Quantcast
Channel: KURAN MEAL TEFSİR (DERLEME)
Viewing all 326 articles
Browse latest View live

ESMA-İ HÜSNA KAVRAMI

$
0
0

Resim1

          Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Yeryüzünün en değerli ve en üstün varlığı olan insanın yaratılış gayesi, Allah’a kulluk etmektir. Bu husus, Zâriyât suresinin; “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım ” anlamındaki 56. ayeti ile ifade edilmiştir. Hasan el-Basrî (ö. no/728), Mücâhid ibn Cebr (ö. 104/722) ve İbn Cüreyc (0.150/767) başta olmak üzere birçok İslam bilgini bu ayetteki “ibadet kavramına “marifet” anlamını ver¬mişlerdir. Buna göre ayetin anlamı, “Ben cinleri ve insanları ancak beni tanısın¬lar/bilsinler diye yarattım” şeklinde olur. Bu yoruma Ankebût suresinin 61. ve 63., Lokman suresinin 25., Zümer suresinin 38., Yûnus suresinin 31., Zuhrûf suresinin 9. ve 87. ayetleri delil gösterilmiştir.

Dolayısıyla insanın en başta gelen temel görevi her şeyden önce Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımak, O’na iman ve itaat etmektir. Al¬lah’ı tanımadan O’na kulluk etmek mümkün değildir. Biz Allah’ın bize verdiği akıl, görme, bakma, düşünme ve muhakeme yeteneklerimizi kullanarak Allah’ın varlığını, hatta yaratıcı ve kadir oluşu gibi bir kısım sıfatlarını anlayabilir, öğrenebiliriz. Ancak O’nu bir rehber olmadan bütün özellikleri ile tanıyamayız, bilemeyiz. Allah peygam¬berleri ve gönderdiği kitapları vasıtasıyla insanlara hem kendini tanıtmış hem de on-lara kulluk görevlerini bildirmiştir. Son rehber Kur’ân ve Kur’an’ın tebliğ ve tebyin edicisi Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bize Rabbimizi bütün özellikleri, isim, sıfat ve fiilleri ile tanıtmıştır.

Allah’ın isim, sıfat ve fiilleri, O’nun zatına nispet edilen mana ve kavramlardır. Bu isim ve sıfatlar, Allah hakkında yücelik ve aşkınlık ifade eder. İnsanlarda saygı hissi uyandırır. Zikir ve duada kullanılmaları, duanın ve ibadetin kabulüne vesile olur, kalbe huzur ve sükûn verir, insana ilâhî lütuf ve rahmet telkin eder.

Allah’ın isimleri aslında birer vasıftan/nitelikten ibarettir. Zatı için âlem olan tek isim vardır o da Allah lafzıdır. Allah lafzı, uluhiyyete delalet eden özel isimdir. Diğer isimler, aslında Allah’ın sıfatlarından ibarettir. Bütün isimler O’na isnat edilir. “Allah gafurdur, rahimdir, hakimdir” denir. Bu sıfatların fiilleri de O’na isnat edilir. “Allah rahmet etti, rahmet eder, Allah ‘im rahmet et!, Allah görür, işitir, bilir” denir. Allah’ın nitelikleri ayet ve hadislerde; ism-i fail, ism-i tafdîl, sıfat-ı müşebbehe, isim ve sıfat tamlaması, mastar ve fiil şeklinde ifade edilmiştir. Ayet ve hadislerde geçen isimlerin hepsi aslında birer sıfattır. Sıfatların medlulü ile muttasıf olan Zat’a delaletleri se-bebiyle bunlara isim denilmiştir. Başka bir ifade ile bu sıfatlara isim denilmesi, Al¬lah’ın bu sıfatlarla çok nitelenmesi sebebiyledir. Allah bu sıfatlarla o kadar nitelen¬miştir ki bunlar isim derecesine çıkmıştır. Allah’ın isimlerinin çokluğu fiillerinin çokluğuna delalet eder. Allah’ın, Kur’an’da kendisini bazen “Ben“, bazen de “Biz” şek¬linde tanıtması, zatının birliğini, sıfatlarının çokluğunu ifade eder. Bu isimlere sıfat değil de isim denilmesi sıfatların delalet ettiği Zatın bu niteliklere tam sahip olması, sıfatlarının isimleşmesi sebebiyledir. Başarı Allah’ın lütfü iledir. (Doç. Dr. ismail Karagöz- Esma-i Hüsna)
………………………………………………….

ALLÂH ESMÂ’SINDAKİ MUAZZAM, MUHTEŞEM ve MÜKEMMEL ÖZELLİKLER (ESMÂ ÜL HÜSNÂ)
B’ismi-llâh-ir Rahmân-ir Rahıym.

          Esmâ’sıyla (muazzam, muhteşem mükemmel özellikleriyle) varlığımı yaratan, ismi Allâh olan Rahmân Rahıym’dir!

Bilelim ki, “isim” yalnızca, dikkati o isimlenene veya o isimle isimlenmişteki bir özelliğe işaret için kullanılır! İsim, asla isimle işaret edileni bütünüyle anlatmaz ve açıklamaz! Yalnızca kimliğe veya bir özelliğe işaret eder! Belki isim, çok özellikler taşıyana sadece dikkati yöneltmek için kullanılır.

Öncelikle şu gerçeği çok iyi fark edelim. “Allâh isimleri” olarak bildirilen özellikler, ötelerde bir tanrının çeşitli cici – güzel isimleri midir? Yoksa bir “varlık – vücud sahibi” kabul edilenlerin tüm özelliklerini, asılları itibarıyla “yok“ken; “zıll = gölge” varlığına verilen isimden ve açığa çıkan özelliğinden dolayı, duyu ve şartlanmanın ayrı bir varlık verdiği; gerçekte ise “Allâh” ismiyle işaret edilenin yaratış özelliklerine dikkat çekmek için midir? Bu realite fark edilip kavranıldıktan sonra, konunun “Allâh isimleri” diye bilinen yanına gelelim.

Zikir= insana hakikatini hatırlatıcı” olarak bildirilen Kur’ân-ı Kerîm, gerçekte, tümüyle “Ulûhiyet“i anlatan “El Esmâ ül Hüsnâ“nın açılımıdır! İnsanın “hatırlaması” istenilen, kendisine talim edilmiş olan “esmâe külleha“dır! Yani, “var“lığını meydana getiren, “bildirilen isimlerin özelliklerinin tamamı“! Bunların bir kısmı Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilmiş, bir kısmı da Rasûlullâh tarafından açıklanmıştır. Bu yüzdendir ki, asla, her şey bu doksan dokuz isimden ibarettir denemez!

Misal verelim. Rab, Mevlâ, Kariyb, Hallak gibi bazı isimler Kurân’da mevcut olmasına rağmen doksan dokuz isim arasında sayılmamıştır. “Yefalu ma yurîd” âyetinde bildirilen İrade sıfatının (dilediğini oluşturma) adı olan “Müriyd” ismi de gene bu isimler arasında bildirilmemiştir. Buna karşın Celiyl, Vâcid, Mâcid gibi bazı isimler ise doksan dokuz isim içinde var olmasına karşın, Kur’ân-ı Kerîm’de geçmez. İşte bu yüzdendir ki, Allâh ismiyle işaret edilenin, ilminde seyrini oluşturan “Esmâ mertebesi” olarak tanımlanan isimlerini (özelliklerini – Kuantum Potansiyel) doksan dokuz ile sınırlamak çok yanlış olur.

Belki, insana hakikatini hatırlaması için bu kadar isim özelliği bildirilmiştir; hakikatini hatırlayıp yaşayan ise hadsiz hesapsız bilinmeyen başka isimlerin özellikleriyle yaşar; diyebiliriz. Ayrıca, cennet diye tanımlanan yaşam boyutunun dahi buna işaret ettiği söylenebilir. Evren içre evrenler gerçeğini var kılan sayısız özelliklere işaret eden isimlerden ise hiç haberimiz yoktur belki de!

Derin düşünce (Ulül Elbab = öze ermişler) indînde kullanılan “zıll vücud = gölge varlık” tanımlaması, o varlığın bizâtihi “var” olmayıp; algılayana GÖRE “Allâh isimlerinin bileşimi olarak” açığa çıkışına işaret eder.

Hatta gerçeği hakkıyla dillendirmek gerekirse, “Esmâ bileşimi” tanımlaması dahi bir mecazdır; çoklu algılayan anlayışları, Tek’il realiteye adapte içindir. Zira mutlak hakikat, her an yeni bir şe’nde olan “çok boyutlu tek kare resim” seyridir! “Esmâ bileşimi” denilen ise resimdeki bir fırça darbesi! Algılanan her “şey”, ismi nedeniyle, sanki Allâh’ın Esmâ’sı itibarıyla O’nun gayrı olarak sanılsa dahi, -O ötede tanrı olmadığı için-, hakikatte, o isimle isimlenmiş varlık, Allâh Esmâ’sı nedeniyle “var“lık olarak algılanandır!……

Bilelim ki “Allâh isimleri“, bilinç devrede olmaksızın şuurda açığa çıkıp (vahiy), daha sonra bilinç tarafından değerlendirilmeye çalışılan evrensel -kâinat anlamında değil, âlemler işareti doğrultusunda- özelliklerdir.

Esmâ ül Hüsnâ” Allâh’ındır; o isimlerin işaret ettiği özellikler, TEK ve SAMED olarak bildirilen, Allâh adıyla işaret edilenin, Esmâ mertebesine, (Kuantum Potansiyele) zamansızlık – mekânsızlık boyutuna, “nokta“ya işaret eder. Dolayısıyla bu isimler ve bu isimlerin işaret ettiği anlamlar sadece O’nundur; beşer anlayışıyla kayıtlanamaz! Nitekim 23.Mu’minûn Sûresi’nin 91. âyetinde “SubhanAllâhi amma yesıfun= Allâh onların tanımlamalarından Subhan’dır (ötedir)!” buyurulur!

O’na isimlerin mânâlarıyla yönelin. O’nun Esmâ’sında ilhada sapanları (Esmâ’yı beşerî değer yargılarıyla sınırlayanları; El Esmâ ve El Hüsnâ’nın ne olduğunu fark edemeyenleri ve “Ekberiyet“iyle Allâh’ı bilmeyenleri) terk edin! Yapmakta olduklarının karşılığını göreceklerdir.” ( 7.A’raf: 180)

“El Hüsnâ’yı tasdik ederse, böylece ona en kolayı kolaylaştırırız!” (92.Leyl: 6-7)

Hatta ihsan hâli (muhsin oluşun cezası) bile “El Hüsnâ“ya bağlanıyor.

           “İhsan ehline, daha güzeli (El Hüsnâ) ve fazlası (Rıdvan) vardır. Onların vechlerini (yüzlerini – şuurlarını) ne kara toz zerresi (bencillik), ne de (hakikatlerinden ayrı düşmenin getirisi olan) zillet kaplar… Onlar sonsuza dek cennet ehlidirler!” (10.Yûnus: 26)

           “Zâtı” itibarıyla “benzeri” olmayan; Esmâ’sının işaret ettiği özellikleriyle yarattıklarıyla kayıtlanmaktan ve sınırlanmaktan berî olan; “Ekberiyeti” ile sayısız nokta“lardan bir nokta olan “çok boyutlu holografik tek kare resim” diye açıklamaya çalıştığımız “Esmâ mertebesi“nin “kesret – çokluk boyutu” olarak algılanışı olan -gerçekte tekil tümel- “fiiller” âlemini, “ilminde” var kıldığı özellikler ile yaratmıştır.

Daha derine gitmeden toparlayalım; Allâh isimleri olarak vahiy yollu bildirilen özellikler, Dünya üstünde yaşayan “yeryüzü halifeliği“nin farkındalığına ermeye çalışan “zâlim ve cahil insan”ın algıladığının çok çok ötesinde, evrensel boyutların tümünü “yok“tan, “zıll – gölge” vücud olarak (holografik) “var” kılan özellikler tekilliğidir!

MUAZZAM, MUHTEŞEM, MÜKEMMEL özelliklerdir “Esmâ mertebesi“, tüm boyutsallığı ve içre varlıklarıyla evrenselliğin hakikati olarak!

Şimdi bir an, insanın algıladığı dünyasını düşünün! Sonra da dar çerçeveli bakış açısı anlamındaki köylü bakışından arınmış olarak, en son bilgilerinizin oluşturduğu evrensellik anlayışıyla “başınızı (bakışınızı) kaldırıp semâya bir bakın” Kur’ân-ı Kerîm ifadesiyle!

Duyularınızla algıladıklarınız, evrensel azamet, ihtişam ve mükemmeliyet yanında nedir ki? İşte bu gerçeklik dolayısıyla umarım Allâh isimleri hakkında bugüne kadar düşünülüp konuşulup yazılmışların, yalnızca vahiy kaynaklı gelen BİLGİ’nin (Kitap’ın), arındığı kadarıyla bilinçlerimiz tarafından değerlendirilişi olduğunu aklımızdan çıkarmayarak; bu isimlerin işaret ettiği özelliklerin, tüm evrensellikte geçerli olduğunu; tüm yapıda her an yepyeni anlamları, açılımları meydana getirdiğini göz önünde tutarak konuya eğilebiliriz.

Bu arada şunu vurgulayayım ki, “Ekberiyet” başlıklı yazımda açıklamaya çalıştıklarım pek “oku“nmamış! Bahsettiğimiz Esmâ mertebesinin özelliklerinin, “Allâh” adıyla işaret edilen indîndeki, sayısız “nokta”lardan bir “nokta” ve dahi “Hakikat-i Muhammedî” veya “Ruh adlı melek” isimlerine bürünerek açığa çıkan “Kuantum Potansiyel”, sonsuz-sınırsız; ezeli ve ebedi olmayan Esmâ mertebesi özellikleri olduğu gibi; ayrıca, bu mertebenin ilminin, tüm evren içre evrenler olan “çok boyutlu tek kare resim” diye söz ettiğimiz olduğu da fark edilmemiş! Bu yüzdendir ki, hâlâ, Allâh, âlemlerdeki tek bir tanrı olarak algılanmakta devam ediyor! Oysa tüm seyir ve dillendirilenler yalnızca “nokta”mızla ilgilidir ki; Allâh yalnızca “Allâh”tır; “Ekber“dir! Subhanehu min tenzihiy!

Şunu da asla hatırdan çıkarmayalım ki, yazdıklarım kesinlikle olayın son noktası olmayıp, bu konuda yazılabileceklerin yalnızca mukaddimesi (giriş yazısı) mahiyetindedir. Bundan daha derininin açıkça yazılıp yayınlanması tarafımızdan mümkün değildir. Ayrıca ehlinin fark edeceği üzere, bu kadarı dahi bugüne kadar bu açıklık, netlik ve detayla yazılmamıştır. Konu ustura sırtı gibi ince ve keskindir, çünkü okuyan kişi hiç farkında olmadan ya ötede bir tanrı kavramına kayabilir; ya da çok daha kötüsü firavun misali, benliğiyle – bilinciyle ve dahi hayvani yapı olan bedeniyle hakikati sınırlama derekesine düşebilir!

Buraya kadar “El Esmâ” işaretinin neye olduğuna dikkat çekmeye çalıştık. Şimdi gelelim “el Hüsnâ” olarak bildirilen muazzam, muhteşem ve mükemmel anlam ve özellik ihtiva eden isimlerin işaret ettiği özelliklere… Elbette “esfeli sâfîliyn” olan kelimelerin elverdiğince! Burada öncelikle şu hususa dikkat gerekir kanımca.

TETİKLEME SİSTEMİ

Bu isimlerin işaret ettiği özellikler her noktada tümüyle mevcuttur eksiksiz! Ne var ki, açığa çıkması dilenen özelliğe göre, kimileri kimilerine baskın hâle gelerek, tıpkı ekolayzırda yükselen kanalların öne geçmesi gibi, diğerlerinin önüne geçerek oluşumu meydana getirmektedir. Ayrıca belli isimlerin işaret ettiği belli özellikler, doğal olarak, otomatik olarak ilgili diğer isimlerin oluşumlarını tetikleyerek, akışı – oluşumu, “yeni şe’n“i meydana getirmektedirler.

İşte bu olay, “Sünnetullâh” diye tanımlanan, evrensel Allâh kanunlarının -ya da basîreti kısıtlı olanların deyişiyle doğa kanunlarının- işleyiş mekanizmasını anlatmaktadır. Bu husus tahmin ve hayal edilemeyecek kadar azametli bir olaydır; ezelden ebede, tüm boyutlarıyla ve algılanan tüm birimleriyle her şey bu sistem içinde varlığını sürdürür!

          Evrensel boyutta veya insanın dünyasında, bilincinden açığa çıkan düşünceler dâhil, tüm fiiller bu sisteme göre oluşur. Buna kısaca “İsimlerin özelliklerinin ilgili ismin özelliğini tetiklemesi mekanizması” diyebiliriz. Yukarıda uyardığım üzere, bu isimlerin özelliklerinin açığa çıkış ortamı olarak -gerçekte TEK‘il- bilebildiğiniz tüm evrenselliği düşünün. O evrensellik içinde algılayanın algıladığı her ortama ya da boyuta veya açığa çıkan birime göre, söz ettiğim “tetikleme” olayı geçerlidir!

Bu sisteme göre de -neyin neyi meydana getireceği bilinmesi nedeniyle- ezelden ebede ne olup bitecekse “Allâh ilminde” mevcuttur! Bakara Sûresi sonundaki (2.Bakara: 284) “...Bilinçlerinizde (düşündüğünüz) ne varsa, açıklasanız da gizleseniz de, Allâh varlığınızdaki Hasiyb ismi özelliğiyle size onun sonuçlarını yaşatır...” uyarısı; Zelzele Sûresi’ndeki (99.Zilzâl: 7) “Kim zerre kadar hayır yaparsa, sonucuna erişir” ve de “Hasiyb” isminin işaret ettiği özellik, hep bu “tetikleme” mekanizmasını bize anlatmak içindir ki, açığa çıkan bir fiil veya düşüncenin sonucunun yaşanmaması mümkün değildir. İşte bu yüzdendir ki, geçmişimizde düşündüğümüz ya da ortaya koyduğumuz şükür ya da nankörlük bâbında her fiil mutlaka sonucunu yaşatmıştır veya yaşatacaktır! Bu konu üzerinde derin düşünülürse çok kapı açar ve çok sırlar fark edilir. “Kader sırrı” olarak bahsedilen konu dahi bu mekanizma ile ilgilidir! (Ahmed Hulusi- Esmâ ül Hüsnâ)

………………………………………………………………….

İlâhi isimler Âlemin var oluşunun sebebidir. Varlıkların vücudunun zuhura gelişi isimlerle olmaktadır. Âlemde ki bütün varlıklar Allah’ın isimlerinin mazharıdırlar, her birinde Allah’ın bir veya birkaç isminin tecellisi vardır. İsmin menşei sıfat, sıfatın menşei ise zâttır.

Bu isimler bir yönüyle isimlenene diğer bir yönüyle de hakikate delalet eder. Dolayısıyla isimler aslına bakılacak olursa birer nispet ve izafetten ibarettir ve bir asla rücu ederler. Mümkin varlıkların asılları veya birçok ilahi ismin tasarrufu altında onlarla sıfatlanmışlardır.

Sufîler Allah’ın sıfatlarını “Celâl” ce “Cemal” şeklinde iki gruba ayırırlar. Kahır ve gazabına delalet eden esma ve sıfatları için “Celâl”, O’nun lütuf ve rızasına delâlet eden isim ve sıfatlarına mutlak güzelliğini ifade etmek için de “Cemâl” terimini kullanırlar.

Sıfat ve esmayı külliyat itibarıyla saymanın mümkün değildir. Zata ve sıfatta olan tecellilerin birbirinden farklı olduğunu, zattaki tecelliyi idrakin mümkün olmayıp, zaten biz de Hakk’ın varlığı, mesela Hayy olduğuna, O’nun kesif mertebesine ve zahirliğine, dolayısıyla varlığın alâmeti olan âleme bakarak hükmederiz. (İsmail Hakkı Bursevî)

……………………………………………………….

İsmin tarif ve hakikatin izahı hakkında deriz ki; Eşyanın aslında vücudu, zihinlerde vücudu ve dillerde vücudu vardır. Gerçek ve hakiki olan vücut, asılda ki vücuttur. Zihinlerde ki vücudu ise ilmi ve şekli, lisanlardaki vücudu da lafzi ve istidlâlidir. Meselâ semanın aslında ve zatında bir vücudu vardır. Zihinlerimizde ve gönüllerimizde de bir vücudu vardır Çünkü semanın şekli gözlerimizde ve dolayısıyla hayalimizde iz bırakmış bulunmaktadır. Semanın yok olduğunu vücuttan kalktığını farz edelim onun şekli hayalimizde devamlı olarak yaşayacaktır. İlim diye tabir ettiğimiz şey işte bu suret ve bu şekildir.
Her kimin Esma-i Hüsna’dan nasibi, sadece lafızlarını işitmek, lügat bakımından tefsir Ve vaz’ını bilmek ve manasının Allah-ü Teâlâ hakkında sabit olduğuna kalbi ile inanmaktan ibaret kalırsa, şüphesiz o insan talihsizdir ve derecesi düşüktür. Halk arasında övünecek bir şeye sahip olduğu söylenemez. Çünkü lafızları işitmek, şeşleri işitmeye yarayan kulak vasıtasının selâmetine bağlıdır ki, bu meziyet hayvanda bile mevcuttur.

Lafızların mânâ ve istimalini anlama keyfiyetine gelince, bu, Arap lisanına vâkıf olmaya bağlıdır M, bir lügatçi ve hatta geri zekâlı bir bedevi bile bu mertebeyi onunla paylaşır. Bir lafzın manasının Allah-ü Teâlâ hakkında sabit olduğunu keşifsiz olarak itikat etme keyfiyetine gelince bu, lafızların” manalarını anlayıp onları tasdik etmekten üstün bir maharet gerektirmez. Avamdan biri ve hatta bir çocuk bile bu mertebeyi onunla paylaşır. Sözü anlamaya başladıktan sonra bu mânâlar çocuğa telkin edilirse kabul ve telâkki eder, kalbi ile inanır ve gönlünü kesin olarak o manalara bağlar. Âlimlerin ekseri sinin mertebesi de işte budur. Tabiî ki onlar, bu üç mertebede kendilerine ortak olanlardan daha üstündürler.

Tabiî ki onlar, bu üç mertebede kendilerine ortak olanlardan daha üstündürler. Fakat bu, olgunluğun zirvesine nazaran apaçık bir naksıyettir: Zira ebrâr (iyiler) in hasenatı mukarrabin (ermişler) in seyyiâ-ıdır.

Nitekim ermişlerin Esmâ-i hüsna’dan nasibi üçtür:

a - Bu mânâları mükâşefe ve müşahede yolu ile bilirler, bu keşif, vuzuh ve açıklık bakımından insanda bâtını sıfatları sebebiyle hasıl olan yakîn mesabesindedir. Bu çeşit imanla baba ve öğretmenlerden taklit yolu ile alınıp kesin olarak gönül bağlanan itikat arasındaki fark cidden büyüktür. İsterse bu taklidi itikat, ilmi kelâm’a dair bir takım cedelî delillere dayalı olsun.

b - Keşif tarikiyle erdikleri celâl sıfatlarını çok büyük bulurlar; mekân bakımından değil, sıfat bakımından Hakk’a daha yakın olmak için imkânları nispetinde o sıfatlan takınmaya çalışırlar. Gönül, bir sıfatın büyüklük ve cazibeliği ile dolduktan sonra artık o sıfata karşı sürükleyici bir arzu duymaması, o celâl ve Cemal’e âşık olmaması, nefsini o sıfat ile tezyin hususunda titizlik göstermemesi tasavvur edilemez. O sıfatın kemâline ermek mümkün olmasa bile mülakin olduğu kadarına ulaşmak arzusu onu harekete geçirir, bu arzu herkeste vardır. Bu itibarla Allah-ü Teâlâ’nın sıfatlarını mütalâa eden kişinin kalbi, masivadan tamamen arınmış olmalıdır. Çünkü marifet arzunun tohumudur; nefsani duygulardan boş olan bir kalbe rastlayınca derhal yeşerir ve eğer kalp, bu duygulardan hâlî olmazsa tohum da başarılı olamaz.

c - O sıfatlardan mümkün olanı elde etmeye, onunla ahlâklanmaya, onun güzellikleri ile nefsini tezyin etmeye çalışırlar. Her kim onların sıfatlarından bir benzeyiş kaparsa onları Hak Teâlâ Hazretlerine yaklaştıran sıfatlarından ne miktar elde etmiş ise o miktar yakınlık kazanmış olur. (İ. Gazali Esmaü-l hüsna şerhi)

………………………………………………………………..

Yaratılmış için bilgi, ancak iman sayesinde Hakka yakınlıkta mutluluk sağlayabilir Bunula beraber bilgi, mertebesi bilinmeyen mutlak bir üstünlük sahibidir. Bu durumda yaratılmışta ki iman nuru, kendisiyle birlikte imanın bulunmadığı ilim nurundan daha kıymetlidir. Şu var ki imandan bilgi meydana gelmiş ise İman nurundan doğmuş bilginin nuru daha üstündür ve onun sayesinde bilen mü’min, bilmeyen mü’minden ayrılır. Ey iman edenler! Size: “Meclislerde yer açın.” denilince yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size “Kalkın.” denilince de kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. (Mücadele/11) ayetinde kastedilenler mü’minlerdir. Burada ilim ile kast edilen Allah’ı bilmektir. (ibn Arabi-Fütuhat)

……………………………………………………….

Allah-ü Teala’nın doksan dokuz ismi vardır. O isimleri kim ezberlerse (sayar, manasını anlar ve şuûruna ererse) cennete gider. Şüphesiz, Allah tektir ve tek olmayı sever.(Hadis)

         Arapça ‘da “isim” kelimesinin çoğulu olan “esma ile “güzel, en güzel” anlamındaki “Hüsna” kelimelerinden oluşan “Esma-İ Hüsna” terimi, Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde Allah-ü Teâlâ’ya nispet edilen isimleri ifade eder. Sadece Kur’an-ı Kerimde geçen ilahi isimler 100’den fazladır. Muhtelif Hadis-i Şeriflerde Allah’a nispet edilen başka isimler de mevcuttur.

Esma ül-Hüsna terkibinin, geniş anlamıyla bunların hepsini kapsamakla birlikte terim olarak daha çok doksan dokuz ismi içerdiği kabul edilir. Esma-İ Hüsna terkibinde yer alan Hüsna kelimesi güzel manasında sıfat veya en güzel anlamında ism-i tafdil (üstünlük sıfatı) sayılmıştır. Her iki halde de buradaki güzellik bir gerçeği vurgulamakta olup Allah-ü Teâlâ’nın güzel olmayan bir isminden söz edilemeyeceği için mefhûm-i muhalifini hatıra getirmez.

İlahi isimlerin güzellikle nitelendirilmesinin sebeplerini Ebû Bekir İbnü’l-Arabi (RA) şöyle sıralamaktadır:

1. Esma-İ Hüsna Allah hakkında yücelik ve aşkınlık ifade eder ve kullarda saygı hissi uyandırır.

2. Zikir ve duada kullanılmaları halinde kabule vesile olur ve sevap kazandırır.

3. Kalplere huzur ve sükûn verir, lütuf ve rahmet ümidi telkin eder.

4. Bilginin değeri bilinenin değerine bağlı bulunduğu ve bilinenlerin en şereflisi de Allah olduğu için Esma-İ Hüsna bilgisine sahip olanlara bu bilgi meziyet ve şeref kazandırır.

5. Esma-İ Hüsna Allah için vacip (olması gereken), caiz (olması uygun) ve mümteni’ (olması imkansız) olan sıfatları içermesi sebebiyle O’nun hakkında yeterli ve doğru bilgi edinmemize imkan verir.

İnsanların büyük çoğunluğu kâinatın bir yaratıcı ve yöneticisinin bulunduğunu kabul etmekle birlikte madde özelliği taşımadığından O’nu duyularıyla idrak etmeleri mümkün değildir. Şu halde yaratıcı ancak kâinat ve insanla olan ilişkisi bakımından tanınabilir. Bundan dolayı Esma-İ Hüsna bilgisi, Allah – alem ilişkisine ışık tutması ve sonuçta Allah-ü Teâlâ’yı tanıtması açısından önem taşımaktadır. Şunu da belirtmek gerekir ki evrenin bir parçasını oluşturan insan, akli istidlalleri yanında gönül hayatı bakımından da yaratıcı ile münasebet kurmak ihtiyacındadır. Bu münasebetin sağlanmasında Esma-l Hüsna nın vazgeçilmez bir rolü vardır.

İsimlerin kelimeler ve seslerle ifade edilmesi ve bu seslerin kulaklarda yankılanması söz konusu iletişimi geliştiren ve güçlendiren sebeplerdir. Kur’an-ı Kerim de dua ve zikrin ısrarla tavsiye edilmesinin bir sebebi de bu olmalıdır. Hz. Resul (SAV) Efendimiz den rivayet edilen dua metinlerinde Esma -İ Hüsna nın çokça yer alması dikkat çekicidir. İbnü’l-Arabi’nin de (RA) belirttiği gibi her dindar insanın manevi yöneliş ve ibadetlerinin yüce yaratıcının bizzat kendisine olduğu şüphesizdir.

O’nunla iletişim kurmak ve söyleşmek dindar için vazgeçilmez bir ihtiyaç, paha biçilmez bir haz olup bu iletişime zihinle kalbin yanında bunlarla etkileşim halinde bulunan dilin ve kulağın da katılması lazımdır. Dil O’nun isimlerini zikreder, kulak da bu zikri algılar. En önemli konusunu Allah bilgisinin oluşturduğu ilahi dinler içinde İslamiyet Allah-ü Tealanın isim ve sıfatlarına ayrı bir önem vermiş, tevhid inancının açık bir şekilde anlaşılabilmesi için yaratanla yaratılmışların niteliklerinin açıklığa kavuşturulmasını fevkalade gerekli görmüştür.

Allah-ü Tealanın zatının bilinmesi isimleri ve sıfatlarıyla mümkün olacağından Kur’an ı Kerimde Allah’ın güzel isimlerinin bulunduğu, O’na bu isimlerle dua, niyaz ve ibadette bulunulması gerektiği, bu konuda doğru yoldan ayrılanlara itibar edilmemesi lazım geldiği,

En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (A’raf/180), Ayet-i Kerimesinde belirtilmiş, ayrıca Esma ül-Hüsna nın hangisiyle olursa olsun dua edilebileceğine

De ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin. hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na hastır” (İsra/110) Ayet-i Kerimesiyle işaret buyrulmuş ve Haşr Suresinde Allah’ın on altı kadar isim bir arada zikredilmiştir. (Haşr/22-23-24) (ESMA ÜL HÜSNA İZAHI)

………………………………………………………………

Esma ismin cem’idir (çoğuludur). Hüsna keli¬mesi de en güzel manasına tafdil sigasıdır. Bu terkibin manası da “en güzel isimler” demektir. Yani “en güzel isimler Allah’a mahsus olup O’nun isimleri en ileri ve mutlak bir kemal ifade eden mukaddes kelimelerdir” anlamını ifade etmektedir. Sözlük manası ile Esma-ül Hüsna, “Kur’an ve hadislerde Allah’a izafe edi¬len fiil veya sıfatlardan türetilmiş veya doğrudan Allah’ı ifade etmek amacıyla kullanılmış olan isimlerdir” anlamındadır.

Esma-ül Hüsna hakkında ulema-i İslam “Her kim Cenab-ı Hakkı tanımak ve bilmek isterse Esma-ül Hüsna’yı tahsil etsin” anlamında kul¬lanılan bir terkip olan “Allah bilgisi” ifadesini kullanmışlardır. Tanımak, daha önce görülen, bilinen bir kimse veya şeyle karşılaşıldığında bunun kim veya ne olduğunu hatırlamak, bilmek ise bir şeyi anlamış veya öğrenmiş bu¬lunmak anlamlarında kullanılmaktadır. Ce¬nab-ı Hakkı bilmek ise O’nun isim ve sıfatlarını öğrenmekle olur. Zira Allah bilgisi Allah sevgisinin tohumudur. (Dr.Yusuf Bahadır DEREN)

………………………………………………………….

Esma-î Hüsnâ (Allah’ın güzel isimleri) ın manaları peygamberlere müşahedeler yoluyla verilmiştir. Hepsinde bu manalar mevcuttu, ancak ne var ki bu mânâlar onlara müşahedeleri nispetinde zahir olmuştur. İsimler de böylece bu ölçüye göre onlardan çıkmıştır. Böylece Esmâ- î hüsnâ veya genel bir tabirle Allah’ın bütün isimlerini peygamberler koydular. Yani onların bu isimleri koymasından Esmâ- î hüsnâ ortaya çıkmıştır.

İdris (A.S.) ilk önce Alî, Kavîy, Azîz ve Mennân isimlerini koydu. Bunun gibi diğer peygamberler de o isimlerden bir şeyler koydular, kendi dillerine göre bunu belirlediler. Kur’an ı Kerîm’in bu konuda ki meziyetine gelince,Kur’an bu isimlerin hepsini kendinde toplamıştır. Aynı zamanda bunları Arapça dili üzerine beyan etmiştir, geçen peygamberlerin dillerine göre almamıştır.

İsm-î Celâl (Allah ismi) i ilk koyan babamız Âdem (A.S.)dır. Şöyle ki; Cenab-ı Hakk âdem babamıza Rûhu üfleyince yerinden sıçrayıp bir ayağı üzerine gelerek bir dizini de yere koyup o vaziyette durdu. Ve işte bu halde iken ona Rabbisiyle ilgili büyük bir müşahede meydana geldi. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk ona konuşma imkânı lütfetti de O yüce Zattan müşahede ettiği esrarı söyledi. Cenab-ı Hakk ezeli ilmiyle tespit ettiği bu isimlerle anılmasını irâde etti. İşte bunun içindir ki güzel isimleri peygamberlerin dilinde akıtıp anılmasını sağladı. Seçkin kulları bu isimlerle O’nu zikretmeye koyuldular.

Esmâ- î Hüsnâ öncesizdir, ancak bu öncesizlikten maksat onların lafzı değil manalarıdır. Lafızlar ise sonradan bu manalara konulmuştur. Çünkü her lafız ârızîdir. Ârızî olan bir şey sonradan olmalıdır. Bilhassa seyyaliyet taşıyan lafızlar ve sesler ârızî olduğuna göre sonradan olmaları çok tabiidir. Akideye aykırı hiçbir halk mevcut değildir. Allah daha iyisini bilir. (Abdulâzîz Debbağ-El İbrîz)

Allah her şeyi çok iyi bilendir. (Tevbe/115)



DUA HAKKINDA BİLMEMİZ GEREKENLER

$
0
0

295

DUA İLE İLGİLİ BAZI AYETLER.

  Ve izâ seeleke ‘ıbadiy ‘anniy feinniy kariyb* uciybu da’veteddâ’ı izâ de’âni, felyesteciybû liy vel yu’minû Biy leallehüm yerşudûn; (2 – Bakara/186)

Kullarım sana BEN’den sorarlarsa, şüphesiz ki ben Kariyb’im (anlayış sınırı kadar yakın!) (“Şahdamarından yakınım” âyetini hatırlayalım)… Yönelip isteyene (dua) icabet ederim. O hâlde onlar da bana icabet etsinler ve bana iman etsinler ki olgunluklarını yaşasınlar.

****************************************************************

 Ve Lillâhil Esmâül Husna fed’uHU Biha* ve zerulleziyne yulhıdune fiy EsmâiHİ, seyüczevne ma kânu ya’melun; (7 – A’raf/180)

Esmâ ül Hüsnâ Allâh’ındır (o isimlerin işaret ettiği özellikler, TEK, SAMED Allâh’a işaret eder… Dolayısıyla bu isimler ve bu isimlerin işaret ettiği anlamlar sadece O’nundur; beşer anlayışıyla kayıt altına girmez. Nitekim 23-Mu’minûn/91)de: SubhanAllâhi amma yasıfun = onların vasıflamalarından Allâh münezzehtir, buyurulur)! O’na isimlerin mânâlarıyla yönelin… O’nun Esmâ’sında ilhada sapanları (şirke düşenleri) terk edin! Yapmakta olduklarının karşılığını göreceklerdir.

**************************************************************

 Elem tera ennAllâhe yüsebbihu leHU men fiysSemavati vel Ardı vet tayru saffat* küllün kad alime salâtehu ve tesbiyhah* vAllâhu Aliymun Bima yef’alun; (24 – Nûr/41)

Görmedin mi ki, semâlarda ve arzda ne varsa ve saf saf kuşlar, Allâh’ı tespih eder (kulluk işlevini yerine getirmek suretiyle)… Her biri kendi salâtını (hakikati olan Esmâ bileşiminin gereğini yaşaması) ve kendi tespihini (salâtının sonucu olan işlevi) gerçekten bilmiştir… Allâh yaptıklarını (Esmâ’sıyla hakikati olarak) Aliym’dir. 

**************************************************************

Kul ma ya’beü Bi küm Rabbiy levla du’âuküm * fekad kezzebtüm fesevfe yekûnü lizama; (25 – Furkan/77)

De ki: “Eğer yönelişiniz olmazsa Rabbim size önem vermez! Gerçekten yalanladınız… Yakında kaçınılmaz sonucunu yaşayacaksınız!”

**************************************************************

Tetecafa cünubühüm ‘anilmedaci’ı yed’une Rabbehüm havfen ve tame’a* ve mimma razaknahüm yünfikun; (32 – Secde/16)

(Gece) yataklarından kalkıp; korkarak ve umarak Rablerine dua ederler… Kendilerini beslediğimiz yaşam gıdalarından Allâh için karşılıksız bağışta bulunurlar! ***************************************************************

Feiz messel İnsane durrun de’ana* sümme izâ havvelnahü nı’meten minNA, kale innema utiytühu alâ ‘ılm* bel hiye fitnetün ve lâkinne ekserehüm lâ ya’lemun; (39 – Zümer/49)

İnsana bir zarar, hastalık, sıkıntı geldiğinde bizden yardım ister… Sonra ona bizden bir nimet lütfettiğimizde “O, bana bilgim sayesinde verilmiştir” (der)… Hayır; o (nimet) bir sınav objesidir! Ne var ki onların çoğunluğu bunu bilmezler.

****************************************************************

Ve kale Rabbükümüd’uniy estecib leküm* innelleziyne yestekbirune an ‘ıbadetiy seyedhulune cehenneme dahıriyn; (40 – Mü’min/60)

Rabbiniz dedi ki: “Bana dua edin, size icabet edeyim! Muhakkak ki kibirleri yüzünden ibadet etmeyenler, boyunları bükük olarak cehenneme gireceklerdir.”

*****************************************************************

Ve kalelleziyne fiyn nari lihazeneti cehennemed’u Rabbeküm yuhaffif ‘anna yevmen minel azâb;

Kalu evelem tekü te’tiyküm Rusulüküm Bil beyyinat* kalu bela* kalu fed’u* ve ma du’âul kâfiriyne illâ fiy dalâl; (40 – Mü’min/49-50)

Nâr’ın (ateşin – radyasyon okyanusunun) içinde olanlar, cehennem bekçilerine dedi ki: “Rabbinize yalvarın, azabı bir gün (olsun) bizden hafifletsin!” (Bekçiler) dediler ki: “Rasûlleriniz size apaçık deliller olarak gelmedi mi?”… Dediler ki: “Evet”… (Bekçiler) dediler ki: “O hâlde kendiniz dua edin!”… Hakikat bilgisini inkâr edenlerin duası da asılsız yönelişten başka bir şey değildir.

KUR’AN DA PEYGAMBERLERİN DUA ÖRNEKLERİ

HZ. İbrahim (AS) ın duası;

Rabbenâ âtinâ fiyddünyâ haseneten ve fiyl âhırati haseneten vekınâ azâben nâr. (2 – Bakara/201)

Rabbimiz, bize dünyada da hasene (Esmâ’nın güzelliklerini yaşamayı) ver, sonsuz gelecek sürecinde de hasene (nefsimizdeki Esmâ’nın güzellikleri) ver; (ayrı düşmenin) ateşinden bizi koru” derler. (Rabbena âtinâ fiyddünyâ….)

Hz. İsa (AS.) ın duası;

Kale ‘Iysebnü MeryemAllâhumme Rabbena enzil aleyna maideten minesSemai tekûnü lena ‘ıyden lievvelina ve ahırina ve ayeten minke, verzukna ve ente hayrur razikıyn; (5 – Mâide/114)

Meryemoğlu İsa: “Allâhım! Rabbimiz… Üzerimize semâdan bir mâide inzâl et bizim için de, hem evvelimiz ve hem âhirimiz için bir bayram ve senden bir delil olsun… Rızıklandır bizi; sen rızıklandıranların en hayırlısısın” dedi.

Hz. Musa (AS.) ın duası;

Ve neccina Bi rahmetiKE minel kavmil kafiriyn; (12 – Yusûf/86)

“Rahmetini bizde açığa çıkararak, hakikat bilgisini inkâr edenler topluluğundan kurtar.”

Hz. Süleyman (AS.) ın duası;

Kale Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ yembeğıy liehadin min ba’diy* inneKE ENTEl Vehhâb; (38 – Sâd/35)

“Rabbim beni mağfiret et (birimselliğimi ört) ve bana, benden sonra kimseye gerekmeyecek (bana has) bir özellik hibe et… Muhakkak ki sen Vehhâb’sın” (diye dua etti).

Hz. Yunus (AS.) ın duası;

lâ ilâhe illâ ente subhâneKE inniy küntü minez zâlimiyn: (21 – Enbiya/87)

ZünNun (Yunus)… Hani kızarak çekip gitmiş ve kendisini sıkıştırmayacağımızı zannetmişti! Nihayet karanlıklar içinde: “Tanrı yok (benliğim yok); sadece Sen (hakikatimi oluşturan El Esmâ mânâların)! Senin (Esmâ mânâlarını açığa çıkaran olarak bu işlevimle) tespihindeyim! Muhakkak ki ben zâlimlerden oldum” diye yönelmişti.

KUR’AN IN ÖNERDİĞİ BAZI DUA ÖRNEKLERİ

Lâ yükellifullâhu nefsen illâ vüs’ahâ* lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet* Rabbenâ lâ tüahıznâ in nesiynâ ev ahta’nâ* Rabbenâ ve lâ tahmil aleynâ ısran kemâ hameltehu alelleziyne min kablinâ* Rabbenâ ve lâ tühammilnâ mâ lâ tâkate lenâ Bih* va’fü annâ, vağfir lenâ, verhamnâ, ente mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfiriyn; (Bakara Suresi, 286)

Allâh kimseyi kapasitesi dışındakinden mükellef tutmaz. (Yaptığı iyi işler sonucu) kazandığı da kendinedir, (zararlı işler sonucu) alacağı karşılık da kendinedir. Rabbimiz, unutursak veya hataya düşersek bizi bundan dolayı cezalandırma. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş olduğun ağır vecibeleri bize yükleme. Rabbimiz, takatimizin yetmeyeceği şeyleri de bize yükleme. Bizi affeyle, mağfiret eyle, rahmet et. Sen mevlâmızsın. Tüm hakikati örten seni inkâr edenlere (kâfirlere) karşı bizi zafere erdir.

******************************************************************

Rabbenâ lâ tuzığ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünKE rahmeten, inneKE entel Vehhâb: (Âli- İmran/8)

Rabbimiz, bize hidâyet ettikten (hakikati gösterip idrak ettirdikten) sonra şuurumuzu (nefsaniyete – egoya) döndürme ve bize ledünnünden bir rahmet bağışla. Muhakkak sen Vehhâb’sın.

****************************************************************

Kul e’ûzü BiRabbil felak; Min şerri mâ halak; Ve min şerri ğâsikın izâ vekab; Ve min şerrin neffâsâti fiyl’ukad; Ve min şerri hâsidin izâ hased; (Felâk/1-5)

De ki: “Sığınırım Felak’ın (karanlığı yarıp aydınlığa kavuşturan nûrun) Rabbine” “Yarattığı halkının şerrinden” “Karanlığı çöken gecenin şerrinden” “Düğümlere üfüren kadınların şerrinden” “Haset ettiğinde, haset edicinin şerrinden!”

*************************************************************

Kul e’ûzü BirabbinNâs; Melikin Nâs; İlâhin Nâs; Min şerril vesvâsil hannâs; Elleziy yüvesvisü fiy sudûrin Nâs; Minel cinneti ven Nâs; (Nâs/1-6)

De ki: “Sığınırım Nâs’ın Rabbine,” “Nâs’ın Meliki’ne,” “Nâs’ın İlâhı’na,” “El Vesvas’il Hannas’ın (sinip sinip geri dönen, insanı bedenselliğe düşüren vesvese kuvvesi) şerrinden.” “O ki, insanların içlerinde vesvese üretir.” “Cinlerden ve insanlardan!”

**************************************************************

Mâliki YevmidDiyn; İyyaKE na’budu VE iyyaKE nesta’iyn; ihdinasSıratal’müstakıym; Sıratalleziyne en’amte aleyhim; Ğayril’mağdubi aleyhim; Ve laddaaalliyn; (Fatiha 4-7)

Din hükümlerinin (Sünnetullâh) yaşanmakta olduğu sonsuz sürecin Mâlik – Melik’idir. Sadece sana kulluk ederiz ve bunun farkındalığı için yardımını niyaz ederiz. (El Esmâ ül Hüsnâ anlamlarını açığa çıkarmak suretiyle tüm yaratılmışlar olarak sana kulluk etmekteyiz ve bunun farkındalığına ermemiz için yardımını isteriz.) Bizi sırat-ı müstakime (Hakikate erdiren yola) hidâyet et. Ki o, in’amda bulunduklarının (nefslerinin hakikati olan Allâh Esmâ’sına iman edip, ondaki kuvvelerin farkındalığını yaşayanların) yoluna… Gazabına uğrayanların (âlemlerin ve nefsinin hakikatini göremeyip benlikleriyle kayıtlananların) Ve (Hakikatten – Vâhid’ül EHAD üs Samed olan Allâh ismiyle işaret edilen, anlayışından) saparak şirk koşanların yoluna değil.

DUA İLE İLGİLİ BAZI HADİSLER.

Ebu Hüreyre(r.a.)’den rivayet edilen bir hadiste Peygamber(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Gerçekten Allah’ın 99 ismi vardır-yüzden bir eksik- Kim onu sayarsa cennete girer.” (Tirmizi)

**************************************************************

“Allah’ım! Sana, Zat-ı Bari’ni isimlendirdiğin, Kitabında inzal buyurduğun, Peygamberine talim buyurduğun ve ezelî ilm-i gaybında Kendin için tahsis ettiğin Esma-i Şerîfenin hepsiyle niyaz ederim. ”Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/391; Tecrit Terc., 8/192.”

***************************************************************

Resulullah (sav), bir adamın şöyle söylediğini işitti: “Allah’ım, şehadet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden talep ediyorum: Sen, kendisinden başka ilah olmayan Allah’sın, birsin, samedsin (hiçbir şeye ihtiyacın yok, her şey sana muhtaç), doğurmadın, doğmadın, bir eşin ve benzerin yoktur.

Bunun üzerine Efendimiz (sav) buyurdular: “Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin olsun, bu kimse, Allah’tan İsm-i Azamı adına talepte bulundu. Şunu bilin ki, kim İsm-i Azamla dua ederse Allah ona icabet eder, kim onunla talepde bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir.” (Kütüb-i Sitte, hadis no: 1790)

***************************************************************

Bir adam şöyle dua etmiştir “Ey Allah’ım, hamdlerim sanadır, nimetleri veren sensin, senden başka ilah yoktur. Sen semavat ve arzın celal ve ikram sahibi yaratıcısısın, Hayy ve Kayyumsun (kâinatı ayakta tutan hayat sahibisin.) Bu isimlerini şefaatçi yaparak senden istiyorum!

(Bu duayı işiten) Resulullah (sav) sordu: “Bu adam neyi vesile kılarak dua ediyor, biliyor musunuz?” “Allah ve Resulü daha iyi bilir?” “Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, o Allah’a, İsm-i Azam’ı ile dua etti. O İsm-i Azam ki, onunla dua edilirse Allah icabet eder, onunla istenirse verir.” (Kütüb-ü Sitte/1770)

****************************************************************

Hz. Âişe anlatıyor: Rasülullah (sav) şöyle yalvardı:

Allah’ım! Ben, senin pak, güzel, mübarek ve yüce nezdinde en sevimli olan, onunla dua edildiği takdirde hemen icabet ettiğin, onunla senden istenince hemen verdiğin, onunla Rahmetin talep edilince kurtuluş verdiğin isminle senden istiyorum.

Hz. Aişe’nin belirttiğine göre bir başka gün Rasülullah (sav)’in kendisine “Ey Âişe, kendisiyle dua edildiği takdirde icabet ettiği ismi, Allah’ın bana gösterdiğini sen biliyor musun?” diye sormuştu.

Hz. Âişe “Ben: Ey Allah’ın Rasûlü, Anam babam sana feda olsun, onu bana öğret” dedim.”

Ey Âişe, onu sana öğretmem uygun düşmez.” buyurdu. Bu cevap üzerine ben de oradan uzaklaşıp bir müddet tek başıma oturdum. Sonra kalkıp başını öptüm ve “Ey Allah’ın Rasûlü O’nu bana öğret” diye ricada bulundum. O yine “Onu sana öğretmem uygun olmaz Ey Âişe; onunla senin dünyevi bir şey talep etmen uygunsuz olur.” buyurdu.

“Ben de kalkıp abdest aldım, sonra iki rekât namaz kıldım, sonra:

“Allah’ım sana Allah isminle dua ediyorum. Sana Rahman isminle dua ediyorum. Sana bildiğim, bilmediğim güzel isimlerinin hepsiyle dua ediyorum. Bana mağfiret et, rahmet eyle” diye dua ettim. Bu duam üzerine Rasülullah (sav) güldü ve “İsmi Âzam senin yaptığın şu duanın içinde geçti.” buyurdu.” (Kütüb-i Sitte/7118)

**************************************************************

Duâ insanın korunacak silâhı, dinin temeli, yerlerin ve göklerin ziyasıdır.” (Mesâbih, c. 1, s. 22)

**************************************************************

Muhakkak ki duâ, gelen ve gelmeyen belâlara fayda verir. Ey Allah’ın kulları, sizler duâya devam edin.” (Câmiu’s- Sağîr, s. 146)

******************************************************************

Kazayı ancak duâ önler ve ömrü yalnız iyilik uzatır. (Tirmizi)

***************************************************************

Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secdede bulunduğu andır. O halde duayı çok yapın. (Müslim, Salât, 42. I,350.)

************************************************************

DUA NEDİR?

Dua; Arapça bir kelime olup, seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, yardım talep etmek, Allah’a yalvarmak, O’ndan dilekte bulunmak, O’na yakarmak demektir.

‘Dua’ , küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya, âciz olandan güçlü olana doğru meydana gelen bir istek ve niyazda bulunmadır. Yani dua; Allah ile kul arasında küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya doğru işleyen bir istek ve yalvarmadır.

Kavram olarak ‘dua’, kulun Allah’a sığınma ve yakarışını, Allah’ın yüceliği karşısında kulun güçsüzlüğünü itiraf etmesini, sevgi ve saygı duyguları içerisinde lütfunu, yardımını ve affını dilemesini ifade eder. İnsan ihtiyacı olan herhangi bir şeyi elde etmeye istekli olmasına rağmen ona ulaşmada âciz, güçsüz ve yetersiz olduğunu, Rabbinin ise duasını işiteceğini ve isterse ihtiyacını gidereceğini bilir. Çünkü insan; fâni, sınırlı, zayıf, arzu ve ihtiyaçlarla kuşatılmış bir varlık olarak yaratılmıştır. Allah ise yaratıcıdır, gücü sonsuz, rahmeti geniş ve iyilikleri boldur.

Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ise yalnızca O’dur.” (Fâtır, 35/15) meâlindeki âyetin de işaret ettiği gibi dua; insanın Allah karşısında kendi küçüklüğünün ve çaresizliğinin bilincinde olarak O’ndan bir şeyler istemesidir.

‘Dua’da asıl hedef kulun kendi durumunu Allah’a arz etmesi (sunması) olduğuna göre; bu, kul ile Allah arasındaki bir ilişkidir. Bu ilişkide kul kendini yaratan ve rızık veren Rabbine halini arz eder, acizliğini güçsüzlüğünü dile getirir, hatalarını ve eksikliklerini iletir, bunun karşısında o Yüce Makam’dan yardım, af ve merhamet, güç ve destek ister. Bu durum kulun Allah’a bağlılığı ve teslimiyetidir.(1)

Dua, ibadetin en büyüğüdür. Nitekim hadiste de Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Dua ibadetin tâ kendisidir.” veya “Dua ibadetin özüdür, iliğidir.”(2) buyurmaktadır. Bu açıdan dua ederken, sanki namaz kılıyor gibi tam bir bağlılık ile kendimizi vererek dua etmeliyiz. Zaten şu ayet de bu duruma işaret etmektedir:

Rabbinize için için yalvararak, başka nazarlardan uzak, gizlice dua edin.” (A’raf, 7/55)

Evet, dua ibadetin özü, kulluğun bir parçasıdır. Duası olmayan kimsenin Allah nazarında değeri yok tur. Çünkü ayet-i kerimede, dua etmeye tenezzül etmeyen kâfirlere hitaben, mü’minlerin onlar gibi olmaması istenerek açıkça şöyle buyurulmaktadır:

De ki: “Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki?” (Furkan, 25/77)

Burada dikkat çekilen husus, dua etmeyenlerin değersizlikleri ve Allah katında onların önemsenecek bir taraflarının olmadığıdır. İster insan olsun ister hayvan, bütün varlıklar, kendilerine has bir dille dua ederler. Ancak hal dili ile dua etmek ve fıtrat diliyle Allah’ı anmak, daha çok hayvanlara ve dilinden anlamadığımız diğer varlıklara aittir. Bildiğimiz ve anladığımız bir dille dua etmek ise sadece insanlara ve cinlere mahsustur.

Bu yüzden özellikle, insan hayatında duanın önemli bir yeri vardır. İnsan bilerek veya bilmeyerek, günün her saatinde, hatta her anında, azaları ve organlarının diliyle dua etmektedir. Bilinçli olarak, kasten yapılan dua ise, bir ibadet olmasının yanı sıra birtakım rahatsızlıklardan da kurtulmaya vesile olmaktadır.(3)

Duada esas olan, kulun Allah’a muhtaç olduğunu, O’ndan başka çaresi olmadığını bilmesidir. Zaten en çok kabul edilmeye yakın olan da, bu tür dualardır. Yani çok zor bir durumda, adeta denizin ortasında kalmış da her şeyin bittiği anda Allah’a yalvarıyor gibi yalvarmak duaların en makbulüdür.

DUANIN MAHİYETİ NEDİR?

‘Dua’ mü’minler için bir ibadettir. Allah’ı Rab bilip O’nun önünde secdeye kapananlar, ihtiyaçlarını Allah’a bildirirler ve O’ndan yardım dilerler. Nitekim Fatiha sûresinde sürekli “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden medet umarız.” derler.

Dua etmeyi önemsemeyenler, ibadeti önemsemeyenlerdir. Bu gibi kimseler kibirli kişilerdir. Ancak kibirliler yani kendilerini üstün makamda görenler Allah’tan bir şey istemeye tenezzül etmezler. Böyle bir anlayış şüphesiz ki sapıklığın ve azgınlığın ta kendisidir.

Esasen insan güçsüz olduğu için başkasının yardımına muhtaçtır. Sıkıştığı zaman birilerinden yardım ister. Ancak insanın öyle ihtiyaçları olur ki, başkalarının onu karşılaması mümkün değildir. İşte böyle bir noktada Allah’a inanmayan inkârcılar ve O’na ortak koşan müşrikler bile ortak koştukları tanrılarını bir tarafa atar ve Âlemlerin Rabbi Allah’tan yardım isterler:

İnsan bir sıkıntıya mâruz kalınca gerek yan yatarken, gerek otururken veya ayakta iken, Bize yalvarıp yakarır. Fakat Biz sıkıntısını giderdik mi, sanki uğradığı dertten dolayı Bize yalvaran kendisi değilmiş gibi eski haline geçip gider. İşte (hayat sermayelerini boşuna harcayıp) haddini aşanlara, yaptıkları işler, kendilerine böyle süslenmiş, hoşlarına gitmiştir.” (Yunus, 10/12)

          İlk insandan günümüze kadar bütün insanların hayatında ibadet ve dua sürekli gündemdedir. Her insan hak veya batıl mutlaka bir dine inanır. Allah’a inananlar Allah’ın, Allah’ı unutanlar ise ilâh diye inandığı bir şeyin önünde ibadet eder, ona sığınır, ondan yardım ister, ya da ondan korkar. Dua etmek de bu tapınmanın bir parçasıdır. İster Müslüman olsun, ister gayrimüslim olsun; kimileri rahata kavuşunca, kendini güçlü hissedince dua etmekten kaçınır. Bu gibilerin hayatında duanın yer almaması işin aslını değiştirmez. Onlar da dara düşünce sığınılacak ve yardım istenecek bir kucak ararlar.

DUANIN HAKİKATİ NEDİR?

Duanın hakikati, kulun Rabbinden yardım dilemesidir. İstenilen varlık, her zaman isteyenden üstündür. Kul, isteyen makamında olduğu için, acizliğini, fakirliğini ve perişanlığını Allah’a arz etmeli ve dua ederken bu makamda olduğunu unutmamalıdır. Muhtaç olduğunu sevgi ve saygıyla Allah’a sunmalıdır.

İnsan, yeryüzünde sürdürdüğü hayatında hangi konumda olursa olsun, -zengin, fakir; yüksek makamların sahibi, makamsız; çevresi geniş veya kimsesiz- her an duaya muhtaç bir varlıktır. Bu, her yönümüzle sınırlı ve zayıf bir yaratık olmamızın sonucudur. Bütün insanlar, duaya aynı oranda muhtaçtır. Ama herkes için duaların ve isteklerin mâhiyeti farklı olabilir. Biz, fakir kimselerin zenginlerden daha çok duaya muhtaç olduklarını zannedebiliriz. Aynı şekilde çevresi kalabalık, adamları çok olan kimselerin, yalnız insanlardan daha az duaya ihtiyaç duyabileceklerini de sanabiliriz. Eğer biz böyle düşünüyorsak, duayı anlamamış sayılırız.

Mesela; fakir bir insan düşünün. Ellerini açmış, Allah’ın “Rezzâk-Bol bol rızık veren” ismini anarak rızkının genişletilmesini istiyor. Bu noktada zengin insanın dua etmesine gerek yok diyebiliriz. Hâlbuki bu noktada, zengin insan da ellerini açıp “Ya Rabbi, beni, zenginliğinden dolayı Sana isyân eden ve sonra da helâk olan Kârûn gibi şımartma. Bana vermiş olduğun nimetlerin şükrünü edâ etmeyi nasip eyle.” diye dua etmelidir. Görüldüğü gibi, her ikisi de duaya muhtaçtır. Hatta bize duaya daha az ihtiyacı var gibi gözüken zenginlerin, belki de fakirlerden daha çok ihtiyacı vardır. Çünkü varlıkla imtihan edilmek, yoklukla sınanmaktan daha zor ve tehlikelidir. Çünkü;

Hayır! Rabbinin bunca nimetlerine rağmen kâfir insan kendisini ihtiyaçsız zannetti diye azar.” (Alak, 96/6-7)

Ey insanlar! Siz hepiniz Allah’a muhtaçsınız. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her türlü övgülere ve hamdlere lâyık olan ise ancak Allah’tır.” (Fâtır, 35/15) âyetleri, herkesin Allah’a muhtaç olduğunu ve zengin insanların da azmaması için duaya ihtiyaçlarının olduğunu gösteriyor.

Resûlullah Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah buyurdu ki: ‘Ey kullarım! Hepiniz açsınız; ancak Benim yedirdiklerim hâriç, onlar toktur. O halde sizi yedirmemi isteyin ki, yedireyim. Ey kullarım! Benim giydirdiklerim dışında hepiniz çıplaksınız; o halde sizi giydirmemi isteyin ki, giydireyim. Ey kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz ve insanlarınız, yüksek bir yerde toplansalar da hepsi Benden (ayrı ayrı şeyler) isteseler, Ben onlardan her birine isteğini versem; bu, Benim yanımdaki (hazine)lerden ancak denize daldırılan bir iğnenin (sudan) eksilttiği kadar eksiltebilir.”4

Demek ki insan ne kadar güçlü ve zengin olursa olsun, Allah karşısında kendini yoksul görmeli. Zaten insan, kendini yoksul görmezse Allah’tan istemenin bir anlamı olmaz.

DUANIN HEDEFİ NEDİR?

İslâm’a göre duanın ibadet olarak apayrı bir yeri vardır. İslâm’a göre dua, bir psikolojik rahatlama aracı değildir. Hele hele bazılarının zannettiği gibi işleri, görünmeyen bir İlâh’a havale etmek hiç değildir. Dua, bir korkunun, bir endişenin, bir ürpertinin sonucunda bir sığınma, o ürpertiden kurtuluş arzusu da sayılamaz. Eski dinlerde olduğu gibi kızgınlığından ve kötülüğünden kurtulmak üzere ilâhlara el açmak da değildir.

Dua bir iman, bir aksiyon, bir çaba ve uyanıştır. Allah’ı ve O’na ait hâkimiyeti, ilâhlığı tanıma, itiraf etmedir. Hayatın gayesini idrak etme, yaşayışı programa koyma, ilerisi için hazırlık yapma, din için çalışmaya azmetme, toparlanma ve eksikliklerini gidermedir.

Dua, Allah’tan sürekli bir istemedir. Bu isteme mü’min için inanç, Müslüman olmanın bir işareti, bir hayat hedefidir. O, Allah’ın bitmez-tükenmez hazinelerini, iyi bir mü’min olma uğruna ister, onların yeryüzüne inmesini niyaz eder.

Duanın ana hedefi insanın Allah’a halini arz etmesi ve O’na niyazda bulunması olduğuna göre dua kul ile Allah arasında bir diyalog anlamı taşır. Bunun gerçekleşmesi için önce Allah insanı kendi varlığından haberdar etmiş, insan da varlığını benimsediği bu yüce kudret karşısında duyduğu saygı ve ümit hisleri sebebiyle kendisinden daha üstün olanla irtibat ihtiyacını duymuştur. Dua böyle bir irtibat neticesinde insanın bir taraftan kendi ihtiyaç ve eksiklerinin telâfisini, diğer taraftan daha mükemmele ulaşmasını hedefleyen bir diyalog vasıtasıdır. Bir başka söyleyişle dua sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprüdür. Bu sebeple insan, tarihin hiçbir döneminde duadan uzak kalmamıştır.

DUA ALLAH’IN EMRi MİDİR?

İnsan, karanlık gecelerde, aydınlık gündüzlerde, yazda-kışta, dağda-ovada, köyde-şehirde, her nerede ve ne zaman olursa olsun daima kendisiyle beraber olan âlemlerin Rabbi’ne muhtaçtır. Bundan dolayı mü’min, yalvarılacak ve kendisine sığınılacak olarak yalnız Allah’ı bilir, O’nu tanır ve O’ndan başkasına boyun eğmeyi O’na vefasızlık sayar. O bilir ki,

-“Rabbinize için için yalvararak, başka nazarlardan uzak, gizlice dua edin. Gerçekten O, haddi aşanları hiç sevmez. Düzeltilmiş olan ülkeyi ifsat etmeyin, karıştırıp bozmayın. Hem endişe, hem de ümit ile O’na yalvarın. Muhakkak ki Allah’ın rahmeti iyi kimselere yakındır.” (A’raf, 7/55-56),

-“En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na onlarla (o güzel isimlerle) dua edin” (A’raf, 7/180),

-“Kâfirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah’a halis kılarak O’na yalvarın.” (Mü’min, 40/14),

-“.. Bana dua edin, size icabet edeyim (duanıza cevap vereyim).” (Mü’min, 40/60) buyurarak kendisine dua edilmesini emreden Allah (c.c), kapısına gelip kulluğunu ilan eden ve kendisine el açıp yalvaranları huzurundan boş çevirmeyecektir.

DUANIN ÖNEMİ NEDİR?

