“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”
Sevgili Kur’an dostları bugün dersimize Şura suresinin kaldığımız 24. ayeti ile devam ediyoruz.
24-) Em yekuluneftera alAllâhi keziba* fein yeşeillâhu yahtim alâ kalbik* ve yemhullahul bâtıle ve yuhıkkul hakka Bi kelimatiHİ, inneHU ‘Aliymun Bizatis sudur;
Yoksa “Allâh hakkında bir yalan uydurdu” mu diyorlar? Eğer Allâh dilerse senin kalbini (şuurunu) kilitler! Allâh bâtılı mahveder ve kendi kelimeleri olarak Hakk’ı sâbit kılar! Muhakkak ki O, Esmâ’sıyla Zât’ınız olarak Aliym’dir! (A.Hulusi)
24 – Yoksa Allaha iftira etti bir yalanı mı diyorlar? Allah dilerse senin de kalbini üstünden mühürleyiverir, Allah batılı mahveder de kelimatı ile hakkı ihkak (Hakkı yerine getirmek) eyler, şüphesiz ki o bütün sînelerin künhünü bilir. (Elmalı)
Em yekuluneftera alAllâhi keziba yoksa uydurduğu yalanı Allah’a isnat etti mi diyorlar. Tabii böyle bir iftirayı ancak iman etmeyenler yapabilirler. Allah resulünü Allah’a iftira etmekle suçlamak. Aslında farkında mısınız bilmiyorum bir dindarlık gösterisi, ya da sahte dindarlıkla karşı karşıyayız. Yani Allah’ın bunda bir suçu yok, ama tüm suç Allah’ın seçtiğinde, peygamberde. O uydurup uydurup Allah’a isnat ederek iftira ediyor şeklinde ki en ağır bühtan ve iftirayı dizip koşan bir zihin, bir akıl nasıl düşünüyor dersiniz.
Sanırım çıkış noktası şu olsa gerek; Allah kendine iftira edilmesini engellemekten aciz. Yani kendini korumaktan aciz. Dolayısıyla biz Allah’ı koruyoruz, biz Allah’ı savunuyoruz. Böyle bir tanrı inancı, aciz bir tanrı inancı. İşte müşriklerin inancı bu. Yani olayın arkasında; Allah kendini savunamaz, o bundan acizdir, biz onu savunmuş oluyoruz Muhammed’e karşı çıkmakla, onun getirdiği mesajı inkar etmekle.
Nasıl? Şeytanda böyle bulmuştu bahaneyi değil mi? Allah’ın emrine karşı çıkarken. Adem’e itaat etme, secde etme emrini dinlemezken Allah’ın emrini dinlediğini, daha doğrusu Yalnızca Allah’a secde ettiği gerekçesini ileri sürüyordu. Onun için tam şeytani bir yaklaşım. Her tür sahte dindarlıkta böylesine şeytani mazeretler görebiliriz.
fein yeşeillâhu yahtim alâ kalbik eğer Allah dilerse kalbinin üzerine mührü basar, kalbini mühürleyebilir. Aslında bu ibare kalbini vahye kapatabilir, kalbinden vahyi silebilir. Ya da vahiy ile senin aranda ki ilişkiyi kesebilir şeklinde anlaşılacağı gibi Zeccac’ın yaklaşımıyla vahyi kalbine koyar, kalbinin kapağını kapatır oraya sabır ve dirençte koyar, artık sana yönelik bu tür iftiraların hiç birisi sana etki etmez. şeklinde de anlaşılabilmiş. Ama 1. yorum çok daha metnin ruhuna ve zahirine uygun.
Hatmül kalp, kalbin mühürlenmesi, fekül kalbin, yani kalbin açılmasının zıddı. Aslında bir şeyi mühürlemekten söz ettiği zaman Kur’an ayetleri O şeyin suç olduğunu, Allah nezdinde büyük bir cürüm olduğunu, günah olduğunu peşinen anlıyoruz.
İkincisi ne mühürlenir ve niçin mühürlenir? Suç aleti bir torbaya konulur ve mühürlenir. Cinayet aleti bir poşete konulur ve mühürlenir. Ya da ilerde mahkemede delil olması beklenen herhangi bir delil bir sandığa, bir mahfazaya konulur mühürlenir. Niçin? Bir gün yargı önünde tekrar mührü açılıp el değmemiş olarak asli haliyle şahitlik yapması için. O nedenle Kur’an kalbin mühürlenmesinden söz eder. Mühürlenen bir kalp, hakimi Allah olan büyük mahkemede mührü açılıp şahit kılınacaktır. Sahibi aleyhine tanık olacaktır. İşte mühürleme genellikle Kur’an da şahit olmak, şahitlik yapmak, mahkeme de tanık olarak ortaya çıkmak için o güne kadar Allah’ın mühürlemesi şeklinde anlaşılmalıdır.
ve yemhullahul bâtıle ve yuhıkkul hakka Bi kelimatiH Evet, Allah batılı siler, hakkı ise kendi sözleriyle, kendi kelimeleri ile, kendi mesajıyla gerçekleştirir, ortaya koyar. Açıklayıcı bir ibare, yukarıda ki ibareleri.
..cael Hakku ve zehekal batıl. Hakk geldi, batıl zaiy oldu. innel batıle kâne zehuka. (İsra/81) çünkü batıl zaten yok olmaya, zail olmaya mahkumdu. Bu ayet bu ibareyi açıklıyor. Batıl aslında daimi bir varlığı bulunmayan, gerçekte hakikatten bir şey içermeyen demektir.
Peki hakikatten bir şey içermediği halde, gerçek bir varlığı olmadığı halde batılın zail olması ne demek? Batıla ayarlı bir bakış, yalanı gerçek görür. Mesela bu dünyayı ahiretin yerine koyar. Kısayı uzun görür, bu kısa hayatı ebedi hayatın yerine koyar. Günahı güzel görür, sevabı ve ibadeti çirkin görür. Batıla ayarlı bir bakış aslında yalanı sahici görür. Yoku var görür. Ednayı ‘alâ görür, süfliyi ulvi görür. cehennemi cennet görür. Yani bu bakışın gördüğü her şey sahtedir, yanıltıcıdır. O nedenle batıl bakış serap görür. Çölde serap görmek, çölde su görmek, aslında çölde su olduğunun delili olmaz. Olmayan bir şeyi görmektir. Onun olmadığını anladığında iş işten geçecektir.
İşte vahiyler insanın batılı Hakk, Hakkı batıl görmesini engellemek için ona bir bakış açısı, bir koordinat, bir rehberlik sunarlar. Allah’ın gör dediği yerden bakan, Allah’ın gösterdiğini görür, oradan bakan ise Hakkı Hakk bilir, hakkı Hakk görür. Batılı batıl bilir ve onu da batıl görür.
inneHU ‘Aliymun Bizatis sudur şüphesiz O göğüslerin en mahrem sırlarını bilendir. Neden böyle bitti ayet? Çünkü insanların hakkı batıl, batılı Hakk görme gerekçeleri çok farklıdır. Kendilerine çok farklı şekillerde izah ederler. Kendilerini kandırma yöntemleri farklıdır. Aldatma yöntemleri farklıdır. Herkesin mazereti farklıdır. Allah herkesin hakikate yönelik mazeretlerini ta ciğerinden bilir.
25-) Ve “HU”velleziy yakbelüt tevbete ‘an ‘ıbadiHİ ve ya’fu ‘anis seyyiati ve ya’lemu ma tef’alun;
O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve yaptıklarınızı bilendir. (A.Hulusi)
25 – Hem odur ki o, kullarından tevbe yi kabul eder ve kabahatlerden afiv buyurur ve her ne yaparsanız bilir. (Elmalı)
Ve “HU”velleziy yakbelüt tevbete ‘an ‘ıbadiHİ ve ya’fu ‘anis seyyiati ve ya’lemu ma tef’alun ve O kullarının tevbelerini, kendisine yönelişini bağış ve af dilenişini kabul eder. Günahlarını affeder ve yaptıklarınızı da bilir.
Yamuk, yani aciz tanrı tasavvurundan kaynaklanan günahları bile bağışlar. Açılımı bu. Biraz önce müşrik aklın kendini dahi savunmaktan aciz tanrı tasavvurunu dile getirmişti. Sözüm ona onlar Allah’ı savunma adına Allah’ın kelamını inkar ediyor ve resulüne iftira ediyorlardı. Bunu uydurup Allah’a attı, Allah’a iftira etti diye. Bunun kendisi bir iftira idi. Yani Allah’ın kendisine yönelik bir iftirayı engelleyemeyeceğini düşünüyorlardı. Zaten müşrik aklın en büyük saplantısı Allah’ı inkarı değil (haşa), hatta onlar putları Allah gibi de görmüyorlar, onun içindir ki müşrik hayatında Allah’ı temsil eden bir tek put yoktur. Hiçbir put Allah’ı temsil etmez müşrik inancında. Hep Allah’a aracı koydukları, bir takım melekleri temsil ettiğini düşündükleri, Allah’ın kızları diye baktıkları, inandıkları bir takım melekleri ya da tabiat güçlerini temsil ettiğini düşündükleri şekillerden ya da şekilsiz yontulardan müteşekkildi putları. Allah’ı temsil eden bir tek put yoktur müşriklerin putperestliğinde.
Peki buna rağmen nasıl bir sapma bu? İşte bu ayette de gördüğümüz gibi, ki bu pasajda gördüğümüz gibi uzak bir Allah inancı. Hayata müdahil olmayan bir Allah inancı, sizi duymayan, sizi görmeyen bir Allah inancı. Dolayısıyla ona ulaşmak için aracılar gereken bir Allah inancı. Vasıtalar ve vesileler gereken bir Allah inancı ve bu aracılarla ancak kendisine ulaşılabilen bir Allah inancı. İşte bu inançtan kaynaklanan tüm şeyleri dahi Allah affeder, eğer bu inançtan vazgeçerse. Allah’a yönelirse. Allah’ın şah damarından yakın olduğuna iman ederse, Allah bunu da affeder, temizler, siler süpürür, el İslam yeci’bu ma kablehe diyordu ya efendimiz; İslam kendisinden öncesini silip süpürür, temizler. İşte bunun gibi.
26-) Ve yesteciybülleziyne amenû ve amilus salihati ve yeziydühüm min fadliHİ, vel kâfirune lehüm azâbün şediyd;
İman edip imanın gereğini uygulayanlara icabet eden ve kendi lütfuyla onlara (nimetlerini) arttırandır! Hakikat bilgisini inkâr edenlere gelince, onlar için şiddetli bir azap vardır. (A.Hulusi)
26 – Ve iman edip salih ameller yapanlara icabet buyurur, fazlından onlara ziyade de verir, küfredenlere gelince onlara şiddetli bir azâb var. (Elmalı)
Ve yesteciybülleziyne amenû ve amilus salihati ve yeziydühüm min fadliH inanan, inancını salih amelle perçinleyen kimselerin dualarını kabul eder ve kendi lütfünden onların paylarını artırır. vel kâfirune lehüm azâbün şediyd fakat hakkı inkar edenleri, yani kafirleri çetin bir azap beklemektedir.
