “Ve onu yüz bin (kişiy)e hatta daha fazlasına Nebi olarak gönderdik.” (Sâffât/147)

13) “Sonunda iman ettiler. Biz de onları belli bir süreye kadar (dünya nimetlerinden) yararlandırdık.” (Sâffât/148)]

 

[Ek bilgi; İNCİL’DE YUNUS KISSASI

11 – 2 RAB bir gün Amittay oğlu Yunus’a, “Kalk, Ninova’ya, o büyük kente git ve halkı uyar” diye seslendi, “Çünkü kötülükleri önüme kadar yükseldi.”

3 - Ne var ki, Yunus RAB’bin huzurundan Tarşiş’e kaçmaya kalkıştı. Yafa’ya inip Tarşiş’e giden bir gemi buldu. Ücretini ödeyip gemiye bindi, RAB’den uzaklaşmak için Tarşiş’e doğru yola çıktı.

5 - Gemiciler korkuya kapıldı, her biri kendi ilahına yalvarmaya başladı. Gemiyi hafifletmek için yükleri denize attılar. Yunus ise teknenin ambarına inmiş, yatıp derin bir uykuya dalmıştı.

6 - Gemi kaptanı Yunus’un yanına gidip, “Hey! Nasıl uyursun sen?” dedi, “Kalk, tanrına yalvar, belki halimizi görür de yok olmayız.”

7 - Sonra denizciler birbirlerine, “Gelin, kura çekelim” dediler, “Bakalım, bu bela kimin yüzünden başımıza geldi.” Kura çektiler, kura Yunus’a düştü.

8 - Bunun üzerine Yunus’a, “Söyle bize!” dediler, “Bu bela kimin yüzünden başımıza geldi? Ne iş yapıyorsun sen, nereden geliyorsun, nerelisin, hangi halka mensupsun?”

9 - Yunus, “İbrani’yim” diye karşılık verdi, “Denizi ve karayı yaratan Göklerin Tanrısı RAB’be taparım.”

10 - Denizciler bu yanıt karşısında dehşete düştüler. “Neden yaptın bunu?” diye sordular. Yunus’un RAB’den uzaklaşmak için kaçtığını biliyorlardı. Daha önce onlara anlatmıştı.

11 - Deniz gittikçe kuduruyordu. Yunus’a, “Denizin dinmesi için sana ne yapalım?” diye sordular.

12 - Yunus, “Beni kaldırıp denize atın” diye yanıtladı, “O zaman sular durulur. Çünkü biliyorum, bu şiddetli fırtınaya benim yüzümden yakalandınız.”

15 - Sonra Yunus’u kaldırıp denize attılar, kuduran deniz sakinleşti.

17 - Bu arada RAB Yunus’u yutacak büyük bir balık sağladı. Yunus üç gün üç gece bu balığın karnında kaldı.

Yunus 2

10 - RAB balığa buyruk verdi ve balık Yunus’u karaya kustu.]

 

49-) Levlâ en tedarekehu nı’metun min Rabbihi lenübize Bil ‘arai ve hüve mezmum;

Eğer Ona Rabbinden bir nimet erişmemiş olsaydı, aşağılanmış hâlde çıplak araziye atılırdı! (A.Hulusi)

49 – Rabbinden bir nimet yetişmiş olmasa idi ona, elbette o fazaya fena bir halde atılacaktı. (Elmalı)

 

Levlâ en tedarekehu nı’metun min Rabbihi lenübize Bil ‘arai ve hüve mezmum eğer rabbinin nimeti onun imdadına yetişmemiş olsaydı, Yunusun imdadına yetişmemiş olsaydı and olsun ki aşağılanmış bir halde ıssız bir sahile atılıp gitmiş olurdu. Eğer rabbinin imdadı, rabbinin yardımı onun imdadına yetişmemiş olsaydı.

 

50-) Fectebahu Rabbuhu fece’alehu minessalihıyn;

Rabbi Onu seçti de Onu sâlihlerden (hakikati yaşayanlardan) kıldı. (A.Hulusi)

50 – Fakat rabbi onu ıstıfa buyurdu da salihînden kıldı. (Elmalı)

 

Fectebahu Rabbuhu fece’alehu minessalihıyn fakat mutlu sonla bitti hadise. Ne oldu? Hz. Yunus uzun bir davet sürecinin altından Ninova’lıları ikna edemedi, veya Ninova’lılar inkarda ısrar ettiler. Ha. Yunus’ta Ninova’yı terk etti ve kaçtı. İz ebeka ilel fülkil meşhun. (Saffat/140) diyor Kur’an. Kaçak bir köle gibi dolu bir gemiye kaçtı. Kur’an ın ifadesi. Ama rabbimiz tabii ki bundan hoşnut olmadı ve Allah’ın resulü olmasına rağmen ona ders verdi. İşte bu dersin ardından rabbi onu seçti diyor ve iyiler arasına kattı. Demek ki ikinci bir seçim var ve rabbimizin affı var.

 

51-) Ve in yekâdülleziyne keferû leyuzlikuneke Biebsârihim lemmâ semi’uzZikre ve yekulûne innehû lemecnûn;

Muhakkak ki o hakikat bilgisini inkâr edenler, Zikri (hakikatlerini hatırlatıcıyı) işittiklerinde az kalsın bakışlarıyla seni devireceklerdi! “Muhakkak ki O, bir cin etkisi altındadır” diyorlardı. (A.Hulusi)

51 – Ve gerçek o küfür edenler o zikri işittikleri vakıt az daha seni gözleriyle kaydıracaklardı, bir de durmuşlar o her halde bir mecnun diyorlar.

 

Ve in yekâdülleziyne keferû leyuzlikuneke Biebsârihim lemmâ semi’uzZikre ve yekulûne innehû lemecnûn imdi surenin sonuna geldik ama berceste ayette burada geldi. Bu kafirler bu ilahi öğüdü, yani bu vahyi Kur’an ı duydukları zaman sanki seni gözleriyle devireceklermiş gibi baksalar ve kesinlikle ve yekulûne innehû lemecnûn kesinlikle o cinlenmiştir, ona cinler musallat olmuş deseler de, (sen fahvel hitab, sözün geliminden bunu anlıyoruz) sen yine de sabret. O yukarıda ki Fasbir lihükmi Rabbik (48) yani deseler de sen sabret. Ama ayeti kerime içinde ki leyuzlikuneke Biebsârihim sanki seni gözleriyle devirivereceklermiş gibi. Bakışlarıyla öldüreceklermiş gibi. Demek ki böyle bakıyorlardı. Eğer bakışlarında öldürücü bir etki olsaydı Allah resulünü bakışlarıyla öldürmek isteyeceklerdi. Küfrün her çağda ki imana bakışı demek ki böyle.

Aslında bu sadece zaman içerisinde bir şeyi vermiyor, tüm çağlarda ki iman – küfür mücadelesini veriyor başka bir şey değil. Ve sure şu ayetle bitiyor;

 

52-) Ve mâ huve illâ zikrun lil’âlemiyn;

Oysa O, insanlar için sadece bir Zikir’dir (hakikatlerini hatırlatıcıdır)! (A.Hulusi)

52 – Halbuki o halis bir zikirdir bütün ukalâ âlemleri için. (Elmalı)

 

Ve mâ huve illâ zikrun lil’âlemiyn iyi de seni bakışlarıyla öldürmeye kalktıkları bu Kur’an, yani sen Kur’an okuyorsun diye, sen elçi oldun diye elçiye zeval etmeye çalışıyorlar. Elçiyi öldürmeye çalışıyorlar. Oysa ki elçinin getirdiği bu Kur’an başka değil, sadece ve sadece tüm insanlığa; zikrun lil’âlemiyn tüm insanlığa Allah’ın bir öğüdüdür.

Aslında elçiye hakaret eden, elçiyi gönderen kapıya hakaret ediyor. Bütün insanlığa yönelik ilahi bir öğütten başka şey olmayan bu Kur’an a karşı çıkmakla Allah’a karşı çıkmış oluyorlar.

Evet dostlar çölün kıyısında 10.000 nüfuslu bir kasaba ve bir yetim. Bu kasabanın ortasında bir tek yetim. Bir avuç mü’min onun etrafında ve insanlığın şahit olduğu en büyük iman hamlesi başlıyor. Bir insandan ne çıkar? İsterseniz sorun. 1.400 yıl süren gönül imparatorluğunun şahidi bizleriz. 1.400 yıl sonranın şahitleriyiz. 1.5 milyarlık, her ne kadar öksüz, her ne kadar yetim, her ne kadar mazlum ve mağdur da olsa bir iman imparatorluğunun müntesipleriyiz. Ve İnşaAllah daha ne 1.500, 1.400 yılar bu iman imparatorluğu yer yüzü durdukça duracaktır.

Aslında bu ayetlerin indiği zaman gidip o zamanla bu zaman arasında şöyle bir kıyas yaptığınızda bu ayetlerin içinden konuşanın Allah olduğuna tüm hücreleriniz şahitlik yapmıyor mu? Vallahi yapması gerek. Bunlar Allah’ın sözünden başkası olamaz. Çünkü biz bu ayetlerin indirildiği zamandan tam 1.400 küsur yıl sonra bu ayetlerin nasıl gerçekleştiğinin canlı şahitleriyiz. Rabbim bizi de şahitler arasına yazsın.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


Al-Fatihah(2)

$
0
0

231

Bismillahirrahmanirrahim.

In the name of Allah, Most Gracious, Most Merciful.

 

Hamd (Most thanks) to Allah; the Rabb of all all worlds, confirms the name Rabb with revelations sent to mankind and educate them as a sign of lordships compassion and kindness.

Salat (Most sincere greetings) to our beloved Rasul (Prophet), the foremost teacher of revelation, he who declared and explained that words to mankind with its original; without corrupting, changing, adding or subtracting.

And Selâm (Greetings) to all precious Mumins (True Believers), who try to live that revelations, try to change their living styles to its instructions for a better life order. May that be bless. May that be salvation.

 

Today in our first lesson of Qur’an; we will study the Tafsir (Detailed translation) of Al-Fatihah. Before we begin however; I’d like to start with the translation of “Euzu-Besmele”, which without a doubt the beginning of every sura (parts of Qur’an) also the first words we have to say when we start reading the Qur’an.

First, I will pause on the meaning of “Euzubillahimines sheytanirraciym”

I seek refuge in Allah, from the raciym (stoned as in rejected) Satan as “Euzubillahiminessheytanirraciym” is also an order of Qur’an to us in the sura of NAHL.

With ayet(verse) (An-Nahl/98); “Fe iza kara’tel kur’ane festeiz billahi minesh sheytanir raciym.” An order is set by Qur’an; whenever you begin to read Qur’an, seek refuge in Allah from the stoned (accursed and rejected) Satan.

Again in another verse-kareem, a command is given; Ve imma yenzeganneke minesh sheytani nezgun feste’iz Billah.(Al-A’raf/200). If Satan gives you temptation, blow to your heart, cloud your mind; seek refuge in Allah. Command as; “From all temptations he give you, all blurriness he throw to your heart and shadows he brings to your mind; seek refuge in Allah.”.

 

Of course, even those addressings are for Prophet (Peace Be Upon Him) in person, they are generally for all of us. Because none of us, our hearts and minds, are immune to Satan’s temptations, tricks, blows and shadows.

At this point, I would like to stay on the mood, which tries to be awakened by the sentence of “euzubillahimines sheytanirraciym.” The saying of “I seek refuge in Allah from the rejected Satan’s temptations and evil.”.

 

Refuge: An operation of taking sanctuary, a wake up call for soul. A construction of mind, so to speak. Refuge is ordered to accomplish an awakening in mind. But why “awakening”? Because it isn’t necessary for us to connect with Allah’s words with absency.It is wanted from human to listen with care and make those connections; not like a cow or a bird or a fly or a worm; but as intelligent and savvy beings blessed with the gift of wisdom by Allah.

That’s why the words “euzubillahimines sheytanirraciym” are representing an awakening operation call of preparation for revelations. This state of mind requires to completely surrender to Allah and close our hearts and minds to any kinds of forbidden emotions and thoughts. So, in this position; a human who says to words, “euzubillahimines sheytanirraciym” also says, “I surrender to the refreshing breath of revelations.”. Because Allah words demand a ready mind, a ready human being, a ready consciousness and a ready heart in their presence, which is also possible to see in Qur’an.

in huve illa zikrun ve kur’anun mubin Liyunzira men kane hayyen.. (Ya-sin/69-70) It is a reminder. A reminder of the essence in human, reminder of its creation, reminder of its nature and it is a kareem Qur’an. Also the following verse indicates;

Liyunzire men kane hayy.. (Ya-sin 69-70) The sending of Qur’an is for warning the vigorous ones. So Allah doesn’t want to see dead souls in presense of The Words, The Revelations. Doesn’t want dead bodies or absent minds.

The word vigorous means-which you already figured out- is not about a physical vigor, but a mentally, heartly one. That’s why “Liyunzire men kane hayy..” To warn the vigorous people. For this reason Qur’an wants vigorous souls, hearts anda minds in its presence.

Also in another kareem verse; ustecibu lillahi ve lir rasuli iza deakum lima yuhyikum. (Al-Anfal/24). Give your response to Allah and Ras’ul invitation (calling). Calling of what? Calling of Awakening. When you are called, give your response and say yes. In that meaning Allah’s call, Ra’sul’s call is an awakening call.

 

So for whom is this resurrecting call? Surely for the ones who maintain their hearts and minds with vigor. This resurrection is a call of eternalize. A call of immortalize. Therefore Refuge; “euzubillahimines sheytanirraciym” is a key of resurrection. And with using these words, you mean;

 “My Allah, I’m calling “lebbeyk” (welcome) to your callings with an open heart, open mind, open conciousness. Welcome to my heart, O Rab; with your words. Let your sayings stay in me. Your holy words in me. And I’m announcing that I’m at your disposal, with this state of being.”

Refuge, is not expressing something, it’s about forming an attitude. Therefore in the first example verse we read;

 “Fe iza kara’tel kur’ane festeiz billahi minesh sheytanir raciym.” (An-Nahl/98)

This meaning of verse is expained. When you start to read The Qur’an; Seek refuge in Allah from the accursed Satan. Not “Say I seek refuge.”; “Take refuge” as an act. It’s not an order of verbally performing an expression. It is an order of an action. To make what? The action of refuge… With what? With conciousness… For what? Because Qur’an want vigorous people in its presence. Refuge…

 “Euzubillahimines sheytanirraciym” was a sentence said by Ras’ul (P.B.U.H), when he was beginning to read the Qur’an or performing the sal’at(pray). Not only the words he said, also the action he took. An action of heart. A reconstruction of mind. Now after the refuge action, we can move on to “Besmele.”

 

1 – “Bismillahirrahmanirrahim”

1. By the one who is denoted by the name Allah (who created my being with His Names in accord with the meaning of the letter ‘B’), the Rahman, the Rahim. (A.Hulusi)

1. In the name of Allah, Most Gracious, Most Merciful.

Bismillahirrahmanirrahim. If Qur’an is a mansion, then we can say the Al-Fatihah is the door, the portal of this magnificent building. Doors of houses, villas, mansions are like the faces of humans. You can read all the expressions of attitudes, fears, griefs, pains and agonies by looking a mans face. So just like this, you can understand the nature of the mansion by looking to its door. Therefore you can understand the characteristics of Qur’an, by looking at Al-Fatihah.

If Al-Fatihah is the door of Qur’an, then “Besmele” is the key of this door. You can open this door with the key of “Bismillahirrahmanirrahim”. Now I’d like to stay on the meaning of besmele, “In the name of Allah; Rahman (Most Gracious), and Rahim. (Most Merciful)

The sole meaning of besmele, as we all know it; “In the name of Allah; Most Gracious and Most Merciful. The letter “B” at the beginning is a joinder in Arabic language. That means connecting one thing to another, building bridges between two things, providing a communication between two beings. Those are the meanings of the letter “B”, at the beginning of “Besmele”.

 

So, what do besmele bind; and to what? What is this joinder for? That’s the secret of besmele all together. The sole wisdom of besmele is given to that letter of “B”. Because besmele is the bridge connecting life to Allah. It is the bond connecting materials to holiness. Besmele is the cable, binding the heart to its Lord. A bond between earth and heaven, temporary and eternity, created and creator.

With this meaning, besmele is a philosopy of life. The man with “Besmele” is the man with “Allah”. Our Ras’ul had pronounced the besmele as a start of any kind of works and he recommended us too. Why? Because it is a philosopy of life. The business you start with besmele, is a business you entrust to Allah.

 

With the pronounciation of besmele when you start to something, you also say two things as well.

1 – I’m doing this with Allah. I’m not thinking of acting without Allah. I’m blending my Lord to my doings.

2 – I’m doing this work thanks to Allah; thanks to the power I took from Allah, the intellect, the blessing, the body lord has given me. I couldn’t have done anything, without the things, Allah has blessed me with; things like hands, feet, eyes, ears, tongue, lips, mind, stuff, money whatever he blessed me with to make this action succeed. Therefore, besmele is also a thank you declaration. A thanks; to Allah.

With another meaning besmele is also; “O Grace! I’m asking for your help.” Pray. “My Rab, I’m doing this and I’m telling you also. For hopes that you come to my help, reach me and bless this thing with your intervention.”

As you can see, how besmele is a point of view, a life philosopy. Which also means besmele refuses secularism. Meaning there isn’t any job that Allah won’t interfere. So; you cannot commit a sin with besmele. Why? Because you cannot start an act, Allah don’t approve; with any kind of blessing.

 

The following letters “ism” after the first letter “B” in “Bismillahirrahmanirrahim” points out two possible aspects. In one view, sumu as greatness. The other opinion is about the word root of vesm which means sign. These two different opinions are also the comments of two different movement of thoughts. But I digress and summarize both meanings. If it is the root of sumu, it points out the greatness, the high position of all things and everything that has its names. Means glory. Glory of being existed. Glory against oblivion.

If it comes from the root word of vesm; it means sign. A name of a thing is a sign of its existence.It is a proof. Name of a thing is a documented proof of its essence.

The name of Allah, is a unique name. I’d like to explain the word “Allah” in Besmele, (as well as in Al-Fatihah) now. So, I won’t have to tafsir it in Fatihah altogether again. I have to slow down a little and think about the word “Allah”.

 

The unique name of “Allah”, is also the most mentioned name in Quran Kareem, with the count of more than 2000 times. And this name, because of its unique nature, act as an establisher when all the other names act as its adjectives. You can say Allah-u Kerimun, Allah-u Halikun, Allah-u Azizun, Allah-u Alimun. That means you can use other names of Allah as an adjective to this one unique name. Therefore there is only one name of Allah. And no being can use that holy name as his own. It’s not derived. Although there are other opinions tell us otherwise, common knowledge indicates that there is not a word root to that particular name.

Hence there is no plural form either. You cannot say “Allahs”. The person who use that expression, only shows his ignorance. Also, there is no word as a replacement for “Allah”. No name can hold the meaning of it. For example; God, Ilah; those words are not capable of defining Allah. But you can use other names of Allah as a pointer as well as the adjectives.

Er Rahman. The name Rahman has the effect of unchanged in Arabic language. It points out the essence root of something. It is an answer to the question of “Who”. So if you ask “Who is Allah?”, then the supreme being defines and introduce himself as Rahman. Because of that, the name Rahman is also unique to Allah. You cannot give anyone or anything this name. The scholars and interpreters confirms that Rahman is unique as a name, yet common as a verb. Meaning, Er Rahman is unique to Allah, but also the reflection contains all universe. Allah gives blessings to universe with the reflection of the name Rahman. (Most Gracious)

There aren’t only true believers in the extent of the name Rahman, also the heretics. Not only living beings, also the unliving things. Not only conscious beings, also the unconscious as well. The name Rahman holds skies, gives lives to animals, trees, plants; basically holds together all creations and worlds. That’s the reflection of the name Al-Rahman.

The name Rahim (Most Merciful) is a verbal name with the nature of its word. With exaggeration, it reveals the verbal meaning of Allah. Rahman expresses the being itself as a whole. You can answer the question of “My Allah, Who are you?” with the name “Al-Rahman”.

So what question holds the answer “Al-Rahim”? That question is; “O My Allah, How do you accomplish your doings?” “With Rahim. With Mercy. I’m Merciful, I’m compessionate and caring. I love and I do what I do with mercy.” That’s why Al-Rahim is a verb. The name Rahman is uniquely personal. An adjective only to its nature. But Rahim is concerned with the actions of Allah. It means what Allah do, Allah do with mercy. So we can put it like this. Allah is Most Gracious with the essence and Most Merciful with the actions.

 

We can translate besmele with this meaning. “In the name of Allah, who treats all creations with mercy by the feature of the name Rahman. To be able to translate in total; we can also say; “In the name of Allah, whose treatments and actions are forms of mercy for all creations by the feature and characteristics of the name Rahman.

I don’t want to argue the fact that besmele is a verse in Al- Fatihah as a decree or not. This particular subject had debated long before us. But the fact that besmele is a verse in Qur’an, is an absolute truth that no one can claim otherwise.

 

As we all know, Besmele is a verse in the sura of Naml.

 “İnnehu min suleymane ve innehu bismillahirrahmanirrahiym.” (An-Naml/30)

 

According to the information the Qur’an has given us, the letter sent to the queen of Sheba, Balquis written by Solomon (p.b.u.), besmele was the first sentence. From that information, we understand that besmele is not an expression ,not a keyphrase performed by only the community of Muhammad (p.b.u.). It is a keyphrase performed by all Islamic prophets before him as well. Another verse in Qur’an verifies our judgement also.

..bismillahi mecraha ve mursaha .. (Hud/41) It is an expression used by Noah and his believers when they boarded the ship and when the ships first movements happened. bismillahi mecraha ve mursaha. First words of Noah and his believers; when the journey of Flood finally arrived. We can easily understand that besmele had used by all Islamic prophets as a keyphrase throughout the human history.