Her konuda Rabbine muhtaç, âciz ve güçsüz olan kula düşen görev, güçsüzlüğünü bilerek Rabbine dua etmesidir. Mü’minlerin Allah’a dua etmelerini emreden bizzat Rabbimizdir. Kur’ân şöyle diyor:

Rabbiniz buyurdu ki: “Bana dua edin ki size karşılık vereyim. Zira Bana ibadet, yani dua etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış ve rezil olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min, 40/60)

Kur’ân dua ile başlayıp, dua ile son bulur. Fâtiha sûresi kısa ve özet bir duadır. İnsan-Allah ilişkisinin bütün boyutları bu kısa sûrede özetlenmiştir. Bu yüzden Fâtiha sûresi, namaz ibadetinin temel gereklerinden biri olarak her rekâtta okunduğu gibi, namaz dışında da en çok okunan dua olmuştur. Fâtiha sûresinin fazîletiyle ilgili Peygamber Efendimiz’in pek çok hadisi vardır. Aynı şekilde Kur’ân’ın son iki sûresi de birer dua olup, namazlarda ve namaz dışında okunması Sevgili Peygamberimiz tarafından tavsiye edilmiştir.

Bazı insanlar kendilerinin Allah’a muhtaç olmadıklarını düşünürler. Onlar, kendilerini güçlü sanan kibirli kimselerdir. Böyle kimseler Allah’a dua etmeyi lüzumsuz sayarlar, buna ihtiyaçları olmadığını sanırlar. Âyette, dua ile ibadet kavramlarının beraber anılması da önemlidir. Buna göre dua, ibadetin bir parçasıdır ve birbirlerini bütünler.

Rabbimiz, kullarına yakın olduğunu, dua edenlerin dualarına karşılık vereceğini, insanların O’nun çağrısına uymaları gerektiğini haber veriyor.5

Allah, kendisine ibadet ve dua eden kullarına yakındır. Bu yakınlık elbette mecazi olup, Allah’ın kulun ibadet ve duasına önem verdiğini, bunları boşa çıkarmayacağını, dua ve ibadette bulunan kulun derecesinin yüksekliğini ifade eder. Allah (c.c.), dua eden, kendisinden isteyen, kendisine başvuran, âcizliğini, yetmezliğini idrak eden, bağışlanma dileyen kulunu sevmektedir. Çünkü dua etmek, bir anlamda Rabbe itaat ve boyun eğmektir, O’nun yüceliğine iman etmektir, O’nun her şeye gücünün yettiğini itiraf etmektir. Kulun bu şekilde davranması iman ve teslimiyettir. Dua etmeyen kulların Allah katında bir değeri yoktur:

De ki: Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki?” (Furkan, 25/77)

Bir insanın Allah’a iman ettiğini gösteren önemli alâmetlerden bir tanesi de duadır. Dua eden insan, kendisinin âciz ve zayıf bir kul olduğunu, istediklerini kendi başına yerine getiremeyeceğini ve bunları ancak kendisine Allah’ın verebileceğini kabul etmiş olur. Dua, Allah’a kul olmanın en saf, en temiz, en samimi ifadelerindendir. Kuran’da da mü’minlerin temel vasıflarından birinin “sabah akşam sabrederek Allah’a dua etmek” olduğu şöyle haber verilir:

Rablerine, sırf O’nun rızasını ve cemaline kavuşmayı umdukları için, sabah akşam yalvaranlarla beraber, sıkıntılara karşı candan sabret.” (Kehf, 18/28)

İslâm’da dua’nın önemine ve ibadet olarak faziletine dair birçok âyet ve hadis vardır. Bu âyet ve hadislerde dua etmenin önemi, ne zaman, nasıl ve hangi yöntemlerle dua edileceği, kimlerin duasının kabul olunacağı, hangi kelimelerle dua etmenin daha iyi olacağı, duanın kulun hayatına getireceği şuuru, rahatlığı, dua ile Allah’ın yapacağı bağışları görebiliriz.

HER ZAMAN MI DUA ETMELİ?

İnsan kendini müstağnî görmeye, yani kendini kendine yeterli görmeye başladığı zaman, Allah’tan uzaklaşmaya başlamış demektir. Çünkü dua insanın kendi kendine yetmediğinin göstergesidir.

Sosyal hayatımızda emir, tavsiye ve ricalarını pek yerine getirmediğimiz, bu konuda önem vermediğimiz bir kimseye günün birinde işimiz düşse, kendisine gidip işimizi halletmesini rica etsek, o bize şöyle demez mi? “Hangi yüzle geldin? Sen benim dediklerimi yerine getirdin mi ki, ben de seninkileri yerine getireyim?”

Ey İman edenler! Eğer siz Allah’a (yani O’nun dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder. Ayaklarınızı sâbit tutar, kaydırmaz.” (Muhammed, 47/7)

Allah’a yardım etmek, O’nun dinine hizmet etmek ve isteklerini yerine getirmektir. Biz Allah’ın dinini yaşar ve hayatımızı O’na göre tanzim edersek, İslâm yolunda çalışırsak Allah da bizi gözetir. Allah’ın helâllerini helâl, haramlarını da haram kabul etmez ve hayatımızı rastgele sürdürürsek, dualarımızı hangi yüzle yapacağız? Bu, hiç samimiyetle bağdaşır mı?

Dünya hayatında, günü geldiği halde borcumuzu ödemediğimiz bir şahsın kapısının önünden geçmeyiz. Hatta onun evine, dükkânına yakın yerlerde dahi dolaşmayız, kaçınırız, belki karşımıza çıkar diye. Kulluk borcumuzu ödemediğimiz ve isteklerini yerine getirmediğimiz bir zâtın mülkünde dolaşırken de benzer duygular içinde mahcûbiyet duymalı ve dua edip bazı isteklerde bulunmak için O’nunla aramızı devamlı sıcak tutmalıyız.          Yine çoğu zaman yaptığımız gibi, sadece sıkışık anlarımızda ve çaresiz kaldığımızda el açıp ‘Ya Rabbi!’ diyoruz. Diğer zamanlarda Allah’a ihtiyacımız yok zannediyoruz. Hâlbuki insanın Allah’a muhtaç olmadığı bir saniyesi bile yoktur. Nedense insan sanki sadece darda kaldığı anlarda Allah’a muhtaç olduğunu zannederek dua eder. Oysa o her an muhtaç olduğunun şuurunda olmalıdır. İşte bu noktada şuuru yakalamış olmak, hayatın rahat zamanlarında da dua etmeyi gerekli kılar. Zaten duanın aynı zamanda bir ibadet ve kulluk olduğunu söylemiştik. Kulluk ise süreklidir. O halde dua da sadece dar zamanlarda yapılmamalıdır.

Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et.” (Hicr, 15/99)

Rahat olduğumuz zamanlarda yapacağımız dualar darda kaldığımız zaman yapacağımız duaların kabul edilmesini kolaylaştırır. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur: “Kim zor ve sıkıntılı zamanlarında dualarının kabul edilmesini istiyorsa, rahat zamanlarında çok dua yapsın.”6

DİNE HİZMET EDENLER DE DUA ETMELİ MİDİR?

Allah’ın dinini tebliğ eden, yani başkalarına anlatan bir kimsenin dua yanı önemlidir. O kimse, sözlerinin tesirli olmasını ancak Cenâb-ı Hak’tan bekler. Mülk sahibi O’dur. Kalbler O’nun kudret elindedir.

Evet, en güzel ve büyüleyici ifadelerin dahi tesir etmediği nice insanlar vardır ki; onlar, yürekten ve candan yapılan dualarla hidayete ermişler, Müslüman olmuşlardır. Dua mü’minin silahı olduğu gibi, tebliğ adamının da ilk ve son sığınağıdır. O, evvela kendilerine İslâm’ı anlatacağı kişilere dua eder, sonra da söyleyeceklerini söyler. Böyle yapması, hiçbir zaman onun akıl ve mantık zemininden ayrılması anlamına gelmez. Aksine her ikisinin de yerini çok daha iyi anlama ve kavrama mânâsına gelir. İslâm’ı anlatma ve tesirde duanın ne müthiş bir tesiri olduğunu gösteren bir-iki misal:

Allah Resûlü (s.a.s.), insanların hidayeti için dine uygun olan her yolu denemiştir. Ama, duayı da hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Mesela O, Hz. Ömer’in (r.a.) hidayeti için daima dua edip durmuş ve nihayet bir gün, hem de hiç ümit edilmeyen bir zamanda Allah (c.c.), Hz. Ömer’e (r.a.) hidayet nasip etmiştir. Buna, Allah Resûlü’nün (s.a.s.) duasının bereketi denebilir.

Yine bir gün Ebu Hureyre (r.a.), Allah Resûlü’ne (s.a.s.) gelerek annesi için dua talep etmiştir. Çünkü o güne kadar kadının gönlüne bir türlü İslâm yol bulup girememiştir. Ebu Hureyre’nin isteği üzerine Allah Resulü (s.a.s.) ellerini açar ve: “Allah’ım Ebu Hureyre’nin annesine hidayet et.” diye dua eder. Ebu Hureyre sevinerek mescitten çıkar ve koşarak eve gelir.. tam kapıyı açacağı sırada içeriden annesi Ebu Hureyre’ye, “Olduğun yerde kal, içeriye girme.” der. Ebu Hureyre (r.a.) kapının önünde beklerken kulağına bir su sesi gelir. O, ihtimâl annem yıkanıyor diye düşünür. Biraz sonra da bu yaşlı kadın kapıyı açar ve dışarıya çıkar, kelime-i şehadet getirir ve Müslüman olur. Evet, Ebu Hureyre (r.a.) yanlış duymuyordu. Annesi kelime-i şehadet getiriyor ve Müslüman olduğunu müjdeliyordu. O güne kadar hidayete ermesi için onca uğraşılan bu kadına da Allah Resûlü’nün (s.a.s.) duası yetivermişti.

SADECE BELÂ VE MUSİBET ANINDA MI DUA ETMELİDİR

Bir Müslüman’ın, sadece belâ ve musibet anlarında dua edip, daha sonra duayı terk etmesi doğru değildir. Çünkü böyle bir durum, Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan kâfirlerin durumuna benzemektedir. Kâfirler, sıkıntıya düşünce yana yakıla Allah’a kendilerini kurtarması için dua ettikleri halde, sıkıntı geçince Allah’a duayı terk ettikleri gibi, O’na şirk koşmaya başlarlar. Bir Müslüman olarak biz de aynı duruma düşmemeliyiz.

Allah’ın izniyle biz günlük duamızı okur ve devam edersek Kur’ân’da anlatılan kâfirlere benzememiş oluruz. Onun için boş kaldığımız anlarda dudaklarımız devamlı dua ile kıpırdamalıdır.

Bu hususta Hz. Yunus’un hali bize örnek olmalı. Yunus (a.s.), kavminin kendisine inanmaması sonucu, geçmiş kavimleri helak eden bir kısım bela emareleri zuhur edince, bulunduğu beldeden, Allah’tan açık bir emir almadan ayrılmış ve yüklü bir gemiye binmişti. Geminin yükü fazla olduğundan gemi taşıyamamış, yolculardan birini denize atmak gerekmişti. Atılacak kişinin tespiti için gemidekilerle kur’a çekti. Kur’ân’ın ifâdesiyle          “Kur’a çekti, (kur’a kendisine isabet ettiği için) yenilenlerden oldu. Yunus (a.s.) yaptığından ötürü pişman bir vaziyette iken balık onu yutuverdi.” (Sâffât, 37/141-142).

Hz. Yunus (a.s.), iç içe üç karanlık içinde Rabbine dua etti; deniz, gecenin karanlığı ve balığın karnı. Yunus(a.s.) duasında;

Lâ ilâhe illâ ente subhâneKE inniy küntü minez zâlimiyn. “Senden başka ilah yoktur. Sen bütün eksiklerden uzaksın, yücesin, ben zâlimlerden oldum”  diyerek yalvardı. Yüce Allah da; “Biz de onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte biz, inananları böyle kurtarırız” (Enbiyâ, 21/88) diyerek cevap verdi.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Yunus(a.s.)’ı kurtarmasının sebebini onun rahatlık ve bolluk anında da Allah’ı çok zikretmesi olduğunu bildirdi: “Eğer (rahatlık ve bolluk anında da) tesbih edenlerden olmasaydı, (insanların) diriltilecekleri güne kadar onun (balığın) karnında kalırdı” (Sâffât, 37/143-144).

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), bir hadislerinde; “Kederli, hüzünlü bir kimse, kardeşim Yunus gibi dua ederse, Allah onun duasına cevap verir. O dua da Lâ ilâhe illâ ente subhâneKE inniy küntü minez zâlimiyn. duasıdır.”7 Öyleyse, “Sıkıntılı anında Allah’ın, duasını kabul etmesi kimin hoşuna gidiyorsa, rahatlık ve bolluk anında Allah’a çok dua etsin.”8

Kişi bolluk ve mutluluk zamanında Allah’a dua etmeye devam ederse, daha sonra başına şiddetli belâ ve musîbetler geldiğinde yine Rabbine dua ettiği zaman melekler; “Ya Rabbi! Bu ses, tanıdık bir kuldan ve tanıdık bir ses. Allah’ım, onun duasını kabul et” derler. Bundan dolayı bazı büyük kimseler şöyle dua etmişlerdir:

Ya Rabbi! Bana dua etmem emredildi ve duama cevap verileceği de vaat edildi. Senin emrettiğin gibi sana dua ediyor ve senden istiyorum. Vaat ettiğin gibi duama icâbet et.

Prof. Dr. Davut Aydüz Sa. Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt.Üyesi DİPNOTLAR 1. Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Yay., s. 150. 2. Tirmizî, Daavât 1; Ebû Dâvûd, Salât 358. 3. Arif Arslan, Dua ile Ruhsal Tedavi, Samanyolu Yay., s. 18. 4. Müslim, Birr 55. 5. Bkz. Bakara, 2/186. 6. Tirmizî, Daavât 9. 7. Tirmizî, Daavât 82. 8. Tirmizî, Daavât 9.

***********************************************************************

DUA HAKKINDA

NİÇİN DUA?

“DUA MÜMİNİN SİLAHIDIR” diyor Rasûlullâh Muhammed Mustafa AleyhisSelâm… Ve gene, şöyle başka bir açıklama getiriyor “DUA” konusuna:

DUA İBADETİN ÖZÜDÜR.”

Bu hadîs-î şerîf’in hemen arkasından şu âyeti kerîmeyi hatırlayalım:

BEN CİNNİ VE İNSİ YALNIZCA (ESMÂ ÖZELLİKLERİMİ AÇIĞA ÇIKARMAK SURETİYLE) KULLUK ETMELERİ İÇİN YARATTIM!” (51.Zâriyat: 56)

En basit anlamıyla kulluk, dua ve zikirdir! En geniş anlamıyla kulluk, birimin varoluş gayesinin gereğini yerine getirmesidir.

— Peki, biz dua ettiğimiz zaman, kabul olur mu?

Eğer kulum, bana ellerini kaldırır da dua ederse, ben o elleri boş olarak geri çevirmekten hayâ ederim.” Evet, bu bir hadîs-î kudsî.

Bu konudaki bir başka hadîs-î kudsî de şöyle:

Ey Âdemoğlu, dua senden, icabet benden; istiğfar senden, bağışlamak benden; tövbe senden, kabul etmek benden; şükür senden, fazlasıyla vermek benden; sabır senden, yardım benden… Ne istedin ki benden sana vermedim...”

İşte yukarıdaki hadîs-î kudsî’yi destekleyen bir âyeti kerîme:

BANA DUA EDİN, SİZE İCABET EDEYİM!” (40.Mu’min: 60)

Bu konuya açıklık getiren diğer bir hadîs-î kudsî ise şöyle:

Ben, kulumun zannı üzereyim. Artık dilediği gibi düşünsün!..” Yani siz dua ederken, o duanızın kesinlikle kabul göreceğini düşünürseniz, biliniz ki mutlaka isteğiniz meydana gelecektir!

Nitekim, bu açıdan olaya bakıldığı içindir ki, önde gelen evliyaullâhtan İmamı Rabbanî Ahmed Faruk Serhendî şöyle demiştir: “Bir şeyi istemek, ona nail olmak demektir. Zira Allâhû Teâlâ kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez.”

Esasen dua etmek söz konusu olduğunda, bir şey isteyeceğimizde, hemen şu âyeti kerîmeyi hatırlamamız gerekmektedir:          “RABB-ÜL ÂLEMÎN OLAN ALLÂH DİLEMEDİKÇE, SİZ DİLEYEMEZSİNİZ.” (81.Tekviyr: 29)

Yani, sizde ortaya çıkan bu istek, gerçekte Allâh istemiş olduğu için sizde ortaya çıkmaktadır! Eğer, Allâh istememiş olsaydı, siz dahi o şeyi isteyemezdiniz.

En kolay, en ucuz -yani bedava- ve en tesirli şey DUA‘dır… İşte bu yüzdendir ki, DUA için, “Müminin silahıdır” buyurulmuştur.          “DUA” nasıl silah olur?

Bunu anlayabilmek için, tasavvufun derinliklerine inmek gereklidir.

İnsan, gerçeği itibarıyla, Allâh’ın Zâtî sıfatlarıyla yaratılmış, O’nun varlığı ile kaîm ve daim varlıktır.

Allâh‘ın “HAYY” ismiyle işaret edilen şekilde HAYAT sıfatıyla vardır; yaşar.

Allâh‘ın “ALİYM” ismiyle işaret edilen şekilde, İLİM sıfatıyla bilgi, ilim sahibidir, yaşamına yön verir.          

NİÇİN DUA?

Allâh‘ın “MÜRİYD” ismiyle işaret edilen şekilde, İRADE sıfatıyla isteklerini tahakkuk ettirmeye yönelir… Dolayısıyladır ki insan, kendi varlığında mevcut olan bu isimlerin mânâlarını ortaya çıkartabildiği ölçüde, takdir edilen nispette, arzularına nail, korktuğundan emin olur.

DUA nedir? Ötedeki bir tanrıdan talep mi?

Özünde ve varlığının her boyut ve zerresinde kendisiyle kaîm olduğun Allâh’ın gücünün ortaya çıkmasını talep mi?

DUA, insanın varlığındaki ilâhî gücün ortaya çıkartılması tekniğinden başka bir şey değildir!

Bu yüzdendir ki; insan, tam bir konsantrasyon ile DUA edebildiği anda, pek çok imkânsızmış gibi görünen şeyin gerçekleştiğini fark edebilir.

Bu yüzdendir ki, insanın en güçlü silahı DUA’dır.

DUA mekanizmasından en büyük verimi almak istiyorsak, özellikle ve öncelikle şekli, yeri ve zamanı konusunda bazı hususlara önem vermek zorundayız.

DUA’NIN ŞEKLİ

DUA ederken bazı hareketler oldukça önemlidir.

Dua ederken, kollar koltuk altı görülecek bir şekilde yana açılıp, eller yüze paralel bir şekilde öne uzatılmalıdır. Takriben yüzden otuz santimetre mesafede parmak aralıkları hafif açık olan ellerin, parmaklardan çıkan ışınların, alından çıkan ışınlarla ilerde bir birleşim yapacak şekilde yönlendirilmesi son derece faydalıdır.

Bakın bu konuda Hazreti Rasûl AleyhisSelâm ne buyuruyor?

— Herhangi bir kul, koltuğunun altı görülecek şekilde ellerini kaldırır ve Allâh’tan bir dilekte bulunursa; acele etmediği takdirde kesinlikle duasına icabet edilir.

— Acele nasıl olur yâ Rasûlullâh?

—Dua ettim ettim, kabul olmadı, der (de vazgeçer)… İşte bu yanlıştır; olana kadar ısrar etmek gerekir.

Ellerden parmak uçlarından yayılan dalgalarla, beyinden “yönlendirilen” dalgalar(1) bir noktada birleşerek lazer ışını gibi etki ederek belli hususların oluşmasında son derece önemli rol oynarlar.

(1) Yönlendirilmiş dalgalar konusunun detaylarını “İNSAN VE SIRLARI” isimli kitabımızda bulabilirsiniz.

Burada fark edileceği gibi, DUA‘nın oluşmasını sağlayan ana güç, insana dışarıdan gelmeyip; tamamıyla, insanın varlığında mevcut olan Allâh isimlerinin manevî gücünden ortaya çıkmaktadır.

Kısacası DUA, kişinin kendindeki ilâhî güçler eşliğinde isteklerini gerçekleştirme faaliyetidir. Ve elbette ki bunun bir tekniği ve bilimsel açıklaması vardır.

DUA esas itibarıyla, beynin “yönlendirilmiş dalgalarıdır.”

Evrenin oluşumu, Allâh tasavvurunun, ilim boyutunun enerjiye ve kuantsal yapıya dönüşümüyle meydana geldiği gibi; insanın bütün istek ve arzuları dahi, bilincin ilim boyutundan kaynaklanan istek ve arzularının beyinin yönlendirilmiş dalgalarıyla yoğunlaştırılması suretiyle meydana gelir.           Bu sebepledir ki, konsantrasyon ne derece güçlü olursa,DUA‘ya icabet de o derece süratli olur… Bunun için denmiştir, “Mazlumun duası yerde kalmaz; âh alan felâh bulmaz!”

Zira, o “âh” eden kişi, öyle bir sıkıntıyla, öyle bir konsantrasyonla, menfi beyin dalgalarını o kişiye yöneltir ki, o yayın okundan kurtulmak asla mümkün olmaz.

Dedesinde çıkmasa, torununda çıkar o “âh”ın neticesi!.. Nasıl mı, çok basit!

Dedenin aldığı “âh” dalgaları, onun genetik düzenini öyle bir etkiler ki; neticesi kendisinde ortaya çıkmasa bile, çocuğunda veya torununda genetik intikâl dolayısıyla ortaya çıkar ve dedesinin cezasına maruz kalır. İşte bu yüzden denmiştir; “Dedesi erik çalmış, torunun dişi kamaşmış” diye…

Evet, eller ileri kollar açık dua demiştik… Efendimiz böyle yapmış… Çölde yaralı bir hâlde kendilerini bulan, yaralarını temizleyen, onları iyileştiren kimseleri öldürüp kaçanlar için Hazreti Rasûlullâh (s.a.v.) ayakta, elleri yukarıda tarif ettiğimiz biçimde açık olarak ashab ile beraber dua etmiş ve kaçan kişiler çok kısa süre içinde bulunarak yaptıklarının karşılığını almışlardır.

Ayakta, eller tarif ettiğimiz biçimde avuç içleri yüze, kollar ileriye dönük olarak parmak uçları aracılığıyla “yönlendirilmiş” dalgalar şeklinde yapılan DUA gibi, ayrıca, SECDE hâlinde yapılan DUA da son derece etkilidir.

Özellikle, gece yarısından sonra, yani Güneş’in bulunduğunuz yerin tam arkasında olduğu ve Güneş radyasyonunun en asgariye indiği saatlerde SECDE hâlinde yapılan DUA son derece etkilidir. Şayet kılınan hâcet namazının; veya herhangi bir namazın son secdesinde bu DUA yapılırsa, tesir gücü bir hayli daha fazla olur…

Namazın, yani gece kılınan bir namazın son secdesinde, çeşitli kusurlarını itiraf edip, onlardan bağışlanma dilendikten sonra DUA edilirse; ve istenen şeyin mahiyetine göre, birkaç gün üst üste veya günaşırı bir şekilde bu çalışmaya devam edilirse; takdiri ilâhî, o şeyin oluşmasına mutlaka cevap verir… Çünkü; o DUA’nın ısrarla devamına müsaade olunması, o duaya icabet edileceğinin de göstergesidir. Zira, Allâh, kabul etmeyeceği DUA‘ya ısrarla devam şansı tanımaz.

Kişi, bir konudaki DUA‘sında ısrarlı değilse, o DUA‘nın yerine gelme şansı da son derece düşüktür.

SECDE hâlinde yapılan DUA, hele kusurların itirafından sonra olursa, son derece güçlüdür demiştik. Niçin?

SECDE hâlinde, bedendeki kan yoğun bir biçimde başa, beyne akmakta, oksijen ve diğer enerji kaynakları tarafından beyin son derece mükemmel şekilde beslenmektedir. Bu sebeplede çok güçlü dalgalar yayabilmektedir.

Ayrıca gene secde hâlinde yapılan kusurları itiraf fiiliyle çok güçlü bir konsantrasyon ve yönelim meydana gelmekte, bu da arzulanan şey doğrultusunda güçlü dalgalar yayılmasına vesile olmaktadır.

DUA‘yı güçlendiren ve gerçekleştiren en önemli faktör ise DUA anında, kişinin şuurunun VEHİM tasarrufundan uzak kalmasıdır. Ve bu hâl de, secde yani, benlik kavramının kalktığı bir hâldir. Nitekim bu konuda bizi uyaran Hazreti Rasûl (s.a.v.), “şeksiz şüphesiz, kabul olacağından emin olunarak” DUA edilmesini tavsiye etmiştir.

DUA‘nın tesirini kesen en önemli güç, gene kişinin kendisinde bulunan VEHİM-VESVESE kuvvesidir…

Kişide, VEHİM-VESVESE ne derece gerilemiş ise, DUA‘sı o derece keskin ve süratli bir şekilde gerçekleşir.

Allâh’a yakîn elde etmiş kişilerin DUA‘sının kabulündeki en önemli etkenlerden biri de, o kişilerdeki VEHİM-VESVESENİN oldukça düşük olmasıdır. Ayrıca, bu kişilerin, yaptıkları çalışma ve lütfu ilâhî sonucu olarak, çeşitli ilâhî güçlerin yapılarında ortaya çıkması da, elbette ki DUA‘larının süratle gerçekleşmesinde önemli bir faktördür.

Ayrıca, DUA konusunda, ŞEYTAN vasfıyla bilinen CİNLER’in insana çok yanlış fikirler telkini de söz konusudur; ki bu da insanı bu çok etkili silahı kullanmaktan mahrum bırakır. Tam içinizden DUA etmek gelmişken, ŞEYTAN ismiyle, şeytaniyet vasıfları dolayısıyla lakaplanmış olan CİNLER, hemen bir vesvese verirler… Örneğin:

Aman canım niye dua edeyim, nasıl olsa kaderde varsa olur…

DUA etsem de etmesem de iş olacağına varır, ne diye DUA edeyim?..

Ve, böylelikle siz, DUA etmekten vazgeçip; en güçlü SİLAH olan DUA’dan mahrum kalırsınız. DUA‘dan mahrum kalmak, DUA etmemek suretiyle de nelerden mahrum kaldığınızı asla hayal bile edemezsiniz. İşte bu yüzdendir ki, Hazreti Rasûlullâh AleyhisSelâm bakın bize neler tavsiye ediyor:           “Nalınınızın tasmasına, koyununuzun otuna kadar her şeyi Allâh’tan isteyiniz.

Allâh’ın fazlı kereminden isteyiniz, çünkü istenilmesinden hoşlanır…””Şüphesiz ki Allâh, ısrarla DUA eden kullarını çok sever.”

Hassas olduğunuz saatlerde DUA etmeyi ganimet biliniz… Çünkü bu hâl rahmet saatinin hâlidir.

Bu son yazmış olduğum hadîs-î şerîf’te işaret edilen mânâ şudur: Hassas olduğunuz demek, tamamıyla bir konuya konsantre olmaktan ileri gelen bir biçimde, son derece duygusal olma anlamı taşır. İşte bu an, kişinin tamamıyla ALLÂH‘a, net bir biçimde yönelmesi, anlamını taşır ve bu yöneliş, beynin tümüyle tek bir gayeye yönelik biçimde, kendisindeki ilâhî güçlerin ortaya konulması sonucunu doğurur.

DUA’nın gerçekleşmesinde en önemli faktör, kişinin kendisini aradan çıkartarak; dilinde DUA‘yı okuyan, beyninde o talebi oluşturan olarak HAKK‘ın kalmasıdır… Bu takdirde;

BİR İŞİN OLMASINI DİLERSE “OL” DER VE OLUR!” (2.Bakara: 117)

DUA‘da daha önce de belirtildiği gibi en önemli yardımcı faktörlerden biri de istenilen şey hususunda ısrarlı olmaktır. Herhangi bir konuda bir iki defa dua edip arkasını bırakmak son derece yanlıştır. DUA edilecek konuda mutlaka ısrarlı olunmalı ve istenilen şeyin olabildiğince ölüm ötesi hayatımıza dönük ve yararlı olmasına özellikle dikkat edilmelidir. Zira, yanlış bir istek ile kendi kendimizi büyük ölçüde yaralamış olabiliriz. Elektriği, çok yararlı şekilde kullanabildiğimiz gibi, kendimizi yaralamak ve hatta öldürmek içinde yanlış bir şekilde kullanmak mümkündür.

DUA, varlığındaki, benliğindeki, NEFS‘indeki ALLÂH‘a AİT GÜÇ ile tahakkuk yoludur, demiştik. Öyleyse, bu silahı ne derece bilinçli olarak ve yerinde kullanma imkânına sahip olursak, o derece düşmanlarımızdan korunabilir; isteklerimizi gerçekleştirebilir; ve dahi ALLÂH’a yakîn elde edebiliriz.

İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda; DUA’nın beyin gücüne dayandığından, zira beynin ilâhî güçle teçhiz edilmiş, donatılmış bir yapı olduğundan bahsetmiş ve bunun sisteminden söz ederek; gerekirse, insanın beyin dalgalarıyla silahları dahi geçersiz kılabileceğini yazmıştık 1984 yılında…

Bakın Rus bilim insanı Profesör Dr. Kaznatcheev beyni nasıl değerlendiriyor 11 Haziran 1991 tarihli Sabah Gazetesi’nin 8. sayfasında… Yayımlanan şu haberi dikkatle okuyalım:

GELECEĞİN SAVAŞLARI TELEPATİK OLACAK!”

Rusya’nın ünlü bilim adamı Vlail Kaznatcheev, insan beyninin telepati yoluyla savaşları etkileyebileceğini belirtti. Prof. Kaznatcheev, dâhilerin çalıştığı, Novossibirsk Akademisi bünyesinde kurulan özel bir laboratuvarda çalışmalarını sürdürüyor.

MOSKOVA-Rusya Bilimler Akademisi’nin en saygın üyelerinden biri olan Profesör Vlail Kaznatcheev insan beyninin, bedenin bulunduğu noktanın çok uzağında yer alan, insanlar, düşünceler ve elektronik donanımlar üzerinde etkili olabileceğini belirtti.

Birçok kişi tarafından deli saçması olarak nitelendirilen bu görüşü ispat etmek için yoğun bir çalışmaya giren Kaznatcheev, ülkesi Rusya‘da büyük ilgi görüyor. Kendisine Rusya dâhilerinin yetiştirildiği Novossibirsk Akademisi bünyesinde her türlü donanıma sahip bir laboratuvar ve araştırmalarında yardımcı olacak asistanlar tahsis eden hükümet, Kaznatcheev‘in araştırmalarından çok şey bekliyor.

KGB koruması Kaznatcheev‘in araştırmalarının en büyük özelliği insan beyninin telepatik gücünü bir silah olarak kullanmaya çalışması. Ona göre, sırf düşünce gücüyle bilgisayar sistemlerini, havaalanlarının radarlarını, hatta modern teknolojinin geliştirebileceği her türlü silahı etkisiz kılmak mümkün.

Bu araştırmaları son derece yakından izleyen ve denetleyen hükümet, Kaznatcheev’in CIA tarafından kaçırılmasını engellemek için KGB’nin en yetenekli ajanlarını seferber etmiş durumda. Ünlü bilim insanı görüşlerini çok basit örneklerle açıklıyor:

“Eğer çalıştığınız bilgisayar aniden arızalanırsa suçu üretici firmada aramayın. Sizin stres içinde olmanız ya da çalışırken biraz bile olsa sinirlenmeniz aletin teknik donanımını etkileyebilir. Çünkü sıradan bir insan beyni, en üstün bilgisayardan daha güçlüdür ve insan bazen farkında olmadan doğanın kendine verdiği güçleri kullanabilir.

Kaznatcheev’e göre eğer insan çok uzun zamandan beri görmediği birini yoğun olarak düşünürse ve o sıralarda ondan bir telefon, ya da mektup alırsa bu şans olarak nitelendirilmemelidir. Bu doğrudan, insanın yoğunlaştırdığı düşünceleri ile düşündüğü kişiyi etkilemesidir.

Kaznatcheev, son olarak Rusya televizyonunda katıldığı bir programda laboratuvarında bulunan bir bitkiyi uzun uzun gösterdi ve programı izleyenlerden bir saat süreyle sadece bu bitkinin gelişimini düşünmelerini istedi. Sonuç gerçekten şaşırtıcıydı, bitki çok kısa zaman zarfında akıl almaz bir gelişme sergiledi.

İşte Kaznatcheev‘in araştırmalarının temelinde de, düşünce gücünün sonsuzluğunu yakalamak yatıyor. İnsanın bilinçaltına ulaşmayı amaçlayan parapsikolojiyi bilimle birleştirerek araştırmalarını sürdüren Kaznatcheev, bulgularının düşmanın teknik donanımını felç etmek açısından ileride çok önemli sonuçlar vereceğini, ancak bunun bir silah olarak değil, savaşları engelleyecek caydırıcı bir etken olarak kullanılmasından yana olduğunu belirtiyor.

İşte bu yüzdendir ki, DUA insana bahşedilmiş en mükemmel güç olarak tanımlanabilir.

DUA’NIN YERİ

Gayrı ihtiyarî hemen aklımıza gelebilir; canım DUA‘nın da yeri mi olur? DUA etmek için özel yer mi arayacağız? Yerin ne münasebeti vardır DUA ile?..

Evet, her yerde DUA edilebilir!.. DUA için özel bir yer aramaya zaruret yoktur!

Ancak… İnsan beyninin çalışma sistemi ve bulunduğu yerin manyetik alanı ile bulunduğu alandaki ışınsal ortam son derece yakından bağlantılıdır.

Yeraltındaki “ley hatlarının” oluşturduğu müspet enerji hatlarının gücünü arkasına alması, o beyin için son derece önemli olduğu gibi; ayrıca, beyinin içinde bulunduğu ortamı kaplayan ışınsal alanının oluşturduğu tesirler dahi son derece önemlidir.

DUA eden kişinin çevresindeki kişilerin beyin dalgaları, kendisininki ile birleşerek son derece güçlü dalgalar üretilebileceği gibi; toplu DUA‘lar dahi büyük tesirler meydana getirir. Bu sebeptendir ki Hazreti Rasûlullâh AleyhisSelâm şöyle buyurur:

Üç kişi bir araya geldikleri zaman, birlikte ettikleri DUA’yı ALLÂH geri çevirmez.”

Niçin belirli yerler? Mesela nereleri?..

Kâbetullâh‘ta yapılan DUA‘lar, Arafat’ta yapılan DUA‘lar, Medine‘de Hz. Rasûlullâh AleyhisSelâm’ın Makâmı’nda yapılan DUA‘lar, Efes’te Meryem Ana Evi’nde yapılan DUA’lar, İstanbul‘da Eyyûb Sultan namıyla bilinen sahabeden zâtın makâmında yapılan DUA‘lar; bunun gibi her beldede, o beldedeki bilinen evliyaullâhtan olan zevâtın makâmlarında yapılan DUA‘lar, daima güçlü DUA’lar olarak yerini bulur.

Burada iki önemli faktör mevcuttur:

1. O yerin kendi manyetik alanının yaydığı enerji…

2. O yere defnedilmiş zâtın ruhaniyetinin yaymış olduğu enerji…

İşte, DUA eden kişi, bu iki etkiyi arkasına takviye alarak DUA ettiği zaman, büyük ölçüde DUA‘sı kabul olma yani yerine gelme şansına sahiptir.

Ayrıca manevî gücü yüksek olduğuna inanılan kişinin huzurunda, bir cemaat eşliğinde yapılan DUA’lar da son derece yüksek tesir gücüne sahip olarak tespit edilmiştir.

DUA’NIN ZAMANI

Her aklınıza estiği, içinizden geldiği zamanda DUA edebileceğiniz gibi, belirli günlerin ve gecelerin de DUA‘nın gerçekleşmesi hususunda büyük rolü vardır.

Cuma günü hutbe saati ile ikindi arası…

Recep ayının girdiği gece ve on beşinci gecesi…

Mi’râc gecesi…

Recep ayının yirmi yedinci günü…

Şaban ayının on beşinci günü ve gecesi..

Arife günleri ve geceleri…

Ramazan günleri…

Ramazan ayının yirmisinden sonraki tek geceler…

Ramazan ve Hac Bayramları geceleri…

         Muharrem ayının onuncu günü ve gecesi…

Zilhicce ayının onuncu günü…

Bu günleri böylece verdikten sonra, özellikle geceler üzerinde durulması ve dahi, gece yarısından sonraki saatlerin iyi değerlendirilmesi üzerinde duralım.

DUA’nın zamanı denilince özellikle iki husus önemlidir:

1- İç şartlar

2- Dış şartlar

İç şartlar, içinde bulunduğumuz hâleti ruhiye demektir. Gerçekten, yürekten gelir bir biçimde; içi yana yana denilen bir şekilde DUA etmek önemlidir… Zira ancak böyle bir hâl, tam konsantrasyon sağlar… Beynin güçleri ancak böylelikle tek bir noktaya, tek bir konuda yoğunlaşarak, isteğe yönelik yayın yapar.

İkinci olarak belirtilen dış şartlar ise tamamıyla ortam şartları ile alâkalıdır. Bu dış şartların birincisi Güneş’in parlamaması, hatta ışıklarının tamamıyla kaybolmasıdır. Zira Güneş’in yaydığı kozmik ışınım büyük ölçüde beyin gücünü keser.

Dış şartlar konusunda bir diğer önemli husus da Jüpiter ve Venüs gibi gezegenlerin yumuşak ve besleyici radyasyonunun beyni etkilediği saatlerdir. Bu saatleri bulmak için gerekli hesaplama usullerini İbrahim Hakkı Erzurumî “MARİFETNAME” isimli eserinde bütün detayları ile izah etmektedir. Bunun için, piyasadan, içinde bu bölümün de olduğu TAM tercüme seçilmelidir. Zira, bir Mars saatinde, olacak iş, münakaşaya dökülüp olmazken; bir Venüs veya Jüpiter saatinde olmayacak iş, şaşırtıcı biçimde oluşuverir de hayretler içinde kalabiliriz. Bu sebeple elbette ki bazı saatlere riayet etmenin çok büyük yararları mevcuttur.

DUA VE KADER

DUA söz konusu olduğu zaman, hemen pek çoğumuz yanlış bilgiyle şartlanmak yüzünden, “Aman canım kaderde ne varsa o olacak, DUA‘ya ne gerek var!” deyiveririz.

Oysa, bu tamamıyla yanlış bir görüştür!

Kader konusunda gerçek bilgileri, Kur’ân-ı Kerîm âyetlerine ve tamamıyla Hz. Rasûlullâh (s.a.v.)’in buyruklarına dayanan biçimde “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabın kader konusuyla ilgili bölümünde okurlarımıza açıkladık. KADER kesindir ve hiç kimse bunun dışına asla çıkamaz. Nitekim, Hazreti Rasûlullâh (s.a.v.) açıklamalarında, bunu en dar anlayışlıların dahi fark edebileceği bir biçimde vurguluyor. Ne yazık ki, bu gerçeği yansıtan hadîs-î şerîfi, hadis kitapları hariç, hiçbir kitapta bulamıyorsunuz. Yazamıyorlar!.. Ama gerçek, yazılmasa da, söylenmese de gerçektir. Hele Rasûlullâh (s.a.v.) tarafından da en yalın bir biçimde açıklanmışsa!.

Burada çok önemli olan husus şudur: KADER‘in tekniği!..

KADER-DUA ilişkisini izaha girmeden önce, bu konudaki Rasûlullâh‘ın birkaç buyruğunu nakletmeye çalışalım size…

“KADER”i ancak DUA değiştirir. Ömrü ise ancak iyilik uzatır. Şüphesiz ki, kişi işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum edilir.”

“KAZA’yı ancak DUA geri çevirir… Ömrü ise iyilik uzatır.”

“Tedbirin kadere faydası olmaz; DUA’nın ise gelmiş ve gelmemiş musîbetlere faydası vardır; şüphesiz ki belâ iner, DUA onu karşılar ve kıyamete kadar çarpışırlar.”

Evet, bir yandan, kaderin değişmeyeceği belirtiliyor; diğer yandan DUA’nın kaderi, kazayı geri çevireceği açıklanıyor. Bu iki hususu nasıl birleştirip, nasıl bir sonuç elde edeceğiz?

Bilelim ki… İnsanların kaderi takdir edilmiştir; her şey gibi… Ne var ki, DUA faktörü de bu KADER sistemi içinde yer alan bir faktördür; DUA ederseniz, kaderdeki olayı geri çevirebilirsiniz, kazayı reddedebilirsiniz; ancak bu DUA‘yı yapmak, gene kaderinizin elvermesiyle mümkün… Yani, kaderiniz müsaitse DUA edebilirsiniz ve böylece de o gelecek olan olayı geri çevirebilirsiniz.

Kaderinizde kolaylaştırılmışsa DUA etmek, size o belâ veya musîbet gelmeden önce DUA edersiniz ve o olayın zararından korunmuş olursunuz.

Dolayısıyladır ki, tedbirle takdiri değiştiremezsiniz; fakat, takdirde varsa tedbir alır ve böylece de kazayı geri çevirmiş olursunuz.

Bu hususta Halife Ömer (r.a.), bize bir uygulamasıyla son derece önemli bir uyarıda bulunmuştu… Orduyla Şam’a giden Halife Ömer (r.a.) şehre yaklaştığı zaman, veba salgını olduğunu haber alınca orduya geri dönülmesi talimatını verir. Bu durum üzerine, kader kavramını anlayamayan ve işin şeklinde kalanlar şaşırırlar ve sorarlar:

Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun yâ Ömer?..

Kaderin tekniğini anlamış olan Hazreti Ömer (r.a.)’ın cevabı hepimize bir derstir:

Allâh’ın kazasından Allâh’ın kaderine kaçıyorum!..

İşte yukarıda anlatılan cevap, bu kader konusunun “püf noktası”dır.

Kader mutlak ve kesindir!.. (A. Hulusi- Dua ve zikir)

***********************************************************************************************

DUANIN EDEPLERİ

Peygamber Efendimiz (AS.) buyurur ki: “dua ibadetin özüdür.” Bunu şunun için buyurmuştur: İbadetten maksat kulluktur. Kulluk da, kulun kendi acizlik ve zayıflığını, Allah’ın azametini düşünmekle olur. Duada bunların ikisi de vardır. dua ne kadar tazarruya yakın ise o kadar evlâ olur. Öyle ise duada sekiz edebe riayet edilmelidir:

1-Kıymetli vakitlerde dua etmeye çalışmalıdır. Arife günü, Ramazan ayı, Cuma günü, seher vakti ve gece yarısı gibi.

2-Kıymetli halleri gözetmelidir. Muharipler saf bağlayıp savaştıkları, yağmur yağdığı, farz namazların kılınacağı haller gibi. Zira hadiste gelmiştir ki: “Bu hallerde rahmet kapıları açık olur.” Ve yine ezan ve kamet arasında; oruçlu olup iftar açarken ve kalbinde incelik hissettiği hallerde. Zira kalpte hissedilen incelik, rahmet kapısının açık olduğunu delîldir.

3-Duâ ederken iki elini açmalı ve dua sonunda yüzüne sürmelidir. Zira hadiste gelmiştir ki: “Allah, kaldırılan eli boş çevirmekten kerimdir (yâni boş çevirmez)” (Ebû Davud-Neseî) Peygamber Efendimiz (AS.) buyurur ki: “dua eden üç şeyden boş kalmaz; ya günahı af olur, ya o anda ona bir şey (hayır) verilir, ya da gelecekte ona bir şey verilir.

4-Duâda tereddüt etmemelidir. Belki yapılan duanın muhakkak kabul olacağı Kanaat’ında olmalıdır. Zira Peygamber Efendimiz (AS.) buyurur ki: “Yaptığının duanın mutlaka kabul olacağına inanın.” (Müslim-Buharî)

5-Duâyı sızlayarak tazarru ve kalp huzuru ile yapmalıdır. Zîrâ hadîste gelmiştir ki: “Gâfil kalbin duası asla dinlenmez.

6-Duâda ısrar edip tekrar tekrar etmelidir, devam etmeli, terk etmemeli ve “ne kadar dua ettim, kabul olmadı” dememelidir. Zira duanın kabul zamanını ve hayırlısını Allah bilir. Duası kabul olunca, bu duayı okumalıdır: “İyi nimetlerini tamamlayan Allah’a hamd olsun.” kabûl geç olursa “Her hal-û kârda Allah’a hamd olsun.” demelidir.

7-Önce tesbih edip ve sonra da salâvat getirmelidir. Peygamber Efendimiz (AS.) duadan önce bu duayı okurdu: “Sübhâner-Rabbiyelâleyil alâl vehhâbı” (Ahmet-Hâkim) Peygamber Efendimiz (AS.) buyurur ki: “dua etmek isteyen, önce bana salâvat getirsin. Zira bu takdirde, salâvat sayesinde duası muhakkak kabul olur. Allah duanın bir miktarını kabul edip diğerini reddetmekten kerimdir.” (Hâkim)

8-Tevbe edip her türlü zulümden zimmetini kurtarmalıdır ve kalbini tamamen Allah’a bağlamalıdır. Zira ret olunan duaların çoğu kalplerin gafletinden ve günahların zulmetindendir. (Îmam-ı Gazalî- Kimya’yı Saadet)


ZİKİR KONUSUNDA BİLİNMESİ GEREKENLER

$
0
0

 297

ZİKRİN

ÖNEMİNİ BİLDİREN BAZI AYETLER

1 – Fezkürûniy ezkürküm veşkürûliy ve lâ tekfurûn;

O hâlde beni zikredin (anın – düşünün) ki sizi zikredeyim. Şükredin bana (değerlendirin beni), sakın küfretmeyin (hakikatiniz ve varlığın hakikati olduğumu inkâr etmeyin).(Bakara/152)
*******************************************************

2 - Elleziyne yezkürunAllâhe kıyâmen ve ku’ûden ve alâ cünubihim ve yetefekkerune fiy halkıs Semavati vel Ard* Rabbenâ mâ halakte hazâ batılâ* sübhâneKE fekınâ azâben nâr;

Onlar (öze ermişler) ayakta, otururken ya da yanları üzere uzanmışken Allâh’ı anıp (hatırlayıp), semâların ve arzın yaratılışını (günün getirisi ölçüsünde evren ve derûnu ya da beyin indînde bedenin yeri ve özelliklerini) tefekkür edip; “Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın! Subhan’sın (yersiz ve anlamsız bir şey yaratmaktan münezzeh, her an yeni bir şey yaratma hâlinde olansın)! (Açığa çıkardıklarını değerlendirmemenin getireceği pişmanlıktan) yanmadan bizi koru” (derler). (A. İmran/191)
*****************************************************

3 – Ya eyyühelleziyne amenû izâ lekıytüm fieten fesbütu vezkürullahe kesiyren lealleküm tüflihun;

Ey iman edenler!.. Bir topluluk ile karşılaştığınız vakit (imanınızla) sâbit durun… Allâh’ı çok çok zikredin (anın ve düşünün) ki zorluğu yarıp geçip, kurtuluşa eresiniz! (Enfal/45)
******************************************************

4 – …vezkür Rabbeke kesiyran ve sebbıh Bil aşiyyi vel ibkar;

“Bunun yanı sıra Rabbini çokça an ve sabah akşam O’nun şanının yüceliğini hisset.” (A. İmran/41)
*******************************************************
5 – Ud’u Rabbeküm tedarru’an ve hufyeten, inneHU lâ yuhıbbul mu’tediyn;

Rabbinize yalvararak ve derûnunuzla dua edin… Muhakkak ki O, haddini aşanları sevmez. (A’raf/55)
**********************************************************

6 – Vezkür Rabbeke fiy nefsike tedarru’an ve hıyfeten ve dunel cehri minel kavli Bil ğuduvvi vel asali ve lâ tekün minel ğafiliyn;

Rabbini nefsinde, haddini bilerek, hissederek ve gizlice, gösterişsiz, sesini yükseltmeden, sabah – akşam zikret, hatırla ve derinliğine düşün! Gâfillerden olma! (A’raf/205)
******************************************************

7 - Elleziyne amenû ve tatmeinü kulubühüm Bizikrillâh* ela Bi zikrillâhi tatmeinnül kulub;

Onlar ki iman etmişlerdir ve şuurları Allâh’ı hakikatlerinde olarak hatırlayıp hissetmenin tatminini yaşar! Kesinlikle biline ki, şuurlar Bizikrillâh (Allâh’ı, Esmâ’sının işaret ettiği anlamlar doğrultusunda hakikatinde HATIRLAYIP hissetmek) ile mutmain olur! (Ra’d/28)
*********************************************************

8 – Ve men a’reda an zikrİY feinne lehu me’ıyşeten danken ve nahşuruhu yevmel kıyameti a’ma;

“Kim zikrimden (hatırlattığım hakikatinden) yüz çevirir ise, muhakkak ki onun için (beden – bilinç kayıtlarıyla) çok sınırlı yaşam alanı vardır ve onu kıyamet sürecinde kör olarak haşrederiz.” (Tâhâ/124)
****************************************************************

9 – Emmen huve kanitün anaelleyli saciden ve kaimen yahzerul ahırete ve yercu rahmete Rabbih* kul hel yestevilleziyne ya’lemune velleziyne lâ ya’lemun* innema yetezekkeru ulül elbab;

(Böylesi mi) yoksa gecenin bir kısmında kalkıp secdeyi yaşayan ve (Kayyum’un varlığıyla) kaîm olarak, sonsuz geleceğin gereklerine hazırlanan; Rabbinin (hakikatindeki Esmâ kuvvelerinin) Rahmetini (çeşitli özelliklerini açığa çıkarmayı) uman mı? De ki: “Hiç bilenler ile bilmeyenler eşit olur mu? Sadece derin düşünebilen akıl sahipleri bunu anlayabilir.” (Zümer/9)
************************************************************

          ZİKRİN ÖNEMİNİ BİLDİREN BAZI HADİSLER

1 – “Allah şöyle buyurmuştur: ‘Ben kulumun Beni sandığı gibiyim ve Bana dua ettiği, Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Kim Beni kendi nefsinde zikrederse (içinden geçirirse), Ben de onu kendi nefsimde zikrederim (içimden geçiririm). Kim Beni kalabalıkta, bir cemaat içinde zikrederse, Ben de onu, ondan daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim. O, Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın (adım) yaklaşırım. O Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim. Kim Bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, Ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.” (Buhârî, Tevhid 15, 35, 50; Müslim, Zikir 2, hadis no: 2675, 4/2061, Tevbe 1; Tirmizî, Deavât 142, hadis no: 3598)
*************************************************************

2 – “Allah’ı zikredenle zikretmeyen, diri ile ölü gibidirler.” (Buhârî, Deavât 67)
*************************************************************

3 – “İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde Allah zikredilmeyen evlerin misali, diri ile ölünün misali gibidir.” (Buhârî, Deavât 66; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 211, hadis no: 779)
*****************************************************************

4 – “Allah’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allah hatırlanıp zikredilmeden yapılan uzunca konuşmalar, kalbi katılaştırır. Allah’tan en uzak olan kimse, kalbi katı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 62)
***************************************************************

5 – “Kim akşamdan temizlik üzere (abdestli olarak) zikredip uyursa (uyku bastırıncaya kadar Allah’ı zikrederse) ve geceleyin de uyanıp Allah’tan dünya veya âhiret hayırlarından bir şey isterse, Allah Teâlâ, istediğini mutlaka ona verir.” (Ebû Dâvud, Edeb 105, hadis no: 5042; Tirmizî, Deavât 100, hadis no: 3525)
****************************************************************

6 – “Size amellerinizin en iyisini, Rabbinizin huzurunda en temizini ve derecelerinizde en yükseğini, altın ve gümüş infak etmekten daha hayırlısını, düşmanla karşı karşıya gelip siz onların, onlar sizin boyunlarınızı vurmaktan daha iyisini söyleyeyim mi?” buyurdu. ‘Evet’ dediler. “Allah’ı zikir” dedi. (Tirmizî, Deavât 6)
****************************************************************

7 – “Her şeyin bir cilâsı vardır; kalplerin cilâsı da Allah’ı zikretmektir. İnsanı Allah’ın azâbından en çok koruyacak şey, ancak zikrullahtır.” ‘Allah yolunda cihad da mı (zikirden hayırlı) değil?’ dediler. “Hayır, kesilinceye kadar vuruşsa dahi” dedi. (Buhârî, Deavât 5)
****************************************************************

8 – “Ey insanlar! Kendinize acıyın; siz ne sağıra duâ ediyorsunuz; ne de bir gâibe! Muhakkak siz işiten yakın bir zâta duâ ediyorsunuz ki, o sizinle beraberdir.” (Müslim, Zikir 44, hadis no: 2704)
**************************************************************

9 – Ebu Talibin kızı şöyle anlatır : Peygamber bir gün evime geldi. Ben : “Ey Allah’ın elçisi! Artık yaşlandım, zayıfladım, bana oturduğum yerden yapabileceğim bir amel tavsiye etseniz” dedim şöyle buyurdu:
– “100 kere Sübhanellah, 100 kere Elhamdülillah, 100 kere Lâ ilâhe İllallah” de. (Müsned:6/344)
***********************************************************

          “ZİKİR KONUSU”

Zikrin önemi konusunda ayetler ve hadîs-i şerîfler sıralamak gerekirse, bu başlı başına bir kitap olur. Biz burada bunu yapmayacağız, zira bu konuyu geniş bir şekilde «DUA ve ZİKİR» isimli kitabımızda anlattık. Dua ve namaz zikrin bir çeşididir, kezâ Kur’ân okumak ya da salâvat dahi.

Zikir dinde yer alan en büyük ibâdet, olarak nitelendirilmiştir. Niçin?,

Astroloji bölümünde, yaklaşık 15 milyar hücreden oluşan insan beyninin ancak çok cüz’î bir kısmının doğum sırasında aldığı ışınlarla faaliyete girdiğini; bundan sonra da yeni tesirlerle yeni açılımlara kavuşmasının imkânsız olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık.

Evet, beyin doğum anından sonra, dışarıdan gelen ışın etkileri ile yeni hücre gruplarını devreye sokamaz. Ancak beyindeki devreye girmemiş kapasite ilelebed âtıl durmak için var edilmiştir demek değildir bu! Beyinin ilk anda açılmamış hücre gruplarının bazı çalışmalar ile devreye girmesi, kapasite genişlemesi, yeni kabiliyetlerin elde edilmesi mümkündür!

Esasen din dediğimiz olayın temeli de beynin yeni bölümlerinin devreye girmesi ve bu bölümlerin çalışması suretiyle elde edilecek yeni güçler gerçeğine dayanır.

Zikir dediğimiz “Allâh»a ait bir mânânın beyindeki tekrarı olayı nedir?

Allâh» ismini dilinizle söylediğinizi kabul edelim. Dilde söylenen bu kelime bilindiği gibi, öncelikle beyinde hazırlanacak, sonra da dile uzanan sinirle dil hareket ettirilerek düşünülen mânânın ses şeklinde dışarıya ulaşması sağlanacaktır. “Allâh» kelimesinin beyinde hatırlanması demek; bu kelimenin mânâsını oluşturan hücre grupları arasında bir bioelektiriğin akışı demektir.

Esasen beyindeki tüm fonksiyonlar, beyin hücreleri arasındaki bir bio – elektrik faaliyetten başka bir şey değildir! Her mânâya göre beyinde değişik hücre grupları arasında bir bioelektrik akış söz konusudur. Bu akış neticesinde devreye giren hücre grubuna göre ortaya sayısız mânâlar çıkmaktadır.

Beynin tüm fonksiyonları hep bu hücre gruplarının oluşturduğu sayısız krozmanlar neticesinde gelişmektedir. 15 milyar nöron ve her bir nöronun 16 bin nöronla ağlantısı. Ve bunların sayısız işlevi! (fetebarekAllâhu ahsenül halikîn!..)

Hormonların bu alandaki fonksiyonları ise bilebildiğimiz kadarıyla, hücrelerin kimyasal yapısını etkileyerek, bio-elektriğin akış hızını ve yönünü kanalize ederek değişik anlamlar taktığımız oluşumları meydana getirmesi!

Her an sayısız takımyıldızlardan gelen değişik frekanslı ışınlar, değişen açılar dolayısıyla beyin üzerinde meydana gelen sürekli değişik kozmik etki ve bunun sonucu bio-elektrik akış, mevcut potansiyelin her an yeni gelenler istikâmetinde sürekli yeni mânâlar oluşturacak şekilde faaliyeti.

Esasen beyin için uyku diye bir olay söz konusu değil!.. Beyin, anlattığımız istikâmette sürekli olarak çalışmada ve sürekli olarak tesir almada. Ruh’ta oluştuğu iddia edilen tüm haller, aslında ruhta değil beyinde oluşmada! «Ruh» ise beynin tüm hasılasını her an yüklemekte olduğu hologramik yapılı «dalga beden».

Evet, konudan uzaklaşmayıp, tekrar «zikrin» olayına gelelim; «Zikir» yaptığınız zaman, yâni “Allâh» a ait olarak bilinen bir mânâyı tekrar ettiğiniz zaman. Beyinde, ilgili hücre grubunda bir bioelektrik akım meydana geliyor ve bu, bir tür enerji şeklinde dalga bedene yükleniyor! Aynı zamanda siz bu mânâyı tekrara devam ederseniz, yâni, bu kelimeyi tekrara devam ederseniz, bu defa, bu kelimenin tekrarından oluşan bioelektrik enerji daha güçlenerek yeni hücre birimlerini devreye sokuyor ve bir kapasite genişlemesi söz konusu oluyor.

Bu tekrara daha uzun bir süre devam ettiğimizde ise, devreye giren yeni hücre grupları dolayısıyla, beyninizde yeni mânâlar oluşmaya başlıyor. Tekrarladığınız kelimelerin işaret ettiği mânâ istikâmetinde yeni anlamlar beyninizde açığa çıkmaya başlıyor ve siz: «Ben zikre başladıktan sonra kafam değişmeye başladı, huylarım değişmeye başladı. bir takım şeyleri daha iyi anlamaya başladım!» gibisinden şeyler söylemek durumunda kalıyorsunuz!

Ayrıca bu tekrarlardan oluşan hem mânâ, hem de enerji, dalga bedeninize yüklendiği için, fizik beden ötesi yaşamınız daha farklı bir düzeye erişiyor! “DÜNYA’DA A’MÂ OLAN ÂHİRETTE DE A’MÂDIR!.” (İsra: 72) Âyeti kerîmesinde işaret edilen gerçek, anladığımız kadarıyla bu noktayı bize fark ettirmeye çalışmaktadır. Zira, beyin ne düzeyde açılır ne düzeyde gerçekleri görmeye geçerse; o açılımı aynen bir tür hologramik ışınsal bedene yâni ruha yükleyeceği için ve ruh da beynini yitirdikten sonra asla yeni bir kayıt alamayacağı için. Dünya’da açılmayan beyinlerin meydana getirdiği «ruhlar için ölüm ötesi yaşamda asla açılma imkânı yoktur!» denmek istenmiştir.

Bir an düşünün, Milyarlar ve milyarlar sürecek ebedî denen bir yaşam ve siz bu yaşam için gerekli olan potansiyeli ancak şu son derece kısıtlı olan Dünya hayatında beyninizi değerlendirebildiğiniz oranda elde edebileceksiniz! Şayet bunun ne demek olduğunu düşünemiyorsanız. Elbette ki size söyleyecek başkaca bir sözümüz yok!

Evet, zikrin birinci yönünden bahsederken, beynin ürettiği bioelektrik enerjinin, bir tür dalga enerji biçiminde ruha yüklenmesidir, dedik! Şimdi gelelim zikrin ikinci tür yararına.

Kur’ân-ı Kerîm bir âyet-i kerîmesinde insanın varoluşuyla ilgili olarak şöyle der: «BEN YERYÜZÜNDE BİR HALİFE MEYDANA GETİRECEĞİM!..» (2-30) İşte bu «halîfe» sözcüğü, Allâh’ın tüm isimlerinin mânâlarının insan beyninde aşikâre çıkabileceğine. Beynin, bu kapasiteye sahip olarak meydana getirildiğine işaret eder! Siz hangi ismin mânâsına dönük olarak «zikir» yaparsanız yâni, Allâh’ın «esmâ-ül hüsnâsı» tâbiriyle işaret edilen Allâh’ın hangi ismini tekrar ederseniz, beyninizde o mânâ yönünden bir kapasite genişlemesi söz konusu olur. Bu bahse ilerde tekrar geleceğim için, burada fazla genişletmiyorum ve işin başka bir teknik yanına girmek istiyorum.

Varlık tümüyle Allâh’ın varlığı ve Allâh’ın mânâlarının aşikâre çıkma mahalli olduğu için. Ve varlıktaki sayısız «şey»ler hep O’nun çeşitli mânâlarının sanki yoğunlaşmış hali olduğu için; sayısız takım yıldızlardan gelen sayısız ışınım, hep, bize O‘nun sonu gelmez isimlerinin mânâlarını ulaştırmaktadır.

Bunu şöyle bir misâl ile açıklayalım, bulunduğunuz odada sayısız radyo ve televizyon dalgası, yayını mevcut. Oysa sizin radyonuz belli sınırda dalga boyunu alma kapasitesinde, televizyonunuz sadece «VHF» bandına, sahip!

Şimdi düşünün bitişik evdeki komşunuz Avrupa’daki gibi 18-20 kanaldan çeşit çeşit yayın alıyor. Ya da Amerika’da olduğu gibi 100 kanaldan türlü renkli yayın alıyor, siz ise tek kanallı siyah-beyaz televizyona sahipsiniz! Hele bir de böyle bir imkânı ömür boyu elde edemeyecekseniz ve bunu biliyorsanız!?

Evet, beyninizin alıcı kapasitesini arttırmak sizin elinizdedir.

Esasen beyin 12 burçtan, sayısız yıldızdan gelen sayısız ışınımı değerlendirebilecek kapasiteye sahiptir! Ancak ne var ki, kişinin bu kapasiteyi genişletmesi önemlidir. Elinize, size sonsuz yarar sağlayacak bir sermaye, bir kapasite verilmiş; siz ise bunu oyun oynayıp boşa harcamakla tüketiyorsunuz!

«Cennet ehlinin çoğunluğunu BÜHL kimseler teşkil eder» buyruluyor. «Bühl» kelimesi Arapçada «saf» kişiler anlamında kullanıldığı gibi «ahmak» anlamına da gelebiliyor. Nitekim Hazreti İsâ aleyhis-selâm’a ait olduğu söylenen şu sözde bu mânâ çok açık görülmektedir: «Allâh devâsı olmayan tek dert yaratmıştır, o da «BÜHL»lüktür!..» Yâni, «ahmak»lıktır!..

Evet, cennete girenlerin çoğunluğunu «saf» vatandaşlar teşkil edecektir! amennâ ve saddakna! Niye bu böyle? Çünkü cennet ehlinin çoğunluğunda ilâhi rahmete nail olma neticesinde, beyinlerinde Dünya’nın manyetik çekim alanına karşı koyacak olan «antiçekim dalgalarını» üreten devre açılmış ve cennete gidebilecek güce nâil olmuşlardır. Ancak ne var ki, oralardaki sonsuz ve sayısız nimetleri değerlendirebilecek üst düzey kapasiteye ulaşabilmek için yeterli çalışmayı yapmamışlardır! Cennette, Dünya’dan bildikleri sayısız zevkler ve bunların daha değişik türleri içinde ebedî bir yaşam süreceklerdir.

Oysa Allâh’a yakınlık kazanmışların (mukarreblerin) cennetteki yaşamlarını normal beyinlerin tahayyül bile etmesine imkân yoktur! Bunu basit bir misâl ile açıklamaya çalışayım.

Bir insan tüm yaşamı boyunca düşünüyor, taşınıyor, araştırıyor her şeyini feda ediyor ve sonunda bir anda ömrünü feda ettiği konu kendisine açılıyor ve o şeyi keşfediyor! Bir yaşamı harcadıktan sonra keşfedilen o şeyin değerini ve o kişinin sevincini gözlerinizin önüne getirmeye çalışın!