27-) Velev besetAllâhur rizka li ıbadiHİ le beğav fiyl Ardı ve lâkin yünezzilu Bi kaderin ma yeşa’* inneHU Bi ıbadiHİ Habiyrun Basıyr;
Eğer Allâh, kullarının yaşam gıdalarını yayıp genişletseydi, arzda elbette azarlardı! Ne var ki dilediğini bir ölçü ile indirir… Muhakkak ki O, kullarında Habiyr’dir, Basıyr’dir. (A.Hulusi)
27 – Bununla beraber Allah kullarına rızkı bol bol seriverse Arzda azar ve taşkınlık ederlerdi. (Elmalı)
Velev besetAllâhur rizka li ıbadiHİ le beğav fiyl Ard Hakkı inkar edenleri şediyd bir azap beklemektedir dedi 26. ayet. Fakat neden beklemektedir. O azap onları burada kuşatsa, o azap onları hemen bulsa. Neden onların burada, bu dünya hayatında bir elleri yağda, öbürü baldadır. Neden bazılarının dişi bile ağrımaz Nemrut gibi. Neden dünyanın tüm güzelliklerinden hoyratça ve sonsuzca istifade ederler. Neden bin bir türlü nimet içinde yüzerler. Neden.. neden… neden..! işte o nedenlere harika bir cevap geldi. Velev besetAllâhur rizka li ıbadiHİ le beğav fiyl Ard ve eğer Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, rızkın önünü açsaydı, elbet yer yüzünde azgınlaşırlar, azarlar, saparlardı.
Elâ ya’lemu men halek. (Mülk/14) yaratan bilmez mi, yaratan yarattığını bilmez mi? Bilir, eğer Allah insanoğluna rızkı, nimeti sınırsız verseydi yeryüzünde azgınlık yaparlardı, azdıkça azarlardı diyor. Aslında şöyle bir etrafınıza başınızı çevirip bakın, bu ayetin tecellisini, ve tezahürünü görürsünüz. Azgınların sapkınların, firavunlaşanların Nemrut’laşanların, Kabil’leşenlerin (Karun’laşanların) hep kendilerine sınamak için verilen nimetleri sanki bir emanet değil de bir mülkmüş gibi görmelerinden kaynaklandığını anlarsınız. O nimetleri kendiliğinden gelmiş zannetmelerinden, o nimetleri verenin Allah olduğunu unutmalarından kaynaklandığını görürsünüz.
Tam bir Karun kompleksi. Bunlar bana benim yeteneklerim sayesinde verildi diyordu Karun. Yani bunlar benim. Dolayısıyla bunlarda kimin hakkı olabilir ki. Oysa ki Allah aklımızın, havsalamızın almayacağı bir sır gereği, muhteşem bir düzen kurmuştu. Kiminin payını kimine veriyor ve onun ona verip vermeyeceğini gözlüyordu. Kiminin nasibini kiminin üzerinden veriyordu. Yoksulların payını varsıllara veriyor, hem yoksulları sınıyor, hem de varsılları sınıyordu. Yoksulları yoklukla sınıyor, varsılları varlıkla sınıyordu. Bakalım yoksullar yokluğa sabredecek mi; Bakalım varsıllar varlığa sabredecek mi.
Varlığa sabretmek, yokluğa sabretmekten hep zor oluyordu. Onun içim yokken sabredenler varken sabredemiyorlar ve yoldan çıkıyorlardı. O nedenle bütünü gören Allah parçayı görüp de kötü zanneden bizlere; parçanın hep kötü olmadığını, yani mahrumiyetin bazen bir nimet olduğunu söylüyordu. Mahrumiyet nimettir diyordu ve mahrumiyetin nasıl nimet olacağını da işte böyle ayetlerle belgeliyordu. Eğer Allah açtıkça açsaydı önünüze dünya nimetlerini bu kez kendinizi kaybeder, rabbinizi kaybederdiniz.
Söyleyin, kendinizi vererek aldığınızdan neden kazançlı çıkarsınız. Kendinizi satarak aldığınız hangi şey size ait olur ki, çünkü siz yoksunuz. Artık benim diyecek ben yok ortada. Ben yoksa neyiniz var. O nedenle Allah kendinizi kaybetmeyesiniz, rabbinizle ilişkinizi bozmayasınız, ebedi mutluluğu 3 günlük hayata takas etmeyesiniz diye sınırlı verdi. Nimetlerini önünüze sınırlı serdi.
İyi ve ihtiyaç olanı siz bilmezsiniz. Siz ihtiyacım diye bakarsınız, gerçek ihtiyacınızı ise istemezsiniz. İstediğiniz ise sizin ihtiyacınız değildir. Siz iyi diye görürsünüz, aslında sizin için iyi değildir. Bütün içinde gördüğünüzde onun sizin için kötü olduğunu anlarsınız. Ama siz parçaya yoğunlaşırsınız. Parçada iyi gibi durur, fakat bütünde sizin belanızdır o. Siz iyiliğini istiyorum diye ağzınızla belanızı istersiniz. Onun için Allah sizin iyiliğinizi ister, hayrınızı ister. Vermiyorsa kimi zaman sizin için vermez. Yani vermemesinden çıkarı olan yine sizsiniz.
ve lâkin yünezzilu Bi kaderin ma yeşa’ lakin o dilediğine akıl ermez bir ölçü ile indirmektedir.
Yünezzilu diyor, sanki vahyi indiriyor gibi rızkı da indirdiğini ifade buyuruyor. Sanki gökten vahiy gibi rızık iniyor. Adeta bunu anlıyoruz. Yani dilediğine de ölçüyü açtıkça açar. Neden açar? Neden kısar? Dediğim gibi ancak özüne Allah’ın vakıf olacağı bir sırdır bu. Dolayısıyla rabbimizin insanlığa rızkı, nimeti verirken hangi ölçüye göre davrandığı gaybi bir hakikattir. Bize düşense, mü’mine düşen ise O’nun ölçüsünde adil olduğuna, en iyiyi bildiğine, bizim için en güzeli yaptığına imandır.
Fakat bu rızkı aramanın önünde bir engel değildir, çünkü size ayrılan payın ne kadar olduğunu siz asla bilmiyorsunuz. Size bir pay ayrılmıştır, fakat siz o ayrılan payı almak için el uzatmaz, çaba göstermez, çalışmaz didinmez, yırtınmazsanız o pay orada durur, siz de burada bomboş durursunuz, aç bilaç durursunuz ve bunun sorumluluğunu Allah’a atamazsınız, kendinize atabilirsiniz. Sorumlu sizsiniz. O payı almadınız için, hatta size ayrılan o payı almamakla da ayrıca sorumlusunuz. Onun için ki; Ve en leyse lil İnsani illâ ma se’a. (Necm/39) insan için ancak çalıştığı kadarı vardır. Çabasının karşılığı vardır der Kur’an.
[Ek bilgi; ALLAH’A YAKINLIK
Bütün hayır haddi bilmekle ve O’na razı olmaktadır. Bununla beraber başkalarının hiçbir şeyine dikmemektedir. Başka bir şeye iltifat etmemektedir. Çünkü o baktığın ve arzu ettiğin şey üç kısma ayrılır.
Birincisi senin nasibin olmasıdır.
İkincisi başkasının nasibi olma ihtimali
Üçüncüsü ne senin, ne de başkasınındır. İhtimal ki Allah’u teala onu bir tecrübe vasıtası olarak yaratmıştır.
Baktığın şey her ne ise, eğer o sana nasip olmuşsa ihtirasa düşüp ardından koşsan da gelir, koşmasan da. İstesen de gelir İstemesen de.
Bu hale göre mutlaka onu elde etmek için çırpınman ve edebe uymayan bazı hareketler yapman sana yakışmaz. Bu hal ilim ve akıl ölçüsüne vurulursa hiçte sevilen bir şey olarak meydana çıkmaz.
Eğer o şey başkasının nasibi ise çırpınman niçin. Çünkü o şey sana hiçbir zaman gelmez.
Yine o şey ihtimal ki hiç kimsenin nasibi değildir fitne ve tecrübe için yaratılmıştır. Böyle olduğuna göre akıllı olan bir kimse nasıl nefsi için öyle bir fitneyi ister ve kendine celp etmeyi arzu eder.
Bu izahlardan anlaşılıyor ki selamet ve iyilik manevi hali muhafazada ve haddi tecavüz etmemededir.
(Gavs-ı Azam Ş. Abdülkadir Geylâni – Fütuh’ül Gayb S/28-29)]
inneHU Bi ıbadiHİ Habiyrun Basıyr çünkü O kullarının her halinden haberdardır, her şeyi görmektedir. Böyle bir ayet böyle bitmeliydi değil mi, ilahi hikmettir, imtihan sırrıdır. Zuhruf/33 öyle diyordu ya; Eğer insanlar küfürde birleşmeyecek olsalardı, onların evlerinin tavanlarını ve merdivenlerini, taraçalarını gümüşten yapardık. Küfürde birleşmeyecek olsalardı. Küfür üzerinde tek ümmet olmayacak olsalardı.
Bu gerçekten çarpıcı bir ayet, bizim için iyi olanı Allah’ın bildiğine iman, imanın parçasıdır. Bizi bizden iyi bildiğine iman imanın cüzüdür.
28-) Ve “HU”velleziy yünezzilül ğayse min ba’di ma kanetu ve yenşuru rahmeteHU ve “HU”vel Veliyyül Hamiyd;
O, onlar (kulları) ümit kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayandır. O, Veliyy’dir, Hamiyd’dir. (A.Hulusi)
28 – Ve lâkin dilediği kadar bir miktar ile indiriyor, şüphesiz ki o kullarına habîrdir basîrdir. (Elmalı)
Ve “HU”velleziy yünezzilül ğayse min ba’di ma kanetu ve yenşuru rahmeteH ve o insanlar tam umutlarını kesmişken, ümitlerini yitirmişken, umutlarından olduktan sonra yağmuru indirir ve rahmetini yaydıkça yayar.
Tükenen umut ve yağmur. Bu ayetlerin indiği dönemde ki dünyayı göz önüne getirin. Bu ayetler inmeden önce bölgede İbrahim’in rabbine iman eden sadece birkaç tane, ki bilinen 3 kişi vardı. Bunlardan biri de Zeyd Bin Amr Bin Nüfeyl. Peygamberimizin arkasından rahmet okuduğu bir zat, cennetle müjdelediği bir zat. Ama peygamberlik gelmeden hayli önce vefat etmiş bir zat. Hz. Ömer’in amcası olurdu. Hz. Ömer’in babası onu taşlaya taşlaya çöle sürdü, çölde yalnız başına İbrahim’in rabbine sadece O’na iman ettiği ve ibadet ettiği için ölüme mahkum edildi.
O artık yer yüzünün çivisinin çıktığını düşünüyordu. Artık yer yüzünden hayır gelmeyeceğini, toprağın altının toprağın üstünden hayırlı olduğunu düşünüyordu. Zeyd Bin Amr Bin Nüfeyl. O Resulallah’ın gelişini görmeden giden, hasret giden tek başına yiğit adam. Fakat karanlığın en koyu anı, sabaha en yakın andır. İşte o öyle düşünüyordu ama bilemedi, tahmin edemedi göremedi ki, çok değil kısa bir zaman sonra yer yüzünü aydınlatacak güneş hemen burnunun ucundan, kendini kovan Mekke den çıkacaktı.