 

What does that explain us? It explain this. One of the constant values of Islam; (which happens to be the other name of constant values of universe) is the perspective of besmele. It means Allah,

1 – Manifests in all business related to a person.

2 – If a man wants the help of Allah, than he has to start with Allah.

3 – Man should have to remember his debt and be thankful to Allah with all the things he has done. This is a constant indicator of real humanity and one of its constant values.

 

There is no hesitation in whether besmele is a verse or not. That’s a fact. Yet “Is it a must beginning verse of all suras(chapters)?” question has been asked and different answers came forward. I have the opinion of quotation. As in, Besmele is a quote verse, which can be used as a marker, a checkpoint between suras. I also think that the first verse in Fatihah has that feature as well. Since the first verse sent down to Ras’ul, began with the order of besmele.

 “Ikra’ bismi rabbikelleziy halak.” (Al-Alaq/1) “Read” with the name of your Rab who created. That indicates first verse ordered him to start with besmele. It’s not a beginning expression, it is a direct order of besmele. This was the reason why, Ras’ul began to read Qur’an with besmele as an act of obedience. Therefore I too believe that Besmele should be used as a starting quote for all suras, to uphold the order of Allah, like the mentioned verse in sura Al-Naml.

 

            Now we can pass to Al-Fatihah. Fatihah means opening. Mother of books as a different translation. Why mother of books? Because just like the besmele, Fatihah has the essence of Islam as a constant value as well. Al Fatihah is a part of revelations contains universal values.

            According to hadith (sayings and deeds of Muhammad (p.b.u) Fatihah didn’t just send for this community. It was also sent to communities before with the books .With meanings and reflections as a sequence of virtues . Because of that, like besmele, Al-Fatihah contains constant values of Islam unbound by time and space.

            It is a sura of times in Mecca. Also by an accurate view, it is the first complete delivered  sura of Qur’an. Wasn’t the first verses. First verses are,

            “Ikra’ bismi rabbikelleziy halak” (Al-Alaq/1)

            And the following of four verse. The first five verses in total. But not a complete sura of Al-Alaq. Other verses of this sura delivered by pieces later. But the first complete sura is Al-Fatihah. With that meaning it is the opening, the mother of books.

 

            It is a proof that every salat (pray) has Fatihah inside. Because from the first year, us, true believers have made prays with Fatihah. Also we know from the words of our Prophet;

            “la salate limen lem yekra’ bi fatihatil kitabi” This or some other forms of the same saying; “No pray without Fatihah, is a pray.” As expressed in hadith, from the first moment, true believers both prayed and read fatihah in their prays. That indicates the fact Al Fatihah delivered in Mecca, not in Madina (like according to some scholars). Even the early stages of Islam in Mecca.

 

            2 - “El hamdu lillahi rabbil alemin”

 

2. Hamd (the evaluation of the corporeal worlds created with His Names, as He wills) belongs to Allah, the Rabb (the absolute source of the infinite meanings of the Names) of the worlds (the universe created within the brain of every individual) (A.Hulusi)

 

2. Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the worlds

 

            El hamdu lillahi rabbil alemin Hamd to Allah, Rab of all worlds. We encounter the phrase “El ham du” 38 times in Qur’an in this exact from. El ham du… They all have the same meaning. This word has no other meaning anywhere in Qur’an. For this reason it is an absolute word. Doesn’t have a second meaning and it is the reference of perfection. That means to give something the concept of perfection. The perfect praise, the perfect love, the perfect deification… For whom? For Allah.

            It means this. Perfection can’t be owned by anyone but Allah. For all the beauty we know and recognize; we can attribute its perfection to Allah. That is the meaning of this word.

The “el” is for assignment. All praises, loves, glories and perfections are for and from “Lillahil” Allah. I’m moving on the explanation of Allah, since we already processed it when we were making the tavsir of Besmele.

Rabbil alemin Allah in what form and how? This is the question we should ask first. For answer in Qur’an says “Allah; Rab of All worlds (kingdoms, universe). So it is a spesific choice. Being the Rab of the worlds, it is a qualification we need to hear at the beginning by the wish of Allah. We asked before; “Who are you, Allah?” The answer came, “I’m Rahman (Most Gracious) and for this I act with mercy.” “Bismillahirrahmanirrahim.” We learned it just a while ago.

So why different now? “Because I’m Rahman, I act with mercy and educade the worlds. And for the conclusion of this education I sent revelations. I addressed people. I gave my words to them.” For that we replies, elhamdulillahi rabbil alemin, Hamd to Allah, Rab of all worlds. Hamd to Allah; edificator, teacher of all worlds.

Actually this is also the answer of the question, “O Allah, Why are you Rahman and Rahim?” or “O Allah, what are the signs of your being Most Gracious and Most Merciful?” “If you want to see my grace, to see my compassion and mercy to you; then look; I’m addressing to you. I’m sending you salvation. I’m sending you guidence, the prophets, the books. Those are for your education. I’m with you. I’m not leaving you alone. I’m not leaving you adrift.” Those are the meanings in Qur’an.

Evla leke feevla. Woe to thee, (O men!), yea, woe!

Summe evlaleke feevla.   Again, woe to thee, (O men!), yea, woe!

Eyahsebul’insanu en yutreke suden. Does man think that he will be left uncontrolled, (without purpose)? (Al-Qiyamah/34-35-36)

 

            The Rab has this meaning. It denies the opposite view of left being uncontrolled.

            Rab has a lot of meanings. For starters; educator, mentor who raises someones potantial step by step, a helper who enables a man to reach his highest level of maturity. A creator, and a higher being who watches over the creations and helps them to exist by controlling and creating the enviroment. Rab’s existence equals to the feature of constant creating process which we are able to survive in it. Not just that. A meaning of enabler for mankind to be educated and reach for a higher level of maturity.

            Rab also means a judge over creations. The one who creates the rules for following the right path. The one adjudges. Those are the meanings of Rab.

            The name Rab, comes as an adjective for Allah in Qur’an. But I want to point out an interesting fact here. First 30 suras delivered from Qur’an; contain the name Allah 20 times, but the adjective Rab 80 times. This 30 suras have the sura Al-Rahman in them as well. This sure is no coincidence. No, we cannot say that. So, what is the wisdom behind this?

            The name, adjective Rab, is a feature denied by non-believers. Non-believers accepted the fact there is Allah. But they denied that Allah has a feature of Rab. And that denial is action-based. They prayed to their idols and asked for their helps because of this. Because they believe, Allah is far out there somewhere. An Allah who won’t interfere with their lives, an Allah who cannot see or hear them and reach them. And for that, they put the idols as a conduit and they claimed (according to Qur’an);

            “…li yukarribuna ilellahi zulfa…” (Az-Zumar/3)

 

These idols are conduits between Allah and us. Therefore the Rab name came up 4 times more than the name Allah in these first 30 chapters. Because it wasn’t a problem of denying Allah. It was a problem about believing the Rab feature of Allah. Qur’an doesn’t prove the existence of Allah. There is not a single verse about that claim. But it proves the feature of Allah as Rab all the time. The words claim that Allah had created the universe, humans and all things in existence and educated them and because of this there are rules and judgements are exist as well. This is an important point.

The word Alemin… For some linguistics this word is not in arabic vocabulary. It is an outside word which came from Hebrew; as a form of a language root of Sami. There is no reason to accept that, since Hebrew, Arabic, Syrian and Aramic both share the root of the same language family of Sami. All have the same origin. Because of the same systematics for the rootwords and possibly the same derivities according to linguistic scholars, it is impossible to choose or find out the real origin of this word. But the word “Alemin” expresses “Alems” as plural. “Alem” is the meaning of whole worlds, universe, all categories of beings.

But the word “alemin” here is an addressing for beings with intellect. “All hamd and praises to Allah, Rab of all conscious creations we know and don’t know.”

Other forms of Alemin in different parts of Qur’an have wider meanings. As in another verse the word alemin comes with a meaning of all creations. Another verse contains non-living things. Yet another contains angels too. But the word “Alemin” in Al-Fatihah is an addressing just for all conscious beings.

 

3 – “Errahma nirrahim.”

 

3. The Rahman (the quality with which He forms the dimension of Names; the Quantum Potential), the Rahim (the quality with which He continually creates the engendered existence with the meanings of the Names)(A.Hulusi)

 

3. Most Gracious, Most Merciful

 

Errahma nirrahim. Again the two names of Allah “Er-rahman” and  Er-rahim”. Most gracious in essence and acts with mercy and compassion in actions. Because I gave these meanings with details in “Besmele”, I’m moving on.

 

4 – “Maliki yevmiddin”

4. The Maleek (the Sovereign One, who manifests His Names as he wishes and governs them in the world of acts as He pleases. The One who has providence over all things) or the Maalik (the Absolute Owner) of the eternal period governed by the decrees of religion (sunnatullah). (A.Hulusi)

4. Master of the Day of Judgment

 

Maliki yevmiddin Again, Allah’s identity has been given in quotation marks within fatihah.

 “Master of the Religion Day” What is the religion day? The Day of Judgement without a doubt.

There’s a famous saying in arabic literature which we encounter as a hadith also… “Kema tedinu tudan.” How you judge, is the way you will be judged. The behaviour of yours for others are the behaviours of people for you. What goes around, comes around. This saying is famous with such meanings. So “Din” here means the judgment. “Judgement Day.” And for that reason the word “Malik” can also be read as “Melik.” Ruler of The Judgement Day. If you believe a judgement day, you should also believe, a ruler will be present there. If there’s a court, than there’s a judge. “Maliki yevmiddin”; indicates the Judge of Judgement Day.

 

A while ago, we saw the names, adjectives of Allah as Rahman and Rahim. So we feel joy. Allah addressed us with grace, blessing; we were introduced with Allah’s mercy and compassion by the effects of Allah’s adjectives. So, why suddenly there’s a mention of judgement and being a master of judgement day? That’s important.

This is one of many addressing styles of Qur’an. There are some basic measurements for Qur’an’s style. This is the first of many.

What is this? It turns people both to hope and fear. It opens two doors, one to heaven and one to hell and it shows you both ways. It leaves you at the middle of two distinct reality and Qur’an does that consistently.

 

Also Qur’an opens three timelines in front of people. First it warns you with “Present.” It turns you into you. It reminds you yourself and wants you to check enviroment, universe, earth and heaven. It doesn’t settle just with that. Opens a page from history and reveals an occurance happened back. It takes you to “Past”. That turn is so vivid, you can reach to your own souls past.

And it turns to future. To eternal future. Other world. Heaven for some and Hell for others. But always a judgement, always a ruling and always an apocalypse.

Qur’an works in three different times like that. And it takes them all in front of people like a curtain or a movie. Why? Because if a man can holds those three occurances all in mind, he can live with vigor. Only then he can live the life he will be judged later. Only then he can be careful enough to walk the right path. So, he won’t do anything that he cannot defend later at the presence of Allah. He won’t take actions that he cannot reply. That is the sole definition of “Takva” So to awaken this state of mind, Qur’an always turns people into their past, present and eternal future. “Maliki yevmiddin” Hamd and praises to Allah, The Supreme Ruler of Judgment Day.

And now all of a sudden, Qur’an comes to a different type of time and a different type of addressing. We are moving on from an attitude of Supreme Ruler to “you”. There is an intimite line of communication is established between Allah and mortal man.

 

5 – “İyyake na’budu ve iyyake nestaiyn”

 

            5. You alone we serve, and from You alone we seek the continual manifestation of your Names (By manifesting the meanings of Your Beautiful Names we, as the whole of creation, are in a state of natural servitude to You, and we seek guidance to attain and maintain this awareness at all times) (A.Hulusi)

 

5. Thee do we worship, and Thine aid we seek.

 

İyyake na’budu ve iyyake nestaiyn Now that you know these names, these characteristics of Allah; how should you behave, o mankind?

How should I behave? Or as for humans response; “O Rab. All right, I know you. You are “Allah”, you are “Rab”, you are “The Rab of all worlds”, you are “Most Gracious”, you are “Most Merciful”, you are “The Supreme Ruler of Judgement Day.” So what should I do, O Allah?” And this is the response… Say;

Thee do we worship, and Thine aid we seek.

This is almost like a digression, a summary of the verses above. Almost like a preparation to say this verse. First verses of Fatihah so far, are for us to say this particular words. How should you behave in front of a being like that? A being; Allah, Rab, Rab of all worlds. Not just that. Rahman, Most Gracious in essence and Rahim, Most Merciful in actions. Also a being so supreme to rule over The Judgement Day.

                                                      

So you should behave like this; “İyyake na’budu ve iyyake nestaiyn”  

 

Only Allah you should worship, and only Allah’s help you should seek. Is it logical to ask for someone elses help, when you already have the blessing of Allah? Is it sane to worship some other god, when you are always with a Rab so powerful? This is another meaning of the verse, “İyyake na’budu ve iyyake nestaiyn” 

 

This is a verse to explain the very essence of tevhid (unity). It is almost like a translation of Kelime-i Tevhid (Word of Unity) “La ilahe illallah”  İyyake na’budu ve iyyake nestaiyn. We can declare that this verse is a continuum of tevhid as well. Thee do we worship, and Thine aid we seek. Because; “La ilahe illallah” No god, only Allah. They unite within each other. It is an explanation to open the soul of unity. A sign it is, this verse.

Reading this verse, is to deny any form of polytheism, because in grammar, “iyyake” word is complement. In arabic syntax, complements come after subject or predicate. So why in this verse a complement came before any of them. To give the meaning. “Only you.” “Only you, we worship, only your help we seek.”

This is denying the shirk. Every form of shirk (polytheism). Shirk doesn’t only mean to worship statue forms of idols. The responsibilities of yours to Allah, actions of yours regarding Allah; if you perform them for any other being, than in that subject you perform shirk, you put an equal to Allah. A muslim is only complete whenever he/she manages to live the ideal of unity in Allah, with ideas, actions, both mind and heart related.

 

A complete muslim live the ideology of unity, not only in his heart, but in life, actions and in every job, thought and emotion. Therefore tevhid (unity) is a way of life. A standard of life. And because of that, limiting the idea of tevhid just with words of “La ilahe illallah” is almost as insufficent as naming shirk, worshipping to clay idols. Just like, shirk isn’t a clay worhipping, tevhid is not just reading the words, “La ilahe illallah” either. This sentence is to sign the long contract of unity. And shirk is an action which has so many variables and forms. We can put a metaphor to the secrecy of shirk, like a footstep of an ant over a black stone in the middle of the night. So when we hear shirk, we shouldn’t thing of total worshipping and surrender to idols. We shouldn’t forget the prophet’s hadith described us shirk has a lot of different forms and it can be unnoticed as an ants footsteps over a black stone, in the middle of the night.

 

At that point a true believer, cannot worship anything but Allah. Yet in another verse, we see; “..la tagbudus sheytan. (Ya-sin/60)

Don’t worship Satan. From the content of this verse, we understand that, people haven’t worshipped Satan out open. Those addressing aren’t for Satan worshipping heretics. This verse is for true believers, mumins. So why the need of this warning, why “Don’t worship Satan”? Obeying Satan’s rules, do what he tells are named as worshipping Satan altogether in this verse. Submission is another name for worshipping here. From this road, we can reach the point, “The only authority to be obeyed implicitly is Allah.” This is the lesson we should learn here.

 

Another incident had occured in Century of Happiness (Times of Muhammad (P.b.u.h)) we can learn from. Adi bin Hatem a Christian priest had converted to Islam. When he came to see the prophet, Hz. Muhammad read this verse;

 “İttehazu ahbarahum ve ruhbanehum erbabem min dunillahi” (Al-Tauba/31) They take their priests and their anchorites to be their lords beside Allah.

Adi bin Hatam replied;

- O Rasul-Allah, we weren’t prostrate them, weren’t bowing our heads, weren’t perform salat to their person!

Prophet explained immediately.

- No…! That is not what this means.

The wrong concept of worshipping had been corrected there. Worshipping isn’t necessarily mean prostrating. So what?

- They forbid you something, and you follow them.

They give passes to things Allah makes forbidden, and you follow them. They make things forbidden, things Allah give passes, and you follow. You see their rules as the utmost authority. You put them on authority to make your own life decisions. This is what taking someone as Rab besides Allah.

This translation of Prophet shows us this. Being the slave of someone or seeing him as a God isn’t just like pharaohs or King Nemrut claiming to be the greatest god. And people bow to them. It just means, in his person giving the Allah’s authority to him, putting him besides Allah in decisions. This is the definition of worshipping another. So in this content we say, “İyyake na’budu ve iyyake nestaiyn”

 

In truth, my dear friends; obligation of reading Al-fatihah in every prays every parts, is to give us this spirit.

O People! You have violated the truth within Fatihah so much everyday, you are in need of constant reminder. Because you forget all the time. Because you brake the rules of being a believer. You forget the truth. So, a muslim reminds himself Al-Fatihah at least 17 times a day. 40, if you include the secondary prays(sunnets). All for refreshing the bond of Iman to Allah. To awaken the mind. Because Al-Fatihah is not a chore of repitition.

But Alas! Today’s people who doesn’t understand Allah’s words, read Fatihah a life time without the real meaning within. They do things to prove wrong the bond he just gave after finishing the pray. The reason behind this is, they cannot comprehend the very soul of Al-Fatihah. They cannot understand both what it says and what it means to say. Both words and meanings themselves. And because of that, their salats (prays) cannot change anything in their lives, which ironically those prays didn’t just change a generation, they changed the entire world once.

Remember the times, a bunch of brave people had been carrying the Islam as a waking sun on earth, with this Al-Fatihah. Every muslim should ask himself now. The same Fatihah which changed all things in those peoples lives, why hasn’t changed mine?

 (Additional Info: This is a floor of thanking. In other words, We accept that we only worship you and seek only your help. You have no partner. For those who put in front of me like I’m in front of you, I only seek you, not another one. I help them with thanks to you only, not to myself. So you are the true helper, not me. So in this verse man proves himself in his claim of “Allah is the sole ruler without any partner.” [İbn. Arabi- F. Mekkiyye/c-1 s-327.))

 

 

6 - “İhdinas siratal mustekiym.”

 

6. Enable the realization that leads to our innermost essential reality (sirat al-mustaqeem) (A.Hulusi)

 

6. Show us the straight way

 

İhdinas siratal mustekiym Now the praying section. Actually Al-Fatihah can be named as a pray altogether and read with this intention.

The verses before taught us the manners of begging and praying. When you beg and seek help from Allah, O people; start with hamd to Allah. Begin your pray with Allah. Say your besmele. After that give your thanks, hamd. Then glorify Allah. Tell the names, Rahman and Rahim. Remember those adjectives. Remember Allah’s grace and mercy. Then remember Allah’s supremacy. Role of Allah as a ruler over worlds, judge of the judgement day. After that make two things. Only worship Allah and seek Allah’s help. And now you are ready to raise your hands and pray for your needs.

But the very first thing you should ask for; I mean if you have one shot, one chance of something, you should ask for this. Because we sometimes forget what truly matters. Sometimes we ask for small things instead of big ones. But nonetheless Allah is supreme. Ask for great things from the great Allah.

So what should I ask for?

 

“İhdinas siratal mustekiym.”

 

Ask for Guidance(Hidayet) which is the greatest gift of all. No fortune may replace the guidance. No treasure is big enough to cover for guidance. The one who has the gift of guidance, has a treasure more valuable than any other treasures. But if you aren’t blessed with this gift, than what good does it make to have all the entire world in your pocket. But if you have guidance, what do you lose if you haven’t got any other possessions. Because now you have the key for eternal joy. Therefore ask for guidance. This is the manner of asking. You can ask for anything else later. But ask for guidance first. “İhdinas siratal mustekiym.” Show us the straight way.

Dear fellows, what is guidance? We should analyze this first. The guidance from Allah, didn’t only come with revelations.There was guidance before that time. This guidance is pre-historic. The first moment of life is this guidance. It means there is this guidance in our nature. The uncorrupted nature (fitrat), is entirely blessed with guidance. Untouched and pure. It contains the act of guidance by essence. In that mean, we can easily say this is a guidance in advance.

But our Rab didn’t settle with that. We had another blessing. The blessing of intellect, mind. So there is a second guidance. But wait, there’s more. Another blessing of conscience which is a guidance by nature. Because if you have a pure conscience, that thing can lead you to the straight way. IF it’s not corrupted. IF it isn’t screwed and manage to remain intact… And last but not least mankind blessed with another guidance, which are the books.

So if a person says, “İhdinas siratal mustekiym.” “Show us the straight way”, happens to mention this. “Return me to my very nature, to my fitrat, to my pure form of conscience.” It means, don’t let my conscience corrupt, return me to the path of right,the path I set foot on my first moment of pure conscience. Because a mans conscience always calls him to the right acts.

Again, return me to the spot where my mind wasn’t corrupted. The road of common sense. And with this words people say, “Return me to the path of the book calls, the message shows. This is the opening of “İhdinas siratal mustekiym.”

This verse is a wish of four types of guidance which happens the three of them are inside the mans himself. Of course this is a wish. A hope. And Rab of all worlds answer this wish right away in Qur’an with the words closest to Al-Fatihah.

 “Elif lam mim, Zalikel kitabu la raybe fih hudel lil muttekiyn” (Al-Baqarah/1-2)

 

 “Alif. Lam. Mim. This is the Book; in it is guidance sure, without doubt, to those who fear Allah.” This is a guidance for those who have the responsibility to Allah. So there… This is the guidance, this book. What do you look for? Alas, for those who aren’t blessed with the guidances of fitrat, conscience and mind; what can this book say?

It’s been 1400 years since Allah reached us via this book. We have been literally with this book for years. So tell me why, this book hasn’t been a guidance for us like it supposed to be? Because we haven’t clinged on the guidance of our nature, our conscience, our minds. That’s why. And for that, written words of guidance couldn’t find a way to us.