Şimdi düşünün ki beyni üst düzeyde çalışma kapasitesine erişmiş biri. Sayısız yepyeni mânâlara yol açan ışınları değerlendirebilecek bir düzeye erişmiş; sürekli yeni yıldızlarla, ya da bir diğer ifade ile bu yıldızlardaki meleklerle rezonansa girebilen bir beyne sahip! Her an yepyeni şeyler alıp bunları değerlendiriyor ve sonsuza dek sürekli artan bir biçimde bu gelişmeyi tadıyor! Bilmem anlatabiliyor muyum?

Evet, beyninizde, Allâh’ın sayısız isimlerinin mânâlarını anlayıp âşikâre çıkartabilecek bir kapasite, bunları yaşayabilecek bir özellik mevcut. Ve siz bunları, ne kadar zikrederseniz, o düzeyde Allâh’a yaklaşabilecek yâni O’ndaki mânâları tanıyabileceksiniz. Ve bunun anahtarı da zikirdir!

Şimdi siz, ister bu anahtarı kullanın, ister kullanmayın denize atın, isterseniz de ne güzel oyuncak diyerek anahtarın dişlerini taşa sürte sürte eğlenip hoşça vakit geçirin!

Bugün Dünya üzerinde hangi kişide normal ya da olağanüstü diye nitelendirilen ne tür fiil görüyorsanız, biliniz ki bunların hepsi de beynin değişik değerlendirilişlerinden başka bir şey değildir. Kimde âşikâre çıkan hangi özellik varsa, o özellik aynıyla gerçekte sizde de mevcuttur. Ne var ki onun beyninde açılmış bulunan o devre, sizin beyninizde açılmamıştır.

Beden tümüyle, beyne hizmet edip ona gerekli olan bioelektrik enerjiyi temin için yaratılmış bir yapıdır. Aynı zamanda beyindeki sayısız alıcı güçlere bir numune olması itibariyle de bazı basit alıcı organlar bu bedene yerleştirilmiştir ki; beyni sadece bunların kapasitesiyle sınırlı saymak insanlığın en büyük gafletidir!

Makrokozmos evrendir; Mikrokozmos ise beyin!..

Evren, esas yapısı itibariyle, tümüyle, sayısız manyetik dalgalardan oluşmuş bir kütledir ve her dalga boyunun kendine has orijinal bir mânâsı vardır. Beyin ise orijini itibariyle bu dalga boylarındaki mânâları değerlendirecek bir alıcı, bir değerlendirici ve sayısız yeni mânâlar oluşturucu bir cihaz gibidir!.. Ve bu beyin, elde ettiği tüm hasılayı, ürettiği ruha yâni hologramik dalga bedene yüklemektedir! Kişinin ölüm ötesi kapasitesi, bir diğer ifade ile mertebesi, derecesi, Dünya’da iken geliştirebildiği son beyin kapasitesi kadardır. Öldükten sonra herkes, kim ve ne derecede olursa olsun, değerlendiremediklerini fark ederek, bundan dolayı büyük bir pişmanlık duyacaktır! Ne çare ki, iş işten geçmiştir.

Şimdi de zikrin iki türünden bahsedelim. Enerji türü zikir! İlim türü zikir!. Enerji türü zikir nedir?

«Genel zikir» diye de adlandırabileceğimiz bu zikir türü, ruhtaki kudret sıfatına taalluk eden, ruhun sayısız işler başarmasını, ulaşım gücünü sağlayan enerji toplamaya yönelik zikirlerdir. «ALLÂH»; «Lâ ilâhe illAllâh»; «Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh» ve bu gibi genel zikirlerdir. Ayrıca yapılan iyiliklerden, ya da size kötülük yapıp dedikodunuzla, gıybetinizle meşgul olan kişilerden akan pozitif enerji yani sevaplar da bu enerji türündendir.

Öbür taraftan bir ikinci zikir türü daha vardır ki, bunu da «özel zikir» olarak mütalaa edebiliriz.

Özel zikirler, kişiye has, Allâh’ın isimlerinden ibaret olan zikirlerdir. İlerde ilgili bahiste anlattığımız üzere, Allâh’ın çeşitli isimleri, değişik kuvvetlerde, ayrı ayrı, kişiye has formüllerle, beyinlerde açılımlar oluşturmuştur. Siz genel zikir klasmanında bir zikir yaptığınız zaman, her ismin mânâsı eşit kuvvetle tesir alır ve hepsi de aynı oranda gelişme gösterir. Oysa, Mesela «MÜRİYD» isminin mânâsı diğerlerine göre daha az nispette aşikâre çıkmış ve bundan dolayı da iradesi zayıf olan, bildiğini tatbik edemeyen bir beyin söz konusu olduğundan; siz genel zikirlerle olaya yaklaşsanız, hepsi aynı nispeti koruyarak güçleneceğinden, bu ismin mânâsı yönünden kolay kolay netice alamazsınız!

Ama buna karşılık, siz direkt olarak «MÜRİYD» zikriyle olayın üstüne gittiğiniz zaman; kısa sürede görürsünüz ki, kişi «irade» yönünden, yâni bildiğini tatbik etme yönünden büyük mesafeler alır. Bu irade konusunda olduğu gibi, cimrilik konusunda, yumuşaklık konusunda, ilim konusunda, kısacası hemen her konuda böyledir. Ancak bunun için de bu zikri veren kişinin, karşısındakinin beyin yapısını çok iyi bilmesi gerekir. Yâni, O kişinin genel beyin programında hangi burçların ve hangi planetlerin pozisyonu nelerdir? Hangi isimlerin mânâları bu şekilde hangi nispetlerle açılmıştır?. İstidadı hangi konulardadır?.. Gibi soruların cevaplarını bilip, kişiye özel zikrin verilmesi gerekir!.. [1]

Zikir deyince, sadece bunlarla da kayıtlanmamak gerekir ayrıca. Namazda okunan bütün âyetler, dualar ve tesbihler hep zikir cümlesindendir. Namaz ise mümkün olduğunca dış dünya’dan soyutlanarak tam bir konsantrasyon içinde okunan manâları ruha yükleme yöntemidir.

Namazı bir jimnastik gibi anlamak, tümüyle cahillikten ve meselenin içyüzünü görememekten kaynaklanan ilkel bir görüştür!

Namaz, esasen, tamamıyla öze; özünde mevcut olan Allâh’a yönelme olayıdır! Bundan mahrum olanlar ise, bu çalışma neticesinde kendilerinde ortaya çıkabilecek o kadar değerli şeylerden kendilerini yoksun bırakmaktadırlar ki bunun dille anlatılması asla yeterli olamaz!

Namazın edâ edilmemesi, kişinin kendisi ile Allâh arasındaki bağın bir çeşit kopartılmasıdır ki, bunun mânâsını şöyle anlatmaya çalışalım. Kendini et-kemik, yaşamı da bu dünya’dan ibaret, sanan insan, ölüm ötesini bilmediği için hiç bir çalışma yapmaz! Bu yapmayış dolayısı ile de, varlığına konulmuş bulunan «Halife»lik hazinesi sandığının kapağını açmaz ve içindeki eşsiz defineyi çıkartıp kullanmaz ve nihayet sefalet içinde ölür gider. NAMAZ konusunu ve sırlarını detaylı bir şekilde “TEMEL ESASLAR” kitabımızda okuyabilirsiniz.

Düşünün bir insanı, kendisindeki sayısız özellikleri ortaya çıkartacak olan nesneyi değerlendirmekten mahrumdur. Oysa ölüm ötesi yaşamda tüm sermayesi bu «halife»lik sandığının içine konulmuş bulunan definedir. Bu kişinin ölüm ötesindeki pişmanlık halini nasıl anlatmak mümkün olabilir ki?

Şurasını kesin olarak bilelim ki; «ibâdet» adı altında yapılan tüm fiiller tamamıyla kişinin ölüm ötesi yaşantısı için kendisinin ihtiyaç duyacağı ve oradan da temin edemeyeceği şeylerle Alâkalıdır. Yoksa, yüz milyonlar kere yüz milyonlarca Güneş’in yer aldığı kâinatın Mutlak Mutasarrıfına karşı, birimin varlığı tek kelime ile «HİÇ»tir. Sen iman üzerine olup doğumdan – ölüme secdede olsan, O‘na ne ekleyebilirsin? Ya da tüm yaşamın boyunca tepetakla durup devamlı tükürsen ne olur? Ne olacak, tükürdüğün kendi yüzünü yıkar!……..

Milyarlarca hücreden oluşan beyin, esas itibarıyla biyoelektrik enerji üretip, bunu ışınsal enerjiye çeviren ve kendisinde oluşan mânâları, bir yandan RUH dediğimiz yapıya yükleyen ve diğer yandan da dışarıya yayan bir organik cihazdır.

Genelde, doğuştan alınan ilk tesirlerle yüzde beş, yüzde on kapasiteyle çalışan beyin, aldığı çeşitli etkilerin de aracılığıyla, sıradan bir yaşam türü geçirir, bildiğimiz herkes gibi.

Oysa beyindeki bu kapasitenin arttırılması mümkündür! (Zikrin önemi, bizim bu konuda yaptığımız açıklamalardan on sene sonra bilim dünyasında ilk defa olarak tespit edilmiştir. Okuyacağınız metinler bu söylediklerimizin ispatıdır.)

NOKTA 6 Mart 1994 tarih 11. Sayısında; “Batı, zikri geç keşfetti!” başlığı altında;

Bilimsel konularda aşağılık kompleksimizi yenmek zaman alacak. İçimizden birinin yıllar önce savunduğu görüşleri dikkate almaktansa, o görüşlerin benzerlerinin dışarıda da kabul edilmeye başlanmasını bekleriz. Bazen de, aşağıda anlatacağımız, Ahmed Hulûsi örneğinde olduğu gibi şaşırtıcı tesadüfle karşılaşabiliriz. Bilim Dergisi’nde yayımlanan “Dağınık İşlevler” adlı yazıda John Horgan, “Beyinde entegrasyonu sağlayan beyin üstü bir yapı var mı?” sorusuna yanıt arıyor ve 1993 yılında yapılan deneylerden yola çıkarak çeşitli tezler öne sürüyor. Ahmed Hulûsi ise, 1986 yılında yayımladığı “Din ve Bilim Işığında İnsan ve Sırları”, “Dua ve Zikir” adlı kitaplarında bu soruların yanıtını çok daha önceden veriyor.

BİLİM DERGİSİ Ocak 1994 Sayısı, Sayfa 12’de; “Dağınık İşlevler

Beyinde entegrasyonu sağlayan beyin-üstü bir yapı mı var?

Kısa ömürlü radyoaktif maddelerin kan dolaşımına verilmesiyle nöron aktivitesinin dolaylı olarak ölçülmesi.

Modern nöroloji bilimlerinde tanımlanan hâliyle beyin, uzmanlaşmanın neredeyse saçmalık noktasına vardırıldığı bir hastaneye benzer. Örneğin beynin dil ile ilgili bölümünde, bazı nöronlar (sinir hücreleri), yalnızca özel isimleri, bazı nöronlar ise yalnızca düzensiz fiilleri kavramaya yönelik çalışırlar. Görme ile ilgili bölümünde, sinir hücrelerinin bir bölümü turuncu kırmızı renklere, bir bölümü güçlü kontrastlı diyagonal çizgilere, bir kısmı ise soldan sağa hızlı hareketlere yönelik çalışırlar. Şimdi sorulması gereken soru, beyinin değişik bölgelerinin sahip olduğu bu son derece özelleşmiş işlevlerin, nasıl yeniden bir araya getirilerek, düşünce ve algılamanın bileşimi olan aklı oluşturduğudur.

Bağlantı problemi (binding problem) olarak da bilinen bu bulmaca, yapılan deneylerin, beynin daha da özelleşmiş bölmelerini ortaya çıkarmasıyla daha da zorlaşmış bulunuyor. Bazı kuramcılar algılamanın değişik öğelerinin “birleştirici bölgeler” (convergent zones) adlı verilen yerlerde bir araya geldiği düşüncesini ortaya attılar. Bu bölgelerin en belirgin adayları, birçok konuya hemen yönelebilen “kısa süreli” (short-term) ya da “çalışan” (working) bellek alanlarıdır. Birinde elektrotlarla monitorize edilen maymunların, diğerinde ise PET (positron emission tomography) ile taranan insanların deneklik etmiş olduğu, 1993 yılında yapılan iki deneyde “çalışan bellek”te oldukça özelleşmiş bölgeler bulunduğu görülmüştür. Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Fraser A.W. Wilson, Séamas P.Ó Scalaidhe ve Patricia S. Goldman-Rakic tarafından yapılan deneylerde görevliler, maymunları “çalışan belleğin” kullanılmasını gerektiren iki işi başarmaları için eğitiyorlar. Bu işlerden biri maymunların gözlerini bir ekranın ortasındaki sâbit bir noktaya dikmeleri. Bu sırada ekranın başka bir yerinde yanıp sönen bir kare de, maymunun görüş alanı içinde yer alıyor. Karenin kaybolmasından birkaç saniye sonra maymun, bakışlarını karenin bulunmuş olduğu noktaya yönlendiriyor.

Diğer iş, görüntünün konumundan çok niteliği ile ilgili bilginin akılda tutulmasını gerektiriyor. Araştırmacılar ekran merkezinde yanıp sönen bir görüntü oluşturuyorlar. Her maymun, görüntü kayboluncaya kadar beklemek ve gözlenen şekle bağlı olarak gözlerini sağa ya da sola çevirmek için eğitiliyor. Elektrotlarla, maymun beyninin pre-frontal korteks sinir hücreleri ekranda görülüyor. Pre-frontal korteks adlı bölgesindeki nöronların aktiviteleri, elektrotlarla ekrana yansıtılıyor.

Her testte sadece bir nöron grubu harekete geçiyor. Konumla ilgili “nerede” testi, pre-frontal korteksin bir bölgesindeki nöronları aktive ederken, şeklin içeriği ile ilgili olan “ne” testi diğerine komşu ama ayrı bir bölgedeki nöronları harekete geçiriyor. Goldman-Rakic, pre-frontal korteksin şimdiye değin hep bilginin yönlendirildiği ve planlama, düşünme, anlama ve istem için sentez edildiği yer olarak düşünüldüğünü belirterek, bu alanın en azından duyusal ve motor bölgeler kadar bölümlenmiş olduğunu gösterdiklerini söylüyor.

Geçen yıl içinde, Washington Üniversitesi’ndeki araştırmacılar tarafından ortaya koyulan tamamlayıcı bulgular, insanlar üzerinde PET ile yapılan çalışmalardan kaynaklanıyor. Deneyde gönüllülere, isimler içeren bir liste veriliyor ve kendilerinden bu isimleri yüksek sesle okumaları ve her isimle ilişkili bir yüklem söylemeleri isteniyor. Örneğin, “köpek” sözcüğü okununca “havlamak” gibi bir yüklem söylenmesi gerekiyor.

Bu deneyde pre-frontal ve cingulate korteks de dâhil olmak üzere, beynin pek çok farklı bölgesindeki nöron aktivitesinde artış gözleniyor. Fakat aynı isimleri içeren listenin sürekli olarak tekrarlanması nöron aktivitesinin değişik bölgelere kaymasına yol açıyor. Gönüllülere yeni bir isim listesi verildiğinde ise, nöron aktivitesinin arttığı ve ilk bölgelere döndüğü görülüyor.

Bu deney, beynin bir bölgesinin sözcük türetmeyi gerektiren kısa süreli bellek görevi gördüğünü, ama iş otomatikleştikten sonra beynin başka bir bölümünün bu görevi devraldığını gösteriyor. Diğer bir deyişle, bellek yalnızca içeriğine göre değil, aynı zamanda işlevine göre bu bölümlere ayrılıyor. Washington Üniversitesi’nden Steven E. Petersen, bu sonuçları Goldman Rakic’in düşünceleriyle uyum içerisinde olduğunu söylüyor.

Peki nasıl oluyor da beyindeki bu özelleşmiş alanlar birbirleriye büyük bir uyum içerisinde çalışabiliyorlar? Aktiviteler tek bir merkezden mi, yoksa beyne yayılmış olan bir çeşit entegrasyon ağı tarafından mı koordine ediliyor? Petersen, algılama, bellek ve istemin entegre edildiği bir tek lokalize alan ya da lokalize olmuş birkaç alan bulunduğu düşüncesini savunuyor. Goldman Rakic’in görüşleri ise, farklı fakat eşdeğer bölgelerin birbirleri ile bağlantı ve ilişki içerisinde bulunduğu, hiyerarşik olmayan bir modele daha yakın. San Diego’daki California Üniversitesi’nde bellekle ilgili araştırmalar yapan Larry R. Squire, “bağlantı problemi”nin çözümünün uzun yıllar alabileceğini, bağlantı mekanizmasının ne olduğu konusunda gerçek bir ipucunun bulunmadığını düşünüyor. Ama öte yandan hızla gelişen teknolojinin son ürünlerinden biri olan mikroelektrotlar, vücuda zarar vermeyen görüntüleme teknikleri (örneğin PET ve Magnetik Rezonans ile Görüntüleme gibi) ve bilgisayarlar sayesinde, bu sorunların yakın bir gelecekte yanıtlanacağından ve deneysel bilgilerle yeni modeller oluşturulabileceğinden umutlu Squire’ın da dediği gibi: “Bu teknolojik destek olmadan artık hiçbir şey yapılamaz.” (John Horgan)

Yukarıdaki yazı SCIENTIFIC AMERICAN Dergisi’nin Ocak 1994 sayısının tercümesidir. Yukarıdaki yazı SCIENTIFIC AMERICAN Dergisi’nin Ocak 1994 sayısının tercümesidir.

Sözü edilen makalede, John Horgan şu deneye yer veriyor:

Deneyde gönüllülere isimler içeren bir liste veriliyor ve kendilerinden bu isimleri yüksek sesle okumaları ve her isimle ilişkili bir yüklem söylemeleri isteniyor. Örneğin, “köpek” sözcüğü okununca “havlamak” gibi bir yüklem söylenmesi gerekiyor. Bu deneyde, beynin pek çok farklı bölgesindeki nöron aktivitesinde artış gözleniyor. Fakat aynı isimleri içeren listenin sürekli olarak tekrarlanması, nöron aktivitesinin değişik bölgelere kaymasına yol açıyor. Gönüllülere yeni bir isim listesi verildiğinde ise nöron aktivitesinin arttığı ve ilk bölgelere döndüğü görülüyor.

Ahmed Hulûsi, 1986’da yayımlanan “İNSAN VE SIRLARI” kitabının, “Dünyadaki En Önemli Çalışma Zikir” adlı bölümünde bu konuyla ilgili şunları söylüyor: “Yaklaşık 14 milyar hücreden oluşan insan beyninin ancak cüzi bir kısmı doğum sırasında aldığı ışınlarla faaliyete girer; bundan sonra da yeni tesirlerle yeni açılımlara kavuşması imkânsızdır. Beyin, doğum anından sonra dışarıdan gelen ışın etkileriyle yeni hücre gruplarını devreye sokamaz. Ancak beyindeki devreye girmemiş kapasite ilelebet âtıl durmak için var edilmiş demek değildir bu”

Allâh ismini dilinizle söylediğinizi kabul edelim… ‘Allâh’ kelimesinin beyinde hatırlanması demek, bu kelimenin mânâsını oluşturan hücre grupları arasında bir biyoelektriğin akışı demektir… Esasen beyindeki tüm fonksiyonlar, beyin hücreleri arasındaki biyoelektrik faaliyetten başka bir şey değildir!.. Her mânâya göre beyindeki değişik hücre grupları arasında bir biyoelektrik akışı söz konusudur… Bu akış neticesinde devreye giren hücre grubuna göre ortaya sayısız mânâlar çıkmaktadır.”

Belleğin işlevi, John Horgan, “Dağınık İşlevler” makalesinde aynı konuyu şöyle açıklıyor: “Bu deney beynin bir bölgesinin sözcük türetmeyi gerektiren kısa süreli bellek görevi gördüğünü, ama iş otomatikleştikten sonra beynin başka bir bölümünün bu görevi devraldığını gösteriyor. Diğer bir deyişle, bellek yalnızca içeriğine göre değil, aynı zamanda işlevine göre de bölümlere ayrılıyor.”

Ahmed Hulûsi’nin, yine “İNSAN VE SIRLARI” adlı kitabındaki yanıtı ise şöyle: “Zikir yaptığınız zaman yani Allâh’a ait olarak bilinen bir mânâyı tekrar ettiğiniz zaman beyinde ilgili hücre grubunda bir biyoelektrik akım meydana geliyor ve bu, bir tür enerji şeklinde, manyetik bedene yükleniyor! Aynı zamanda siz bu mânâyı tekrara devam ederseniz yani bu kelimeyi tekrara devam ederseniz, bu defa tekrarlanan kelimenin tekrarından oluşan biyoelektrik, daha da güçlenerek yeni hücre birimlerini devreye sokuyor ve bir kapasite genişlemesi söz konusu oluyor.”

Sonuç olarak, zikrin bilimsel açıklamasının elimizdeki iki yorumu var. İlki, 1986 yılında, tam yirmi üç yıl önce Ahmed Hulûsi, diğeri ise bu açıklamadan tam sekiz yıl sonra 1994 yılında, dünyaca ünlü bir bilim dergisinin Türkçe sayısında, John Horgan adlı bir Batılı tarafından yapılmış. Batılının dediklerine dört elle sarılmadan önce, Ahmed Hulûsi’yi bir kez daha okumakta yarar var. (Ahmed Hulusi- Dua ve Zikir.))
**********************************************************

         İNSANIN YARATILIŞI

Ey sırların kimyasını öğrenip iyilerin yolunda gitmek isteyen. Eğer kendi nefsinden haberdar olmak istersen bil ki seni yaratan Allah Tealâ sende iki şey yaratmıştır. Biri zahiri, diğeri bâtıni. Zahiri olan göz ile görülebilen beden kalıbıdır. Batıni olan da bazen Nefs, bazan Ruh, ve bazen de Kâlp derler. Senin hakikatin batıni yönündür. Bütün teklif, hitap, kınama, ceza, saadet ve şekavet hakikatin içindir. Dolayısıyla kendi hakikatini tanımak Allah Tealâyı tanımanın anahtarıdır.

KÂLP PERDESİNİN AÇILIŞI

Gönül penceresinin uyumadan ve ölmeden melekût alemine açılmayacağı zannedilmemelidir. İşin hakikati bu değildir. Belki uyanıklık halinde bile bir kimse nefsini riyazete (az yemek, içmek) alıştırılır, Kalbini gazap, şehvet, ve kötü huylardan temizler, ıssız bir yerde oturur, gözlerini yumar duyularını çalıştırmaz, kalbiyle melekût alemi arasında münasebet kurar, daima Allah’ı anıp dil çalkantısı ile değil, kalbin içinden Allah, Allah, Allah.. der ve bu hal Allah’tan başka şeyden ve hatta kendinden bile habersiz olacak mertebeye varırsa gönül penceresi açılır. Başkalarının göremediği veya ancak rüyalarında gördükleri halleri o uyanıklık halinde görebilir. Kendisine bu yol açılan kimse her türlü tarif ve ifadeye sığmayan büyük haller görür.

          ZİKRİN HAKİKATİ

1 – Zikrin yalnız dilde olup kalbin ondan gafil kalmasıdır. Bu zikrin tesiri zayıf olur. Fakat tamamen de etkisiz değildir. Zira hizmetle meşgul olan dil, beyhude şeylerle meşgul olan yahut boş duran dil üzerinde üstünlüğü vardır.

2 – Kalpte olan fakat sabit ve istikrarlı olmayıp kalbi zorlamakla olan zikirdir. Şöyle ki eğer uğraşmak ve zorlamak olmazsa kalp kendi tabiatı üzere durur, gaflet ve kalp konuşmalarından kurtulmaz.

3 – Zikrin kalbe yerleşmesi ve onu kaplamasıdır Kâlp ancak uğraşmak ve zorlamakla başka şeyle meşgul olabilir.

4 – Kalbi kaplayan zikir değil zikir edilen varlık yani Allah olmasıdır Zira zikir edileni seven ile zikri seven arasında büyük fark vardır. Belki üstünlük zikirden haberdar olmanın kalpten atılması ve kalpte yalnız zikir edilenin kalmasıdır. Zira zikir gerek Arapça olsun, gerek Farsça olsun nefs konuşmasından ayrı değildir belki kalp konuşmasının ta kendisidir. Asıl olan kalp, konuşmasından kurtulmasıdır.

         ALLAH’U TEALÂYI ZİKİR.

Malum olsun ki, bütün ibadetlerin çekirdeği ve maksadı Allah’ın zikridir(onu anmaktır). Nitekim Allah buyurur ki,

Şüphesiz namaz, çirkin ve kötü şeylerden alıkoyar ve muhakkak Allah’ın zikri çok büyüktür.” (Ankebut, 45)

Kur’an okumak, Allah’ın kelamı olması hasebiyle Allah’ı hatırlattığı için ibadetlerin en faziletlisidir. Kur’an içerisindekilerin hepsi, Allah’ın zikrini tazeler. Oruçtan da maksat, şehvetleri kırıp onsan kurtulmak ve böylece Allah’ın zikrine yer olmaya layık olmaktır. Zira kalp nefsi arzular ve şehvetle dolu oldukça Allah’ın zikri ona yerleşmez, tesir edemez. Hac’dan maksat, Allah’ın evini ziyaret edip hane sahibini hatırlayıp ona kavuşmayı şevk ve heyecanla istemektir.

Demek ki bütün ibadetlerin sırrı ve hikmeti Allah’ı zikretmek, anmak, hatırlamaktır. Hatta Müslümanlığın aslı olan “La ilahe illallah” kelimesi de zikrin ta kendisidir ve diğer ibadetler bu zikrin takviyecisidir. Allah’ı anmanın meyvesi, neticesi O’nun seni anmasıdır. Allah’ın seni anmasından faziletli ve yüksek derece yoktur. Bunun için Allah buyurur ki, “Beni anın ki, ben de sizi anayım.” (Bakara, 152)

O halde Allah’ı devamlı zikretmek lazımdır. Devamlı anmak mümkün olmazsa ekseri(daha çok) hallerde zikretmelidir. Zira kurtuluş ona bağlıdır. Allah buyurur :

”Felah bulmak istiyorsanız, (ekseri hallerde) Allah’ı anınız. (Enfal, 45)

Ve yine bunun içindir ki Allah buyurur:

Ayakta iken, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allah’ı zikredenler.” (Al-i İmran, 191)

Bu ayet-i kerime hiçbir halde Allah’ın zikrinden geri kalmayan kimseleri övmektedir. Yine buyurur ki:

Rabbini tazarru ve korku ile gizli ve aşikar, sabah ve akşam zikret, hiçbir zaman O’ndan gafil kalma.” (A’raf, 205)

Peygamber efendimize “İşlerin faziletlisi hangisidir?” diye sordular. Buyurdu ki, “İşlerin faziletlisi, öldüğün zaman dilinin Allah’ın zikriyle yaş olmasıdır.” (İbn-i Hibban ve Taberi)

Ve yine buyurdu ki, “Size en faziletli, Allah katında en çok makbul olan, en çok derecenizi yükselten, gümüş ve altın sadaka vermekten daha faziletli olan, kâfirlerle cihat edip o sizin boynunuzu, siz onların boynunu vurmaktan daha faziletli olan amelden haber vereyim mi?” Onlar: ”Ya ResulAllah, o amel nedir?” Peygamber :”Allah’ın zikridir.” (Tirmizi) buyurdu. Yani Allah’ı anmaktır.

Ve yine buyurdu ki: ”Allah buyurur: Her kim ki, benim zikrim onu duadan alıkoyarsa, ona vereceğim, dua edenlere(isteyenlere) vereceğimden daha üstündür. (Buhari)

Ve yine buyurdu ki, “Gafiller arasında Allah’ı zikreden kimse, ölüler arasında diri, kuru ağaçlar arasında yeşil ağaç, düşmandan korkup kaçanlar arasında gazi gibidir.” Muaz b. Cebel buyurur ki, “Cennet ehli, dünyada Allah’ı zikretmeden geçirdikleri zamandan başka hiçbir şeye hayıflanmazlar.”

Zikrin hakikati, bir emir ve yasakla karşılaşıldığı zaman Allah’ı hatırlamak, günah vaktinde günahtan uzaklaşmak, ibadet vaktinde emir ne ise yapmaktır. Eğer zikir onu bu hususlara sevk etmezse, onun zikri hakiki zikir değildir. Sadece nefis konuşmasıdır. (İ.Gazâli- Kim. Saadet)
……………………………………….

Hak daima Vehhâb (Veren) ve Feyyazdır. (feyiz veren) Mahal de sürekli kabul edicidir. Ya bilgisizliği, ya da bilgiyi. Mahal yatkınlık kazanır, hazırlanır kalbin aynasını temizler ve cilalarsa onun için sürekli ilâhi vergiler meydana gelir. O halde her hangi bir zamanda sınırlanması mümkün olmayan şeyler kalp için gerçekleşir. Kalbin cilası Allah’ı zikretmektir.
Kalp Allah’ı bilmek yerine sebeplerin bilgisine yönelir ve onlarla ilgilenirse Allah’tan başkasıyla ilgilenmesi kalbin yüzeyinde pas haline gelir. Söz konusu bilgi Hakkın o kalpte tecelli etmesini engeller. Çünkü ilahi mertebe sürekli tecelli etmektedir. (İbn. Arabi- Fütühat)
***********************************************************

         ZİKİR VE İBADET

Doğrusu zikrin zat üzerinde ibadetten daha çok bir ağırlığı vardır. Burada ki zattan maksat ve muradımız habîs olan zattır. Çünkü böyle olan zat karanlık suyuyla sulanmıştır. Zikir ise ona Nûr şerbetini içirir. Ama o içindeki karanlıktan dolayı Nûr’u kabul etmez. Karanlık ise zatı asıl tabiatından döndürmek ve hakikatinden çıkarmak ister. Bir kadını erkek tabiatlı yapmak isteyen kimse gibi. Bunun aksine bir erkeği de kadın tabiatına çevirmek isteyen gibi. Buğdayın tadını ve zevkini başka bir tahılda bulmak arzusunda olan kimse de bu kabildendir. Artık sen böylesinin tedbir ve hayretinden sorma.

Ama ibadet böyle değildir çünkü o daha çok zatın dış kısmının meşguliyetidir. Keser ve balta ile hizmete benzer. Bundaki ağırlık sadece zatın duyduğu yorgunluk ve bitkinliktir. Allah daha iyisini bilir.

İlâhi isimleri vird edinerek zikirde bulunanlar eğer o virdlerini arif bir şeyhten almışlarsa bu kendilerine zarar vermez. Fakat arif olmayan birinden almışlarsa kendilerine zarar verir.

Neden zarar verir, sebebi nedir?

Esma-i Hüsna (Allah’ın güzel isimleri)nin Hakk’ın Nûrlarından iki türlü Nûru vardır. Sen bir ismini anlam istediğinde, eğer o ismin Nûru beraberinde bulunuyorsa bu durumda onu zikretmen sana zarar vermez. Eğer o isimle birlikte Nûru bulunmuyorsa şeytan da hazır olur ve o kula zarar vermeye sebep hazırlar. Çünkü ismin Nûru kul ile şeytan arasında bir hicap (perde)dir.

Şeyh ârif bir zat olursa o devamlı Hakk’ın huzurunda bulunuyor demektir. Müridine Esma-i Hüsna dan bir isim vermek istediğinde o ismi Nûruyla birlikte verir ki bu Nûr kulu şeytandan koruyup ara yerde perde olur.

Bunun aksine ismi vird olarak veren şeyhin kendisi mahcub kişilerden (Perde gerisinde kalmış, irfan sahasına çıkamamış) ise o mürüdine sadece o ismi verebilir. Yani nuru verilmemiş olur. Bu durumda Mürid helâk olur. Böyle bir helâke düşmekten Allah’a sığınır selamet dileriz.

         ZİKREDERKEN SALLANIP BİR TAKIM HAREKETLERDE BULUNMAK

Zikrederken vecde gelip sallanmak, bir takım hareketler göstermek nirinci karnde, yani sahabeyi Kiram devrinde olmadığı gibi ikinci ve üçüncü karn yani Tabiîyn ve Tebe-i Tabiîyn devirlerinde de yoktu. Şüphesiz ki bu üç devre en hayırlı devrelerdir.

Zikir halinde sallanmak, bazı hareketler gösterip vecde gelmek ancak dördüncü devrede ortaya çıktı. Bunun sebebine gelince, Allah’ın velî kullarından dört veya beş zat ki bunlar kendilerine fetih yapılanlardan bulunuyorlardı, bu zatların arkadaş ve yaranları da bulunuyorlardı. Zaman zaman bunlar meleklerden olan Allah kullarını ve Melek olmayan kulları zikrederken müşahede ediyorlardı.

Meleklerden kimi hem diliyle hem zatiyle zikirde bulunuyor, zatları bu sebeple sağa sola sallanıyor, öne arkaya doğru hareket halinde bulunuyordu. İşte bu beş veliden biri melekleri bu hal üzere görünce hayret etmişti ve zatı da bu durumdan müteessir oluyordu. Sonra da zatı meleğin hareketi gibi hareket etmeye başlıyor ve vecde keyfiyeti böylece zahiri bir hareketle belirgin hale geliyordu.

Ne var ki Velî nin zatı Meleğin zatını bu hususta kopya ederken kendisinden meydana gelen bu tür hareket ve sallantıları fark edemiyordu. Çünkü bu sırada Hakk’ın müşahedesinde gark olmuş bir hali vardı. Hiç şüphe yok ki durumu böyle olan zayıftır, kuvveti yoktur. Yani bu halde kendini toparlayacak bir kuvvete sahip değildir.

Velî’nin durumu böyle olunca onun müridleri, dost ve arkadaşları sözü edilen zikir halinde ki hareketlerini gördüklerinde onu taklit etmeye başladılar. Böyle olunca velinin zatı meleklerin zatına Mürid ve arkadaşlarının zatı da şeyhlerinin zatına uydular. Dış görünüşe kapılıp bir takım hareketler gösterdiler. Sonra bâtın ve sıdk ehlinden olan o beş velî vefat etti. Dış görüşüne bağlı kalanlar zikir halinde hareketlerle meşgul oldular ve biraz da bunu artırdılar.

Bir kısmı bu hareketlere bir ahenkte katarak bir takım aletler de bulundurdular. Bu konuda hayli külfetlere girip bir takım ayin şekilleri meydana getirdiler. Sonra gelen her kuşak bir öncekine varis olarak bu adeti sürdürdüler.

Ben iyice bildim ki bu tür hareketlerin sebebi şeyhlerde ki ZAYIFLIKTIR. Yani ılk o beş velinin zaafa uğraması neticeyi dış görünüşlerini disipline etmeyi gerektirmedi. Onlardan önce gelen ilk üç karn (kuşak) zamanında böyle bir hal yoktu. Hiç kimseden de böyle bir şey işitilmedi. Allah daha iyisini bilir. (Eş Şeyh Abdülazîz Debbağ – El İbriz)
******************************************************

          ESMA ZİKRİNİ KULLANMAK

Allah aslında bize pek çok ipucu vermiş, kullanırsınız veya kullanmazsınız seçim sizin. Allah bizim BU BOYUTTAKİ deneyimlerimizi, BU BOYUTTA VERİLEN MALZEMELERLE yapmamızı istiyor.

Hepimizde Allah’ın isimlerinin belirli açılımları var, bazıları uyuyarak veya pasif halde duruyor. Aslında isimleri ve astrolojik gezegen etkilerini tanırsanız kendi yaratılış formatınızı bir ölçüde kavrayabilir ve eşyanın tabiatına uygun davranabilirsiniz. Çoğu zaman boşuna akıntıya karşı kürek çekmez ve evrensel enerjilerle daha bir uyum içinde olursunuz.

Kendinizi çok iyi tanıyor ve hangi ismin etkisinin sizde kuvvetli, hangisinin zayıf, hangisinin uyur durumda açılmayı beklediğinizi biliyorsanız o zaman ona göre canlandırıcı veya pasifleştirici zikir programları yapabilirsiniz.

Zikir çoğunun sandığı gibi bazı tarikat üyelerinin acayip sesler çıkararak, kendilerine şişler batırarak kendilerinden geçmiş bir halde sağa sola sallanmalarla ve ürkütücü olabilen görüntülerle kendilerinden geçme hali değildir. Allah’a yaklaşma, bilinci açma, farkındalığa ulaşma yoludur.

Kişi hangi baskın özelliklerle doğarsa doğsun zamanla manevi çalışmalar yaparak diğer uyuyan potansiyel özelliklerini de açmaya çalışmalı ve ölüme kadar tüm isim ve enerjileri tatlarını deneyimleyerek gitmelidir.

Eğer astrolojik haritanızı çıkaramıyor veya derinleşip sorunlarınızın kaynağını ve bunlara karşılık gelen isimleri saptayamıyorsanız o zaman sadece iç sesinize ve hislerinize güvenin. 99 ismi karşınıza alın ve sırasıyla enerjilerini hissetmeye çalışın. Hangi ismin manası ve enerjisi size o an daha çok çekici ve etkileyici geliyorsa sizin o dönem veya o gün, o ismin enerjisine ihtiyacınız var demektir. Bu adeta bir manava veya gıda reyonuna gidip canınızın çektiği bir yiyeceği almak gibidir. Örneğin bedenin C vitaminine ihtiyacı olduğunda limon veya narenciye canımızın çekmesi gibi. Veya kanın düştüğünde et, pekmez istemeniz gibi veya kan şekeriniz düştüğünde canınızın tatlı, unlu çekmesi gibi bir durumdur.

Hisleriniz doğal haline bırakıldığında sizi doğru yere götürecektir. Kalbiniz adeta bir uydu anten gibidir. Nasıl ki elektriğe bağlanan ve doğru yöne çevrilen bir çanak çok sayıda yayını alabiliyorsa biz de uydu antenimiz olan kalbimizin bazı enerjilerini açarak ve DOĞRU YÖNE çevirerek çok özel yayınları alabilir ve bizim için yapılan yayınlardan habersiz olmak yerine kendimizi geliştirecek bilgilere ulaşabilir ve ışığa, Nûr’a kavuşabiliriz. (Kaynak; Dr. Ender Saraç)

          ZİKİR VE DUA İLE GENLERİNİZİ DEĞİŞTİREBİLİRSİNİZ

…..Stres, aşk, yaşlanma, korku, haz, enfeksiyon, acı, egzersiz ya da açlık deneyimlediğimizde, bedenimiz içinde çeşitli hormonlar, bunlara karşı çeşitli fiziksel tepkiler ayarlar. Hormonlar kan yoluyla kabarır; kortizol, testesteron, östrajen, interlökin, lekptin, oksitoksin, tiroid hormonu, büyüme hormonu ve farklı yollardan bizim davranışımızı oluşturan ve geliştiren adrenalindeki değişimler. Ve onlar epigenomlarımıza sinyal yollar: “Bazı düğmeleri çevirme zamanı!” diye. Etrafımız değiştikçe, genler kapanır ya da açılır!

DNA kodunun özünde herhangi bir değişim olmadan, hızlı, ani, kalıtsal epigenetik adaptasyonları eklemenin çoklu yolları var. Bir temel ve yaygın mekanizma; DNA metilasyonu: Hücrelerimizdeki enzimlerin DNA’mızdaki bir CpG dinükleotidindeki Sitozinin 5-karbonundan yapıya eklenerek, metalitatlanmış bir ada oluşturur. Bu olay, sonrakini takip eden gene şunu söyler: “Şşş, kendini ifade etme!”

İnsan çeşitliliğin ana nedenlerinden bir tanesi de; genlerimizin yaklaşık %70 oranında ya da kabaca 14.000’ini, etraflarında artan rastgele mutasyonlara karşı açma/kapama düğmelerine sahip olmalarıdır, dolayısıyla, bu düğmelerin değiştirildiği insan nüfusunda sayısız kombinasyonlu yollar vardır.

         ÖZEL VE GENEL ZİKİRLER

ZİKİR birkaç çeşittir ve öncelikle ikiye ayrılır:

1. Genel zikir

2. Özel zikir

GENEL ZİKİR de kendi içinde ikiye ayrılır:

A. Ruhaniyet zikri

B. Özel gayeye yönelik zikir

Aynı şekilde ÖZEL ZİKİR de ikiye ayrılır:

a- Özel gayeye yönelik zikirler

b- Kişiye özel zikirler.

Demiştik ki, belirli kelimelerin veya kelime gruplarının beyinde tekrarının adıdır ZİKİR

Yapılan her zikirde, ne kelime olursa olsun, beyinde belirli bir frekansta dalga boyu üretilerek, beynin görev dışı olan hücreleri, o frekansla programlanır.

Şayet CİNNÎ ilhamla gelmiş bir kelime ya da Budistlerin meşhur “om” kelimesi gibi bir zikir yapılırsa; kişinin beyninde o istikamette bir gelişme sağlanır ve insan farkında olmadan CİNLER ile rezonansa girerek birtakım ilhamlar almaya başlar ve bunun sonunda, verilen ilhamlara göre, kendini, UZAYLI, EVLİYA, MEHDİ NEBİ veya ALLÂH olarak görüp; çeşitli mantıksal bütünlükten uzak fikirler içinde heba eder.

Buna karşılık bir de İslâmî kaynaklarca öğretilen GENEL ZİKİRLER vardır ki; bunlar tamamıyla, kişinin RUH gücünün artmasına ve RABBİNE yaklaşmasına vesile olur.

Bu GENEL ZİKİRLER’e hemen bir iki misal verelim.

“SubhanAllâhi ve bihamdihi”

“SubhanAllâhi velhamdulillâhi ve lâ ilâhe illAllâhu vAllâhu ekber”

“Lâ ilâhe illAllâhu vahdehû lâ şeriyke leh”

“Lâ ilâhe illAllâhul melikül hakkul mubiyn”

“Subbûhun Kuddûsun Rabbul melâiketi ver Rûh”

Bir de GENEL ZİKİR sınıflaması içinde yer alan “Özel gayeye yönelik” zikirler vardır; ilim talebine yönelik, kusurunu itirafa ve bağışlanmaya yönelik zikirler gibi… Hemen bunlara da örnek verelim:

“Rabbi zidniy ilmâ”

“Lâ ilâhe illâ ente subhaneKE inniy küntü minez zâlimiyn”

“Rabbic’alniy mukıymes Salâti ve min zürriyyetiy”

ÖZEL ZİKİR, esas olarak kişinin durumunu çeşitli yönlerde geliştirmeyi hedef alan, özel gayeler istikametinde gelişmeyi amaç edinen zikirlerdir.

ÖZEL ZİKİRLER, esas itibarıyla kişinin beyin programına, yani kendine has özellikleri, karakteristiği, kişisel arzu ve hedefine göre düzenlenen zikir formülleridir… Bu zikir terkipleri, belirli âyet ve hadislere dayanan dualar ile, o kişide kısa sürede gelişme sağlayacak, ilâhî isimler gruplarından oluşur.

Tarikatlarda verilen zikir formülleri günümüzde genellikle hep GENEL ZİKİR kapsamında olduğu için gelişme sürecini de otuz-kırk yıl gibi çok uzun zaman dilimlerine yaymaktadır.

Oysa, bu özel zikir formüllerini deneyenler, kendilerinde bir-iki sene gibi çok kısa süreler içinde büyük gelişmeler hissetmektedirler.

ÖZEL ZİKRİN, özel gayeye yönelik bölümünde yer alan bazı zikirlere misal vermek gerekirse, bu konuda şunları örnek olarak söyleyebiliriz:

“Allâhümme inniy es’elüke hubbeke”

“Allâhümme elhimniy rüşdiy”

“Kuddûs’üt tâhiru min külli sûin”

ÖZEL ZİKİR bölümündeki (b) şıkkında yer alan kişiye özel zikirler ise.

MÜRİYD. KUDDÛS, FETTAH, HAKİYM, MU’MİN, RAHMÂN, RAHIYM, BÂSIT, VEDUD, CÂMİ’, RÂFİ’

Ve daha bunlar gibi Allâh’ın değişik isimlerinden oluşur. Bunlar kişinin beyin programının ihtiyaç gösterdiği bir biçimde; kişiye özel sayılar ile formüle edilerek çekilir ve kişi üzerindeki etkileri kısa sürede açığa çıkar.

Ancak, burada hemen şunu ilave edelim; bu ZİKİR çalışması içinde, zikirle açılan ek kapasitenin değerlendirilmesi sırasında yoğun olarak İLİME ağırlık verilmesi ve artan kapasitenin İLİM ile değerlendirilmesi şarttır. Aksi hâlde bu kapasitenin cinnî ilhamlar istikametinde programlanması söz konusu olabilir ki; bu da hiç iyi olmaz.

Ayrıca bu tür zikirler sırasında kitabın girişinde yer alan CİNLERE KARŞI KURÂN’DA ÖĞRETİLEN KORUNMA DUASININ yapılması son derece yararlı olur.

İşte kısaca bu ön bilgiyi verdikten sonra, az önce sorulan sorunun cevabını hemen açıklayalım.

İslâm camiasında genellikle RUHANİYETİ arttırıcı zikirlere devam edildiği için; maneviyatı son derece güçlü sayısız insan yetişmesine karşın; Dünya ilimlerine dönük beyinler çok az çıkmıştır! Şayet beyin, sistemli bir şekilde Dünya bilimlerine yönelik bir biçimde zikir ile takviye edilseydi, elbette ki o yönde gelişmiş üst düzey beyinler de çıkardı.

Ne var ki, “yarın zorunlu olarak terk edeceğin şeye, bugün sahip çıkarak, kendini, o şeyi terk etmekten ileri gelen azaptan koru” düşüncesinde olan İslâm camiası, Dünya’ya fazla bir değer vermemiş ve o yolda kendini fazla yormamıştır.

Önce anlaşılması son derece kolay olan şu misali verelim.

Size son derece kıymetli mücevherle dolu bir kasa veriyorlar ve diyorlar ki:

Şayet anahtarını elde edersen, bu kasayı açabilirsin, içindeki her şey senin olabilir.

Soruyorsunuz, peki anahtar nedir, nasıl açabilirim? Cevap:

— Anahtar, ucu özel bir şekillendirmeye tâbi tutulmuş demirdir. Elde etmek için de şu kadar pahasını ödemek zorundasın.

Diyorsun ki “Kasa nasıl olsa bende! O kadar paha ödeyeceğime, alırım bir demir, alırım bir eğe; çenterim demiri, olur anahtar!”

Ama ne çare ki, bir ömür boyu demir çentseniz, o kasanın özel kilit şifresine uygun anahtarın bir benzerini yapamazsınız. Ve bu yüzden de kasanızı açıp içindeki çok kıymetli mücevherlere kavuşamazsınız. Tâ ki, pahasını ödeyip özel şifresi için yapılmış anahtarı elde edene kadar… Unutmayalım ki her kilit ancak şifresine uygun anahtar ile açılır.

İşte bu misalde olduğu üzere, her beynin kendine özel bir formüle ihtiyacı vardır ki, çok kısa sürelerde büyük gelişmeler elde etsin. Ama bunun için de elbette, bu konudan anlayan, bu konu hakkında bilgi sahibi kişiyi bulmak zorunluluğu mevcuttur.

Bu devirde böylesine ehil kişiyi bulmanın çok zor olduğunu düşünerek bu kitapta, bize ihsan olunan ilim ölçüsünde, elden geldiğince çeşitli zikir formüllerinden söz edeceğiz. Ki bunlar bizâtihi tecrübelerimize göre son derece yararlı olmuşlardır.

Dileyen bu zikir formüllerini bir süre kendi üzerinde dener, fayda görürse devam eder, fayda bulmazsa da genel zikirlerle ruhaniyetini geliştirme yolunda çalışmalarına devam eder.

         ZİKİRDE NİÇİN ARAPÇA KELİMELER KULLANILIR?

ZİKİR“den söz edildiği zaman hemen akla takılan ve sorulan bir soru da şudur:

— Niçin biz bu kelimeleri Arapça olarak söyleyelim? Aynı kelimelerin Türkçe karşılığını söylesek olmaz mı? Allâh, sanki Türkçe anlamaz mı ki biz Türkçe okuyamıyoruz?

Elbette, bu sorunun cevabını da vermek böyle bir kitapta, bize düşer! Öyleyse, dilimiz döndüğünce, bunun da izahını yapalım.

Bilelim ki; sesle duyduğumuz bir kelime, yapılan işin en son safhasıdır! Olay beyinde, o anda içten yani kozmik boyuttan veya kozmik âleme ait bir varlıktan gelen; ya da dıştan yani çevremizde algılamakta olduğumuz herhangi bir varlıktan gelen bir impulsla yani bir mikrodalga -ışınsal etki- ile başlar.

Bu gelen etki neticesinde, önce beynin biyomanyetiği, sonra biyoelektriği ve daha sonra da biyoşimik yapısı tesir alır. Biyoşimik yapı aldığı tesirle kendisindeki verileri bir araya getirdikten sonra, çıkan neticeyi tekrar biyoelektrik kata dönüştürerek, ilgili sinir sistemini uyarır ve hangi organla ilgili bir durum söz konusu ise olayı ona aktarır. Ve biz, o organdan yansıyan bir eylem olarak, sonucu algılarız!

Yani esas olan, dışta algıladığımız ses-görüntü değil, bir üst boyutta cereyan eden ışınsal yapı-biyoelektrik-biyoşimik üçlü sistemidir!

Şayet, beynin bu ana çalışma sistemini kavrayabildiysek, anlayacağız ki; önemli olan, kelimenin harf dizilişinden oluşan lisan değil, kelimeleri meydana getiren frekans-titreşimdir!

“ÜST MADDE” isimli ses ve video sohbetlerimde izah ettiğim üzere, evren ve içinde her boyutta var olan, tüm varlıklar orijini itibarıyla kuantsal kökenli ışınsal varlıklardır. Ve dahi bu ışınsal yapıların her biri, bir anlam taşımaktadır. Ki, bu ışınsal kökenli varlıklar tanımına uygun olarak, salt enerji varlıklar, belli bir anlam taşıyan ve o anlama yönelik görev yapan varlıklar dinde “MELEK” kavramı ile açıklanmıştır. Nitekim, “Melek” kelimesinin aslı “melk“ten gelir ki “güç, kuvvet, enerji” anlamındadır.

İşte, evrensel mânâda her titreşim-frekans bir anlam taşıdığı gibi, beyne ulaşan her kozmik ışın, frekans dahi bir anlam ihtiva eder biçimde evrende yer almakta ve bu yapılar bizim tarafımızdan “MELEK” adıyla bilinmektedir.

İnsan ise, KENDİ ÖZ GERÇEĞİNİ, ALLÂH’I TANIMAK için var edilmiş, yeryüzündeki en geniş kapsamlı birimdir. İnsanın kendini bu beden sanması, Kur’ân tâbiriyle “aşağıların en aşağısında var olması“; buna karşılık özünün hükümleriyle yaşaması ise “cennet hayatı” diye tanımlanmasına sebep olduğu için, insana tek bir görev düşmektedir: KENDİNİ ÖZ YAPISINDA TANIMAK!

Bunu da din, “NEFSini bilen RABbini bilir” diye formüllemiştir.

İşte, madde boyutunu asıl sanan beyin, kesitsel algılama araçlarının -beş duyu- kaydından ve onun getirdiği şartlanma blokajından kendini kurtarabildiği takdirde; ışınsal evren gerçeğini fark edip idrak edecek ve o gerçek boyutta, gerçek yerini almak için, gerçek varlığını hissetme arzusu duyacaktır.

Bu arzu, onun ışınsal yapıyla ilintisini güçlendirecek ve neticede fark edecektir ki, kendisinde meydana gelen tüm olaylar, ışınsal anlamların açığa çıkışından başka bir şey değildir.

Yani beyin, ışınsal anlamları, bildiğimiz boyuta transfer eden ve bu arada da, bir yandan bu kavramları bir tür holografik ışınsal bedene yüklerken, diğer yandan da dışarıya yayan muazzam bir cihazdır.

ZİKİR“, ancak işte bu anlattıklarımızın kavranılmasından sonra anlaşılabilecek, idrak edilebilecek bir sebepledir ki, Arapça orijinal kelimelerle yapılan çalışmadır.

Zira, her bir kelime, harf; belli bir frekansın-titreşimin beyinde ses dalgalarına dönüşmüş hâlidir. Her frekans bir anlam taşıdığına göre; kelimeler, belli anlam taşıyan frekansların, ses dalgalarına dönüşmüş hâlidir ki; bu da “zikir kelime ve kavramlarını” oluşturur.

Yani, belirli evrensel anlamlar, kuantsal anlamlar, evrende dalga boyları, titreşimler hâlinde mevcut olduğundan; bunların ses frekansına dönüşmüş hâline de kelimeler dendiğinden; o anlamların titreşimine en uygun kelimeler Arapça olduğu için, zikir kelimeleri Arapça olmuştur.

Dolayısıyla, siz o kelimeyi değiştirdiğiniz zaman, asla o frekansı tutturamaz ve asla, o istenilen frekansın ihtiva ettiği anlama ulaşamazsınız.

İşte bu sebepledir ki. Kişi, Allâh Rasûlü’nün, Kur’ân-ı Kerîm’in insanlara idrak ettirmek istediği sırlara ermek ve evrensel gerçeklere vâkıf olmak istiyorsa, zikir kelimelerini geldiği gibi, yani Arapça orijinalinde olduğu gibi, tekrarlamak mecburiyetindedir.

Ve en az hayatında bir kere, kesinlikle, Kur’ân-ı Kerîm’i Arapça orijinal kelimeleriyle beyninde tekrar etmek ve bunu RUHUNA yani bir tür holografik ışınsal bedenine yüklemek zorundadır! Ki, ölüm ötesi yaşamında sonsuza dek kendisinde bulunan bu bilgi kaynağından yararlanabilsin!

Ayrıca, bu kelimelerin Arapça olarak orijinaline uygun biçimde tekrar edilmesi zorunluluğunun bir diğer sebebi de şudur: Bu Arapça kelimeleri, eğer Türkçe’ye çevirmeye kalkarsanız, bazen bir sayfa, bazen daha fazla yazmak zorunda kalırsınız; o anlamı verebilmek, o mânâyı kavrayabilmek için. Oysa, bunu tek kelime olarak tekrar imkânı mevcutken!

Bilmem anlatabildim mi, “ZİKİR“in neden daima geldiği orijinal lisanıyla yapılması gerektiğini?

          TESPİH BAHSİ

“HİÇBİR ŞEY YOK Kİ, O’NUN HAMDI OLARAK, TESPİH ETMESİN! FAKAT SİZ ONLARIN İŞLEVİNİ ANLAMIYORSUNUZ! MUHAKKAK Kİ O, HALİYM’DİR, ĞAFÛR’DUR.” (17.İsra': 44)

“SEMÂLARDA VE ARZDA OLAN HER ŞEY ALLÂH’I (İŞLEVLERİYLE) TESPİH ETMEKTEDİR! “HÛ” AZİYZ’DİR, HAKİYM’DİR.” (57.Hadiyd: 1)

Bilgi: Evrende var olarak algılanan ve algılanamayan her ne varsa, sadece ALLÂH’I TESPİH ETMESİ için yaratılmıştır. İyi veya kötü, güzel ya da çirkin, mükemmel veya mükemmel kabul edilmeyen her ne varsa!

Bu ön bilgiden sonra şimdi de yukarıdaki vurgulamanın ifade ettiği anlamı kavramaya çalışalım.

İlmin, fiillere dönüş sınırı olarak konan “ARŞ” isminin kapsamı altındaki her şey, Allâh isimlerinden bir terkibin mânâsını ortaya koyan sonsuz-sınırsız varlıkları kapsamına alır.

Rahmân‘ın arş üzerine “istiva“sı ise, Rahmet eseri olarak tüm mevcudatın ilâhî isimlerin mânâlarını açığa çıkarmak üzere meydana getirilmesidir… Bu varlıklar, hep “Allâh Rahmeti“nin bir eseridir.

İşte her “şey“, kendisini meydana getiren Allâh “isminin” mânâsının ortaya çıkışına vesile oluşu yönüyle, her an, daimî olarak o ilâhî mânâ çevresinde dönüp durmaktadır ki; işte bu durum o varlıkların sürekli “tespihi” olarak açıklanmıştır!

Bir başka ifadeyle; biz neyle tavsif edersek edelim, her şey, kendisini meydana getiren ismin mânâsını ortaya koymak suretiyle kulluğunu ifa etmektedir ki, bu da onların tespihleri olmaktadır.

Tespih, işte bu anlamda olmak üzere zorunlu olarak yerine gelmektedir ki, birinci şeklidir!.. İkinci şekli ise, ihtiyarîdir!

Yani, Kişi, taklidî veya tahkikî şekilde tespih eder Allâh’ı!

Taklidî tespih, kişinin kendisine yapılan tavsiyelere uyarak, çeşitli kelimeleri tekrar etmek suretiyle, yaptıklarının bilincine ermeden yapılandır.

Bu şekil, kişiye hiç farkında olmadan büyük bir ruh gücü temin eder ve ölüm ötesi yaşamın değişik aşamalarında çok büyük yarar sağlar. Kabir âleminde, haşr yerinde, sırattan geçerken ve cennette!

Tahkikî tespihe gelince. Bu zikir, kişinin söylediğinin bilincine ermesi suretiyle meydana gelir. Neticesi ise, hem yukarıda bahsetmiş olduğumuz büyük ruh gücüne erişmektir; hem de söylenilen kelimelerin mânâlarını kendi özünde çok daha üst boyutlarda hissetmek suretiyle Allâh’ı fevkalâde mânâlar ile ilham yollu, keşif yollu anlamaya başlamaktır. Bütün bu çalışmalar sırasında asla şunu hatırdan çıkartmamak zorunludur ki; Allâh Zâtı itibarıyla tefekkürü mümkün olmayan; hatıra gelen her şeyden münezzeh varlıktır!

İşte bu çok özet ön bilgiden sonra gelelim Allâh’ı tespih etme konusunda bize yapılan tavsiyelere.

“SubhanAllâhi ve BiHamdihi”

Anlamı: Allâh, Hamdıyla Subhan’dır (Allâh’ı, O’nun hamdıyla tespih-tenzih ederim).

Bilgi: Bu tespih ile ilgili iki hadîs-î şerîf nakledeceğim sizlere:

Rasûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu:

Her kim günde yüz kere “SubhanAllâhi ve BiHamdihi” derse; günahları, deniz köpüğü kadar çok olsa bile, mahvolur ve bağışlanır.

Rasûlullâh bir gün yanındakilere şöyle söyledi:

— Allâh’ın en çok sevdiği kelâmı size bildireyim mi?

— Elbette haber ver yâ RasûlAllâh!

— Allâh’ın en çok sevdiği kelâm “SubhanAllâhi ve BiHamdihi”den ibaret olan kelâmdır…

          ÖZEL ZİKİR ÖNERİLERİMİZ

Kalpler ancak ALLÂH ZİKRİ İLE TATMİNE ULAŞIRLAR” buyuruluyor… Niye?

Çünkü insan, sonsuzu düşünmeye yönelik bir kapasiteyle yaratılmıştır ve sonsuzluk-sınırsızlık ise ALLÂH’ın vasfıdır!

Lâ uhsiy senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsik” diyen Rasûlullâh AleyhisSelâm;

Sana hakkıyla senâ (övgü) etmem mümkün değildir; ancak sen kendini hakkıyla bildiğin için, kendi kendine senâ edersin” itirafında bulunurken sonsuz-sınırsız yüce Zât‘ın kesinlikle kavranamayacağına işarette bulunmaktadır.

Bu durumda bize düşen ne oluyor? Bize kendini tanıttığı nispette O’nu tanımak! O’nun aynasında, kendimizi seyredip tanımak! Kendimizdekilerden, O’nun sonsuz-sınırsız kemâlâtına, yüce özelliklerine, hikmetlerine, hayran kalmak!

Allâh’ım, hayretimi arttır” diye DUA eden Rasûl AleyhisSelâm da bu husus hakkında bizi uyarıyordu herhâlde.

Allâh’ı tanımanın yolu da, kitabın baş bölümlerinde kısaca izah ettiğimiz gibi, zikirden geçer!

Zikir, ya Zât, Sıfat ve Esmâ’yı içine alan toplu isim “ALLÂH” ismi ile yapılır… Ya da, Allâh’ı çeşitli özellikleriyle tanımaya yönelik diğer isimleri ile yapılır.

İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda tafsilâtlı olarak izah ettiğimiz üzere; İNSAN, gerçeği itibarıyla bir İSİMLER TERKİBİDİR!
Her insanda, Allâh ismiyle toplu olarak işaret edilen isimlerin tümü, yani bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok Allâh ismi bir terkip oluşturur. İşte bu terkibe, biz insan deriz! Allâh, bu Esmâ terkibine “insan” adını takmıştır.

İnsanın Rabbi, kendi varlığını meydana getiren bu “Allâh” isimlerinin işaret ettiği ilâhî güçtür!
Her insanın yapısının bir diğerinden farklı olması, her birinin terkibindeki “Allâh” isimlerinin farklı güçlerde olmasındandır.

Şimdi siz; “ALLÂH” ismini zikrettiğiniz zaman; bu ismin zikrinden doğan güç, terkibinizdeki bütün isimleri eşit oranda güçlendirir… Bunun da neticesinde tüm özellikleriniz aynı seviyede gelişir.

ALLÂH İSİMLERİ” zikri ise, yapınızı meydana getiren isimler terkibi içinde, belirli isimlerin mânâlarını güçlendirmeye yöneliktir.
Mesela, “ALLÂH”ın “İRADE” sıfatının adı olan “MÜRİYD” ismini zikrettiğiniz zaman; terkibinizdeki bu ismin mânâsı güçlenir; beyninizdeki “İRADE” fonksiyonu daha kapsamlı olarak faaliyete geçer ve eskiden iradeniz zayıf olduğu için başaramadığınız birçok şeyi rahatlıkla başarabilirsiniz.
Ya da “HAKİYM” ismini zikretmeniz, sizin bir süre sonra, her şeyin hikmetini, sebebini, neyin niçin olduğunu anlamanıza yol açar… Eskiden bağlantısız sandığınız, gereksiz olduğunu düşündüğünüz pek çok şeyin aslında bir sistem içinde birbiriyle bağlantılı olarak yer aldığını idrak edersiniz.

Yani, “ALLÂH” ismi zikri; fizikteki bileşik kaplar sistemindeki gibi, bütün isimleri eşit oranda yükseltirken; “İSİMLER” zikri ise sadece kendi cinsinden olan terkibinizdeki mânâyı güçlendirir… Ve bu yüzden de kişide çok kısa sürede önemli gelişmeler fark edilir hâle getirir.

İşte bu sebepledir ki, biz, kendinde kısa süre içinde gelişme görmeyi arzu edenlere, “İSİMLER” zikri tavsiye ederiz.

Bizim tavsiye ettiğimiz zikirlerin, herhangi bir tarikat zikri ile alâkası asla yoktur!

Tarikatsız ya da hangi tarikattan olursa olsun; kişi bu zikirleri yaptığı zaman, birkaç ay içersin de neticelerini görmeye başlar!

Şunu kesinlikle belirtelim ki. Allâh, asla, dışarıda ötelerde bir yerde olup, fizik beden ya da ruh ile yanına gidilecek bir varlık olmayıp; kendi özünde hissedilmesi zorunlu olan, sonra da her zerrede varlığı algılanabilen sonsuz-sınırsız “TEK”tir!.. Bu anlayışa uymayan bütün fikirler, şeytanî vasıflı CİNLERİN vesveseleridir!

Allâh’ı bilmek, bulmak ve O’nunla olmak için tek bir tarikat vardır, tek bir yol vardır; o yol da Efendimiz Rasûlullâh AleyhisSelâm’ın yoludur!

Kur’ân-ı Kerîm ve Rasûlullâh öğretisine dayanmayan; bu öğreti dışında kalan her fikir, kesin olarak neticede insanın gerçekten sapmasına yol açar!

Bu yüzden deriz ki. Şayet bu zikirleri yaparsanız, kesinlikle ilim yolundan ayrılmayınız! Âyet ve hadislere ters düşen fikirlere itibar etmeyiniz! Farz kılınanları ne gerekçe ile olursa olsun asla terk etmeyiniz! Artık, kendinizin evliya, şeyh, Mehdi olduğu yolunda, içinize gelen fikirlere asla itibar etmeyiniz.