Tıpkı bunun gibi, Kur’an ın neresinde yağmur geçerse vahye bir imalı göndermedir. Vahyi temsil eder, simgeler. Bu da öyle, tüm umutlar tükenince Allah gökten yağmurunu indiriverdi. Vahyi indirdi ve çöle dönmüş yürekleri göle döndürdü.
[Ek bilgi; Zeyd İbn-i Amr İbn-i Nufeyl hikâyesi
Zeyd şöyle anlatır ;
- Yahudilik ve Hıristiyanlığı inceledim. Onları kabul etmedim. Çünkü ikisinde de içimi rahatlatacak bir şey bulamadım. Orada burada İbrahim'in dinini aramaya başladım. Nihayet Şam diyarına geçtim. Bana kitap dan bilgisi olan bir rahipten söz edildi. Ona gidip durumu anlattım. O şöyle konuştu:
- Ey Mekke'li! Senin, İbrahim'in dinini aradığını zannediyorum,
- Evet, onu arıyorum. dedim. Konuşmasına şöyle devam etti.
- Sen bugün mevcut olmayan bir dini arıyorsun. Fakat sen memleketine git. Allah senin kavminden İbrahim'in dinini yenileyecek kimseyi gönderecektir. Eğer yetişirsen, ondan ayrılma.]
Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh. (Zümer/53) ey kendilerini harcayan, hayatlarını israf eden varlıklarını bozuk para gibi tüketen kullarım. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. innAllâhe yağfiruzzünube cemiy’a hiç kuşkunuz olmasın ki Allah günahların tamamını bağışlayabilir. inneHU “HU”vel ĞafûrurRahıym. (Zümer/53) Çünkü O çok bağışlayan merhamet kaynağıdır.
ve “HU”vel Veliyyül Hamiyd zira O’dur insanların gerçek velisi. Hamd sadece O’na mahsustur.
Hamd ona mahsustur diyor, öyle bitiyor ayet. Elhamdülillahi rabbil alemiyn. Hergün en az 17 kez deriz ya, bunu okumazsak namazımız olmaz ya, Namazı namaz kılan hamddir ya, fatihadır ya, Fatihayı fatiha kılanda hamddir ya. Aslında Fatihanın tamamı bir hamddir ya ve hayatın tamamı bir şükürdür ya. Onun için;
Elhamdülillâhi ‘alâ külli hâl, sivel küfri ved dalâl. küfür ve dalalet dışında, sapıklık dışında başıma gelebilecek her hale hamd olsun demek mü’minin şiarıdır ya. İşte bunun için.
Allah insanın hasmı değil dostudur. Her iradeyi ve tasarrufu insanın yararına kullanır. Ne dilerse Allah insan için iyiyi diler. Bu manada insan bilemeyebilir. Allah’ın kendisinin lehine dilediğini fark etmeyebilir. Bunu bilmesi için bir tek duruşa sahip olması lazım. Klas duruşa, esas duruşa. O duruşun adına vahiy İslam diyor, teslimiyet. Kayıtsız şartsız teslim olan, Allah’ın kendisi için dilediğini, kendisi de kendisi için dilemeye başlar ve iki irade kenetlenir. Küllü irade ile cüz’i irade arasında fark kalmaz. İşte bu insanın geçmişten üzüntü, gelecekten kaygı duymasının önüne geçer ve artık özgürlük ve güvenlik sorununu temelden halletmiştir.
29-) Ve min âyâtiHİ halkus Semâvati vel Ardı ve ma besse fiyhima min dabbetin ve HUve alâ cem’ıhim izâ yeşau Kadiyr;
Semâları ve arzı ve ikisi arasındakileri DABBEden (biyolojik bedenler) çoğaltıp yaydıklarını yaratması O’nun işaretlerindendir… “HÛ” dilediğinde, onları birleştirmeye Kaadir’dir. (A.Hulusi)
29 – Ve öyledir ki o, ümidi kesmişlerken feyiz indirir ve rahmetini neşreder, o öyle veli öyle hamîdir. (Elmalı)
Ve min âyâtiHİ halkus Semâvati vel Ardı ve ma besse fiyhima min dabbeh gökleri ve yeri yaratması, bunlarda yaşayan bütün canlıları üretmesi O’nun ayetlerinden, delillerinden, belgelerindendir.
Dabbeh, ayette geçen. İnsan için kullanılır Kur’an da. Ki Enfal/22 de kullanılışı budur. Mücahid, büyük müfessir, ilk otoritelerimizden Mücahid; Göklerde de canlılar var hükmüne varıyor bu ayetten yola çıkarak. Yani insanoğlu dışında, bu kainatta iradeli başka varlıklar da var diyebiliyoruz. Yani bunların iradeli olduğunu söyleyebilir miyiz? Canlı olabilir de iradeli olmayabilir mi. Hayır bendeniz ayetin sonundan, hemen bire sonraki cümleden bunların iradeli olması gereğini, gerektiğini çıkarıyorum.
ve HUve alâ cem’ıhim izâ yeşau Kadiyr ve O dilediği zaman onları kendi katında toplama gücüne de sahiptir. İşte bu ibare. Kendi katında hesap sormak için toplar. İradesiz varlıklar, ahirete sahip olmayan varlıklardır. Hayvanlar gibi, böcekler gibi, kuşlar gibi. Onların hayatı bu hayatla sınırlıdır. Çünkü iradeleri yoktur. Allah’ın huzurunda toplanacak varlıklar, seçme yeteneğine sahip varlıklardır. İyiyi ya da kötüyü. Güzeli ya da çirkini, hakkı ya da batılı, imanı ya da küfrü.
Onun için bu kainatta başka canlıların da var olduğunu ifade eden bir üstteki cümle aslında bizim dışımızda iradeli varlıkların, yani görünmeyen varlıkların, ki cin kavramının içine bu da girer. Sadece mahiyeti itibarıyla görünmeyen değil, gözümüzün önünde olsa da görünmeyen değil, bizim görmediğimiz varlıkları da kapsar. Onun için cinin görmediğimiz varlık türlerinin de olduğunu düşünebiliriz.
{[ Atlanan ayet; 30-) Ve ma esabeküm min musıybetin feBima kesebet eydiyküm ve ya'fu 'an kesiyr;
Size ne belâ isâbet etmişse, elleriniz ile yaptıklarınızın sonucudur! (Allâh) birçoğunu da affediyor. (A.Hulusi)
30 - O Göklerin ve Yerin yaradılışı ve onlarda ürettiği her dabbenin üretilişi de onun âyâtındandır ve o dileyeceği zaman onları toplamağa da kadirdir. (Elmalı)
“MUSİBET” SÖZCÜĞÜYLE KASTEDİLEN NEDİR?
Ayette geçen “musibet” sözcüğünü dünya ve ahiretteki musibetlerin tümü olarak anlamak mümkündür. Ağrılar, acılar, hastalıklar, kıtlıklar, boğulmalar, yıldırım çarpması, kısaca hoşa gitmeyen her şey dünyadaki musibetlerdendir. Bu musibetlerin insana amellerinin tam karşılığı olarak verilmiş cezalar olduğu düşünülmemelidir. Bunlar uyarı amaçlı olarak tattırılmış nahoş durumlardır.
Ayetteki “kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzünden” ifadesi, her musibetin işlenen kötü bir davranışa karşılık tattırılmış bir ceza olduğu şeklinde değerlendirilebileceği gibi, insan edimlerinin fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasaları harekete geçirdiği; insana acı veren olayların arkasında da yine bu yasaları harekete geçiren insan edimlerinin olduğu şeklinde de değerlendirilebilir. Çünkü Rabbimiz bizi fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasalarla çevrelediği bir dünyada yaşatmaktadır. Bu yasalar, kendilerini harekete geçiren insan edimlerine anında veya belirli bir süre içinde cevap verecek şekilde düzenlenmiştir.
Mesela hastalık denen musibet, ille de kula verilmiş bir ceza olarak değil, kulun biyolojik yasaları harekete geçiren kusurlu yaşam tarzının bir sonucu olarak da değerlendirilebilir. Böyle değerlendirildiği takdirde, Rabbimizin insanları musibetlerle sınaması, insanların Rabbimiz tarafından bu musibet türlerini üreten fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasalarla çevrelenmiş olduğu anlamına gelir. Çünkü insana acı veren musibet nitelikli olay ve olgular Allah’ın yaratışındaki kusurlar değildir.
Allah dileseydi bütün bu acı veren musibetlerin gerçekleşmeyeceği bir evrensel düzen de kurabilirdi. Bu nedenle, “Allah’ın sınaması” olgusunu, O’nun insanı musibetlerle denemeye elverişli bir dünyada yaşatması olarak da anlayabiliriz. Dolayısıyla, insan bir iş yapar, bu işin karşılığında da evrensel etki-tepki yasası yürürlüğe girer. Buna şöyle bir örnek verilebilir: Bir toplum, kendi içindeki yoksulları koruyup gözetmezse, buna tepki olarak toplumsal yasalar tetiklenir, insanlar arasında kıskançlık, gerginlik, huzursuzluk başlar. Fuhuş, hırsızlık, derbederlik gibi olaylar yaygınlaşarak toplumu tehdit eden bir musibete dönüşür. Böylece bir toplum, kendi elleriyle işlediği bir kusurun karşılığını bir ölçüde tatmış olur. (Hakkı Yılmaz)]}
31-) Ve ma entüm Bi mu’ciziyne fiyl Ard* ve ma leküm min dûnillâhi min Veliyyin ve lâ Nasıyr;
Siz, arzda (Allâh’ı) âciz bırakamazsınız! Sizin Allâh’tan başka ne bir velîniz ve ne de bir yardımcınız yoktur. (A.Hulusi)
31 – Başınıza ne musibet geldi ise kendi ellerinizin kazancı iledir, halbuki bir çoğundan af ediyor. (Elmalı)
Ve ma entüm Bi mu’ciziyne fiyl Ard siz daha onu yer yüzünde atlatmaktan acizsiniz. Ey insanlar, ey onu atlatmayı düşünenler, ey nasıl olsa bu dünyada gemimi yürüttüğüm gibi, bir ahiret varsa eğer orada da yürütürüm. Yani bu dünya da ne mahkemelere girdim, hepsini hallettim. Ya birinde dayı buldum, ya delilleri kararttım, ya efendim hakimi gördüm, cebini doldurdum, avukat tuttum, olmadı hakim tuttum diyorsanız, siz daha bu dünyada bile Allah’ı atlatmaktan acizsiniz;
ve ma leküm min dûnillâhi min Veliyyin ve lâ Nasıyr ahirette ise Allah dışında ne candan bir dost, ne işe yarar bir yardımcı bulacaksınız. Yani asla bulamayacaksınız.