 

“Siratal mustekiym.” Straight Path. Path of Sirath. Mustakiym is destination. A path without a bend or a fork. Even some Qur’an translator claimed that this straight path mentioned is the Qur’an’s itself. Islam’s itself, which confirms by a hadith of prophet we read from Tirmizi as Islam is in fact Sirat-al Mustekiym. “Allah laid down a path in front of man, gave them a road. This is sirat-i mustakiym.”

Allah made two walls to two sides of this roads. These are Allah’s borders. And made doors in these walls, doors that lead to sins, offenses to Allah by Satan’s and egos calls. And put curtains on this doors, which are the limitations, things designated forbidden by Allah. From the hadith we read in Tirmizi.

An invitor calls from within the path, shows us the way. And another one calls us at the beginning of this path also. The invitor at the beginning of the path is Qur’an. And the invitor within the path is Islam. So our Prophet Muhammad (p.b.u.h) presents Islam as Sirat-i Mustakiym, an invitor who calls the road to man and man to road and illuminates both. In this quite beautiful metaphor, we understand Sirat-i Mustakiym is the straight way of Islam.

In another hadith we read this. Prophet drew a thick line on the ground. And drew some other lines crossing the first one. He said “Those are the roads besides Allah’s way. And this (thick line) is the one and only true way of Allah. One who travels this road finds salvation.” We can find this meaning also in this verse. Moving on.

 

7 - “Siratallezine en'amte aleyhim”Gayril'magdubi aleyhimVe laddaaalliyn

7. The path of those upon whom You have bestowed favor (those who believe in the Names of Allah as comprising their essential self and experience the awareness of their force) not of those who have evoked Your wrath (who have failed to the see the reality of their selves and the corporeal worlds and who have become conditioned with their ego-identities) nor of those who are astray (from the Reality and the understanding of the One denoted by the name Allah, the al-Wahid-ul Ahad-as-Samad, and who thus associate partners with Allah [shirq; duality]) (A. Hulusi)

7. The way of those on whom Thou hast bestowed Thy Grace, those whose (portion) is not wrath, and who go not astray.

 

Siratallezine en’amte aleyhim To figure out what kind of way we are talking about, again Fatihah is continuing to explain. The path of the ones we give our blessing.

Who are they? Those who are given Allah’s blessings. I myself think like this. Al-Fatihah is a sura read by Prophet himself. So what can be mentioned when he read this, when he read in his prays?

- O Rab. Lead me to the straight way. The way of those on whom Thou hast bestowed Thy Grace.

Whenever the prophet read this sura he meant, should have meant the path of the other prophets before, for sure, which we can see some verses to reveal the truth of this belief. One one the verse says;

- “Those were the (prophets) who received Allah’s guidance. Follow the guidance they received” (Al-Anaam/90)

Prophets were counted. 14 in a row and right after that there’s this telling, follow the guidance they recieve, be on that road, be a part of it.

So whenever Muhammad (p.b.u.h) read Al-Fatihah, he was praying to follow the path of the prophets before his time. “O Rab, lead me to the road they take.” he was saying.

 

What does that show us? It shows us that Islam is universal and beyond time and space. Islam didn’t start with Muhammad A.S. Islam had begun when Allah decided to address to people. Islam is the constant light of humanity and Muhammad is the last guide of this road. And Qur’an is the last map we can ever take. For that, whenever we read Fatihah, we actually remember that we are walking the path of all true believers throughout the entire history. With Fatihah we are saying;

 “O Rab, there is a line in this flood of humanity and I follow that line. I seek the universal truth, O Rab.”

So when Prophet read Al Fatihah, he pledged himself to other prophets beliefs. And when sahabe (desciples in Muhammad’s time) read, they were actually following the road of other believers and disciples.

 “O Rab, Help us to follow the road that prophet shows us, like the other desciples did when their prophets showed them as well.”

 

So, based on that, what are we saying; “O Rab, like other prophets and desciples, whichever path they walked, those people of true loyalty, lead us to that path too.”

So everyone in their own category, memorialize the believers, saved and blessed ones before thier times. So in a manner of speaking, a thanks has been delivered as well. Al fatihah is an eternal thanks to the passengers of eternal way.

That indicate this.

 “Siratallezine en’amte aleyhim” “The way of those on whom Thou hast bestowed Thy Grace.

 

If you ask about this grace and the meaning of its content, we previously explained when we were mentioning Sirath-i Mustakiym and we said it is Islam. That is the grace. So iyya ke na’budu is a request of this grace. I only pray for you. Reaching for a guidance that allows you to pray only for Allah, is the greatest gift. Having a belief that only ask for Allah’s help and need nothing else is the biggest grace. We asked from Allah to be on the path, right next to the ones blessed with this grace.

 

There’s another settle opening this verse has. It’s this. “O My Rab, I’m not alone in this road, I’m walking behind the ones walked before. O Rab, I want to follow your road, the road of the true believers who followed you. I’m not saying I’m the only one here. There are a lot of people walk with me and by their reaching, lead me either to our awaited destination. Lead me with your blessing, make me stay on this road, help me to stay with them all the time.” This meaning is based on the “na” pronoun and “iz” pronoun at the same time. Because this can lead the context to a group of people. Whenever a human read Al-Fatihah, he remembers “the people”. He doesn’t just pray for himself. He prays for all. He doesn’t say “I”, “Ihdini”. If he says that he have to start over his pray. Because this corrupts the meaning. No, instead he says “Us”, “Ihdina”. Show “Us” the straight way. Not, “Show me”, Show “Us” the straight way.

There’s an “Us Together” consciousness has been given us. Who are we? Not our group, our clan, our tribe, our branch groups; none. So who is this we? Our people. Every single person who are –and were part of the community of Muhammad (p.b.u.h.). If we add the ones before too, then “True believers who have been walking the eternal path of Islam and the followers who have been listening to all Islam prophets. So many… So wide… Those are the “Us” we salute when praying.

 “Esselam  aleykum ve rahmetullah..!”

 

You send your regards to millions, billions even. To black, white, yellow folks; European, African, Asian brothers and sisters. If you lose your heart on this “us” matter, you lose your way on Al-Fatihah. If you take actions to crush the community and falsify this consciousness, with that reason you deny Al-Fatihah completely. You deny the same Fatihah, right after your pray is finished. And thus, that pray cannot help you anymore.

 “gayril magdubi aleyhim.” Upside was the proof, now the targets. “Not those whose (portion) is wrath”, “ve lad dallin.” “and not who go astray.”

So right after proof, there are two exact opposites. Not a conclusion, opposition. Two oppositions actually. Who are these mentioned oppositions? Those whose portion is wrath and who go astray. Isn’t it a fact that who take all the wrath are the same ones who also leave the road? So why two different references? Why an addition of “ve led dallin.” Common sense suggests that who suffer the wrath are the ones go astray. And who go their own heads will suffer all the wrath. Isn’t this the greatest punishment? So why the need to seperate those two? For the answer to this question we might look to an hadith we see in Tirmizi and some other origins.

There are Jews among those whose potion is wrath. So they are the ones. There is a variance in this hadith form. And for that scholars talked and argued about its origin is pure or not before. But there is another form of this same hadith and it comes from a reliable source and with bond. This is the form. “Jews are the ones IN THOSE whose portion is wrath. So it’s not a unique marking for Jewish community. And who go astray are Christians. That means Christians are a part of those who go astray.

And in that position we say this very truth in every Fatihah. “O Rab, protect us from being Jewishlike, from Christianishlike.” An explanation.. “O Rab. Protect us from turning our religion into a puffed up secular ceremony like Jews, and protect us from turning our religion into a far out consciousness like Christians.”

With another point of view, to behave to their own prophets; “O Rab. Protect us from insulting our prophet like Jews have done theirs.” And on the other side; “O Rab, protect us from divinizing our prophet like the Christians have done theirs.

 

As you can see Qur’an looks these two deviations in line of history as a differentiated whole and points out. Act with the Jew-like ideology is a deviation. There is not a whole community who suffer the wrath. Allah don’t put entire races to wrath. Being a part of a distinct race, is not the reason to suffer any form of wrath. Saying a thing like that, would be a cardinal insult to Allah. No person can choose to which community he will born into. But suffering the wrath is a consequence of logic. A logic of Jewish. And going astray is a logic of Christianish logic. In Jewish logic, religion turns into a ceremony, objectified. This logic locks religion into a shape. And the opposite side Christianism, locks the religion into human and logic into consciousness. Locks away from outer life. Both are deviations and ways that are out of truth.

To avoid both; we say in every part of every pray; “gayril magdubi aleyhim ve lad dallin.”        

 

Dear fellows, about the ruling of Al-Fatihah, long debated had been made between scholars. Topic of these debates are about the actuality of reading Al-Fatihah in every pray. Some scholars take it as a “Vacip” (Unbinding Obligation), and some as “Farz.” (Binding Duty) and indicates that a pray wouldn’t be accepted without it. And to prove that, they show hadiths from prophet;

 “la salate limen lem yekra’ bi fatihatil kitabi”

 “Those who don’t read Fatihah, don’t have any pray neither.” (Muslim;kitabus-salah hadith number: 34)

            Actually both theories have the same origin and proof. But the ones who claim otherwise have another proof that Al-Fatihah isn’t a “farz” and in case of not knowing Fatihah, one can read another sura or three short verses from Qur’an as well.

           

“..fakreu ma teyessere minhu..” (Al-Muzzammil/20)

 “Read ye, therefore, of the Qurán as much as may be easy for you.” With that verse part, groups like Hanephies claims that a sura or a group of verses can be read besides Fatihah in prays.

In some other debate about reading Al-Fatihah with groups, there may be some argues but I; with the lights of all proofs and with the origin point of action possibility, believe that a person should just listen fatihah when praying in groups since Imam reads it out loud.. According to this verse,

 “ve iza guriel Kurane festemiu leh ve ensitu lallekum turhamun” (Al-A’raf/204)

When the Qurán is read, listen to it with attention, and hold your peace: that ye may receive Mercy.”

I also declare that prays in groups when imam reads fatihah silently, rest of the praying group may read fatihah too.

 

I say “Amen” with all my heart to this mighty pray that revelations taught us. I pray for a lifetime with fatihah and a way of life that Al-Fatihah presents us. Like the first words of Hamd we speak at the beginning, I would like to finish my words by reminding another verse in Qur’an.

“Ve ahiru da’vahum enil Hamdu Lillahi Rabbil alemiyn. (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”. “Esselamu aleykum.”


Al-Baqarah (1-27)(3)

$
0
0

231

 

Euzubillahiminesheytanirraciym,

Bismillahirrahmanirrahim

 

Dear fellows, today in our lesson we begin to Baqarah chapter.

The name baqarah is mentioned in 67. and 73. verses in this sura as an incident occured in Israilian society. Baqarah means “Cow”. Hopefully we will study this incident when we get to those verses.

The time period of arrival for Baqarah, was the first two years of Hegira (Emigration). Within that time period Baqarah was almost complete. This is a subject we must pay attention all the time if we are to understand this sura. Because the society at that time, first people to meet these verses; have a high spot on the process of revelations arrival. So, to understand the meanings of these verses, we also need to know the lives, styles, demands, wishes, mistakes of those people as well as that societies construct, social expectations and the aspect of their religional features.

So for that, it holds a great importance that I should express, the time period is the first two years of Hegirah. Of course last pieces of baqarah arrived later for completion. But we can easily say that first two years held the biggest parts and soul of this sura. Even some opinions indicate about verse 281 was the last verse ever arrived in Qur’an.

If I should say a thing about the contact of this sura with previous one, I say there’s a serius connection between these two. There’s no coincidence that Baqarah comes right after Fatihah. As you already remember there’s this verse in Al-Fatihah, “İhdinas siratal mustekiym.” Show us the straight way. Guide us on this right path. As soon as we finish praying for guidance. A reply shows itself with the opening of Al-Baqarah.

 “Elif lam mim zalikel kitab.” This is the Book. “Zalikel kitabu la raybe fih” This is the Book sure, without a doubt , hudel lil muttekiyn.” in it is guidance to those who fear Allah. It is a guide. Basically you asked for a guidance from Allah in Fatihah. And Allah answered your prays and replied “Here, take this. This is the guidance you seek from me. This is the Map.”

But that isn’t the only connection between Fatihah and Baqarah. As you can also remember from our translation of last verse in Fatihah,

 “gayril magdubi aleyhim ve lad dallin.”

Those whose (portion) is wrath, and who go astray. We explained the ones whose portion is wrath as Israilians who have taken the path of Jewism and for those who go astray are community of Jesus who have taken the path of Christianism.

So this aspect (also the same aspect of Ras’ul) will be revealed in Baqarah. Approximately 120 verses will tell us how the Sons of Israel took the path of Jewism. And for that explanation, we can make the assumption that Al-Baqarah acts as an index of Fatihah, even the whole Qur’an.

Since we are talking about indexing, I should say a few things about the content of this sura. The opening of Al-Baqarah begins with categorising the beliefs. 5 verses about true believers, 2 verses about infidels and 14 verses about hypocrites. So this sura reveals the true meanings of; firstly true believers and iman, secondly infidels and infidelity and then hypocrites and mischief, discord.

After these descriptions, plot moves on to the adventure of mankind. How did this 3 million years long epic journey of humanity start? We could only get this answer from Allah. And by this answer, we read and learn in Baqarah about the species called “human”. How they became individuals, the process of mastery over earth as strong minded, conscience people with Adam’s arrival and how they reached the potential of being heir to the role of “leaders on earth” all from the creation of mankind to point when we took that position.

After that words in Baqarah, it comes to Jews and set them as example about how they fell. This sequel is the backbone of this sura. The adventure of Israilians becoming Jews. And with that a message has been delivered.

 “O, people of Muhammad. Be very careful since the greatest danger for you is to become Jew-minded. Like how the mission of delivering revelations was granted to Israilians, it is now granted to you, community of Muhammad. The community of Moses, betrayed this holy quest of delivering revelations. And for that they became Jews and punished with wrath. So now, you people of Muhammad. If you also betray your duty and turn your back on revelations, your portion will also be wrath and you will end up just like them.” This is the warning of this message.

Again in this sura, an attention is set to prophets, Kabe and direction for 3 celestial religions.

One important message of this sura is, uniting these 3 celestial religions communities, around symbols put by Allah. First symbol is the Prophet Abraham, who has a unique and respected place among 3 celestial religions.

And for 3 celestial religions communities; Allah shows Kabe as another symbol and center, which was made by Prophet Abraham himself. Last parts of Al-Baqarah gives this message about this situation.

 “O, Jews. Why are you betraying to Kabe, even you hold Abraham precious and accept him as your greatest ancestor? Why don’t you want to accept Kabe as your destination? Why are you protesting Muhammad (p.b.u.h) about facing his direction to Kabe as his kiblah.”

So, the call here, is a uniting call for all 3 celestial religions around symbols Allah shows.

And last part of this sura, closes with “Amenerresulu”. This last 2 verses; give joyful news to people who accept this call, about Allah’s mercy, Allah’s compassion and forgiveness. And with that I’m starting to tavsir (translate and explain) this sura.

 

Bismillahirrahmanirrahim”

“By the one who is denoted by the name Allah (who created my being with His Names in accord with the meaning of the letter ‘B’), the Rahman, the Rahim.” (A.Hulusi)

“In the name of Allah, Most Gracious, Most Merciful.”

 

1 – Elif lam mim.

1 – Eliif, Laaam, Miiiym. (A.Hulusi)

1 – Elif, Lam, Mim.

 

These 3 letters are “hurufu mukadda”. It means “Private Letters”. It was read by prophet like this, and we read the same. These kind of letter groups come as first verses for 29 suras in Qur’an. Total sum are 14 letters. So, “hurufu mukadda” equals to half of entire Arabic alphabet.  Also these letter groups change between ones and fives. Ones; like “Nun” or “Gaf”. Twos; “Ha Mim” or “Taha” or “Yasin” Some are like these ones threes “Elif Lam Mim”. There are fours and fives either.

This happening is also a referance for Arabic language. Since all words in arabic contain one to five letters. 1,2,3,4 or 5. You cannot find a six letter word in arabic language structure. So that is the reference.

About the meaning of those letters, scholars have debated long time and there have been several comments.Yet; if we ask, was there any sayings from the era of happiness? We couldn’t find anything from prophet about this letters meanings. Rumors from “sahabe” (first hand Islamic community) are different though. According to a rumor from “Abu-Bekir”, there’s an answer like this one.” Every book has a secret. Secret of Qur’an is “Hurufu Mukadda”.

A similar comment came from Caliph Ali and also exact ideas we read from Caliphes Omar and Ottoman according to translators.

Again “sahabe”s time, there are no comments on this matter. But after two hundred years from Hajira, tafsir became a constant discipline. So, speculations on these letters were on a rise. For example, we can see this in Taberi. In translation of Qur’an from Taberi, there are pages full of comments on this particular matter. Even said; at that time of prophet there’s a numeric based discipline among Jewish community, and this letters were a subject for this. We see this discipline also. It’s called “Ebced”. It is based on letters in numeric codes. But there are no customs about this in Arabic society and certainly no ideas about this in Islam. This custom was an ancient Jewish discipline. A custom to use letters on numeric bases. Therefore, according to their tradition, they used these letters they didn’t understand as numbers and tried to calculate the lifespan of this community. Of course these initiatives of Jews, weren’t approved by Islamic community and personally The Prophet himself.

In numeric-based letters. Elif is equal to 1, Lam to 30 and Mim to 40. So, with that calculation, they thought it is possible to find out the end of this cummunity from “Hurufu Mukadda.” Now, it seems clearly wrong, when we look from today to past, back that time.

Some translation scholars took those letters “Elif”, “Lam”, “Mim” as secret codes, which we cannot find a base to that idea in any hadith or rumor from that time. For example, “Elif, Lam, Mim” translated to “Most Allah of Worlds”. But those comments are always found loose.

Plus; we haven’t seen this kind of systemic usage anywhere in arabic language. Although Taberi put several poems in his tavsir book about it; those weren’t enough to prove that any form of numeric system is a formal discipline. In fact none of those poems use any kind of actual numeric systems. Just like calling Jeffrey – “Jeff”, Samuel – “Sam” or Michael – “Mike” there are name shortening in Arabic like calling Salihe – “Sal”, Haris – “Hari”. But if we reflect this type of usege on Hurufu Mukadda, I clearly don’t see any relationship between them.

Another claim is “Ya Zeyd gif”. (O, Zeyd halt) which arabs say it “Ya, Zeyd, Gaf”. As for “Gif” (Halt) word, just first letter is taken. That kind of pushing also cannot explain Hurufu Mukadda.

So, what are those letters? There are two serious opinions in this matter. First one is Abu Bekir’s opinion which I previously translate “Every book has a secret, this is Qur’an’s.”   

Be careful, those aren’t metaphors, I don’t see them as metaphors. Because metaphor must contain symbolisation. Yet those letters are completely unprecedented, so just like Abu Bekir’s words “A secret”.

But there’s a second and important opinion which is accepted commonly by famous scholars like Shabi, Katade, Zemahsheri and İbn. Teymiye.

For them, these letters indicate Qur’an. Speech of Qur’an. More specifically, origin of Qur’an. If we read it for latin alphabet, this is the opening for A,B,C. Or choosing another letter.This type of claim (which also confirmed by one of the first translator Abu Ubeyde in his book “Mecazul Qur’an”), those are “hurufu heca” which means “syllable letters”. This is the only reference in that first tavsir book about it.

So these are syllable letter. And their indication is based on Qur’an. More like attention. There are 29 suras begin with this type of opening verses. It’s safe to assume that this forming is for pointing out the importance of revelations of Allah. So whenever we come across to those letters, we understand; there’s a sign for us to pay attention to revelations, to their contents, to their importance and more importantly to Qur’an’s origin.

So, with that comment, we should ask these two questions.

1-       What are the meanings of these letters?

2-       What are the functions of these letters?

I want to express my opinion on that matters based on explanations I gave. Only Allah knows the meaning of these letters. This is the exact opinion with Abu Bekir’s words. If there’s a meaning behind it which is highly possible, this is a type of knowledge only holds by Allah. But function? Their function is to gather attention to revelations. And challenge.

By making reference to origin of revelations ,it almost been said ,“This book you hold in your own hands… this book is written with letters you know and use all the time. So write a similar book, if you dare; if you think you’re capable enough.”

I also think the same way. “Look, this revelations are given to the world of humans with the letters you know and use. But you can clearly see that those sayings are celestial. If you ever doubt about their origins, then by all means write a similar text.” This is quite a challange.

 [Additional Info; “Elif.Lam.Mim” These three letters points out a whole existence. Because “Elif” is a sign for the first presence. “Lam” is a sign for active mind called “Gabriel”. Active mind is middle entity. Takes enlightment from the first, and gives to the next. And “Mim” points out the last presence which is Muhammad (p.b.u.h.). And with following words, “That book” close the circle; first and last unite. Because of that Muhammad is the seal, the end. In his hadith Muhammad said. “Time traveled and reached to the first day that Allah Allmighty had created heaven and earth. İbn. Arabi-Tevilat]

 

2 – “Zalikel kitabu la raybe fih. hudel lil muttekiyn.”

This is the Knowledge (Book) of the reality and sunnatullah (the mechanics of the system of Allah), about which there is absolutely no doubt; it is the source of comprehension for those who seek protection. (A.Hulusi)

This is the Book; in it is guidance sure, without doubt, to those who fear Allah

 

Zalikel kitabu la raybe fih. hudel lil muttekiyn Remember; we prayed to Allah; “İhdinas siratal mustekiym” “Show us the straight way” in Al-Fatihah. For answer to our prays, Allah gave us this book. “This is the Book; in it is guidance sure, without doubt” “hudel lil muttekiyn.” to those who fear Allah.”

The word Rayb in “la rayb” means doubt. If we ask which meaning should we take it for; 23rd verse of this sura give a similar example.