Çünkü, CİNLER, en büyük oyunlarını, hassasiyet kazanmış, alıcıları güçlenmiş olan beyin sahiplerine oynayıp, kendilerini bir şey zannettirerek yoldan çıkartırlar!

Kesinlikle bilelim ki ALLÂH KULU olmaktan daha üstün bir derece asla yoktur!

Biz bütün çalışmalarımızla bu dereceyi, bu yakınlığı niyaz edelim. …..

Başlangıç olarak ilk birkaç isimle zikre başlayabileceğiniz gibi; saymak zor geliyorsa saatle de yapabilirsiniz… Ayrıca; bunları yapmak zor geliyorsa sadece “MÜRİYD“, “NÛR” ve “KUDDÛS” isimlerini bir süre için saymadan dahi zikredebilirsiniz.

Bu listedeki isimleri, vaktiniz olmadığı zamanlar, daha azaltarak da yapabilirsiniz, hiçbir mahzuru yoktur. Sadece netice almanız biraz daha fazla zaman alır.

Önemli olan, bu listedeki DUA ve ZİKİR‘lerin sabah uyandıktan sonra başlayıp, gece uyumadan önce bitirilmesidir. Her yerde, her zaman, abdestli veya abdestsiz çekilebilir, hiçbir sakıncası yoktur!

Kelimeleri dokuz defa üçlü üçlü söyleyip tespihten bir tane çekerseniz, yüzlük bir tespihte, bir dönüşte 900 olur. Mesela: Müriyd-Müriyd-Müriyd, Müriyd-Müriyd-Müriyd, Müriyd- Müriyd-Müriyd.

Bu DUA ve ZİKİR‘lere devam edilirken, bu arada da fırsat buldukça tasavvuf konusunda bazı eserler okunursa; veya DİN kavramı içine giren tüm sistemi izah etmeye çalışan diğer, şu ana kadar yayınlanmış otuz kitabımız (dan incelendiğinde) bu konuları çok kolaylıkla anlayabilirsiniz.

Çünkü yapacağınız bu çalışmalar, isteseniz de istemeseniz de; inansanız da inanmasanız da beyninizde yeni bir kapasite devreye sokacaktır ki; bu durumda çok kolaylıkla yeni öğrendiğiniz birçok şeyi anlayıp, idrak edebileceksiniz….

Bu arada tavsiye etmekte olduğumuz isimlerle ilgili olarak biraz bilgi vermek istiyorum. Ki, ne yaptığının bilincine ermek isteyenlere yararlı olur umarım!

Önce ilk tavsiyem olan “MÜRİYD” isminden söz edeyim.

MÜRİYD” ismi, Allâh’ın “İRADE” sıfatının adıdır! Bizim tüm boyutları ile varlığımız önce Allâh’ın sıfatlarıyla meydana gelmiştir! Hayat sıfatıyla, hayatımız; bedenlerimiz içinde bulunduğu boyuta göre “BÂİS” ismi hükmünce yeni özelliklerle yeni yapıyla meydana gelse dahi; sonsuza dek devam edecektir… “ALİYM” ismi gereğince bir bilincimiz ve ilmimiz mevcuttur.

MÜRİYD” ismi sonucu olarak “ALLÂH’IN İRADE SIFATI” bizden ortaya çıkar ve “İRADE” sahibi olarak algılanırız. “SEMİ‘” sıfatıyla algılayıcılık kazanır, “BASIYR” sıfatıyla görür idrak ederiz… “KELÂM” sıfatı bize “İFADE” yeteneği kazandırır ve bütün bunlar hep “KUDRET” sıfatının bizden ortaya çıkışı dolayısıyladır ki, bütün bunları yapacak “KUDRET” bizde görev yapar!

MÜRİYD” ismi, bildiğimiz kadarıyla ilk defa olarak bize açılmış, bir “sır“dır! Bizden evvel, hiç kimse bu ismin zikrini yapmamış ve başkalarına da tavsiye etmemiştir. Hatta din ve tasavvufla uğraşan pek çok kişi, bu ismin varlığını bile bilmez; çünkü kitaplarda daima diğer sıfatların isimleri yazılır da; “İRADE” sıfatının ismi yazılmaz! Muhakkak ki bu da Allâh’ın bir hikmeti sonucudur.

MÜRİYD” ismi, yaptığımız çeşitli çalışmalar sonucu olarak müşahede ettik ki, insanda en süratli gelişmeyi sağlayan bir güce sahip!

Hemen hepimiz, pek çok şeyi biliriz de, bir türlü bu bildiklerimizi uygulamaya koyamayız. Bunun da gerçekte tek bir sebebi vardır, İRADE ZAYIFLIĞI!

İşte bu irade zayıflığının çaresi, anladığımız kadarıyla “MÜRİYD” isminin zikredilmesidir… Bu ismin zikredilmesi sonucu, kişinin ilgi duyduğu konuya karşı iradesi güçlenmeye başlıyor ve eskiden bilip de tatbik edemediği pek çok şeyi kolaylıkla tatbik edebilir hâle geliyor. Mesela içkiyi bırakamıyor; TASAVVUF EHLİNE KESİNLİKLE YASAK OLAN SİGARAYI BIRAKAMIYOR veya istediği gibi ibadet edemiyor; yahut kendini ilme verip kararlı bir biçimde ilim çalışamıyor; işte bu durumda bu zikir, kişinin irade gücünü arttırdığı için, kolaylıkla bunları başarabiliyor.

Ancak bu isimden bahsederken, şunu da kesinlikle belirteyim. Nasıl ilaçların belirli dozajları varsa, “İSİMLER” zikrinde de belirli rakamların üstüne kesinlikle çıkılmamalıdır.

İSİMLER” zikri insan bünyesinde, beyninde, sürekli takviye yapar!

Nasıl, diyabet yani şeker hastalığında, şekeri tüketmek için insülin yeteri kadar verilmediği için dışardan takviye alınırsa; terk edildiği zaman bünye derhâl kendi orijinini yaşarsa… Aynı şekilde, zikre devam edildikçe de, mânâsı ister bilinsin ister bilinmesin; inanılsın inanılmasın, hükmünü icra eder… Tecrübelerimize göre, zikir bırakıldıktan sonra onbeş gün içinde bünye eski normal hâline döner!

Burada kesinlikle anlamamız gereken bir husus da şudur!

Siz asla ötedeki, yukarıdaki bir TANRI’yı zikretmiyorsunuz! Siz, varlığınızın her zerresinde tüm varlığıyla mevcut olan SONSUZ-SINIRSIZ ALLÂH‘ın bazı sıfat ve isimlerinin sizde açığa çıkmasını sağlama yolunda bir çalışma yapıyorsunuz… Ve ancak algılayabildiğiniz nispette, gerek kendinizde ve gerekse çevrenizde, Allâh’ı tanıyabilirsiniz!

İşte bu sebeplerle, “MÜRİYD” ismi, bize göre, kişinin ALLÂH’ı tanımasında en süratli yoldur. Ancak bu tanıyışı Allâh’tan “Hazmı ile” talep etmek gerekir. Zira, “hazımsızlık” insanın başına olmadık işler açar!
MU’MİN” ismine gelince. Bu isim kişinin “İMAN NÛRU“na kavuşmasına vesile olur. “İMAN NÛRU” ne demektir?

İnsan, tüm ömrünü şartlanma yollu, şartlanmaların kendi bünyesinde oluşturduğu mantık düzenine göre geçirir… Ve bu şartlanmalarının oluşturduğu mantığının kabul edemediği şeyleri de bir türlü özümseyemez ve reddeder. İşte “iman nûru” bir kişide oluştu mu, artık o kişi mantığına ters düşeni reddetmeyi bırakarak, o şeyin olabilirliğini araştırmaya başlar. Zihin kapasitesinin ötesinde bir şeyler olabileceğini düşünebilir. Her şey benim bildiğimden ibarettir, en büyük benim, benim bilmediğim olamaz, mantığımın kabul etmediği şey yoktur, izansızlığından kurtulup, yeniye, ileriye, algılayamadığına açık bir hâle gelir.

İşte bu algılayamadığını inkâr etmeyip, olabilirliğini düşünme ve inanma hâlini “İMAN NÛRU” diye tanımlarız. İnsanı sürekli yeniye, ileriye, bilmediklerine, algılayamadıklarına açık bir hâle getiren özellik “İMAN NÛRU” dur!

FETTAH” isminin zikri, insanda açılımlar yapar! Hem zâhirî problemlerin çözümlenmesi yönünden, hem de BÂTINÎ kapanıklıkların açılması fetholması cihetinden!
KUDDÛS” isminin zikri, insanın tabiatından, benliğinden kurtulması yönünden çok faydalıdır. İnsan, şartlanmaları ve doğası gereği olarak, kendini içinde yaşamakta olduğu fizik beden zanneder!

Tıpkı, 58 model Chevrolet otomobilin direksiyonunda oturup da, kendini otomobil sanan sürücü gibi!.. Sorarsınız, kimsin sen diye; “58 model Şevroleyim!..” der. Bir türlü aklı almaz, kendisinin otomobilden ayrı bir varlık olduğunu ve bir süre sonra arabadan çıkıp gidebileceğini!

Aynaya bakıp, “ben bu bedenim” diye düşünen kişiler de, şayet fark edemiyorsa bir süre sonra bu bedeni terk edip yaşamına değişik bir boyutta o boyuta özgü bir bedenle devam edeceğini; durum biraz vahim demektir!

İşte “KUDDÛS” ismi, insanın aslının kudsî bir varlık olduğunu, madde ve ruh ötesi bir bilinç varlık olduğunu fark etmesine yarayan isimdir.

REŞİYD” ismi insanda “RÜŞD” hâlinin oluşmasını sağlar. Fizik bedende “rüşd” bir tanımlamaya göre, “büluğ” ile başlar; çünkü o zaman cinsiyet hormonları faaliyete geçerek zihinsel fonksiyonlarda “aklı” güçlendirir; ve aynı zamanda da cinsiyet hormonları beynin biyokimyasını etkileyerek, “günah” dediğimiz “negatif yüklü ışınsal enerji“nin ruha yani bir tür holografik ışınsal bedene yüklenmesini sağlar… Bir diğer tanımlamaya göre de, sebebi her ne hikmetse, 18 yaşında başlar!

Olgunluğun tabanı, insanın ölüm ötesi yaşam olabileceği ihtimalini düşünerek, hayatına ona göre yön vermesi, bu konuda araştırmalar yapmasıyla başlar!

İşte “REŞİYD” ismi bu en alt sınırdan başlayıp, “İlâhî sıfatlarla tahakkuk etme” hâli olan “FETİH” hâline kadar devam eder. Ondan sonra bir başka şekilde hükmünü icra eder.

HAKİYM” ismine gelince. İnkârın daima kökeninde, idrak edememe vardır! Sebebi hikmetini bilemediğin, anlayamadığın şeyi inkâr edersin. Oysa, bilsen o şeyin neden öyle olduğunu, neyin neyi nasıl meydana getirdiğini, ne yapılırsa, nasıl neyi meydana getireceğini, bütün değerlendirmen bir anda değişiverir!

Bu isim, kişide oluşların hikmetine erme kapasitesini genişleten, her şeyin ne sebeple oluştuğunu, neye yönelik olarak konduğunu fark ettiren isimdir.
HALİYM” ismi insanda, öncelikle hoşgörü ve yumuşaklık, sakinlik ve fevrî çıkışları kesme özellikleriyle tesirini gösterir.

Kişinin maneviyatta gelişmesi için önce hoşgörülü olması ve fevrî, aşırı ve zamansız çıkışlarını kontrol altına almış olması gerekir!

Çünkü bu tür çıkışlar insanın hem zâhir dünyasını mahveder, sinirli, stresli, bunalımlı bir yaşama çevirir. Hem de bâtın âlemini mahveder, Allâh’la arasına sanki ziftten-katrandan bir perde çeker!

HALİYM” ismi işte insanın hem zâhir hem de bâtın dünyasını düzene sokan isimdir… Kişinin olgunlukla hoşgörüyle karşısındakine açık olmasını sağlar ki bu da onun yeni yeni şeyleri fark etmesine vesile olur… Sinirlilik, stres, fevrî davranışlar bu zikre devamla çok kısa sürede kontrol altına alınır.

VEDUD” ismi kişide muhabbet duygusunu geliştirir… Tüm varlığa karşı sevgiyle yaklaşır… Her yerde ve şeyde Allâh‘ı hissedip sevmeye başlar… Dünyası sevgi olur.

NÛR” ismi insanın idrak gücünü, kapasitesini artıran bir isimdir… Kişinin hem ruh gücünün artması, hem de idrak gücünün gelişmesi hep bu ismin neticesidir.
BÂİS” ismi dar mânâda yeni bir bedenle gibi anlaşılır. Ve işin gerçeğini bilmeyenler tarafından da zannedilir ki, “şimdi öleceğiz yok olacağız; sonra kıyamette mahşerde Allâh bizi “BÂ’S” edecek yeniden yaratılacağız!”

Bütünüyle İslâm öğretisi dışındaki yanlış, bâtıl, ilkel bir bilgidir!

BÂİS” ismi her an geçerlidir ve eseri her an görülen bir isimdir… Bâ’s olayı da her an cereyan etmektedir. Ölüm meydana geldiği anda, kişi fizik bedenden kopar, biyolojik bedenle bağlantısı kesilir ve hemen o anda ışınsal bedenle “Bâ’s” olarak yaşamına kesintisiz bir şekilde devam eder. Bu hususu isteyenler, İmam Gazâli‘nin “Esmâ ül Hüsnâ” ismiyle dilimize tercüme edilen kitabında “BÂİS” ismi açıklamasında veya “HAZRETİ MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH” isimli kitabımızın “ÖLÜMÜN İÇYÜZÜ” bahsinde tetkik edebilirler.

İşte bu “Bâis” ismi zikri hem olayın kavranılmasını kolaylaştırır hem de, her anki bâ’s oluşumuzda, yani her an yeni bir bedenle varoluşumuzda bize çok daha gelişmiş özellikler getirir.

RAHMÂN” ismi hem “İlâhî Rahmet”e nail olmamızı sağlar, hem de gazap anlamı taşıyan fiillerden korunmamızı temin eder… Çünkü gazap, şiddet ateşini kesen Rahmân’ın rahmetidir… İleri mertebelerdeki zevâtta bu ismin çok daha değişik neticeleri vardır ki, onlara bu kitapta girmek istemiyorum.

Bu arada şunu da açıklığa kavuşturayım… “Bu Allâh isimlerini çekerken başında “” veya “EL” diyecek miyiz; mesela “Yâ Müriyd” gibi” diye soruyorlar. Ötede birinin ismi zikredilmiyor ki böyle bir ek ismin başına gelsin! Buna hiç gerek yoktur! (A. Hulusi- Dua ve zikir.)

**************************************************************************************

Şu kim her isme meşgul olmak ister,

İcazet çün gerekdur âna rehber.

Eğer rehber yoğ ise çekmesin ğam,

Disün ol İbn-i İsa’dam mücazem.

Alup abdest iki rekât namazı,

Nevâfil den kılup itsün niyazı.

Yedi kere gerekürnefy işbat,

Eûzü besmele seb’i salâvat.

Yüz İhlas, Fatiya toksan dokuzdur

Hemen bir Âyet-el kürsiyle yüzdür.

İbn-i İsa Saruhânî

          ZİKİR DE SAYI KONUSU

Kanaatimizce dua, tesbih ve zikirlerdeki sayılar hayatın ve ölüm ötesinin gerçek şifreleridir. Bunlar bir yere çıkıyor. İhtimal ki cennete ve cennetteki sarayların süsüne ziynetine veya orada Allah’ın lütfuyla verilecek diğer nimetlere, onların miktarına, kalitesine, çeşitliliğine veya ömrümüzün çeşitli dönemlerine ait sağlık ve afiyette bulunmamızdan kaynaklanan ve bir çeşit borcumuz olan şükre.

Belki de mizandaki alıcı verici x-ray cihazları gibi bizi tanıyacak cihazlara bir sinyaldir. Belki de bu sayede sırattan hızlı geçebileceğiz ve cehenneme düşmekten kurtulacağız. Cennette türlü nimetlere bu sayede kavuşacağız, suyumuz, aşımız, ekmeğimiz yani cennette ebedi hayatın nimetlerine birer bandrol niteliğinde olacaktır bunlar, bilemiyoruz.

Kısacası nereyi açtıklarını, nereyi kapadıklarını veya nereye nasıl sinyal gönderdiklerini bilmiyoruz. Neyin şifresi onu da bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz şey Kur’an’da “Allah’ı çok zikredin”, “Namazı çok kılın, abdesti çok alın” buyruluyor ve işte biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. Ötesini sonra göreceğiz, inşallah. Bu konuda İslam âlimlerinin çeşitli görüşleri var, bunları nakletmeye çalışalım

İbn. Hacer, bu üç kelime ile ilgili muhtelif rivayetler geldiğini belirttikten sonra meselâ, “Sübhânallah” kelimesinin bazılarında 33, bazılarında 25, bazılarında 11, bazılarında 10, bazılarında 3, bazılarında 1, 70 ve 100 kere tekrarı tavsiye edildiğini belirtir.

Yine “Elhamdülillah” kelimesinin de tekrar edileceği miktarla ilgili olarak 33, 25, 11, 10, 100 rakamlarının geldiğini belirtir. “Lâ ilahe illallah” kelimesiyle ilgili olarak da 10, 25, 100 rakamlarının geldiğini belirtir.

Zeynüddin el-Irâkî:“Bunların hepsi güzeldir, bu miktarların artması Allah’ı daha da memnun eder” der.

Begavî, bu farklı rivayetleri şöyle bir yorumla birleştirmeye çalışır: “Bu rivâyetler değişik zamanlarda söylenmiştir ve kişi içinde bulunduğu duruma göre, bu rakamlardan birini seçerek o miktarda tekrarda serbest bırakılmıştır.”

Âlimler genellikle bu tesbihâttan her birinin otuz üçer defa yapılmasının uygun olduğunu söylerler. Tekbirden sonra “La ilahe illallâhu vahdehu lâ şerîke leh…” denir ki, bununla yüze tamamlanır.

Şunu da belirtelim ki, âlimler; “hadiste gelen rakamlara riayet etmeli, ne eksik ne de fazla yapmamalı, aksi takdirde vaat edilen sevap aynen elde edilemez, biz göremesek de anlayamasak da bu miktarlarda bir kısım hikmetler vardır” demişlerdir.

Bazı âlimler, ekleme ve çıkarma kasten yapılırsa sevap hâsıl olmaz derken, diğer bazıları fazla okumanın sevaba mani olmayacağını söylemiştir.

Bazı rivâyetler, tesbihatı Hz. Peygamber (s.a.v)’in parmaklarıyla yaptığını gösterir. Hatta Efendimiz (s.a.v)’in:

Parmaklarla sayın, zîra onlar sorulacaklar ve konuşturulacaklar” dediği rivayetlerde gelmiştir.

Ebû Hüreyre (r.a), bin düğüm ihtiva eden bir sicimi olduğunu, onunla saydığını ve her gece bir devir tesbih yapmadan uyumadığını söylemiştir. Onun sayma işinde çekirdekleri kullandığı da rivâyet edilmiştir.

Tesbihatı saymada, ashabın ve müminlerin annelerinin çakıl ve çekirdekleri kullandıklarına dair pek çok rivâyet gelmiştir. Bu durumu Resûlullah (s.a.v) görmüş ve takrir buyurmuştur.

Bazı âlimler, parmakla saymanın tesbih vs. vasıtasıyla saymaktan daha üstün olacağını söylemişse de, esas olan, hata yapmamaktır, hangi şekilde hatasız yapılacaksa öyle yapılmalıdır. (Aliyyu’l-Kârî). İtiraz Edenler Hiç Namaz Kılmaz mı?

Resül-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin “Gözümün Nuru” diye ifade buyurduğu ve müminin miracı diye adlandırıp bize emanet ettiği en büyük zikir ve tesbihlerle süslü, hayatımızda çok özel bir yeri olan “Namaz” baştan sona tekrarlarla doludur. Onun güzelliği de tekrarlardadır zaten.

Namazı Allah için kılsak bile hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah’ın değil, bizim ihtiyacımız için kılıyoruz. Normalde Allah’a bağlılığımızı ifade etmek için kıldığımız namaz, günde bir veya iki defa kılmak ve sadece iki rekât kılmak da yeterli olmasına rağmen neden günde beş defa kılıyoruz? Üstelik bunları da 17 farz, 3 vitir, 20 sünnet olarak ayrı isimlerle ayrı üniteler halinde kılıyoruz. Peki, bunun üzerinde de düşünmek gerekmez mi? Ayrıca neden bu kadar tekrar ediyoruz ve neden bu kadar çok zikir ve tesbihlerle Allah’ı zikredip övüyoruz?

Demek ki, bu kadar zahmetin bir sırrı var ve bir hikmeti var ki, tekrarı gerekiyor. Demek ki ücreti var ve ücrette çokluk insanın hoşuna gidiyor ve ihtiyacı da var ki tekrarlatılıyor. Günde 40 rekât namaz kılıyoruz. Bu 40 rekâtın 17’si farz, 3’ü vacip, 20’si sünnettir.

Peşin hükümle “Allah zikretmek sayı ile midir” demek kolay, içinde ne sırlar gizli ve bu zikirlerle bu sayılar sizi nereye çıkaracak bilmiyorsunuz, bilmiyoruz. Bize emredileni yapmak, en kârlı yoldur. Bu zaman kadar milyonlarca hatta milyarlarca mümin yapmış, evliya asfiya, meşayih Peygamberler ve ashabı yapmış, itiraz etmemiş de asrımızın zavallı insanları mı itiraz ediyor? Rakamları sadece para saymaya yarar zanneden ve rakamının çokluğu ile övünen, cehalet içinde yüzen ve güya her şeyi sorgulayan ama inanmayan zavallı Müslümanlarına mı kalmıştır bu iş? Onlar akılsızdı da siz mi akıllısınız, onlar gafildi, cahildi de siz mi uyanıksınız!

Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “Kim sabah namazının arkasından yüz kere tespihte ve yüz kere tehlilde bulunursa, denizköpüğü gibi çok bile olsa günahları affedilir.” Yani: 100 kere Sübhânallah, 100 kere Elhamdülillah, 100 kere Allah’ü Ekber, 100 kere La ilahe illallah demektir. (Dr.Arif Arslan)

************************************************************

[Ek bilgi; Kendi uyguladığım yöntem; Kullanmayı düşündüğüm esma adedini 3 esmadan fazla tutmuyorum. Esmaları meselâ “Âlim Allah, Mürîd Allah, Nûr Allah, Lâ ilâhe İllallah” şeklinde formüle ediyorum. Sonra gece yatmadan hemen önce aldığım çizgili bir deftere bu formülü 100 kez yazma şeklinde uygulamasını yapıyorum. Ayrıca da ne yaptığımı kimseye söylemiyorum. Yaklaşık 2 – 4 ay devam ettikten sonra Farz namazların tesbihatı ile birlikte bir teşbihte bu formüle devam ediyorum.]
**********************************************************

          ZİKİR YAPMANIN GETİRİLERİ

İbadet ve amellerde bir çeşit zikirdir. Fakat kalbe ilaç olacak, nefsi ıslah edecek zikir, hepsinden ayrı özel bir ameldir. Allah dostları kalbin ilacı olan zikri, günlük yapılan zikir (vird) haline getirmişlerdir. Allah’ı (c.c.) zikirde nefsin takılıp kaldığı bazı engeller vardır. Onun için zikir herkese nasip olan bir devlet değildir. Allah’ı (c.c.) zikreden insanlar adeta özel olarak seçilmişlerdir. Sürekli zikir sayıya vurmadan her uygun fırsatta Allah’ı (c.c.) zikretmek, her an düşünmek demektir. 13/Ra’d, 2862/Cum’a, 10

Rasûlullah (s.a.s.) da, Allah’ı zikretmenin insanın içinde huzur ve sükûnet yaydığını dile getirmiştir: “Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere otururlarsa, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar, üzerlerine sekine (huzur, feyiz) iner ve Allah onları yanındakilere (meleklere) zikreder.” (Müslim, Zikir 25, 30, hadis no: 2689, 2700, 4/2069; Tirmizî, Deavât 7, hadis no: 3375)

ALLAH zikrinin getirileri

Allah; Bu ismi zikir eden ve buna devam eden için hatıra ve hayale gelmeyecek tecelliler meydana gelir. Çünkü Allahtan yardım isteyin emri gereği;

A) İhlasla beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim ve İsminizi her tarafa duyurayım, söyleteyim demektedir.

B) İhsan buyurduğum ve buyuracağım nimetlerime şükredin ki İn’am ve ihsanlarımı devam ettireyim, artırayım demektedir.

C) İhlasla zikre devam ettiğiniz, emir ve yasaklarına riayet ettiğiniz sürece size talep etmediğiniz halde ilim verir, bilmediklerinizi öğretir.

D) Görünen ve görünmeyen varlıkların şerlerinden korunmanızı sağlar.

E) Psikolojik rahatsızlıklar için (evham, korku, fobi vs. gibi) en büyük korunma ve tedavi yöntemidir.

F) Toplum içinde sevilmek, saygı görmek, hürmet ve muhabbetle karşılanmak şeklinde tecellisi vardır.

G) Allah ismi şerifini zikre devam edenin işleri yolunda gider, bulluk ve refah içinde yaşar.

H) Bu zikre devam ettiği sürece varsa bir hastalığı eceli gelmediği takdirde şifaya nail olur.

I) Allah zikrine devam etmek kişide kendini kontrol etme, düşünme, aklını kullanma gibi yetenekleri artar.

J) Allah zikrine devam etmek kişinin Allah’a karşı sevgisini, Yakînini ve muhabbetini artırır.
K) Bedenin kalbini nasıl korumak için korunma ve dikkat gerekiyorsa Allah zikri de manevi kalbin ilacıdır.

L) Allah zikri kişiyi günahlara kapılmaktan koruduğu gibi Tevbe ile birlikte işlenen hataların affı ve iyiliğe dönüşmesini sağlar.

M) Allah zikri kişinin sakinlik güven, emniyet ve vekarını artırır.

N) Allah zikri kişinin günlük hayatında gaflet, boş söz, gıybet gibi zararlardan korunmasını sağlar.

O) Allah zikri ibadetin en kolayı olmasına rağmen en büyük ve en değerli olanıdır.

Ö) Allah zikri kişinin hayatında doğru karar verme yeteneğini artırır.

P) Allah’ı düşünen ve zikreden kişi Kur’an ‘ın gösterdiği delillere nüfuz eder, Kur’an ın ipine sarılır ve her tür musibet ve felaketten korunur. (H.E. Muhasibi)

R) Allah’ı zikreden kişi yalnızlıktan kurtulmuş olur. Bir hadiste; “Beni anan kulumun sohbet arkadaşıyım. Rivayeti vardır.(H.E. Muhasibi)

S) Allah’ı tanıyarak, anlayarak zikreden kişi akletmenin düşünmenin tadına varır. (H.E. Muhasibi)

Ş) Allah’ı zikredenler sürekli bir çaba içindedirler Çünkü Allah gerçek bilgi sahiplerinin gönüllerinde ki bahar, Kendisinden bir şey umud edenler için Rahmet ve dertli olanlar için teselli kaynağıdır. (H.E. Muhasibi)

T) Zikir manevi zevk kapılarını açar. Zikir sayesinde kul Allahu Teala ile özel sohbet ve muhabbet eder. Allahu Teala zikredenin en yakın dostu ve sohbet arkadaşı olur, kalbini şenlendirir, onu doyumsuz ve benzersiz zevklere ulaştırır. Büyük ariflerden İbrahim b. Ethem (rah.) bu zevki şöyle tarif eder: “Yüce Rabbim kendisini seven ve çokça zikreden dostlarının kalbine öyle bir zevk koymuştur ki, eğer dünya sultanları bunun ne kadar tatlı olduğunu bilselerdi onu ele geçirmek için bütün ordularıyla ariflerin kalbine hücum ederlerdi. Ancak Allah dostları onu gizlerler, sultanlar da ondan habersizdirler.” (Betülaygül)

U) Allah zikri insana doğru ve yanlışı ayırabilme yeteneğini artırır.

Her şeyin en doğrusunu Allah bilir. Bizleri doğruya ulaşmamızı ve onu yaşamamızı kolaylaştırsın inşallah.


TAFSİR LESSONS AL-BAQARAH (197-213) (15)

$
0
0

231

Euzubillahiminesheytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

Dear friends, here we are in the fifteenth of our Qur’an lessons, we begin studying the verse 214 of Al-Baqarah.

214-) Em hasibtum en tedhulul cennete ve lemma ye’tikum meselulleziyne halev min kablikum* messethumul be’sau veddarrau ve zulzilu hatta yekulerRasulu velleziyne amenu meahu meta nasrullah* ela inne nasrAllahi kariyb;

Or did you think you will enter Paradise without being tried with the distressing trials of those before you? They were tried and shaken with such hardship and calamity that the Rasul and the believers with him exclaimed, “When will Allah’s help come?” Undoubtedly, the help of Allah is near. (A.Hulusi)

Or do ye think that ye shall enter the Garden (of Bliss) without such (trials) as came to those who passed away before you? they encountered suffering and adversity, and were so shaken in spirit that even the Messenger and those of faith who were with him cried: “When (will come) the help of Allah.” Ah! Verily, the help of Allah is (always) near! (A.Yusuf Ali)

Em hasibtum en tedhulul cennete ve lemma ye’tikum meselulleziyne halev min kablikum Or do you think that you shall enter the heaven without having the hardships, without pain and agony as came to those who passed away before you?

Actually this verse is not some verse to talk it over. It’s a verse to stop, silence and think over it. To be able to fully understand this verse we should look back to our previous lesson, the translation of the verse 213.

The story of mankind was summerized there. Mankind was a single community once. Then we saw the process of humanity, his behaviours to revelations and the levels of his dignity. Right after that, this 214th verse arrived and now the revelations wants us to take notive to our responsibility, wants the newer communities to take care of revelations and warns them. O the communities, recently meets the revelations; you, you cannot ignore the prices paid by the previous communities. Whichever path did they reach the salvation, you shall endure the same trials and walk the same path in order to reach salvation as well. This words which was first addressed for Ahmet bin Hambel, represents the truth with its dimension. The verse continues;

messethumul be’sau veddarrau ve zulzilu They, those communities which were given revelations before you; were tried and shaken with such hardship and calamity, were tested with such trials and surrounded with such problems; hatta yekulerRasulu velleziyne amenu meahu meta nasrullah* even the Prophet and those of faith who were with him cried: “When (will come) the help of Allah.” They were so deep within the hardships. The calamities were coming like rain. They were in such a painful test for their faith; finally they were turning noone but Allah again; opening their hands to pray; “O Lordship; when will the help come?”

They knew well. They knew that before they would say; “When will the help arrive?” before saying; “I’m done, O Rabb.” they will have the answer; “I’m here, my believer.” They knew that wherever and whenever their power is depleted, Allah’s help would started. Allah also taught us this eternal truth and fact with this verse. The minute the persons power is finished, Allah’s help will arrive.

In other words; whenever the humans natural energy is depleted, the cities electricity is cut off, Allah’s help arrives like a back-up jenerator, and won’t leave you in the dark. When you say, I’m done, if you really are done and in wait for Allah’s support and if you walk Allah’s path, then you will surely find Allah at your side, saying; “Hang on, I’m here, my believer.”

So this verse gives us this herald. But to be able to recieve this help, it also says that you have to pay the price by walking on Allah’s path. If you won’t walk on that path and won’t suffer on Allah’s road, then you have no right to ask for Allah’s help by saying; “I’m done.” Even if you say that you’re done, because it would be insincere; not only the help of Allah will not come as you asked, your insincerity will have a worse price as well.

Yes dear friends, the verse continues like this; ela inne nasrAllahi kariyb; If you really are in trouble on Allah’s path, if you are in suffering, pain and agony, if you are paying the price on this road, know that undoubtedly, the help of Allah is near.

This is a herald. But to be able the recieve this herald, you shall pay the price. If you have a claim like “I’m a barber.”, there’s a way of proof. You are told something like, “Take this scissors and com, and do it.” If you say; “I’m a tailor.” there’s a way of proof. “Take this fabric and make me a dress.”

So then why claiming “I’m a muslim.” shouldn’t have an importance as those barber of tailor claims.? Isn’t it important?

Saying that “I’m a muslim”, is it something lower than a claim like being a barber? Is it that cheap. Shouldn’t your behaviours tested for proof? Do you really think that, just by saying I’m a muslim, you shall be saved? Do you believe that? If you have thoughts like just by saying that you are a muslim, you are off the hook, then this verse prove otherwise. You won’t be saved just because you say this. You won’t be saved, just because you have verbal claims.

Another verse backs this fact. Ehasiben Nasu en yutreku en yekulu amenna ve hum la yuftenun; (Ankebut/2)

“Do people think they can get away with just saying, “We believe” and not be confronted with who they really are through trial!” It’s a support for this verse. Qur’an says so. Do you really think that you can be saved just by saying; “I believe.” without tested, tried, without paying the price and prove your claims? No. This verse and the other ones backing this fact, show and teach us this truth.

Faith needs proof, friends. If you manage to prove your faiths, then you manage to show Allah as your witness. If you have life as your witness, death as your witness, world as your witness, then your defense of faith becomes ironclad. And you become a living proof who holds life, death, world and even Allah as witnesses for your claims of faith. Or with the expression of Namik Kemal; “Sehid-i zi-hayat.” Witness of life. This kind of faith is a faith that can help his owner both in this world and in afterlife.

A faith which its price wasn’t paid; I’m saying with all my respect; “A free, worthless faith.” An easy coming fortune, an out of blue heritage or lottery; a price that you never paid, an investment that you never looked after; all in all a faith that you never suffered for it, never felt pain for it; a faith that you cannot prove as easy as a barbers or tailors professions claims; how can a faith like that help you in this life or in the next?

A faith like that is just a claim. If you cannot prove it, who believe you? Faith is the greatest claim that a man can make. And great claims require great proofs. Need great prices. A faith without its paid price will only go as far as an unproven claim.

After this verses content, another verse follows which hold the integrity of subject.

215-) Yes’eluneke maza yunfikun* kul ma enfaktum min hayrin felil valideyni vel akrabiyne vel yetama vel mesakiyni vebnissebiyl* ve ma tef’ala min hayrin feinnAllahe Bihi ‘Aliym;

They ask you what and to whom they should unrequitedly give in the way of Allah. Say, “Whatever good you give should be for parents, relatives, orphans, the needy and travelers who are far from their homes. Whatever good you do, Allah (as the creator of your actions with His Names) is well aware. (A.Hulusi)

They ask thee what they should spend (In charity). Say: Whatever wealth ye spend that is good, is for parents and kindred and orphans and those in want and for wayfarers. And whatever ye do that is good, -Allah knoweth it well. (A.Yusuf Ali)

Yes’eluneke maza yunfikun As you can see, after the concept of paying a price for proving a faith, a question comes first, what might that price be? A potential question; and this verse comes as an answer. They ask; To what we should spend in charity? They ask how can we spend on the way of Allah. What should we spend and to whom.

You see, right? Allah asks the question and then gives the answer. It almost like; you ask which area should we begin to pay the price to prove our faiths; the charity is the first paying area. Spending on the way of Allah is one way to pay the price. So an entry like this right after the concept. Yes’eluneke maza yunfikun They ask what should we spend on the way of Allah. They ask how to do infak.

Infak; means spending without waiting a return. Charity. Giving something without waiting anything in return on the way of Allah. Kul Answer them, ma enfaktum min hayrin the charities you should do must first start with felil valideyni your mother and father. vel akrabiyne Relatives. vel yetama for orphans. vel mesakiyni for poors. Vebnissebiyl For travelers stranded in one place, for abandoned, left outs. People who are abandoned to live alone under a bridge or in front of a door. People, Children…

Being good to mother and father is considered as infak in Qur’an. Isn’t it interesting? Then every time you do something good for your mother and father, not only you accomplish your duties but those actions are considered as charity on the way of Allah as well. What a great news is this!

In truth taking care of your mother and father is a responsibility. But even with that responsibility; imagine the position of parents in Allah’s will, that even these natural responbilities are considered as infak, charity on the way of Allah. They are given the highest priority. As they have been.

Right after that, relatives come. Close people. Those people are also the group you should take care of. Also within your responsibility. Your close circle is also given a high priority in Qur’an for you to take care of.

Ve enzir ashiyretekel akrebiyn; (Shu’ara/214) Qur’an says to prophet. Start your warning from those who are closest to you! Begin your warnings from those who are close to you in this community.

If we add these two together, we can reach to a tafsir like this. You are obligated to show the religious sensitivity to your close relatives and to do charity. If you do your humanic tasks, your Islamic invite duties are also accomplished, finds its destination. So it’s not possible to do your Islamic invite duties, if you don’t take care of them in human level.

You might remember; Our Prophet had made his first invite as a prophet on the Abu Kubeys Mountain. To whom; his close relatives and friends, just like I read in this verse. But before making this invite, he gave this invitation. He organized a feast for them. And then he gave his invite by saying;

“If I say to you that an enemy army waits behind this mountain and they are about to strike; will you believe me?” They answered him; “Yes, You are Muhammad-ul Emin (Honest Muhammad), whatever you tell us, we believe it.”

That incident. That day, Rasulallah hosted a great feast. He gave charity to his close relatives in that sense. This action shows us the ethics of inviting. If your intentions are for making invitations, then firstly you should give. People should meet your humanity first. You should be the one, who does the good. Remember; human. The humanity. Human is a small being of goodness.

Yes sir, do good first, then try to bring religion. You will see, because only then you can open your hearts door. And only after that you can enter through that door. Third one; yetama orphans. Orphans take a serious space in Qur’an. We can see them quite often in Qur’an. Lots of references are given through them. Just like the Duha/9-10; Ve emmessaile fela tenher; So, do not look down on the orphan and do not scold the one who inquires and wants!

If you ask for the reason of Qur’an to stay on them for that much; the answer is simple. Because the guardian of orphans is Allah, that’s why. Orphan is the son of Islam. Islam raises the orphan. Allah takes care of the responsibility of mother and father, directly. And the kid is directly under the supervision of Allah. Allah does the parentship for that orphan.

In Islamic communities, orphans are raised unders the supervision of Islam. That’s why, when the orphans become grown-ups; Islam becomes this father and mother. If you look into the history, the great people who changes it are also orphans. Muhammad was an orphan. But Islam educated him. His father and mother was Islam.

He never relied on anyone. Whoever he choose to rely on, he crumbled. He relied to his grandfather, he died. To his uncle; he passed away. To his wife; she reached to her Allah. Finally he accepted that he shouldn’t rely on anyone but Allah. One time when he was talking with Abu-Bakir, he said; “If I choose a close friend from the earth folks; it would be you.”

Of course the hadith finishes there but we can understand from it. He didn’t choose. He had already chosen his close friend. And the answer was those words coming from his lips when he was about to pass away; Ila Rafikil ala..! “I’m going to my friend.”

He was… Because he was an orphan. The lord of all orphans. There were several other beautiful orphans came after him to this community as well. One of them was Musa bin Nusayr. The conqueror of Africa, Musa bin Nusayr. He was such a person that after delivering the entire continent to Islams hands, he set sail to great ocean and had to stop. Even then he said; “O Rabb. I would go to the 7 corners of this world to make them hear your name, if only this sea didn’t cross my path.” That warrior was a brave orphan who manage to deliver Islam to Africa.

A name which opens the Anatolia to Islam, became a legend. For that, many know him not with his real name but his legendary name. His real name was Seyit Abdullah el Battal, which we know him as Battal Ghazi. He was an orphan too. A child of a war prisoner. Then taken by Muslims and raised an educated as one. Ate the bread of Islam and opened the doors of Anatolia to Islam. When he fell near Afyon city as martyr, he took his position in history as a brave and Saint martyr.

Also his friend; Abdurrahman bin Buht also known as Abdurrahman Ghazi whose last resting place in Erzurum now; he was an orphan too. Islam took him and raised him also. All those brave souls, raised by Islam and then they gave Islam entire geographies. They gave Islam hundreds, thousands of hearts and minds. That’s why Islam gives orphans a higher place. Because an orphan is a child of Islam. vel mesakiyni Poors, poors are natural allies of Islam. We should know that this fact is permanent in every historic era. Vebnissebiyl and travelers.

Actually when I translated this part just before; I mentioned small infants who are left at the doors of mosques, or abandoned under a bridge. Also the kids who live in derelicts are also within this part. That why I think the phrase vebnissebiyl are really the abandoned children. Because they are the children of streets, children of roads. That why they are the real travelers because roads are their lives. They are the real vebnissebiyl. So their hands must be taken, they shall be provided with shelters and other opportunities. We should be their bedrocks. And this verse points out this fact.

ve ma tef’alu min hayrin feinnAllahe Bihi ‘Aliym; If you do good; know that without a doubt; o people don’t doubt; Allah knows what you have done. So don’t hesitate by saying; “I wonder my deeds would be remembered one day.” If you live in a hesitation like this, then you still are not certain that Allah always sees you. And that indicates that you still have a faith related problem. So don’t worry. You might forget. But Allah doesn’t forget. You might forget to check your ledger. But Allah puts notes to yours. When the time comes, your deeds finds you. That’s why Allah frequently reminds us this. That our deeds will always be known and remembers and all those are recorded. Moving on.

216-) Kutibe aleykumul kitalu ve huve kurhun lekum* ve ‘asa en tekrahu shey’en ve huve hayrun lekum, ve ‘asa en tuhibbu shey’en ve huve sherrun lekum* vAllahu ya’lemu ve entum la ta’lemun;

Fighting has been ordained for you, even though you despise it. Perhaps you dislike a thing that is good for you and like a thing that is bad for you. Allah knows, but you know not. (A.Hulusi)

Fighting is prescribed for you, and ye dislike it. But it is possible that ye dislike a thing which is good for you, and that ye love a thing which is bad for you. But Allah knoweth, and ye know not. (A.Yusuf Ali)

Kutibe aleykumul kitalu ve huve kurhun lekum War; even though you dislike it, even though human nature don’t like it; has been ordained for you.

Isn’t it meaningful that the subject is pulled to war, right after the verse which talks about orphans? Because in general, the spots which mention orphans are usually the children of war martyrs. Winning or losing is not relevant if there are orphans around. But the speech mostly mentions the children which lose their parents on the way of Allah, in jihad. O you, orphan? Since you gave your father to Allah, then your guardian shall be Allah from now on. Don’t feel sorry anymore. You have a guardian as Allah now. Don’t you think that you present your father to Allah and Allah will leave you alone. People will know you and praise your name, o orphan. They will say; this child, this teen. He presented his father on the way of Allah, he’s a martyrs child. Your head shall be up and your back shall be sure. Since you gave your father on the way of Allah, don’t feel sorry or insecure. So after a verse about orphans the subject comes to war.

Kutibe aleykumul kitalu ve huve kurhun lekum* ve ‘asa en tekrahu shey’en ve huve hayrun lekum As the human nature, men don’t like wars. We shouldn’t have. What could it mean to want war from heart! But even if you don’t like it, there’s a truth. It’s life. This is a truth of life and you cannot ignore those truths. Life is full of conflicts and ignoring them is not living in this life but in an illusion of utopia. Living in a dreamland. A virtual world, which doesn’t exist.

This type of behaviour is not true. Religion must invite you to life, not utopia. Religion must invite you to live on this ground, not in some non-existed country. Religion must invite you a possible lifestyle, not an impossible life. Because religion is the possible one. It’s the name of lifestyle which makes it possible the turn itself to life. That’s why religion never offers you the impossible, never invites to it.

That’s why, war is in this existence. It is, but it’s not a pretty one, for sure. But since you live in this ground and conflict exists in this nature; saying this verse, whether you like it or not, there might be a good in this existence. A good may be hidden in this conflict that you don’t know yet.

ve ‘asa en tuhibbu shey’en The opposite is also possible. Something may be in your liking but in the end it may also lead to bad. ve huve sherrun lekum vAllahu ya’lemu ve entum la ta’lemun; Allah knows but you don’t. Allah knows the end, the destiny and the conclusion of all things.

The expression in the middle of this verse is one of the greatest way of life. You may not like a thing but it might be good for you. Or something may seem likable to you and yet it might contain all kinds of bad things for you.

It’s not only about this subject, it’s about every subject. Just look back to your life; if everything has been left to your hands, your life would burn with smokes by now, so to speak. Allah directs your lives, Allah gives suggestions. Otherwise, if all your wishes and desires come to life, you can easily crush your life with your own hands. Because you may ask for the good and the bad. It’s mostly like this. You are unable to know further. And if you count the afterlife in this equation, if you consider your eternal happiness; I mean look at those people, look at many folks around you. The things they usually ask for lead to disasters for their eternal destiny. Isn’t that right? Man asks for his own calamity.

Not just human in single. Look at societies, look at civilizations. Look at the western civilization which tries to took the master of earth these days. Can’t you see the desires of western civilizations lead to a global catastropy? Haven’t their own hands led them to disasters, even with full awareness? Ecological disasters, enviromental disasters, human disasters, moral disasters, dissolvements, break down of entire civilizations, what’s all these? Because a project without the inclusion of Allah, a plan which Allah wouldn’t protect, a plan which starts without a besmele would only end up with a calamity.

That’s why, whether it’s in social engineering, personal engineering, heart plannings or mind plannings; in every single field; a planning without including Allah will only leads you to a certain disaster. But people cannot comprehend that. Because people are unable to see behind the things they have done.

The vision of human is very limited. We can see the things with only in one aspect. If people are able to read their own future, they wouldn’t do what they have been doing. Unable to see the future, unable to look past the material, unable to see the invisible parts of things. Even unable to see his own true face hidden behind his skin while looking at a mirror… How can a person see the background and hidden secrets of things and events if he couldn’t look past the image in the mirror. How can he manage all this if he’s even unable to notice his own face?

As you can see we need Allah very much. We cannot even take a step without Allah. We cannot see the next step. We may look but we cannot see. Yes, we hear but we cannot comprehend. We cannot understand. And with all these inabilities, surely we cannot live. We become blind, deaf and mute. or with the words of the verse; we become Summun, bukmun, ummun .

217-) Yes’eluneke anishehril harami kitalin fiyh* kul kitalun fiyhi kebiyr* ve saddun an sebiylillahi ve kufrun Bihi velMescidil Harami ve ihracu ehlihi minhu ekberu indAllah* velfitnetu ekberu minel katl* ve la yezalune yukatilunekum hatta yeruddukum an diynikum inisteta’u* ve men yertedid minkum an diynihi feyemut ve huve kafirun fe ulaike habitat a’maluhum fiyddunya vel ahireti, ve ülaike ashabunnari, hum fiyha halidun;

They ask you about fighting in the sacred month (the month in which fighting is prohibited). Say, “Fighting in that month is a grave matter! But preventing (people) from the path of Allah, denying one’s essence and being ungrateful to the al-Masjid al-Haram by preventing people from entering therein and expelling them, is far graver in the sight of Allah! Fitnah (provocation) is worse than killing.” If they could, they would fight you until you renounce your faith. And whoever among you turns away from his religious understanding and dies as a denier of the truth, all his good deeds will become worthless, both in this world and the eternal life to come. Those are the inhabitants of fire (suffering) and will forever abide therein. (A.Hulusi)

They ask thee concerning fighting in the Prohibited Month. Say: “Fighting therein is a grave (offense); but graver is it in the sight of Allah to prevent access to the path of Allah, to deny Him, to prevent access to the Sacred Mosque, and drive out its members.” Tumult and oppression are worse than slaughter. Nor will they cease fighting you until they turn you back from your faith if they can. And if any of you turn back from their faith and die in unbelief, their works will bear no fruit in this life and in the Hereafter; they will be companions of the Fire and will abide therein. (Abdullah Yusuf Ali)

Yes’eluneke anishehril harami kitalin fiyh They ask you about the verdict on fighting in the sacred month; again. We did the subject of truce in our previous lesson. This is a tradition also. It’s a tradition among Arabs. There are even rumors that this tradition comes from the prophet Abraham, which I believe is more accurate. So basically this tradition is from a prophet, hence a celestial tradition. When the prophet Abraham had left the Hacc to this community and entire manking as heritage and a praying ground; he wanted the air of peace in Hacc season all the time. At that time period when the tribes were always fighting and hurting each other; Abraham asked for a time period of peace at least within the Hacc season. In other words, he wanted that Hacc should be a land of peace and a season of peace. That’s why this tradition has been followed over centuries, generation to generation that Hacc season is peace season.

This tradition naturally reached the time period of Rasulallah and he was asked about it too. Actually there’s a reason of arrival for this verse; the background of asking this particular question. An incident about the concept. That incident is the cavalry units which was sent before the battle of Badir; in the command of Abdullah Bin Cahs per prophets orders. The prophet had sent this unit to scout the Meccan enemies. But this unit cross the line and their command, they attacked to loot, killed several and came back. Rasulallah didn’t like that. Because the incident happened in the sacred month, so in tradition the fighting is not allowed; the month of non-aggression.

In return; the commander of cavalary unit Abdullah bin Cahs defended himself like this; “O Rasulallah we saw the crescent moon at the night of our attack. So naturally we assumed that the time of our attack is still outside the non-aggression month zone. We couldn’t noticed.” Even with that defending Rasulallah didn’t take the share from the loot.

Didn’t even touch it. He showed great sensitivity on this subject. Just to be an example to his community, he refused his legal 1/5 share from the loot, his own right as the commander of war. It’s both legal and constant by traditions but he didn’t take it.

kul kitalun fiyhi kebiyrun. Of course the heathens took this opportunity to talk. They were saying; “Look he says he’s the continuation of Abraham, and he attacks people at the sacred month against Abraham’s traditions.” They were always in search for an excuse. They weren’t looking to their huge flaws but they were exaggerating the little mistakes of the other side. And Qur’an answers them with a neutral attitude.

kul kitalun fiyhi kebiyrun. Tell them, answer them; Yes; attacking within the sacred (non-aggression) month is a great offense; ve saddun an sebiylillahi But preventing and turning people from the path of Allah ve kufrun Bihi denying Allah and insisting on the denial; velMescidil Harami denying the respect of Sacred Mosque, assaulting its respectfulness, ve ihracu ehlihi minhu preventing access to the Sacred Mosque, and driving out its members ekberu indAllah is a greater offense in the sight of Allah.

Isn’t that the truth, you allagedly show respect to sacred months and yet, you slaughter people. You have no respect for life. You respect only empty symbols but you attack people.You are nowhere near honesty. Your claims don’t reflect your honesty.Your motives are not straight. If you were really honest about this; then why did you banish people from their lands just because they didn’t believe as you do? You banished them. Tortured them, killed them. In fact you did all these both in sacred months and regular times. You did that all the times. So Qur’an asks you now; why. And right after that a general principal arrives about this situation, a wonderful principal.

velfitnetu ekberu minel katl Mischief; remember I translated this subject before, and now I take it as a whole. Mischief; (tyrany and oppression against faith), is far more worse than manslaughter.

Mischief is the definition of tyrany and oppression against faith. As in every attempt against the freedom of beliefs is an action worse than killing people. Why? You are a person. Consider yourself in that position. You can understand that a threat, a torture against your faith is worse than an attempt against your life. I personally would have considered the situation like that. I believe a threat against my faith has a dire position than a threat against my life. Because why should I choose to live without my faith? What good that life do if I choose to live it like a plant? What good does it make to live my temporary life, if I lost my eternal one?

Actually Qur’an wants to point out this fact. Faith is the real life. It says; “What can this life give you after you lost your faith and forced to make you live like a reptile, a vertical one.” That’s why a threat against faith is considered far more worse and heavy than a threat against life.

This also shows another aspect. The value of the freedom of faith. The freedom of faith and position in Qur’an, is showed here. velfitnetu ekberu minel katl verse part proves that freedom of belief is superior and greater than the freedom of life. After you disrespect your faith, leaving your beliefs just because you live tyrany and oppression by others; this is not living at all. And for the other ones; you cannot be proud because you give them a chance to live after you take their faiths. Only faith can make a life meaningdful. A life without Allah is a life without meaning. And a life without a meaning is no good whether it’s lived, spent, taken or not-lived at all.

ve la yezalane yukatilunekum hatta yeruddukum an diynikum inisteta’u if they can, they continue their fighting until, you turn back from your religions, your faith systems, your life principals.

Actually this is a general principal. The group of non-believers which chooses the Hakk as enemy; is also your enemy in every era, every age, everywhere. They won’t stop fighting your until every single one of you renounce their faiths. This is a general situation.The nature of blasphemy. Every era, everytime, everywhere.

ve men yertedid minkum an diynihi and whoever amongst you chooses to turn back to his life system and gives up his faith; feyemut ve huve kafirun and die with that state of denial; fe ulaike habitat a’maluhum then in that case all those actions, deeds and beauties shall go to waste. fiyddunya vel ahireti they go to waste both in this realm and in afterlife. ve ulaike ashabunnari So these types, those who betrayed the principal they believed because of a little pressure and die with that treason. Die without making their apologies, repetance with Allah, die without facing and going back to Allah. Those who choose to obey with the sight of whip. Those who hit the floor in front of the false gods with the first sound of a whip. Those people. ashabunnari They are the folks of fire. They are the children of fire. hum fiyha halidun; and they reside permanently there. Their lands will be there, the fire will be their country now.

218-) Innelleziyne amenu velleziyne haceru ve cahedu fiy sebiylillahi ulaike yercune rahmetAllah* vAllahu Gafur’un Rahiym;

Certainly, those who believe and migrate and strive in the way of Allah, look forward to Allah’s grace. And Allah is the Ghafur and the Rahim. (A.Hulusi)

Those who believed and those who suffered exile and fought (and strove and struggled) in the path of Allah,- they have the hope of the Mercy of Allah. And Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne amenu velleziyne haceru ve cahedu fiy sebiylillahi But the ones who show faith, are in the opposite side. There’s a group who believe; a brighter group, people whose foreheads are white and hearts are clean. The ones who reach the point of being real humans, those who pass the test of personality.

Innelleziyne amenu they showed faith. And they insisted on their faith. velleziyne haceru and because of their insistance; because they didn’t want to turn back from their faiths; they suffered exile. Or with another aspect; they experience the exile from evil. They let go the blasphemy. Even some of them let the world go altogether, when the tyrany to make them turn from their faiths reach a higher level. Hejira from earth. To show their insistance with their faiths, they chose to sacrifice their lives to the way of Allah. Let go their lives from sins, from rebellion, from satan and make their own hejiras to Allah. All of those count as hejira. ve cahedu fiy sebiylillahi and they show all kinds of struggle on the way of Allah. They do everything they can on this path.

That’s jihad. In private point; jihad is to remove the obstacles between man and Islam. Also moving away from all sorts of evil, counts as hejira. So making people see the Islam, meeting them and removing the obstacles between them is called jihad.

This obstacle can be anything. Either tangible or intangible. Can be human or a material. Can be an ideology. A system, anything. The things which have a capacity of blocking the path between human and Islam is considered as obstacles and removing those obstacles are in the category of making jihad. Because Islam is the happiness of humanity. Humanity must achieve the happiness. And jihad is the way to do this. man and islam are like seed and ground. When they meet, heaven rises like a plant and fruit.

When human meets Islam and Islam meets human, the ground and water meet. Heaven and earth meet. Truth and an empty page meet. That’s why Islam is essential for humanity and humanity needs Islam. The peace can be achieved only if they are together.

ulaike yercune rahmetAllah Those people, only they can hope to reach the blessing of Allah. The ones who do those three things. vAllahu Gafur’un Rahiym; Allah is Most Merciful and Oft-Forgiving. Remember, he can commit the crimes told above, as in he might turn from his way under oppression, but if he comes to the door of Allah for mercy, he shall be forgiven. Unless he died at that state. He should apologize Allah as fast as possible.He should say; “O Rabb, I bow down under the fear of whip, but I won’t do that anymore. I made a mistake but you are merciful. O Rabb, I’m just a man, weak as nature, forgive me and give me strength.” He should say this so that Allah shows Qur’an, mercy and blessing to this man, Because Allah is Rahiym. Allah acts with mercy.

219-) Yes’eluneke anil hamri vel meysir* kul fiyhima ismun kebiyrun ve menafi’u linNas* ve ismuhuma ekberu min nef’ihima* ve yes’eluneke ma za yunfikun* kulil ‘afv* kezalike yubeyyinullahu lekumul ayati leallekum tetefekkerun;

They ask you about intoxicants and gambling. Say, “In both of them there is great harm and some benefit for people, but their harm is greater than their benefit.” They ask you about how much they should spend in Allah’s way, say, “Spend whatever is surplus to your needs!” Thus Allah gives you clear signs so that you may reflect upon them (their reasons). (A.Hulusi)

They ask thee concerning wine and gambling. Say: “In them is great sin, and some profit, for men; but the sin is greater than the profit.” They ask thee how much they are to spend; Say: “What is beyond your needs.” Thus doth Allah make clear to you His Signs: In order that ye may consider (A.Yusuf Ali)

Yes’eluneke anil hamri vel meysir It seems an irrelevant topic came but there’s a connection. War is a business of courage. And wine or other intoxicants are used to give false courage. Especially back then, there’ was a great wine consuming before heading to wars. Drinks were giving them a small period of time without fear. Locking them in a virtual world to live. Because there wasn’t any higher value people believe; so naturally it would be very hard for people to enter a war with full consciousness. So what were all of them doing since there’s no value in their lives to die for? First they were covering their minds, pumping all those intoxicants, then they were founding the courage to go and fight. Other than that, there was nothing to fight for and to die for. That’s the connection between this verse and the one above.

Also a mention about gambling. With the follow up of infak (charity). Yes people lose money in gamble, and give away voluntarily in charity. But giving is winning in charity. But losing in gamble is a double loss. This might be the relation between them.

Yes’eluneke anil hamri vel meysir they were asking you about intoxicants and luck games. Hamr, this name might be used for wine only but that occured in later years. This name has been used as semantic throughout history. But the origin is, etimologically, the things which cover the mind. As in the things which give people a drunk and disoriented state of mind. Hamr is a word derived from covering. That’s why in arabic language, head wrappings are also named as Hamur. Cover. Why cover; because it covers the mind. Blocks the mind. If you pay attention you also remember that blasphemy word means covering as well. So does the name of the action a farmer do when he covers the seed with dirt.

Blasphemers, why the need of using this word (kafir) to them? Because they choose to cover their own nature. Their nature is from faith. Their creation is capable of believing. Because faith is an ontological concept. It comes from the creation. Someone cannot deny or say anything bad to it without covering his own nature. People cannot just stuck in superstitious. The covering must be done before heading to blasphemy. That’s why Qur’an uses the words like zekera for them. Won’t they remember? Efela yetezekkerun. Why’s that? To make them remember. Because if they remember what’s in their own nature, the problem will go away. If only they manage to remember their own natures. Faith is in there. The spirit, the source is very capable of faith. The human nature is fantastic in that sense. Just try to open the door to your soul and enter. That’s why I always say; Islam is not the name of adding things to humanity, it’s the name of the process of seperating the unnecessary weights attached to humans.

kul fiyhima ismun kebiyrun ve menafi’u linNas Tell them; both of them are great sins. A great penalty. But there are some profits as well. ve ismuhuma ekberu min nef’ihima for those two the harm is more greater than their profits. The damages are far more worse than their possible gains.

You might ask what could be the benefits? It might give you a slight and yet a false courage. But we should look at the situation from a wider perspective; it’s for the economy. Especially in the society of Mecca where this verse arrived. Because the commerce is the only way of life in the lands without any agriculture or animal herdings. Most of the Mecca commerce was based on wine sector. The intoxicant drinks in general. Because with the processes like; raw materials, fermantation or the side businesses like, packaging, bottling or in the term of that time; pots. Boxing, transportation. All in all it was a great business sector. And there were a lot of people making money from this industry. So the end of this sector might lead many people to their bankruptcy.

That’s also the reason why Qur’an banned the wine with stages, not by cutting it in one verdict. Actually the banning process comes as four parts in Qur’an. The first verse arrived in Mecca. But this verse doesn’t say any good or bad things about wine. In fact it might be taken as positive with some aspects. Ve min semeratin nehıyli Nahl /67. This is the translation of the verse 67 of Nahl.

Ve min semeratin nehiyli vel a’nabi tettehizune minhu sekeren ve rizkan hasena.. (Nahl67) You obtain intoxicants and provision from the fruits of date palms and grapes… As you can see it’s not possible to take the meaning in either way. tettehizune minhu sekeren you obtain intoxicants and rizkan hasenen good provisions. If you analyze the nature of this sentence you might see that the intoxicants are considered in a different category from good provisions. But as you can see there’s no restrictions here. The verse doesn’t say anything about restrictions.

After that verse the second stage was this verse; the verse we are studying right now. This verse arrived in Madina but as you can see there’s no clear restriction in this verse either. In fact a small permit might be squeezed out by some. The reason of the arrival of stage three is after this one. When the praying was going on by muslims, the person who assigned as Imam for that pray was drunk, and because of that state of mind, he was reading irrelevant things unaware of his position. Like poems, or stories from his ancestors. After that incident, another verse arrived. …la takrebusSalate ve entum sukara.. (Nisa/43). Don’t come near salat (prays) when in a state of intoxication. And after those; the verse in Maida chapter close the problem altogether and root it out. That was;

…innemel hamru vel meysiru vel’ensabu vel’ezlamu ricsun min amelisheytan.. Maida/90)

O believers… Intoxicants, gambling, objects of idolatry and divining arrows (fortune telling) are things of satanic abomination! Idolatry or obelisks as in everything you show respect other than Allah. Fetishes, totems… everything. By saying them as the things of satanic abominations; Qur’an says the final thing about them. Avoid them so that you may attain emancipation.

Of course drinks are not specifically in the sentence. Intoxicants; as in everthing that can make you feel drunk and disoriented. Although Abu Hanipha (R.A) considered wine as sin because the name is assigned to wine at that time. But other he also considered other drinks which are not derived from grapes; out of limits, but not directly. That’s why he didn’t take spilling a dress with that drinks as not allowed. Only the wines spilling on a dress or any kind of use is considered as sin, according to him. But the general idea in the religious branch of Haneph, according to the imams and other religious leaders is quite the opposite. They considered all types of intoxicants for recreational purposes as sin. This aspect is more suitable for being on the safe side.

Of course the alcohol is directly in the content of this verse. Everthing today which gave a person a state of drunk and dizziness has the ingredient of alcohol. But there are many types of alcohol as we know it. Ethyl alcohol, Methyl alcohol and many others. So if the experts find the types which don’t make you feel that way, there’s no harm to use them to product thinks other that beverage purposes.

Of course some businesses are in the area of human life like pills, medicine; this is another business in religious concept, necessity. Ez zarurat tu bihul mahturat Indispensability revokes the restrictions. Of course based on the level of necessity. So if you ask who should define the line here; the first and foremost definer is your faith. Your heart and the point where the prophet said;

“istefti kalbek” “Consult your heart.” Of course not all things are that limitless. The limits of necessity are mostly set in the Islamic laws but in specific conditions a persons own conscience and faith is the ultimate definer. I believe this aspect is more true and accurate.

ve yes’eluneke ma za yunfikun and they ask again, what should they gave to charity; what should they spend, give without waiting a return. Tell them; kulil ‘afve answer them.

Afve…! I stand on this “af” word a long time. A very difficult one to open, this word. But I’d like to share my conclusion with you, hopefully to Allah; the details will be in my book. My conclusion is this. Everything that can be shared and be donated are the things that you can give to charity. I reached that meaning.

Of course not everything is suitable for charity. There are some values that cannot be given or shared. There are some things that shouldn’t be given to others, even are considered as sin. Don’t you think so? Other than that, many things are in that zone. I mean if the verse had said everthing; this might open doors to many misunderstandings. So you can give things to charity if they are avaliable for sharing and donation.

Of course this is not limited with material charity, this also include spiritual charity as well. You can give love as charity for example. Even the love is a way of sharing and donating. In our prophets words; “Why shouldn’t love be infak?” Love; maybe you can treat your friend with your heart. You can say “Come, sit in my heart.” This treat is more big and lofty that an entire fortune. Because man are sated with bread, grow with care and live with love. Because giving a person your love is a charity much more valuable than giving him bread.

kezalike yubeyyinullahu lekumul ayati leallekum tetefekkerun; Thus does Allah make clear to you His Signs: In order that you may consider. That you may think over them and come to the right path.