32-) Ve min âyâtiHİl cevari fiyl bahri kel a’lam;
Denizde dağlar gibi akıp gidenler de (gemiler) O’nun işaretlerindendir. (A.Hulusi)
32 – Hem siz Arzda âciz bırakacak değilsiniz ve size Allah dan başka kurtaracak ne bir hâmî ne de bir yardımcı yoktur. (Elmalı)
Ve min âyâtiHİl cevari fiyl bahri kel a’lam yine denizde süzülüp giden dağlar gibi gemiler de onun delillerindendir. Biraz önce yine O’nun delillerinden, belgelerinden olan göklerin ve yerin yaratılışını söylemişti. Kozmik ayetler. Şimdi daha yakına getirdi görüntüyü ve denizde dağlar gibi süzülüp giden gemiler onun ayetlerindendir.
Nasıl ayetlerindendir? Bir kez O’nun ayeti demek, kainat O’nun kitabıdır. Varlık içinde gördüğünüz her şey ayettir. Siz de bir okuyucusunuz. Yani siz varlık sınıfında okuyan ebedi bir talebesiniz. Ömrünüzde bir öğrenciliktir, talebeliktir. Onun için baktığınız her şeyi Allah’ın ayeti olarak görün ve okuyun. Denize bakarken de böyle okuyun. Nasıl kainat kitabını okumaya çağırıyor tabii. Eşyanın yasaları insana hayatı kolaylaştıracak şekilde konulmuş.
Buradan yola çıkarak ne düşünmeniz gerekiyor? Suya kaldırma gücü konulmuş. Eğer su kaldırma gücüne sahip olmasaydı. Yani su fiziği kaldırma gücüne sahip olmasaydı suda giden hiçbir şey gitmezdi, yüzmezdi. Allah’ın suya koyduğu bu yasadan yola çıkarak suyu siz ulaşım vasıtası için kullanıyorsunuz.
Peki buradan yola çıkarak şunu düşünmüyor musunuz? Allah suya bile yasa koymuşsa bana koymaz mı? Su gibi bir esere yasa koyarda benim gibi bir şahesere yasa koymaz mı. Allah suyu bile boş bırakmamış, ya benim gibi bir şaheseri, baş yapıtı boş bırakır mı? Buradan yola çıkarak neden bu sonuca varmıyorsunuz ve tabii bu sonuca varırsanız yasanın sahibine hamd edersiniz.
33-) İn yeşe’ yüskinirriyha feyazlelne revakide alâ zahrih* inne fiy zâlike le âyâtin likülli sabbarin şekûr;
Eğer dilerse, rüzgârı durdurur da (rüzgârın gücü ile akıp gidenler, denizin) üzerinde durup kalırlar… Muhakkak ki bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için elbette işaretler vardır. (A.Hulusi)
33 – Yine onun âyetlerindendir denizde o dağlar gibi akanlar, dilerse o rüzgârı durduruverir de sırtı üzerinde dura kalırlar, şüphesiz ki bunda nice âyetler var: çok sabırlı çok şükredici her kimse için. (Elmalı)
İn yeşe’ yüskinirriyha feyazlelne revakide alâ zahrih dilerse rüzgarı kesiverir de o zaman denizin üzerinde hareketsiz kala kalırlar. Allah’ın desteği rüzgar biçiminde ifade edilmiş. Hani Türkçede de vardır rüzgarı arkasına almak, bir yelkenli rüzgarı arkasına alırsa hiçbir çaba göstermeden gider rotasına doğru. Peki tersi nedir? Rüzgarı karşısına almak, Allah’ın desteğini almamak yani. Rüzgara karşı kürek çekmek. Nasıl bir şey, devam edelim o zaman;
inne fiy zâlike le âyâtin likülli sabbarin şekûr şüphesiz bunda da sabır ve şükürle direnen herkes için ibretler vardır. Sabrı ve şükrü hayat tarzı haline getiren diye çevirmek lazım. Sabbar ve şekûr. Normal bir sabır değil, sabrı hayat tarzı haline getirmek. Sadece göğüs germek değil, göğüs gerdiğiniz gibi hamd etmek ve şükretmek. Yani rabbim sadece verince şükretmem, alınca hamd ederim. Çünkü sen vermiştin, sen aldın. Çünkü bir daha verecek olan da sensin. Çünkü daha küçüğünü aldın belki daha büyüğünü vermek için. Onun için hamd ederim. Dolayısıyla nereden bakarsan bakayım sadece verince değil, alınca da hamd ederim.
34-) Ev yubıkhünne Bima kesebu ve ya’fü an kesiyr;
Yahut kazandıkları yüzünden onları helâk eder. (Allâh) birçoğunu da affediyor. (A.Hulusi)
34 – Yahut da onları içindekilerin kazançlarıyla helâke sürükler, bir çoğundan da afiv buyurur. (Elmalı)
Ev yubıkhünne Bima kesebu ya da onları kazançlarıyla birlikte helak ediverir. Bu üçüncüsü. Birincisi rüzgarı arkasına almak, ikincisi rüzgara karşı kürek çekmek, bu üçüncüsü ise felaket, helak olmak, kazandıklarıyla birlikte, son şık bu. Batış, helak anlamına gelir. Yubıkhünne diğer ikisi rüzgarı arkasına almak ve rüzgara karşı kürek çekmek demiştik. Nasıl anlaşılmalı bu üç madde?
1 – İlahi desteği elde etmek.
2 – İlahi destekten mahrum kalmak.
3 – şimdi okuduğum metin ise batmak, tamamen batmak. Allah korusun tabii. İnsan Allah’ın yardımından mahrum kalırsa batmaktan başka gideceği yol yok.
ve ya’fü an kesiyr yine de bir çoğunu affetmekteyiz, affetmektedir daha doğrusu.
35-) Ve ya’lemelleziyne yücadilune fiy âyâtiNA* ma lehüm min mahıys;
Tâ ki işaretlerimiz hakkında mücadele edenler, kendileri için bir kaçış yeri bulunmadığını bilsinler. (A.Hulusi)
35 – Hem bilsinler diye o âyetlerimizde mücadele edenler ki kendileri için kaçacak yer yoktur. (Elmalı)
Ve ya’lemelleziyne yücadilune fiy âyâtiNA* ma lehüm min mahıys ve ayetlerimiz hakkında polemik yapanlar asla sığınacak bir delik bulamayacaklarını iyi bilmelidirler.
Ayetler hakkında polemik yapmak, muğalata yapmak. Bu aynı zamanda ilahi ayetler olan tabii kanunlara riayet etmemizi de ifade ediyor. Ki oradan yola çıkarak hangi sonuca ulaşabiliriz? Eğer dünya da başarılı olmak istiyorsanız dünyada Allah’ın koyduğu ilahi tabii kanunlara uymanız lazım. Eğer denizde gitmek istiyorsanız Allah’ın suya koyduğu yasalara uymanız lazım. Eğer havada uçmak istiyorsanız aerodinamiğin, hava dinamiğinin yasalarına uygun olarak araçlar yapmanız lazım. Yani Allah’ın yasalarına hangi alanda uyarsanız, o alanda başarılı olursunuz. Bir uçak imal etmek için Allah’ın aerodinamik yasalarına. Bir ısı ile giden araç imal etmek için Allah’ın termodinamik yasalarına. Bir su ile giden araç, suda giden araç yapmanız için Allah’ın suya koyduğu su dinamiği yasalarına uygun davranmanız lazım.
Dünya da böyle de ahirette böyle değil mi? Ahirette de cennete kavuşmanız için Allah’ın sizin için koyduğu ahlak yasalarına uymanız lazım. Yani hayatta ne başarı elde edecekseniz dünyevi ya da uhrevi. Teknolojik ya da siyasi. Ekonomik ya da dini hangi alanda başarılı olmak istiyorsanız Allah’ın o alanda koyduğu yasasına uyacaksınız. Mü’min ya da kafir bu yasaya uyduğu kadar başarılı olabiliyor. Dünya da ya da ahirette. Ekonomi alanında ya da teknoloji alanında. Siyasette, ya da ticarette fark etmiyor. Allah’ın koyduğu yasalara uygun davranmıyorsanız, ne kadar uygun davranıyorsanız o kadar başarı sizi buluyor.
36-) Fema utiytüm min şey’in femeta’ul hayatid dünya* ve ma ‘indAllâhi hayrun ve ebka lilleziyne amenû ve alâ Rabbihim yetevekkelun;
Size verilmiş olan şeyler, dünya (dünya = en sefil, anlamında) hayatının zenginliğidir! Allâh indîndekiler ise, iman edip Rablerine tevekkül edenler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (A.Hulusi)
36 – Hasılı size verilmiş bulunan şeyler hep Dünya hayatın geçici metaıdır, Allah yanındaki ise daha hayırlı ve daha bekalıdır fakat o kimseler için ki iman etmişlerdir ve rablerine itimat ederler. (Elmalı)
Fema utiytüm min şey’in femeta’ul hayatid dünya imdi, yeni bir pasaja girdik; size verdiğimiz her şey dünya hayatının kısa vadeli, geçici, tüketilebilen bir hazzıdır. ve ma ‘indAllâhi hayrun ve ebka ama Allah katında bulunan daha değerli, daha kalıcıdır.
Bir üstteki ayette yaptığımız yorumları bu ayetle birleştirelim lütfen. Tamam, dünyada hangi alanda başarılı olmak istiyorsanız Allah’ın o alan için koyduğu yasayı uygulayacak, ilahi yasaları keşfedeceksiniz. Ama ey insan öncelik sırasını başarıda ahirete ver. Allah katında ki başarı senin için çok daha hayırlıdır. Allah’ın başarı dediği hususta başarılı olmaya kalk, o alanda çalış. Onun içinde Allah katında ki daha değerlidir diyor.
lilleziyne amenû ve alâ Rabbihim yetevekkelun bu iman eden ve rablerine güvenen kimseler için böyledir. Evet, bir mü’min için başarının tanımı sadece dünya ile sınırlı bir tanım olamaz. Dünya bütün bir hayatın küçük bir parçasıdır. Hatta aşağı bir parçasıdır. Bir bütünün küçük ve aşağı bir parçasına kilitlenerek bütünü unutmak, göz ardı etmek bir mü’minin yapacağı iş değildir. Dolayısıyla mü’minler bir bütünü kendi bütünselliği içinde algılarlar ve başarıya da böyle bir tarif getiriler. Onun için iman eder ve rablerine güvenirler.
Bu ayet Hz. Ali’ye göre malının tümünü tasadduk eden Hz. Ebu Bekir in bu davranışına, etraftaki bu davranışı sindiremeyen, ya da algılayamayan müşriklerin itirazı, ya da onu kınaması üzerine indiğini söyler. Ki, Resulallah Onun bu davranışına engel olmamıştı.
Malının tamamını Allah yolunda harcamak. İşkence gören ilk Müslümanları zayıf ve köle Müslümanları satın alıyorlar ve azad ediyordu Hz. Ebu Bekir. 20 ye yakın böyle köleyi azad ettiğini biliyoruz. Gerçekten de bu asil davranış Hz. Ebu Bekir’i, Hz. Ebu Bekir yapan bu asil davranış Allah tarafından övülmüş ama etraf ve çevre tarafından anlaşılamamıştı. Bir insan elinde ki avucunda kini henüz görmediği bir karşılık için nasıl bu kadar cömertçe verebilirdi. Bunu iman etmemiş insanlar anlayamıyorlar.