Ve in kuntum fiy raybin mimma nezzelna ala abdina fe’tu Bisuretin min mislihi ved’u shuhedaekum min dunillahi in kuntum sadikiyn; (Al- Baqarah/23)

 

And if ye are in doubt as to what We have revealed from time to time to Our servant, then produce a Sura like thereunto; and call your witnesses or helpers (if there are any) besides Allah, if your (doubts) are true.

If we are to translate doubt in this verse with the other one; then the explanation of doubt is the doubt about this book, whether its origin is indeed celestial or not.

The part; “la raybe fih* hudel lil muttekiyn”  also has this meaning; “A guide, a roadmap for those who fear Allah. There’s no doubt that this book is a guidance for those who search the right path.” Both explanations are true. About the word “Muttakiyn” in this verse can also be translated as “Consciousness of Allah”.

 “Ittika” is actually “to fear, to take shelter, to defend” if we look the word etymologically. For example Arabs say, “Ittaka bi terasihi.” “Defend himself with his shield.” Also in a hadith;

 “Kunna izeshteddel be’se ittegayna bi resulillah” (Hadith) “When the battle was heated, we made a wall with our bodies to Allah’s Rasul and we protected (defended) him. It means we became a shelter for Rasulallah. That ittegayna has this meaning. Ittiga; form a barrier between enemy and yourself. If we take this meaning and put it in a bigger scale;

For a human to form a barrier between himself and hell. For a better link between Allah and man, putting obstacles between devil and man. Seperate man from his ego. Defending iman from desires and earthly sins. Form a barrier between friend and foe. These; are the meanings.

But if we remember our previous sayings, For a man to become “Muttaki”, it is only possible if he can equip himself with the consciousness of responsibilities to Allah. So; this is a matter of consciousness. To form a barrier against evil, against hell; one must clear the obstacles between Allah and himself first. Act of defense is necessary for a better contact with Allah. In that point of view, a man must awaken the consciousness of Allah in his soul.

Some scholars, translate this word “responsibility to Allah.” This is a nice translation too, yet insufficent. This isn’t just representing the act of responsibility all by itself, it also has the meaning of being closer to Allah, reaching for the affection of Allah. Because we avoid commiting sins, not just for our fear from Allah, we also do it to become closer to Allah as well. So what is the real fear here? We fear from losing Allah’s affection, love. Moving on…

 

3 - Elleziyne yu’minune Bil gaybi ve yukiymunas salate ve mimma rezaknahum yunfikun;

Who believe in the reality (that their being comprises of the compositions of the Names of Allah) unknown to them (beyond their perception), and who establish prayer (who experience the meaning of salat alongside performing its physical actions) and who spend unrequitedly from both the physical and spiritual sustenance of life that We have provided for them for the sake of Allah. (A.Hulusi)

Who believe in the Unseen, are steadfast in prayer, and spend out of what We have provided for them.

 

Elleziyne yu’minune Bil gaybi ve yukiymunas salate ve mimma rezaknahum yunfikun Those people who fear Allah are the ones who reach a state of mind that they are able to believe The Unknown. They believe one cannot fathom the whole truth if he cannot see past his 5 regular senses. Or 5 senses won’t be enough to cover the entire knowledge of mind’s truth.

Gayp; The Unknown; Allah, heaven, hell, other side, angels are all parts of the worlds of unknown. This word doesn’t have the absency, non-existancy meaning. It reveals a potency that a human’s mind, heart or senses cannot understand yet. So how can we learn a truth that a man by himself cannot find out? By the way of revelations of course. In this verse a declaration is given about the it. One cannot help himself with this book, if he hasn’t been able to believe the unknown. Because that’s the first condition of Ittika. It almost described the definition of Muttaki here. This is a common motto for verses which begin with “Ellezine”. So who is Muttaki? First feature to become Muttaki, to reach the consciousness; one should believe the unknown. He should believe there are things beyond his regular senses. There’s a truth beyond his eyes regular sight and his hands regular reach. That way a man can believe a truth much different and much wider than he himself can understand. With that, one can make a first step to become a muttaki.

 [Additional Info; To believe the gayb, one should execute heart based behaviours so that he purify the heart from earth’s temporary happinesses to reach more permanent joys of the unknown. Because happiness has 3 parts:

1 – Joy of Heart

2 – Joy of Body

3 – Joy of Enviroment (circling the body)

Joy of Heart contains wisdom, knowledge, and moral integrity.

Joy of Body is based on health, power, taste and lust.

Joy of Enviroment is a sum of reasons for things and money. (İbn. Arabi-Tevilat) ]

 [Who believe in the reality (that their being comprises of the compositions of the Names of Allah) unknown to them (beyond their perception), and who establish prayer (who experience the meaning of salat alongside performing its physical actions) and who spend unrequitedly from both the physical and spiritual sustenance of life that We have provided for them for the sake of Allah.

As you can see above, first thing for protection is “BELIEVING THE UNKNOWN”

With the word “UNKNOWN”, it’s been described to us, worlds and creatures of those dimensions which we couldn’t comprehend with our 5 regular senses designed for just a portion of the whole perception.

Without these 5 senses, tools to comprehend only a small part of reality; our brain qualifies everything else “GAYB” “UNKNOWN”. The universe percepted by our 5 senses is described as “The world of “shahadeth”in religious tongue which is a small portion of the material dimension.

Material world is brains assumption for datas gathered by 5 senses. Because in reality, universe is radial based, which means every section of wavelength, has its own worlds, different dimensions.

For creatures of this different dimensions layers, the universe they live in, is a “Material” universe. That means, Material Universe” isn’t one and only, it’s just a glimpse caught by every dimentional creatures for their own material world. And for this explanation, it’s safe to assume that the residents passed on to “afterlife” are living in a material world as well.

 “In fact “Hell” and “Heavens” are already material worlds percepted by djinns own dimension and for their 5 senses of perception.

I explained this incident thoroughly in entry section so I’m not gonna elabore. But I’m saying this; a human has a think-based structure and a body. The “consciousness” or “mind” of this think-based structure has never been “bodyless” and never will be. This body may be biological-physical body or a hologramic-radial body we called “SOUL”.

As a result, human will live on for eternity with a combination of body and mind.

In old centuries, and with those who give voice nowadays to that old centuries, because of lacking the modern knowledge, countless and unnecessary debates have been made.

Debates like; body in afterlife, body of the time armageddon (gathering) phase which every human being will be there, or the life after that phase; will it be with a body or not? Will it be just a soul or a material body plus a soul? Debates which have no meaning with the light of modern knowledge…

Like an argument in the era of helicopter used as a traveling vehicle, the wheel of an oxcart must be made from walnut or hornbeam; or must be 6 mid or 8 mid? When we are using a technology of quartz, talking about the benefits and virtue of hourglass.

For a whole being in realization for visual layers existance in this material reality and beyond, there aren’t any meaningless questions then this.

For our perception tools today, the layer we live in is material. After we leave this body and move on to a radial body, that dimension will be our material universe according to our new bodies perception tools.

If the situation is comprehended, we may notice that, we will live on forever; even if the features would be different, in material dimensions. And it will always be a material universe (dimensions) whatever it may be called.

The dimensions and the creatures of that dimensions we have talked about are “GAYB-I MUZAF” which happens to be one of the two types of “GAYB” (UNKNOWN).

UNKNOWN has two types;

1-“GAYB-I MUZAF”:… “Relative Unknown”

2-“GAYB-I MUTLAK”… “Absolute Unknown” Impossible to comprehend unknown.

Relative Unknown, is used for unpercepted. To those I explained above.

Absolute Unknown however; is used only for “ALLAH’s Knowledge”. No mere creature can known or comprehend what’s in ALLAH’S Knowledge.

In fact ALLAH by all self is an “Absolute Unknown” entirely. Impossible to known, percepted or comprehended. No creature can percept that “BEING”. But with the way of meanings and features created those meanings can be known and talked about.

The Unknown here, which we say “Unknown can only be known by Allah” is “Absolute Unknown”.

But “Relative Unknown” can be learned with the wish and authorization of “ALLAH”. And this knowledge can be multidirectional thanks to ALLAH’s desire. Either “Keramet” which saints can achieve by “discovery” or “conquest”; or the way of “istidrac”, achieved by the ones go astray with “unperceivable”.

On the other hand, the biggest part of “Relative Unknown” is the dimension of afterlife we called “ahiret.” World of grave, world of berzah(wait), world of judgement, process of sirath, life of heaven and hell are all depicted under the name of “relative unknown”.

(Ahmed Hulusi-WHAT DID MUHAMMAD “READ”? / http://tumkitaplar.org/find/default.asp?KA=0&Sub=1&chk_BKD=&chk_TMK=&chk_HPI=0&txtFind=&cmb_Kitaplar=&SubID=308 )]

Second; “ve yukiymunas salate.” Steadfast in prayers. Take prays as a path. I’m going to use “Yukiymune” as a destination, path. First path is “Way of Iman”, which also means they only pray to Allah. This reinforces the meaning of “İyya ke na’budu”, in Al-Fatihah; “You, who we worship.” So, completing the duty of pray as a way, is about leaving the way of hypocrites type prays.

To understand the very meaning of destination here, one should really know the sura of “Maun”. There’s a verse saying; “So woe to the worshippers.”. Just before that verse we see; “Such is the (one) who repulses the orphan. And encourages not the feeding of the indigent.” So, this type of behaviour puts an obstacle between pray and life. And for that “Woe to them”. We can see the behavioural connection better here. This is the first way; “Way in Pray”.

Second is, to execute worshipping by the systems put by Allah.

Third, to execute worshipping; only to seek Allah’s consent. Not like some; making show-off for others just to show how virtuous he is. Combining these three features, then a pray can finally travel on tracks. In all these features there’s a fourth one, which it represents the destinations social aspect.

Fourth virtue is, Making a direct ratio between life and other actions. It means, just like a mans prays are all for Allah’s consent, all his actions and doings outside prays must also for reaching Allah’s consent as well.

This is the second feature of “Muttaki”. Executing prays in “Path”. Third one is; “ve mimma razaknahum yunfikun.”  “Spend out of what We have provided for them.”

 “Infak” means to spend out. In fact the origin of this word means “spend out dry, distribute completely”. Those who spend out on the way of Allah of what We have provided for them.

I’d like to point out a settle meaning in this verse. It’s not saying spending out what’s already oversupply, it’s not saying spending out things now useless to you. “Spend out of what We have provided for them.”

So… Number one; Believing the Unknown. Number Two; Executing prays by the “Path”. Number Three; “Zekat”, Spend out. First one, representing belief; relationship between man and Rab. Second is pray. Act of pray arranges things between a man and his ego, as well as a man and his Rab. Third one is an act for community; “Zekat” which also an act based on a flow from a man to community. As you can see, these three arrangements are for “Man and Allah”, “Man and himself” and “Man and community”. All arranged in in single verse then it continues to explain the “Muttakis”, (True Believers).

 

4 – Velleziyne yu’minune Bi ma unzile ileyKE ve ma unzile min kabliK(E), ve Bil ahireti hum yukinun;

And who believe in what has been revealed to you from your essence (from the depths of your essence to your consciousness) and what was revealed before you, and who, of their eternal life to come, are certain (in complete submission as a result of an absolute comprehension). (A.Hulusi)

And who believe in the Revelation sent to thee, and sent before thy time, and (in their hearts) have the assurance of the Hereafter.

 

Velleziyne yu’minune Bi ma unzile ileyKE ve ma unzile min kabliK  “Again And who believe in the Revelation sent to thee, and sent before thy time.”

 

There’s a reference here to Christianic community of Jesus and Jewic minded Israelians. Because Mosevians (Mosaics), don’t believe Jesus or Muhammad. And Christians deny Muhammad also. But we- muslims believe not only our own prophet, but the prophets before that time too. We see that fact as a constant component of Iman. A muslim cannot be a complete believer if he doesn’t believe the truth came before, and all books and prophets came before to previous communities. A muslim should believe all of them without exception and differentiation.

 “ ve bil ahirati hum yukinun” And the fifth feature of a Muttaki. Fourth was to believe what sent to Muhammad and all the others before him. Fifth is to believe afterlife with a close level. ve bil ahirati hum yukinun The word yukinun here, has a “close” intimate meaning which also the same meaning and root as yakin (near). Yakiyn is a concept divided to three. ilmel yakiyn, aynel yakiyn and hakkal yakiyn” . Knowing a thing, seeing a thing and living a thing. And for ahiret (afterlife) we have been asked to live this concept without knowing and seeing.  This is a must. For that, said ve bil ahirati hum yukinun. They believe in afterlife like they are living in already. So, what’s in it for Muttakis who do all of that? Here’s the answer.

 [Additional Info: The Iman talked here is an Iman of Investigation which requires actions from heart and contains all three parts by doing it. It’s an act of beautifying the heart. We may also say, act of absorbing the celestial knowledge truths, referances of all reanimation and afterlife incidents and all wisdoms sent from all celestial books. (İbn. Arabi- Tavilat) ]

 

5 – Ulaike ala huden min Rabbihim ve ulaike humul muflihun;

They are in a state of HUDA (comprehension of the reality) from their Rabb (the Name composition comprising their essence) and it is they who are successful. (A.Hulusi)

They are on (true) guidance, from their Lord, and it is these who will prosper.

 

Ulaike ala huden min Rabbihim They are on (true) guidance; those who possess all these qualities, muttakis; “ala hudem mir rabbihim” From their Rab, and it is these who will prosper.

 “ve ulaike humul muflihun.” And For those who follows the road with Allah’s guidance and map, there’s an eternal joy waiting at the end of the road. . “ve ulaike humul muflihun.” They are the ones who will reach the eternal happiness.

After 5 verses describing true believers, now Qur’an moves on the other frontage and tells us about the front of infidels. From this point Qur’an tells us not only what did happen and what’s gonna happen to infidels, but also explains us why they are so obsessed within herecy.

 

6-) İnnelleziyne keferu sevaun aleyhim eenzertehum em lem tunzirhum la yu’minun;

Indeed, for those who deny (cover) the reality, it is all the same whether you warn them or do not warn them – they will not believe. (A.Hulusi)

As to those who reject Faith, it is the same to them whether thou warn them or do not warn them; they will not believe.

 

İnnelleziyne keferu sevaun aleyhim Those who rejected faith, stuck in the swamp of herecy; sevaun aleyhim eenzertehum em lem tunzirhum la yu’minun. Whether you warned them or not, doesn’t matter. . “la yu’minun.” They will not believe. The root “ellezine keferu” people who stuck in denial, they cannot take anything from the warning anymore. Why?

 

7-) HatemAllahu ala kulubihim ve ala sem’ihim, ve ala ebsarihim gishavetun, ve lehum azabun aziym;

Allah has set a seal upon their brain’s perception of the reality; their insight is veiled. They have deserved great suffering as the consequence of their actions. (A.Hulusi)

Allah hath set a seal on their hearts and on their hearing. And on their eyes is a veil; great is the penalty they (incur).

 

Hatemallahu ala kulubihim.” Because Allah has put a seal on their hearts. “ve ala sem’ihim” and their ears (hearings). .ve ala ebsarihim gashaveh There’s a veil on their eyes. ve lehum azabun aziym. And they will suffer greatly.

Veil or seal here are all set for their actions consequences. We may understand it from the word “ala” in this verse. If the incidents of putting seals and setting veils are just for their own beings; then the following sentence must be, “Hatemallahu kulubehum” Allah sealed their hearts. And it won’t be “ve ala sem’ihim” it should be something like, Hatemallahu sem’ahum. But it is not. There’s a big “ala” word has settled here. In arabic language, this shows the meaning of action. “Allah has put a seal on their hearts and hearings and set a veil on their eyes; for their actions (doings).

            But of course sealing here has not the literal meaning. It is a type of behaviour against the truth. Pretending to be blind against the truth you see, pretending to be deaf against the truth you hear. Looking but unable to see. Hearing but unable to understand. Having a heart but unable to feel. That’s the metaphor here. It’s almost the same in the sura Araf.

Just like the sentence “They have hearts but they cannot feel and believe.” So, infidelity means having eyes, ears and heart but unable to use them properly at presence of truth. For that they will suffer greatly which I must say, being in that condition is a great suffering entirely. Is there a greater wrath aside from having eyes but unable to see, having ears but unable to hear, having a heart but unable to feel?

[Additional Info: According to Beyzavi’s explanations, the word “Hatem”s wisdom here, is growing a warmth and love for sin, mutiny and infidelity in their hearts. In some point this warmth reaches a level, they begin to see beliefs and preys for Allah have become ugly and shameful, then they turn to their ancestors behaviours and begin mimicing. And for turning against the truth, they have become oblivious to the truth.

For this oblivion and denial and manifestation of sins in their hearts, now it is impossible for belief and preys reaching to these hearts. Because they are now sealed. And like a sealed letter, getting in is impossible like getting out. (Mehmet Vehbi of Konya – Great Qur’an Tavsir) ]

[Additional Info: Somewhere in past, he locked his brain with his own hands! He didn’t notice what kind of command made possible to lock his brain!

Be sure, whatever we do with someone elses opinions, we only do it to ourselves and we all live the consequences for ourselves. There’s a warning; “Everyone lives the life he designed with his own hands.”

Somewhere in the past, when you were young or adolescent, you came to a decision, “This matter is all there is.” or “This is all about it.”.

And with that brain locks itself on that matter. After that point, any incident opposing to that decision whatever new or better it may be; brain won’t be able to see or make a judgement. A book, a person or a subject. Religious or social, doesn’t matter. Brain will only operate on that particular sunnetullah. And because of that, whatever he denies or opposes; process of going back would never be easy.

None?

No! The door of repentance is always open. If you are able to notice what you do is wrong, and to make it right, you analyze the subject deeply; with that studies and works, you have the opportunity to research and interrogate and finally break the seal. But surely, those are all depend on comprehension within yourself for being absolutely wrong in the past about this subject. Otherwise, brain will protect the earlier command to the death; and you will pass on the afterlife, before realizing the truth which was just in front of your eyes.

First step is, always be open for new. Be interrogative, constantly research, do not ever settle or get limited with the knowledge you already have.

Say; “Yesterday there were comments about this subject, but is it possible otherwise?” Always evaluate the new informations and every incident you come across. This is the insurance key for brain lockdown. (A. Hulusi-Being Locked)]

 

8-) Ve minenNasi men yekulu amenna Billahi ve Bil yevmil ahiri ve ma hum Bimu’miniyn;

 

And of the people are some who say, “We believe in Allah in accord with the meaning of the letter B (with the belief that the Names of Allah comprise their being) and the life to come (that they will forever live the consequences of their deeds)but, in fact, their faith is not in line with this reality! (A.Hulusi)

Of the people there are some who say: “We believe in Allah and the Last Day;” but they do not (really) believe.

 

Ve minenNasi men yekulu amenna Billahi ve Bil yevmil ahiri ve ma hum Bimu’miniyn Now Qur’an moves on to a different class. Explaining the situations of infidels, some may ask; why so brief, why just two verses? Because their situation is clear. They don’t believe, they say they don’t believe. But the real danger is not the one who clearly denies the truth. It’s the one who looks like a believer but be otherwise. Even some occasions he may think he’s a believer even feels that way but he’s not. And Qur’an now explains that kind of people;

 

Ve minenNasi men yekulu amenna Billahi Of the people there are some who say: “We believe in Allah” ve Bil yevmil ahiri “We believe in Judgement Day” ve ma hum Bimu’miniyn but they do not (really) believe.

 

This wasn’t a thing happened just in Madina, but if you remember these verses arriving period ini Madina, we can say there weren’t many hypocrites in Mecca. There were only believers and infidels in Mecca. But after the hegira, a third party emerged in Madina. A group of hypecrites. But we can understand that these verses are not just for hypocrites in that period, but all the hypocrites anytime and anywhere. It’s not a feature of hypocrites to think they are believers but in reality they are not and they have no idea about that. Because this is the greatest problem of humanity right now. Defining himself as a true believer but, unable to believe like Allah ordered to.

 

We can make a suggestion from that point. It’s not important how you define yourself. Important thing is how Allah sees you and defines you. So what are you, according to Allah’s scale? Not by your own measures. If your not a muslim, a true believer according to Allah’s measures, then it doesn’t matter you call yourself one.

 [Additional Info: Because the house of belief is heart, not mouth. A verse commands. “The desert Arabs say, "We believe." Say, "Ye have no faith; but ye (only) say, 'We have submitted our wills to Allah,' For not yet has Faith entered your hearts. (Al-Hujurat,14) Their words of “We believe Allah and ahiret” were nothing but a mere claim. (İbn. Arabi-Tevilat) ]

Additional Info: There’s no mention of “god” in belief. Because Allah is not a god.

“Your deity is Allah.” Words don’t have the meaning of “Allah is god.”. Meaning can be taken like this. “What you have known as a deity-god is actually Allah, who is way higher that being a god.”

We explained this meaning further in our book, “MUHAMMAD’S ALLAH”. You can find it there.

“Yes, when we talk about iman to Allah, we must understand Allah as described in the baseline of the sura Ihlas.

 “If we cannot fathom or comprehend or forget that Allah is “Ahad”, if we cannot understand that “Allah begetteth not, nor is begotten”, in that case we say “I believe in Allah.” But we don’t say “Amentu billahi.” We say that we believe only with our lips and tongue unable to comprehend the concept.

And of the people are some who say, “We believe in Allah in accord with the meaning of the letter B(with the belief that the Names of Allah comprise their being) and the life to come (that they will forever live the consequences of their deeds)” but, in fact, their faith is not in line with this reality! (Al-Baqarah-8)

Because in Ihlas, we read Allah is “Ahad”; undivided, not a being made from parts and pieces; a being infinitively whole and unique.

And as “Samed”, nothing can get in and nor anything gets out from Allah’s self.