220-) Fiyddunya vel ahireti* ve yes’eluneke anil yetama* kul islahun lehum hayrun, ve in tuhalituhum feihvanukum* vAllahu ya’lemul mufside minel muslih* ve lev shaAllahu lea’netekum* innAllahe Aziyz’un Hakiym;

(Contemplate) upon this world and the eternal life to come! They ask you about orphans. Say, “Improving their welfare is best. If you are living together with them, they are your brothers.” Allah knows the corrupter from the reformer. Had Allah willed, He could have put you in difficulty. Indeed, Allah is the Aziz and the Hakim. (A.Hulusi)

(Their bearings) on this life and the Hereafter. They ask thee concerning orphans. Say: “The best thing to do is what is for their good; if ye mix their affairs with yours, they are your brethren; but Allah knows the man who means mischief from the man who means good. And if Allah had wished, He could have put you into difficulties: He is indeed Exalted in Power, Wise.” (A.Yusuf Ali)

Fiyddunya vel ahireti What do you contemplate upon? The verse continues actually. I personally think these two verses are bonded. Fiyddunya vel ahireti reading this sentence is essential in order to follow the previous verse. Because the meaning becomes more clearer this way. You contemplate upon this life and the afterlife.

So adding the sentences in the previous verse; think about what the Rabb of All Worlds says for your lives and the next ones. Think and figure out which one is more good for you. From these two examples which one has more advantage for your earth life and your afterlife. The bad example is; Under stress; turning back from faith. Those who abandoned their faiths are the bad examples. And there’s another example whose are willing to pay the price for their faiths. We explained this example through this page.Now put these tho types side by side and decide which one is more honorable and has more gain in this world and the next one. Think over it; says Qur’an.

ve yes’eluneke anil yetama Another question. They ask you again. They ask you the orphan subject. They ask you about orphans. I explained thi matter above, so I’m moving on.

kul islahun lehum hayrun, Tell them; all forms of rehabilitations are for their own benefits. These types of questions are generally come with a background on their own.Question like this; A persons brother became martyr or died and his children left behind. Also a fortune, heritage is left to them. But the children are still young. What should be done with this fortune? Usually this problem. If the uncle make a move to use and operate this money, all kinds of gossip will arise. Should he touch it or not? If he won’t touch, the fortune will wither away, depleted eventually. But the orphans have no one left. So the right of parenthood is naturally pass to him. He should be the one who looks after them. So the question of, “What shall be done in this situation?” is usually the first one that comes to minds.

In these kinds of situation, the verdict of Qur’an is this. For the orphans who left behind; improve their future wealth with the best way you can. So the first meaning is this; don’t let the welfare of those children to melt away, don’t let their fortune to wither just because you’re afraid of being cautious. This is a specific meaning. But in general; every form of rehabilition or help about the ophans is for our own benefit .

ve in tuhalituhum feihvanukum If you share your lives together with them; actually tuhalituhum means mixing accounts; it can be taken as this. Because this is the real meaning. You can mix them. But don’t forget one thing. They are your brothers. Even if they are your close relatives; they are also your religious brothers and sisters. So watch over their rights. Protect them.

vAllahu ya’lemul mufside minel muslih Nice! Look at this expression. Don’t forget, remember that Allah seperates the one who means mischief and the one who means good. Allah knows well and seperates well.

ve lev shaAllahu lea’netekum Had Allah willed, He could have put you in difficulty. Allah could do that but didn’t want to. The verdict might be; “Don’t touch anything. Don’t touch the welfare of orphans.”, which can be impossible in this situation. One side you are obligated to look after them, but you are not allowed to touch their belongings, how can you make that happen? But that’s not the case. Religion is the way of life within reason and ease. Religion calls people to possible, not to impossible.

innAllahe Aziyz’un Hakiym; Allah is indeed Exalted in Power and Wise. Allah has the power and wisdom and act with them.

Why the owner of wisdom. Because Allah hasn’t put you in difficulty. Allah is beyond all those. Why should He does that? Why should Allah put obstacles in your way without reason. Thay’s why Allah is Wise. Allah always wished for your own good. All things Allah wishes for you are for your own benefits. Allah never wishes things for your harm. Allah is beyond and above all that.

Exalted in power. What is the meaning of this? If there are some orders which you find hard to do, know that you just haven’t figured the need of that order yet. You haven’t figured out the wisdom behind it, unable to realize the secret behind it. So believe as it is. Know that a wisdom is behind all these.

221-) Ve la tenkihul mushrikati hatta yu’minn* ve le emetun mu’minetun hayrun min mushriketin velev a’cebetkum* ve la tunkihul mushrikiyne hatta yu’minu* ve le abdun mu’minun hayrun min mushrikin velev a’cebekum* ulaike yed’une ilennari, vAllahu yed’u ilel cenneti vel magfirati Bi izniHİ, ve yubeyyinu ayatihi linNasi leallehum yetezekkerun;

Do not marry (dualist) women who associate partners with Allah until they believe. A believing slave woman is definitely better than a (dualist) woman who associates partners with Allah, however pleasing she may seem to you (for beauty is not in the body but in the sharing of faith). Nor give believing women in marriage to (dualist) men who associate partners with Allah until they believe. A believing slave man is certainly better than a (dualist) man who associates partners with Allah, however pleasing he may seem to you. Such people (dualists) call you to the fire but Allah invites you (as much as the qualities of the Names comprising your essence allow) to Paradise and forgiveness. Allah makes clear His signs (of the reality) to people so they (these truths) are remembered. (A.Hulusi)

Do not marry unbelieving women (idolaters), until they believe: A slave woman who believes is better than an unbelieving woman, even though she allures you. Nor marry (your girls) to unbelievers until they believe: A man slave who believes is better than an unbeliever, even though he allures you. Unbelievers do (but) beckon you to the Fire. But Allah beckons by His Grace to the Garden (of Bliss) and forgiveness, and makes His Signs clear to mankind: That they may celebrate His praise. (A.Yusuf Ali)

Ve la tenkihul mushrikati hatta yu’minn Yes, don’t marry dualist women until they believe, don’t marry them. ve le emetun mu’minetun hayrun min mushriketin velev a’cebetkum Know well that without a doubt; a woman of faith…

I choose to say a person of faith. Lots of translations have the other expression of “a slave or concubine of faith.” But Zemahsheri brought an excellent comment on this subject. “Eme” means under chain. Like bounded to something. And if we take the meaning of bounded as abstact meaning; we all under the chain of Allah. We are all bounded to Allah. So the meaning of “A woman who is bounded to Allah.” becomes more easier. And for these days, this meaning is more suitable than slavery. That’s why I see the situation like this. A woman of faith, a woman who is under the protection of Allah is better than hayrun min mushriketin a woman who shirks Allah, a woman who associate partners with Allah.

velev a’cebetkum the woman of shirk may seem pleasing to you. You might be allured by her beauty, physic, even ethics. But without faith, none of them matters. Faith is one. All others have the value of zero. If you take the one in front of the zeros, even fifty zero will have no value. Why? Because faith is a value all by itself.

ve la tunkihul musrikiyne hatta yu’minu Again don’t let your faithful women to marry with the dualist men. Some modern translations may present this section as “Don’t marry with dualist men, as in the women are the ones addressed here. This meaning is not possible. So if we want to find proof that women are on their own and have full rights to make themselves marry others, this verse is not the place. We cannot find it because;

ve le abdun mu’minun hayrun min mushrikin velev a’cebekum Because for a woman of faith, as in bound to Allah; a man of faith is better that a man of richness, beauty, social status. Let’s check the following section of the verse; velev a’cebekum even if you are satisfied with this marriage. This message is for the one who make the marriage possible, to addressed individual is not the woman here, if it was; velev a’cebekumne must end this sentence. A pronoun of female. Since the sentence closes with a pronoun of male, the message is for the guardian. The guardian of woman. The one who makes possible of her marriage.

ulaike yed’une ilennari, So those; who choose the dualist over the believer. Those who look for wealth, breed, other things in fact they should they for faith. Those who are decieved to search for mere earthly values; they call you to fire. vAllahu yed’u ilel cenneti But Allah calls them to heaven instead. vel magfirati magfiret (salvation) Bi izniHİ with blessing; Allah calls to heaven and salvation.

ve yubeyyinu ayatihi linNasi leallehum yetezekkerun; And again Allah makes His Signs clear to mankind: That they may learn and praise.

222-) Ve yes’eluneke anilmehiyd* kul huve ezen fa’tezilun nisae fiylmehiydi ve la takrabuhunne hatta yathurne, feiza tetahherne fe’tuhunne min haysu emerakumullah* innAllahe yuhibbut Tevvabiyne ve yuhibbul mutetahhiriyn;

They ask you about menstruation… Say, “It is a difficult time. Do not have sexual relations with women until they are clean (of bleeding). And when they are cleansed you can approach them from where Allah has ordained”. Allah loves those who turn from their wrongdoing and who repent much and cleanse themselves. (A. Hulusi)

They ask thee concerning women’s courses. Say: They are a hurt and a pollution: So keep away from women in their courses, and do not approach them until they are clean. But when they have purified themselves, ye may approach them as ordained for you by Allah. For Allah loves those who turn to Him constantly; and He loves those who keep themselves pure and clean. (A. Yusuf Ali)

Ve yes’eluneke anilmehiyd And they ask you again. For what reason, on what subject they were asking the verdict? At this point there’s a word; a word which have multipal meanings in language. This is a multifunctional word and can be used for many meanings. Mehiyd; in arabic language this word can be used both as a time name and a place name. It’s like this; mehiyd is the name of women’s period, time of their menstruations and it is also the name of the place of that menstruations, the spot. But since the meaning is time based here, we will continue with that.

They ask you about their courses. kul huve ezen answer them that it’s a troubled time period. I translated “Ezen” as troubled. Many of other translators approach this word differently. But when I researched the origin of the Ezen word, I found that the “waves of the sea” have a similar name, Ezil. So the root of both words are the same. Sea waves. Also the person who gets dizzy and feel sick when he travels at sea and gets disoriented is named Mu’zi in arabic. When all these aspects meet, even if the direct meaning is still unclear, I choose to translate the word as troubled. Because only this word can give the closer meaning to their situations. Troubled, a real trouble.

It’s also unacceptable the translate the sentence like this. “Answer them it’s a pollution.” No, it’s not true and also not acceptable. You may ask why, this is the reason.

The reason of arrival for this verse is very different. That’s why. This verse arrived to change the general ideology in Madina about the women’s moon periods. The group asked this question to Rasulallah were giving Jews as examples. In fact there are some rumors that Jews were the group which asks this question. Why is this a big matter? Because according to Jews, menstruation period is a great filth. In fact the women in their period are not touched, they are not allowed to cook, even if they do, no one touches that. No one come close to them, not even stay with her in the same room, let alone in the same bed. No human being makes contact with her. This feature of theirs, this feature which is a necessity for mankinds survival of generations is used for a tool to make their lives like a prison, like they are guilty of something and must be under lockdown. It almost makes women regret they born. This is a jewish tradition. And this tradition is forced into Tora also. Yes the concept arrives when the verses come to “levi”, the group of levi. The write all those things I just said to Tora almost with their own hands.

Of course this Jewish concept affected the local people. Maybe they were living together as neighbours, maybe together even. That’s why the Muslims of Madina have this false assumption of Jews about this women’s period subject. That’s why this question came to Rasulallah. And Rasulallah denied this jewish aspect and when the question was asked, he explained this verse with words like this.

Aside from intercourse, a sexual relation; you can interact with them anyway you can. According to Muslim, Abu Davud, and Tirmizi; this hadith is a sure one. Since I gave the origin and other sources in my book of “Jewminded Attitude.”, I won’t get into details. In fact I also have the original arabic texts in there.

Also Rasulallah who shows great care to this subject, scolded two followers badly. Useyd bin hudeyr and Abbad bin bishr who are really close to the jews point of view on this subject, came and ask Rasulallah about this. But the answer didn’t satisfied them, because they were really under the heavy influence. Then they asked the Jews who they had been living side by side. So when they turned back to Rasulallah with the same question, Rasulallah got upset. He didn’t talk, he didn’t even look at them.They offered something to Rasulallah but he didn’t take it at first. After many excuses he accepted their gifts. Because Rasulallah wanted to clear out the influence of Jews from their hearts.

Also there’s an interesting hadith about this. When Hz. Aisha was traveling Rasulallah to Hacc duty, her cycle began and for that she was crying. Mother of true believers, mother of all Aisha was crying and this was Rasulallah response for her.

-Aisha. This is written by Allah for Adam’s daughters. It’s in your nature. You should complete your every duties except the tavaf of Hacc in that time.

Hacc duties, except tavaf. So you are allowed to do every other duties connected to Hacc. As the follow up to this hadith which is a strong one because it’s from every hadith completion like Buhari, Muslim and many others; like I said as a follow up from Ibn. Hacer Askalani Feth-ul bari, there’s a note in Buhari. Hz. Aisha continues this hadith like this.

Even Rasulallah was in a state of impure, he always dhikr Allah every way. So basing this hadith as a note, many scholars like Ibn. Rusht, Ibn. Battal, hadn’t hold the necessity of abdest in order to read Qur’an. since Rasulallah was dhikring Allah every situation he’s in. So you may ask, then what should we do the verse on the cover of Qur’an. La yemessuHU illel mutahherun; (Vakia/79)

I say this though. That verse has no connection with this subject. I don’t know which artist had written that to Qur’an’s cover first but it became a tradition after that.

InneHU leKur’anun Keriym; Vakia/77

Fiy Kitabin meknun; Vakia/78

La yemessuHU illel mutahherun;Vakia/79

Yes, Fiy Kitabin meknun; It’s a book of reading, a great book for reading. Fiy Kitabin meknun; It’s recorded from a secret book. It’s there, La yemessuHU the “H” pronoun is used as “secret” and accepted completely by every linguistics. La yemessuHU No one can touch it. illel mutahherun; Expect angels which are pure. As in the angels of revelations. No other that angels of revelations and pure angels can touch it.

And since the verse is about something else. Because someone choose it fo Qur’an’s cover, this ideology came. I should say this now; it’s sure nice not to touch Qur’an without abdest for respect. For example, I write almost 20 books without abdest but I don’t remember writing the translation of Qur’an a single time without it, let alone read it. This is a way of life. But I cannot force this to others in the name of religion. Because ignorants make discounts in religion just like ignorant zealots make rises in the opposite way.

This is not true, neither way is right. It is what it is. Of course respect must be the attitude of a true believer. But it’s not right to try to force it to someone else. Also a true believer woman’s life’s 1/3 is in that cycle. How can you force Qur’an out from someone’s life, 1/3rd of her life without real and hard evidence?

Although the general opinion is on this side, the proofs don’t support this point of view. Not just that, a hadith was given about this. A hadith from Tirmizi. “When you are impure, don’t touch Qur’an.” Ahmed bin Hambel was asked about this hadith by his son Abdullah. “Father, what would you say for this hadith?” Remind you that Ahmet Bin Hambel is also an authority about hadith business; and the answer was this. “This hadith is a fabrication of a falsifier.”

Yes. Since I put all those sources in my book, I’m moving on. So at this point; all scholars from ancient times or modern times have been saying; you can touch, read, study Qur’an and benefit from it even if you don’t have ablution at that time. Of course there are many others have claims that the ablution is a necessity in order to handle Qur’an but the choice is left to our people at this point. Know that your choice have two sides.

fa’tezilun nisae fiylmehiydi When your women are in their menstruation circles, leave them on their own. Don’t have sexual relations with them. I think this “don’t be near them” discussion is done by now. It sure is not have the meanings like; “Don’t be in the same room with them.” or “Don’t get into same bed with them.” No; all forms of relations must continue between husband and wife except sexual intercourse. This is the message. Yes.

ve la takrabuhunne hatta yathurne Again, don’t go near them until they are clean (of her period). feiza tetahherne fe’tuhunne min haysu emerakumullah* After they are cleansed, you can approach them from where Allah has ordained. innAllahe yuhibbut Tevvabiyne ve yuhibbul mutetahhiriyn; Allah loves those who turn from their wrongdoing and who repent much and cleanse themselves. In this last sentence the cleaning is explained as two parts. First part is repetance, inner cleansing. And the second part is taharet mutetahhiriyn expression can be translated as bodily cleansing. Allah of All Worlds.

223-) Nisaukum harsun lekum* fe’tu harsekum enna shi’tum* ve kaddimu lienfusikum* vettekullahe va’lemu ennekum mulakuh* ve beshiril mu’miniyn;

Your women are your fields (to bear children). So plant your fields as you like. Prepare your selves for the future and protect yourselves from Allah and know that you will meet Him (become aware of, and experience, the reality of the Names comprising your essence). Give good tidings to the believers! (A.Hulusi)

Your wives are as a tilth unto you; so approach your tilth when or how ye will; but do some good act for your souls beforehand; and fear Allah. And know that ye are to meet Him (in the Hereafter), and give (these) good tidings to those who believe. (A.Yusuf Ali)

Nisaukum harsun lekum Your women are your fields. fe’tu harsekum enna shi’tum so approach your fields as you like. ve kaddimu lienfusikum But make preparations for your souls, for your lives beforehand. Prepare your presentations. As in, think of your souls joys before your bodies happinesses. Don’t live one-sided. Don’t just dwell in flesh and bones tastes. Remember the souls touch as well. Vettekullahe So dear friends; this is the magnificent dimension of balance of religion here. Religion gives you a perspective that can balance the world and afterlife. It invites you to this balance constantly. Vettekullahe But above all that, know your responsibilities to Allah. va’lemu ennekum mulakuh and don’t you forget that all of you will meet Allah.

ve beshril mu’miniyn; Check this out. Check the following sentences of a verse which informs people about the bed live, sexual life. Let’s see how it ends. What a great attitude. An action which puts human, far away from the spirituality and Allah presents it with actions which are the closest position to Him. Both of them are presented within the same verse, you see? va’lemu ennekum mulakuh and don’t you forget that all of you will meet Allah. ve beshiril mu’miniyn; Give good heralds to true believers with heaven. Give good tidings with eternal salvation. Joy on earth and joy in afterlife. Give them the good news of happiness in two worlds. Tell true believers that they live their lives with meaning and tasting the death with meaning as well. Hail to those who put meanings to their lives with Allah.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”. “Esselamu aleykum.


ALLAH’IN AHLAKIYLA – ESMASIYLA AHLAKLANMAK

$
0
0

298

        AHLÂK KAVRAMI HAKKINDA.

 

Ahlâk, İnsanların toplum içindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek amacıyla başvurulan kurallar dizgesi, başka insanların davranışlarını olumlu ya da olumsuz biçimde yargılamakta kullanılan ölçütler bütünüdür.

“Allah ahlâkı”, Allah`ın esmâ-ül hüsnâsı’dır!

Ahlâk, insan nefsinde yerleşen öyle bir melekedir ki (heyet) fiiller, hiçbir fikrî zorlama olmaksızın, düşünüp taşınmadan bu meleke sayesinde kolaylıkla ve rahatlıkla ortaya çıkar.

Bu tanımın tahlili, bizi ahlâkın mahiyeti hakkında aşağıdaki sonuçlara götürmektedir: 

  1. Ahlâk, insanın işlediği fiil ve davranışlardan, yaygın ifadesiyle “amel”den ziyade, bu davranışların kaynağı ve âmili olan, onları meydana getiren mânevî kabiliyetler veya yatkınlıklar kompleksini (Gazzâlî’nin tabiri ile heyet) ifade eder. Buna göre ahlâkî fiiller, ahlâkın kendisi olmayıp onun bir sonucu ve dışa yansımasıdır. Bu nokta, özellikle ahlâk eğitimi bakımından önemlidir.
  2. Ahlâk, sadece iyi huylar ve kabiliyetler mânasına gelmez. Kelimenin asıl mânası ile iyi ve kötü huyların hepsine birden ahlâk denir. Buna göre ahlâksız insan yoktur, iyi veya kötü ahlâklı insan vardır. İslâmî kaynaklarda iyi huylara ahlâk-ı hamîde, ahlâk-ı hasene, kötü huylara ise ahlâk-ı zemîme, ahlâk-ı seyyie gibi adlar verilmiştir.
  3. Ahlâk, insanda gelip geçici bir hal olmayıp onun mânevî yapısında yerleşen, bir meleke halini alan yatkınlık ve kabiliyetler bütünüdür.
  4. Ahlâk insanı düşünüp taşınmaya, herhangi bir baskı ve zorlamaya gerek kalmaksızın, görevi olduğuna inandığı işleri rahatlıkla ve memnuniyetle yapmaya sevk eder.
  5. Ahlâklı olabilmek için görevleri rahatlıkla ve memnuniyetle yerine getirme zorunluluğu, ahlâkın gelişip güçlenmesinde alışkanlıkların ihmal edilemez bir önem taşıdığını göstermektedir. Bundan dolayı İslâm ahlâkçıları ahlâkî eğitime büyük önem vermişlerdir. Çünkü alışkanlıklar ancak eğitimle kazanılır. Burada “eğitim”den maksat, ahlâkın nazarî bilgilerini tahsil etmek yanında, kişinin çocukluktan itibaren iyi örneklerle yaşaması, iyilik yapmaya alıştırılması, bencil ve gayri meşrû arzu ve ihtiraslarına karşı koymak suretiyle kendi kendini eğitmesi, nefsini ıslah etmesidir. Bu ise bir irade eğitimidir. (İslâm ahlakı diyanet derleme)

*********************************************************

KUR’AN DA BAZI AHLAKÎ DAVRANIŞ ŞEKİLLERİ

  1. Kur’ân’da ahlak, iman ve ibadetle iç içedir.

Onlar ki suçun büyüklerinden (şirk, iftira) ve açık çirkinliklerden kaçınırlar; öfkelendiklerinde bağışlarlar.

Onlar ki Rablerine icabet edip salâtı ikame ederler; işleri, aralarında istişare ederek çözerler… Kendilerini beslediğimiz şeylerden de infak ederler.

Onlar ki, zorbalıkla karşılaştıklarında birlikte mücadele ederek galip gelirler!

Bir kötülüğün karşılığı, onun benzeri bir kötülüktür! Kim affeder ve barışırsa, onun ecri Allâh’ın üzerinedir… Muhakkak ki O, zâlimleri sevmez.

Kim de zulme uğramasından sonra zâlime karşılığını verirse, işte onların suçlanacak tarafı olmaz!

Ancak insanlara zulmedenlerin ve haksız olarak arzda azgınlık yapanların aleyhine suçlama geçerlidir! İşte onlar için feci bir azap vardır.

Kim de sabreder ve bağışlarsa, muhakkak ki bu, azmi gerektiren işlerdendir. (Şûra/37-38-30-40-41-42-43)

Onlar (iman edenler) salâtlarında hakkıyla Allâh’ı müşahede etmenin yaşantısı içindedirler;

Onlar boş laf ve boş işlerden yüz çeviricidirler;

Onlar arınmak – saflaşmak (zekât) için ne gerekirse yaparlar;

Onlar cinsel organlarını evlilik dışı ilişkilerden korurlar.

Eşleri veyahut sağ ellerinin mâlik oldukları müstesna… Çünkü onlar kınanmış değillerdir.

Artık kim bundan ötesini (daha değişiğiyle seks arzusu) isterse, işte onlar haddini aşanların ta kendileridirler.

Ayrıca onlar (o iman edenler) ki kendilerine emanet edilmiş olana ihanet etmeyip, verdikleri sözlere uyarlar. (Mü’minûn/2-3-3-4-5-6-7-8)

  1. Kur’ân-ı Kerim, insanın sorumluluğuna geniş yer vermiştir.

Kim hakikate ererse sadece kendinedir bu doğru yolu bulmuş oluşu; kim de saparsa (hakikatten) yalnızca kendi nefsi aleyhine sapmış olur! Hiç kimse, bir başkasının yaptığı yanlışların yükünü taşımaz! Biz bir Rasûl oluşturup (bâ’s edip) onunla uyarmadıkça azap yaşatmayız! (İsra/15)

…O hâlde beni suçlamayın, nefslerinizi suçlayın!.. (İbrahim/22)

Bir topluluk nefslerindekini değiştirmedikçe, Allâh onlara (hakikatlerinden) olan nimetini değiştirmez! (Enfal/53)

  1. Kur’ân ahlâkında yükümlülük.

Doğrusu biz seni arzda bir halife kıldık! Bu yüzdendir ki insanlar arasında Hak olarak hükmet ve hevâya (Hakkanî olmayan duygu ve düşüncelere) uyma! Zira bu seni Allâh yolundan saptırır… Allâh yolundan sapanlara gelince; yaptıklarının sonucunu yaşama sürecini unutmalarından dolayı, yaşayacakları şiddetli bir azap vardır. (Sad/26) (Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu-Yeni ümit)

***********************************************************

ALLAH’IN AHLÂKIYLA AHLAKLANMAK NE DEMEKTİR

        İlâhî ahlâk, en kısa ifadesiyle, Kur’an ahlâkıdır, Allah’ın razı olduğu ahlâk modelidir.

Allah, hiçbir şeyi başıboş yaratmamıştır, faydasız hiçbir icraatı yoktur. Ve insan, ömür tüketmekten öte bir işe yaramayan faydasız işleri terk ettiği ölçüde bu sırra mazhar olur.

Şu mahlûkat âlemindeki ince sırlar, sonsuz hikmetler, ancak Allah’ın malûmudur. İnsan ise bu hikmetlerden kendi çapında bir şeyler yakalamaya çalıştığı ölçüde bu sırra erer.

Allah, kendisini tespih eden bütün mahlûkatını, bilhassa bu vazifeyi en güzel şekilde yerine getiren mümin kullarını sever. Kendisine şirk koşan, nimetlerini küfranla karşılayanlardan ise razı olmaz. İnsan da Onun sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekle bu sırdan nasiplenir.

İnsan kendisine İlâhî bir ihsan olan irade sıfatıyla güzel şeyler irade ederse, kudret sıfatını iyi ve faydalı işleri görmede sarf ederse, ilim sıfatıyla faydalı ilim öğrenirse, merhamet duygusunu yerinde kullanır Allah’ın kullarına ve diğer mahlûkatına merhametle muamele ederse, kısacası kendisinde yaratılan bu sıfatlar ve hisler âlemini Allah’ın razı olduğu istikamette kullanırsa İlâhî ahlakla ahlaklanmış olur.

Allah’ın bütün işleri istikamet üzeredir ve insan Fatiha Suresinde Rabbinden sırat-ı müstakim ehli olmayı dilemekle bu İlâhî ahlakla ahlaklanmayı da dilemiş oluyor.

Demek ki, insanın hikmet ehli olması, rabbinin razı olduğu bir kul olmasına bağlı. O’nu razı etmedikten sonra, o’nun yarattığı varlıkları incelemek ve bunların insanlara faydalarını araştırıp ortaya çıkarmak hikmet ehli olmak için yeterli değil.

Kuran’daki gizli sırları anlayan fakat hayatına tatbik etmeyen bir insan düşünelim. Bu insan âlimdir, ama hakîm değildir. Kâinat kitabını Allah namına okumayan ve ondan bu yönüyle faydalanmayan kimselerin hâli de berikilerden farklı değil.

Ve Gazali’den farklı bir hikmet tarifi: “Hikmet, varlıkların en yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmektir.” Allah, ezelî ve ebedî ilmiyle kendi zâtını, sıfatlarını, fiillerini, şuûnatını bilmekte. Bu mânâya göre, mahlûkat olmasa da Allah hakîmdir… Hem de sonsuz hakîm. İşte, marifetullah yolunda yürüyen, Allah’ı tanıma vadisinde ilerleyen insanlar, hikmetin bu mânâsından feyiz alırlar, nasiplenirler. Ve “ilâhî ahlâkla ahlâklanma” şerefinin, en ileri mertebelerine ererler.

Bu mânâ başta peygamberlerde, sonra peygamber varisi olma şerefine ermiş büyük zâtlarda ve derecelerine göre bütün müminlerde hükmünü icra eder. Herkes, imanı, ihlâsı, ilmi, tefekkürü ölçüsünde bu büyük lütuftan nasiplenir. (Prof.Dr. Alaaddin Başar)…………………………

        ….Ahlâk ve Huy Değişir mi?

Ahlâk ve huy dediğimiz şeyin değişken olup olmadığı, onun doğuştan ve irsi (genetik) olup olmadığına bağlıdır. İbn Miskeveyh’e göre, huyların bir kısmı insan yapısının temelinden gelir. Bir kimsenin fazla korkak ve güleç olması gibi. Diğer bir kısmı âdet ve alışkanlıkla kazanılır. İnsan bir şeyi düşünüp taşınır, sonra onu sürekli olarak yaparsa, o şey, onun melekesi ve huyu haline gelir. Gazali ve İbn Arabi de değişen-değişmeyen, doğuştan edinilen huylar ayrımını yaparlar. Doğuştan gelen mizaç/huy değişmez. Ama âdet ve alışkanlıkla edinilen huylar değişir.

Bazılarına göre huyların doğuştan olup olmaması söz konusu olmaz. Her insan âdet, alışkanlık, tekrar, idman ve eğitim yoluyla kısa veya uzun sürede az çok huyunu değiştirebilir, yeni huylar kabul edebilir. Çünkü insan yeni huylar kabul etmeye müsait bir varlıktır.

Stoacılar/Revakiyyun, bütün insanların doğuştan temiz ve iyi olarak doğduklarını, sonra sosyal çevrenin onları kirlettiğini ve kötüleştirdiğini savunmuşlardı.

Bazı filozoflara göre, insanlar doğuştan kötüdürler ancak, öğretim ve eğitim yoluyla iyi hale gelirler. Fakat, bazıları çok kötü olarak dünyaya geldiklerinden, onları ıslah ve terbiye etmek mümkün olmaz.

Calinus (Galen), insanları üçe ayırır: Doğuştan iyi olanlar, doğuştan kötü olanlar, bu ikisi arasında bulunanlar. İkisi ortası bir durumda bulunanların huyları iyi veya kötü yönde değişebilir. (İbn Miskeveyh, Tehzibu’l-ahlâk, Kahire, 1320, 24-26)

Genellikle, Müslüman alimler doğuştan gelen ve değişmeyen, edinilen ve değişebilen şeklinde huyları ikiye ayırırlar (Gazali, İhya, III, 54), (bk. İbn Arabi, el-Fuhatu’l-mekkiyye, II, 309) Bunlara göre insanın hilkatinde, fıtratında, cibilliyetinde, tabiatında, mizacında, seciyesinde, tînetinde, hamurunda ve mayasında bulunan ve doğuştan gelen bazı huylar genetiktir, irsidir. İnsan bedeninin, nasıl belli temel nitelikleri varsa ve bunlar doğuştan geldiği için değiştirilemiyorsa, insan ruhunun da doğuştan gelen belli bir şekli vardır ve bu kökten değişmez. “Allah’ın yaratışında değişme yoktur” (Rum, 30/30); “…Rabbimiz her şeye hilkatini varoluş şeklini ve özelliğini veren, sonra da doğru yolu gösterendir” (Taha, 20/50); “Rab takdir edip yol göstermiştir…” (A’la, 87/3) Bu ayetlerde, huyun özünde değişmeyen yönüne işaretler vardır.

Ama, bunun kısa veya uzun bir süre içinde, az çok ıslah ve terbiye edilmesi, doğuştan gelen renginin, tonunun farklı hale getirilmesi mümkündür. Sonradan edinilen ve kazanılan huylar ve âdetler ise eğitim ve öğretimle, sürekli alıştırma çalışmaları ve tekrarlar yaparak değiştirilebilir. Bitkiler ve hayvanlar bile eğitimle az çok değiştirilip ıslah edilirken, insanların te’dib, terbiye ve riyazet yoluyla ıslah edilemeyeceğini söylemek doğru olmaz. Islah suretiyle arpayı buğday, buğdayı arpa haline getirmek mümkün olmaz ama, daha iyi ve daha nitelikli arpa ve buğday üretmek mümkündür; aşı ile daha iyi meyve alındığı gibi.

İnsandaki arzu ve öfke gibi temel eğitimlerin kökten değiştirilmesi veya yok edilmesi mümkün olmaz. Ama, ıslah edilmesi, iyileştirilmesi, güzel ve faydalı hedeflere yönlendirilmesi mümkün olur. İnsan doğuştan sahip olduğu huy ve yeteneklerini, iyi ya da kötü işlerde kullanabilir. Cesaret ve cömertlik huylarının, iyi ya da kötü maksatlarda kullanılması gibi, huyların değiştirilmesinden çok iyileştirilmesi ve güzelleştirilmesi önemlidir. Şehvet denilen bedeni arzular, esas itibariyle kötü değildir. Kötü olan şehvetin meşru olmayan ve kontrolsüz bir şekilde bulunmasıdır. Meşru şekilde ve kont-rollü olarak arzularını karşılaması ise iyidir. Hatta faydalı ve gereklidir.

İyi Ahlâk Nasıl Kazanılır?

Gazali’ye göre iyi ahlâk sahibi olmanın yolları şunlardır:

  1. a) İlahi bir lütuf olmak üzere, bazı insanlar, doğuştan iyi huyludurlar. Peygamberler böyledirler. Doğuştan ve tabiattan gelen bazı güzel huylar, çalışılarak da kazanılabilir. Bazıları doğuştan cömerttir, bazıları çalışa çabalaya cömertliği huy edinebilir.
  2. b) Riyazet ve mücahede ile yani sıkı bir idman ve disiplinle, iyi huylar ve güzel ahlâk edinmek mümkündür. İnsan cimri ise bunun kötülüğünü, cömert olmak gerektiğini düşünerek kendini cömertliğe zorlar, nefsine ağır gelse de sevdiği malları infak etmeye çabalar. Bunu zoraki bir şekilde yapa yapa gönüllü olarak yapma, daha sonra da zevkle yapma aşamasına ulaşır. Böylece cömertlik onun huyu haline gelir. Kibirli bir kişinin, mütevazı olmasının yolu da budur. Bu bakımdan ahlâk, sanatlara ve ilimlere benzer. Temrinler, idmanlar, tekrarlar ve alıştırmalar güzel huyların edinilmesinde ve bir meleke haline gelmesinde çok önemlidir.

Muhakkak ki Allâh, hakkını vermeyi, ihsanı (iyilik yapmayı) ve yakınlara cömert olmayı hükmeder… Fahşadan (nefsanî davranışlardan), münkerden (imanın gereklerine ters düşen fiillerden) ve bagiyden (zulüm ve hakka tecavüz) nehyeder… Düşünüp değerlendirmeniz için öğüt veriyor. (Nahl/90)

Onlar ki, bollukta ve darlıkta Allâh için karşılıksız bağışta bulunurlar, kızdıklarında öfkelerini kontrol ederler, insanların kusurlarını affederler. Allâh ihsan edenleri sever. (A.İmran/134)

İşte böyle… Kim Allâh’ın saygı gösterilmesi gerekenlerine saygı duyup gereğini uygularsa, bu yaptığı, onun için Rabbinin indînde daha hayırlıdır… Size bildirilenler hariç, en’am (deve, sığır, koyun cinsi) helal kılındı… O hâlde putların pisliğinden ve uydurma fikirlerden kaçının. (Hac/30) (Prof. Dr. Süleyman Uludağ)

**************************************************

        ALLAH’IN AHLAKIYLA – ESMASIYLA AHLAKLANMAK

 

        Bak dostum, günümüzdeki yaygın ve çok kalın bir “Risâlet ve Rasûlullâh” örtüsünü açıklayayım:

 

Sakın, “İyi Ahlâk Derneği Başkanı Sayın Peygamber Muhammed Mustafa” bakış açısındakiler gibi, muhteşem Risâlet hakikatinden perdelenme! Bunu yaparsan Dünya yaşamındaki en büyük kötülüğü sen kendine yapmış olursun!

 

O muhteşem İLİM, o muhteşem Hakikat, sana kendindeki hazineyi fark ettirmek için RASÛL olarak irsâl olmuş ve bunu sana fark ettirmek uğruna tüm yaşamını vermiştir. Kur’ân-ı Kerîm bunu fark ettirmek için nâzil olmuştur, irsâl olmuş (açığa çıkmış) RASÛL’e!

 

“Mekârimi ahlâk”, “Ahlâkı tamamlamak” diye Türkçeye çevrilmez! Bu çeviriyi yapmadan önce iyi düşünmek lazım: “Allâh ahlâkı ile ahlâklanın” ne demektir?

 

“Mekârimi ahlâk” diye işaret edilen, “tehalleku BiAhlâkıllâh” uyarısıyla işaret edilen “Allâh ahlâkı”dır!

 

Nedir “Allâh ahlâkı”? Nasıl bir şeydir “Allâh ahlâkı ile ahlâklanmak”? Bu realiteyi fark edip, düşünüp kavradın mı?

 

Allâh, insan-beşer “HUY”larıyla “HUY”lu veya kayıtlı olmaktan münezzehtir; bilmez misin?

 

O zaman, insanda nasıl bir ahlâk olmasından söz ediliyor veya nasıl bir ahlâk sahibi olması isteniyor; bunu düşünen beyinlerinize havale ediyorum!

 

“Din güzel ahlâktan ibarettir” şeklinde esas anlamı kaybolmuş hadisi anlamanın yolu “Allâh ahlâkıyla ahlâklanın-tehalleku BiAhlâkıllâh” hadisinin işaret ettiği sırrı kavramaktan geçer!

Şurası kesindir ki… “DİNinsanların iyi ahlâklı olması için gelmiştir” anlayışı ve amacı kesin yanlıştır! Bu anlayışın sonu, “Ben zaten iyi ahlâklıyım; öyleyse benim dine ve peygambere ihtiyacım yok” kabulüne çıkar!

 

Din, insana, Risâlet hakikatinin bildirisine iman etmesi ve bunu yaşaması için gelmiştir! Bunu yaşayan insan ise doğal ve otomatik olarak iyi ahlâklı olur.

 

İyi ahlâk, Risâlet hakikatine erdirmez; ama Risâlet hakikatine iman ve bunun getirisini yaşamak, insanı iyi ahlâklı yapar! Dünya üstünde sayısız iyi ahlâklı yardımsever, hayırsever insan vardır ama birçoğu “iman”ın hakikatinden ve dahi getirisinin ne olduğundan habersizdir!

 

“ALLÂH AHLÂKI İLE AHLÂKLANIN” uyarısı neye işaret ediyor; bunu, “tanrılarına tapanların” anlaması hiç mümkün değildir!

 

Hazreti İsa’nın “Sen beşer gibi düşünüyorsun, Allâh gibi değil” uyarısının anlamını, düşünemeyenler fark edemez!

Mecazları tekrarla tatmin olanların da, sırları müşahedesi asla mümkün değildir! (A. Hulusi – Yenilen)

*******************************************************************

Adem, suyla çamur halinde karılı iken, ben Nebi idim’ diyen, mistik verilere göre, alemlere rahmet olarak gönderilmiş, varoluş gayesini, insanlık onur ve şerefi için kullanan, Nebilik yönü ile bireyleri ölüm ötesi hayata hazırlayıp, Risaleti ile insana kendi aslını ve hakikatını bildiren, Vahy’in dışına taşmayan özelliklere sahip Resûlullah Efendimiz’e, sahabiler, kendi anlayışları istikametinde şu suali tevcih etti… Din Nedir?

O, Yanıtını ; “Din Mekarimi Ahlâktır.” Ahlâkın Mekarimidir. Yani, tam kemale gelmiş halidir. “Allah’ın Ahlâkıyla Ahlâklanmaktır” şeklinde verdi.

Bahsi geçen bu Ahlâk, Toplumsal Ahlâkla ilgili miydi?

Toplumu Evcillleştirme

Tahalluku biahlâkillah” yani, “Allah Ahlâkıyla ahlâklanmış olarak yaşayın” şeklindeki uyarısı ile ne demek istedi?

Şimdi biz, bildiğimiz, öğrendiğimiz kadarıyla konuyu açmaya çalışalım.

Toplum ahlâkı, bilinen şekliyle; ulusların çizdiği modele, genetik veriler, şartlanmalar ve ilkeler istikametinde uymadır. Esasen, bu ahlâk olmadan “Allah’ın Ahlâkı ile Ahlâklanmak” mümkün değildir.

Diğer taraftan; “Ben Mekarimi Ahlâk için geldim” diyerek kendi Ahlâkının, Allah’ın Ahlâkı olduğunu vurgulayan Resulullah’ın söylemek istediği neydi?

Bu Ahlâk modeli; Basit, dar görüşlü insanımızın anlayışına dayalı, “toplumu evcilleştirme” gibi bir mana ile sınırlanmamalı, insanın varoluş gayesi olan, Halifelik vasfı ile değerlendirilmelidir.

Halifelik özelliğine dayanan ilk oluş şudur; “Vermek! Karşılık beklemeksizin vermek!”

Yeryüzünde Halife

Her koşulda, önce karşındakini düşünmek,

Paranı vermek, sonra; Sevgini vermek, sevilmeden sevmek, hatta düşmanını bile sevmek.

İlmini vermek. Tüm tasavvuf ehlinden, Mevlana’dan tutun, Muhiddin Arabi’ye, Yunus Emre’ye kadar görülen müşterek bir vasıftır; “VERMEK”.

İşte böyle bir yaşam türü; “Allah’ın Ahlakıyla Ahlaklanma” nın tabii bir sonucudur. Ve İnsan bu vasıf ile, Yeryüzünde Halife olarak yaratılmıştır. İnsan olmanın, insansı olmaktan kurtulabilmenin yegâne yolu budur.

Şimdi, belirtilen uyarılar istikametinde, kendimizdeki özelliklerle bağdaşabilen noktaları kontrol edelim. Acaba hangisi bizde mevcut. İyi insan olabilme sınırları, anlatılan Ahlâkı kapsayabiliyor mu? Siz karar verin! (A. Faruk Yüksel)

 

**************************************************************

ALLAH’IN AHLÂKIYLA AHLÂKLANMAK NASIL OLUR?

Bir hadîsinde Hz. Peygamber (asm): “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanın” buyurur.

Mesela Allah’ın sıfatlarından biri “Gafûr”dur. Günahları bağışlayıcı demektir. Bu sıfatla sıfatlanan bir kimse kusurları bağışlayıcı olmalıdır.

Diğer bir sıfatı “Halîm”dir. Bu sıfatı kendisinde huy edinen bir kimse sert olmamalı, yumuşak başlı ve mütevazı olmalıdır.

Yine Allah’ın sıfatlarından biri “Settar”dır. Yani günahları örtücüdür. Müslüman da, din kardeşinin kusurunu örtmelidir.

Allah (c.c) “Kerîm”dir, “Rahîm”dir. Yani lütfu, ihsanı bol ve merhameti çoktur. Müslüman da, cömert ve merhametli olmalıdır! Yani bütün hareket ve davranışları hikmetli, isabetli ve Allah’ın rızasına uygun olmalıdır. Böylece Allah’ın güzel ahlâkıyla ahlâklanmış olur. Mehlika YAĞMUR

*******************************************

ALLAH’IN ESMASIYLA AHLAKLANMAK

Ahlaki davranış, mutlaka aşkın bir referansa muhtaçtır. Aşkın bir referansı olmayan ahlaki davranış kayıtlı ve şartlı bir ahlaktır. Bir davranışın kendisi ahlaki olsa dahi, -kayıtlı ve şartlılık- o davranışın zeminini ahlaki olmaktan çıkarır. Kayıtlı –şartlı ahlaki davranış ise “Hesabi” dir Kayıtsız ve şartsız ahlaki davranış ise “Hasbi” dir. Ahlaki davranışta pazarlık ahlakiliğin düşmanıdır. Ahlaki davranış ancak sorumluluk bilincinin eseri olduğunda hasbileşir. Sorumluluk bilincinin en yükseği İnsanın Allah karşısında duyduğu sorumluluktur. Bu bilinç mutlaka bir imana dayanır. İmandan söz edilen yerde pazarlıktan söz edilemez. Pazarlıksız bir ahlak, pazarlık sözcüğüyle yan yana gelmesi asla düşünülemeyecek olan bir imandan neş’et eder.

Allah’ın esmasıyla ahlaklanmak, hâşâ esma-i hüsnâyı kulun kendisine nispet etmesi değildir. İnsanın el Basîr, es Semî’, el Alîm, el Vedûd,, el Hayy olması mümkün değildir. Bunu iddia etmek, haddini aşmak, bir başka ifadeyle Allah’tan rol çalmaya yeltenmektir. Bunun adı şirktir. Allah’ın esmasıyla ahlaklanmak hâşâ, insanın Allah’a benzemesi de değildir. O Hâliktir insan ise mahlûk, O yaratandır insan ise yaratılan. Yaratan ile yaratılan arasında derece ve hüviyet değil, mahiyet ve zâtiyyet farkı vardır. O, O’dur, O’nun aşkın ve mutlak tabiatına ilişkin Kur’an da birçok ayet vardır.

Hiçbir şey O’na benzemez. (Şûrâ/11) Elbet O’da hiçbir şeye benzemez.

Hiçbir şey O’nun dengi değildir. (İhlas/4) İşte bu yüzden O’na ortak koşmak demeye gelen şirk, aynı zamanda Allah’a yapılmış en çirkin iftiradır. O; değil eşi, velev ki bir açıdan da olsa benzeri dahi düşünülemeyecek olandır.

Sen O’nun bir benzerini (düşüne)bilir misin? (Meryem/65) O tüm mükemmelliklerin tek ve zorunlu adresidir.

Göklerde ve yerde en güzel örneklikler/nitelikler O’na mahsustur. (Rum/27) O yaratan gerisi yaratılandır, bu ikisi arasında mahiyet farkı vardır dolayısıyla yaratan asla yaratılanla kıyaslanamaz. Yaratan yaratamayan gibi olur mu? (Nahl/17)

Allah’ın esmasıyla ahlaklanmak insanın Allah’ı bilmesi, tanımnası ve anlamasıdır. İnsan Allah’ı bilirse kendini bilir, kendi küçüklüğünü bilirse ancak o zaman Allah’ın büyüklüğünü bilir. Yoksa Allah’ın büyüklüğünü bilmesine imkân yoktur. Çünkü O’nun büyüklüğünü ifade de “büyük” kelimesi aciz kalır, söz biter, dil durur, akıl dibe vurur. Hak ehlinin dediği gibi demekten başka çıkar yol kalmaz.

Büyüksün ilâhi büyüksün büyük,

Büyüklük yanında kalır çok küçük (Ali Haydar bey)

Ve işte o an imdada haddini, bilmek yetişir. Kendi küçüklüğünü idrak eden Allah’ın büyüklüğünü idrak etmiş olur. Bunu da ancak O’nu bilen, tanıyan ve anlayan bir akıl idrak edebilir.

Allah’ın esmasıyla ahlaklanmak Allah’ı sevmek demektir. Sevmek kalbin en soylu eylemidir. Kalbin sevme eylemi bilgiye de dayalı olabilir cehalete de. Eğer cehalete dayalıysa bu sevgi seveni özgür ve özü-gür kılan bir eylem değil, seveni tutuklayan bir tutkuya dönüşür. Eğer bu bilgiye dayanırsa o zaman bire sonsuz veren bir tohuma (Habbe;Mahabbe) dönüşür. Kalp muhabbet gibi bir eyleme ne zaman kalkışır? Elbet ancak sevdiğini bilir, tanır ve anlarsa. Bu bilme, tanıma ve anlama arttıkça sevgi de artar, sevgi arttıkça yakınlık artar Bu yakınlık mekâni bir yakınlık değil elbet, bu yakınlık vescûd, vakterib. (‘Alak/19) secde et ve yaklaş ayetinde kastedildiği gibi kalbi bir yakınlıktır.

Kurbiyet kesbeden kurbân olur, kurbân olan teslim olmuştur. Bu kayıtsız şartsız, garazsız ve ivazsız bir teslimiyettir. Teslim olan kendi iradesini teslim olduğu kapının iradesine râm etmiştir. Kendi cüz-i iradesini O sonsuz ve mutlak iradenin ışığına kendi arzusuyla tutmuştur. Bu iradenin şükrünü eda etmektir. Şükredilen her nimet artırılır. Cüz-i irade de ona bu şükürden dolayı artırılır. İlahi iradenin ışığı O’nun cazibesine kapılıp yörüngesine giren beşeri iradeyi olgunlaştırır. Ham iken yetişkin hale getirir.

Bu hal bir yitirme değil bir bulma halidir, bir yok oluş değil bir var oluş halidir, kendini kaybetme hali değil kendini bulma ve bilme halidir. İşte bu halin sonunda O’na kurbân (kelimesinin ait olduğu kalıbın niteliği gereği yakınlaşmanın tüm olumlu anlamlarıyla dolu) olan ruh, İlahi isim ve sıfatların yoğun etkisine maruz kalır, onların cazibesine kapılır. Esmânın yüksek ve yoğun çekim alanı o ruhu öylesine etkiler ki ruh bu etkiyle esmanın yörüngesine girer. O ünlü hadiste ifadesini bulan hal işte o zaman gerçekleşir.

“Kulum bana en iyi farzlarla yaklaşır ve kulum bananafile ibadetlerle yaklaşmayı sürdürür. Sonunda ben onu severim. Ne zaman ki ben onu severim artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.” (Buhari/347)

Farzlarla sınırlı bir Allah – insan ilişkisi, emir – komutla sınırlı bir ilişki biçimidir. B u insanın Allah ile ilişkisinin başlama noktasıdır ve kulluğun gereğidir. Fakat insan Allah ile ilişkisini “kulluk” düzeyinden “dostluk” düzeyine çıkarmak istiyorsa emir komuta çerçevesi yetmez. Dostluğun gereği sevgi temelinde farzlarla yetinmeyip daha ötesine ilerlemektir. Nafile ibadet ve davranışlar işte bunun göstergesidir. Nafileye, farzların üzerinde bir fazlalık olduğu için bu ad verilmiştir. Aslında nafilenin dilimizde ki bir karşılığı da “armağan”dır. Nafile ibadet eden Allah’a armağan vermiş gibidir. Nafilenin temelinde daha yakın olma arzusu yatar, onunda temelinde sevgi yatar.

Bu anlamda nafile iki kısma ayrılır; Birincisi Farz ibadetlerin cinsinden olan nafileler, ikincisi onların dışında kalan ve Allah’ın davasını dert edinmeye dayalı gayretler.

Birinci tür nafilelere birçok örnek verilebilir; Farz namazların önünde ve arkasında ki nafile namazlar. Farz olan Haccın yanında nafile hac ve umre. Zekâtın yanında sadaka ve infak. Farz olan orucun yanında nafile oruç bunlardandır. Allah resulünün nafileleri olan bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, nafileler farz ibadetlerin şükrü mesabesindedir. Allah insana neyi emretmişse o insanın yararınadır. Madem bir şeyin yararına olarak Allah bana farzları emretti, ben bunlara karşılık Allah’a teşekkür borçluyum. Bir nimete en güzel teşekkür o nimetin kendi cinsinden olur. O halde farz namazın en güzel teşekkürü namaz cinsinden olmalıdır Farz olan orucun en güzel teşekkürü yine kendi cinsinden olmalıdır.

İkinci tür nafile; Allah’ın dinini dert, davasını kaygı edinmektir. İbadetler insanın Allah’a kulluğunun bir gereğidirler. Allah davasını kendi davası bilmek ise Allah’a dostluğun bir gereğidir. Allah kendi dinini dert edinen kulun özel dertlerini satın alır. Tüm iddiası kendi derdinden sürekli müteşekkil olanları ise kendi dertleriyle baş başa bırakır. İlgi sevginin yoldaşıdır. İlahi sevgiye nail olanlar özel ilgiye de nail olurlar.

Allah Resulünün yukarıda naklettiğimiz okumasında yer alan “sonunda onu severim” ifadesi hem “çok seven”, hem de “çok sevilen” gibi çift boyutlu bir isim olan el Vedûd isminin çekim merkezine dâhil olmaktır. Bu ismin tecellisine daha çok muhatap olmak isteyen, sevgiyi hak etmek zorundadır. İlahi sevgiyi daha çok celbeden ilgiyi de daha çok celbedecektir. Bu ilahi ilgi muhatabın iç potansiyeli harekete geçirecek, gönül kulağı duyar, gönül gözü görür, gönül dili konuşur hale gelecektir. İç potansiyeli harekete geçen insanın tüm yetilerine bu olumlu bir biçimde yansıyacaktır. O kulun işitme, görme, konuşma, tutma, yürüme yetileri ve bunlara yön veren tasavvur, akıl ve idraki ilahi ilginin çekim alanına girecektir.

İşte bundan sonrası “artık ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum” noktasıdır. Allah’ın gör dediği yerden bakar, işit dediği yerden işitir, tut dediği yerden tutar. Çünkü böyle birinin tasavvurunu, aklını ve şahsiyetini vahiy inşa etmiştir. Vahyin inşa ettiği bir göz Allah ile gören bir gözdür. Vahyin inşa ettiği bakış açısına sahip olmak, baktığında Allah’la bakmak demektir. Bu hakikat Allah resulüne nispet edilen bir haberde; Hicr/75 ayetinden yer alan “Mütevessimiyn” in tefsiri sadedinde şöyle dile gelir;

“Mü’minin ferasetinden çekininiz, çünk o Allah’ın nuruyla bakar.” (Tirmizi)

Allah’ın kendisi nuru/ ışığı ifadesinde vahiyden yola çıkarak üç şey anlaşılmalıdır.

1 – Elif Lâââm Râ* Kitabün enzelnahu ileyke li tuhricenNase minez zulümati ilen Nûri Bi izni Rabbihim ila sıratıl Aziyzil Hamiyd. (İbrahim/1)

Elif, lâm, râ, bu insanlığı, Rablerinin arzusuyla karanlıklardan aydınlığa ( tüm övgülerin mutlak muhatabı, O yüceler yücesinin yoluna) çıkarman için sana indirdiğimiz bir vahiydir.

Feaminu Billâhi ve RasûliHİ venNûrilleziy enzelna* vAllâhu Bima ta’melune Habiyr. (Teğabün/8)

Onlar Allah’a resulüne ve indirmiş olduğumuz ışık kaynağına (en Nûr) iman ettiler.

felleziyne amenû Bihi ve azzeruhu ve nasaruhu vettebeunNûralleziy ünzile me’ahu, ülaike hümül müflihun. (A’raf/157)

Sonuçta o (Peygamber’e) inanan, on u el üstünde tutup destekleyen ve ona yücelerden bahşedilen ışığın ardına onunla birlikte düşenler, kurtuluşa erişen kimseler olacak.

Evemen kâne meyten feahyeynahu ve ce’alna lehu nûren yemşiy Bihi fiynNasi kemen meselühu fiyz zulümati leyse Bi hâricin minha* kezâlike züyyine lilkafiriyne ma kânu ya’melun. (En’am/122)

Hiç (manen) ölüyken hayat verdiğimiz ve insanlar arasın da yolun u bulması için kendisine ışık tuttuğumuz kimse, içinden çıkma imkânı bulamayacağı zifiri karanlıkla gömülüp giden kimse gibi olur mu?

Ya eyyühenNasu kad caeküm burhanun min Rabbiküm ve enzelna ileyküm nûren mubiyna. (Nîsa/174)

Feemmelleziyne amenû Billâhi va’tesamu Bihi feseyüdhıluhüm fiy rahmetin minHU ve fadlin ve yehdıyhim ileyHİ sıratan müstekıyma. (Nîsa/175)

Ey insanlık ailesi, artık Rabbinizden size hakikatin belgesi geldi ve sizi aydınlatıcı bir ışık gönderdik. Allah’a iman eden ve O’na sımsıkı sarılanlara gelince Allah onları rahmet ve ihsanına gark edecek ve dosdoğru bir yolla kendisine yöneltecektir.

Yüriydune en yutfiu nûrAllâhi Bi efvahihim ve ye’bAllâhu illâ en yütimme nûreHU velev kerihel kafirun. (Tevbe/32)

Onlar Allah’ın (vahiy) nurunu söndürmeye can atıyorlar, ama kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.

Bu ayette tamamlanacağı vaat edilen “Allah’ın nurunun vahiy olduğunu tamamlanışının ardından inen;

elyevme ekmeltü leküm diyneküm ve etmemtü aleyküm nı’metiy. (Maide/3)

Bugün size dininizi kemâle erdirdim ve üzerinize olan nimetimi tamamladım. Ayetinden anlıyoruz.

2 – Kutlu rehberliğini, vahyin nûr/ışık olarak isimlendirildiği Hz. Peygamber;

Rasûlen yetlû ‘aleyküm âyâtillâhi mubeyyinatin liyuhricelleziyne amenû ve ‘amilussalihati minezzulumati ilenNûr. (Tâlâk/11)

Allah hakikatin apaçık belgeleri olan mesajları size ileten bir elçi göndermiştir ki, iman edip salih amel işleyenleri zifiri karanlıktan aydınlığa (Nûr’a)çıkarabilsin.

3 – Allah’ın tasavvurunu ve aklını vahiyle inşa edene bahşettiği iç ışık;

Efemen şerahAllâhu sadrehû lil İslâmi fe huve alâ nûrin min Rabbih* feveylün lil kasiyeti kulûbühüm min zikrillâh* ülâike fiy dalâlin mubiyn. (Zümer/22)

Ne o? Yoksa Allah’ın gönlünü İslâm’a açtığı ve böylece Rabbinden bir ışık üzere olan kimse; Allah’ı hatırlamaktan uzaklaşıp kalpleri katılaştığı için kendisine yazık eden kimseyle bir tutulur mu? Böyleleri apaçık bir sapıklığa mahkûm olacaklardır.

Âlim sahabeler den olan İbn. Mes’ud diyor ki; Bu ayeti Allah Resulü okuduğunda “Alla o kişinin gönlünü İslâm’a nasıl açar?” diye sordum, şöyle cevap verdi; “Nûr kalbe girer, kalp aydınlanır ve arınır.”(M. İslamoğlu- Kur’an a göre Esma-i Hüsna Cilt1/48-49)

**********************************************************

ALLAH AHLÂKIYLA AHLÂKLANMAK

 

Cenâb-ı Hak, kâinattaki en devâsâ nebülözlerden, insanın vücudundaki hücrelerin en küçük parçacıklarına kadar her şeyi hareket ettirmekte ve insanla, bu âlemler arasında sürekli münasebetler kurmaktadır. İşte Allah’ın bu türlü icraatı ve böyle bir icraatla her şeyi belli bir kemale sevk etme gibi O’na mahsus mukaddes ahlâkın keyfiyetinden şu hususları anlamak mümkündür:

Allah ahlâkı ile ahlâklanmak, O’nun dış âlemler (âfâk) ve iç âlemler (enfüs)de bize duyurmak istediği şeyleri bir vâhidin birbirini tamamlayan iki yüzü gibi duyup değerlendirmek ve bütün hissettiklerimizi Kur’ân’a bağlayıp onda dinlemeye çalışmak…

Evet biz, Kur’ân-ı Kerim’de hayat prensipleri olarak vaz’edilen meseleleri amelî olarak tam tatbik ettiğimiz zaman –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– umum hayatımız da düzene bir ölçüde girecek, zannediyorum biz de işte o zaman ikilemlerden kurtulmuş olacağız.

Şu anda, hayatımızdaki bütün aksaklıkların arkasında böyle küllî bir nazar ve küllî bir değerlendirmenin bulunmayışını düşünüyor ve yerimizde saymayı böyle bir düalizme bağlıyoruz. Günümüzdeki süper devletlerin teknik ve teknolojik alandaki gelişmeleri kimseyi aldatmamalıdır. Zira onların bu hâlleri, bir ara ortaya çakan sonra da kaybolan şimşekler gibidir. Bu sözlerin mânâsı, bazı totaliter sistemler örneğinde olduğu gibi, birkaç sene sonra kırılmalar ve çatırdamalar duyulduğu zaman daha iyi anlaşılacaktır.[1]

Fıtrî olmayan ve kâinatta cari kanunlara uymayan hiçbir sistemin uzun ömürlü olması mümkün değildir. Zira fıtrata muhalif şeylerdeki iyilik emareleri, insanın bedeninde tedafüî tesiri olan bir kısım mualecelerin (Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek) meydana getirdiği muvakkat sıhhat ve afiyet gibi bir duruma benzer ki kat’iyen mütemadi değildir. Bu, daha çok, beş dakika önce gözlerini açıp tebessüm ederek, yakınlarını sevindiren ve hemen arkasından da ahirete göçüp giden bir hastanın hâline benzer ki, çok parlak ve cazip görünen bu gayr-i tabiî ve fıtratı inkâr esası üzerine kurulmuş bütün bu kabil sistemler, kat’iyen uzun ömürlü olamayacakları gibi insanlığı da mutlu edemeyeceklerdir.

Bunun aksine bir de öyle devletler vardır ki bunlar temel esasları itibarıyla kâinatta cari kanunlara riayet ettiklerinden ötürü ayaktadırlar, ayakta durmaya devam etmektedirler ve işte bunlar istikbal vaad etmektedirler. Belli bir süreden beri mü’minler kâinatta cari kanunları ve şeriat-ı fıtriyeyi inkâr edip Kur’ân’ın düsturlarını da yaşamadıklarından sürüm sürümdürler ve hep gerilerin gerisinde kalmışlardır.

Müslümanların içine düştükleri bu feci durumdan kurtulmaları için uyuşukluk ve tembelliği terk etmeleri, hem âyât-ı Kur’âniyeyi hem de âyât-ı tekvîniyeyi çok iyi okumaları şarttır. Zira Mukaddes kitabımız olan Kur’ân-ı Kerim ile kâinat kitabı, bir bütünün ayrılmaz iki parçası gibidir. İster bizim iç âlemimize, ister dış âlemimize, ister kâinatın öteki yüzü, ister zâhirine dair yazılan her kitap, bir yönüyle Kur’ân-ı Kerim’in tefsiridir. İnsanlık, ancak bu kitaplara sımsıkı sarıldığı zaman, dünyasını cennetlere çevirip ötelerin koridoru hâline getirecektir. (F. Gülen)


ASTROLOJİ İLE ESMA İLİŞKİSİ

$
0
0

Resim1

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

KUR’AN DA Kİ AÇIKLAMALAR;

1 – Andolsun ki insanı tıyn’den (balçıktan; su + mineral terkibinden) meydana gelen bir sülaleden (sperm – genetik yapıdan) yarattık.

Sonra onu sağlam bir karargâhta bir nutfe oluşturduk.

Sonra o nutfeyi bir alaka (genetik yapılı embriyo) yarattık, sonra o alakayı bir mudga (bir çiğnemlik et) yarattık, sonra o mudgaya kemikler yarattık, nihayet o kemiklere de et giydirdik... Sonra onu bir başka (ruhun oluşumu) ile inşa ettik… Yaratıcıların en güzeli Allâh, ne yücedir! (Mü’minûn/12-13-14)
**************************************************************

2 – Semâları, arzı ve ikisi arasında olanları oyun olsun diye halketmedik.. (Dûhan/38-39)

***********************************************************

3 – Allâh, semâları ve arzı Hak olarak (Esmâ’sının işaret ettiği özelliklerle) yarattı! Muhakkak ki bunda iman edenlere elbette bir işaret vardır. (Ankebut/44)

*************************************************************

4 – Semâlarda (beyindeki bilinç mertebelerinde) ve arzda (bedensel yaşamda) ne varsa, O’ndan tümünü, size (şuurunuza) hizmetle işlevlendirmiştir! Gerçektir ki, bu olayda tefekkür eden topluluk için elbette (önemli) işaretler vardır. (Casiye/13)

****************************************************************

5 – Semâyı, arzı ve ikisi arasındakileri işlevsiz olarak yaratmadık! O (işlevsiz düşünmek), hakikat bilgisini inkâr edenlerin zannıdır! Bu yüzden yazıklar olsun o hakikat bilgisini inkâr edenlere, yakan (dünyalarında)! (Sâd/27)

***********************************************************

6 – Geceyi, gündüzü, Güneş’i (enerji kaynağı olması) ve Ay’ı (çekim gücüyle hormonları harekete geçirip tüm duyularınızı etkilemesi ile) size hizmet veren kıldı… Yıldızlar da (yaydıkları dalgalarla) O’nun hükmünü yansıtarak hizmet verenlerdir… Muhakkak ki bunda aklını kullanabilen topluluk için bir işaret vardır! (Nahl/12)

***********************************************************

7 – Emri (hükmü) semâdan (dışsal olarak; burçlar diye tanımlanan Esmâ özelliklerinin açığa çıkmasıyla oluşan yapılardan yayılan kozmik elektromanyetik dalgalarla ağırlıklı olarak karındaki ikinci beyni ve dolayısıyla bilinci etkileyerek; ya da, içsel olarak, holografik gerçeklik gereği beyindeki datadan açığa çıkan Esmâ mertebesinden. A.Hulûsi) arzı (yeryüzü veya beyni) tedbir eder… Sonra miktarı, bin sene olan süreç içinde O’na urûc eder (ruh beden yaşam boyutuna yükseliş veya boyutsal aslına dönüş. A.H.). (Secde/5)

*************************************************************

8 – Nefslerindekini (hakikatlerini) hiç tefekkür etmediler mi? Allâh, semâları, arzı ve ikisi arasında olan şeyleri sadece Hak olarak; belli bir ömür süreciyle yarattı! Şüphesiz ki insanlardan çoğu Rablerine ereceklerini inkâr edenlerdir. (Rûm/8)

*************************************************************

9 – Görmediniz mi ki Allâh, semâlarda ve arzdakileri size hizmetli eyledi ve sizin üzerinize zâhirî ve bâtınî olarak nimetlerini yaydı… İnsanlardan kimi de Allâh hakkında ilme dayanmayan bir şekilde, hakikatten yoksun ve aydınlatıcı bir bilgisi olmaksızın tartışır durur. (Lokman/20)

************************************************************

10 – Arzda (bedeninizde – dış dünyanızda) ve nefslerinizde (iç dünyanızda) size isâbet eden hiçbir musîbet yoktur ki, bizim onu yaratmamızdan önce, bir kitapta (ilim boyutunda oluşmuş) olmasın! Muhakkak ki bu Allâh üzerine çok kolaydır!