Peki bu davranışın temelinde ne yatabilirdi? Tevekkül, yani Allah’a güven. İman güvene dönüşürse, iman ahlaka dönüşürse işte böyle olur. Hatta kendisine; Kendine ve ailene ne bıraktın dediğinde Allah resulü “Allah’ı bıraktım ya Resulallah” demişti Hz. Ebu Bekir. Evet, kendine ve ailesine Allah’ı bırakmak. Tabii bu iman alanında işlenecek muhteşem bir amel. Kişinin ameli imanını geçmemeli. Eğer amel imanı geçerse iman altında kalır ve Allah’a fatura çıkar. Bunu Ebu Bekir’ler yapabilir.
Onun içindir ki Resulallah başkaları bunu yaptığında engel oldu. Mesela Ka’b Bin Malik. Tevbe suresinin inişinden sonra Tebuk seferine mazeretsiz katılmadığı için kendisi Resulallah tarafından haklarında hüküm ininceye kadar tecritle cezalandırılmış, haklarında affedici ayet indiğinde göz yaşları içinde Resulallah’ın yanına gelip; “Ya Resulallah malımın tamamını Allah yolunda tasadduk etmek istiyorum.” Deyince; “Hayır olmaz.” Demişti. O halde yarısı olsun, hayır olmaz. O halde 1/3 olsun deyince ona evet demişti Resulallah. İşte bu.
Aslında burada güven; iman eden ve Allah’a güvenenler diye bitiyor. İman eden ve salih amel işleyen diye biterdi, hatırlayın hep bu ikili gelirdi. Aslında tevekkül salih amelin yerine konmuş burada Yani iman ve salih amel. Salih amel imanın dış göstergesi, tevekkülse imanın iç göstergesi sayılıyor.
37-) Velleziyne yectenibune kebairel ismi velfevahışe ve izâ ma ğadıbuhüm yağfirun;
Onlar ki suçun büyüklerinden (şirk, iftira) ve açık çirkinliklerden kaçınırlar; öfkelendiklerinde bağışlarlar. (A.Hulusi)
37 – Ve onlar ki günahın büyüklerine ve açık çirkinliklere uzak bulunurlar ve her gadablandıkları vakit da onlar kusur örterler. (Elmalı)
Velleziyne yectenibune kebairel ismi velfevahış işte onlar büyük günahlardan ve hayasızca davranışlarından kaçınırlar. Kebair insanın yüzünü Allah’a karşı kızartan günahlar. Fevahiş ise insanın yüzünü insana karşı kızartan günahlar diye anlayabiliriz. ve izâ ma ğadıbuhüm yağfirun dahası öfkelendikleri zaman bile affetme erdem ve yüceliğini gösterirler.
Evet, öfkelenmezler demiyor, İnsan öfkelenir. Öfke tabi ve fıtridir. Fakat iş öfkelendiğinde frene basabilmek, onu tutabilmek. Öfkelendiğinde aklını öfkesine kurban etmemektir. Hani yine bir başka ayette vel kazımiynel ğayza vel afiyne aninNas. (A. İmran/134) buyuruyordu ya. Öfkelendiklerinde öfkelerini yutarlar ve insanları bağışlarlar. Onun için asıl yiğitlik öfkelenmemek değil, öfkelendiğinde öfkesinin aklını bastırmasına izin vermeyendir.
38-) Velleziynestecabu liRabbihim ve ekamus Salâte ve emruhüm şura beynehüm* ve mimma razaknâhüm yünfikun;
Onlar ki Rablerine icabet edip salâtı ikame ederler; işleri, aralarında istişare ederek çözerler… Kendilerini beslediğimiz şeylerden de infak ederler. (A.Hulusi)
38 – Ve onlar ki rableri için davete icâbet etmekte ve namazı kılmaktadırlar, buyrukları da aralarında şurâdır (danışıklıdır), kendilerine kısmet ettiğimiz rızıklardan onlar masraf da verirler. (Elmalı)
Velleziynestecabu liRabbihim yine onlar rablerinin davetine koşarlar. ve ekamus Salâh namazı dosdoğru kılarlar, salâtı ikame ederler. Desteği ayağa kaldırırlar. Dik sürünmezler. Allah’a karşı esas duruşlarını korurlar. ve emruhüm şura beynehüm toplumsal işlerini aralarında danışma yoluyla hallederler.
Evet, Kur’an da istişare ve danışma hakkında gelen ayetlerden biri, belki de bir numaralısı burada. Bu ayetin içinde ki bu ibarededir. ve emruhüm şura beynehüm toplumsal işleri aralarında danışma yöntemiyle hallederler. Şûra; arının çiçeklerden bal almasını ifade eder. El Meşaar, el haliyye demektir. Yani petek. Şevrül asel dediği zaman bir Arap İki şey kastedilmiş olur. Hem arı çiçeklerden bal aldı, hem de ben arıdan bal aldım anlamında kullanılır ki illiy ve galiy anlamları vardır. İlliy anlamı ahr-us şey’ gaiy anlamı izhar-us şey’ dir. yani 1. çıkış anlamı bir şeyi almak 2. siz aldığı şeyi ortaya koymak. Hedef anlamı. Aldığı şeyi ortaya koymak, istifadeye açmak, faydaya sunmak.
Öyle ki Kur’an sadece şûra yı emretmiyor, aynı zamanda yapıcı muhalefeti bile gündeme getiriyor. Ki Nur/62. ayetinde biz< bunu işlemiştik; ve izâ kânu meahu alâ emrin cami’ın lem yezhebu hattâ yeste’zinuh. (Nur/62) tolumsal bir işi aralarında halletmek için bir araya geldiklerinde, ondan yani Allah Resulünden izin almadan muhalefet etmezler, farlı görüş beyan etmezler. Yani bu yapıcı muhalefeti de istişarenin bir boyutu olarak gören bir ayet. Bu toplumsal izin ne anlama geliyordu.
Mesela; Hubab Bin Münzir Bedir savaşının önesinde Resulallah’a; Ya Resulallah burada karargah kurmamızı vahiy mi emretti yoksa sen mi. diye sorması izin almaktı. Hayır demişti Resulallah, vahiy değil, bu benim görüşüm. O zaman ya Resulallah bu yanlış şu kuyuları da düşmana yar etmeyecek şekilde bir düzen alalım deyince Resulallah o görüşün daha doğru olduğunu gördü. Hubab Bin Münzir önce izin almış, sonra yapıcı muhalefetini sergilemişti ve görüş onun üzerine değiştirilmişti.
Yine Resulallah işte bu ilkeden dolayı tüm savaşlarda savaş konseyi oluşturmuş ve onlara danışmıştı. Savaş konseyinde savaşı istişareye açan kişi vahyin kendinse geldiği bir peygamber unutmayalım, sıradan biri değil. Uhut savaşına da çıkarken böyle bir istişare yapmış, konseyde ki yaşlılar savaşı içeride kabul edelim. Gençler ise dışarıda düşmana karşı çıkalım diye görüş bildirmişler. Gençlerin görüşü daha ağır basınca Resulallah’ın görüşü tersi olmasına rağmen onların görüşüne istinaden zırhını giyip çıkmış, gençler; Yahu biz ne yaptık, ağır bir sorumluluk altına girdik diye pişman olup pişmanlıklarını Resulallah’a ulaştırdıklarında bir peygamber sırtına giydiği zırhı geri çıkarmaz. Buyurarak istişare sonucuna uyarak Uhud’a doğru yola çıkmıştı ve Uhud’da istişare sırasında düşmanı göğüs göğse dışarıda karşılayalım diyenler ilk kaçanlar olmuşlardı. Ve Allah resulü dönüp de onlara sizin lafınızı tutan işte böyle olur demedi. Bırakınız böyle demesini ayet indi.
FeBima rahmetin minAllâhi linte lehüm. (A. İmran/159) Allah’tan bir rahmet sayesinde onlara yumuşak davrandın, hoş görülü davrandın ve lev künte fazzan ğaliyzal kalbi lenfaddu min havlik eğer sen set yapsaydın, işte böyle olur sizi dinledik böyle olduk. Hem buraya getirdiniz, hem de ilk kaçan siz oldunuz gibi sert yapsaydın onlar etrafından dağılır giderlerdi.fa’fü anhüm o halde onları yine affet vestağfir lehüm onları affetmekle yetinme bir de onların bu günahına istiğfar et. Çünkü onlar hem savaşı düşmanla göğüs göğse yapalım diye seni ikna ya çalıştılar, üstelik tuttular ilk kaçan da kendileri oldular. Onun için onlar içinde af dile. ve şavirhüm fiyl emr. Dahası bundan böyle de yine toplumsal işlerini istişare ile yap, onlarla istişareye devam et. fe izâ azemte fe tevekkel alAllâh* innAllâhe yuhıbbül mütevekkiliyn (A. İmran/159) eğer bir işe azmettinse, karar verdiniz ise onun üstüne de yürüyün, artık geriye bakmayın. Allah kendisine dayanan ve güvenenleri sever. Ayeti inmişti.
ve mimma razaknâhüm yünfikun Evet, istişare konusunda daha söylenecek çok şey var. Aslında ilginçtir ki İslam siyaset teorilerini işleme iddiasında ki el Ahkâm-us Sultaniye kitapları bu ayete yer bile vermez. Yani klasik dönemde İslam siyaset teorisinin yazıldığı eserlerde, İslam siyasetinin temeli olan bu istişare kuralını taşıyan ayete rastlayamıyoruz bile. İşte ilginç olan garip olan da budur. Dolayısıyla tarih içerisinde Müslümanların yaptığı siyaset bu ayetler çerçevesinde yürümüyor.
Aslında istişare bir hak ve sorumluluk. İstişare edilen insan elini taşın altına koyuyorsa onunla istişare edilir ve istişare sonucuna da uyulur. Yok istişare ettiğiniz mevzuda hiçbir risk almıyorsa karşıda ki onunla istişare edebilirsiniz ama sonucuna uymak zorunda değilsiniz. Çünkü risk almıyor, hiçbir risk almıyor.
İstişare aslında akılların cemaatle namaza durmasıdır, akılların saf tutmasıdır. Cemaatle namazın tek başına namazdan sevabı ve farkı neyse istişarenin de tek aklın kararından farkı ve bereketi odur, belki daha fazlasıdır.
ve mimma razaknâhüm yünfikun ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gönüllü olarak harcarlar.
[Ek bilgi; İSTİŞARE
Bu müminlerin en iyi özelliklerinden kabul edilir. Öyle ki bu husus Al-i İmran: 159'da "emir" şeklinde beyan edilmiştir. Dolayısıyla, İslâm toplumunda istişare önemli bir yer işgal eder. İslâm toplumunda istişare yapmaksızın işleri yürütmeye çalışmak sadece cahillik değil, Allah'ın nizamına karşı gelmektir de.