And realizing that there’s not a second being comes from Allah which also means Allah doesn’t come from anything before. When we are able to comprehend the very meaning of these words, automatically the being we call “I”, disappear into “none” as it never existed before.

Or putting it basically, the second you believe ALLAH’S INFINITY will be to second that you realize, because of that infinite concept, not a second being can be present with any dimension.

As you can see, the one you called “I” never be existed. You don’t exist. Your essence is emptiness, in the concept of emptiness. The whole being is only “Allah”. So, how can a thing disappear if it never existed at all?

A non-existed being is “there” just by the perception of 5 senses. So a being considered “exist” in that perception, finally comprehended “Non-existed” when you reach the realization. Because everythings beings are present only within Allah to begin with. With that a meaning of absolute emptiness for anything else occured and only existence is within Allah. A.Hulusi]

[Additional Info 2: If you were able to acknowledge Allah fairly, your prays might move all these mountains. (Hadith/Camius sagiyr) ]

 

9-) Yuhadi’unAllahe velleziyne amenu ve ma yahde’une illa enfusehum ve ma yesh’urun;

They think (that by saying “we believe in accord with the meaning of the letter ‘B’”) they can deceive Allah (their essential reality) and the believers, but they deceive only themselves, yet they are unaware of it! (A.Hulusi)

Fain would they deceive Allah and those who believe, but they only deceive themselves, and realize (it) not!

 

Yuhadiunellahe vellezine amenu They want to decieve Allah and true believers. ve ma yahdeune illa enfusehum ve ma yesh’urun. But they only decieve themselves and they don’t realise this fact.

 

10-) Fiy kulubihim meradun fezadehumullahu merada, ve lehum azabun eliymun Bima kanu yekzibun;

 

Their consciousness is not capable of healthy thought (they are unable to perceive the reality), and Allah has increased this. They will incur a painful suffering for denying their reality. (A.Hulusi)

In their hearts is a disease; and Allah has increased their disease: And grievous is the penalty they (incur), because they are false (to themselves).

 

Fi kulubihim meradun They have a disease in their hearts. This verse is also a translation for a previous verse; Hatemallahu ala kulubihim ve ala sem’ihim If you ask why Allah put a seal on their hearts and eyes, the reason is for their actions. Because of their diseased hearts. So, Fi kulubihim meradun They have a disease in their hearts. fezadehumullahu merada What Allah do is only spreading this disease within their hearts. Allah don’t make a heart sick, owner of this heart has already chosen to be sick. But Allah takes away their remedies for that disease hence the disease has spread. This is the meaning of Allah’s action for increasing the illness. Allah takes away the cure. And without a cure an illness always spreads. A disease of disbelief.

ve lehum azabun elimum bi ma kanu yekzibun. They will incur a powerful suffering. Doesn’t being a non-believer, already a great penalty altogether. Being a non-believer is a definition of having tons of fears, tons of anxieties, tons of sorrows, melancholies and a great deal of mental illnesses. Aren’t all those definitions of great suffering? So, safe to say; disbelief is a worse penalty then hell’s fury. This verse has this meaning.

 

ve lehum azabun elimum bi ma kanu yekzibun. So they will suffer greatly. But why? Because of their lies. “Yukezzibun” has a form of lie or deny. Both readings are correct. Because they lie. Either telling those lies to others or themselves or both. But according to Allah’s definition, telling they are true believers which clearly they aren’t, only means they lie to themselves, they only make themselves a fool. So as described above, they don’t cheat on Allah, but only themselves. Because they think they believe like Allah’s definitions but in reality they don’t.

 [Additional Info: All foul behaviours and feature are diseases for hearts. They are the reasons of a hearts weakening, corruption and eventually being destroyed. But those foul desires and behaviours are the only motivations they have. All bonds of these desires put and furthest reasons of their low seeking minds are their greatest targets. They only know this lives existence and they don’t have a clue about the other side. They don’t know that the biggest foolishness is to choose this mere worlds things against ahirets holy existence. Heart always stays between ego and soul and have two faces looking both of them. Staying put without crossing this boundry, is being a worshipper for Allah within Allah’s orders and definitions. This desire of leaning is a wish for enlightenment. When this enlightenment happens, ego will find the light with soul. (İbn.Arabi-Te’vilât) ]

 

11-) Ve iza kiyle lehum la tufsidu fiyl Ardi kalu innema nahnu muslihun;

 

And when it is said to them, “Do not cause corruption (do not live contrary to your purpose of existence) on the earth (and your bodies),” they say, “We are but reformers (we use things justly and appropriately).” (A.Hulusi)

When it is said to them: “Make not mischief on the earth,” they say: “Why, we only want to make peace!”

 

Ve iza kiyle lehum la tufsidu fiyl Ard When it is said to them: “Do not cause mischief on earth”; kalu innema nahnu muslihun. As a respond they say; “We are only reformers, peacemakers. We correct things, stabilize things.” They conquer a land either politically or physically by force of military, or culturally. When you ask them their reasons they say, “To stabilize the situation here.” Or they say “to modernize”, “to bring civilization, development.” These are their claims, their reasoning to accusation of “Don’t cause mischief on earth.” innema nahnu muslihun, “We are nothing but reformers.”

 

12-) Ela innehum humulmufsidune ve lakin la yesh’urun;

 

Most assuredly, it is they who are the corrupters (perverting things out of place), but they are not conscious of it. (A.Hulusi)

 

Of a surety, they are the ones who make mischief, but they realize (it) not.

 

Ela innehum humulmufsidune ve lakin la yesh’urun “Ela” word here brings us a meaning of “caution, be careful.” You can be sure that, they are the ones who are corrupters, who cause mischief, yet they are completely oblivious to this fact. So the real problem is not their claims against us, it is their own wrong assumptions. They haven’t even known themselves. They have misjudged themselves. They might say “We are redeemers, reformers, correctors.” They might even believe this in sincerely without noticing the true fact.

                                                             

But that doesn’t change anything. It is even a bigger crime now. They both decieve us and themselves. If they say “We are reformers.” Without knowing and believing this claim, they might only decieve us. But if they even believe their claims then the mistake doubles. Because now they are decieving themselves either.  The comment gives us this meaning “ve lakil la lesh’urun” “They don’t even realize.”

 

13-) Ve iza kiyle lehum aminu kema amenenNasu kalu enu’minu kema amenessufeha’* ela innehum humussufehau ve lakin la ya’lemun;

 

And when it is said to them, “Believe as the believers have believed,” they say, “Should we believe as the foolish (the limited in intellect; those who live recklessly without thinking) have believed?” Most definitely, it is they who are the foolish (limited in intellect and unable to contemplate) but they do not realize, they can not comprehend! (A.Hulusi)

 

When it is said to them: “Believe as the others believe:” They say: “Shall we believe as the fools believe?” Nay, of a surety they are the fools, but they do not know.

 

Ve iza kiyle lehum aminu kema amenenNasu kalu enu’minu kema amenessufeha And when it is said to them, “Believe as the believers have believed,” they say, “Should we believe as these fools” This comment has two meanings. One is an answer to true believers as “We also believe sincerely, our beliefs are not any fools errand.” And the other answer for their comrades. “Please, do they really want us to believe like those mindless fools?” A two ways answer.

 

enu’minu kema amenessufeha’ Believe like those mindlesses, those fools. ela innehum humussufehau ve lakin la ya’lemun Be careful! Most definitely, it is they who are the foolish but they do not know.

 

14-) Ve iza lekulleziyne amenu kalu amenna* ve iza halev ila sheyatiynihim kalu inna meakum, innema nahnu mustehziun;

 

And when they are with the believers, they say, “We believe – we accept”; but when they are alone with their devils/evil ones (the corrupters and deluders of their illusion) they say, “Indeed, we are with you; we were only mocking them.” (A.Hulusi)

 

When they meet those who believe, they say: “We believe;” but when they are alone with their evil ones, they say: “We are really with you: We (were) only jesting.”

 

Ve iza lekulleziyne amenu kalu amenna When they are asked to believe with sincerity, they say; “We definitely believe sincerely.” ve iza halev ila sheyatiynihim But when they are alone with their satans, their comrades, their egos, their own self-conciousness they say; kalu inna meakum, innema nahnu mustehziun; Indeed, we are with you; we were only mocking them.

 

15-) Allahu yestehziu Bihim ve yemudduhum fiy tugyanihim ya’mehun;

 

(But) it is they who Allah mocks (for their incessant failure to comprehend Allah as their essential reality) and leaves them in their transgression as a result of their blindness (lack of insight). (A.Hulusi)

 

Allah will throw back their mockery on them, and give them rope in their trespasses; so they will wander like blind ones (to and fro).

 

Allahu yestehziu Bihim Allah will (does) respond to their mockery, respond everyone of them ve yemudduhum fiy tugyanihim ya’mehun;  Leaves them in their transgression, and they “ya’mehun” will wander around like blinded, dazed.

 

16-) Ulaikelleziyneshterevud dalalete Bilhuda, fema rabihat ticaretuhum ve ma kanu muhtediyn;

 

Those are the ones who have bought fallacy (incapacity to recognize their reality) in exchange for the truth that comprises their essence. Their transaction has brought them no profit, nor will it lead them to the truth! (A.Hulusi)

 

These are they who have bartered Guidance for error: But their traffic is profitless, and they have lost true direction.

 

Ulaikelleziyneshterevud dalalete Bilhuda Those are the ones who have bartered Guidance for false. fema rabihat ticaretuhum But their transaction has brought them no profit. They haven’t got anything from it. ve ma kanu muhtediyn Nor will they find the right path.

 

These type of person described in these verses is a type who cheat himself and others, who is a stranger to himself and to Allah. A stranger to himself because he doesn’t recognize himself. If he knows himself he may be recognize Allah. Also because all assumptions about himself are wrong he’s also villain. Because all his decisions about himself are far away from truth. He sees himself and shows himself in a place he wouldn’t be. Also a stranger to Allah, for he has no desire to learn about the truth, he has an opinion that he is already complete. One who knows that he doesn’t know may learn someday, but the one has an assumption that he already knows won’t be able to learn forever.

For someone who knows he doesn’t believe may believe someday. But the others… People who think he is a true believer without believing as Allah’s instructions, without being a true believer as Allah’s definition. They won’t be able to believe. This is the definion of being sealed. Being vailed. These verses draw this picture. A type of person who will forever be left out without guidance of true beliefs because of his ignorance nature, without realizing that he was never a believer. This individuals spiritual anxiety and storms within his soul; with the explanations of following verses, Allah describes like this.

 

17-) Meseluhum kemeselillezistevkade nara* felemma edaet ma havlehu zehebAllahu Binurihim ve terakehum fiy zulumatin la yubsirun

 

Their example is like someone who kindles a fire that illuminates their surrounding, yet because the Nur (light of knowledge) from their essence does not shine through, Allah leaves them in darkness; they can no longer see! (A.Hulusi)

 

Their similitude is that of a man who kindled a fire; when it lighted all around him, Allah took away their light and left them in utter darkness. So they could not see.

 

Meseluhum ke meselillezistevkade nara Their example is like someone who kindles a fire felemma edaet ma havlehu zehebAllahu Binurihim ve terakehum fiy zulumatin la yubsirun When it lighted all around him, Allah took away their light and left them in darkness. They can no longer see! The meaning is crystal clear, but I need to open this magnificent tableau this verse has drew.

Think a man who starts a fire. Until that time, this man was in total darkness. With this verse it almost identifies the times of days, years and societies before revelations. Before revelations; there were dark people, dark hearts, a completely dark geography was there. Eyes normally see, but without light, functional eyes are useless. Because light is a must for eyes to see. Without a glimpse of light, there are no differences between a normal person and a blind one. And when the revelations came, they illuminated around. That dark night was gone, that pitch black was no more. Yet this time, because of that light, some eyes became blind. Blinded by light this time. Because of the greatness, consistency, power of this illuminating light, eyes were blinded again. Like this times Allah takes away the ability to see properly. They look but they cannot see. Before there were eyes but no light. Now there is light but no eyes. This is what explains here.

 

18-) Summun bukmun umyun fehum la yerci’un;

 

Deaf (unable to perceive), dumb (unable to articulate the reality) and blind (unable to grasp the obvious truth); they cannot return to their essential reality! (A.Hulusi)

Deaf, dumb, and blind, they will not return (to the path).

 

Summun bukmun umyun fehum la yerci’un Deaf, dumb, and blind, they will not return. This peoples portrait has been given in this verse. Have ears but cannot hear, look but cannot see, have hearts but cannot feel. Ergo they cannot return to the right path.

 

19-) Ev kesayyibin minesSemai fiyhi zulumatun ve ra’dun ve berkun, yec’alune esabiahum fiy azanihim minessava’iki hazeral mevt, vAllahu muhiytun Bilkafiriyn;

 

Or, it is as if they are in a rainstorm (of thoughts) from the sky (the domain of the intellect/intellectual activity), within which is darkness (the unknown), thunder (the clashing of rights and wrongs) and lightning (a sudden insight into the knowledge of the reality)! They block their ears to the thunder from fear of death (in fear of losing their constructed identities or ego in the face of the reality). Allah is the Mu’id (the All-Encompassing One) who also comprises (and encompasses) the existence of the deniers of the truth. (A.Hulusi)

 

Or (another similitude) is that of a rain-laden cloud from the sky: In it are zones of darkness, and thunder and lightning: They press their fingers in their ears to keep out the stunning thunder-clap, the while they are in terror of death. But Allah is ever round the rejecters of Faith!

 

Ev kesayyibin minesSemai fiyhi zulumatun ve ra’dun ve berk With another verse and tableau is there for us to see about this mans situation. Ev kesayyibin minesSemai A rainstorm from sky within which is darkness, thunder, lightning. yec’alune esabiahuum fi azanihim mines savaiki hazeral mevt This man, this stranded man in the middle of rain storm, blocks his ears with fear of lightning, fear of death. vallahu muhiytum bil kafirin. Allah is Muid; encompasses the existence of infidels.

This scene given in this verse, is absolutely breathtaking scene.There is no better metaphor for followers to describe what it would be like not having belief in heart. In arabic geograpy those things mentioned are all rare occurances indeed. But this addressings are all for us. And even in hottest climates, people see that kind of rainstorm, thunder and lightning even once in a life time. This example is for us. And within this situation an unbeliever is described as a man who blocks his ears against thunder powered truths and tries to run. What good does it make to block ears if you surrounded by all rainclouds, thunders and lightning, what can you do in that situation with only covering ears? That’s the position of infidels. Turning back to truth, ignore the reality, burying head into sand doesn’t change anything.

Ignoring ahiret (afterlife). Ignoring Allah, wrath, hell. But all that doesn’t change a single thing. Denying hell and wrath doesn’t change anything. Fate and consequences eventually comes and finds all.

 

20-) Yekadul berku yahtafu ebsarehum, kullema edae lehum meshev fiyhi, ve iza azleme aleyhim kamu, ve lev shaAllahu lezehebe bisem’ihim ve ebsarihim, innAllahe ala kulli shey’in kadiyr;

 

The lightning (the light of the reality) almost seizes their sight (their perception based on what they see). Every time it lights (the way) for them, they progress a few steps with the light of the reality; but when the light is gone they are left in darkness. And if Allah had willed, He would have lessened the manifestation of His Names Sami and Basir on them. Indeed, Allah is Qadir over all things. (A.Hulusi)

 

The lightning all but snatches away their sight; every time the light (Helps) them, they walk therein, and when the darkness grows on them, they stand still. And if Allah willed, He could take away their faculty of hearing and seeing; for Allah hath power over all things.

 

Yekadul berku yahtafu ebsarehum Lightning almost takes away their eyesight. I used the concept of light-blinded just back, and now here in this verse a light-blinded man is being described. Men -like bats- flying away from the light of Qur’an, even if the revelations enlighten them, Allah talks to them, Allah sends them a message, and even if they have a gift like Qur’an in their possession. Even they hold Qur’an in their hands, read it but unable to understand it, unable to be enlightened by Qur’an. The people who cannot put Qur’an in their lives in general. The people who read Qur’an only to ancestors, only read Qur’an in religious days, weddings and funerals, they are in this distinct situation as well. Even if they hold a light, a revelation like Qur’an in their hands, that doesn’t enough to open their eyes. And if the light like Qur’an cannot help them to see, the only explanation is they are indeed light-blinded.

Yekadul berku yahtafu ebsarehum Lightning almost takes away their eyesight. kullema edae lehum meshev fiyhi Every time lightning lights the sky, with its light they walk. ve iza azleme aleyhim kamu But when the light is gone, they just stand still without moving. ve lev shaAllahu lezehebe bisem’ihim ve ebsarihim If Allah willed, Allah could easily take away their hearing an seeing abilities. That means if Allah willed, they couldn’t even have their eyes and ears. Blind and deaf by born. But that wasn’t Allah’s will. Even if it’s Allah’s possession to take away the organs like eyes and ears. It almost a reference to moles. Moles don’t have eyes by nature you know. Also the word “Munafik” (Hypocrite) has an etymological root of “nefeka” which also means the “Hole of the Mole”. One who operates in secret, one who moves underground. One who conceals his true intentions and beliefs. That’s the reference of mole here. If Allah willed, he could just make you born without eyes and ears, make you born like a mole. But Allah gave them, so we can see and hear the truth.

 

ve lev shaAllahu lezehebe bisem’ihim ve ebsarihim, innAllahe ala kulli shey’in kadiyr; And if Allah willed, Allah could take away their hearing and seeing; for Allah has power over all things. In this section, the sayings have come to a different point. Now the addressing here are for all humanity.

 

21-) Ya eyyuhenNasu’budu Rabbekumulleziy halekakum velleziyne min kablikum leallekum tettekun;

 

O mankind, consciously serve (become conscious of your servitude to) your Rabb (the Names comprising your essence), the creator of you and those before you, so that you may be of the protected ones. (A.Hulusi)

O ye people! Worship your Guardian Lord, who created you and those who came before you, that ye may become righteous

 

Ya eyyuhenNasu’budu Rabbekumulleziy halekakum O mankind, serve your Rabb, the one who created you. vellezine min kablikum and those before you. leallekum tettekun. So that you may be of the protected ones. The ones who have the conciousness of Allah. So, to be secure and protected under Allah’s protection, we should only serve Rabb, who created us and the ones before us.

The emphasis on the creation ability of Allah in this verse. This is important. Like the words of another verse,”Is it possible Allah is without creation? A being must have the ability of creating things if there’s a claim of being Allah. Ability to create thing from nothing. So Allah emphasises the feature of Rabb in possession like this.

 

22-) Elleziy ce’ale lekumul’Arda firashen vesSemae binaen ve enzele mines Semai maen feahrace Bihi minessemerati rizkan lekum, fela tec’alu Lillahi endaden ve entum ta’lemun;

 

He made the earth (body) a bed (vehicle), the sky (consciousness – brain) a place of living and revealed (disclosed) from the sky (from the depths of consciousness) rain (knowledge) and provided thereby sustenance of life (both mental and bodily). So do not fall into duality (shirq) by assuming the existence of an external deity-god! (A.Hulusi)

 

Who has made the earth your couch, and the heavens your canopy; and sent down rain from the heavens; and brought forth therewith Fruits for your sustenance; then set not up rivals unto Allah when ye know (the truth).

 

Again Allah explains mercy to true believers like this. Elleziy ce’ale lekumul’Arda firashen Allah made the earth a bed ves semae binaa And made the sky a ceiling, which means Allah equipped earth and sky for your mankinds living habitat. And gives the authority to command to men, to command over earth and sky; not the other way around. Allah created every single detail on earth and sky necessary for men to live properly. Therefore life happened. Among billions of planets and stars, if you find the proper living habitat only on Earth, this is only because of Allah’s special blessing.

ve enzele mines Semai maen feahrace Bihi minessemerati rizkan lekum and sent down rain from the skies; and brought fruits for your sustenance. fela tec’alu Lillahi endaden ve entum ta’lemun So do not fall into duality (shirq) by assuming the existence of another god.

 

When saying; “Do not set up rivals and fall into shirq.” We shouldn’t forget that this verse came down in Madina. These verses addressings are for Muslims and Jews who worship Allah. These words are for their actions of duality. But the meaning is for all of us to understand. Don’t give Allah’s features, Allah’s potential for anything but Allah’s self. Don’t ask things; don’t pray to anybeing but Allah. Don’t search for the feature of perfection from anything when you already have Allah for you.

 

23-) Ve in kuntum fiy raybin mimma nezzelna ala abdina fe’tu Bisuretin min mislihi ved’u shuhedaekum min dunillahi in kuntum sadikiyn

 

And if you are in doubt about what We disclosed to Our Servant (that which was revealed to his consciousness from his essential reality – the Dimension of Names) then produce a surah the like thereof! If you are truthful (true to your word) call upon your witnesses other than (the Uluhiyya denoted by the name) Allah. (A.Hulusi)

(Note: The word ‘other’ here is translated from the Arabic word ‘doon’ which connotes the impossibility of anything that can be likened to the One referenced as ‘Allah’; hence any imagined god/s can only be ‘other’ (doon) than Allah and they can in no way be likened to or differed from or compared to the Absolute Reality called Allah. Any form of existence referenced by the word ‘doon’ also obtains its life force from the compositional qualities denoted by the Names of Allah, yet its existence can in no way be compared or held equal to Allah. Thus, any idea or thought an individual infers about the One denoted by the name Allah can never define Him in respect of His Absolute Reality. The verse ‘laysa kamithlihi shay’a’ – nothing can be likened to Him – in following chapters attenuates the fact that no concept can come close to defining the One referenced as Allah. All of this is designated by the word ‘doon’. Since there is no word in English that duly captures the meaning of ‘doon’ I have no choice but to use the word ‘other’.)

 

And if ye are in doubt as to what We have revealed from time to time to Our servant, then produce a Sura like thereunto; and call your witnesses or helpers (if there are any) besides Allah, if your (doubts) are true.