(Bunu bildiriyoruz) ki elinizden kaçana üzülmeyesiniz ve size verdiği ile de sevinip şımarmayasınız! Allâh çok övünen kibirli hiçbir kimseyi sevmez! (Hadîd/22-23)

**********************************************************

b) HZ. MUHAMMED’İN AÇIKLAMALARI

“Bir kimse gider de verdiği haber konusunda kâhini tasdik ederse, Allah’ın Muhammed’e indirdiğini inkâr etmiş olur.” (Tirmizî, Tahâret,102; İbn Mâce, Tahâret, 122; Ahmed İbn Hanbel, II/408).

***************************************************************

Bir diğer rivayette şöyle gelmiştir: Kim yıldızlarla ilgili bir ilim iktibas etmişse sihirden bir şube iktibas etmiş demektir. (Yıldız ilmi) arttıkça (sihir ilmi de) artar.” (Ebu Dâvud, Tıbb 22, (3905).

**************************************************************

“Sizin biriniz (in hilkati mebdeinde) ana ve baba maddeleri kırk gün ananın karnında toplanır, (halka müstaid bir halde tahammür eder). Sonra o maddeler o kadar zaman (kırk gün) içinde katı bir kan pıhtısı hâlini alır. Sonra yine o kadar zaman (kırk gün) içinde mudga = bir çiğnem ete tahavvül eder. (Dördüncü tekâmül tavrında) Allah bir melek gönderir. Ve tekâmül eden mudgaya (şu) dört kelime (yi yazması) emrolunur ki: onun işini, rızkını, ecelini, şakî veya saîd olduğunu yaz! denilir.

“Abdullah’ın hayâtı yed-i kudretinde olan Allah’a yemîn ederim ki: (Melek bunları yazdıktan) sonra ona ruh üflenir. (Cenin canlanır), imdi sizden bir kişi (bu fıtratı îcâbı dünyâda) iyi iş işler de hattâ kendisiyle Cennet arasında yalnız bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (Meleğin ana kanunda yazdığı) yazı gelir; o kişiyi önler. Bu defa o, Cehennemliklerin işini işlemeğe başlar (da Cehennem’e girer) sizden bir kişi de (fena) iş işler. Hattâ kendisiyle Cehennem arasında ancak bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (meleğin yazdığı) kitabı gelir onu önler. Bu defa o kişi ehl-i Cennetin işini (hayır iş) işler, (Cennet’e girer).” (Buhari)

İmran bin Husay’nın Peygamberimize (asv) sorduğu soru şöyledir: İnsanların cennetlik veya cehennemlik olmaları mademki Allah’ın kaza ve kaderi eseridir. Şu halde insanların ibâdetlerinin ve birtakım hayır işlerinin ne te’sîri olabilir?

(Hz. Muhammed cevaben) “Kula düşen vazîfe, niçin yaradıldıysa onun muktezâsını îfâ etmek ve Yaradan’a karşı me’mûr olduğu kulluk vazîfesini hayâtının sonuna kadar idâme eylemektir. Binâenaleyh saîd olan cennetlik kişinin saadet alâmeti, hiç delâlete düşmeden ömrünün sonuna kadar doğru yolda yürümek ve Cennet’e ermektir. Şakî olan Cehennemlik kişinin şakâvet alâmeti de hayâtının sonuna kadar delâlete düşmüş olmasıdır ki, bu kul da sapkınlığı ile Cehennem’e ermiş bulunur.”

Allah`a yeminle söylüyorum: Allah hiç kimsenin ne hayatını, ne rızkını, ne de ölümünü herhangi bir yıldızla irtibatlı kılmamıştır. (Hadis)

**********************************************************

PEYGAMBERLER TARİHİNDE BURC

Yıldız ilmi veya Burçlar ilmi, İdris Peygamber’in mucizesi olup; daha sonra aynı çağda ilk defa Babiller tarafından, mevcut veriler ışığında düzenlenmiş ve genişletilmiştir. Bundan sonra da tüm insanlığa yayılarak, her devirde, bir şekilde insanların ilgisini çeken bir konu olmuştur.

Bu arada zaman içinde edinilen tecrübeler ve yaşanılan olaylar neticesinde, insanlar, burçlardan gelen ışınların etkilerinin, insan kaderi üzerindeki rolünü çok rahat ve açık bir şekilde tespit etmişlerdir.

İDRİS PEYGAMBERİN İKİ KİTABINDA ASTROLOJİ

Güneş ay ve yıldızlar ve göğün tüm işlerinin içinden hareket ettiği, doğup ve battığı, dünyanın uçlarında, gökyüzünde on iki geçit gördüm. 75/6

Aynı zamanda sağda ve solda birçok pencere bulunur. Belirli bir mevsimde bir pencere aşırı sıcak olur Yani ayrıca emredildiği gibi yıldızların çıktığı ve sayılarına göre battığı geçitler vardır. 75/7

Dört tanesinden rahmetin ve sağlığın rüzgârları çıkar. Sekizinden dünyayı ve üzerindeki gök ile suda, ya da kara toprakta yaşayan tüm sakinlerini yok etmek için gönderilen cezanın rüzgârları çıkar. 76/4
Bu rüzgârların ilki doğu adı verilen ve güneye eğimli doğuda ki ilk geçitten çıkar. Yıkım, kıtlık, ısı, mahv buradan çıkar. 76/5

Ortada ki ikinci geçitten denge çıkar. Buradan yağmur, bereket, sağlık ve çiy dağılır. Kuzeye bakan üçüncü geçitten soğuk ve kuraklık gelir.76/6

Tam ortada ki geçitten yağmur, hayat ve sağlık eser. Güneye eğimli batıya doğru üçüncü geçitten sis, don, kar, yağmur, çiy ve afet çıkar. 76/11

Bunların ardında dördüncü çeyrek içinde batıya doğru esen rüzgârlar bulunur. Kuzeye eğimli ilk geçitten çiy, yağmur, buz, soğuk, kar ve serinlik çıkar. Ortada ki geçitten yağmur, sağlık ve rahmet çıkar Güneye doğru olan son geçitten kuraklık, yıkım, kavurucu sıcak ve helâk çıkar. 76/12-13

Göğün dört kısmında ki on iki geçide dair bölüm sona erdi. Oğlum mathsula, onların tüm kanunlarını, tüm cezalandırma şekillerini ve onların getirdiği afetleri sana açıkladım. 76/14.

O günlerde Uriel cevap verdi ve bana şöyle dedi; Ey İdris bak sana her şeyi gösterdim, bütün her şeyi sana açıkladım. Güneşi, ayı ve göğüm yıldızlarını sevk edenleri yani onların işlerini, mevsimlerini ve dönmek için varışlarına neden olanları bilirsin. 80/1

Tüm yaratılışın Rabbinin ışık ile kendi kürelerinde dönen güneşin, ayın, yıldızların ve göğün güçlerinin kanunlarını bana açıklamasını emrettiği Uriel’in bana anlattığı ve ilettiği gibi ışıklar, aylar, sabit süreler, yıllar ve günler kesin olarak hesaplandı ve tam olarak beyan edildi. 82/7-8

Kendi yerlerinde, mevsimlerinde, devinimlerinde, günlerinde ve aylarında batan yıldızların yasası budur. 82/9

Yılı dört çeyreğe ayıran dört yönetici ilk girenlerdir Bunların ardından ek dördünün yanında günleri ayırt eden binin liderleriyle ayları ve yılı üç yüz altmış dört güne ayıran sınıfların on iki yöneticisi yılı dört çeyreğe böler. 82/11

Dünyada görülen işaretler şu şekildedir Onun etkisi altında terleme, ısı ve bela vardır tüm ağaçlar meyve verir her ağacın yaprağı çıkar, mısır hasat edilir gül ve diğer tür çiçekler tarlasında açar ve kış ağaçları kurur.82/15

Onlardan sonra gelen yönetici Helemmelek’tir, Haşmetli Zahay diye adlandırılır. Onun ışığının tüm günleri doksan bir gündür. 82/17

Onun dünyada ki işaretleri ısı ve kuraklıktır Ağaçların meyveleri ılınıp hazır olur ve kurumaya başlar. Sürüler çiftleşir ve yavrular. Dünyanın tüm meyveleri, tarlada ki tüm her şey ile toplanır ve şaraplar çiğlenir. Bu onun etkisi altında meydana gelir. (İdris Peygamberin iki kitabı)

**********************************************

ASTROLOJİNİN TARİHİ

Astrolojinin Mezopotamya’daki gelişimini incelemeye bilinen en eski astrolojik doküman olan ENUMA ANU ENLİL isimli antik Babil tabletini kısaca gözden geçirmekle başlamakta yarar vardır.

…Astrolojinin Adem’e vahiy yoluyla öğretildiğini, insanların tufandan çok önceleri bilim, sanat ve özellikle astroloji öğrenmiş olduklarını iddia eden Musevi tarihçi Josephus’a göre Hz. İbrahim astrolojiyi Kalde’de öğrenmiş ve daha sonra Mısırlılara öğretmiştir. Eski Ahit’te Jehowah, Kalde’deki Ur şehrinden ayrılan İbrahim’e, gelecekteki İbrani nesilleri hakkında konuşulurken, “yıldızlara bakmasını” söylemiştir.

Mezmurlar ve Eyüp bölümlerinde Pleiades (Ülker veya Süreyya takım yıldızı) ve Orion sistemine atıflar vardır; (Eyüp 9/9) “Dübb-i Ekber’i (Büyük Ayı) Orion yıldızı ile Ülker burcunu (Pleiades) ve Cenubun odalarını (Canis Major-Sirius) yaratan O’dur”, (Eyüp 38/31-33) “Ülker burcunu bağlayabilirsin yahut Orion’un bağlarını çözebilir misin? Mevsimlerinde burçlarını çıkarabilir misin? Ve oğulları ile beraber Dübb-i Ekber’e yol gösterebilir misin? Göklerin kanunlarını bilir misin? Onun hükümetini yeryüzünde kurabilir misin?”
Araştırmacıların gözünden kaçmayan bir başka husus da, Eski Ahit’in astronomik konularla bezeli oluşudur. Gerçekten de, örneğin, Mezmurlar ve Eyüp bölümlerinde Pleiades (Ülker veya Süreyya takım yıldızı) ve Orion sistemine atıflar vardır; (Eyüp 9/9) “Dübb-i Ekber’i (Büyük Ayı) Orion yıldızı ile Ülker burcunu (Pleiades) ve Cenubun odalarını (Canis Major-Sirius) yaratan O’dur”, (Eyüp 38/31-33) “Ülker burcunu bağlayabilirsin yahut Orion’un bağlarını çözebilir misin? Mevsimlerinde burçlarını çıkarabilir misin? Ve oğulları ile beraber Dübb-i Ekber’e yol gösterebilir misin? Göklerin kanunlarını bilir misin? Onun hükümetini yeryüzünde kurabilir misin?”

Tevrat’tan birkaç örnek daha verirsek, Yusuf kendini ve erkek kardeşlerini, Yakup ise 12 torununu 12 burç takım yıldızları ile ve bazı gezegenlerle ilişkilendirir ve kıyaslar. Hatta Yakup, takımyıldızlar ile torunlarını kutsar.

Mezopotamya’da gök cisimlerinin hareketleri kralların, mabetlerdeki majların ve halkın, yani hemen herkesin temel uğraşısı haline gelmiştir. Tabii ki burada amaç savaş-barış, kıtlık-bolluk ve ölüm gibi günlük hayata dair olayların zamanlarını ve sonuçlarını önceden bilmektir.

Asur kralı Asurbanipal’ın zamanında (M.Ö.668-631) Ninova’daki kütüphanesinde olduğu söylenen astronomik ve astrolojik içerikli 25.000 adet tablet de (bunların yaklaşık 4000 kadarı kehanet içerir) hep bu Sümer kökenine işaret eder. Ayrıca Babillilerin meşhur “Rabbin Günü” isimli astronomik tablet dizisinin Akkadlı Sargon zamanında (M.Ö.3000 civarı) yazılmış olan bir Sümerce kaynaktan kopya edildiği bilinmektedir.

Natal, yani doğum astrolojisine nasıl, nerede ve ne zaman geçildiğine ilişkin elde çok kesin bilgiler olmamakla birlikte, yine bunun da Mezopotamya’da başladığı şüphesizdir…..

****************************************************************

ASTROLOJİ VE FALCILIK

Allah‘ın “Hakîm” isminin sonucu olarak, yaşadığımız boyutta olup biten her şeyin bir nedeni; ve o nedeni oluşturan bir başka sebebi vardır!.. Hiç bir şey nedensiz bir biçimde, havadan oluşmaz! Her şey Allah’ın kurmuş olduğu sistem ve düzen gereği olarak birbiriyle bağlantılı şekilde meydana gelir; biz bu bağlantıları fark edemesek dahi!

Allah, yarattığı her bir birimi, hangi amaçla yaratmış ise, ona, yaratış amacına göre özellikler takdir etmiş ve o şekilde dünyada ortaya çıkartmıştır!

Evrenin dalgalardan meydana geldiğini, “Holografik sistem” gereği varlığın her zerresinde tüm özelliklerinin mevcudiyetini, her yapının kendine özgü bir frekansı-titreşimi olduğunu ve bunu kuvveti oranında yaydığını anlamamış kişilerin “ASTROLOJİ” nin ne olduğunu anlamasına imkân yoktur.

İnsan beyninin bioelektrik enerjiyi dalga enerjisine çevirdiğini, ruhun bu enerjiyle meydana geldiğini fark etmeyenlere “BURÇLAR” dan yayılan dalgaların canlılar üzerinde ne tür etkiler meydana getirdiğini anlatabilmek fevkalade zordur.

Burçlar dan ve Güneş sistemindeki planetlerden yayılan dalgaların insan beynini nasıl etkilediğini; genetik yapının bu dalgalardan nasıl forme olduğunu anlamak ise. «dünle şartlanmış» beyinler için imkânsız gibidir. (A.Hulusi)

*********************************************************

Astroloji ile falı, Astrolog ile falcıyı karıştırmamalıyız. İlime bilime aksi ispat edilesiye kadar saygı duyarım. Çünkü dünyanın Öküzün boynuzları üzerindeki bir tepsi olduğunu; öküz hareket ettikçe deprem olduğunu söyleyen aynı ilim, bu gün bu söyleme safsata diyor. Ama o zamanlarda sizin bugün savunduğunuz ilmi savunanları ateşlere atıp diri diri yakıyorlardı.

Ancak o dönemlerde de usturlap diye adlandırılan gemicilerinde kullandığı açıölçer ile gökyüzündeki çıplak gözle görülebilen planetlerin açıları ölçülür ve o açı konumunda dünyada insanlar üzerinde ne etkileri olduğu incelenirdi. İşte 6500 yıllık bu kayıtlar astrolojinin temel bilgileridir.

Bilmemek değil öğrenmemek ayıp derler ya Astroloji ülkemizde bilinmemekten öte yaygın olarak yanlış biliniyor. Yaygın yanlış inanışlara dayanarak astrolojinin eleştirilmesi çok büyük haksızlıktır.

Falcısı, büyücüsü, medyumu, cincisi kendine şu anki iktidarın değiştirilmesini gündeme getirdiği tekke ve zaviyeler kanunundan korkup; kendi kendilerine Astrolog ünvanını bahşederlerse; yaygın yanlış inanışta, astrolojinin fal olarak algılanması olur.

Bu astrolog olduğunu iddia edenler, yazılı basında, astroloji köşelerinde, günlük yıldız falı diye yazı yazarlarsa; toplumda yaygın yanlış anlama olması doğaldır.

Bakın bir örnek vereyim. Tarot bir deste kağıdın karılıp açılması ile bakılan faldır. Her seferinde tesadüfe bağlı olarak farklı olasılıklara göre farklı diziliş meydana çıkar. Bilimde tesadüfe yer yoktur. Tarot astroloji değildir. Faldır.

Ancak bir kişinin doğduğu koordinata doğum anındaki planetlerin açısı kaç kez o horoskop dediğimiz doğum haritası çizilerek çıkartılırsa çıkartılsın aynı olur. Değişmez. Tesadüfe yer yoktur. Dünya üzerinde ne kadar katil varsa hepsinin doğum haritasında aynı açı kalıbı vardır. Bu bir tesadüf olamaz. 6500 yıldır Carl Gustav Jung ın benzerlikler yasası olarak adlandırdığı benzer olgular kayıt altına alınarak astroloji biliminin temel verileri oluşturulmuştur.

İşte gökyüzü haritası astronomidir. Tüm katillerin doğum haritasının aynı açı kalıbına sahip olması ise astrolojidir.

Tesadüfe yer vermediği için astroloji bilimdir. Umarım anlatabildim.

İşte bundan dolayı ben astroloğum diyen herkese diplomasını sorun diyorum. Bende zaten bunun mücadelesini veriyorum. Kırıkçı çıkıkçı ile ortopedi doktorunun ayırımı gibi astrologlar ile falcılar ayrılmalıdır. Şenay YANGEL

*********************************************************

İNSANDA BEYİN FONKSİYONLARIN OLUŞUMU;

“RUHUN NEFHİ”, “üflemedir”; üfleme içten dışa açığa çıkmadır. Beynin hakikati el Esmâdır (BİZ sözcüğünün işaret ettiği) RUH ondandır. Yani, Ölümsüz insan RUHU, beyinin alt boyutudur ki hakikati orijini olan Allah Esmâsı özelliklerinden oluşmuştur. Bu yüzden, beyin deyince, ondaki özellikleri, nöronik yapıdan değil, alt boyutu olan dalga boyu/bilgi/data yönünden anlamak çözmek gerekir.

Astrolojik etkiler sizin kaderinizi yazmaz. Bilgi tabanınızdakilerin açığa çıkışını tetikler, kolaylaştırır veya zorlaştırır.

Astrolojik etkiler tüm insanlara aynı gelir herkes kendi programına göre tesir alır. Şunu yap veya yapma gibi değildir astro etkiler.

Astrolojik etkiler bilgi tabanınızda olmayanı veremez ve olanı engelleyemez. Yalnızca, var olanların yaşanmasına, vesile olur. (A. Hulusi-twitter)

…Esasen beyindeki tüm fonksiyonlar, beyin hücreleri arasındaki bir biyoelektrik faaliyetten başka bir şey değildir! Her mânâya göre beyinde değişik hücre grupları arasında bir biyoelektrik akış söz konusudur. Bu akış neticesinde devreye giren hücre grubuna göre ortaya sayısız mânâlar çıkmaktadır.

Beynin tüm fonksiyonları hep bu hücre gruplarının oluşturduğu sayısız kromozomlar neticesinde gelişmektedir. 15 milyar nöron ve her bir nöronun 16 bin nöronla ağlantısı. Ve bunların sayısız işlevi!.. (fetebarekallâhû ahsenül hâlikîn!)

Hormonların bu alandaki fonksiyonları ise bilebildiğimiz kadarıyla, hücrelerin kimyasal yapısını etkileyerek, biyoelektriğin akış hızını ve yönünü kanalize ederek değişik anlamlar taktığımız oluşumları meydana getirmesi!

Her an sayısız takımyıldızlardan gelen değişik frekanslı ışınlar, değişen açılar dolayısıyla beyin üzerinde meydana gelen sürekli değişik kozmik etki ve bunun sonucu biyoelektrik akış, mevcut potansiyelin her an yeni gelenler istikametinde sürekli yeni mânâlar oluşturacak şekilde faaliyeti.

Esasen beyin için uyku diye bir olay söz konusu değil! Beyin, anlattığımız istikamette sürekli olarak çalışmada ve sürekli olarak tesir almada.

Ruh’ta oluştuğu iddia edilen tüm hâller, aslında ruhta değil beyinde oluşmada! “Ruh” ise beynin tüm hâsılasını her an yüklemekte olduğu holografik yapılı “dalga beden”.

“Zikir” yaptığınız zaman, yani “Allâh”a ait olarak bilinen bir mânâyı tekrar ettiğiniz zaman, beyinde, ilgili hücre grubunda bir biyoelektrik akım meydana geliyor ve bu, bir tür enerji şeklinde dalga bedene yükleniyor!

Aynı zamanda siz bu mânâyı tekrara devam ederseniz, yani bu kelimeyi tekrara devam ederseniz, bu defa, bu kelimenin tekrarından oluşan biyoelektrik enerji daha güçlenerek yeni hücre birimlerini devreye sokuyor ve bir kapasite genişlemesi söz konusu oluyor.

Bu tekrara daha uzun bir süre devam ettiğimizde ise, devreye giren yeni hücre grupları dolayısıyla, beyninizde yeni mânâlar oluşmaya başlıyor. Tekrarladığınız kelimelerin işaret ettiği mânâ istikametinde yeni anlamlar beyninizde açığa çıkmaya başlıyor ve siz:

“Ben zikre başladıktan sonra kafam değişmeye başladı, huylarım değişmeye başladı. Birtakım şeyleri daha iyi anlamaya başladım!” gibisinden şeyler söylemek durumunda kalıyorsunuz!

Ayrıca bu tekrarlardan oluşan hem mânâ, hem de enerji, dalga bedeninize yüklendiği için, fizik beden ötesi yaşamınız daha farklı bir düzeye erişiyor!

“Kim bu dünyada âmâ (hakikati göremeyen) ise o, gelecek sonsuz yaşamda da âmâdır (kördür)!” (17.İsra': 72)

Âyeti kerimesin de işaret edilen gerçek, anladığımız kadarıyla bu noktayı bize fark ettirmeye çalışmaktadır.

Şimdi gelelim zikrin ikinci tür yararına; Kur’ân-ı Kerîm bir âyeti kerîmesinde insanın varoluşuyla ilgili olarak şöyle der:

“Rabbin meleklere: “Ben arzda (bedende) bir halife (Esmâ mertebesinin farkındalığıyla yaşayan şuur sahibi) meydana getireceğim” dedi…” (2.Bakara: 30)

İşte bu “halife” sözcüğü, Allâh‘ın tüm isimlerinin mânâlarının insan beyninde aşikâre çıkabileceğine, beynin, bu kapasiteye sahip olarak meydana getirildiğine işaret eder! Siz hangi ismin mânâsına dönük olarak “zikir” yaparsanız; yani, Allâh‘ın “Esmâ ül Hüsnâ“sı tâbiriyle işaret edilen Allâh‘ın hangi ismini tekrar ederseniz, beyninizde o mânâ yönünden bir kapasite genişlemesi söz konusu olur. Bu bahse ilerde tekrar geleceğim için, burada fazla genişletmiyorum ve işin başka bir teknik yanına girmek istiyorum.

Varlık tümüyle Allâh’ın varlığı ve Allâh‘ın mânâlarının aşikâre çıkma mahalli olduğu için… Ve varlıktaki sayısız “şey“ler hep O‘nun çeşitli mânâlarının sanki yoğunlaşmış hâli olduğu için; sayısız takımyıldızlardan gelen sayısız ışınım, hep, bize O‘nun sonu gelmez isimlerinin mânâlarını ulaştırmaktadır.

Bunu şöyle bir misal ile açıklayalım;

Bulunduğunuz odada sayısız radyo ve televizyon dalgası, yayını mevcut. Oysa sizin radyonuz belli sınırda dalga boyunu alma kapasitesinde, televizyonunuz sadece “VHF” bandına sahip!

Şimdi düşünün bitişik evdeki komşunuz Avrupa’daki gibi 18-20 kanaldan çeşit çeşit yayın alıyor. Ya da Amerika’da olduğu gibi 100 kanaldan türlü renkli yayın alıyor, siz ise tek kanallı siyah-beyaz televizyona sahipsiniz! Hele bir de böyle bir imkânı ömür boyu elde edemeyecekseniz ve bunu biliyorsanız!?

Evet, beyninizin alıcı kapasitesini arttırmak sizin elinizdedir. Esasen beyin on iki burçtan, sayısız yıldızdan gelen sayısız ışınımı değerlendirebilecek kapasiteye sahiptir! Ancak ne var ki, kişinin bu kapasiteyi genişletmesi önemlidir. Elinize, size sonsuz yarar sağlayacak bir sermaye, bir kapasite verilmiş; siz ise bunu oyun oynayıp boşa harcamakla tüketiyorsunuz!

Bir insan tüm yaşamı boyunca düşünüyor, taşınıyor, araştırıyor her şeyini feda ediyor ve sonunda bir anda ömrünü feda ettiği konu kendisine açılıyor ve o şeyi keşfediyor!.. Bir yaşamı harcadıktan sonra keşfedilen o şeyin değerini ve o kişinin sevincini gözlerinizin önüne getirmeye çalışın!

Şimdi düşünün ki beyni üst düzeyde çalışma kapasitesine erişmiş biri. Sayısız yepyeni mânâlara yol açan ışınları değerlendirebilecek bir düzeye erişmiş; sürekli yeni yıldızlarla, ya da bir diğer ifade ile bu yıldızlardaki meleklerle rezonansa girebilen bir beyne sahip! Her an yepyeni şeyler alıp bunları değerlendiriyor ve sonsuza dek sürekli artan bir biçimde bu gelişmeyi tadıyor! Bilmem anlatabiliyor muyum?

Evet, beyninizde, Allâh’ın sayısız isimlerinin mânâlarını anlayıp aşikâre çıkartabilecek bir kapasite, bunları yaşayabilecek bir özellik mevcut Ve siz bunları, ne kadar zikrederseniz, o düzeyde Allâh’a yaklaşabilecek yani O’ndaki mânâları tanıyabileceksiniz. Ve bunun anahtarı da zikirdir! Şimdi siz, ister bu anahtarı kullanın, ister kullanmayın denize atın; isterseniz de ne güzel oyuncak diyerek anahtarın dişlerini taşa sürte sürte eğlenip hoşça vakit geçirin!!! (Ahmed Hulusi – İnsan ve sırları)

ASTROLOJİ VE BİLİM.

Yıldızların Hareketleri bizi Etkileyebilir, Planetler sizin geleceğinizi kontrol edebilir.

Dr. Percy Seymour, kitabında güneş, yıldızlar ve gezegenlerin henüz doğmamış bebeklerin beyinlerini etkilediğini ve de bunların ölçülebildiğini iddia etmiştir. Kendisi, insan beyninin gelişmesinin dünyanın manyetik alanından etkilenebileceğini belirtmiştir.

‘’Astrolojinin Bilimsel İspatı’’(The Scientific Proof of Astrology) isimli eserinde dünyanın manyetik alanının Güneş ve Ay’a ait manyetik alanların arasındaki iletişimden etkilendiğini belirtmiştir.

Ayrıca beyin gelişmesinde Jüpiter, Mars ve Venüs gibi diğer planetlerin de rolü vardır, çünkü onların manyetik alanları güneşin manyetizmasını etkilemektedir.

Seymour şöyle demiştir : ‘’Bu da gösterir ki, tüm güneş sistemi dünyanın manyetik alanı üzerinde bir senfoni çalmaktadır. Hepimiz de genetik olarak bu senfoniden değişik melodiler almak için akort edilmişizdir.’’

Ancak, Seymour’un teorilerine dikkâte değer bir destek, hiç beklenmedik bir kaynaktan gelmiştir. Profesör Richard Dawkins, Oxford Üniversitesinde halkın bilimi anlamasından sorumludur ve geçmişte astrologların ticaret kanununa aykırı hareket ettikleri gerekçesiyle yargılanmalarını önermiştir. Ancak, şimdi kitabı her ne kadar okumamış olsa da Seymour’un iddialarının çok ilginç olduğunu söylemektedir.

Astrolog Russel Grant şöyle demiştir ‘’ Şayet Ay, gel -git hadisesi ile ilişkili ise, ve insan vücudunun %70’i su ise, o zaman neden ay bizi de etkilemesin? Bizim iyi veya kötü ruh halimiz neden ayın o andaki konumu ile ilişkili olmasın?’Jonathan Leake Bilim editörü- Sunday Times (İstanbul – 28.05.2004)

…………………………………………..

(ORTAÖĞRETİM ASTRONOMİ VE UZAY BİLİMLERİ DERS KİTABI)

Bilim, evrenin ya da olayların bir bölümü hakkında, deneye dayalı yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarma süreci ve bu yolla elde edilen bilgilerin bütünüdür. Tüm bilim dallarına temel oluşturan astronomi; matematik, fizik, kimya ve biyoloji temel bilimlerinin gelişmesine de kaynaklık eden bir temel bilimdir.

Astronomi sözcüğü eski Yunancadaki “astron” ve “nomos” sözcüklerinden türetilmiş, “yıldızların yasası” ya da “ yıldız bilimi” anlamına gelmektedir.

Astronomi bilimi, tarihsel olarak en önce gelişen temel bilimdir. İnsanların gökyüzündeki olayları anlayabilme, güneş tutulması gibi tekrarlayan olayları önceden tahmin edebilmesiyle doğan astronomi bilimi zamanla evrenin yapısını anlayabilme, evrenin nasıl bir geçmişe sahip olduğu ve nasıl bir geleceğe sahip olacağı konusundaki kuvvetli merak ile gelişimini sürdürmüştür.

Temel bilimler içinde ilk gelişen astronomi bilimi, ilk çağlardan başlayarak günümüze değin sürekli “doğa-insan” ilişkisinin odağında yer almıştır. Astronomi gökyüzünün gizemini açıklar, yaşadığımız gezegenin kökenine ve insanoğlunun gelişim sürecine ışık tutar.

Astronomi evrenin küçükten büyüğe tüm yapı taşlarıyla ilgilenir. Bilim ve teknolojik gelişmeler sayesinde astronomi alanında büyük adımlar atılmıştır. Önceleri evrende gezegenleri olduğu bilinen tek yıldız Güneş iken, günümüzde tıpkı Güneş gibi gezegenlere sahip olan yıldızlar keşfedilmiş olup gezegenli yıldızların sayısı gün geçtikçe hızla artmaktadır.

Astronominin gelişimi tarım çalışmaları ile başlamıştır. Tarım, mevsimlerin zamanını önceden bilmeye, yani takvim bilgisine ihtiyaç gösterir. Takvim ise gök cisimlerinin hareketlerinin bilinmesi ve anlaşılması demektir. Mısırlılar takvim ile yakından ilgilenmişlerdir. Çünkü Nil Nehri, onların yaşam kaynağıydı, her yıl aynı dönemde taşıyordu. Toprağın sürülmesi, tohum ekimi ve ürün toplama gibi tarımsal çalışmalar için en elverişli zamanların bilinmesi takvim çalışmalarının önemini artırmıştır.

Eski çağlarda insanlar tarımsal çalışmalarını gerçekleştirebilmek, tüccarlar gece yolculuklarında kervanlarına yön verebilmek, dinî günleri belirlemek gibi ihtiyaçlardan dolayı astronomiye ilgi duymuşlardır. Böylece astronomi günlük yaşama girmiştir. Günümüz astronomisindeki temel bilgi ve gözlem aletlerinin gelişmesine katkıda bulunan Batılı bilginlerden Nicolaus Copernicus (Nikolaus Kopernikus)’u ve Türk-İslam bilginlerinden de Ali Kuşçu’yu örnek olarak verebiliriz.

Astronomideki gelişmeler sayesinde roket, uydu, uzay gemisi ve uzay seyahati çalışmaları hız kazanmıştır. Ülkeler bilim, teknik ve ekonomik güçlerini birleştirerek kısa zamanda verimli çalışmalar yapabilmek için birlikte çalışmayı benimsemiştir. Bu birleşmeden sonra geniş ölçüde bilgi birikimi oluşmuştur. Konuları gruplara ayırarak çalışma yapmanın gerekliliği ortaya çıkmıştır. Astronomi çok geniş bir çalışma alanına sahip olup aşağıda belirtildiği üzere alt dallara ayrılabilir:

Astrofizik : Gök cisimlerinin fiziksel yapıları yanında gerek gök cisimlerinde ve gerek yıldızlar arası ortamdaki madde ve ışınım arasındaki etkileşimler ile ilgilenir.

Astromatematik : Çekim kuvveti altındaki gök cisimlerinin yörüngelerinin hesaplanması, gözlemsel verilerin sayısal olarak değerlendirilmesini konu edinir.

Astrokimya : Gök cisimlerinin ve yıldızlar arası ortamın kimyasal yapısı ile ilgilenir.

Astrobiyoloji : Evrenin herhangi bir yerindeki canlı yaşamın oluşumu ve gelişimi ile ilgilenir. Astrobiyolojinin ilgilendiği konular şu sorular üzerine kurulmuştur:

1. Canlı sistemleri nasıl ortaya çıkmıştır?

2. Yaşanabilir çevreler nasıl oluşmuş ve nasıl evrimleşmiştir?

3. Dünya dışındaki ortamlarda yaşam var olabilir mi?

4. Gezegenimiz dışında bir karasal yaşam nasıl var olur, bu adaptasyon ne şekilde gerçekleşir?

Arkeoastronomi : Eski çağlardaki astronomi hakkında fikir sahibi olabilmek için arkeolojik kalıntılar üzerinde yapılan çalışmaları kapsar.

Astrojeoloji : Güneş sistemindeki gezegenlerin, gök taşlarının ve diğer cisimlerin yapıları, oluşum ve gelişimini konu edinir.

Astronomik gözlemin vazgeçilmez unsuru gök cisminden gelen ışıktır. Uzayda gök cisimleri arasında çok büyük uzaklıklar bulunduğundan astronomide veri uzaktan gözlem yoluyla elde edilir. Ay’dan getirilen kayaların ve Mars gezegenine başarıyla indirilen araç sayesinde doğrudan incelenmesi istisnai durumlardan bazılarıdır. Genel olarak bakıldığında, gök cisimleriyle ilgili tüm bildiklerimiz gök cisimlerinden bize kadar ulaşan ışığın incelenmesi ve değerlendirilmesi sonucu elde edilir.

Görünür ışık (optik ışık) dışında göremediğimiz ve hem astronomide hem de teknolojide kullanılan başka ışınlar da vardır: Gözlemsel astronomi, kullanılan ışığın cinsine göre şu alt sınıflara ayrılır: “radyoastronomi”, “kızıl ötesi astronomisi”, “optik astronomi”, “X-ışın astronomisi”, “mor ötesi astronomi”,“gama ışın astronomisi”, “nötrino astronomisi” ve “çekimsel dalga astronomisi”.

Gama Işınları: 0,01 nanometreden (1 nanometre = 10-9 metre) daha küçük dalga boylu ışınlardır. Bir atom çekirdeğinin çapından daha küçük dalga boylu dalgalar içerir. Bu elektromanyetik tayfın en yüksek enerjili ve frekanslı bölgesidir. Şiddetli nükleer tepkimeler sırasında oluşur.

X-ışınları: 0,01 ile 10 nanometre arasında dalga boyuna sahip ışınlardır (bir atomun boyu kadar). Alman fizikçi Wilhelm Conrad ROENTGEN (Vilhelm Konred Röntgın) tarafından keşfedilmiştir. Sınıflandırmada nereye ait olduklarını bilmediği için onlara X-ışınları adını vermiştir. X-ışın kaynakları X-ışın lambaları, X-ışını tüpleri ve metal bir hedefe çarpan hızlı elektronlardır. X-ışınları yumuşak maddelerin içine nüfuz edebilir.

Mor ötesi (UV) Işın: 10 ile 310 nanometre arasında dalga boyuna sahip ışınlardır (yaklaşık olarak bir virüs boyutunda). Genç ve sıcak yıldızlar bol miktarda mor ötesi ışık üretir. Mor ötesi ışık kaynakları mor ötesi lambaları, gaz deşarjları ve sıcak yıldızlardır. Kısa dalga boylu mor ötesi ışınlar zararlı olabilir.

Görünür Işın: 400 ile 700 nanometre dalga boyları arasındaki ışınları kapsar (bir molekül ile hücre arası boyutlar). Elektromanyetik tayfın “ışık” denen bu dar bölümündeki ışınları insan gözü görebilmektedir. Tayfın bu bölümünde mordan kırmızıya kadar bütün renkler yer alır.

Kızıl Ötesi (IR) Işın: 710 nanometreden 1 milimetreye kadar dalga boyuna sahip ışınları kapsar (iğne ucu ile küçük bir tohum arasındaki boyutlar). Bütün sıcak ve soğuk maddeler tarafından yayımlanır. Madde tarafından kolayca soğurulabildiğinden üzerine düştüğü maddeyi ısıtır. Bu nedenle kızıl ötesi ışınımı “ısı radyasyonu” da denir. Ortalama olarak 37 oC sıcaklığa sahip olan insan vücudu 900 nanometre dalga boylu kızıl ötesi ışıması yapar.

Mikrodalga Işın: 1 milimetre ile 1 metre arası dalga boylarına sahip ışınları kapsar. Radarlarda kullanılan ışınlar, çok kısa dalga boylu radyo dalgalarıdır. Aynı zamanda mikrodalga fırınlarda ve kablo gerektirmeyen uzak mesafe iletişimlerinde de kullanılır.

Radyo Dalgaları: Dalga boyları 1 milimetreden uzun dalgalardır. Dalga boyları çok uzun olduğundan enerjileri çok düşüktür. Bu nedenle düşük sıcaklıklara karşılık gelir. Radyo dalgaları her yerde bulunabilir. (Arka alan ışınımında, yıldızlar arası gaz ve toz bulutlarında ve süpernova patlamalarının soğuk kalıntılarında). Bunların kaynakları elektrik (yani elektron) titreşimleridir. Cep telefonları ile radyo ve televizyon yayınlarının aktarılmasında kullanılırlar.

Yıldızların merkezinde çekirdek tepkimeleri ile üretilen enerji yüzeye doğru yayılır ve yüzeyinden ışınım olarak uzaya salınır. Bir yıldızın merkezinde üretilen bir foton doğrudan doğruya yüzeye ulaşamaz. Onun yıldızın yüzeyine ulaşması, yıldızın yoğunluğuna ve büyüklüğüne bağlı olarak milyonlarca yıl sürebilir. Merkezde üretilen foton, yüzeye doğru ilerlerken milyonlarca kez soğrulur ve daha uzun dalga boyunda olmak üzere yeniden salınır. Bu da, fotonun yüzeye doğru olan yolculuğunun olabildiğince uzamasına neden olur.

Güneş ışığının hepsi, yıldız yüzeyinde ince bir katman olan ve fotosfer olarak adlandırılan katmandan uzaya salınır. Fotosferin hemen üzerinde kromosfer ve en dışta ise korona bulunur. Bu iki ana katman Güneş’in atmosferini oluşturur. Fotosferin büyük ışınımı nedeniyle kromosfer ve korona normal zamanlarda görülemez. Ancak, tam güneş tutulması sırasında Ay’ın, Güneş’i tamamen örtmesi sayesinde kromosfer ve korona çıplak gözle görülebilir hâle gelir.

Burç Takımyıldızları

Oğlak takımyıldızı

Kova takımyıldızı

Balık takımyıldızı

Koç Takımyıldızı,

Boğa Takımyıldızı,

İkizler Takımyıldızı,

Yengeç Takımyıldızı,

Aslan Takımyıldızı,

Başak Takımyıldızı,

Terazi Takımyıldızı,

Akrep Takımyıldızı,

Yay Takımyıldızıdır.Astronomi için önemli olan 21 Mart, 22 Haziran, 23 Eylül ve 22 Aralık tarihlerinde Güneş’in bulunduğu yerleri (takımyıldızlar) ve Güneş’in bu anlardaki eşlek kon sayılarını inceleyelim:

*****************************************************

Astroloji yıldız falı mıdır, yoksa bir gerçek ilim mi?

Bize sorarsanız İnsanlığın oluş düzeni ve sistemi Astroloji ilminde mevcuttur. Nitekim Muhyiddini Arabî de bu yüzden burçların tesirleri hakkında:

“Dünya’da ve cennetlerde oluşan her şey burçların tesirleriyle meydana gelir” ifadesiyle konuya işaret etmiştir.

Bu tesirleri fark edip, ancak genel ilâhî nizam içindeki yerini değerlendiremeyen insanlar geçmişte ancak Ay’a, Güneş’e ve diğer yıldızlara tapınma durumuna girdikleri için, daha sonraki devrelerde bu konu kapatılmaya gidilmiştir.

Oysa… İlâhî düzen içinde yağmurun rüzgârın, yenen yemeğin yeri ne ise, bu takımyıldızların ve onların ışınımlarının yeri de odur!.. Her biri ne görev için var edilmiş ise, o görevi yerine getirmektedirler. Onların bu tesirleri dahi ilâhî irade içinde kudreti ilâhî ile meydana gelmektedir.

Nasıl, yediğimiz yemek, içtiğimiz su belli bir enerjiyi oluşturup bedenimize yararlı oluyor diye bunlara tapınmak gerekmiyorsa ve tapınılmıyor ise; aynı şekilde beyinlerimizin çalışma düzeni üzerinde ilâhî takdir ve tedbir gereği olarak tesirli olan bu burçlara ve planetlere de asla tapınılmaz ve onlar ilâh düzeyinde mütalaa edilemez!.. Hâlbuki, bu gerçeğe rağmen Dünya üzerinde bugün Güneş’in oğluna tapıp, bayrak edinenler mevcuttur.

KENDİNİZDE DENEYİN

Gelelim konumuzun ispatına. Söylediklerimizin ispatı için önce iki bilgiye ihtiyaç vardır.

1- Kesin doğum tarihimiz: Senesi, ayı ve günü. Mesela 1945-1-21 gibi.

2- Doğum saati: Günün hangi saatinde doğmuş olduğunuz. 02:45 gibi.

Şimdi bu iki bilgiye sahipseniz “A’dan Z’ye ASTROLOJİ” kitabını bulunuz ve oradan doğum tarihinize göre asıl burcunuz ile doğum saatiniz itibarıyla yükselen burcunuzu bulunuz ve okuyunuz. Yüzde 40-50 arasında özelliklerinizi “esas burcunuzdan“; yüzde 50-60 arasındaki özelliklerinizi de “yükselen burcunuzda” bulacaksınız. Duygularınızı görmek için de doğduğunuz saatte Ay’ın hangi burçta olduğunu öğrenip, okuyarak çözebilirsiniz.

Şayet kendi doğum tarihinizi veya saatinizi bilemiyorsanız bildiğiniz bir yakınınız için de aynı çalışmayı yaparak sözlerimizin gerçek olduğunu görebilirsiniz.

Biz Cenâb-ı Hakk’ın mânâ yoluyla ihsan ettiği bu tür sayısız bilgiyi bilfiil kişiler üzerinde araştırma yaparak kesin hâle getirdik. Dilediğimiz sizlerin de aynı araştırmayı yaparak ilâhî düzenin nasıl işlediğine dair kesin bilgilere kavuşmanızdır.

Zira daha ilerde anlatacağımız birtakım hususların, beynin bu işleyiş düzeni ile son derece yakından alâkalı olduğunu göreceksiniz. Onun için öncelikle bu bölümün çok iyi bir biçimde anlaşılması gerekmektedir. Esasen kişinin yüzde 90’lara varan bir biçimde, tüm özelliklerini dahi okuyabilmek ehli için mümkündür.

Bunun için gök günlüğü denen “Ephemeris” adlı bir kitap ile “Dalton’s tables of houses” adlı ikinci bir kitaba ihtiyaç vardır. Birinci kitapta, sizin doğduğunuz günde Güneş sistemindeki tüm planetlerin, hangi burçların kaç derecesinde olduğu bilgisayarlarca hesaplanarak yazılmıştır. İkinci kitapta ise hangi burçların doğduğunuz saatte kaçar derecelik açılarla beyninizi etkilediği hesaplanır. İşte çıkan netice, sizin “alın yazınız”dır!

İşte beyin. Bir beyin astroloji haritası çizildikten sonra, planetlerin düştükleri burçlara, birbirleriyle aralarında oluşturdukları açılara göre kişinin çeşitli yönleriyle kabiliyetleri, huyları, karakteri, mizacı hakkında oldukça fazla şey söylenebilir. Velev ki o kişiyi hiç görmediniz! Ancak burada çok önemli bir husus söz konusu tarih ve doğum saatinin kesin gerçek olması.

Peki bu gaybı bilmeyi iddia etmek, ya da gaybı bilmek değil midir?

Siz şayet bir otomobil fabrikasının çıkardığı modelleri ve bu modellerin özelliklerini, bunların teknik niteliklerini, motor devrini, turunu, sair inceliklerini kataloglardan öğrenmişseniz; ve sonra da biri gelip falanca şu marka ve model bir araba almış derse; sonra da siz o arabanın özelliklerini sayarsanız bu gaybı bilmek midir?.. Asla!..

Demek istediğim şudur… Şayet bir planetin hangi burçta iken ne tür özellikler oluşturduğunu bilgi ya da tecrübe yollu öğrenmişseniz, genel hatları itibarıyla bir insanın da birçok yönlerini, onu görmeden tanıyabilirsiniz. Bu asla gaybı bilmek olmayıp, ilâhî düzen içindeki ilimlerden bir ilimdir. (A. Hulusi – İnsan ve sırları/1)….

[[- ENGİN ARDIÇ yazıyor 11 Nisan 1999 Pazar günkü STAR Gazetesinde:

“…Elektronik mühendisi ve yazar Maurice Cotterell, Dünya nın çevresini atmosfer gibi saran radyasyon kuşaklarını incelerken pirelenmiş… 1957 yılında NASA’da çalışan bilim adamı James Van Allen tarafından keşfedilen ve onun adıyla anılan bu kuşakların, Güneş’ten gelen radyasyonu süzdüğünü ve Dünya’ya gönderdiğini, Güneş’in yıl boyunca 12 çeşit ışın gönderdiğini ve bunların da 12 çeşit çekim alanı yarattığını görmüş. (Bu manyetik alanları keşfeden de Profesör Iain Nicolson.)

12… Cotterell’in zihninde ampul yanmış, yahu, burçlar da toplam 12 adet değil mi? 12 aya 12 burç, 12 ayrı manyetik alan! Bunda bir iş var!

Aramış taramış, eline Oakland Üniversitesi ‘nden Profesör A.Lieboff’un bir incelemesi geçmiş. Profesör Lieboff, tüp bebekler üzerinde yaptığı bir araştırmada, laboratuarındaki ışık düzenlemesinin, tüplerde büyümekte olan ceninlerin hücrelerini etkilediğini söyleyerek ilgilileri uyarıyormuş.

Maurice Cotterell, bu verilerden yola çıkarak, 12 ayrı çeşit Güneş ışınımının cenin kromozomlarında 12 ayrı çeşit mutasyona yol açtığını (cenin ister tüpte ister ana rahminde olsun), bunun sonucu da ortaya 12 ayrı çeşit insan tipi çıktığını söylüyor. (A. Hulusi- Sistemin seslenişi)]]

***************************************************

Yıldızların ve burçların bizim üzerimizde etkileri vardır. Her insan doğduğunda bir yıldızın, bir gezegenin, bir Samanyolunun, bir galaksinin etkisinde doğar.

Astrolojiye göre 12 gezegenin etkisi dünyamıza yani 4 unsura “toprak, ateş, su ve havaya devamlı etki ederken bunlar insanları da etkileyerek yönlendirir ve etki altına alır. Bunların sonucunda denizler dalgalanır, dalgalar buharlaşır, buharlaşan zerreler bulutu, o da yağmuru oluştururken yağmurlar sel olur, derelerle denizlere, yani aslına “ulaştırılır.”

Yaratıcı’nın “O’ndan geldik, O’na döneceksiniz.” hükmünü incelerken; “O’ndan geldik, O’na döneceğiz.” deki mesajı insanoğlu algılayabiliyor mu acaba? ((Ahmet Maranki- Kozmik Bilimci)

………………………………………………………………

BURÇLARIN DİNÎ TUTUM VE DAVRANIŞLARLA İLİŞKİSİ

Astrolojik verilerin bilimsellik düzeylerine ilişkin çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmaların bizzat astrolojiyi doğrulamak gibi bir kaygıyla yapılmadıkları da belirtmekte yarar var. Ancak, yeryüzü ile evren arasındaki ilişkiyi ortaya koyan bu araştırmalar astrolojinin temelinde bulunan anlayışı da bir ölçüye kadar desteklediği için anlamlı görülebilir.

Bu araştırmalardan bazıları şunlardır:

Çek psikiyatrist ve jinekolog Dr. Eugen Jones, 1956 yılından itibaren kadının en yüksek döllenme olasılığı olan dönem ile kadının doğumundaki “Ay safhası” arasındaki ilişkiyi araştırmış ve şu sonuçlara ulaşmıştır: Bir döllenme esnasında büyük gezegenlerden birisi güneşe 180 derecelik bir açı yapıyorsa; doğacak olan çocukta diğer çocuklara göre zeka geriliği, erken doğum ya da doğum anında ölme olasılığının yüksek olduğunu tespit etmiştir.46

Rusya’da yapılan araştırmalarda, elektromanyetik enerji dışında bilinemeyen farklı bir enerji faktörünün varlığına işaret edilmektedir. “Telepatik aktarımların bir cins enerji faktörü” olduğu ve bu güne kadar bilinmeyen, maddenin en gelişmiş seviyesinde oluştuğu sonucuna varılmıştır. Bu enerjinin mesafeden bağımsız olduğu, duyu kullanılmadan ulaşılabildiği, elektromanyetik dalgalarla bariz bir bağı olmadığı ve nedensellik kuralına uymadığı ortaya çıkmıştır.47

Ortaya çıkan sonucun şu olduğunu söyleyebiliriz: G

Gezegenlerin hareketinden, yeryüzü ve içinde bulunan canlılar etkilenmektedir. Bu etkinin boyutları da yapılan araştırmalarla (daha çok fiziksel) ortaya konmaya çalışılmaktadır. İnsanla ilgili fiziksel etkilerinin yanında bu fiziksel etkilere bağlı olarak psikolojik etkilenmelerin ortaya çıkması da kaçınılmazdır.

(Yapılan araştırmada;)

1 – Deneklerin burçları ile dinî tutum düzeyleri arasında ilişki vardır.

2 – Deneklerin dinî tutum düzeylerine göre namaz ibadetini yerine getirme durumları ile burçları arasında ilişki vardır.

3 – Deneklerin dinî tutum düzeylerine göre oruç ibadetini yerine getirme durumları ile burçları arasında anlamlı bir ilişki vardır.

4 – Deneklerin dinî tutum düzeylerine göre genel olarak dinî emirleri benimsemeleri ile burçlar arasında ilişki vardır.

5 – Deneklerin dinî tutum düzeyleri ile dindarlık algıları açısından burçlar arasında ilişki vardır.

Araştırmada şu sonuçlara ulaşılmıştır: Deneklerin dini tutum düzeyleri ile burçları arasında anlamlı bir ilişki vardır. Bazı burçlarda yer alan deneklerin dinî tutum düzeyleri, yine bazı burçlarda yer alan deneklerin dinî tutum düzeylerinden daha yüksektir. (Yrd. Doç. Dr. Halil APAYDIN* Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)

İNSAN DA ASTROLOJİK ETKİLER

Hayatta insanın karşılaştığı her kötülük, ıstırap ve zorluk, o kişinin esma terkibinde bulunması gereken bazı esmaların eksikliğinden kaynaklanır. (M. İslamoğlu)

…………………………………………………

Yıldızların etkisi ancak Rabbinin izni (fıtratın/Esma bileşiminin elverdiği kadarı) ile sendekinin açığa çıkmasına vesile olur.

Astroloji sizi yönetmez, bilgi tabanınıza girmiş bilgileri tetikler. Bu yüzden aynı etki herkeste farklı sonuçlanır.

Gıdalar nasıl biyolojik yapıyı ve beyni etkiliyorsa, astrolojik etkiler de bunun misalidir. Bilgi tabanını arındıran kurtuluşa erer!

Astrolojik etkiler kişinin bilgi tabanındakilerin açığa çıkmasını tetikler. Kaderi kişinin kendisindeki bilgi belirler yıldızlar değil!

Astrolojik etkilerde duyduğunuz kavramlar yoktur. Gelen dalgaboylarının frekansları farklı olup beyindeki verileri tetikler sadece. (A. Hulusi- twitter)

………………………………………………………….

Burçlardan gelen veya planetlerin yansıttığı dalgalar; “Sen şu fiili işle” gibisinden anlam ihtiva etmezler. Ya da; “Sen şu duyguya kapıl” gibi bir duygu oluşturmazlar. Gelen dalgalar genel bir anlam taşırlar. Ancak herkes bu dalgaları kendisinin ilk beyin programlanışı istikametinde değerlendirir.

Tıpta şöyle bir uygulama vardır; Bir kediyi masaya yatırırsınız ve beynine, mesela sex merkezine elektrotu değdirir ve onu irrite ederseniz hayvanda seksüel davranış görülür. Sonra aynı elektrotu farklı bir merkeze yöneltirseniz bu defa aynı dalga irritesi hayvanda başka bir tür davranışın, mesela açlık duygusunun oluşmasına neden olur.

İşte bir burçtan veya gezegenden gelen astrolojik tesirlerde tek tek aynı olmasına rağmen farklı açılımları dolayısıyla insanlar ve diğer canlılar tarafından farklı farklı değerlendirilir.

Düşünün ki ayrıca pek çok farklı türden çok farklı dalga türleri her an dünya üzerine gelmekte ve bizlerde beyinlerimizin ilk açılışlarına göre bunları her an farklı bir şekilde değerlendirmekteyiz.(N. Tuncel-A’dan Z’ye astroloji)

**************************************************

…Eskilerin “BURÇ” kelimesiyle adlandırdığı takımyıldızlar yaklaşık 500 – 500 milyon ile milyarı geçen sayılarda bir araya gelmiş güneş benzeri yıldızlardan oluşmuştur. Ve bunlar evrene kendi yapılarına uygun bir biçimde kozmik ışınlar yayarlar.

Bunların yaydıkları ışınlar ise Güneş çevresinde dönmekte olan dünyayı ve üzerindekileri tüm sistemle birlikte sürekli bombardıman altında tutarlar.

Beynin bu ışınsal etkilerle belli açılımları kazanması üç ana devrede mütalâa edilebilir.

A – Sperm – yumurta bileşiminin 120. Günü.

B – Yedinci ve dokuzuncu ay süreci.

C – Doğum anı.

120. GÜN OLAYI

Cenin 120. güne ulaştığında henüz yeni oluşmaya başlayan beyin, ilk kozmik ışınsal tesirleri değerlendirebilecek düzeye ulaşır. Ve bu ilk aldığı tesirle birlikte gen yapısında bir değişiklik meydana getirecek “ruhunu” oluşturacak bir biçimde holografik ışınlar yaymaya başlar!

Diğer yandan, daha önceden tüm hücreleri bir arada tutan ve sinir sistemi aracılığıyla yayılan biyoelektrik ise, tüm hücreleri bir tür elektromıknatıs durumuna sokmuş olduğu için, bu beynin oluşturduğu “holografik yapılı dalga beden” yani “RUH”, bütün bedene bağlı olarak sürekli beynin yaydığı dalgalar ile gelişmeye başlar…..

7. – 9. AY SÜRECİ

Daha sonra özellikle 7. aybaşlarından itibaren gelişen beyin, istidadını oluşturacak bir biçimde, içinden geçtiği burçlardan giderek artan bir biçimde aldığı ışın tesirlerini değerlendirmeye başlar. Bu aylarda alınan tesirler ise kişinin ilerde düşünme gücünü ve kapasitesini oluşturacaktır….

DOĞUM ANI

Beyin bundan sonra en güçlü ışın etkilerini ise doğum anında annenin rahminden dünyaya geldiği anda alır.

Yükselen burç, “Ascendant” tâbir edilen bu kozmik etkiler annenin koruyucu manyetik perdesinden dünyaya çıkan bebeğin beynini en güçlü şekilde etkiler!.. Bu etkiler ise, o kişinin mizacını, karakterini, çevresiyle ilişiklerini ve olaylar içinde ne tür bir yaşam süreceğini programlar.

Hemen burada akla gelecek şu sualin cevabını verelim.

Genetik (irsiyet) diye bir olay var! Genlerin ne olduğunu biliyoruz. Bu yolla gelen ana bilgilerin kişideki rolü nedir?

Genler kanalıyla gelen tüm bilgiler, şayet o kişinin beyninde kendilerini gösterebilecekleri uygun açıklıklar bulabilirlerse ortaya çıkarlar. Yok eğer o beyin, genleri kanalıyla sahip olduğu bilgileri, ortaya koyabileceği bir biçimde uygun açılım burçlardan almamışsa, onları aynen kapalı olarak muhafaza eder ve kendisinden sonrakilere iletir. Tâ ki genlerdeki bilgilerin ortaya çıkmasına uygun açılımda bir beyin bulana kadar bu böylece devam eder. (A. Hulusi-İnsan ve sırları)

……………………………………………………………..

BURÇLAR VE ÖZELLİKLERİ;

1 – KOÇ BURCU; (21 Mart – 19 Nisan)

a) Temel özellikleri ;Kendini beğenir inisiyatifini rahatlıkla kullanır, öncüdür.

b) Pozitif özellikleri; ;Tutkuludur, cesaretli, yürekli, yiğittir, girişimcidir. İşlek zekâ, neşeli, canlı, cömert, içi dışı birdir, ikiyüzlülük yapmaz. Modaya uyma, şık olmaya dikkat eder

c) Negatif özellikleri; ; İnatçıdır, kıskançtır, huysuz bir mizaç gösterebilir. Kaba ve sert olabilir, zorbalık yapabilir, otoriteye karşı gelebilir. Acelecidir, dikkatsizdir. Hiçbir şeyi kendi hatası olarak görmez. Düşünmeden tepki gösterir. sürekli ben dediği için bıktırır, vehim gücü yüksektir ölümden çok korkarlar.

d) Baskın Esma isimleri; El Cebbar, El Kahhâr, El Fettah, El Mubdî, El Muktedir.

*********************************************************

2 – BOĞA BURCU; (20 Nisan – 20 Mayıs)

a) Temel özellikler ; Kararlılık, yere sağlam basmak, dünyevi işlere ilgi kurmak ve inşa etmek ağır ağır ve zorla yürümek.

b) Pozitif özellikler ;Dayanıklılık, dikkatlilik, tutuculuk, uyum, aceleyi sevmez, sevilmek çok önemlidir, sağlıklı ve çok güçlü yapıları vardır, kolay kolay hasta olmazlar. Yürümekten hoşlanır, tembel asla değildir çalışmaktan üşenmez. Güzel sanatlar, müzik gibi konularla ilgilidir eğlenceyi sever. Toplumsal değerlere saygılıdır, borç yapmayı sevmez, dostlukları uzun ömürlüdür.

c) Negatif özellikleri ; İnatçılık, tartışmacılık, bedensel zevklere düşkünlük, ağır ve yağlı yemekleri sevme. zeki değildir ama pratik düşünebilir. Sevgide başarısızlık onu cimri, inatçı ve çekilmez yapar. Yiyecek içecek dışında para harcamaktan hoşlanmaz.

d) Baskın esma isimleri ; El Metin, El Kâdir, El Muahhir, El Ğanî, Es Sabûr, El Hakk.

********************************************************

3 – İKİZLER BURCU; (21 Mayıs – 20 Haziran)

a) Temel özellikler ;Entelektüellik, edebi uğraşlar, el işleri, dualite. İşlek bir zekâ. Çift karakter.

b) Pozitif özellikleri ; Hünerlilik, bilgiye dayalı ilerleme yeteneği, yazma ve konuşma becerileri yüksektir. Gevezedirler kolaylıkla arkadaş edinirler. Uğraşıları düşünceleri daima birden fazladır, iki sevgili, iki işleri, iki gelirleri vs. çok yetenekli ve yaratıcıdırlar, meraklıdırlar. Olmaz kelimesi onun lügatında yoktur, tartışmalardan zevk alır.

c) Negatif özellikleri ; Değişkenlik, kararsızlık, batıllık, havailik, karar verene kadar çok fikir değiştirirler, bu onları sözünde durmayan olarak tanınırlar. Kolay bıkar, kolay vazgeçerler. Sabırsızdırlar, çok kolay etki altında kalırlar. En büyük korkuları hareketsiz, yalnız başlarına kalmak ve kısıtlanmaktır.

d) Baskın Esma isimleri; Es Semî’,Eş Şehîd, El Mukaddîm, El Basîr.

*************************************************************

4 – YENGEÇ BURCU; (21 Haziran – 22 Temmuz)

a – Temel özellikleri ; Ev sevgisi, ev kurma kapasitesi, kolay etkilenirlik, beslenme, güvenlik ihtiyacı. Duygusal, hassas sadakat.

b) Pozitif özellikler ; Sempati, duyarlılık, sanatkârlık, sebat. Son derece anaç ve koruyucudur, tuttuklarını bırakmazlar. Dışa karşı özgüveni kuvvetli gibi bir imajları vardır. Hata yaptığında suçu kendisinde arar. Yardım görmemekten çok yakınırlar. Şikâyet etme, vırvır yapma huyları yoktur.

c) Negatif özellikler ; Ayrılıkçı, grupçu, ürkek, huzursuz, üşengeç, aşırı duygusal ya da hassastırlar. Neşeli, konuşkan, haraketli, canlı iken aniden size göre hiç sebep yokken somurtkan sessiz ve dargın oluverirler. Gevezelik etmeyi dedikodu yapmayı severler. Üzüntülü zamanlarında alışveriş yaparak tatmin olma huyları vardır. Sezgileri güçlüdür, yemek yapmayı, el işlerini severler.

d) Baskın esma isimleri; Er Rahîm, El Habîr, El Hafîz, El Velî.

********************************************************

5 – ASLAN BURCU; (23 Temmuz – 22 Ağustos)

a) Temel özellikler ; Canlılık, otorite. Benlik, güven

b) Pozitif özellikler ; Çekicilik, soyluluk, cömertlik, asalet, onur, liderlik vasıfları yüksektir. Övünmeyi çok severler, zirvede kalmak önemlidir yaratıcı güçleri, sanatsal yönleri, artistik kapasiteleri vardır. Gösterişli, canlı, pahalı ve lüks şeylere meraklıdırlar. Mert, cesur, açık sözlüdürler. Sorumluluk sahibidirler.

c) Negatif özellikler ; Kabalık, zorbalık, zalimlik, küstahlık, kibir, gösterişçilik, sahte gurur. Hatalı olduğunu anlarsa hemen rollerine başvurur. Tek sevgi ile yetinmezler, ihanete uğrarlarsa hayata küserler. Mal kıymeti bilmezler düzenli ve tertipli değildirler ama iş konusunda bunun tam tersidirler. Yaşlanmaktan çekiciliklerini kaybetmekten, yenilgi ve başarısızlıktan çok korkarlar.

d) Baskın Esma isimleri; El Mütekebbîr, El Azîm,

***********************************************************

6 – BAŞAK BURCU; (23 Ağustos – 22 eylül)

a) Temel özellikler ; Hizmet, zihniyet, düşünüş.

b) Pozitif özellikler ; İnce farkları görme kaabiliyeti, zevk sahibi olma, analiz, çalışkanlık, gayret, sağlık bilgisi, saflık. (her konuda temiz tertipli ve düzenlidir. Neşeli, konuşkan, esprilidirler, Rakamlarla hesaplarla arası çok iyidir. Tutumlu ve tedbirlidirler. Mantıklıdırlar, mütevazi nazik, alçak gönüllüdürler. Dostlukları iyidir seve seve yardıma koşarlar. Temizlik adeta onları ikiz kardeşidir. Evlilik konusunda karar veremedikleri için bekârlığı tercih edebilirler.

c) Negatif özellikler ; Eleştiricilik, kincilik, hor görme, içe bakış, hastalık korkusu. Detaylarla boğuşmaktan kendilerine faydalı olabilecek esas noktalardan mahrum kalırlar. 10 dakikada yapılacak bir iş 10 saat tutabilir sebebi Mükemmelliktir. Çok eleştiricidirler ama kendilerinin eleştirilmesine tahammül edemezler. Her şeyi abartabilirler, kolaylıkla yalan söyleyebilirler. Çok evhamlıdırlar, karanlıktan, yalnızlıktan, hırsızdan, özellikle hastalanmaktan çok korkarlar, başları ağrısa, eline iğne batsa doktora koşarlar.

d) Baskın Esma isimleri ; Er Rakîb, El Hâkim, El Muhsî, El Kayyum.