İslâm istişareye niçin önem vermiştir? Bu soru üç temel nedene dayalı olarak cevaplandırılabilir:
a) Şayet bir mesele iki ya da ikiden fazla kimseyi ilgilendiriyorsa ve buna rağmen söz konusu mesele hakkında bir kişi karar verirse, diğerlerine haksızlık etmiş olur. Dolayısıyla ortak yapılan bu işte hiç kimsenin kendi keyfine göre karar vermeye hakkı yoktur. İşte bu nedenden ötürü adil bir sonuca varabilmek için, konuyla ilgili tüm şahıslarla istişarede bulunmak gerekir. Yine bir mesele karara bağlanacaksa ve karardan çok büyük bir kitle etkileneceği için istişare mümkün değilse, o insanların seçtikleri ve güvendikleri kimselerle istişare yapılmalı ve sonra mesele karara bağlanmalıdır.
b) Şayet bir kimse, ortak çalışmalarda sorunu kendi başına göre halletmeye çalışıyorsa, bilinmelidir ki onun böyle davranmasının ardındaki neden, ya kendi çıkarlarıdır, ya da o şahıs kendisini herkesten üstün görerek başkalarını aşağılamaktadır. Oysa, ahlâk bakımından bu iki neden de kötüdür ve bir mü'min bu iki çirkin özellikten beridir. Mü'min kişi, başkalarının hakkını meşru olmayan bir yolla ele geçirerek haksızlık yapmaz. Yine bir mü'min, kendini beğenmiş bir halde herkesten daha iyi bildiği zannına kapılmaz.
c) Bir iş, şayet başkalarının hak ve çıkarları ile ilgili ise o iş hakkında karar vermek çok büyük bir sorumluluğu müdrik olmayı gerektirir. Kalbinde Allah korkusu olan bir kimse, bu yükü yalnız başına taşımayı katiyetle istemez. Aksi bir davranış, yani, böylesine bir sorumsuzluk ancak, kalbinde Allah korkusu olmayan ve ahirette vereceği hesaba aldırmayan kimseler tarafından yapılır. Allah'tan korkan ve ahiret hesabına iman eden insanlar, kat'î surette herkesi ilgilendiren meseleler hakkında, kendi başlarına karar vermek istemezler. Onlar söz konusu meseleyle ilgili olan kimselerle veya onların seçtiği ve ilgilendiği temsilcilerle istişare eder ve tarafsız bir şekilde karara varırlar. Sonuçta verilen kararda herhangi bir yanlışlık dahi söz konusu olsa, bir tek kişi sorumlu olmaz.
Bu üç hususa dikkat edecek olursak şayet, istişarenin İslâm'ın ahlâkî yapısının temel taşı olduğunu ve ondan (istişareden) kaçınmanın İslâm'ın tahammül edemeyeceği derecede bir ahlâksızlık olduğunu müşahede ederiz. İslâm, büyük veya küçük her işte istişare ile karara varmayı emreder. Öyle ki, evdeki işlerin bile evin beyi ile hanımı arasındaki istişarenin sonucunda karara bağlanmış olmasını ister. Hatta çocukların yaşı büyükse istişareye katılımının sağlanması gerekir. (Ebu’l Al’â Mevdudi – Tefhimu’l- Kur’an)]
39-) Velleziyne izâ esabehümülbağyü hüm yentesırun;
Onlar ki, zorbalıkla karşılaştıklarında birlikte mücadele ederek galip gelirler! (A.Hulusi)
39 – Ve onlar ki kendilerine bağy (haklarına tecavüz) vaki’ olduğu vakit yardımlaşır onlar öcünü alırlar. (Elmalı)
Velleziyne izâ esabehümülbağyü hüm yentesırun yine onlar haksız bir saldırıya muhatap olduklarında meşru müdafaa için dayanışma sergilerler. Zulme karşı meşru müdafaa zemininde dayanışma Kur’an ın sadece izni değil bir mükellefiyetidir. Çünkü zulme rıza zulümdür.
40-) Ve cezaü seyyietin seyyietün mislüha* femen ‘afâ ve asleha feecruhu alAllâh* inneHU lâ yuhıbbuz zâlimiyn;
Bir kötülüğün karşılığı, onun benzeri bir kötülüktür! Kim affeder ve barışırsa, onun ecri Allâh’ın üzerinedir… Muhakkak ki O, zâlimleri sevmez. (A.Hulusi)
40 – Kötülüğün cezası da misli kötülüktür, fakat her kim af edip ıslâh ederse onun da ecri Allah’adır, her halde o zalimleri sevmez. (Elmalı)
Ve cezaü seyyietin seyyietün mislüha Ama kötülüğün cezası ona denk bir karşılıktır. Ya da kötülüğü cezalandırmak bir kötülüğe dönüşmemelidir. Yaklaşık bir ifadeyle böyle de anlayabiliriz. Yani kötülüğü cezalandırmaya kalkmak hakkınızdır, savunmak hakkınızdır. Fakat kendinizi savunmayı karşıdakine eziyete, zulme dönüştürmeyin. Kötülüğü cezalandırmak adil olmalıdır. Eğer adaleti kaybetmişse kötülüğü cezalandırmak bizzat kötülüğe dönüşebilir. Yani haklıyken haksız duruma düşürecek bir karşılık yasaktır.
femen ‘afâ ve asleha feecruhu alAllâh ne var ki kim affeder ve barış yaparsa işte onun mükafatı Allah katındadır, Allah’a düşer. inneHU lâ yuhıbbuz zâlimiyn şüphesiz Allah zalimleri sevmez.
41-) Ve lemenintesare ba’de zulmihi feülaike ma ‘aleyhim min sebiyl;
Kim de zulme uğramasından sonra zâlime karşılığını verirse, işte onların suçlanacak tarafı olmaz! (A.Hulusi)
41 – Ve elbette her kim zulüm olunduktan sonra öcünü alırsa artık onlar üzerine (ceza için) yol yoktur. (Elmalı)
Ve lemenintesare ba’de zulmihi feülaike ma ‘aleyhim min sebiyl haksız bir saldırıya karşı meşru müdafaaya dayalı dayanışma sergileyenlere gelince onlar asla sorumlu tutulamazlar.
42-) İnnemes sebiylü alelleziyne yazlimunenNase ve yebğune fiyl Ardı Bi ğayril hakk* ülaike lehüm azâbün eliym;
Ancak insanlara zulmedenlerin ve haksız olarak arzda azgınlık yapanların aleyhine suçlama geçerlidir! İşte onlar için feci bir azap vardır. (A.Hulusi)
42 – Yol ancak haksızlıkla Yer yüzünde bağy ederek nas’a zulüm eyleyenler üzerinedir, işte onlara elîm bir azâb vardır. (Elmalı)
İnnemes sebiylü alelleziyne yazlimunenNase ve yebğune fiyl Ardı Bi ğayril hakk sorumlu olanlar, sorumlu tutulacak olanlar, sadece insanlara zulmeden ve yer yüzünde haksız yere güç kullanıp saldırganlık yapan kimselerdir. ülaike lehüm azâbün eliym işte onlar acıklı bir azaba mahkum olacaklar.
43-) Ve lemen sabere ve ğafere inne zâlike lemin ‘azmil umûr;
Kim de sabreder ve bağışlarsa, muhakkak ki bu, azmi gerektiren işlerdendir. (A.Hulusi)
43 – Her kim de sabreder suç örterse işte o azmolunacak umurdandır. (Elmalı)
Ve lemen sabere ve ğafere inne zâlike lemin ‘azmil umûr yine de kim sabreder ve bağışlarsa, iyi bilsin ki bu irade gerektiren, çelik gibi bir irade, sağlam bir irade gerektiren iyi işlerdendir. Min ‘azmin umûr. Yani bu öyle kolay bir şey de değildir. Dolayısıyla bunu yapabilen insan, yapabiliyorsa bunu tercih etsin anlamına gelir. Güçlü iken affetsin. Zayıfın affetmesi zaaftır, güçlünün affetmesi erdemdir. Güçlüyken karşılığını verebiliyorken affetsin.
44-) Ve men yudlililahu fema lehu min Veliyyin min ba’diHİ, ve teraz zâlimiyne lemma raevül azâbe yekulune hel ila mereddin min sebiyl;
Allâh kimi saptırırsa, artık bundan sonra onun için bir velî yoktur… Zâlimlerin, azabı (ölümü) gördüklerinde: “(Biyolojik beden yaşamına) geri dönecek bir yol var mı?” dediklerini görürsün. (A.Hulusi)
44 – Her kimi de Allah şaşırtırsa artık ondan sonra ona hiç bir veli yoktur ve göreceksin o zalimleri azâbı gördükleri vakit diyecekler: var mı geri dönmeye bir yol? (Elmalı)
Ve men yudlililahu fema lehu min Veliyyin min ba’diH imdi; Allah kimin sapmasına izin verirse artık onun için candan bir dost bulunmaz. Kimi saptırırsa mot a mot bu. Fakat kimin sapmasına izin verirse diye çevirdim çünkü ve ma yudıllu Bihî illel fasikıyn; (Bakara/26) diyordu ya bakara suresinde; Allah fasıklardan başkasını saptırmaz. Dolayısıyla Allah saptırmaz, sapanın sapmasına izin verir.
ve teraz zâlimiyne lemma raevül azâbe yekulune hel ila mereddin min sebiyl ve sen bu zalimlerin azabı gördüklerinde geri dönüşün bir yolu yok mu diye yalvar yakar olduklarını bir görmeliydin. Geri dönüşün bir yolu yok mu. Şu hayata bir daha dönüp de onu bir daha yaşamanın yolu yok mu. Allah’ın huzuruna böyle çıkmamanın bir yolu yok mu. Bir imkan daha tanınsa da keşke ben bu hayatı pırıl pırıl yaşasam, bunun bir yolu yok mu diye yalvar, yakar olacaklar. İşte onları böyle derken bir görmeliydin. Yine;
45-) Ve terahüm yu’redune aleyha haşi’ıyne minez zülli yenzurune min tarfin hafiyy* ve kalelleziyne amenû innel hasiriynelleziyne hasiru enfüsehüm ve ehliyhim yevmel kıyameti, ela innez zâlimiyne fiy azâbin mukıym;
Onları, zilletten huşû etmişler (baş eğip pusmuşlar), gizli bakışla bakıyor oldukları hâlde ona (ateşe) arz olunurlarken görürsün… İman edenler dedi ki: “Asıl hüsrana uğrayanlar şunlardır; kıyamet sürecinde nefslerini ve yakınlarını hüsrana uğratmışlardır! Dikkat edin! Muhakkak ki zâlimler yerleşmiş bir azap içindedirler.” (A.Hulusi)
45 – Ve göreceksin onları o ateşe arz olunurlarken, zilletten boyunlarını bükerek göz altından bakarlarken, iman etmiş olanlar da şöyle demekte: gerçek hüsrâna düşenler Kıyamet günü kendilerine ve âilelerine hasar eden kimselermiş! Bakın zâlimler hakikaten mukim bir azâb içindedirler. (Elmalı)
Ve terahüm yu’redune aleyha haşi’ıyne minez zülli yenzurune min tarfin hafiyyin yine sen onları zilletten iki büklüm olmuş bir halde, onursuzluktan ve gördükleri aşağılanmadan iki büklüm vaziyette etrafı feri kaçmış gözlerle min tarfin hafiyyin kaçamak bakışlar atmak. Hatta belki şu manaya da alabiliriz bakacak mecali kalmamış, öyle bir bitkin ve yılgın ki bakacak hali kalmamış. Böyle bir gözle, kaçamak bakışlarla süzerek ateşe atılırlarken bir görmeliydin onları.
ve kalelleziyne amenû innel hasiriynelleziyne hasiru enfüsehüm ve ehliyhim yevmel kıyameh zaten iman edenler de kıyamet günü kaybedecek olanlar, hem kendilerini hem de takipçilerini mahvedenlerdir demişlerdi. Ben bunu böyle anladım, sanki bir zamanlar yer yüzünde iman edenler, iman etmeyenlere bir gün gelecek kıyamette hüsrana uğrayacak olanlar hem kendilerini hem de takipçilerini perişan edecek olanlar demişlerdi, onu orada hatırlayacaklar. Bunun anlamı şu; iş işten geçecek bu hatırlamanın hiçbir yararı olmayacak.