 

Ve in kuntum fiy raybin mimma nezzelna ala abdina fe’tu Bisuretin min mislihi ved’u shuhedaekum min dunillahi in kuntum sadikiyn And if ye are in doubt as to what We have revealed from time to time to Our servant, then produce a Sura like thereunto; and call your witnesses or helpers (if there are any) besides Allah, if your (doubts) are true. Translation explains all.

 

24-) Fein lem tef’alu ve len tef’alu fettekunnaralletiy ve kuduhenNasu velhicaretu, u’iddet lil kafiriyn;

 

But if you can’t do this – and you will never be able to – then fear the fire, whose fuel is men and stones (forms of consciousness as men and stones; individual consciousness materialized into form in accord with that domain of existence – Allah knows best!), for that fire will burn the deniers of the reality! (A.Hulusi)

 

But if ye cannot – and of a surety ye cannot – then fear the Fire whose fuel is men and stones,- which is prepared for those who reject Faith.

 

Fe illem tef’alu But if you cannot do this ve len tef’alu, And you will never be able to… fettekun naralleti vekuduhen nasu vel hicarah if that’s the situation, then fear the fire whose fuel is men and stones. Don’t do this kind of mistakes out open. You know you cannot produce words like the words of Allah. And you know these words are from Allah. So don’t deny this fact which leads you to fire. Don’t doubt the origin of Qur’an. This kind of doubts surely lead you to your doom.

First a life turns to fire. Then a death in flames follows. After that all the reality becomes a world, an afterlife passing engulfed by fire. So basically having doubts about Qur’ans origin, having doubts from the celestial message;means leaving the road, Allah’s pointing us. Deprived from Allah’s path. Heading towards other roads with all the risks of being shunned. The roads which surely lead us to absolute catastrophies. That means sacrificing and hanging the happiness. A man should walk the path Allah’s showing, if he wants to be happy.

uiddet lil kafirin. A fire prepared for those who reject Faith (infidels)

 

25-) Ve beshirilleziyne amenu ve amilussalihati enne lehum cennatin tecriy min tahtihel enhar* kullema ruziku minha min semeratin rizkan kala hazelleziy ruzikna min kablu ve utu Bihi muteshabiha* ve lehum fiyha ezvacun mutahheratun ve hum fiyha halidun;

 

And give the good news to those who believe and engage in deeds to experience the reality, that for them there will be Paradises (the constant formation of knowledge in the state of observing the manifestations of Allah’s Names) beneath which rivers flow. As they are provided with this provision (observation), they will say, “This is similar to that which we tasted before.” And it is similar to that which they tasted before. They will abide therein eternally with their partners (The word ‘zawj’ is also used in various contexts to mean different things. While its most common usage is to mean ‘partner in marriage’, it has also been used in the context of consciousness implying the partner or equivalent of consciousness and the body that will fall into disuse at some point. In fact, the seventh verse of chapter 56, al-Waqi’ah, states ‘azwajan thalathah’ to mean ‘three kinds’ not three wives!) purified from the filth of shirq (duality). (A.Hulusi)

But give glad tidings to those who believe and work righteousness, that their portion is Gardens, beneath which rivers flow. Every time they are fed with fruits therefrom, they say: “Why, this is what we were fed with before,” for they are given things in similitude; and they have therein spouses purified; and they abide therein (for ever).

 

Ve beshirilleziyne amenu ve amilussalihati And give the good news to those who believe and engage in deeds. What good news? enne lehum cennatin tecriy min tahtihel enhar that their portion is Paradises, beneath which rivers flow. In here there’s a concept of good deeds. According to Qur’an one action should hold 4 features if it’s gonna be categorized s a good deed.

 

1 – An action must be honest; In Araf sura-56; opposite of good deed named as (fasiq), astray deeds. So for an action to be a good deed, first it shouldn’t be fasiq.

2 – For an action to be a good deed, it should carry the goodness by root. It should be the opposition of bad deeds. This is a conclusion we arrived from Tevbe-102

3 – An action must be made for the sake of peace. Not for the sake of hate or war. This feature is from Nisa-128-129.

4 – And for an action to be named as a good deed, it should be beneficial for both. That means it should be beneficial for both the person who made the action and everyone who will be effected by this action. This deed must be useful for both earthly and heavenly. It should be made for both earth and the afterlife. Otherwise it becomes useful which put this action in the category of fasit (useless). We come to this conclusion from the verses of Muhammad-2 and Ahzap-71. To translate the good deed with only useful act, is not a complete translation.For an action to be counted as a good deed, it must be honest, good by nature, act for peace and beneficial.

kullema ruziku minha min semeratir rizka As they are provided with this provision there; min semeratir rizka, kalu they say; hazellezi ruzikna min kablu ve utu bihi muteshabiha This is similar to that which we tasted before. By remembering their lives on Earth. According to another translator (tavsirian) Abduh, this is what was saying here. Acts of good deeds would be translated to provisions in afterlife. It is possible that people would remember their good deeds when they taste those provisions. And they remember the words “If you do these good deeds, those are the provisions given to you on your following life.” This is another point of view of course. Moving on.

ve utu bihi muteshabiha But Qur’an says “No, they are not the same but similar.” But they will find similarity. All provisions here on earth are just mere copies of the things in afterlife. The real deal is there and when they see the real ones, they will remember the copies back here. For they are unique and non-existed on earth.

ve lehum fiha ezvacum mutahheratuv ve hum fiha halidun They have therein spouses purified. Spouse is a word avaliable for both man and woman. For that the word “ezvac” used in this verse. That is a word used not only for woman but man as well. And this is valid for all true believer man and woman who will be blessed with that life.

ve lehum fiha ezvacum mutahheratuv They have therein spouses purified. ve hum fiha halidun and they abide therein forever. I’m pointing out about the word “Halidun” has a meaning of “very long time.” from the writings of Ragip el Isfahani. For those who wants to see more evidence, you might find them there. This is not a neverending, without a finish astronomical infinity for being eternal is a feature only true for Allah. Rabb is Awwal (first and initial state of existence) and Akhir (The infinitely subsequent One, to all creation.) But the emphasis here for people blessed with heaven, in reality the time you spend there is very long that you should feel like infinity.

 

26-) İnnAllahe la yestahyiy en yadribe meselen ma be’udaten fema fevkaha, feemmelleziyne amenu feya’lemune ennehulHakku min Rabbihim, ve emmelleziyne keferu feyekulune maza eradAllahu Bihaza mesela* yudillu Bihi kesiyran ve yehdiy Bihi kesiyra, ve ma yudillu Bihi illel fasikiyn;

 

Indeed, Allah will not hesitate to use the example of a mosquito wing, or even a smaller item. And those who fulfill the requisites of their faith know that this is the Truth originating from their Rabb. But as for those who deny this truth, (without contemplating upon the examples that are provided) they say, “What did Allah mean with this example?” This parable leads many astray (due to the incapacity of their creational program – natural disposition [fitrah]) and some, it directs to the truth (to the realization of their essence). (With this parable) Allah misleads no other than those who have lost their purity (who have become veiled from the truth)! (A.Hulusi)

 

Allah disdains not to use the similitude of things, even of a gnat as well as anything above it. Those who believe know that it is truth from their Lord; but those who reject Faith say: “What means Allah by this similitude?” By it He causes many to stray, and many He leads into the right path; but He causes not to stray, except those who forsake (the path)

 

İnnellahe la yestahyi ey yadribe meselem ma beudaten fe ma fevkaha Allah won’t hesitate to use the example of a mosquito wing, something smaller. fe emmellezine amenu fe ya’lemune ennehul hakku mir rabbihim Here there’s an emphasis on how a true believer should behave in front of  truths of revelations. What is the behavioural pattern we should act for revelations. How can a man should act when Allah says something, commands something, when we read it from a verse. This is the pattern we should learn from here.

fe emmellezine amenu fe ya’lemune ennehul hakku mir rabbihim  Those who believe know that it is truth from their Rabb. That means a true believer don’t hesitate to believe these words, even making emphasis on a fly wing or something smaller, if Allah shows them on revelations, they believe instantly. They say; “These words of Allah is surely real and we won’t argue about (against) them.

ve emmellezine keferu. But those who rejected Faith; fe yekulune maza eradellahu bi haza They say, “What did Allah mean with this example?” They try to put logic in and interrogate, question those words. And after that there are complains, denial rises against Allah’s words in revelations.

yudillu bihi kesirav ve yehdi bihi kesira Allah causes many to go astray, and leads many into the right path. Indeed some verses make some people to deny the truth entirely, yet some verses turn people to the right path and make them true believers. ve ma yudillu bihi illel fasikiyn Allah misleads no other than those who have lost their purity.

 

27-) Elleziyne yenkudune ahdAllahi min ba’di miysakihi, ve yaktaune ma emerAllahu Bihi en yusale ve yufsidune fiyl’Ardi, ulaike humulhasirun;

 

Those who break the covenant of Allah (the requirements of manifesting the qualities of the Names and the potential to live at this level of awareness) after coming to the world (identifying with the illusory corporeal existence). Who fragment that which has been ordered to be unified (the observation of the reality of the Names) and cause corruption (squander their lives in pursuit of bodily desires – the impulses coming from the second brain in the stomach – the commands of the carnal self) on earth (their bodily life). It is verily those who are the losers. (A.Hulusi)

 

Those who break Allah’s Covenant after it is ratified, and who sunder what Allah Has ordered to be joined, and do mischief on earth: These cause loss (only) to themselves.

 

Elleziyne yenkudune ahdAllahi min ba’di miysakihi They break the covenant of Allah after coming to the world, break their promises. ve yaktaune ma emerAllahu Bihi en yusale ve yufsidune fiyl’Ardi They sunder what Allah has ordered to be unified yufsidune fiyl’Ardi They do mischief on earth. ulaike humulhasirun At the end they are the ones who will find frustration.

Before I finish my tafsir lesson today, I would like to say a few words about the verse part; They sunder what Allah has ordered to be unified. They crush, split, rip apart.

What is that? It can be many things. There’s a distinct bond between Allah and man, yet if a man cut this bond, then he does the act of sundering what Allah has ordered to be joined. There’s a connection between Allah and Prophet. Whoever try to sever this connection and try to establish a religion without Prophet; this verse is the answer for people like them. Also there’s a connection between Religion and Earth. If you leave your religion out from earth, or if you live your world without religion, you would also be one of those people who crushed the bonds Allah has ordered to be protected, unified.

There’s a connection between mind and revelations as well. One should not sever this bond and try to think without revelations and read them without thinking.  And finally there are connections between celestial and material. If you see and express your world, your belongings and everything around you, without their true celestial origins, you may be stepping those boundries and commiting a heinous act of sundering against Allah had ordered to be unified.

Briefly there’s a bond between religion and society. If you leave the community without religion or if you isolate religion from society, then you are one of the person addressed in this verse. When this happens not only you would find frustration but whole community would meet their doomed fate of sadness as well.

Ve ahiru da’vahum enil Hamdu Lillahi Rabbil alemiyn. (Jonah/10)

“Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”. “Esselamu aleykum.”


İslamoğlu Tef. Ders. HAKKA SURESİ (01-52)(180-B)

$
0
0

231

{{“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”}}

{{“BismillahirRahmanirRahıym”}}

 

Şimdi yeni bir sureye giriyoruz. Elimizde ki Mushafın 69. suresi olan Hakka suresi. Sure adını hakikatin bütün çıplaklığıyla gerçekleşmesi, kaçınılmaz gerçek manasına gelen hakka dan almış ki ilk ayeti olur. ElHakkatü (1) MelHakkatü (2) Ve ma edrake melHakka (3) diye devam ediyor sure. Sadece burada kullanılıyor bu formla bu Hakka. Kelimesi. Hz. peygamber de sureyi bu isimle anmış, kaynaklarda bunu görüyoruz.

Surenin indiği yer Mekke, yani Mekke de nazil oluyor sure. Hz. Osman’ın nüzul tertibinde Mülk suresinden sonraya yerleştirilmiş. Muhteva esas alındığında Mülkten önceye yerleştirilmesi gerek. Yani biz en azından surenin içeriğini dikkate aldığımızda bunu söyleyebiliriz.

Kıssalar özet olarak veriliyor bu surede, çok özet. Yani ad kıssası, Semud kıssası ve birkaç değini daha yapılıyor ama çok özet bir biçimde. Firavuna bir atıf var. Bundan yola çıkarak Necm ile başlayıp Taha ile son bulan meydan okuyan sureler arasına katabiliriz, onlardan biri.

Yaklaşık nübüvvetin 6 – 7 yılına tekabül ettiğini düşünebiliriz ki bu boykot öncesi sureler diye adlandırdığım sureler kısmına giriyor. Boykot öncesi fakat fetret-i vahiy sonrası nazil olan surelerden biri.

Surenin konusu son saat ve ahiret. Ahireti inkar eden geçmiş kavimlerin helak kıssaları anlatılıyor zaten. 4-12 ayetler arasında. Hesap günü dile getiriliyor hemen arkasından 13-18 ayetler arasında. tabii ki hesap günü dile getiriliyorsa hesabın arkasından ödül ve ceza gelecektir doğal olarak. 19. ayetle başlayıp 37. ayete kadar da ödül ve ceza ele alınıyor. Sure vahiyle son buluyor, vahye atıfla. Zira vahiy kesin gerçek, kesin hakikattir 51. ayet. O halde insan Allah adına hareket etmelidir, surenin son ayeti de bu. Fesebbih Bismi Rabbikel ‘Azıym (52) o halde artık azamet sahibi rabbin adına hareket et denilerek sure son buluyor. Şimdi suremizi tefsire geçebiliriz.

[Ek bilgi; Ahmed b. Hanbel efendimizin rivâyetine göre Hz. Ömer efendimiz şöyle diyor. Ben Müslüman olmadan önce Hz. Peygamberle tartışmak üzere evimden çıktım. Mescid-i Haram’a vardığımda baktım ki Resûl-i Ekrem benden önce gelmiş. Arkasında durdum, o Hâkka sûresini okumaya başladı. Kur’an’ın üslubuna hayran kalmıştım. Kendi kendime Kureyş’in dediği gibi bu bir şairdir diye düşündüm. Tam bu sırada Resûlullah; “O bir şair sözü değildir” (âyet 4) âyetini okudu. Bu sefer içimden öyleyse sihirbazdır dedim. Hemen “O bir sihirbaz sözü değildir” (âyet 42) âyetini, ardından da sonuna kadar bu sûreyi okudu. İşte o günden itibaren İslâm sevgisi benim içime girmeye başladı. (Müsned, 1, 17-18)

İbn Kesîr de bu hadiseye dayanarak Hz. Ömer efendimizin Müslüman olmasını sûrenin nüzul sebepleri arasında gösterir. (Besâiru-l Kur’an/ Ali Küçük)]

 

1-) ElHakkatü;

El Hakka (ölümle birlikte ortaya çıkacak mutlak hakikat)! (A. Hulusi)

01 – O Hâkka. (Elmalı)

 

ElHakka kesin gerçeğin tahakkuk etmesi manasına gelir. O zaman kesin gerçeğin tahakkuk eden olay diyebileceğimiz gibi gerçekleşecek hakikat te diyebiliriz, öyle de çevirebiliriz. Hatta 3. bir mana da çevirebiliriz; gerçek olan son saatin tahakkuku. Bunu da diyebiliriz. Nedir? ElHakka gerçekleşecek olan hakikat, mücerret olarak böyle gelmiş.

[Ek bilgi; O Hâkka. Bu, isim cümlesinin mübtedâsı, bundan sonra gelen kısım haberdir. "Ahid lâmı" ile el-Hâkka, el-Vâkıa, es-Sâa gibi kıyamet gününün isimlerinden olduğunda bir anlaşmazlık yoktur. Fakat ve gibi kavramlarla ilgisine ve sıfatlıktan isimliğe geçirilmesine göre bu kelimenin ne gibi bir anlam ifade ettiği hakkında on kadar izah şekli nakledilmiştir.

1. Hakk kelimesi "sabit ve gerekli" mânâlarında alındığı takdirde el-Hâkka; meydana gelmesi gerekli olan, geleceği hiç kuşkusuz sabit ol an saat demektir.

2. Hakk kelimesi, bir şeyi hakikati üzere tanımak ve tanıtmak mânâsına mastar olarak düşünüldüğünde "el-Hâkka", kendisinde durumların hakkıyle tanınacağı, yani eşyanın hakikatini açıp ortaya çıkaracak saat demektir.

3. el-Hâkka, "işlerin hakikatlerini kapsayan" demektir. Yani içinde, doğruluğu ve gerçekleşmesi gerekli işlerin ve hallerin meydana geldiği şey demektir ki, Kıyamet'te meydana gelmesi ve varlığı gerekli olan sevap, ceza ve diğer kesin işleri ifade eder.

4. Hâkka, hakka demektir. Hakka ise, hukûk kelimesinin tekili olan hak tan daha özeldir. "Bu benim özel hakkımdır." mânâsına denir.

5. Hâkka, şaşmaksızın inen ve yapacağını yalansız yapan bela demektir ki "Onun oluşunu yalanlayan yok."(Vâkıa, 56/2) mânâsınadır.

6. Bir toplum üzerine meydana gelmesi hak olan vakit demektir ki birinci mânâya yakındır.

7. Her bir doğruluk ve eğriliğe, iyilik ve kötülüğe ceza ve mükâfatın hak olduğu, başka bir deyişle her çalışana çalışmasının karşılığının verilmesinin hak olduğu vakit demektir ki, bu da kıyamettir.

8. Yükümlü ve sorumlu kişilerin yaptığı işlerin bütün eserleri gerçekleşip artık bekleme sınırından çıkıldığı hak saat demektir. Çünkü bütün sevap ve ceza o gün ortaya çıkar.

9. Ezheri'nin gör üşüne göre, yenmeye ve üstün gelmeye çalışmak mânâsına, onunla karşılaştım da onu hakladım, yani "yenişmek üzere karşılaştım da ben yendim" denilmesinde olduğu gibi "haklamak" yani hakkından gelmek mânâsınadır. Çünkü bu kıyamet günü, dini hususunda Allah ' la batıl yoldan yarışa kalkanları hep hakları, yenilgiye uğratır.

10. Ebu Müslim'in görüşüne göre, el-Hâkka, "Rabbinin sözü hak oldu."(Yunus, 10/33; Ğâfir, 40/6) âyetinde geçen fiilinden türetilmiş fâile (etken ortaç)tır.

11. Âkıbet, âfiyet kelimeleri gibi mastardır ki, "sırf hakikat" demek olur.

12. Bu kelime, kıyametin ismi olması itibarıyla, başka herhangi bir anlamı düşünülmeden, türememiş isim olur.

Bunların her birinden bir mânâ anlaşılmakla beraber, demek oluyor ki el-Hâkka, "O Hâkka’nın ne olduğunu sana ne bildirdi?" buyrulduğu üzere akıl ve düşünceyle bilinen bir şey değildir. (Elmalı-Tefsir)]

 

2-) MelHakkatü;

Nedir El Hakka? (A. Hulusi)

02 – Ne Hâkka? (Elmalı)

 

MelHakka sen bilir misin o kesin gerçeğin dehşetini. Ne dehşet gerçekleşeceğini veya. Veya nasıl tahakkuk edeceğini sen bilir misin?

 

3-) Ve ma edrake melHakkatü;

El Hakka’yı sana bildiren nedir? (A. Hulusi)

03 – Ve ne bildirdi sana dirayetle? Nedir o Hâkka? (Elmalı)

 

Ve ma edrake melHakka sahi, sen nereden bileceksin ki onun ne dehşet bir gerçek olduğunu. Bu bir üslûp. Kur’an ın ara sıra kullandığı bir üslûp. Muhatabında bir dikkat uyandırmaya çalışan ve onun tüm duyargalarını açmasına ve tüm hücreleriyle hitaba kulak kesilmesine meydan veren bir üslûp. Sahi sen nerden bileceksin ki onun ne dehşet bir gerçek olduğunu.

 

4-) Kezzebet Semûdu ve ‘Adun Bilkari’ati;

Semud ve Ad, o Karia’yı (ölüm sonrası yaşanacak sonsuz yaşamı) yalanladılar. (A. Hulusi)

04 – İnanmadı Semud-ü Âd o kariaya (ansızın gelen bela, kıyamet). (Elmalı)

 

Kezzebet Semûdu ve ‘Adun Bilkari’a Semud ve Âd son vuruşu inkar ettiler. Dehşet vuruş, el kari’ah. Evet onu inkar ettiler. Aslında Semud ve Âd ın ilk defa birlikte zikredildiği yer, Necm suresinin 50-51. ayeti. Belki buraya 2. diyebiliriz. Tam emin değilim ama Kur’an da birlikte 2. geçtiği yer burası olsa gerek. Bu önemli, Semud ve Âd neden ikisi birlikte geçer sualine biraz sonra cevap vereceğim.

 

5-) Feemma Semûdu feühlikü Bittağıyeti;

Semud’a gelince, yüksek sesli depremle helâk edildiler! (A. Hulusi)

05 – Amma Semud ilhâk (Yok) ediliverdiler o tâgıye ile, (Elmalı)

 

Feemma Semûdu Semûd’a gelince. Bittağıyeh Tağıye aslında haddi aşmak, haddi aşan, sınırı aşan. Ama burada ses duvarını kat kat aşan bir belâ ile helâk edildiler. Diye çevirebiliriz. Neden böyle çevirmemiz lazım? Çünkü aynı hadisenin anlatıldığı başka ayetlerde bunun ses ile gelen bir bela veya sesli bela olduğunu anlıyoruz. Onları birlikte okuduğumuzda, yani parçaları bütünleştirerek tüme varım yöntemiyle istikrai bir yöntemle okuduğumuzda bu sonuca varıyoruz.