*************************************************************

7 – TERAZİ BURCU; (23 Eylül – 22 Ekim)

a) Temel özellikler ; Ortaklıklar, sanat, uyum arzusu.

b) Pozitif özellikler ; Denge, çekicilik, adalet, nezaket, uyum, sanatkârlık, cazibe. Çevresindekilerle iyi geçinmeye çalışırlar ama bu herkesle dostturlar anlamına gelmez. Bilakis iyice inceleyip emin olduktan sonra dost seçerler. Bildiğinden şaşmaz, verdiği sözü hemen olmasa da yerine getiriler. Hem sever hem sevilirler. Müzik ve sevgi yaşamlarının iki ana hedefidir. Uyanınca ilk yaptıkları şey radyo açmak veya kaset çalmaktır. Para ve maddeye bağlılıkları yoktur, cömerttirler.

c) Negatif özellikler ; Kararsız, dengesiz, duygusal gelgitler, hayır diyememek. Çok ustaca yalan söyleyebilirler. Barış ve dengenin korunmasına dikkat ederler ama gerektiği zaman fiziki kuvvet kullanmada da ustadırlar. Kendilerini yoracak şeylerden hoşlanmazlar bu onları tembelliğe itebilir.

d) Baskın esma isimleri ; El ‘Adl, El Lâtîf, El Halîm, El Vedûd, El Muksid.

**************************************************************

8 – AKREP BURCU; (23 Ekim – 21 Kasım)

a) Temel özellikleri ; Doğanın gizli güçleri, cinsellik, iyileştirici güç, askeri işler, Ameliyat, büyü.

b) Pozitif özellikler ; Yenilenme, cesaret, beceriklilik, gizli soruşturma yeteneği. Daima aşırı uçlarda yaşarlar, yahep ya hiç prensibine dayanırlar. Yaşamlarında renkler yoktur renk sadece ya siyah ya beyazdır. Hangi konuyu seçerse seçsinler sonunda mutlaka başarılı olacaklardır. Sex gücü fazladır son derece çekici, esrarlı ve seksidir. Gizlilik, suskunluk ve kararlılık önemli özellikleridir. Ölüm, ölüm ötesi, mistik, felsefi, ilmi ve dini konular ilgi alanı içindedir. Çok güçlü ve sebatlıdır,

c) Negatif özellikler ; Anlaşmazlık, cinselliği kötüye kullanma, suiistimal etme, tutku, huysuzluk, inatçılık, kincilik, kıskançlık, haset, sahiplenme. Geçinilmesi zor insanlardır, onları memnun etmek zordur, mutlaka bir yerlerden huzursuzluk çıkaracak şey bulurlar mantıklı ya da mantıksız. Kıskanç ve kincidirler, unutmazlar öç almadan rahat etmezler. Onun isteklerine ters düşerseniz yandınız demektir. Sizi asla rahat bırakmaz, nefreti sonsuzdur. Aldatılırsa bir ajan gibi araştırır, acımasızdır. Gizli işler planlamada çok ustadır. Kolayca nankörlük yapabilir, sadistçe yönleri vardır

d) Baskın Esma isimleri ; El Bâis, El Muîd, El Mumîd, El Vâris.

***********************************************************

9 – YAY BURCU; (22 Kasım – 21 Aralık)

a) Temel özellikleri ; Amaç, İdealizm, din, Felsefe, Kanun.

b) Pozitif özellikleri ; Yardımseverlik, ev dışında ki hayata ve atletizme duyulan sevgi. Arkadaş canlısı, sıcak kanlı ve samimi kimselerdir. Olduğu gibi görünür, çabuk inanır, merttir. Özgürlüğü çok önemlidir. Seyahat etmekten maceralar yaşamaktan gezip görmekten çok hoşlanırlar. Neşeli canlı unutulmayacak anılarınız olsun isterseniz yay insanı ile seyahat edin. Ateşli bir sevgilidir. Acıma ve yardım etme duyguları çok güçlüdür. Gizli saklı bir şeyleri yoktur. Gençleri çok severler onlarla birlikte olmaktan çok hoşlanırlr. Din, Felsefe, İlim, eğitim, psikoloji konularına meraklıdırlar. 6. Hisleri çok kuvvetlidir.

c) Negatif özellikleri ; Fazla güven, dogmatizm, fantaizm/tutuculuk, kumar. Çift karakterli ve değişken yapılı bu burç insanlarının iki yönü vardır. Birincisi duygulu ve içine dönük, kolay etkilenen çekingen ve ikincisi cesur ateşli tedbirsiz gururuna dokunulursa sözünü esirgemeyen tarafı vardır. Herkese akıl vermeyi sever. Bağımsızlığının elinden alınmasından sorumluluk altında kalmaktan çok korkar. Kararsız, aceleci, değişken, çabuk meraklanıp ilgilenen ama çabuk bıkan biridir. Belkemeye veya bekletilmeye tahammülleri yoktur. Aklına geleni hemen uygulamak ister ama dereyi görmeden paçayı sıvadığı için sık sık sükûtu hayale uğrar.

d) Baskın Esma isimleri ; El Kerîm, El Ğanî, El Mugnî, El Bâsıt.

************************************************************

10 – OĞLAK BURCU; (22 Aralık – 19 Ocak)

a) Temel özellikleri ; Mevki, şeref, hırs.

b) Pozitif özellikleri ; Adalet, organizasyon, dikkat, ekonomi, otorite. Çok düşünen az konuşan, meraklı, mütevazi ama kontrollü ve ağır hareken eden, bir şeye kara verdikten sonra geri dönmezler. Hile, yalan dolan, sahtekârlık yapmazlar. Çalışmak daima 1. Plandadır, çok iyi yönetici, idareci olurlar. Zamanı boşa harcamayı sevmezler. Doğru düşünürler ama uygulamaya geçmeleri zordur.

c) Negatif özellikleri ; Kibir, şüphe, güvenmişlik, kötümserlik, affetmeyen, merhametsiz, adaletsiz. Durgun, düşünceli, karamsardırlar. Uzun süreli beraberliklerde yorucu ve sıkıcı olurlar. Kapalı kutu gibidirler her şeyi sır gibi saklarlar. Son derece kuşkucudurlar. Yapılan kötülükleri asla unutmazlar, geçte olsa mutlaka karşısındakinin dersini verirler. Öfkeleri çok şiddetlidir, kızınca gözleri bir şey görmez atar vurur, kırıp dökebilirler. Uykuyu severler. Paraya maddeye çok bağlıdırlar, çıkarları ve menfaatleri daima ön plandadır.

d) Baskın Esna isimleri ; Ed Dârr,El Mâni, El Kâbıd, El Muahhir.

************************************************************

11 – KOVA BURCU; (20 Ocak – 18 Şubat)

a) Temel özellikleri ; İnsanları sevme, bilime merak, yeni sistemlere ilgi, evrensel dostluk, evrensel kardeşliğe önem verme, buluş yapma, icatlara ilgi duyma.

b) Pozitif özellikleri ; İlericilik, işbirlikçilik, yardım etme, diplomatik olma, başkalarını düşünme. Orjinalite, değişiklik akıl ve yaratıcılık özellikleri ile programlanmıştır beyinleri. Ne zaman ne yapacakları belli olmaz. Duygularıyla değil akıl ile hareket ederler. Arkadaşlık, dostluk onlar için önemlidir. Özgürlüklerine aşırı düşkündürler. İnsanları yeteneklerine göre kullanmayı çok iyi bilirler. Elektronik, uzay, bilgisayar dünyası adeta onlar için var olmuştur.

c) Negatif özellikleri ; Arkadaşlarının kıymetini bilmemek, inatçılık, dogmatik olma, diktatörlük. Kendi akıllarını çok üstün bulup başkalarını beğenmezler. Kıskançtırlar, kendilerini geçen, daha revaçta olanları kıskanırlar. Bu onu daha hırslı yapar.

d) Baskın Esma isimleri; El Âlim, El Muhsî, Ed Dârr, El Mukaddîm.

************************************************************

12 – BALIK BURCU ; (19 Şubat – 20 Mart)

a) Temel özellikleri ; Metafizik etkilere duyarlılık, bütün yaşamla birlik hissi, mistizm kemâle ermiş alın yazısı, fedakârlık.

b) Pozitif özellikleri ; Sezgisellik, ilham, merhamet, feragat etme. Romantik, esrarlı, hayal dünyası zengin kişilerdir. Çok beceriklilerdir edata ellerinden kuş uçmaz. Fedakâr ve iyi niyetlidir. Duyarlı hassastırlar kavga döğüş onlardan uzaktır. Sakin ve rahat hallidir. Mistik, felsefi, dini konular ilgilerini çeker. Sezgi ve ilham yollu bilgiler edinebilirler hatta bazı şeyleri yaşar veya doğru çıkan rüya olarak ta yaşarlar.

c) Negatif özellikleri ; Psişik olumsuzluk, kendini dinleme, güven eksikliği, gizlilik, kaytarma, keder. Kuşku ve kıskançlık güdüleri yüksektir. Kuşkucu yönünü kullanırsa karamsar, gerçeklerden kaçan, keyif verici maddelere alışkanlıklar edinebilir. Çok idealleri vardır ama hayal dünyasına daldığı için gerçeklerden uzaklaşıp yanılma tehlikesi vardır. Çabuk ağlar. Kendilerine acıma huyları vardır. Onlar gerçek dünyaya perde arkasından bakarlar tüm gerçekleri ile çevrelerini görmezler çünkü görmek istemezler, güvenemezler. Güvende oldukları yer kendi alemleridir.

d) Baskın Esma isimleri ; El Habîr, El Bâtın, En Nâfi.

Allah aslında bize pek çok ipucu vermiş, kullanırsınız veya kullanmazsınız seçim sizin. Allah bizim BU BOYUTTAKİ deneyimlerimizi, BU BOYUTTA VERİLEN MALZEMELERLE yapmamızı istiyor.

Hepimizde Allah’ın isimlerinin belirli açılımları var, bazıları uyuyarak veya pasif halde duruyor. Aslında isimleri ve astrolojik gezegen etkilerini tanırsanız kendi yaratılış formatınızı bir ölçüde kavrayabilir ve eşyanın tabiatına uygun davranabilirsiniz. Çoğu zaman boşuna akıntıya karşı kürek çekmez ve evrensel enerjilerle daha bir uyum içinde olursunuz.

Kendinizi çok iyi tanıyor ve hangi ismin etkisinin sizde kuvvetli, hangisinin zayıf, hangisinin uyur durumda açılmayı beklediğinizi biliyorsanız o zaman ona göre canlandırıcı veya pasifleştirici zikir programları yapabilirsiniz.

Zikir çoğunun sandığı gibi bazı tarikat üyelerinin acayip sesler çıkararak, kendilerine şişler batırarak kendilerinden geçmiş bir halde sağa sola sallanmalarla ve ürkütücü olabilen görüntülerle kendilerinden geçme hali değildir. Allah’a yaklaşma, bilinci açma, farkındalığa ulaşma yoludur.

Kişi hangi baskın özelliklerle doğarsa doğsun zamanla manevi çalışmalar yaparak diğer uyuyan potansiyel özelliklerini de açmaya çalışmalı ve ölüme kadar tüm isim ve enerjileri tatlarını deneyimleyerek gitmelidir.

Eğer astrolojik haritanızı çıkaramıyor veya derinleşip sorunlarınızın kaynağını ve bunlara karşılık gelen isimleri saptayamıyorsanız o zaman sadece iç sesinize ve hislerinize güvenin. 99 ismi karşınıza alın ve sırasıyla enerjilerini hissetmeye çalışın. Hangi ismin manası ve enerjisi size o an daha çok çekici ve etkileyici geliyorsa sizin o dönem veya o gün, o ismin enerjisine ihtiyacınız var demektir. Bu adeta bir manava veya gıda reyonuna gidip canınızın çektiği bir yiyeceği almak gibidir. Örneğin bedenin C vitaminine ihtiyacı olduğunda limon veya narenciye canımızın çekmesi gibi. Veya kanın düştüğünde et, pekmez istemeniz gibi veya kan şekeriniz düştüğünde canınızın tatlı, unlu çekmesi gibi bir durumdur.

Hisleriniz doğal haline bırakıldığında sizi doğru yere götürecektir. Kalbiniz adeta bir uydu anten gibidir. Nasıl ki elektriğe bağlanan ve doğru yöne çevrilen bir çanak çok sayıda yayını alabiliyorsa biz de uydu antenimiz olan kalbimizin bazı enerjilerini açarak ve DOĞRU YÖNE çevirerek çok özel yayınları alabilir ve bizim için yapılan yayınlardan habersiz olmak yerine kendimizi geliştirecek bilgilere ulaşabilir ve ışığa, Nûr’a kavuşabiliriz. (Kaynak; Dr. Ender Saraç – Nuran Tuncer)

**********************************************************

ESKİ ALİMLERİMİZİN BURC GÖRÜŞLERİ

1 – MUHİDDİN ARABÎ’ DE BURCLAR;

“Şunu bil ki, Hak Tealâ daha evvel anlattığımız kürsî içinde şeffaf yuvarlak dairevi bir cisim yaratmıştır. Bunu da 12 eşit parçaya ayırmıştır. Bu parçalara BURÇLAR adını vermiştir.

Bu burçlar, sulu ve topraklı, havalı ve ateşli unsurlardan mürekkep olup, tıpkı dünya ehlinin unsurları gibidir. Hak Teala her bir burçta, Cennet ehlinden bir melaikeyi orada iskan ettirir. İşte bu burçlardan, Cennetlerde tekevvün edecek şeyler tekevvün eder. Tekevvün etmeyecek olanlar da tekevvün etmez.

Gerçek olarak bütün âlemin öncülüğünü bu 12 burçta bulunan 12 melâike yapmaktadır. Böylelikle bu 12 burç alemlerin gerçek olarak imamlığını yapmaktadır. Bu 12 melâike yerlerinde sabit olup tekevvün itibariyle bulundukları menzillerden hiç bir sebeple değiştirilmezler.”

Arşın esası 4 kâide üzerine oturtulduğundan, bu burçlar 12 olmasına rağmen 4 mertebe üzerinde bulunmaktadırlar.

Fakat bu konaklar üçtür. Bunlar Dünya, Berzah ve Ahirettir. Bu konaklardan her bir konağın 4 menzili vardır. Bu konaklarda bunların hükmü geçer. 3 konağı 4 menzille çarparsak 12 eder ki, bu 12 burca tekabül eder.

Bunlardan KOÇ – ASLAN – YAY burçları dört menzilin etkisi altında bulunmakla beraber, aynı mizaç ve mertebededir. BO?A – BAŞAK – OĞLAK başka mertebede aynı mizaçtadır. iKiZLER – TERAZİ – KOVA aynı mizaçtadır. YENGEÇ – AKREP – BALIK başka mertebede aynı mizaçtadır.” (Muhiddin Arabi- Fütuhat)

****************************************************************

2 – İSMAİL HAKKI ERZURUMÎ DE BURCLAR

“Yıldızlar, meleklerin elinde mecbur ve hüküm altındadır. Melekler de Hak Teala’nın emri altındadır. Hepsi de O’nun irade ve kudreti ile hareket ederler. Mesela, Güneş kuru, sıcak tabiatlıdır. Ay ise soğuk ve rutubetlidir. Yıldızlar bu keyfiyetleri ile âlemde tasarruf ederler.

Ancak bütün bu işlerin yalnızca yıldızlara bağlanması hatadır, çünkü yıldızlar da, Hakk’ın hükmüyle bu tasarrufu yapmaktadır.

Fezadaki yıldızlar ve güneş sistemindeki gezegenler ateş, hava, su, toprak gibi unsurlar ile madenler, nebatlar ve hayvanlar üzerinde tasarruf ederler. Hakiki müessir ise Rabbül Erbab’dır. Burçlar ve gezegenler ise aletler ve sebepler gibidirler.”

“Bütün ulvi cisimlerin ( gök cisimlerinin ) sufli cisimlere ( yer cisimlerine ) çeşit çeşit tesirleri daima olduğundan; bütün halkın, şekil, hal, ahlak ve tavrı henüz ana rahminde nutfe iken, rast gelen baht ve talihine göre ( burçlardan gelen kozmik ışınımın ihtiva ettiği mananın beyinlere nakşedilmesi ile ) meydana gelmiştir.”

Ana rahminde nufte vaki olduğu saatte, baba ve annenin talileri hangi işte ise, o, nuftenin özüne tesirle işlenmiş olur. Mesela; saadet, şakilik, anlayışsızlık, cimrilik, cömertlik, fakirlik ve zenginlik, rahat ve rahatsızlık, yaşama ve yaşamama, cemal ve kemal celal ve melal her ne hal üzere ise, o, nutfenin zatına tal’i olur. Çünkü o nutfe, ceninin cisminin Levh-i Mahfuzudur. Levh-i Mahfuz ise alemin aynasıdır. O halde, said olan saadetini annesi karnında bulmuştur, şaki olan da şekavedini annesi karnında bulmuştur.” (İ. Hakkı Erzurumi-Marifetname)

****************************************************************

3 – MEVLÂNA CELÂLEDDİN RÛMÎ DE BURCLAR.

Pencereden giren ziya, evin içinde dolaşır ve yer değiştirir. Çünki güneş bir burçtan bir burca intikal eder. (744)

Her kimin bir yıldıza irtibatı ve münasebeti varsa o yıldızın hükmünce seyr ü hareket eder. (745)

Talihi Zühre yıldızı olursa zevk-u taraba ve aşk-u talebe külliyen mâil olur. (746)

Eğer kanlı ve zalim tabiatlı Merih yıldızına mensup olursa, cenk, iftira ve husumet talebinde bulunur. (747)

Yıldızların ötesinde bir takımyıldızlar daha vardır ki, onlarda yanmak, sönmek ve uğursuzluk diye bir şey olmaz. (748)

O yıldızlar şu meşhur yedi gökten başka göklerde seyreder. (749)

Onlar envâr-ı ilahiyenin şa’şasına karşı rüsuhu ve melekelidirler. Ne birbirinden ayrı ne de yekdiğerine muttasıldırlar. (750)

Her kimin talihi yıldızların ötesinde ki yıldızlardan olursa, onun nefsi recm-ü tard hususunda kâfir yakıcı olur. (751)

O kimsenin hışmı, Merih yıldızının hışmı ve azabı gibi değildir. Merih,mağlûp iken galip görünmek gibi ters gidişlidir. Yahut o kimse galip iken mağlûp görünmekle (Münkalib rev) dir. (752)

Gâlibin nuru zulmet noktasından emindir ki, Hakkın iki parmağı arasındadır. (753) (Mevlâna- Mesnevi)

*********************************************************

4 – İ. AZÎZ NESEFİ DE BURCLAR.

İnsanın yapısı, yıldızlar ve alemlerle olan ilişkilerinden bahsederek özetle şunları söylemektedir.

“7 dış aza dünyanın yedi gölgesidir. Yedi batın aza da yedi kat göklerdir.

Akçiğer birinci semadır, yıldızı; felek-i kamerdir. (Ay) Zira felek-i kamer, alem-i kebirin reisi mesabesindedir ve iki alem arasında vasıtadır.

Bu felekte melekler çoktur. İlimler tahsil eden ve akıl tedbiri üzere vakit tayin edilmiş olan melek bunların serveridir. Cibril bunlardandır. Ve Cibril alemin ilmine sebeptir. Dimağ (beyin) ikinci göktür. Yıldızı felek-i Utarit’tir. (Merkür) Zira alem-i kebirin dimağı felek-i Utarit’tir.

Üçüncü göğün yıldızı felek-i Zühre’dir. (Venüs) Zira Zühre alem-i kebirin böbreğidir. Bu felekte çok melaike vardır. Neşe sevinç ve şehvet üzere vekil olan melek bunların büyüğüdür.

Kalp; dördüncü göktür. Yıldızı Güneş’tir. Zira Güneş alem-i kebirin kalbidir. Bu felekte de çok melaike vardır. Hayat üzere vekil olan melek bunların reisidir. İsrafil bunlardandır. Zira, İsrafil kainatın hayatının sebebidir.

Öd kesesi beşinci göktür. Yıldızı Merih’tir. (Mars). Zira, Merih alem-i kebirin öd kesesidir. Bu felekte de çok melaike vardır. Gazap ve kahır, vurmak ve öldürmek üzere vekil olan melek bunların büyüğüdür.

Karaciğer altıncı göktür. Yıldızı Müşteri’dir.(Jüpiter) Zira, Müşteri alem-i kebirin ciğeridir. Burada da çok melaike vardır. Rızklar üzere vekil olan melek bunların büyüğüdür. Mikail bunlardandır. Zira Mikail alemin rızkına sebeptir.

Dalak, yedinci kat göktür. Yıldızı Zuhal’dir. (Satürn). Bu felekte de çok melaik vardır. Ruhları almak için vekil olan melek bunların en büyüğüdür. Azrail bunlardandır. Zira Azrail dünyadaki insanların ruhlarını almakla görevlidir. (İ. Aziz Nesefi – Zübdetü-l Hakaik) (A’dan Z ye astroloji/N. Tuncel)

**********************************************************

5 – Ş. VELİYYULLAH DİHLEVİ DE BURCLAR

“Astroloji alimi, yıldızlar belli bir görünümde oldukları zaman, onların kuvvetlerinden oluşan ve felek’in bir yerinde temessül eden bir ruhaniyetin meydana geleceğini bilir. Bu ruhaniyeti felekiyyat hükümlerini nakleden, yeryüzüne naklettiği zaman, insanların düşünceleri o ruhaniyet doğrultusunda değişir”.

Aynı şekilde Arif-i Billah da bilir ki, şeriat dilinde, “Leyle-i mübareke” diye isimlendirilen ve içerisinde her hikmetli işin ayrılıp karara bağlandığı özel bir vakit geldiğinde, melekut aleminde insan türünün özelliklerinden oluşan bir ruhaniyet oluşur.”

“Her bir yıldız kendini meydana getiren manalar yönünde görevini yapmaktadır. Aslında onların, seninle benimle bir dertleri yoktur. Sadece yapmaları gerekeni yapmaktadırlar. Nasıl ki, yağmurun sizi ıslatmak gibi bir amacı yoktur, ama yağmur yağarken açıkta iseniz ıslanırsınız”.

Kuran-ı Kerim’de HADİD süresi 22-23 ayetlerde: “Yeryüzünde veya nefislerinizde size isabet eden bir olay, bizim onu yaratmamızdan evvel, mutlaka bir kitapta yazılmıştır”. Bunu önceden mukadder ve yazılı olduğunu bilip, elinizden çıkan şeylerden dolayı üzülmemeniz ve elinize giren ile de sevinip şımarmamanız için açıklıyoruz. Allah dünyalıkla böbürlenenleri sevmez.”

(Ş. Veliyyullah Dihlevi – HÜCCETULLAHİ-L BÂLİGA) ((A’dan Z ye astroloji/N. Tuncel)


ESMA DERSLERİ (1-1) GİRİŞ

$
0
0

300

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Rabbime ne kadar şükretsek hakikaten azdır. Onlardan istifade eden kardeşlerimiz, oradan aldıklarını dalga dalga başka yerlere götürecekler, yayacaklar. Hayatlarına koyanlar koyacaklar. O derslerde alınan görüntüler, kaydedilen sesler, o tescil, inşallah işe yarayacak. Muhtemelen biz öleceğiz tabii ki. Onda ihtimal yok ta, ihtimal olan o dersler devam edecek. İnşallah ölmeyecek. Zaten insanı teselli edende bu. Yoksa insan ölümlü bir varlık, insan sınırlı bir varlık öncelikle. Yaptıklarımız sınırlı, zihnimiz sınırlı, bakışımız, gözümüz sınırlı, kulağımız sınırlı, duyuşumuz sınırlı, bilgimiz sınırlı, görgümüz sınırlı ve ömrümüz sınırlı. Sınırlanmışız. Takdir böyle. Sınırsız bir Allah’a kul olmuşuz fakat. Biz sınırlanmışız, Salih amelimiz ise bizden uzun yaşıyor. İnsan ölüyor, Salih ameli yaşıyor. Salih amele Allah böyle bir ömür vermiş.

Bugün bakıyoruz 1419 yıl önce Dal-ül Bekaya uğurladığımız Hz. Nebi, Salih amelleriyle nasıl da yaşıyor değil mi. Sünnet diyoruz biz Hz. Nebinin Salih amellerine. Bakın, ashabın bıraktığı Salih amellerde yaşıyor. Yaşıyor ki, biz onları kendimize çağdaş kılmaya çalışıyoruz. Getiriyoruz, model gösteriyoruz, misal veriyoruz, anlatıyoruz. Yaşıyor, bizde yaşıyor. Biz de yaşasın için uğraşıyoruz, çalışıyoruz, didiniyoruz.

Onlardan binlerce yıl önce yaşamış peygamberler Kur’an tarafından yaşatılıyor. Yaşatılma sebebi Salih amelleri. Peygamberler Kur’an a Salih amelleri ile giriyorlar. Salih kullarımızdandı buyruluyor Kur’an da peygamberler övülürken. O da Salih kullarımızdandı. Yani çok ilginçtir, bir peygamber için Salih kullarımızdandı diye övülüyor. Bu size manidar gelmiyor mu. Zaten peygamber, zaten Salih olacak diyebilirsiniz. Ama yok, Minessalihıyn derken, Salih kullardan olduğu vurgulanırken neden vurgulandığı üzerinde durmak gerekiyor. Oradan yola çıkarak vardığımız sonuç, aslında Salih amelin Allah tarafından bereketlendirildiğini, öldürülmediğini ve bu dünyada da yaşadığını, yani bu dünyadan göçenin kişinin kendisi olduğunu ama Salih amelin bir biçimde yaşadığını öğreniyoruz, görüyoruz. Dolayısıyla Salih amel olursa eğer bu faaliyet, bu dersler, rabbimiz onun içerisine ruh üfleyecek. O üflediği ruhla o ölümsüzlük kazanacak. Dirilecek ve diriltecek.

Elimize bazı eserler alıyoruz, 1200 yıllık. İşte Taberinin tefsiri. Hicri 310 yılında vefat etmiş bir alimin tefsiri hala ellerde dillerde, gönüler de, Kütüphaneler de baş yeri korur mu. korur. Niye korur? Oysa ki binlerce, abartısız binlerce tefsir yazılmış. Ama bunlar içerisinden neden bazıları öne çıkmış. Neden bazıları ellerden, gönüllerden, dillerden düşmez. Neden bazıları hala masamızın üzerindedir. Elbette Salih amel olma vasfını daha fazla hak ettiği için.

Ama bir amelin Salih amel olma vasfını hak etmesi içinde emek lazım, gayret lazım, çaba lazım, alın teri, zihin teri, yürek teri dökmek lazım, lazım..! lazım..! Dolayısıyla kim daha çok emek vermişse, kim daha çok çaba sarf etmişse rabbimiz onunkini daha fazla bereketlendiriyor bakıyoruz. Yani rabbimiz emeğe saygı duyuyor ve bizimde emeğe saygı duymamızı istiyor. Emeğe saygı Allah’a saygıdır. Dolayısıyla emeğe saygısızlığı da rabbe yapılmış saygısızlık olarak görmek lazım.

Bu da bir emektir. Görüyorsunuz. Çalışmak didinmek, hazırlamak ve onu sunmak bir emek, tabii ki gelmek, öğrenmek, almak götürmek ve yaşamak bu da ayrı bir emek. Ne kadar emek verirseniz, ne kadar emek verirsek o kadar faydasını göreceğiz. Buna inanın. Onun için asla Bayram paşadan gelenlerle, Şehremini’den gelenler aynı olmayacak. Asla Pendik’ten gelenlerle, Fatih’ten gelenler aynı olmayacak. Asla Bursa’dan gelenler, Ankara’dan gelenler, Sakarya’dan gelenlerle, İstanbul’dan gelenler aynı olmayacak. Fakat bu aynı olmama hali sadece uzaktan gelmekle yetinildiğinde gerçekleşmez. Sadece uzaktan gelmiş olmak yetmez. Bu bir şeydir. Fakat her şey değildir.

Ve cae min aksalmediyneti racülün yes’a, kale ya kavmit tebi’ul murseliyn; (Yasin/20)

Şehrin en uzağından gelir yiğitler. Racülün, yiğitler. Bir yiğit gelir. Ama o yiğit eğer görevini yaparsa; ben şehrin en uzağından geldim, şöyle bir kenarda durayım demez görevini yaparsa, Hakikati taşlara rağmen ifade ederse ve hakikate bin canım feda olsun der ve feda ederse, işte yasin sahibi olur ve onun içinde geçtiği sure Kur’an ın şah suresi olur. Dolayısıyla emek vermek lazım, kulak vermek lazım, kafa vermek lazım, ama hepsinden öte yürek vermek lazım, gönül vermek lazım.

Değerli dostlar bir bayram günü Ömer Okçu ağabey’i ziyarete gidiyordum, meşhur adıyla Hekimoğlu İsmail’imize; Hocam dedi hiç olmazsa aylık bir ders başlatmayı düşünmez misiniz, vakıf ıssız kaldı. Dedi. op da tam yerinde söylemiş demek ki hayır diyemedim.

Tabii bu arada boş durduğumuzu zannetmeyin lütfen, hatta eskisinden çok daha fazla, çok daha yoğun bir eğitim çalışması içindeyiz. Şimdilik bu kadarcığını söylemiş olayım. Ama bu bir tür alt yapı, görünmez. Çünkü eğitim öyledir, görünmez. Elektrik su hatları döşemeye benzer. Her evde elektrik su vardır ama ortalıkta akan su yanan elektrik gözükmez. Ama hanelere yüreklere gönüllere taşındığı zaman anlaşılır. Onun için her zamankinden daha iş yükümüz, bu manada hizmet yükümüz ağır. Fakat yine de tabii herkese ulaşacak bir programı bekliyor insanlar. Hele hele bu derslerin müdavim tiryakileri bu derslerin arkasından mutlaka bir şey beklerler. Onlarda haklıdırlar belki.

İşte bu çerçeve de düşünüldüğünde bu aylık dersler inşallah o tefsir derslerinin tiryakilerine, müdavimlerine bir süreklilik hissi verecek.

Bazen duyuyordum, ben son yılına yetiştim, ne büyük şey kaçırmışım diyenleri duyuyoruz. Hakikaten ben de ona katılıyorum, gurur ve kibirden Allah’a sığınırız, burada artı olan her şey Kur’an ın hakkıdır. Eksi olan her şey bizimdir. Onun için gururlanacak kibirlenecek ortada bir şey yok ki gururlanalım kibirlenelim. Övgüler Kur’an ındır. Artılar, meziyetler Kur’an ındır. Burada övgüye layık bir şeyler görüyorsanız onun sahibi konuşan değil konuştuğudur. Yani Allah’ın kelâmıdır. Onun için herkese hakkını verdikten sonra Küllezi Hakkın hakka. Bize kalan nedir ki, bize kalan da inşallah Rabbim amellerimizi zayi etmesin demektir, dua etmektir.

Öyle bir dersten sonra Esma-ül Hüsna dersi bilmem nasıl gider, ama inşallah önceleri konusuz bir hasbihal oldun denilmişti. Ama daha sonra Esman-ül Hüsna olsun dedik. İnşallah tabii Sîret-ül Kur’an ı unutmadım. Ama Sîret-ül Kur’an sözüm periyodik, sistematik dokümanter ve inşallah yeni binada olacak. Siyerle Kur’an ın iç içe geçmiş nüzül sırası üzerinden vahyin hayatı adım adım, ayet, ayet, cümle cümle nasıl inşa ettiğini dokümanter bir biçimde, tamamen önceden hazırlanılmış, krokilerle, haritalarla, şemalarla. Bilgilerle, rakamlarla desteklenmiş ve çok iyi bir alt yapı, çok iyi bir ekiple kurgulanmış inşallah canlı dersler olacak Allah nasip ederse.

Bu esma-ül Hüsna bir ara ders olsun. Bilmem nereye kadar gider, nefesimiz ne kadar yeter, rabbim ne kadar ömür verir bilemiyoruz. Son anı bu an gibi yaşarsak, son anımız bu an gibi olur inşallah. Öyle dua edelim öyle olsun.

Neden Esma-ül Hüsna suali tabii ki önemlidir. Zaten bugünkü dersimizde bu sualin cevabı çerçevesinde geçecek inşallah.

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Neden Esma-ül Hüsna. Bilginin değeri bilinenin değerinden neş’et eder. Eğer bilinen değerli ise onun bilgisi de değerlidir. Bu bilgi Allah bilgisi ise bilginin en değerli kısmı odur. En büyüğün bilgisi en büyük bilgidir.

En güzelin bilgisi en güzel bilgidir. En büyük Allah’tır. Allahuekber. O halde en büyük bilgi de Allah hakkındaki bilgidir.

En güzel Allah’tır. O halde en güzelin bilgisi de en güzeldir. El Esma-ül Hüsna.

Kişi bilmediği, tanımadığı, dahası anlamadığı bir Allah’a nasıl kulluk eder. Bilmek alimenin konusu, tanımak arafenin konusu. Ama asıl marifet anlamaktır. Allah’ı anlamaktan nedense söz edilmez. Allah’ı bilmekten söz edilir, tanımaktan söz edilir. Fakat Allah’ı anlamaktan söz edilmez. Oysa ki Allah’ı anladığımız kadar kendimizi anlarız. Kendimizi anladığımız kadar Allah’ı anlarız. Bu manada kişi Allah ile beraber olacak, Allah’ı tanıyacak, Allah’a ram olacak, Allah’a kul olacak, Allah’a ibadet edecek, fakat neye ibadet ettiğini, neye kul olduğunu, neye ram olduğunu bilmeyecek.

O zaman kulluğunda bir nakisa var demektir. Allah’ı tanıdığı kadar kulluk kalitesi artar. Allah’ı tanıdığı oranda ubudiyet kalitesi artar. Malumunuz ibadet, Allah’ın razı olduğunu yapmaktır. Ubudiyet ise Allah’ın yaptığından razı olmaktır. Allah’ın razı olduğunu yapmaya ibadet diyoruz. İbadet ediyoruz Allah’ın razı olduğu şeyler olduğu için. Ben bundan razıyım dedikleri için ibadet ediyoruz.

Ama bir de Allah’ın yaptıkları var, onlardan razı olmak, ubudiyet. Onun için ibadet ve ubudiyet, razı etmek ve razı olmak, karşılıklı. radıyallâhu anhum ve radû anh..(Beyine/8) Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı. Bu El Vedûd isminin tecellisidir. El Vedûd ismi de böyle çift taraflıdır. Hem seven, hem sevilmeyi isteyen, sevilen. Sevilecek ve sevecek, sevecek ve sevilecek. Razı edecek, ama razı olacak, razı olacak ve razı edecek. Bunun içinde bilmek tanımak anlamak lazım.

Allah’ı bilmek talebi özünde kendini bilme talebinin bir uzantısıdır. Onun içindir ki; ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd. (Kaf/16) Biz kulumuza şah damarından daha yakınız. Allah’a yakın olmak, şah damarından yakın olmayı gerektirir. Şah damarına yakın olmadan Allah’a yakın olunmaz.

O zaman Allah’a dönüş, öze dönüştür. innâ Lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn (Bakara/156) aslında özü itibarıyla insanın kendinde olma halidir. Allah’tan uzaklaşmaksa kendinden uzaklaşmaktır. Kendinden uzaklaşmak, kendine yabancılaşmak, kendine yabancılaşmaksa kendi ile çatışma halinde olmayı getirir. Onun için Allah’ı bilmek, özünde insanın özünü bilmesi anlamına gelir.

Dünyanın en kadiym hikmetlerinden biridir men arafa nefseh fekad arefe rabbe Yunanda Akademya’nın kapısında yazılı olduğu da söylenir, bilmiyorum. Kendini bilen rabbini bilir. En kadiym hikmetlerden, muhtemelen Hz. Musa’dan geçmiştir. Çünkü Yunan’ın hocası Hz. Musa’nın öğretileridir.

Bu manada kendini bilmeden rabbini bilmek olmayacaksa eğer, kendini bilmeyenlerden rabbini bilmesi beklenemez. O halde Esma-ül Hüsna özü itibarıyla bir kendini bilme dersidir. Yani biz burada Allah’ın esmasını görürken aslında kendimizi göreceğiz, kendimizi öğreneceğiz. Allah’ı tanımak, anlamak, bilmekten söz ederken aslında kendimizi bilmek tanımak ve anlamaktan söz ediyoruz özü itibarıyla.

Marifetullah demiştim, Allah’ı anlamaktır. Allah’ın anlaşılması, eşyanın, katı maddelerin, fiziki varlıkların anlaşılmasına benzemez. Zaten onun için anlamak diyoruz. Dokunduğunuz şeylerle sınırlı ise anlayışınız, 5 duyu ile sınırlıdır tüm öğrendikleriniz. Unutmayınız ki 5 duyu sadece insanda yoktur. 5 duyuya sahip olmak için insan olmak gerekmiyor.

Bir göze, bir kulağa, bir dokunma duyusuna, bir burna sahip olmaksa mesele, fil kulağı insan kulağının 100 katıdır. Köpek burnu insan burnunun 35 katı, koklama, duyma itibarıyla 2.000 katıdır. Bu bazen daha da üste çıkabiliyor. Düşünebiliyor musunuz? Koku inceliğini fark etmeyi.

Karga gözü insan gözünün görme keskinliği açısından 200 mislidir. Dolayısıyla sizin görmediğiniz şeyi o görür. O zaman o 200 insan mıdır? O 100 insan mıdır fil. Kilosuna bakarak, kulağının büyüklüğüne bakarak, burnunun keskinliğine bakarak, gözünün keskinliğine bakarak böyle mi düşüneceğiz. Hayır. O zaman insan bu değilse ne? İnsanı insan yapan ne diye baktığımızda işte anlama işi orada. Ama marifetullah konusunda ne karganın, ne filin, ne köpeğin, ne tilkinin, ne kurdun, ne aslanın, ne kaplanın ve ne diğerlerinin hiçbir marifeti yoktur. Marifetullah’tan behre sahibi değildirler. Bununla mükellefte değildirler. Mükellef olmamaları zaten bunun için donatılmadıklarına delalet eder. O zaman insan başka bir şey ve Allah’ı tanıyacağı yeri de 5 duyu değil. Fakat 5 duyuyu bu uğurda kullanması ve kullanmayı bilmesi de insanın özelliklerinden biridir. İnsan 5 duyuyu marifet yolunda istihdam edebilen bir varlıktır, öğrenme diye de buna diyoruz zaten.

Ta’liym diyoruz biz buna öğrenme yeteneği ve insanın öğrenme yeteneğinin insanı insan eden en temel özellik olduğunu biz ilk inen 5 ayetten de anlıyoruz. ‘alleme BilKalem; Allemel’İnsane ma lem ya’lem. (‘Alak/4-5) Ta’liym. İlk inen ayetlerin konusu değildir sadece Ta’liym.Ta’liym aynı zamanda ilk insanın yaratılışında insanın ayırıcı vasfı, hususi özelliği, alameti farikası olarak ta görüyoruz. Ta’liym ül Esma suretinde tecelli ediyor öğrenme yeteneği. Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ.. (Bakara/31) O Adem’e isimlerin tümünü öğretti. Ta’liym etti.

Demek ki Adem isimlerin tümünü öğrendiğinde Adem adam oldu. Adem isimlerin tümünü öğrendiğinde aslında secde ile emrolundu melekler. Yani aslında Adem’in öğrenme yeteneğinin önünde baş eğdi melekler. Ademoğlunun öğrenme yeteneği eşyanın meleklerini Adem oğluna baş eğdirdi. Adem oğlu önünde yere kapandırdı. Bu ne demektir; Ademoğlu öğrenme yeteneği sayesinde eşyayı kendisine amade kıldı. hizmetine aldı demektir. Böyle olduğunu biliyoruz.

El Esma ül Hüsna işte tam rabbi anlamak için bize indirilmiş birer gök merdivenidir. Gök merdiveninin basamaklarıdır. Rabbi tanımak, rabbi bilmek ve rabbi anlamak için gök merdivenidir. Sebeptir yani. Sebepte zaten ip merdivene denilir Arap dilinde. Uzun hurmaların tepesinden yere sarkıtılıp ona tutunarak Hurma toplamak için çıkılan ip merdivene sebep denir.

Ve bu manada göklerden bize uzatılan ve bu ipe tutarak zihnin, aklın, anlayışın bu ipe tutunarak yüksel ey insanoğlu, soyutlama yeteneği kazan. Yani katı maddeler dünyasından çık, yücel, mirac et, uruc et, katı maddeler dünyasında saplanıp kalma, katı maddeler dünyasında saplanıp kalırsan katılaşırsın edna bir hayatın olur. Dünyevileşirsin. En alçak, en aşağı hayata mahkum olursun. Katı maddeler dünyasını aşabilecek bir soyutlama yeteneğine, bir iç kabiliyete sahip olursan Uhra ve ulya bir hayatın olur. Alîy bir hayat senin olur. O zaman zaten ahiret saadet olur. O zaman rabbinle tanışıklığın, rabbinle barışıklığın, rabbinle bilişikliğin, saadetin merkezi ile tanışıklık, mutluluğun kaynağı ile tanışıklık ve bilişkilik anlamına gelir ki cennetin burada başlamış demektir. Safa başına..!

Peki el Esma ül Hüsna nedir. El Esmaül Hüsna sıfat tamlamasıdır. En güzel isimler. İşte mavi kalem, uzun adam, kısa kapı, yeşil ağaç. Türkçe de sıfat tamlamaları böyle. Bu da sıfat tamlaması. Onun için El Esma ül Hüsna gelmiş. Çünkü sıfat mevsufa her açıdan uyar. Arap dilinin kuralıdır. Eğer sıfat marife ise, belirli ise mevsufta belirlidir. Eğer sıfat müennes ise mevsufta müennestir. Müzekkerse, dişil erillikte, tekil çoğullukta, belirlilik ve belirsizlikte sıfat ve mevsuf birbirine uymak zorundadır.

El esma mevsuftur, yani tanımlanmıştır, tanımlanandır. El Hüsna ise sıfattır, tanımlayan. El Esmayı tanımlar, El Esma, isimler. Nasıl isimler? El Hüsna. En güzel isimler.

Tabii bu mana yeterli midir? Türkçe de mesela kullanım Esma-i Hüsna kullanılır. Doğrudur Türkçeleşmiştir bu kullanım. Esma ül Hüsna kullanımı ise ğalattır, fakat ğalatın meşhur olmuştur artık. Çünkü sıfat mevsufa uymak zorunda olması hasebiyle el Esman ül Hüsna. Fakat söylerken zor oluyor, ikincisi de zaten Türkçeyi artık Latince yazıyoruz. Dün İslam harfleri ile yazıyorduk onun için büyük harf küçük harf problemi yoktu. Latice ile yazarken artı “e” yi büyük yazdığımızda “el” yerine geçiyor zaten Esma ül Hüsna demekte ğalat olmakla birlikte artık yerleşmiş bir şey olarak çok fazla bir beis görmüyorum. Ama Farsça tamlaması esma-i Hüsna, aynı zamanda Osmanlıca da olmuş. Onun için esma-i Hüsna da doğru bir Farsça tamlamadır.

Esma iki köke nispet edilir.

1 – Vesm.

2 – Sümu.

İsmin çoğulu esmadır. Vesm ve sümu. Biri illiy, biri gai manasıdır. Biri çıkış biri varış manasıdır. From tu. Öyle anlayın İngilizce bilenleriniz. Yani biri kaynak, diğeri hedef manasıdır. Öyle anlayalım. Dolayısıyla illiy ve gai manasını vermeden bir kavramın nereden çıkıp nereye gittiğini, yani bir kavramın sırta-ı Müstakıym ini anlayamayız. Doğru yolunu anlayamayız. Çünkü onun gidiş istikameti vardır, gelişme istikameti vardır.

Onun için önce vesm köküne nispetini ele alalım. Alamet, nişan demektir.

Bilgi tekdüze bir şey değildir. Öğrenmek ve öğretmek mucizedir. Öğrenme sistemini hiçbir ilim dalı şu ana kadar tam olarak çözebilmiş değil. İnsanın öğrenmesi bir mucizedir. Zaten; ‘alleme BilKalem. (‘Alak/4) öğrenmenin mucize oluşunu ilk inen ayetlerin içinde öğrenmenin bir numarada olduğundan yola çıkarak anlayabiliriz. Öğrenmenin sistematiği şu ana kadar çözülebilmiş değildir, bundan sonra çözüleceği de şüphelidir. Hakikaten öğrenmek ilahi bir şeydir.

Basit zekayı eğitirsiniz. İşte hayvanların eğitimi budur. At terbiye edersiniz. Ama at terbiye etmekle öğretmek farklı şey. At öğrendi diyemezsiniz. Terbiye oldu dersiniz. Terbiye zaten kelimenin kendisinden kaynaklanan şey ısrar ve tekrar ifade eder. Israr ve tekrar onda bir meleke haline gelmedir. Öğrenmek başka bir şeydir.

Öğrenen soru sorar, hiç soru soran at duydunuz mu? Onun için öğrenebilen varlık kimdir biliyor musunuz? Öğrenebilen varlık; niçin, ne, neden, nasıl suallerini sorabilen varlıktır. Onun için rabbimiz sualle öğretir bize. Soru sormak vahyin de bir yöntemidir. Aslında insan başlı başına bir sorudur. Başını eğdiği zaman bir soru işaretidir. Yani insan iki ayak üzerine durmuş bir soru işaretidir. Ömrü cevaplar almakla, yeni cevaplar yeni sorulara cevap aramakla geçer. Ama hiçbir zaman, hiçbir insan tüm sorularının cevabını bu dünyadan almış olarak ahirete göçemez Peygamberler de dahil buna. Onun için ahiretin Kur’an da ki bir adı da Yakıyndir.

..hatta ye’tiyekel yekıyn. (Hicr/99) rabbine kulluğu Yakıyn gelinceye kadar sürdür. Ölümdür. Neden? Çünkü öldükten sonra her şeyin gerçek cevabını alacağız. Bazı şeylerin cevabını alsak ta kafamız almaz. Onun için cevabını alamayız çünkü o cevabı sindirebilecek bir donanımla donatılmamışız. Onun için gayb hep gayb olur dünyada. Ahirette gayb yoktur. Dünyada gayb olmasaydı İman boşa düşerdi, imana ihtiyaç kalmazdı, her şeyi görürdük. Görünen şeyi inkar edene deli derler. Dolayısıyla iman da zaten gaybdir.

Bu manada öğrenmek bir mucizedir ve öğrenirken bir çok şey öğrenilir. Ama bir çok şeyi herkes öğrenmez. Herkes her şeyi öğrenmez. Çünkü akıllar mütevafit, insanlar mütevafit, bilinçler mütevafit, bakışlar mütevafit bilgi be birikimler mütevafittir. Yani farklı farklıdır, çeşit çeşittir, farklı seviyelerdedir. Farklı seviyelerin hepsine birden her şeyi öğretmeye kalkmak aslında öğretmeyi bilmemektir. Ama farklı seviyelerin her birinin farklı farklı alanlarda bir miktar bire şeyler öğrenmesini temin etmek öğretenin başarısı olur.

Dolayısıyla öğrenmek isteyenler şunu öğrensinler yeter; Bunu ben bilmiyorum ama bilen, öğrenen birileri var. Bunu benim öğrenmem gerekmiyor demek ki çünkü hiçbir şey bilmiyorum. Daha doğrusu ben bunu öğrenmeyi hak etmemişim, çünkü alt yapım yok. O zaman şu anda hak edenler var onların hakkını yemeyeyim, çünkü onların öğrendiği şeyleri de bana öğretmek için onlara sen dur sen geç deniliyor bazen. Şimdi de bana sen dur onlar geçsin denildi, o zaman ben durayım. Ama dururken de yine de kulağımı kabartayım, açayım, yüreğimi açayım. Bugün çeyreği verilir, yarın yarısı verilir, öbür gün üç çeyreği verilir, bir de bakmışsınız dört çeyreği birden verildiğinde Allah Allah, öğrenmiş olmuşum. İşte öğrenme süreci böylece tamamlanır.

El Esma, vesm, ismin çoğuludur vesm kökü alâmet nişan manasına gelir. Kur’an dan örnek verelim; vel haylil müsevveme.. (A.İmran/14) nişanlı atlar. Favori atlar diye de çevirebiliriz bunu. Yani yarışta birinci gelecek, yarışı kazanacak atlar. Onun için favori atları eskiden nişanlarlar mış. Onun için vel haylil müzevveme deniliyor. Yani artık o at birini gelmeyi o kadar sindirmiş, o kadar çok birinci gelmiş ki yarışlarda artık nişan takılmış, madalya takılmış. Madalyasından anlıyorsunuz atın rütbesini. Dolayısıyla Kur’an da bunu kullanıyor.

Müsevveme; İşte burada aradığımız kelime o. Bu ism. Aslında vesm köküne, nişan alamet, madalya. Yine Yu’reful mücrimune Bi siymahüm.. (Rahman/41) günahkarlar simalarından tanınırlar, yüzlerinden tanınırlar.

Sima, vesm kökünden aynı kökten, isimden geliyor. Sima Yu’reful mücrimune Bi siymahüm feyü’hazü Binnevasıy vel’akdam (Rahman/41) ve tanınırlar. Ondan sonra ne olur? Ve yakalanırlar, enselenirler Binnevasıy vel’akdam kâküllerinden enselenirler ve götürülürler. Başlarından ve ayaklarından yakalanırlar ve cehenneme atılırlar diyor. Hafizanallahu ve iyyaküm. siymahüm fiy vücuhihim min eserissücud.(Feth/29) onların yüzlerinde secdeden iz vardır. Secdenin nişanı, alameti. Bakınız burada simya yüz olmaktan çıktı, çünkü vücuh geldi zaten. Onların yüzlerinde secdelerin izleri vardır. Yani secdeyi bir madalyaya benzetiyor Kur’an. Secdeyi alna takılmış bir madalya. Hani favori atların madalyası vardı ya, favori mü’minlerin de madalyası, favori insanlarında madalyası var. siymahüm fiy vücuhihim onların madalyaları yüzlerindedir.

Allah Allah, yani madalyaları yüzleridir diyor. doğrusu budur tam yalın katça. Onların madalyaları yüzlerindedir. Yüzlerine bak kim olduğunu anlarsın. O nedir? Aslında burada ahirette ki tipleri çiziyor. Belki dünyadaki de öyle, yani sırf tahsis etmek için bilmiyorum gerekçemiz var mı. Dünyada da secde izi belli değil mi, imanın izi belli değil mi. Baktığınız zaman musalli bir mü’mini, yüreği pir ü pak bir mü’mini az çok çıkarabiliyorsunuz. Yahut ta bu yüzde secde izi var diyorsunuz, bu yüzde iman parlıyor diyorsunuz. İnanın parlıyordur.

Fakat diyeceksiniz ki ben o parıltıyı göremiyorum, o zaman gözünü yıka, yani gönlünle bak. Onu görmek için özge bir bakış lazım, onu görmek için özge bir göz lazım. Evet, lâ ta’mel ebsaru ve lâkin ta’mel kulubülletiy fiyssudur. (Hac/46) gözler kör olmaz, asıl kör olanlar göğüstekiler, sudurdakilerdir. O zaman o göz kör olmuşsa orada ki simayı, yüzde ki madalyayı göremez.

Buradan yola çıkarak literal bakanlar hasıra secde ederler ve hasıra secde ederken de alın çok hasırda durduğu için, sürtündüğü için burada bir siyahlaşma ve nasırlaşma olur, onu söyleyenler, odur diyenler bile olabilmiş. Ama elbette ki burada kastedilen o değildir. Yani derinin dışında ki değil, derinin içindekidir. Belki o maddi bir nişandır ama asıl manevi nişan meleklerin gördüğü, rabbin gördüğü nişan odur, gönlün gördüğü, yüreğin gördüğü nişan odur.

Yüzleri birbirinden ayıran alamet, burada söylenen bu. Yüzleri birbirinden ayıran; Orada; Yu’reful mücrimune Bi siymahüm.. (Rahman/41) de daha baskın bu mana. Onlar yüzlerinden tanınırlar. Niye tanınırlar? Çünkü yüzler birbirinden ayrılırlar. Yani buradan yola çıkarak şunu söyleyebilir miyiz? Sadece günahkarlar, sadece kaybetmişler, kaybetmemişlerden sadece ashabüs şimal, ashabı yeminden, sol ehli sağ ehlinden ayrılmaz. Aynı zamanda günahkarlar da günah kategorilerine göre kendi içlerinde tasnif olunurlar. Her günahın yüze bir yansıması vardır dersek doğru olur mu? El cevap olur.

Eğer günahı renklere, renk skalasına tatbik etseydik rabbimiz katında, melekler katında günahların renkleri nasıl olurdu acaba. Mutlaka tanınan bir rengi vardır. Onun için öyle bileceğiz, böyle inanacağız ve Allah korusun yüzümüzü yıkayacağız.

Aslında abdestte azaların yıkanması semboldür, asıl sembolize ettiği hakikat için yıkanmasıdır, tevbedir. Abdest tevbenin su ile yapılan biçimine denir. Tevbe ise Abdestin yürek tarafından alınmasıdır. Kalbin abdestine tevbe denir. Aklın abdestine akıl tevbesi denir, iç abdesttir iç yıkamadır ve onun için Huccetullahil Baliğa yazarı Şah Veliyullah ed Dihlevi (rahimehullah, Allah onu rahmetine boğsun) semamızın cins yıldızlarından biridir. Hakikaten iftihar ettiğimiz yıldızlardan. 18. yy. dan, daha da çok uzak değil yani Hint alt kıtasının yetiştirdiği parlak yıldızlardan biridir. Onun yazdığı eserde şöyle bir cümle geçer;

İslam her şeyiyle temizliktir. Akide temizliktir, iman kalbin temizliğidir der. Şirk kalbin kirlenmesidir, tevhid kalbin temizliğidir. Tefekkür aklın temizliğidir der, tezekkür hafızanın temizliğidir der. Çok ilginç yani her şeyi temizlik olarak görür. Zekat servetin temizliğidir der. Namaz kalbin temizliğidir der. Görüyorsunuz her bir ibadeti de aynı temizliğin farklı katmanları olarak açıklar. İman hakikaten insanın iç temizliğidir, çünkü küfür iç temizliktir. Bu manada din temizliktir dense yeridir.

Vİsam; madalya, Arap dilinde madalyanın ismi Visam dır. Nişan ve madalyaya visam derler. Aynı kökten gelir. Vesm. Gelelim 2. kök manasına sümuğ; isim sahibi olmak, yücelik manasına gelir, ismin 2. kök manası sümuğdur. Bugün kullanılan Arapça da ekselansları ifadesi sümuğ ül Melik tir, öyle derler. Eğer kral gelmişse Es sümuğ-ül Melik derler. Yani ekselansları, Melik Hz. leri geldi derler. Dolayısıyla bugünde kullanılır sümuğ. Aslında sema buradan gelir, bu köke nispet edilir. Niye? Yukarı olduğu için, sema, gök yukarı olduğu için. Sami ismi de buradan gelir mesela. Yücelmiş, yükselmiş manasına gelir. Ve alleme ademel esmae külleha. (Bakara/31) Allah Ademe isimlerin tamamını öğretti, esma. Orada ademi, yüceltti manası da vardır. Yani Adem’i yüceltti, Adem’i diğer varlıklardan yüceltti Ademi hatta meleklerden de yüceltti.

Ve alleme ademel esmae külleha. Adem’e isimlerin tamamını öğretti. sümme aradahüm alel melaike sonra o isimleri..?

İsimleri mi? ben o kanaatte değilim o isimlerin müsemmalarını. Çünkü hüm şuurlu varlıklar için kullanılan zamirdir. Eğer esma sadece müsemmasız olsaydı sümme aradaha denilmesi lazımdı çoğul oldukları için. Ama sümme aradahüm. Hüm zamiri şuurlu varlıklar için, akıllı varlıklar kullanılır.

O zaman nedir bunları, akıllı varlık mıydı, varlıkların kendileri. Demek ki her varlığın kendine has bir aklı var diyeceğiz. Yani Allah’ın içerisine koyduğu bir vazife var. İsim sahibi olmak zaten bu demek. Varlığın müstakil olarak var oluşu.

sümme aradahüm alel melaiketi fe kale embiunı bi esmai haülai in küntüm sadikıyn. (Bakara/31) Haüla da buna delalet eder o da akıllı varlıklar. Haydi bakalım bana şunların isimlerini tek tek haber ver. Demek ki burada isimler değil müsemmaları. İsim nedir? Bardak isimdir fakat müsemma bardağın kendisidir. İsim nedir? Su. Peki müsemma nedir, suyun kendisidir. Su isimdir, suyun kendisi ise müsemmadır. Bu sık sık geçecek, unutmayalım.

sümme aradahüm alel melaiketi fe kale embiunı bi esmai haülai in küntüm sadikıyn. (Bakara/31) Ne dediler onlar? Kalu sübhaneke la ılme lena illa ma alemtena* inneke entel alımül hakım. (Bakara/32) Estağfirullah dediler. Sübhaneke nin orada ki vurgusu o olsa gerek. Estağfirullah ya rabbi senin bize öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yok ki. Sen bize ne öğrettinse biz onu biliriz.

Burada aslında meleklerle insanın ayırıcı vasfı ortaysa çıkıyor, nedir? İnsan öğrenebilen, bilgiyi üretebilen bir varlık, meleklerse bilgiyi üretemeyen kendilerine verilen bilgiyi kullanan bir varlık. Onlar bilgiyi üretemiyorlar sadece verileni kullanıyorlar ama insan bilgiyi üretiyor. Bu çok önemli işte öğrenme dediğimiz hadise, öğretme dediğimiz, kendi hakkında, kendi kendin delik, kendine olma hali, kendi hakkında soru sorma hali. Ben kimim nereden geliyorum, nereye gidiyorum, niçin varım suallerini insan sorar. Zaten bunu soramayan bir varlık için ahiret olmaz. Bunu sorduğumuz için ahiretimiz var. Bunu sorduğumuz için sapmak ve hidayete ulaşmak gibi iki yol ağzında bırakılmışız. Tercih, irade işte orada geçerli.

Kelimenin vesm kökeni teşbihi, kelimenin sümuğ kökeni tenzihi. Biri teşbihi temsil eder biri tenzihi. İşte beynet teşbih tenzihtir aslında. Esmanın bize verdiği şey budur. Ne tam teşbih, ne tam tenzih. Ne mutlak teşbih, ne mutlak tenzih.Teşbih ne demek? Benzetme. Tenzih ne demek her şeyden aşkınlaştırmak, müteal ve münezzeh kılmak. Mutlak müteal kıldığınız zaman, mutlak müteal olarak bildiğiniz zaman hiçbir şekilde bilinemez işte Yahudilikte ki tanrı tasavvuru budur. Onun için adı söylenemez. Ya hüve, yahve, ey O olan. Adını söylemezler. Adını çok özel hahamlarımız bilir derler, onlar da istediklerine söyler. Kime söyleyecekler? Servet verirseniz söylerler. Şimdi nasıl tüccarlığa (dönüştüğünü görüyorsunuz)

İşte ismi azam kültü orada girermiş. Niye? İsmi azamı baş haham biliyor. Peki kime söyler? Canının istediğine tabii, duygusal bir mesele. Dolayısıyla o kült oradan aktarılmış yoksa bizde olan bir kült değil. Dolayısıyla bu noktada ismini biz söyleriz, hatta söylememiz emr olunur. Aslında Kur’an da geçen her esma da Yahudilikte ki o tanrının ismini o çok özel kişiler bilir başka kimse bilmez mantığına tam bir cevaptır, reddiyedir ve aynı zamanda ezeli ve ebedi doğruların öbür adı olan İslam’ın herhangi bir zümreye, her hangi bir elit kesime özel bir şey vermediğini, hakikatin herkese açık olduğunu, ama gayret edenlerin ulaşacağını, her an yatanların değil olduğunu gösterir.

Zatı hakkında ki bilgiyi sıfatlarla inzal eder rabbimiz. Eğer sıfatlar olmasaydı zatı hakkında bilgiye sahip olmayacaktık. Bu bir inzaldir. Dühulüs şey; bir şeyin dühulüdür. Fiy ‘alemil müdrikât; idrak edilebilirler alemine dühulüdür girişidir inzal budur. Bir şeyin idrak edilebilirler alemine dünyasına girişi. Dolayısıyla rabbimiz idrak edilebilirler alemine esmasıyla girmektedir. Onun için esma ve sıfat teşbihi, zat tenzihi temsil eder. Biri hüviyeti, diğeri mahiyeti. Ama hemen belirteyim ki tüm varlıkların hüviyetiyle mahiyeti ayrı, Allah’ın hüviyetiyle mahiyeti aynıdır. Hüviyeti mahiyetinin aynı olan kimliği zatının aynı olan tek varlık Allah’tır.

Bizim hüviyetimiz ve mahiyetimiz aynı değildir, çünkü biz cüzlerden oluşmuşuz. Bakınız hüviyeti bardak olarak görüldü değil mi? oysa mahiyete dönün atomları görürsünüz. Hüviyeti masa olarak göründü değil mi? dönün atomlarına, atomlardan müteşekkil görürsünüz dönün alt yapısına. Bakınız elbise olarak göründü değil mi, dönün mahiyetine mahiyeti orada. Dolayısıyla hüviyetini bozabilirsiniz onun için başka bir hüviyete sokabilirsiniz. Bunun hamurunu atarsınız 1.600 derece sıcağa orada ergir, bunun hüviyetini değiştirirsiniz. Bugün bardaktı, yarın sürahi olur. İçinde ki suyu hüviyeti sudur fakat mahiyeti değildir, Eğer suyu elementlerine ayırırsanız H2O. Yani hidrojen ve oksijene ayrılır 2 hidrojen bir oksijen. Biri yanıcı diğeri yakıcı iki gazdır. Ama su söndürücüdür. Mahiyetine döner, onu da dönüştürebilirsiniz, moleküllerine ayırabilirsiniz. Onu da dönüştürebilirsiniz atomuna vs.

İşte bu manada Ama Allah için bunu söyleyemezsiniz. O’nun mahiyeti asla idrak edilemez. Hüviyetini de bize esma idrak ettirir.


ESMA DERSLERİ (1 – 2) GİRİŞ

$
0
0

300

(“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”)

Onun mahiyeti asla idrak edilemez. Hüviyetini de bize esma idrak ettirir. Onun için esma ül Hüsna bize rabbimizin hüviyetini idrak etmemiz için uzatılmış bir gök merdivenidir ama mahiyetini, zatını idrak edemeyiz. “El aczü an derkil idraki idrakun” Hz. Ebu Bekir öyle demiş; O’nu idrak etmek, idrak etmekten aciz olduğunu idrak etmektir. Hz. Ömer de buna ikinci bir beyit eklemiş; “Vel bahsü an sırrı zatillahi işrakün.” O’nun zatının sırrını araştırmak ise şirktir. Onun için efendimizden nakledilen bir rivayette; Allah’ın zatını düşünmeyiniz, çünkü düşünemezsiniz. Ne diyordu Ziya paşa;

İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez,

Zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez.