Dikkat buyurunuz ayette hüsran geçiyor, aldanış, kaybediş. Karşıtı fevz dir, kazanmak. Batış – kurtuluş tasavvuru kendini mahvetmek aslında 30. ayette işlemiştik o kendini mahvetmeyi. Kendi elinizle diyordu ya. Kendi elinizle kendinizi mahvetmek. Kurtuluş ise; Küllü nefsin zâikatül mevt (A. İmran/185) her can ölümü tatmaktadır ve innema tüveffevne ücureküm yevmel kıyameh. herkesin yaptığının karşılığı kıyamet gününde tek tek hepinize verilecektir. femen zuhziha anin nari ve udhılel cennete fekad faz. O gün kim ateşten kurtulur da cennete girerse işte o kurtulmuş, işte o başarılıdır. Başarı nedir mi diyorsunuz, Allah’a göre başarı budur. ve mel hayatüd dünya illâ metaul ğurur. (A. İmran/185) dünya hayatı insanı oyalayan kısa bir lezzetten başka bir şey değildir. İşte başarının tarifi.
ela innez zâlimiyne fiy azâbin mukıym bakın işte bu zalimler kalıcı bir azaba mahkum olacaklardır.
46-) Ve ma kâne lehüm min evliyâe yensurunehüm min dûnillâh* ve men yudlilillâhu fema lehu min sebiyl;
Onların Allâh’tan başka kendilerine yardım edecek velîleri de yoktur. Allâh kimi saptırırsa, onun için artık bir yol yoktur. (A.Hulusi)
46 – Ve onlara Allahın önünden kendilerini kurtaracak veliler de yoktur, her kimi de Allah saptırırsa artık onun için yol yoktur. (Elmalı)
Ve ma kâne lehüm min evliyâe yensurunehüm min dûnillâh ve Allah’a karşı onlara, ya da Allah dışında diyelim min dûnillah. Dûn hem dış, hem karşı hem aşağı anlamına gelir. Yani zarftır, zarf olarak kullanılır ama burada manevi bir manaya sahiptir. Hem aşağı, Allah’ın aşağısından, hem de Allah dışında Allah’a karşı onlara yardım eden candan bir dost olmayacak, bulunmayacak.
ve men yudlilillâhu fema lehu min sebiyl zira Allah kimin sapmasına izin verirse onun için hiçbir çıkış yolu kalmayacak.
47-) İstecıybu liRabbiküm min kabli en ye’tiye yevmün lâ meredde lehu minAllâh* ma leküm min melcein yevmeizin ve ma leküm min nekiyr;
Allâh’tan reddolunması imkânsız bir süreç gelmeden önce Rabbinize icabet edin… O süreçte ne bir sığınacak yeriniz vardır, ne de (yaptıklarınızı) inkârınız çare olur! (A.Hulusi)
47 – Allah dan reddine çare olmayan bir gün gelmezden evvel rabbinizin davetine icabet ediniz, o gün sizin için ne sığınacak yer vardır, ne de inkâra çare. (Elmalı)
İstecıybu liRabbiküm min kabli en ye’tiye yevmün lâ meredde lehu minAllâh ey insanlar. Burada doğrudan hepimize hitap olduğu için böyle bir hitap sigası takdir etmek yerindedir. Ey insanlar Allah’ın fermanıyla geri dönüşün mümkün olmadığı gün gelmezden önce rabbinizin davetine koşun. Rabbiniz sizi davet ediyor, O’nun davetini reddetmeyin, O’nun daveti aslında kendisi için değil sizin için, sizi mutluluğa davet ediyor. Sizi yaratan sizi davet ediyor. Sizi yediren ve besleyen sizi davet ediyor. Dolayısıyla bu daveti reddetmek en büyük nankörlük olur. Allah sizi saadete davet ediyor, cennete davet ediyor, kula kul olmamaya davet ediyor. sizi size davet ediyor, sizi başka bir yere değil. Bu davetten tek çıkarı olan sizsiniz. Allah’ın hiçbir çıkarı yok.
ma leküm min melcein yevmeizin ve ma leküm min nekiyr o gün ne sığınacağınız bir yer bulabilirsiniz, ne de; ve ma leküm min nekiyr delilleri karartabilirsiniz. Benim ulaştığım en iyi anlam bu. ve ma leküm min nekiyr delilleri karartamayacaksınız. Sığınacak hiçbir yeriniz olmayacak sizin aleyhinize şahitlik yapacak deliller mühürlenmiştir. Kalbiniz mühürlenmiştir, size karşı delil olarak çıkarılacak. Mühür orada açılacak ve işte dünyada ki yüreğin buydu, haydi yüreğine karşı konuş varsa elinden gelen bir şey. Haydi yüreğini de yalanla da görelim denilecek adeta.
48-) Fein a’redu fema erselnake aleyhim hafiyza* in aleyke illel belağ* ve inna izâ ezâknel İnsane minNA rahmeten feriha Biha* ve in tusıbhüm seyyietün Bima kaddemet eydiyhim feinnel İnsane kefur;
Eğer yüz çevirirlerse (keyifleri bilir); seni onlara bekçi olarak irsâl etmedik! Sana düşen yalnızca bildirimdir! Doğrusu insana bizden bir rahmet tattırdığımızda, onunla mutlu olur… Eğer ellerinin getirisi dolayısıyla kendilerine bir belâ isâbet ederse, muhakkakki insan çok nankördür! (A.Hulusi)
48 – Yine aldırmıyorlarsa biz de seni üzerlerine mürakıb göndermedik a, sana düşen ancak tebliğdir, fakat biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız vakit onunla ferahlanır ise de kendi ellerinin takdim ettiği sebeplerle başlarına bir fenalık gelirse o vakit insan hepsini unutan bir nankördür. (Elmalı)
Fein a’redu fema erselnake aleyhim hafiyza ne ki eğer onlar yüz çevirirlerse unutma ki seni onların muhafızı, jandarması, bekçisi olarak göndermedik. in aleyke illel belağ sana düşen bir tek şey var sadece mesajı iletmek. Allah’ın sana ilettiğini eksiksiz bir biçimde onlara iletmek, tebliğ yani.
Peygamberlerin sorumluluğu davettir, gerisi davet edilenlere kalmıştır, onların sorumluluğuna kalmıştır. Tabii davetin içine sadece, davet deyince sözle davet girmez. Tebliğ, temsil, teşvik davetin üç ayağıdır. Tebliğ etmek kendisine bildirilen ilahi mesajı eksiksiz insanlığa iletmek. Bu mesaja uygun bir hayatı, ideal modeli ortaya koymak.
İşte; üsvetün hasenetün. (Ahzab/21) bu, model, güzel model, örnek olmak. Bu da temsil, her mü’min de temsil kabiliyetinin peşinden gitmeli. Bir daveti en çok etkili kılan şey temsil edebilmektir.
Üçüncüsü teşvik elinden gelen her yöntemle teşvik etmek. Tehdit değil, teşvik. Efendimiz ilk tebliğ edeceği gün yakınlarını Ebu kubeys te bir sofraya davet etmiş, önce onlara bir ziyafet çekmişti. Bu bir teşvikti ve arkasından davet etmişti ve onlara demişti ki:
- Şu tepenin arkasında sizi bekleyen bir düşman olduğunu söylesem ne dersiniz.
- Sen dürüst bir babanın dürüst bir evladısın, sen el emiyn sin, sen diyorsan yalan değil deriz, doğrudur deriz.
- Ya sizi gelecekte ölümden sonra bir hayat bekliyor, ben Allah’ın gönderdiği bir elçiyim. Allah size hakikatleri benim vasıtamla haber veriyor dersem?
Yalancı demişler. Biraz önce söylediklerini kendileri yalanlamışlar. Yani kendileri yalancı olduklarını ispatlamışlar. İşte böyle.
ve inna izâ ezâknel İnsane minNA rahmeten feriha Biha biz ne zaman insana katımızdan bir ikramda bulunsak onunla hemen gurur duyar, gururlanır, böbürlenir. ve in tusıbhüm seyyietün Bima kaddemet eydiyhim feinnel İnsane kefur ama ne zaman da yaptıkları yüzünden bir musibet gelse başına bu kez de insan kadir bilmez, kıymet bilmez bir nankör olup çıkar.
Allah insanı varlıkla sınadığında bunu gurur kaynağı yapar insan. Sınav olduğunu unutur, varlığın da bir sınav olduğunu unutur, vererek sınandığını unutur. Kendi zeka ve yeteneğine bağlar. Ama yoklukla sınadığında nankörlük eder. Yani Allah olsaydı böyle adaletsiz davranmazdı der bir Allah olsaydı. Bu kadar adaletsiz olmazdı der (haşa) Öte dünya gerçeğini yok sayarak yorumlamaya başlar. Parçayı bütünden koparır. Allah’tan razı olmaz yani.
Oysa Allah’tan razı olmayan dan Allah razı olmaz. Allah senden razı olsun semeden önce insanlara, Allah’tan sen razı ol demek. Allah’tan razı olmamış olandan Allah neden razı olsun. Ne diyordu Hz. Ali keremullahi Veche;
- Kefâni fahren en tekuni liy rabben. Senin bana Rab oluşun benim iftiharım olarak yeter Ve kefani ‘izzen en ekûne leke abden. Ve bana şeref olarak benim sana kul oluşum yeter. Ben bundan büyük şeref, bundan büyük onur istemem. Ve ente kema ‘uhibbu. Sen benim tam sevdiğim, tam istediğim gibi bir Allah’sın Vec‘alniy kema tuhibbu sen de beni sevdiğin bir kul et yarabbi. Diyordu ya.
Sen tam benim sevdiğim gibi bir Allahsın diyebilmek. Ben senden razıyım Allah’ım diyebilmek ve ondan sonra da sen de benden razı ol ya rabbi diyebilmek.