Olayın geçtiği yer Hadramevd. Yemen’le Umman arasında bir bölge. Rubül Hali denilen, yani ¼ boşluk Arap yarımadasının en büyük çölünün alt, güney ucunda, okyanusa bakan kıyı şeridi boyunca uzanan bir toprak parçası burası. Hadramevd ölü yeşil demek zaten. Yani ismi bile bela kokuyor. Burada bir uygarlık kurulmuş fiy tarihinde, çok çok eski zamanlarda. İrem bağları meşhur işte bu uygarlığın bir unsuru.

İreme zâtil ‘ımâd. (Fecr/7) sütun sahibi irem diye geçer Kur’an da. Burada muhteşem bir uygarlık kurulmuş ve bu uygarlık etrafına örnek olmuş. Fakat Allah’ı unuttukları için, yani ekmeğin sahibini unutup ta ekmeğe döndükleri için, ekmeğin sahibini bırakıp ta ekmeğe tapmaya başladıkları için başlarına öyle bir felaket gelmiş ki uygarlık yerle bir olmuş. Bugün o uygarlığın kalıntıları 12 – 17 m. Kum deryasının altından bu yüzyılda çıkarıldı. Yani tarihsel verilerde, arkeolojik verilerde artık vahyin anlattığı bu belayı teyit etti. Ha o teyit etmese hiçbir şey değişmezdi aslında, ama bu ilave bir unsur olarak anılabilir. Fakat asıl vahyin bize verdiği öğüt farklı, o öğüdü devamında ki ayeti okuduktan sonra söyleyeyim.

 

6-) Ve emma ‘Adun feühlikû Biriyhın sarsarin ‘atiyetin;

Ad’a gelince, şiddetli bir kasırgayla helâk edildiler! (A. Hulusi)

06 – Ve amma Âd onlar da ihlâk ediliverdiler bir sarsar rüzgârı, azgın bir fırtına ile. (Elmalı)

 

Ve emma ‘Adun Âd a gelince feühlikû Biriyhın sarsarin ‘atiyeh onlar da değdiği yeri, değdiği şeyi, değdiği insanı sesiyle çarpan dizginlenmez bir kasırgayla helak edildiler.

 

7-) Sahhareha ‘aleyhim seb’a leyâlin ve semaniyete eyyamin husumen feteralkavme fiyha sar’a keennehüm a’cazu nahlin haviyeh;

Onu (kasırgayı) onlara, yedi gece ve sekiz gün musallat etti! O toplumu orada içi boş hurma kütükleri gibi yere yıkılmış görürsün! (A. Hulusi)

07 – musallat etmişti Allah onun üzerlerine yedi gece sekiz gün huşûm halinde: köklerini kesmek üzere müstemirren. Bir de görürsün ki o kavmi o müddet zarfında yıkıla kalmışlar. Ve sanki içleri kof hurma kütükleri imişler. (Elmalı)

 

Sahhareha ‘aleyhim seb’a leyâlin ve semaniyete eyyamin husuma Allah üzerlerine o kasırgayı 7 gece 8 gündüz kesintisiz bir biçimde estirdi. Husum; kesintisiz manasına gelebileceği gibi Hasmudda’ kullanımından yola çıkarak yarayı dağlamak manasına gelir bu. Dağlayan, dağlayıcı bir bela. Veya 3. bir manası daha var; kesmek, yani husum el katl manası vermiş lügatlar. Kökünü kesen, kökünü kazıyan, köküne kibrit suyu döken bir bela kasırgasıyla onları helak etti.

feteralkavme fiyha sar’a keennehüm a’cazu nahlin haviyeh ne dehşet bir manzara, öyle ki tıpkı kökten kopup savrulmuş hurma kütükleri gibi o kavmin orada çırpınıp kaskatı kesildiğini, taş gibi kesildiğini gözünde canlandırabilirsin diyor. Yani donmuş kalmışlar her kim ne yapıyorsa. Hatta tefsirlerde ifade edildiğine göre çoban donmuş, koyunlar da donup kalmış, taş kesilmiş. Böyle bir bela.

 

8-) Fehel tera lehüm min bakıyeh;

Onlardan geriye kalan ne görüyorsun? (A. Hulusi)

08 – Bak şimdi görebilir misin onlardan bir bakıyye. (Elmalı)

 

Fehel tera lehüm min bakıyeh şimdi geriye kalandan onların lehine bir şey görüyor musun? “Lâm”ı leh manası vererek veya onlardan geriye kalan bir kişi görüyor musun? Biraz takdir ilavesi ile. Ankebut/38. ayetinde onların kalıntılarından söz edilir. O halde onlardan geriye kalan bir şey görüyor musun denildiğinde aslında beladan geriye kalan kalıntılar değil, insan, veya birinci mana daha doğru onlardan geriye lehlerine bir şey kaldığını görüyor musun. Manası.

Değerli dostlar neden Kur’an 30 a yakın yerde bu iki kavmi bir arada ibret olarak sunar? Bu iki kavim birbirinin devamı aslında. Âd ve Semud. Âd güneyde yaşamış Yemen’le Umman arasında, Semud kuzey Arabistan da yaşamış, Arabistan la Ürdün arasında şimdi Medain-i Salih denilen, hicr denilen bölgede yaşamış bir kavim. Âd helake uğradıktan sonra Âd’ın kalıntıları artık bize burada dirlik, dışlık yok diye Kuzeye doğru göçüyorlar, Kuzey Arabistan’a. Geliyor oraya konuyorlar, konmakla kalmıyorlar, ders alacakları yere.

Biz orada medeniyetimizi çöle, kumun içine yaptık, başımıza bela geldi. Burada öyle bir medeniyet kuralım ki bir daha gelmesin diyerek taşlardan, yani dağların içinde ki kayalardan oyulu apartmanlar yapıyorlar. Dağlar gibi kayaların içine oyarak apartman yapıyorlar. Yani kaya gibi bir mimari geliştiriyorlar. Artık buna kimse dokunamaz, kimse bir şey yapamaz demiş olmalılar sanırım.

Ve ne oluyor? Onlar aslında suçu inşaat malzemesine bulacaklarına, suçu yaşanan ahlaksızlığa bulmaları lazımdı. Yanlış baktılar, yanlış gördüler. Allah’ın gör dediği yerden bakmadılar. Allah’ın gösterdiğini görmediler. Yani suçu davranışlarında arayacaklarına inşaat malzemesinde aradılar ve malzemeyi değiştirdiler. Dünyanın en sağlam malzemesiyle yaptılar binalarını. Yani granit kayaları oydular. Bugün hala şahit olarak ayaktadır. Peki ne oldu? Allah’ın belası gelince kayalar da işe yaramaz oldu. Yani ibret almadılar, ders almadılar, Allah’ın belası orada da buldu, Semud’u da orada mahvetti, kahretti.

 

9-) Ve câe fir’avnu ve men kablehu velmü’tefikatu bil hatıeti;

Firavun, ondan öncekiler ve helâk olmuş şehirler, hep o hatayı yapanlar! (A. Hulusi)

09 – Firavun de geldi, ondan evvelkiler de, mü’tefikeler de hep o hatâ ile. (Elmalı)

 

Ve câe fir’avnu ve men kablehu velmü’tefikatu bil hatıeh bir de Firavun, ondan önce gelenler ve alt üst olmuş şehirler vardı. Ne olmuştu bunlar? hepsi de günaha gömülüp gitmişlerdi. El mü’tefikât; Lût kavminin yaşadığı Sodom, Gomore ve diğer 4 şehir. Onları kastediyor. Alt üst olmuş şehirler. Altı üstüne gelmiş anlamına geliyor.

 

10-) Fe’asav Rasûle Rabbihim feehazehüm ahzeten rabiyeten;

Rablerinin Rasûlüne âsi oldular da (Rableri) onları şiddetle yakalayıverdi! (A. Hulusi)

10 – Hep rablerinin Resulüne âsî oldular o da onları alıverdi mütezayid bir tutuş (kahir bir kabza) ile. (Elmalı)

 

Fe’asav Rasûle Rabbihim rablerinin elçilerine sonunda isyan ettiler, karşı geldiler. Elçiye zeval olmazdı. Ama onlar elçiye isyan ettiler. Çünkü elçiye isyan etmek, elçiyi gönderene isyan etmektir. Allah’a isyan ettiklerinin farkına bile varmadılar. Elçinin ne suçu var ki. Elçiyi Allah göndermiş. Eğer bir itirazınız varsa elçiyi gönderen kapıya yapın. Yok, uyanıklık yapmaya kalktılar, hesapta Allah’ı bir tarafa koyup elçiyi taşa tuttular, elçiye hakaret ettiler. Elçiyi yalanladılar ama Allah’ı yalanladıklarının farkına varmadılar.

feehazehüm ahzeten rabiyeh işte sonunda da ne oldu? Rableri onları günahlarıyla büyüttükleri bir belaya çarptırdı. Bir bela ile aslında ehazehüm, enseledi, yakaladı. Rabiyeh, riba ile aynı kökten. Artan büyüyen günah, günahı katlamak anlamına geliyor. Demek k günah katlandıkça bela da katlanıyor. Günah katlandıkça ceza da katlanıyor. Aslında bu onu veriyor.

 

11-) İnna lemma tağal mâu hamelnaküm fiylcariyeti;

Muhakkak ki o su, kontrol dışı yükseldiğinde, sizi akıp gidenin içinde biz taşıdık! (A. Hulusi)

 11 – Halbuki biz o su tuğyan ettiği vakit sizi akan gemide taşıdık. (Elmalı)

 

İnna lemma tağal mâu hamelnaküm fiylcariyeh o su taştığında, tufandan söz ediyor. Hz. Nuh kavmine getirdi sözü Kur’an. Fakat Hz. Nuh’un kendisinden söz etmeden. O su taştığında sizi gemide taşıyan bizdik. Burada ilk muhataplar içinden iman edenlere hitap var. Hitap onlara. Zımnen şunu diyor bu ayet; İnsan tuğyan ederse, tabiatsa tuğyan eder. Yani tuğyan edip çığırından çıkınca su da çığırından çıkar ve insanı boğar. Tuğyan olan yerde tufan olmaz mı? Tuğyan haddi aşmak demek, Allah’ın emrinden çıkmak demek, Allah’a karşı gelmek demek. Tuğyan olan yerde tufan olur. Tufan nankörler için bir felaket sadıklar için bir necattır, kurtuluştur, nitekim öyle de olmuştur.

 

12-) Linec’aleha leküm tezkireten ve te’ıyeha üzünün va’ıyeh;

Onu, sizin için bir hatırlatma ve iyi algılayan kulak da onu iyi kavrasın diye (naklettik)! (A. Hulusi)

12 – Onu sizlere bir anid yapalım ve belleyici kulaklar bellesin diye. (Elmalı)

 

Linec’aleha leküm tezkireh size bir öğüt olsun diye aktardık biz bütün bu kıssaları  ve te’ıyeha üzünün va’ıyeh dahası işittiğini anlayan herkesin kavraması için aktardık bütün bunları. Kavramaya konu olan nedir peki? Günahla eşya arasında ki bağdır dostlar. İnsanın davranışlarıyla varlık arasında girift bir ilişki var. Davranışlarınız varlıktan bağımsız değil, davranışlarınızla ya etrafınızda kendi aleyhinize şahit biriktiriyor, ya da lehinizde şahit biriktiriyorsunuz. Dahası Davranışlarımızla eşyayı ya dost ediyoruz ya düşman. Bela ve musibetlerin gelişiyle insan davranışları alakasız değildir. Seküler bakışı Kur’an burada reddediyor ve halk irfanı bunu çok güzel yoğuruyor değil mi?

Hak belasın yazmaz kul azmayınca, Kula bela gelmez Hakk yazmayınca. (Atasözü) Yani hangisi? Hakk yazdığı için mi bela geldi, yoksa kul azdığı için mi hak yazdı. İkisi de, Kul azdı hak yazdı ve ondan öyle oldu. Aslında halkın irfan imbiğinden süzülen bu sözlerin arka planı bu ayetlerdir.

 

13-) Feizâ nufiha fiysSuri nefhatun vahıdetun;

Sur’a (sûretlere – o anki bedenlere) nefha-i vahide (tek bir üfürüş) üflendiğinde (bilinçler hakikatlerini bedensiz fark ettiklerinde)… (A. Hulusi)

13 – Çünkü sur üfürülüp de bir tek nefha. (Elmalı)

 

Feizâ nufiha fiysSuri nefhatun vahıdeh sûra, yat borusu bu. Çünkü ilk sûr bu. İlk sûra tek bir defa üflendiğinde,

 

14-) Ve humiletil’Ardu velcibalu fedükketa dekketen vahıdeten;

Arz (bedenler) ve dağlar (benlikler) kaldırılıp da tek darbeyle darmadağın edildiklerinde; (A. Hulusi)

14 – O yer ve dağlar yükletilip arkasından da bir çarpılış çarpıldılar mı bir defa. (Elmalı)

 

Ve humiletil’Ardu velcibal yer yüzü ve dağlar yerlerinden oynayacak. Daha doğrusu yerlerinden edilip, taşınıp, humiletil’ard ı öyle şey yapabiliriz fedükketa dekketen vahıdeh ardından da tek bir seferde un ufak edildiğinde, toz haline dönüştürüldüğünde, Devam ediyor Ayet;

VelMelekü ‘alâ ercaiha (17) melekler onun enkazı başında duracaklar. İşte bu zaman melekler onun enkazı başında duracaklar. fedükketa dekketen vahıdeh ardından da tek bir seferde un ufak edildiğinde, param parça edildiğinde

 

15-) Feyevmeizin veka’atilvakı’atü;

İşte o süreçte, o vâkı’a (herkesin mutlak hakikati fark edip yaşaması) oluşmuştur! (A. Hulusi)

15 – İşte o gün o vâkıa vukua gelmiştir. (Elmalı)

 

Feyevmeizin veka’atilvakı’ah işte o gün olay olup bitmiştir. Olay gerçekleşmiştir. İzâ vekâ’atil vâkı’ah (Vâkıa/1) ayetini hatırlayalım; Olay olduğu zaman. O müthiş, o dehşet olay işte o zaman olmuş, gerçekleşmiştir.

 

16-) Venşakkatis Sema’u fehiye yevmeizin vahiyeh;

O semâ (benlik bilinci) yarılmıştır! O süreçte o, göçmüştür! (A. Hulusi)

16 – Ve Semâ yarılmış o da o gün sarkmıştır, (Elmalı)

 

Venşakkatis Sema’ gök yarılmıştır, parçalanmış, paramparça olmuştur fehiye yevmeizin vahiyeh zira o gün bütün direncini yitirmiş olacaktır. Gök bütün direncini belki bu direnç yer çekimi ve merkezkaç kuvvetlerinin tuttuğu kâinat tespihinin ana ipliğidir cazibe ipliği.

[Ek bilgi; “…Yarılır…” hayvani nefis seması, ruh ayrılıp çıktığı için sıyrılıp açılır. “Ve artık o gün, çökmeye yüz tutar.” Ölüm halinde, fiil işlemeye güç yetiremez, hareket etmeye, idrak etmeye güç bulamaz.(İbn. Arabi-Te’vilât)]

Bu birinci sûr olsa gerektir, ki zaten bağlamdan o anlaşılıyor. Birinci sûr yat borusudur, ikinci Sûr kalk borusu. Birinci sûr öl borusudur yani. Vakıa suresinde, Neml/87. ayetinde özellikle de hacc suresinin girişinde 1 – 2. ayetlerinde  bu manzara öyle dehşetli bir biçimde anlatılmıştır ki, gerçekten oraya müracaat etmek lazım. Evet, İçmediği halde sarhoş olup, anneler emzikli yavrularını unutacaklar diyor. Yani bir anne yavrusunu nasıl unutur, süt emen yavrusunu. İşte böyle bir dehşetten bahsediliyor. Hacc suresinin ilk ayetlerinde, Yasin/14-50. ayetlerinde. Tekvir/1-6. ayetleri arasında, Enbiya, Tâhâ ve daha bir çok surede bu manzaradan söz edilir.

Değerli dostlar aslında depremler, bu ayetlerin bize ifade ettiği hakikatin küçük bir hatırlatıcısı. Onun büyüğünü düşünmek lazım. Mesela işin uzmanlarının söylediğine göre 14 şiddetinde bir deprem karalar ve denizleri yerinden oynatıyor. 15 şiddetinde bir depremde dağlar yıkılıyor, yani harita değişiyor. 17 şiddetinde bir depremde kıtalar hareket ediyor. 18 ve üzeri derecede ki bir depremde yer yörüngesinden kayıyor. 20 derecenin üzerinde ki bir depremde ise yer patlıyor. Buyurun, başka söylenecek ne kaldı. Allah ile güç yarıştıranlar, Allah herkesten güçlüdür, bunu ispat etmesini mi bekliyorsunuz veya bekliyoruz. Kork Allah’tan korkmayandan diyen ne güzel demiş değil mi. Aslında rabbimiz eğer isterse onun için derecelerin ne hükmü var ki, ne kıymeti var ki.

 

17-) VelMelekü ‘alâ ercaiha* ve yahmilu ‘Arşe Rabbike fevkahüm yevmeizin semaniyeh;

Melek de onun etrafındadır! Rabbinin arşını ise o süreçte onların (mahlûkatın) üstünde (boyutsal üstünde – derûnî yüceliğinde) bulunan sekiz (kuvve) taşır. (A. Hulusi)

17 – öyle ki melekler, kenarları üzerindedir ve üstlerinde o gün rabbinin Arşını sekiz hâmil olur. (Elmalı)

 

VelMelekü ‘alâ ercaiha melekler onun enkazı başında dururlar, duracak ve yahmilu ‘Arşe Rabbike fevkahüm yevmeizin semaniyeh ve onların da üstünde o gün rabbinin arşını 8. taşıyacak. Yani mücerret bir biçimde nasıl geldiyse öyle tercüme ettim şu anda, 8.i taşıyacak. 8 Melek demiş müfessirlerimiz, bilmiyoruz, müteşabih bir haber bu. Tıpkı ‘Aleyha tis’ate ‘aşer. (Müddesir/30) onun üzerinde 19 vardır ayeti gibi. İmtihan kılınmıştır bu tip şeyler Kur’an ın da ifade ettiği gibi. İmtihandır. Üzerinde konuşmak spekülasyon yapmaktır, Allahu ‘alem Bimuradihi Bihi demek lazım. Bununla neyi murad ettiğini en iyi Allah bilir demek en doğrusu.

ve yahmilu ‘Arşe Rabbike fevkahüm yevmeizin semaniyeh (sonraki ayetle birlikte)

 

18-) Yevmeizin tu’radune lâ tahfa minküm hafiyeh;

O süreçte, hiçbir gizliniz gizli kalmaksızın arz olunursunuz (apaçık ortada olursunuz)! (A. Hulusi)

18 – O gün arz olunursunuz, öyle ki gizli bir haliniz kalmaz. (Elmalı)

 

ve yahmilu ‘Arşe Rabbike fevkahüm yevmeizin semaniyeh (17) Yevmeizin tu’radun O gün O’nun huzuruna, yani Allah’ın huzuruna arz olunacaksınız. Mahkeme için çıkacaksınız. lâ tahfa minküm hafiyeh en gizli saklınız bile gizli kalmayacak. Yani gizli saklı olmayacak ki orada. Hiçbir gizliniz kalmayacak. Eliniz, ayaklarınız söyleyecek, diliniz dudaklarınız söyleyecek. Allah’tan saklayacak neyiniz olabilir ki. Dolayısıyla hiçbir gizliniz olmayacak. Basıyr olan Allah’a dünya da iman etmeyenler, orada utançlarından yüzlerinin etleri dökülecek.

 

19-) Feemma men ûtiye Kitabehu Bi yemiynihi feyekulu hâumukreû Kitabiyeh;

Kitabı (yaşam bilgi kayıtları) sağından oluşmuş olana gelince; o şöyle der: “İşte alın, okuyun bilgilerimi!” (A. Hulusi)

19 – İşte o vakit kitabına sağıyla irdirilmiş olan kimse der ki: ha alın okuyun kitabımı. (Elmalı)

 

Feemma men ûtiye Kitabehu Bi yemiynih fakat karnesini sağ elinden alanlara gelince, karnesi sağ elinden verilmiş olanlara gelince feyekulu hâumukreû Kitabiyeh O, (sevinerek şakıyacak, heyy..! millet hâumukreû Kitabiyeh alın işte okuyun karnemi, bakın karneme, yani gözünüz karne görsün ey millet diye mahşerde o sınıf geçtiği), tabir caizse hayat dersini geçip cenneti hak ettiği karnesini sallayacak. Ey millet gözünüz bir karne görsün, okuyun karne nasıl olurmuş görün diyecek. Sevinç içinde şakıyarak.

 

20-) İnniy zanentu enniy mülakın hısabiyeh;

“Gerçekten ben, yaptıklarımın sonucuna kavuşacağımı düşünüyordum!” (A. Hulusi)

20 – Çünkü ben sezmiştim ki ben kavuşacağım hesabıma. (Elmalı)

 

İnniy zanentu enniy mülakın hısabiyeh kesinlikle ben hesabımla yüzleşeceğime gönülden inanmıştım diyecek. Yani bir gün gelip hayatımın hesabını verebileceğime, vereceğime iman etmiştim: Burada İnniy zanentu gelmiş İnniy amentü gelmemiş. Neden zanentu gelmiş? Aslında zanne fiili enne ile birlikte kesinlik, eniy muhaffafe ile birlikte de şüphe ifade eder. Burada enne ile birlikte te’kit edildiği için zanne, zaten yakıyne en yakın fiil olduğu için sanki yakıyn gibi, iman gibi anlaşılmalıdır ki, aslında burada enne ile birlikte kesinlikle inanmıştır manasını verir.

 

21-) Fehüve fiy ‘ıyşetin radıyeh;

Artık o, mutlu bir seyir içindedir; (A. Hulusi)

21 – Artık o, hoşnut bir hayatta. (Elmalı)

 

Fehüve fiy ‘ıyşetin radıyeh o razı olunmuş bir hayat yaşayacak. Bu sanki tevriyeli gibi. Madem dünyada Allah’ın razı olduğu bir hayat yaşadı, ahirette de Allah ona razı olduğu bir hayat bahşedecek. Cennet hayatı bu.

 

22-) Fiy cennetin ‘aliyetin;

Âli (yüce) bir cennette! (A. Hulusi)

22 – Yüksek bir Cennettedir. (Elmalı)

 

Fiy cennetin ‘aliyeh yüce bir cennetin ta ortasında, ta göbeğinde yaşayacak.

 

23-) Kutufuha daniyeh;

Onun yaptıklarının getirisi nimetler, elinin altındadır! (A. Hulusi)

23 – Devşirimleri yakında. (Elmalı)

 

Kutufuha daniyeh hemen yanında, yani elini uzatsa alacağı kadar yakınında (Amellerinin meyveleri) olacak. Daniyeh; meyveleri, Fakat tabii ki amellerinin meyveleri. Kişi aslında ahirette karşılaşacağı bir şeyi dünyada ekiyor. Eğer tuba ağacını ekmişse orada onun meyvelerini devşiriyor. Yok cehennem ağacını, şeceretüs zakkumu ekmişse, zıkkım ekmişse orada onun yemişlerini devşiriyor. Yani dünya bir tarla, ed dünya mezra’a, dünya bir tarla. Dolayısıyla ahiretin tarlası. Dünyada neyi ekersek ahirette onu biçeceğimizi söylüyor bu ayet.

 

24-) Külu veşrebu henien Bima esleftum fiyl’eyyamilhaliyeh;

Geçmişinizde yaptıklarınızın sonucu olarak şimdi afiyetle yeyip için! (A. Hulusi)

24 – Yiyin için afiyet olsun, takdim ettiklerinize mukabil geçmiş günlerde. (Elmalı)

 

Külu veşrebu henien Bima esleftum fiyl’eyyamilhaliyeh bu günler için geçmişte peşinen takdim ettiklerinize karşılık yiyin, için, afiyet olsun. Bu günler için geçmişte peşinen takdim ettiklerinize karşılık. Demek ki bir mü’min dünyadayken peşin olarak yapıyor. Aslında bu rabbimizin bize ikramı. Yoksa rabbimizin daha peşin olarak verdiklerine eğer ödeyecek olsaydık ahirette hiçbir şey almazdı, alamazdı. Çünkü elimiz dilimiz, dudağımız, aklımız, ömrümüz, nefesimiz, ayağımız ne diyorsanız, neye sahipsek hepsi Allah’tan aldıklarımız değil mi? O’nun nimeti değil mi?

O halde biz ekstradan neyi hak etmiş oluyoruz. Demek ki cömertliği Allah’ımızın, başka bir şey değil. Onun içinde mü’min sanki Allah’a borçlu değilmiş gibi rabbimiz keremiyle davranıp peşinen ödeyen diyor. Peşinen ödediğimizi varsayıyor.

 

25-) Ve emma men ûtiye Kitabehu Bişimalihi feyekulu ya leyteniy lem ûte Kitabiyeh;

Yaşam bilgisi kayıtları (kitabı) solundan oluşmuş olana gelince; o da şöyle der: “Keşke bana kayıtlarım hiç verilmeseydi!” (A. Hulusi)

25 – Amma kitabına soluyla irdirilmiş olan da der ki: eyvah keşke erdirilmese idim kitabıma. (Elmalı)

 

Ve emma men ûtiye Kitabehu Bişimalih fakat karnesi sol elinden, solundan verilenlere gelince, aslında bu kaybedenlere, imtihanı kaybedenlere, hayat sınıfında imtihandan sınıfta kalanlara şeklinde de anlaşılabilir.

feyekulu ya leyteniy lem ûte Kitabiyeh o da diyecek ki nolaydım da keşke bugün karne almaz olaydım. Yani hiç imtihanı da görmeseydim, karne alma gününü de görmeseydim, öldükten sonra dirilmeseydim, toprak olsaydım. Öyle diyecek. ya leyteniy küntü turaba. (Nebe’/30) keşke toprak olup gitseydim diyecek diyor.

 

26-) Ve lem edri ma hısabiyeh;

“Hesabımı (yaptıklarımın sonucunun ne olduğunu) hiç bilmeseydim!” (A. Hulusi)

26 – Ve vâkıf olmasa idim ne imiş? Hesabıma. (Elmalı)

 

Ve lem edri ma hısabiyeh keşke hesabımın ne olduğunu hiç bilmeseydim.

 

27-) Yaleyteha kânetilkadıyete;

“Keşke (bu aşamaya gelinmeden) iş bitmiş olsaydı!” (A. Hulusi)

27 – Ne olurdu iş bitiren olaydı o ölüm. (Elmalı)

 

Yaleyteha kânetilkadıye ah..! keşke işimi tamamen bitirip bir yok oluş olsaydım. Yani benim işimi bitirseydi de ben yok olsaydım. Kânetilkadıyeh kesin bir vuruşla vurup işimi bitirmiş olsaydı, ölüm bir yok oluş olsaydı. Lâ ted’ul yevme süburen vahıden ved’u sübure..(Furkan/14) ayetini hatırlatıyor değil mi? bugün bir ölümü çağırmayın, bir tek ölü yetmez size ölümleri çağırın ölümleri diyordu ya ayeti kerime kaybedenler için. Ölümleri çağırın işte o.

 

28-) Ma ağnâ ‘anniy maliyeh;

“Servetim bana hiçbir fayda sağlamadı!” (A. Hulusi)

28 – Hiç bir şey’e yaramadı benden yana malım. (Elmalı)

 

Ma ağnâ ‘anniy maliyeh malım, başıma gelen hiçbir belayı benden defetmedi.

 

29-) Heleke ‘anniy sultaniyeh;

“Bütün gücüm de yok olup gitti.” (A. Hulusi)

29 – Mahvoldu benden saltanat-ü sâmanım. (Elmalı)

 

Heleke ‘anniy sultaniyeh gücüm elimde patladı veya beni güçlü kılan belgeler hiçbir işe yaramadı.

 

30-) Huzûhu feğulluhu;

“Tutun da bağlayın onu!” (A. Hulusi)

30 – Tutun onu hemen bağlayın onu. (Elmalı)

 

Huzûhu feğulluhu (meleklere denilecek ki) alın onu, bağlayın.

 

31-) Sümmel cahıyme sallûhu;

“Sonra Cahîm’e (cehenneme) atın onu!” (A. Hulusi)

31 – Sonra ancak Cahîme yaslayın onu. (Elmalı)

 

Sümmel cahıyme sallûhu sonra cehenneme yollayın.

 

32-) Sümme fiy silsiletin zer’uha seb’une zira’an feslukûh;

“Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincir içine sokun onu;” (A. Hulusi)

32 – Sonra bir zincirde, ki boyu yetmiş arşın, yollayın onu. (Elmalı)

 

Sümme fiy silsiletin zer’uha seb’une zira’an feslukûh sonra bir zincire vurun, uzunluğu 70 arşın olan bir zincire ve sıkıca bağlayın. Burada ki 70 rakamının kinaye olduğunu Zemehşeri söylüyor, gerçekten de 70 rakamı Kur’an ın bir çok yerinde kinaye olarak kullanılır. Uzun upuzun bir zincir. Zincirin uzunluğu aslında tutuklunun ya da hükümlünün biraz daha hareket serbestisine kavuşması gibi algılanabilir. Aslında burada ki vurgu o değil, zincir uzadıkça hükümlünün ağırlığı artar, yani taşımak zorunda kaldığı ağırlık artar. Onu ifade ediyor. Aslında buradaki zincirin uzunluğundan belki de şunu anlamak lazım Allah’a her isyanımız orada ki zincire bir halka ekletiyor. Allah korusun hafizanAllah ve iyyaküm diyelim Allah sizi de bizi de korusun.

 

33-) İnnehû kâne lâ yu’minu Billâhil’Azıym;

“Çünkü o, Esmâ’sıyla hakikati olan Aziym Allâh’a iman etmiyordu!” (A. Hulusi)

33 – Çünkü o Allah u azîmüşşana inanmıyordu. (Elmalı)

 

İnnehû kâne lâ yu’minu Billâhil’Azıym çünkü o, yüce Allah’a inanıp güvenmedi, suçu oydu. Yani Allah’a güvenmedi, Allah’a inanmadı. Allah ona güvendi ama El Mü’min olan Allah ona güvendiği için ona bir çok kredi açtı. Dünyaya gelirken hiçbir şey yoktu, ona bir çok şey verdi. Kendi varlığını verdi, yokluktan varlığa getirdi. Böyle cömert bir Allah’a karşı böylesine nankör nasıl cezalandırılacaksa şimdi öyle cezalandırıldı.

 

34-) Ve lâ yehuddu ‘alâ ta’amil miskiyn;

“Yoksulları doyurmak konusunda hiç çabası yoktu (cimriydi)!” (A. Hulusi)

34 – Ve fukaranın yiyeceğine hiç bakmıyordu. (Elmalı)

 

Ve lâ yehuddu ‘alâ ta’amil miskiyn yoksulu doyurmak için hiçbir çaba harcamadı, elini kıpratmadı. Yani doyurmadığı bir tarafa doyurmak için çaba da harcamadı.

 

35-) Feleyse lehülyevme hahuna hamiym;

“İşte bu süreçte onun hiçbir candan dostu yoktur.” (A. Hulusi)

35 – bu gün de ona yok kanı sıcak bir hısım. (Elmalı)

 

Feleyse lehülyevme hahuna hamiym işte bu yüzden burada ne bir can dostu,

 

36-) Ve lâ ta’amun illâ min ğısliyn;

“İrinli artıklardan başka yiyecekleri olmaz;” (A. Hulusi)

36 – Ne de bir taam, bir «gıslîn» den başka. (Elmalı)

 

Ve lâ ta’amun illâ min ğısliyn ne de, devam ediyor çünkü; ne de pis bir atıktan başka. Ğıslıyn pis bir atıktan başka yiyeceğe sahiptir. Ğıslıyn yıkantı anlamına, zaten yıkadı anlamına gelen ğasele den, yıkantı. Türkçe de özellikle eskiler çok kullanırlar kirlenen şey yıkandıktan sonra geriye kalan artık anlamına kullanılmış. Sanki günah kirleriyle beslenecekler gibi bir mana çıkıyor. Cehennemlikler ahirette günah kirlerini yiyerek beslenecekler. Oranın hayatı manevi bir hayat, bambaşka bir hayat olduğu için tabii ki ahiretteki tüm durumlar zorunlu olarak mecazi bir dille, mecazla ifade edilmek zorunda. Dünyada ruhunu hangi gıda ile doyurmuşsa orada onu bulacak biz buradan bunu anlıyoruz.

 

37-) Lâ ye’küluhu illelhatıun;

“Suçlular sadece onu yer!” (A. Hulusi)

37 – Ki onu kimse yemez hatâkâr canîlerden başka. (Elmalı)

 

Lâ ye’küluhu illelhatıun o sadece günahkarların yediği bir yiyecektir.

 

38-) Fela uksimu Bima tubsırun;

Yemin olsun görmekte olduklarınıza, (A. Hulusi)

38 – Artık yok, kasem ederim ki gördüklerinize. (Elmalı)

 

Fela uksimu Bima tubsırun bakın gördüğünüz her şeye yemin ederim. Rabbimiz yemin ediyor. Bu sıradan bir yemin değil.

 

39-) Ve ma lâ tubsırun;

Ve görmediklerinize! (A. Hulusi)

39 – Ve görmediklerinize. (Elmalı)

 

Ve ma lâ tubsırun görmediklerinize de yemin ederim. Şahadet- gayb. İç-dış, dünya – ahiret. Vahyin görüneni görünmeyeni belki. Bütün bunlara delalet eder. Gördüklerinize ve görmediklerinize yemin ederim.

 

40-) İnnehu lekavlu Rasûlin keriym;

Muhakkak ki O, Keriym bir Rasûlün kavlidir (sözüdür). (A. Hulusi)

40 – O hiç şüphesiz kerîm bir Resulün getirdiği sözdür. (Elmalı)

 

İnnehu lekavlu Rasûlin keriym bu yemin neden edildi? Yeminin cevabı geldi şimdi; Şüphe yok ki o keriym bir elçinin sözüdür. Bu ayeti nasıl anlayacağız? Keriym bir elçinin. Elçi peygamberdir buradaki. Elçinin sözü ne demek peki? Kur’an vahiy peygamberin sözümü, böyle mi anlayacağız. Açık dostlar, elçiye ait söz değil, elçiye emanet edilen, git şunu söyle diye emanet edilen söz. Öyle değil mi? Yoksa neyin elçisi. O sözün elçisi. O sözü taşıyor. Onun için taşıdığı söz kendine ait değil ki. O sözü taşıyan bir elçi. Yani elçiye emanet edilmiş. Keriym sıfatı cinsinin kamil örneği oluşuna delalet eder burada. Cinsinin kâmil örneği olmak, yani ihaneti düşünülemeyecek olan demektir.

 

41-) Ve ma hüve Bikavli şa’ır* kaliylen ma tu’minun;

O bir şair sözü değildir… İmanınız çok kısıtlı! (A. Hulusi)

41 – Ve o bir şâir sözü değildir. Siz pek az düşünüyorsunuz. (Elmalı)

 

Ve ma hüve Bikavli şa’ır* kaliylen ma tu’minun ve o bir şair sözü değildir. Ne kadar az inanıyorsunuz diye çevirmeyeceğim. Bir önceki çeviride olduğu gibi, ne kadar azınız inanıyor.

 

42-) Ve lâ Bilkavli kâhin* kaliylen ma tezekkerun;

Bir kâhin sözü de değildir… Hatırlayıp düşünmeniz de çok kısıtlı! (A. Hulusi)

42 – Bir kâhin sözü de değildir, siz pek az düşünüyorsunuz. (Elmalı)

 

Ve lâ Bilkavli kâhin O bir kahin sözü de değil kaliylen ma tezekkerun ne kadar azınız öğüt alıyor. Bu iki ayeti kerime bu surenin sebebi nüzulünde anlatılan Hz. Ömer’le ilgili bir hikayeyi akla getiriyor. Bu ibretlik hatıra da Hz. Ömer’in ağzından şöyle bir nakil gelir bize;

Müslüman olmadan önceydi. Bir gün çıktım kâbe ye vardım. Kâbe ye gittiğimde ortada kimse yoktu ama orada Allah resulü bu sureyi, Hakka suresini okuyordu. Ve ben surenin o iç sesi beni bürüdü, öylesine etkilendim ki “Bu bir şair olmalı” dedim. Hemen arkasından şu ayeti okudu; Ve ma hüve Bikavli şa’ır (41) o bir şair sözü değildir. Ben bu sözü içimden söylemiştim. Ama cevabını dışımdan aldım. Bunu duyunca dedim ki “o zaman bir kâhindir.” Ve lâ Bilkavli kâhin gelmesin mi arkasından. Artık bana inanmaktan başka çözüm yolu kalmadı. Ahmed Bin Hambel’in bize kadar naklettiği bu rivayet gerçekten de ilginçtir.

 

43-) Tenziylun min Rabbil’alemiyn;

Rabb-ül âlemîn’den bir tenzîldir (tafsile indirme)! (A. Hulusi)

43 – O rabbül’âlemînden bir tenzildir. (Elmalı)

 

Tenziylun min Rabbil’alemiyn Alemlerin rabbinden indirilmedir.

 

44-) Velev tekavvele ‘aleyna ba’dal’ekaviyl;

Uydurup bize atfetseydi; (A. Hulusi)

44 – O bize isnaden bazı lâflar uydurmağa kalkışsaydı. (Elmalı)

 

Velev tekavvele ‘aleyna ba’dal’ekaviyl eğer peygamber kısmen dahi söylemediğimiz sözleri uydurup bize isnat etseydi,

 

45-) Leehazna minhu Bilyemiyn;

Elbette O’ndan sağ elini (gücünü) alırdık. (A. Hulusi)

45 – Elbette biz onu ondan dolayı yemîniyle yakalar (kuvvetle tutar hıncını alır) dık. (Elmalı)

 

Leehazna minhu Bilyemiyn onu sağ kolundan şiddetle yakalar veya sağ kolumuzla, sağ elimizle, ki güçle, güce yemin aynı zamanda güce tekabül eder, güçle şiddetle yakalar,

 

46-) Sümme lekata’na minhülvetiyn;

Sonra, elbette O’nun şah damarını (carotis arter) keserdik! (A. Hulusi)

46 – Sonra da ondan vetînini (iliğini) keser atardık. (Elmalı)

 

Sümme lekata’na minhülvetiyn ve şah damarını kesip başını koparırdık. İfadeye bakın. Eğer o bizim söylemediğimiz bir sözü vahyin arasına kendisi uydurup ta katmış olsa, bize atfederek söylemiş olsaydı onu sağ kolundan şiddetle yakalar şah damarını keser, kafasını koparırdık.

 

47-) Fema minküm min ehadin ‘anhu haciziyn;

Sizden hiçbir kimse de buna engel olamazdınız. (A. Hulusi)

47 – O vakit sizden hiç biriniz ona siper de olamazdınız. (Elmalı)

 

Fema minküm min ehadin ‘anhu haciziyn sizden artık hiç kimse buna engel olamazdı. Hiç kimse, eğer o böyle yapsaydı biz onun kafasını keserdik, sizin içinizden de buna engel olacak hiç kimse çıkamazdı.

 

48-) Ve innehû letezkiretun lilmüttekıyn;

Muhakkak ki O (Kur’ân), korunmak isteyenler için düşündürücü hatırlatmadır! (A. Hulusi)

48 – Ve o hiç şüphesiz unutulmayacak bir öğüttür korunacaklar için. (Elmalı)

 

Ve innehû letezkiretun lilmüttekıyn ve hiç şüphe yok ki o yani Kur’an muttakiler için, sorumluluğunun bilincinde olan herkes için bir uyarı, bir öğüttür.

 

49-) Ve inna lena’lemu enne minküm mükezzibiyn;

Muhakkak ki biz, yalanlayanlarınızı elbette biliyoruz. (A. Hulusi)

49 – Bununla beraber biz biliyoruz ki sizden inanmayanlar var. (Elmalı)

 

Ve inna lena’lemu enne minküm mükezzibiyn ama biz çok iyi biliyoruz ki sizden yalanlayanlar da çıkacak.

 

50-) Ve innehû lehasretun ‘alelkafiriyn;

Muhakkak ki O (kıyamet süreci), hakikat bilgisini inkâr edenler için elbette büyük pişmanlıktır! (A. Hulusi)

50 – Ve her halde o, kâfirler üzerinde bir hasrettir. (Elmalı)

 

Ve innehû lehasretun ‘alelkafiriyn yani sizden yalanlayanlar da çıkacak, biz bunu çok iyi biliyoruz. Şu da kesin ki bu durum kafirler için derin bir pişmanlık kaynağı olacak. lehasretun ‘alelkafiriyn inkara gömülüp giden kimseler için derin bir pişmanlık kaynağı olacak.

 

51-) Ve innehû leHakkulyakıyn;

Muhakkak ki O (kıyamet süreci), elbette Hakk-el Yakîn’dir (hakikatin en açık seçik yaşantısıdır)! (A. Hulusi)

51 – Ve o hiç şüphesiz hakkul yakîndir. (Elmalı)

 

Ve innehû leHakkulyakıyn zira o mutlak hakikattir. Tartışılmaz hakikattir.

 

52-) Fesebbih Bismi Rabbikel ‘Azıym;

Öyleyse, ismi Aziym olan Rabbin namına (Esmâ’sına kullukla) işlevine devam ederek O’nu tespih etmiş ol!(A. Hulusi)

52 – Haydi tesbih et rabbinin azîm ismiyle. (Elmalı)

 

Fesebbih Bismi Rabbikel ‘Azıym o halde sözün özü neticesi şudur; sen ey muhatap, ey mü’min muhatap, ey insan. Eğer akıllıca bir iş yapmak istiyorsan rabbin adına, hem de azıym olan, muazzam olan yüce olan rabbin adına hareket et. Herkes bir şey adına hareket eder.

Bu ayet inince Resulallah; Bunu namazlarınızın rükûuna koyun diye emir buyurmuş. Onun için o gün bu gündür ulema namazın rükûunda sübhane rabbiyel azıym demeyi müstehap görmüşler. Her ne kadar bunun bir istisnası imam Malik bunun farz zannedileceği endişesiyle bunun sürekli yapılmasını hoş görmemiş. Ama efendimizin bu tavsiyesi namazlarımızın rükûuna bu ayeti, daha doğrusu bu ilahi emrin karşılığını taşıyarak tm mü’minin namazına girmiş. Rabbimizin adına hareket ettiğimizi namazlarda böyle ifade etmişiz.Yani namazda rükûa eğilmek Allah’ın önünde eğilmektir. Bunun manası Allah’tan başkasının, yani kulun önünde eğilmemektir. Allah’ın önünde eğilince de söylediğimiz söz şu oluyor;

Muazzam olan, muhteşem olan, yüce olan rabbimizin adına hareket ederiz. Sübhane rabbiyel azıym. Yüce rabbimiz adına hareket ederim.

Eğer bunu demişsek rabbimizin şanı ne yücedir diye tefsir etmek biraz daha şey geliyor bana. Daha açıklayıcı olan benim yaptığım bu tercüme gibi. Yüce rab adına hareket etmek. Eğer namazda bu sözü veriyorsak namazdan sonra sözümüzü yiyecek şeyler yapmamamız gerekiyor. Ki namazda söylediğimiz doğru olsun.

Rabbim ömrümüzü namaz kılsın inşaAllah. Rabbim kendi adına hareket edenlerden, şeytan adına hareket etmeyenlerden kılsın.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


Viewing all 327 articles
Browse latest View live