49-) Lillâhi Mülküs Semâvati vel Ard* yahlüku ma yeşa’* yehebü limen yeşau inasen ve yehebü limen yeşaüz zükur;
Semâların ve arzın mülkü (onları kendi Esmâ’sı ile yoktan yaratan) Allâh içindir! Dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler hibe eder, dilediğine de erkekler hibe eder. (A.Hulusi)
49 – Allah’ındır bütün Göklerin ve Yerin mülkü, dilediğini yaratır, dilediği kimseye dişiler bahşeder, dilediği kimseye de erkekler bahşeder. (Elmalı)
Lillâhi Mülküs Semâvati vel Ard istersen de me. Demesen ne yazar ki. Göklerin ve yerin hükümranlığı mülkiyeti mutlak manada yalnız Allah’a aittir. yahlüku ma yeşa’ O dilediğini yaratır. yehebü limen yeşau inasen ve yehebü limen yeşaüz zükur dilediğine kız çocukları bağışlar, dilediğine de erkek çocukları bağışlar.
50-) Ev yüzevvicühüm zükranen ve inasâ* ve yec’alü men yeşau ‘akıyma* inneHU ‘Aliymun Kadiyr;
Yahut onlara erkekler ve dişileri eş yapar… Dilediğini de kısır kılar… Muhakkak ki O, Aliym’dir, Kaadir’dir. (A.Hulusi)
50 – Yahut da onları erkekli dişili ikizler, dilediğini de akım kılar, her halde onun ilmi çok, kudretine nihâyet yoktur. (Elmalı)
Ev yüzevvicühüm zükranen ve inasâ veya dilediğine hem kız, hem erkek olmak üzere karışık bağışlar. ve yec’alü men yeşau ‘akıyma dilediğini de çocuktan mahrum eder, hiç vermez, hiç bağışlamaz. inneHU ‘Aliymun Kadiyr neden derseniz, dilemeyecek ne var ki. Çünkü o her şeyi bilendir, her şeye güç yetirendir.
Evet ilahi irade de bütünü görür demiştim değil mi. İnsan ise parçayı görür. Dolayısıyla bütünü gören iyi ve hayrı daha iyi bilir. Parçayı gören parçada iyi olduğunu zanneder ama bütünde kötü durabilir. Parçada kötü olduğunu zanneder ama bütünde iyi durabilir. Bütünü görene teslim olmaktan başka çare yok. Dolayısıyla burada da zaten çocuk üzerinden Allah’a teslimiyetin nasıl sınandığı dile getiriliyor. Bu hayatın yasası.
Dünyada başa gelenler insanın hak ve sorumluluklarıyla tanımlanıp ölçülemezler. Yani refah ile felah arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Dünyada refah içindedir, Ahirette de felaha erecektir diye bu ikisi arasında hiçbir zorunlu ilişki yoktur. Dolayısıyla bir insanın dünyada ki rahatlığına bakıp ahirette ki derecesini asla çıkaramazsınız. Veya dünyada ki konumuna bakıp. Mutluluk ele geçen ya da elden çıkanla alakalı bir şey değildir, işin özeti budur.
Allah’ımız bir mutluluk tarifi yapıyor. Ele geçen, ya da elden çıkanla alakalı değildir. Dünya hayatı kendi içinde bağımsız bir bütün değildir, aşağı bir parçadır, bütünün en aşağı parçası. Dolayısıyla insanın Dünya hayatında ki varsıllığını ya da yoksulluğunu. Makam sahibi olmasını veya olmamasını. Yüksek sınıflar arasında bulunup bulunmadığını. İnsanın Allah nezdinde ki değeri ile ölçmeye kalkmak yanlıştır. Bunu söylüyor.
51-) Ve ma kâne libeşerin en yükellimehullahu illâ vahyen ev min veraiy hıcabin ev yursile Rasûlen feyuhıye Biiznihi ma yeşa’* inneHU ‘Aliyyün Hakiym;
Bir beşer için Allâh’ın kendisiyle konuşması mümkün değildir! Ancak vahiy yollu yahut perde arkasından ya da bir Rasûl (melek) irsâl edip izniyle dilediğini vahyetmesi hariç! Muhakkak ki O, Alîy’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)
51 – Bununla beraber hiç bir beşer için kabil değildir ki Allah ona başka suretle kelâm söylesin, ancak vahy ile veya bir hicap arkasından ve yahut bir Resul gönderip de izniyle ona dilediğini vahy ettirmesi müstesna, çünkü o çok yüksek, çok hakîmdir. (Elmalı)
Ve ma kâne libeşerin en yükellimehullahu illâ vahyen Allah bir insanla yalnız ve içe işleyen bir ilham yolu ile konuşur. Evet, yalnız şu üç şekilde konuşur.
1 – Gizli ve içe işleyen ani bir ilham yoluyla. Ki vahiy bu manaya gelir. Vahyin aslı işaret dili, dil dışı bir iletişim manasına gelir. Meryem /11. ayetinde bu anlamda kullanılıyor. Hz. Zekeriyya’ya 3 gün oruçlu olduğunu söylemesi işaret dili ile ifade etmesi vahy olarak geçiyor. Kaçınılmaz olarak 2 manaya gelir vahy. Sürat ve gizlilik. Bir şeyin vahiy olması için bu iki özelliği taşıması lazım. Hızlı ve gizli
Rağıp El Isfahani bu tür konuşma, uyku uyanıklık ya da yakaza halinde kalbe ilka edilen saf ilahi ilhamdır diyor. Ebet, uyku olabilir, uyanıklık olabilir, ikisinin arası olabilir. Mana ile lafız burada farklı değil baş ile gövde gibi vahiyde. Yani şu okuduğumuz lafız, vahyin ayakları. Manası ise vahyin başı. Başı gökte ayakları yerde bir ilahi hitaptır diyorum vahiy için.
Vahiy, mana tohumunun kalp toprağına vasıtalı vasıtasız ekilmesi işidir. Bu tohum orada söz lafız halinde yeşerir ve dile dökülür. Vahit gaybi bir hakikattir nihayetinde. Kaynağı ve mahiyeti itibariyle aklı aştığı için, vahyi mahiyeti itibariyle asla kavrayamayız. Ama vahyi söze dönüşmüş haliyle işte böyle okuruz, anlarız, yaşarız.
2 – ev min veraiy hıcabin veya bir perde arkasından konuşur. Hz. Musa’ya olduğu gibi. Hz. Musa’ya gelen vahiy, bir perde arkasından gelen vahiy. Yani ses, vahyin sese dönüşmesi. Fakat bu ses. Fakat bu ses mahiyeti itibarıyla yine bilemeyeceğimiz, bizzat Allah’ın konuşması olarak algılayamayacağımız. Zaten şu dağa bak demişti rabbimiz. Eğer o dayanırsa, dağa tecelli edince dağ yerinde kalmamıştı, toz duman olmuştu. Yani dağın bile dayanamadığına sen nasıl dayanacaksın anlamı vardı.
3 - ev yursile Rasûlen feyuhıye Biiznihi ma yeşa’ veya O’nun dilediği şeyi O’nun izni ile bildirsin diye bir elçi göndermek suretiyle konuşur Allah. Bu üçüncüsü ya meleğin asli suretinde ki Necm suresine anlatılan bu, ya da insan suretinde gelerek vahyi bildirmesidir. Münasebeti surenin gerisinde ki vahye yönelik itirazı ret içindir bu ayetler. Bu özellikle 51. ayet niçin bu surede geldi denilirse müşriklerin vahyin kaynağına yönelik itirazına temelli bir ret olduğu içindir.
inneHU ‘Aliyyün Hakiym şüphesiz O aşkın ve yücedir, hikmet sahibidir.
52-) Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emriNÂ* mâ künte tedriy melKitâbu ve lel iymânu ve lâkin ce’alnâhu nûren nehdiy Bihî men neşâu min ‘ıbadiNÂ* ve inneke le tehdiy ilâ sıratın müstekıym;
Böylece sana hükmümüzden ruh (Esmâ mânâlarını şuurunda hissetmeyi) vahyettik… Sen, Hakikat ve Sünnetullâh BİLGİsi nedir, iman neyedir bilmezdin! Ne var ki, biz Onu (ruhu), kendisiyle hakikate erdirdiğimiz nûr (ilim) olarak meydana getirdik, kullarımızdan dilediğimize! Muhakkak ki sen de kesinlikle hakikate (sırat-ı müstakime) yönlendirirsin! (A.Hulusi)
52 – Ve işte sana böyle emrimizden biz ruh vahy ettirdik, sen kitab nedir? İman nedir? Bilmiyordun ve lâkin biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidâyet vereceğiz ve emîn ol sen her halde doğru bir yola çağırıyorsun. (Elmalı)
Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emriNÂ ve ey peygamber işte sana da kendi emrimizden hayat bahşeden bir mesaj vahy ettik. Ruh’un; Nahl suresini girişinde ilahi mesaj anlamına geldiğini daha önce işlemiştik. mâ künte tedriy melKitâbu ve lel iymân önceden sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin tera; sıradan bir bilmeyi değil, künhüne ermeyi, hakikatine ermeyi, özüne ermeyi ifade eder. Dolayısıyla dirayet manasına, sen imanın ve kitabın hikmetine ermemiştin, yani özünü bilmiyordun, yaşamamıştın anlamına.
ve lâkin ce’alnâhu nûren nehdiy Bihî men neşâu min ‘ıbadiNÂ Fakat şimdi onu biz bir nûr, bir ışık kıldık ki kullarımızdan dilediklerimizi onunla dosdoğru yolumuza yöneltelim. ve inneke le tehdiy ilâ sıratın müstekıym şüphe yok ki sen de insanları dosdoğru bir yola yöneltmektesin.
Nûr; ışık, vahiy. Yani vahit bu manada ışık, akıl ise göz mesabesindedir. Vahiyden ayrı olarak Hz. Peygamberin misyonu da doğru yola yöneltmektir. Biz bu ibareden, vahiyden ayrı olarak Resulallah’ın da bir hidayet ışığı olduğunu anlıyoruz.
53-) Sıratıllâhilleziy leHU ma fiys Semâvati ve ma fiyl Ard* elâ ilAllâhi tasıyrul umûr; (A.Hulusi)
(O) Allâh yoluna ki, semâlarda ve arzda ne varsa (hepsi) kendisi içindir! Dikkat edin, işler Allâh’a döner!(A.Hulusi)
53 – O Allahın yoluna ki Göklerde ne var, Yerde ne varsa hep onundur, uyan! bütün işler döner dolaşır Allaha varır. (Elmalı)
Sıratıllâhilleziy leHU ma fiys Semâvati ve ma fiyl Ard göklerde ki ve yerde ki her şeyin asli sahibi olan Allah’ın doğru yoluna elâ ilAllâhi tasıyrul umûr bakın her iş döner, dolaşır, en sonunda Allah’a varır.
Allah’tan başkalarına kulluk edenler de, kul oldukları da sonunda O’nun huzuruna çıkarlar. Yolun sonunda değildir Allah, çünkü yolun sahibidir O. Yani yolun sahibini yolun sonunda sanmayınız. Yürümekle varılmaz lakin varanlar yürüyenlerdir diyor.
“Ve ahiru davahüm enil hamdülillah ile bu sureyi de bitiriyoruz. (Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.)