Allah’ın zatını idrak bu küçük akla gerekmez, çünkü bu akıl terazisi bu kadar ağırlığı çekmez diyor, çekmez, kaldıramaz, kırılır. Teraziyi koyduğunuzu da O yarattı, teraziye koyanı da O yarattı. Nasıl olacak? nasıl alacak bu terazi. Dolayısıyla akıl terazisi çekmez. Allah dersiniz. Allahuekber dersiniz ve sadece titrersiniz. İşte orada küçüklüğünüzü görürsünüz, küçüklüğümüzü görürüz ve büyüklüğünü görürüz. Küçüklüğümüzü gördüğümüz kadar büyüklüğünü görürüz. O’nun büyüklüğünü kavramanın tek yolu kendi küçüklüğümüzü kavramaktır. Yoksa sonsuz büyüğü kavramak için sonsuz bir akıl lazım. Akıl kuşatamadığını kavrayamaz, böyle yaratılmıştır. Allah’ı ise kuşatamaz. Dolayısıyla Allah’ın büyüklüğünü kendi küçüklüğümüzden yola çıkarak kavraya biliriz.

Esma ilahi bir tenezzüldür, inzaldir yani. Zaten vahyin içinde inzal edilmiştir onun için dersimiz aslında Kur’an a göre Esma ül Hüsna dır yani mevcut piyasada ki Esma ül Hüsnalardan farkı budur Kur’an a göre Esma ül Hüsna.

Peki bu noktada tam varlık mertebeleri mevzuu gündeme giriyor yani meratibil vücud. 3 Varlık mertebesi vardır İslâm da,

1 – Vacip-ül Vücud,

2 – Mükin il vücud,

3 – Muhal el vücud.

Vacip ül vücud Allah’tır, varlığı zorunlu olan, varlığı bir başka varlığa muhtaç olmayan, varlığı kendinden olan, kendisiyle var olan, varlığının önü ve sonu olmayan, varlığını bir başkasına borçlu olmayan. Vacip varlık, varlığı zorunludur. Onun yokluğu düşünülemez. Yokluğunu düşünmek önce kendinizin yokluğunu düşünmektir. Yani yokluğunu düşünmek için düşünen bir aklın olmaması lazım. Dolayısıyla bu abesle iştigaldir. Siz varsanız O zaten var.

Mümkin ül vücud; varlığı mümkin olan yani bir başka vara muhtaç olan, varlığını bir başka varlığa muhtaç olan. O da Allah dışındaki her şeydir. Mümkindir, yok olması da mümkindir, yok olduğu bir zaman vardır. Bir gün gelecek yine yok olabilecek. O’nun elindedir, varlığını O’na borçludur onun için O ol dedi oluş sürecine girdi, olma dese olmazdı.

Muhal el vücud nedir? Varlığı muhal olan, aslında yokluktur, yokluk muhaldir, mutlak yokluk muhaldir, mutlak yokluğun muhal olduğunu söyleyen bir dilimiz, düşünmen bir aklımız varsa eğer, mutlak yokluk muhaldir. Çünkü böyle bir cümleyi kurmak için öncelikle var olmak lazım. Onun için bu açıdan varlık mertebeleri 3 tür.

Bir de varlık mertebesinin tezahürü açısından 3 varlık mertebesi vardır;

1 – Harici varlık, bir şeyin harici varlığı. Buna hakiki varlık ta denir. Nedir bu? Kitap, bardak, masa, su. Bu hakiki varlığıdır yani su kendi başına bir varlıktır burada o şeyin hakiki varlığı.

2 – Zihni varlığı, suyun zihninizde ki varlığı. Su deyince 2 şey olmaz. Ne olmaz? 1 – susamış bir adam su, su, su diyerek kanmaz. Ama bir şey daha olmaz 2 – su deyince s ve u deyince su aklımıza gelmez. Farkında mısınız Elma dinince dört harf aklımıza gelmez, asla yazı aklımıza gelmez, elmanın kendisi aklımıza gelir. Su deyince de suyun kendisi, yani suyun imajı, imgesi aklımıza gelir. İmaj somut varlıklarda simge soyut varlıklarda zihne düşen gölgedir. Onun kendisi gelir. Bu ikisi değişmez. Harici, hakiki varlığı ile zihni varlığı hiçbir şekilde değişmez bir hakikatin. Doğuda batı da, güneyde kuzeyde, eski yeni, gelecek geçmiş fark etmez. İngiliz de Fransız da, Arap’ta, Kürt’te, Türk’te, Alman da fark etmez.

Peki ne değişir? İşte 3. lafzi varlığı, bu değişir. Arap suya ma der. Fars’lar suya ab der. İngiliz suya water der. Türk su der. Ama hepsi, de aynı şeyi demişlerdir. Dördünün de dediğiniz şeyi getirin dediğinizde suyu getirecektir.

Peki fark nerede burada? Fark yok aslında, fark dildedir, lisandadır. Lisanda ki farklılık mahiyete yansımaz. Hüviyeti de aynıdır, mahiyeti de aynıdır fakat lisanda farklıdır. Onun için lisanda ki farklılık eşyanın hakikatini farklılaştırmaz.

Bilgi bilinenin, bilenin zihninde ortaya çıkan benzeridir. Eşyanın hakiki varlığı gözden kaybolsa onun hakkında ki bilgimiz zihinden kaybolmaz. Bugün var olan gördüğümüz bir şey bir daha görmesek onu, hiç görmesek kaybolmaz. Annesini kaybetmiş insanlar annesini eğer görmüş tanımışsa bir daha zihinden silmesi mümkin mi, kaybolur mu. Yani annesi dünyayı terk etti ama zihni varlığı onu terk etmedi, zihni varlığı orada. Buradan çok daha derinlere, ilahi varlığın, zihindeki varlığın eline.

Peki bu nasıl oldu? Bu kadar binler, on binler belki milyon yıllar insanın zihninden sökemedi. Mutlak ateizm zaten imkansız ama ancak inkâr mümkin. İnkâr da kişinin kendi bakışı ve hasta duruşu ile alakalı. Zaten inkârın kendisi de tutarsızlık. Çünkü inkâr var olan bir şeyin yokluğunu iddia ediyor. Yok derken bile aslında o yok diyor. Ne yok diyorsunuz? Tanrı yok diyor. Tanrı diyorsun ama diyorsunuz, önce onun adını söylüyorsun sonra yok diyorsun. Olmayanın adı olur mu? deseniz orada söyleyeceği hiçbir şey yok. Sen bana olmayan bir şey söyle ondan sonra yok de. Olmayan yoktur.

Gördüğünüz gibi totoloji oldu, saçma oldu. Dolayısıyla önce adını söylüyorsunuz sonra yok diyorsunuz bu bir çelişki, yokun adı olmaz. Bana yok bir şey söyleyemezsiniz. Zihinde varlığı var en azından. İşte zikir budur, zihinde ki kalbin derilerinde ki o varlığı hatırlatmaktır. Vicdan böyle aktifleşir.

Fakat suyun zihni varlığı su yerine geçmez öyle değil mi zihnimizde yemekler geçirsek açken karnımız doymaz. Zihnimizden geçirmek yetmez. Onun için sebbihisme rabbikel a’lâ (A’lâ/1) ayetini peygamberimiz sübhanisme rabbiyel a’lâ şeklinde değil; sübhane rabbiyel a’lâ şeklinde namazın içine koymuştur. Rabbinin yüce olan adını tesbih et. Aslında emir bu. O zaman tam emrin karşılığı ne olur? Rabbimin yüce olan adını tesbih ederim. Sübhanisme rabbiyel a’lâ. Ama isim yok orada, sübhane rabbiyel a’lâ. Neden? Aslında isim yoluyla zata bir yol bul, isimde kalma isim merdivendir tırman. Bir yol bul ve artık isimler de arada kalmamacasına rabbinle mülaki ol, konuş ve rabbini tesbih et. Yani secde o hal zaten. Arada bir şey kalmasın.

Harici varlık vücudu zihni varlık vicdanı harekete geçirir, temsil eder. 3. sü lisani varlığı demiştim, biraz önce izah ettim. Peki su diyenin aklına su gelir. Ya Allah diyenin aklına ne gelir.? Su diyenin aklına tadıyla kokusuyla, şeffaflığıyla dünyada herkesin aklına gelen su 3 aşağı 5 yukarı aynıdır. İçinde ki elementler belki değişir. Ama ya Allah diyenin aklına ne gelir? Ne gelmesi gerekir?

İşte bu sualin cevabı esma-ül Hüsnadır, esma gelmelidir başka çaresi yok. Her isim sıfat, Allah’ı niteler. Allah Vedud dur mesela. Allah’u Vedudun, Allah’u Keriymun, Allah’u Aliymun, Allah’u halıykun, Allah’ı Bâriun, Allah’u Aziymun, Allah’u Cemiylun. Bakınız ne getirirseniz getirin, Allah’u Vahidun, Allah’u Ahadun, Allah’u Evvel, Allah’u Ahir. Hepsi bakınız sıfat olarak geldi öyle değil mi, Allah’ı niteledi. Demek ki Allah müstakildir. İsmi has, Has tır. Allah hiçbir şeyi nitelemez. Ama diğer isimlerin hepsi niteliktir. Dolayısıyla Esma ve sıfat dediğimiz de aslında Mutlak isim Allah’tır, gerisi sıfattır. Sıfat olduğu da burada gözüküyor. Onun içindir ki Tirmizi de ki liste 99 luk değil 100 lüktür. 99 sıfattır aslında Allah yüzüncüdür. Onun için Tirmizi de ki liste belki böyledir. Listelere geleceğiz zaten inşaAllah. Listeleri ayrıntılı olarak irdeleyeceğiz.

El Vedud da ki el, mutlaklığı ifade eder. Allah mutlaktır, sıfatları da mutlaktır. Yani mükemmelliği ifade eder. Onun için El Esma-ül Hüsna nın karşılığı en güzel isimler, mükemmellikler demektir.

Allah’ı bilmek için soruya nereden başlamalı suali önemlidir. Yani Allah’ı bilmek için sorular soracaksınız; Nereden başlayacaksınız soru sormaya?

İnsanlar yanlış yerden başladıklarında Allah’ı asla bilemezler. Yanlış yerden başlamak Allah’tan başlamaktır soru sormaya. Neden? Çünkü aşkından müteal olandan başladığınızda haddinizi bilmiyorsunuz demektir. Bu tabir caizse ilk okula dahi gitmeden doktora yapmaya benzer. Çalıyı tepesinden sürüklemeye benziyor. Allah hakkında soru sormaya eğer zihin haddini biliyorsa, akıl haddini biliyorsa içkinden başlanır yani mevcuttan başlanır, eşyadan başlanır. Onlardan başladığınız da zaten soruları sordukça tırmanacaksınız.

Bu nedir? Bardaktır. Peki neden olmuştur? Topraktan olmuştur. Aslı tabiattadır. Peki toprak neden olmuştur? Mağmadan olmuştur. Toprağın aslı ateştir, soğumuş küldür. Külün ekmeğini yiyoruz. Hepsi budur, taşın da aslı küldür. Şu etrafta kullandığımız mermerin de aslı küldür, elmasında aslı küldür, karbondur. Kömürün de aslı öyledir. Hafif basınca maruz kaldığında kömür olur, yoğun basınca maruz kaldığında elmas olur.

Allah Allah, oysa ki biz küçücük bir elmasla dağ gibi kömürü satın alırız. Buna da biraz baskı olsaydı da bu da elmas olsaydı olmaz mıydı? Eh demek ki o kadar baskı görmemiş. Bilal olmak için Bilal’in çektiğini çekmek lazım. O büyük acılara maruz kalınca adam elmas oluyor, Bilal oluyor ve işte o zaman geliyor yüreğimize kuruluyor tahtına kuruluyor yüreğimizin. Onun için ya rabbi beni niye bu kadar basınç altında tuttun diye sormayalım, ya rabbi beni elmas mı etmek istiyorsun, itirazım olamaz ya rabbi elmas etmek istiyorsan. Kömürüm de elmas mı edeceksin ya rabbi? Evet kulum seni elmas edeceğim. O zaman buyur ya rabbi. Şikayet eden elmas olmaktan şikayetçiyim kömür olmaya razıyım demiş olur. O zaman ne olacağı hakkında önce bir karar versin ve ondan sonra Eyyub’un makamını anlasın.

Allah’tan başlamak yanlış yerden başlamaktır dedik. Aklın sırat-ı müştakımı işte budur. Müşahit gayba şahadete müşahede ettiklerinden başlar. Müşahit, şahitlik yapan kişi gayba şahadet etmeye şahadet aleminden başlar. Ondan sonra mağma, mağmadan öte ne oldu oraya gittiğinizde sonsuz teselsüz mantıksızlıktır bir yere varıp durursunuz, ondan sonra? hiç. Şunu baştan söylesen de bu kadar yormasan olmaz mı Allah’ın kulu. İşte o Allah. Allah vardı hiçbir şey yoktu. Bitti. Orada o zaman eserden müessire ulaşırsınız. Sanattan sanatkara ulaşırsınız, fiilden faile ulaşırsınız faili hakikiye. O zaman baktığınıza bir güzelse MaşaAllah dersiniz. Çünkü orada eserden müessire ulaşırsınız. Zihni intikal yapar maşaAllah dersiniz. Zihni intikalle Allah’a şimşek gibi ulaşırsınız.

Bir hadise yaşarsınız, hem de çok acı; İnna lillâh dersiniz. Yine acıdan Allah’a ulaşırsınız. Bakınız bir intikal yaparsınız, hayret edersiniz sübhanallah dersiniz; hayretten Allah’a ulaşırsınız. Çünkü hayret ettiğinizin arkasında müessiri görürsünüz, faili hakikiyi görürsünüz ve zihni intikal, yani zihnin sıratı müstakimi böyle, doğru bir intikal böyle olur.

Aslında bugün bir bu kadar daha işleyecektim fakat yine vakit yetmezliğinden burada durmak zorundayız. Akıl yetmezliği olmasın da vakit yetmezliği olsun onu kaldırabiliriz. Rabbim esmasını hayatında iyice anlayan, iyice yaşayan ve iyice tanıyanlardan kılsın.

{ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. (Yunus/10)}

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır.(Elmalı)}



ESMA DERSLERİ GİRİŞ (2-1)(2-2)

$
0
0

300

Selâmün aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhu.

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin, amin, amin..!

Değerli dostlar geçen hafta bugün bu saatlerde Endülüs’te idik, bayram namazını Endülüs’te kılmak nasip oldu bir dört günümüz Endülüs’te geçti.

Endülüs bizin 800 yıl sürmüş muhteşem bir rüyamızdır. İslam’ın ürettiği medeniyetler içerisinde en görkemli, ilim birikimi açısından en görkemli medeniyet idi. Dudaklarımızdan bir Endülüs, gözlerimizden iki damla yaş dökülse yeridir. Endülüs ağrısı ve acısı olmayan bir yürek yarımdır. Fakat biz kaybettiğimiz coğrafyaları teker teker yeniden kazanırken Allahu alem acılar ve sancılar, belalar ve felaketler bize yardımcı oluyor.

Cüz-i şer ile Külli hayr murad olunuyor. Görünen yüzünde kötü duruyor. Bir de bakıyorsunuz Bosna’da bir katliam, savaş. Ama cüz-i şer gibi görünen bu hadisenin arka planında külli hayır olarak Bosna diye bir yanımız olduğunu, yüreğimizin, kalbimizin Bosna diye bir yanı olduğunu öğreniyoruz. Kazanıyoruz, onu da coğrafyamız arasına katıyoruz. Artık gönlümüzde ki haritada bir yer daha var……..(Endülüs dersi devam ediyor. Esma dersleriyle ilgisiz bu yüzden onları yazıya çevirmedim) 53.51 den itibaren

*******************************************************************

Değerli dostlar geçen esma dersimizde El Esma ül Hüsna terkibini ele almıştık. Geçen ele aldığımız terkibin bölümü el ism bölümü idi. El Esma. Ariz ve amik bir biçimde efradını camia, ağyarini mani bir biçimde inşaAllah ele almış ve derinliğine işlemiştik. Şimdi terkibin 2. unsuru olan El Hüsna kelimesini ele alacağım bu derste.

En güzel manasında ismi tafdil el Hüsna, en güzel. Fakat ilginçtir ismi tafdillerin sadece istihfaf değil manasına gelmediğini Arapça’yı iyi bilenler bilir yarım bilenler değil. Çok ilginçtir..!

Ben cahilden korkmam biliyor musunuz? Yarı cahilden çok korkarım. Çünkü cahil bilmediğini zaten bilmez, bilmediği için konuşsa da önemi yok çünkü cahilce konuşuyor. Fakat yarım bilen çok tehlikelidir. Çünkü bilmiyor desem yarısını biliyor, biliyor desem yarısını bilmiyor. Ne yapacağız şimdi, sıkıntı. Onun için Hilal’e bir ezan çevirisi yaptım verdim ta başlangıçta eh birkaç tane akıllı çıkar her zaman, çıkmışlar itiraz. Allahuekber’i ekber, ismi tafdil, aynı zamanda sıfattır. Sıfat olarak çevrilirse pek güzel manasına, tek büyük manasına gelir. En güzel, tek güzel. En büyük, tek büyük. Şimdi en büyük manası verdiğimizde akla şöyle bir soru üşüşüyor. En büyük buysa demek ki küçüğü de mi var. Çünkü en başlayınca sıkıntı oluyor zihne. Dolayısıyla tek büyük olarak çevirmek, sıfat olarak çevirmek daha doğru.

Şimdi bu formun Arap dilinde sadece ismi tafdil değil aynı zamanda sıfat vurgusunu da taşıdığını bilmiyorsa eğer orada bizimki ayağa kalkıyor. Bu gerçeğin yarısını bilmek, onun için yarısını bilenlerden çok çektik hala da çok çekiyoruz. Evet, el Hüsna ismi tafdil olarak en güzel, vasıf olarak tek güzel güzellikte biricik. Biricik ismi tafdil olduğu için Allah için edeben kullanılmaz, yoksa bir beis te yok doğrusu.

Güzel naçar harcı bir karşılık yoksa el Hüsna nın Türkçe karşılığı güzel ile asla karşılanamaz. El Hüsna güzel kelimesi ile karşılanamaz. İyi de ne yapalım dil yetersiz..’ Güzel kelimesi Türkçemizde, Türkçe’yi gerçekten dil olarak severim. Diğer dilleri de severim kardeşlerin kızmasınlar, Kürtçe’yi de severim. Arapça zaten anamızın dili. Aişe anamızın, Hatice anamızın dili. Diller güzeldir dillerin çirkini olmaz aslında Çünkü talim-ül Esma nın bir sonucudurlar.

Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ..(Bakara/31) diller masumdur, dili kullananlar kirletirler. Yoksa dilin ne suçu var Allah aşkına. Yani İngilizcenin gayri mukaddesliği yoktur Arapça Mukaddes te İngilizce mukaddes değil diye bir şey yoktur. Dillerin içine ne koyarsanız onu taşırlar. Güzel şeyler koyun onu taşısınlar. İngiliz dilinin içine vahyi koyun onu taşısın. Ama Türkçe de güzelin aslı gözel dir. Onun da aslı göze el dir, onun da aslı göze el verendir.

Allah Allah, göze el veren..! Gözünüze el nasıl verilir? Yani biri gözünüze elini uzatmış gözünüzle tokalaşıyor. Güzel böyle bir kökene böyle bir etimolojiye sahip Türk dilinde. Göze el vermesi lazım. Onun için yetersiz. Çünkü bu tarif, bu etimoloji, bu köken sadece görünen güzellikleri ifade eder. Göze el vermesi lazım, göze değmesi lazım, gözün görmesi lazım, göze görünmesi lazım, görünmesi lazım görmesi lazım, göze batması lazım, gözün bakması lazım. İyi de gözü olmayanların da gördüğü güzellik var mı?

İşte El Hüsna gözü görmeyenlerin gördüğü güzelliktir aynı zamanda. Şimdi nasıl çevireyim ben böyle, bu kadar uzun çevirsem kimse benim mealimi okumaz. Zaten kitaplara da sığmaz hepsi doğrusu. Göze el veren, ama yetmiyor. Sadece göze mi el veren, gönle de el veren. Gönle gönül veren, El Hüsna bu.

Hasen olmalı, Ahsen olmalı. Hadsen olmalı Hüsn bulunmalı özünde. İyilik bulunmalı. Her güzelliğin özünde iyilik bulunmaz maalesef. Bazı güzellikler fettandır, fitnedir. Onun için güzel hanımlara Osmanlı da fettan derlermiş. Yani göreni fitneye düşüren derlermiş, çok özür dilerim hanımlardan mizah sadedinde söylüyorum. Dolayısıyla her güzellik gönle el vermez, her güzellik Hüsna ya delalet etmez, Ahsen olmaz.

Ama Allah’ın öyle bir güzelliği var ki serapa Ahsen, serapa güzel, serapa iyi. O öyle bir güzellik ki mesela ilahi güzellik adamı yoldan çıkarmaz. İlahi güzellik adamın aklını başından almaz. Kara sevda değil ak sevdadır. Ak sevda diyorsun bir de sevda diyorsun. Tabii yakışmadı, çünkü sevda kara demektir seved siyah demektir. Sevda zaten müennes olduğu için siyah demek. O zaman ak muhabbet. Eyvallah, ak mevedded, vûd’

İnnelleziyne amenû ve amilus salihati seyec’alü lehümür Rahmânu vüdda. (Meryem/96) iman eden ve salih amel işleyen kimseler için o sonsuz rahmet sahibi bir sevgi yaratacak, hem de tarifsiz bir sevgi, vûdden, el vûd değil. tarifsiz bir sevgi.

Demek ki sevgi Allah’tanmış, El Vedûd dan mış. Allah sevgiyi koyarsa dünya alem nefret etmeye çalışsa yine de sevilir. Allah sevgiyi koymazsa dünya alem sevse ne yazar. Zorla, kanunla sevdirseniz ne yazar. Gönle giremez. Rabbim sevdirsin, rabbim sevsin cennetiyle sevindirsin inşaAllah.

El Hüsna onun için gözel olamaz, güzelle çeviremeyiz sadece çünkü her güzellik bu manada hem nafı’ğ yani yararlı, hem iyi değildir. Bu öyle bir güzellik ki el Hüsna hem özü itibarıyla iyidir, hem faydalıdır hem de güzeldir. Yani estetiğin 3 unsurunu da bünyesinde taşır. Zaruriyatı, haciyyatı, tahsiniyyatı. Estetiğin 3 unsurunu da içinde taşır Allah’ın güzelliği, esmanın güzelliği, El Esma ül Hüsna.

Tabii bunu Allah’a doğrudan atfedebilir miyiz? Mecazen atfedebiliriz onun için isimler araya konmuş ki zihnimiz karışmasın, insan zihni uruc edebilsin, mirac edebilsin. Bu mirac ta basamak olarak esmayı kullansın diye yoksa insan zihni mirac edemez. Çünkü Allah’ın zatı itibarıyle insan zihni kavrayamayacağı için zihin durur orada. Artık teşbih başlar, antropomorfizm başlar. Yani Allah’ı mevcut eşyaya benzetmeye kalkar artık insan işte orada yanlış yapmaya başlar. Bunu engellemek için araya isim konulmuştur. Onun için dillahirrahmanirrahim diye bir besmele çeşidi yoktur. BismillahirRahmanirRahıym diye bir besmele vardır. Allah ile başlarız değil, Allah’ın adıyla. Niye? Sebbihisme Rabbikel e’lâ.(A’lâ/1) dır.

ESMA DERSLERİ 2. VİDEO (2 -2)

Sebbihisme Rabbikel a’lâ. (A’lâ/1) Sübhane rabbiyel a’lâ. Ama biz ismi aradan kaldırıyoruz söylerken. Çünkü doğrudan yüreğimiz Allah’a mirac etsin isteniyor namazda. Onun için bakınız sübhanismirabbiyel a’lâ dememiz lazım mot a mot emre uyacaksak. Yüce olan rabbinin adını an. O zaman sübhanismi rabbiyel a’lâ; yüce olan rabbimin adı şanı yücedir, namı yücedir değil. SübhanerabbiyelA’lâ. Sebbihisme Rabbikel aziym. Aziym olan rabbinin adını an, yücelt, tesbih et. Ne diyoruz ama, ismi kaldırıyoruz söylerken. Çünkü orada fiil var artık, eylem var artık.

Peki emir verilirken isim niye kullanıldı da biz emri yaparken o isimsiz yaptı? Rabbimiz esmayı bize vesile olarak vermiş, vesilelerle tırmanınız, yani akleden kalbiniz uruc etsin esma bir vesile olsun diyor, sebep olsun. Feetbe’a sebeba. (Kehf/85) sebeplere sarıldı Zülkarneyn. Sebep yüksek hurmaların tepesinden aşağıya sarkıtılan merdiven görevi gören iptir. Hurmaları dermek için o ipe tutunarak çıkar bahçe sahibi. Çünkü bir hurmanın boyu bazen 8-10-12-14 m ye kadar varır, oradan hurmayı derer alır. Onun için sebep olsun. Dolayısıyla esma sebep. Geleceğim inşaAllah. Fakat esma güzelliğin sebebi değildir, güzelliğin ifadesidir. Güzelliğin sebebi başka, zihnimizin miracının sebebidir, ama güzelliğin ifadesidir.

El Hüsna mükemmellik ifade edesidir. El var çünkü, lâm ı tarifle gelir. Hüsna çok olabilir. Hatta isim olarak ta konulur bazen, fakat el Hüsna farklıdır. Ne ki başına el geldi bir iyi ve bir güzel, o sadece Allah’a hasredilir sadece Allah’a. Onun için el gelen güzellik mükemmellik ifade eder. El Basıyr; mükemmel gören. Bana Allah dışında bir El Basıyr gösterebilir misiniz. Basıyr çok, biz de görüyoruz. Bakan bakıyor o da görüyor, trenlere bakıyor mesela.

Fakat Allah’ın El Basıyr isminin tecellisi bizim görüşümüzle anlaşılabilir mi. Bu öyle bir görüş ki gözün arkasını görüyor, gönlü görüyor öyle bir görüş. Öyle bir görüş ki Ya’lemu hainetel a’yun.. (Mü’min/19) gözlerin ihanetini bile bilir. Ayete bakın ayete. Hainetel a’yun ve ma tuhfis sudur. Ve sadırlarda gizleneni de bilir. ve ma tuhfis sudur gözlerin ihanetini bilir. Ya gözlerin ihanetini bilir de gönüllerin ihanetini bilmez mi,

Gözlerin ihaneti nasıl bir şey acaba? Gözü bakıyor hesapta ama gözünün, bakışının arkasında ihanet var mı? Gözüne emir veren beyninde ihanet var mı onu da bilir diyor. ve ma tuhfis sudur, ve ta içinde gizleneni de bilir, sakladığını da bilir. Dolayısıyla Allah bilir.

Peki, ben ne bilirim derseniz, doğrudur siz de bilirsiniz. Ama neyi bilirsiniz, ne kadarını bilirsiniz, sadece baktığınızı bilirsiniz. Neye bakıyor, niçin bakıyor, baktığında ne görüyor, gördüğünü zihninde nasıl değerlendiriyor, değerlendirdiğini duygusuna nasıl yansıtıyor. Değerlendirdiğinden duygusuna yansıyanlar duygusunu nasıl belirliyor. O duygusunda belirlenenler bedeninde hangi fakülteleri harekete geçiriyor. O harekete geçen fakülteler hangi hormonları salgılıyor. O hormonlar nerelerine mesaj veriyor..! Aman Allah’ım nelerde varmış, görmek deyip, bakmak deyip bitmiyor ki.

Evet, işte böyle hainetel a’yun ve ma tuhfis sudur ve gizlediklerinizi de bilir. Allah’ın görmesi öyle, El basıyr dir, El Aliym dir. Mükemmeldir, mükemmel görür. Es Semiğ dir; Mükemmel işitir. İnsan da işitir ama insanın işitmesi O’nun işitmesine benzemez.

Dolayısıyla El Esma ül Hüsna tüm yararlı güzelliklerin, tüm özünde iyi yararlı güzelliklerin en mükemmelini ifade eder. O zaman nasıl anlayacağız? El Esma ül Hüsna tüm mükemmellikleri ifade eder anlayacağız.

Kur’an da 4 yerde terkip olarak kullanılır. Geliş sırasına göre Kur’an da ki kullanıldığı yerler şöyle.

1 – Allâhu lâ ilâhe illâ HÛ* leHUl Esmaül Hüsnâ; (Tâhâ/8) Allâhu lâ ilâhe illâ HÛ, Kelimeyi tevhid geliyor önce.Kelimeyi tevhidden sonra leHUl Esmaül Hüsnâ. Çok ilginç. Tevhide dair bir bağlamdır Tâhâ suresindeki bağlam. Yani içinde geldiği pasaj tevhide dairdir. Zaten Allâhu lâ ilâhe illâ HÛ dan anlaşılıyor. leHUl de ki “lâm” işin sırrıdır. “lâm” lâmı tahsistir ilk evvela, ilk göze görünen budur. Ne demek? En güzel isimi yani tüm mükemmellikler O’na hastır, O’na mahsustur.

Bu ne demek? Aynı zamanda sadece Allah tasavvurumuzu mu inşa ediyor bu? Hayır, aynı zamanda insan tasavvurumuzu da değilleme ile inşa ediyor. Yani gizli bir nefiy var burada, bu bir ispat cümlesi. Ve leHUl Esmaül Hüsnâ ama bir nefiy de var. O nefiy nedir? Hiçbir insan hiçbir sıfatta mükemmel değildir. Allah dışında ki bir varlığa mükemmellik yakıştırma yine insanoğlunun. Ey mü’minler burada aslında bunu söylüyor, gizli olarak söylüyor ama. leHUl Esmaül Hüsnâ diyorsa orada ki leHU bize aman ha, Allah dışında bir varlığa mükemmellik atfetmeyin.

Sen mükemmelsin diyenlere mükemmel Allah’tır deyin. İnsan-ı Kâmil denilmiş onun için, insan-ı mükemmel denilmemiş. Kemal yolculuğu ayrı bir yolculuk, fakat mükemmel olan Allah’tır. El Ekmel olan Allah’tır. Dolayısıyla El ekmel O’dur. Çünkü O zaman içerisinde büyümez, zaman içerisinde bilgi kazanmaz, zamanla Allah doğrudan bir araya getirilemez. Allah dediniz mi zaman dışarıda, mahluk tarafında kalır. Yoksa zamana da halık, haşa tanrı sıfatı vermemiz lazım. Onun için Allah dünü bilir mi, geleceği bilir mi, geçmişi bilir mi gibi sorular cahil sorusudur. Allah yarattığının mahkumu değil hakimidir.

El esmaül Hüsna bu manada tüm mükemmellikleri ifade eder. onun için Kur’an da geçen esma iki şekilde gelir. 1 – nekira, 2 – Marife olarak gelir. Keriym; keriymun biçiminde gelir mesela. Habiyrun biçiminde gelir, aliymun biçiminde gelir, el Aliym olarak ta gelir ama.

Peki nedir mesajları? Genelde nekira geldiği yerlerde bağlamın içinde ki konunun içindeki mevzuya bir atıftır. Mesela orada Aliymun gelmiş, Allah’ın bilgisi orada bahsedilen konu hakkında ki bilgisinden söz ediliyor genellikle. Ama Êl Aliym geldiğinde mücerret bir sıfat olarak gelir her şeyi bilir. Onun için böyle bir nüktesi var.

Peki enler babında nekira ve marifenin farkı nedir? El Aliym geldiğinde en ler babında zaten bellidir; her şeyi bilir. Peki ama Aliymun’a ne diyelim? Bir çelişki değil mi. Aliymun, Habiyrun; değil, Peki burada ki en mükemmellik nekiraya, belirsiz gelen esmaya nasıl yansır akıl sır almaz bir biçimde bilir şeklinde yansır. Yani tarifsiz, hani el “lâm” ı tarif ya, belirlilik takısı el, el Aliym; o gelmedi mesela tarifsiz bilir. Onun bilgisini tarif etmeye kalkmayın, edemezsiniz. Tariflere sığmaz tarifsizdir.

Sizin niye yaptığınızı bilir. Neyi yaptığınızı zaten bilir, neyi yaptığınızı ben de bilirim yapıyorsunuz görüyorum. Ama niye yaptığınızı da bilir. Haydi onu anneniz de bilir çünkü anneniz sizi doğurdu,huyunuzu suyunuzu bildiği için hangi davranışın arkasında hangi mantığınız var onu bilir. Ama O, mantığın arkasında ki duygu dünyanızı da bilir. Onu anneniz de bilmez. Hatta bazen siz bile bilemezsiniz. Siz sizi bilmezsiniz de O sizi bilir. Hangi Saiklerle yaptınız, sizi yönlendiren iç güdüler nedir, gizli duygular nedir, karanlık odalarınızda ne gibi bir şey var.

Mesela birini övüyorsunuz, ilk bakışta güzel bir hareket gibi duruyor. Fakat bir geri adım attığınızda hafif, flû bulanıyor. İki gerisine, derinine dalıyorsunuz, dışarıdan övgü gibi duran o şey aslında sövgüye dönüşüyor. Yani sövseniz o kadar zarar veremezsiniz övdüğünüze. Şimdi Allah sizi o övgünüzden dolayı size sevap mı yazsın istiyorsunuz.

Allah; [(Allah’u ya’lemu Bi zatis sudur) (Hayır, doğrusu]; vAllâhu Aliymun Bi zatis sudur. (A.İmran/154) Göğüslerin özünü bilendir ta oradan bakıyor işe. Sen defterinde onu bulamadın, Ya rabbi ben Allah rızası için bunu övmüştüm, veya sadaka vermiştim, şunu yapmıştım, bunu yapmıştım ama ya rabbi burada ekside geçiyor. Sen beni kandıracağını mı zannediyorsun, sen görmeyen bir Allah’a mı iman etmiştin. Ben demedim mi görürüm, özünü görürüm, bakışta ki hainliği görürüm ve göğüslerinizde gizlediklerinizi görürüm. Dolayısıyla Allah’ın esmasını bilmek imanımıza o kadar çok şey kazandırır ki dostlar. Bu derslerin zaten tek gayesi varsa o da odur, yoksa bilgiçlik taslamak değil.

Tâhâ/8 Hz. Musa ile bağlantılı, ehlidi bir mevzu işleniyor, Hz. Musa ile bağlantı açısından alınıyor. İlginç değil mi Tâhâ suresinde Hz. Musa’nın kıssasının anlatıldığı bir çok sure de geçmeyen özellik var. O da rabbi ile konuşması. ..fahla’ na’leyk* inneke Bil vadil mukaddesi Tuva. (Tâhâ/12) işte orada. Yani ilahi telakki orada gerçekleşti. Musa kelimullah orada oldu. Dikkatinizi çekerim leHUl Esmaül Hüsnâ gelen 4 yerden biri de orası, tesadüf değil. Yani Musa’nın Allah ile konuşmasını leHUl Esmaül Hüsnâ yi dikkate alarak anlayın ey mü’minler, sakın teşbihe kaçmayın. Endazeyi kaçırmayın, bu ölçüyü kaçırmayın Allah hakkında basitleştirici düşüncelere kapılmayın.

İşte orada geliyor tesadüf değil. Geldiği 4 yerde de böyle bir kasis var. Düz zihne sınır çiziyor. İnsan aklına sınır çiziyor. Yani haddini aşma, çok ilginç.

Yine 2. geldiği yer aynı şeyleri söyleyebileceğim bir yer; İsra/110. ayeti. Kulid’ullahe evid’ur Rahmân* eyyen ma ted’u feleHUl Esmâül Hüsna. (İsra/110) İster Allah diyerek dua edin, ister Rahman diye dua edin, çağırın, yalvarıp yakarın. eyyen ma ted’u hangisiyle, nasıl dua ederseniz edin feleHUl Esmâül Hüsna tüm mükemmellikler O’na aittir. Demin ki yaptığım açıklamalarla beraber bu ayeti düşünelim.

İster Allah deyin ister Rahman deyin de ki nükte nedir? Birisi isim, birisi vasıf, sıfat. Demek ki aslında sıfatta ismin yerine konulabiliyor Kur’an tarafından. İster Allah de ister Rahman de.. Onun için ister Allah’ı ismi ile ister sıfatıyla an fark etmiyor. Yani bu öncelikle fiziki, maddi olarak ayetin söylediği ilk şey bu. Ama çok derinlerde, çok başka manalar var.

Özellikle bu ayetin indiği zaman diliminde müşriklerden kaynaklanan bir problem var. Oda nedir? Rahman isminden nefret ediyorlar. Çok ilginç bir biçimde rahman ismini dillerine almak istemiyorlar. Müseyleme ve Yemame’nin rahmanı diyorlardı. Rahmanı Hıristiyanlığın iki ilahından biri zannederlermiş bir yerde okumuştum. Bu gerçeğin bir kısmını açıklıyor. Fakat Rahman isminden nefret ettikleri kesin.

Onun için Hudeybiye sulh’un da, barış anlaşmasında BismillahirRahmanirRahıym demişti ResulAllah, Rahman da neymiş dedi Süheyl Bin Amr. Barış anlamasında Süheyl Bin Amr’ın Resulallah’a yaptığı ilk itiraz bu. Ben dedi atalarımızdan duyduğumu yazarım Bismikallahümme. Böyle yazdı. Yine Allah’ın adıyla diyor. Ama Rahman dillerine acı değmiş gibi oluyorlar. Onun için Rahman suresinin Rahman ile başlaması bir meydan okumadır.

Rahman da ne miymiş, zaten bu soru Kur’an da geçer, Onlar Rahman da neymiş diyorlar. Ve mer Rahman, Rahman da neymiş. Sanki ona cevap olarak bana öyle gelir mealim de de onu vurguyu yaptım zaten Rahman da kimmiş. Er Rahman; dinle o zaman ey insan Allemel Kur’ân Kur’an ı öğretti, Rahman O dur işte. Halekal İnsân İnsanı yarattı, Allemehül beyân insana kendini ifade etme yeteneğini verdi. Eş Şemsu velKameru Bi husban güneş ve ay belli bir yörüngede işte Rahman sayesinde dönerler. Yani güneşe de, Aya da yörüngesini koydu. Güneş ve aya yörüngesini koyan Allah sana bir yörünge koymasın mı ey insan. VenNecmu veşŞeceru yescudan yıldızlar, ağaçlar, bitkiler, (Necm otlar içinde kullanılır). Bütün bunlar secde etmektedirler. Ne demek? Allah’ın emrine amade olmaktadırlar. Ey insan şimdi sen mi Allah’a baş kaldıracaksın. Etrafına bak her şey Allah’ın koyduğu yerde duruyor sen Allah’ın koyduğu yere razı olmuyorsun.

Arkasından geliyor, geliyor; Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban O halde rabbinin hangi bir nimetin yalanlarsın. Bütün bunlar nimet. Rahman ın Rahman olması, rahmetinin sonsuz olması bir nimet. Kur’an ı öğretmesi bir başka nimet. İnsana beyan, kendini ifade etme yeteneği vermesi bir başka nimet. Güneşi ayı belli bir yörüngede merkez çekim merkezkaç kuvvetleri arasında harika bir sistemle yaratması aslında ölüm kaynağı olan güneşi hayat kaynağı yapması bir başka nimet öyle değil mi. Bütün bu nimetleri nasıl inkar edersin ey insan.

Onun için İsra/110 da ki, adeta bize Rahman ın rahmetini tüm hücrelerimize duyuran bir ayet. feleHUl Esmâül Hüsna dikkat buyurun yukarıda ki leHUl Esmaül Hüsnâ idi buradafe fe ile geldi, fa yı takibiye ile geldi bir öncekine bağlar fa burada ve önceki ile sonraki arasında doğrudan bir irtibat olduğunu ifade eder. O halde, özetle, sözün özü leHUl Esmaül Hüsnâ tüm mükemmellikler ona aittir. Burada da aynı harf geldi. leHUl, tahsis “lâm” ı. O’na mahsustur, O’na hastır. Dolayısıyla bir başkasına mükemmellik yakıştırmayın.

Vaktimiz dolmuş kusura bakmayın notlarımı bitiremedim, ders yarım kaldı diyorum, ama Allah ömür verir mi bilmiyorum gelecek haftaya hangimiz çıkarız, bir adım sonrasını göremiyoruz, ölüm bizim için her zaman daha yakın. Dolayısıyla eğer nefesimiz yeter gelecek derse inşaAllah ilahi esmanın huzurunda buluşmak üzere Selâmün aleyküm. Allah kabul etsin.


ESMA DERSLERİ (3-1)(3-2) GİRİŞ.

$
0
0

300

{{(“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.)}}

[(3-1) Videosunun esma ile ilgisi yok. (3-2) den devam]

Bugün üçüncü dersimizde bitirememiştim, yarım kalmıştı El Esma ül Hüsna tamlamasının 2. unsurunu işliyordum. Malumunuz birinci derste Esma ül Hüsna hakkında genel bilgiler vermiştim. İkinci derste El Esma ül Hüsna nın El Esma sını işlemiştim. Bugün de inşaAllah el Hüsna sını işleyeceğim.

Diyeceksiniz ki hocam zaten ayda bir El Esma ül Hüsna dan daha esmaül hüsnaya gelemediniz. Allah’ı, Rab, Semiğ, ‘Aliym, Basiyr, Rahman, Rahiym, Keriym..! Hocam bu kadar da isim var siz ne kadar uzatmayı düşünüyorsunuz?

Ben uzatmıyorum mevzu uzun, mevzu ciddi. Sadece benim hassasiyetim yüzeysel olmamak. Verdiğim bir bilginin yüzeysel bir biçimde verilmesi beni tatmin etmiyor. Onun için verebiliyorsam verebileceğimin en azamisi olmalı. En azından karşımdaki insanlar neden ve niçinlere dair bir takım bir şeyler öğrenmeli. Onun için size cilalanmış bilgiler vermiyorum. Yüzeysel ve üstünkörü bilgilerle sizin gidip de başkalarına bunları aktarmanıza razı değilim. Eğer siz işi mesenlin kökünü anlamazsanız başkalarına anlatamazsınız. Anlatırsınız ama başkaları anlamaz, çünkü siz anlamasınız, anlamadığınız bir şeyi anlatamazsınız. Onun için sizin anladığınızı gözlerinizden okuyuncaya kadar anlatıyorum zaten bir şeyi. Gözlerinizden o derin vesiyi aldığımda kesiyorum, tamam diyorum bu iş bitti artık getirebilirsiniz manasına geliyor bu, artık taşıyabilirsiniz bilgiyi.

Onun için bilginin mutlaka ve mutlaka sağlam kökleri, sağlam saçakları olması lazım. O köklere, o saçaklara tutunarak bilgi meyve verir ancak üretilebilir. Onun için toprağın altında ki o saçaklar gerçekleşmeden, yürümeden, büyümeden nasıl meyveye duracak sizin bilginiz. Buna gayret ediyorum kusura bakmayın. Sürdürmek ve uzatmak istediğimden değil.

Hiç şüphesiz bu Esma ül Hüsna derslerini de böyle tefsir dersleri gibi 16 yıl sürsün falan istemiyorum. Çünkü ömrüm de ne kadar onu bilmiyorum, bir adım sonrası meçhul. Yarın sabaha çıkacağımıza dair hiçbirimizin bir garantisi yok Allah’ın izni açısından. Ne olursunuz büyük cehaletimizi hiç unutmayın. Allah biliyor ama biz bilmiyoruz. Bir adım sonramızı bilmiyoruz.

İnsanoğlu aslında o kadar zayıf ki, zayıflığının farkında değil. Bir adım sonra kendisini neyin beklediğini bilmiyor. Onun için zaten teslimiyet bu, İslam olmak bu, Allah biliyor, bilene teslim olmak. Fotoğrafın tamamını gören o, biz sadece küçük bir parçasını görüyoruz, tamamını görmüş gibi hava atmıyor bu yanlış olur.

El Esma ül Hüsna nın El Hüsna sı En güzel manasına geldiğini söylemiştim. Ama El Hüsna aynı zamanda pek güzel manasına, hep güzel manasına, çok güzel manasına da gelir. Ama bütün bunları bir arada söylemek mümkin değil. Hep güzel, tek güzel, pek güzel, çok güzel, güzel, en güzel. Bütün bunlar ayrı nüanslara sahip. En güzel demekle pek güzel demek arasında nüans var. En güzel ile çok güzel arasında bir nüans var. Bunların hepsini birleştirirsek bir şey söyleyebilir miyiz? Ben de şunu teklif etmiştim; Mükemmel.

Peki Mükemmel ile Kâmil arasında ne fark vardır ki? Var. Mükemmel kemâl sürecinde son bulmuş olana denir. Kâmil ise sürecin devamına işaret eder, süreç bitmemiştir. İnsan mükemmel yanlıştır, insan-ı Kâmil doğrudur. İnsan-ı mükemmel olmaz, mükemmel insan olmaz. İnsan kâmil olur. Kemal yoluna düşmüş o yolda yolcu olan insan demektir. Yoksa mükemmel insan olur mu? Olmaz. Buna herkes dahil, kul kusursuz olur mu.

Onun için rabbimiz Kur’an da Adem’in günahından söz etti. Yunus’un görevden kaçmasından söz etti peygamber olarak. Hz. Musa’nın nübüvvetinden önce işlediği kaza cinayetinden söz etti innî zalemtü nefsi diyordu, ben nefsime zulmettim. Hz. Davud’un tevbesinden söz etti. Bütün bunlardan söz etmesi ve Allah Resulüne Abese/3-4 ayetindeki uyarıları da bu çerçevedeydi. Yine; lime ezinte lehüm.. (Tevbe/43) niçin onlara izin verdin azarı da buydu ‘AfAllâhu ‘ank Allah seni affetti veya affetsin demesi de bu yüzdendi ve daha başka ayetlerde Allah resulünü uyarması da bu yüzdendi. Yani kul kusursuz olmaz.Daha ilk indirilen pasajda zaten hiç kimse verilen emri kusursuz yerine getiremez denilmesi, bir ayetin buna tahsis edilmesi de bu yüzdendi. Ki (‘Alak/16) Zaten hiç kimse verilen emri kusursuz yerine getiremez. Onun için El Esma ül Hüsna Allah’ın mükemmelliği. Bize verilen şey bu.

Şimdi diyeceksiniz ki El; “lâm” ı tarifle İngilizcede ki bu ya karşılık gelen “lâm”, lamı tarifle gelen isimleri biliyoruz mükemmelliği ifade ederler, mutlaklık ifade ederler. El Keriym mesela. Er Rahman. Fakat “el” siz gelen isimler de var ‘Aliymun Habiyr, Basiyrun, Habiyrun, Aliymun. El yok. El olmadığı için de mutlaklık ifade etmez. Peki burada ki mükemmellik ne?

El ile gelen isimlerde mükemmellik “lâm” ı tariften geliyor, mutlak görüş. El Basiyr, Er Rezzak; mutlak rızık verici. Peki Rezzak dersek, mukayyettir. Siz rızık verebilirsiniz fakat sizin verdiğiniz rızıkla veya sizin Rezzak oluşunuzla O’nun Rezzak oluşu farklı. Siz Rauf olabilirsiniz. Allah’ta Rauf. Siz Mü’min olabilirsiniz ama Allah’ta el Mü’min. Siz Rauf sunuz, Allah Er Rauf. Siz Rahiym siniz, Allah Er Rahiym. Peki fark ne? Sizin merhametiniz O’nun verdiği kadardır. Merhametinizi bir başkasına borçlusunuz. Peki O kime borçlu? Merhameti zatından olandır. Vurgu bu. Rauf, siz şefkatli olabilirsiniz, O da şefkatli. Sizin şefkatiniz verilmiş bir şefkat, O’nun şefkati ise kâinata verilen bir şefkat. Nasıl aynı olur öyle değil mi. Mü’min, siz de Mü’min siniz, ama El Mü’min değilsiniz. Nedir? Biz insanların güven meselesinde mutlaka eksiği gediği olur. Fakat Allah mutlak güven sahibidir. Hiçbir insana mutlak güven diye bir şey olmaz. İsterseniz mutlak olarak insana güvenin, sizi şaşırtır. Hz. Yunus’a peygamber diye mutlak güvenin bir yerde bıçak kemiğe dayandı, haydi bana eyvallah dedi, benden bu kadar dedi.

Onun için Allah’a güveninizden dolayıdır peygambere güvenimiz. Bu çok önemli. Yani güven bizatihi değil bi gayrihidir. Dolaylıdır, Allah’tan dolayıdır yani. Ama Allah’a sonsuzca güvenin. Mesela insana, şeyhinize, efendinize beni cennete sokar diye güvenin yarın görürsünüz sokar mı sokmaz mı, kendisini sokabilir mi? Ama Allah’a güvenin. Eğer girmeyi hak ettinizse elinde cennet olan yegane güç Allah’tır. Hiç sizi yarı yolda bırakır mı.

Bunu anladıkta nekira gelen, belirsiz kiple gelen ‘Alimun, Habiyrun gibi nasıl diyeceğiz bunu? Aliymun; burada belirsizlik var. Belirsiz gelen esma da da mutlaka içinde mükemmellik var. Nasıl bir şey bu? Belirsiz gelen esma akıl sır ermez bir biçimde bilen manasına gelir. Aliymun. İnsan da bilir Allah’ta bilir. Fakat insanın nasıl bildiğine akıl sır erer. Bu nereden bildi? Nereden bilecek e-mail den de oradan bildi. Nereden bildi? Falan kitabı okursan sen de bilirsin. Nerden bildi? Nerden bilecek halamdan duymuş..!

Peki Allah nerden bildi? İşte orada duruyorsunuz, söyleyeceğiniz hiçbir şey aslında açıklayıcı değil Allah’ın bilgisi. Olmuş, olacak kelimeleri de yaya kalıyor çünkü Allah için zaman söz konusu değil. Zamanı yaratan bir varlığı zamanın içine hapsedemezsiniz. Zamanı yaratanın bilgisini de zamanın içine hapsedemezsiniz. Önce ve sonra kelimeleri Allah için geçmez saçmadırlar. İşte olmadan önce olmadan sonra falan. Çünkü bunlar zaman ile kullanılan şeylerdir.

Peki bizim zihnimiz hep böyle kurar cümleleri? İnsan zihni zaman dışı çalışamaz. Cennette inşaAllah. Cennet zamanı aşmaktır, zamanın sınırına ulaşmaktır daha doğrusu. Onun için hep aynı yaştır, tabir caizse ışık hızında yaşamaktır. Onun için Allah’ın bilgisinin sınırsızlığını biz kavrayamayız.

El aczü an derkil idraki idrakun,

Vel bahsü an sırrı zatillahi işrakün.

Allah’ı idrak etmek idrakten aciz olduğunu idrak etmektir. Allah’ı bilmek, Allah’ı tam bilmekten aciz olduğunu bilmektir. Ve Allah’ın zatının sırrını aramak şirkin en büyüğüdür.

Beytin 1. dizesini Hz. EbuBekir’e aittir, 2. dizesi Hz. Ömer’e aittir. Ziya paşamızı gel de hatırlama

İdraki meali bu küçük akla gerekmez,

Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.

Allah’ın varlığını kavramak bu küçük akla gerekmez diyor, çünkü yaratılmış olan yaratanı kuşatamaz. Mukayyet olan, mutlak olanı kuşatamaz. Sınırlı olan sınırsız olanı kuşatamaz. Bu varlığın yasasıdır zaten. Bu terazi bu kadar ağırlığı, sıkleti çekmez diyor. Onun için haddimizi bildik mi rabbimizi biliyoruz zaten, işin sırrı da burada.

Evet, El Esma ül Hüsna, hünsasını böyle açıklamıştık ve 4 yerde gelir demiştik.

1 – Allâhu lâ ilâhe illâ HÛ* leHUl Esmaül Hüsnâ (Tâhâ/8) tevhide dair bir bağlamda geliyor bu ayette, üstelik tevhid ile geliyor. Allâhu lâ ilâhe illâ HÛ* leHUl Esmaül Hüsnâ Allah kim mi diyorsun ey insan Allah O ki kendisinden başka tapınılmaya layık hiçbir varlık yok. lâ ilâhe illâ HÛ İllallah diyor. Ne illâ? Hu gelmiş. Kur’an da Lâ ilâhe İllallah şeklinde tam kalıp olarak bir tek yerde gelir. Burada Allah yerine HU gelmiş, İllâ Hüve. Hüve derler bazı dilciler Allah lafzının sonunda ki HU dur. Hatta Allah lafzını şöyle tahlil etsek Elif i attık geriye kaldı lillâhi. Hepsi harfleri düşürsek dahi anlam taşır. Lillâhi Allah için demektir, Allah’a has demek, Allah’a ait demek, Allah’a mahsus demek. “lâm” ı da attık leHU. Burada ki leHU o işte. Allâhu lâ ilâhe illâ HÛve

Hatta; leHUl Esmaül Hüsnâ bakınız leHU. İkinci “lâm” ı da attık ne kaldı? HU. İllaHU daki HU, O. LeHU da yine O’na ait demek. HU ne? O. Yahve varya Yahudilikteki tanrıya verilen isim, ya Huve dir. Ey O olan demek. Sami dil ailesinden olduğu için temelde benzerlik var. HU..! biliyorsunuz dervişler böyle bir zikir çekerler her ne kadar İbn. Teymiye buna cevaz vermese de. Anlamlı cümle olmadıkça o zikre konu olmaz der. Fakat ben bir beis görmüyorum, çünkü HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ. (Haşr/22-23) Her isim Allah’a döner, Allah ismi HU ya döner.

Hüva, vav asli değil. Çünkü “vav” asli olsaydı hüma da hüvema gelmesi lazımdı. İkil formda vav düşüyor. Tali olan düşüyor asıl olan kalıyor.

Demek ki Hüve de asıl HU. HU ise bir harf değildir, hatta bir ses bile değildir, nefestir. Nefes alın Hu dersiniz. yani nefes alın hu dersiniz Her nefes alan canlı her nefesinde Allah’ı zikreder, tesbih eder. Nefesten bu sesin çıkması ilahi dizayn eseridir ve aslında her nefes Allah’ın Hay sıfatını gösteren bir işarettir.

Yaşıyorsan O’nun varlığına şahitsin, nefes alıyorsan O var mı diye sorma, nefesin onun varlığını söylüyor. O zaman dilinle O yok de, O yok derken aldığın nefes var diyor. Hem sen O yok diyorsun, önce O diyorsun, sonra yok diyorsun. Yoksa niye O diyorsun. Yani önce O’na ait bir işaret zamiriyle O’nu gösteriyorsun, sonra yok diyorsun. Yoksa gösterme. O , yok. Buna totoloji derler mantıkta. Saçmadır. Allah yokta aynı şeye geliyor. Allah diyorsun, yokun adı olmaz. Bana bir şey söyle ki yok olsun, yokun adı olmaz varın adı olur. Onun için haşa bu manada Allah’ı inkar eden bazı aymazların nefesi Allah’ın varlığını söylüyor. Demek ki senin nefesin seni yalanlıyor ey insan ne nankörsün, bu nankörlük ne.

Dolayısıyla bu da Tâhâ/8 de Allâhu lâ ilâhe illâ HÛ* leHUl Esmaül Hüsnâ (Tâhâ/8) tüm mükemmellikler, en güzel nitelikler O’na aittir O’na hastır. leHU da sır var burada. “lâm” lamı tahsis, mahsustur manası verir. O’na mahsustur. Ne demek O’na mahsustur? O’ndan başkasına hasredilemez demek yani nefyi var bunun ispatı var, ispat cümlesidir bu. Nispet cümle, olumlu cümle diyoruz buna belagatte. Ama bu olumlu cümle aynı zamanda bir şeyi de nefyediyor, olumsuzluyor zımnen. Nedir o? O’ndan başkasına tahsis etmek yasaktır. Demek ki Allah’tan başka bir varlığa mükemmellik vermeyi bu cümlelerin hepsi yasaklıyor.

Bu aynı zamanda Allah tasavvurumuzu değil, insan tasavvurumuzu inşa ediyor farkında mısınız. Allahuekber,..

İkinci İsra/110 da geçiyor; Kulid’ullahe evid’ur Rahmân* eyyen ma ted’u feleHUl Esmâül Hüsna. (İsra/110) İster Allah de, ister rahman de eyyen ma ted’u feleHUl Esmâül Hüsna hangisiyle çağırırsanız, dua ederseniz edin hepsi de onun mükemmelliğini yansıtan esmasıdır, isimlerdir.

Evet, feleHUL burada da var. Yukarıda da geldi burada da geldi. leHUL. Yani “lâm”ı tahsis, mahsustur, O’na mahsustur. Burada aslında Allah ve Rahman isimleri bakınız Kulid’ullahe evid’ur Rahmân el bağlacı tahrir ifade eder Arap dilinde Tahrir ne demek ya o, ya o, seçme, seçim bildirir.Yani veya, Allah veya Rahman. İki şeyden birini seçmek. Eğer ortada iki şey sunuluyor da birini seçmemizin herhangi bir değişiklik olmadığını söylüyorsa aslında onun yerine o, onun yerine o kullanılır denir. Onun için sıfatlar yerine isimler, isimler yerine sıfatlar kullanılırın Kur’ancası. Onun için Allah ismi isimdir, mutlak, ismi hastır, gerisi sıfattır.

Demek ki aslında Rahman dediğimizde Allah demiş oluyoruz. Çünkü Allahun, Rahmanun. Allahun, Rahiymun, Allahun, Keriymun, Allahun Aziyzun, Allahun Hakiymun, Allahu Ğafurun. Hepsini arkasına getirip buradan bir sıfar tamlaması yapabilirsiniz. Sıfat, mevsuf, yani tanımlanan. Tanımlanan Allah’tır. Dolayısıyla hepsinin içinde tanımlanan olarak Allah vardır sıfatların başında. Böyle göreceğiz böyle anlayacağız.

Üçüncüsü Ve Lillâhil Esmâül Husna fed’uHU Biha (‘Araf/180) ayeti. Burada da “lâm” gelmiş bakınız. Diğer ikisinde de Hul gelmişti, burada “lâm” gelmiş. Aynı lâmdır tahsis lâmıdır. Ve Lillâhil Esmâül Husna en güzel nitelikler Allah’a mahsustur. Burada da ne diyor yine İnsan tasavvurumuzu inşa ediyor dedik değil mi. Ne demek bu? Allah dışında herhangi bir varlığa mükemmellik atfetmeyin. Bu varlık kim olabilir, her halde kötülere mükemmellik atfedecek halimiz yok, iyilere mükemmellik atfedersiniz öyle değil mi. Ebu Cehil’e mükemmellik atfetmek saçma bir şeydir. Şeytana da mükemmellik atfetmekte saçma bir şey. Kime mükemmellik atfetmeyin deniyor insan uyarılırken? Velilere, Alimlere, hocalara, şeyhlere, peygamberlere, yani büyüklere mükemmellik atfetmeyin. Uyarırken böyle uyarırsınız değil mi?

Peki bütün bu Kur’an i uyarıları biz tutuyor muyuz? Tutmuyoruz. Müslümanlardan her kesim tutuyor mu, tutmuyor. Peki doğru yapıyor mu? Yapmıyor. Kur’an a göre yanlış yapıyor. Peki bu yanlış nelere mal oluyor biliyor musunuz? Allah dışında başkalarına mükemmellik atfı nelere mal oluyor.

Biz büyükleri önce kaybediyoruz. Mükemmellik atfettiğimiz büyüğe yazık ediyoruz, harcıyoruz onu. O hakikaten güzel bir insan, hoş bir insan, rehber bir insan, önder bir insan, Alim bir insan, arif bir insan, fazıl, kâmil bir insan, fakat mükemmellik atfettiğimizde onu insan olmaktan çıkarıyoruz. Birini insan olmaktan çıkarınca tanrı olmaz, insan olmaktan çıkarmış olursunuz.

Peki yazık değil mi ona? Ama siz ona ikram etmişsiniz değil mi mükemmellik atfederek fakat ona yazık ettiniz. Birine mükemmellik atfı yapan ona yazık etmiş olur. Önce ona yazık etmiştir. Hz. İsa’yı tanrı ilan edenler Hz. İsa’ya ikram mı ettiler, yazık mı ettiler. Yazık ettiler. Onun için ne diyor Hz. İsa; Ben onların şirkinden berîyim. Dolayısıyla yazık ettiler.

Peki asıl yazığı kime ettiler? Kendilerine yazık ettiler. Hz. İsa’dan istifade edemediler ona yazık ettiler. Kendilerine yazık ettiler asıl çünkü tanrılaştırmak gibi bir çirkinliği yaparak Allah’a olan imanlarını yok ettiler, küfrettiler. Dolayısıyla görüyorsunuz dostlar yani ille tanrılaştırmak şart değil, mükemmellik atfı diyor. Falanca her şeyi görür. Alın size bir El Basıyr. Biz El Basıyr’i Allah bilirdik. Demek falanca Ona mı ortak oldu.

Her şeyi görür. Nasıl bir inanç, bu nasıl bir yaklaşım. Kur’an la inşa olmuş hiçbir akıl böyle düşünemez. Fakat sıkıntı Kur’an la inşa olmamak onun için nerede olursanız olun, tarikatlı, tarikatsız, selefi, vahhabi, Sünni, şii, Şafii, Hanefi, Hambeli, Maliki, Caferi, Zeydi, Harici ne olursanız olun, veya hiç biri ne olursanız olun ama vahiyle inşa olun. Önce vahiyle inşa olun. Kadiri, çeşti, Nakşibendi, Kübrevi, paridi veya diğerleri ne olursanız olun ama vahiyle inşa olun ondan sonra ne olursanız olun beni ilgilendirmez. Fakat bu işin zemini vahiyle inşa olmak. Vahiy olmadan olmaz.

Evet değerli dostlar işte Allah dışında ki kaynağa mükemmellik atfı böylesine sıkıntı çıkarıyor, sadece kendisine yazık etmiyor, karşısındakini de. Şimdi o yaşıyorsa biliyor musunuz? Bizim efendi senin yatakta kaç defa döndüğünü görür diyor. Şimdi adam onun yatakta kaç kere döndüğünü bilir diye inandığını biliyor ya zavallı şimdi rol kesmeye başlıyacak. Ne yapsın, rol kesmese inanmayacak. Rol kesse kendine yazık edecek, kesmese müessese gidecek elden. Ne yapacak şimdi. İşte ahlak bozucu tavır. Yani önderlerin ahlakını bozuyorlar bu tipler. Bu sefer rol yapmaya başlayacak, imaj oluşturacak.

Benim bir talebem vardı bir gün hocam dedi bir mektup yazdı beni sabah namazına kaldırıyorsunuz dedi, git oğlum beni anam kaldırıyor dedim seni ne kaldırayım sen bana olan sevgini biri gibi görmüşsün. Rabbim bana olan muhabbetini ödüllendirmiş bu kadar. Buna karşı alınacak bir başka tavır daha vardı. “Naçizane amacım size söylemekti..!”;) Üçüncü bir tavır daha var: “Arkadaşlarınız da bilirse iyi olur..!”  ne mütevazılık ama..:)

Dolayısıyla bu şöhretin şehvetinden adam ne olur? Yoldan yolaktan çıkar, adamı tut tutabilirsen, Allah etmesin. İşte şeytanın oyuncağı olmak budur. Ondan sonra seni talebelerin yönlendirmeye başlar, müritleri yönlendirmeye başlar, çömezleri yönlendirmeye başlar iki dünya ile sen hey heylenirsin. Rüya gören gelir, görmeyen de gelir aslında görmüş gibi gelir o zaman. Çünkü senin zaafını keşfettiler ya, rüyamda şöyle oldu falan. Sen de estağfirullah falan dersin daha büyürsün.

Görüyorsunuz adamın ahlakını nasıl bozuyorlar. İnsanın ahlakını bozuyorlar. Allah dışında ki varlıklara, insanlara mükemmellik, her hangi bir alanda mükemmellik atfı onun ahlakını bozmaktır. İnsan tasavvurunuz kayıyor bu sefer. Yani onu yemek yerken göremiyorsunuz, zaten yemek yerken görünmekten kaçıyor, yemek yerken görünür mü. Senin her gece yatakta kaç kere döndüğüne inandığın birini yemek yerken, hele hele tuvalete giderken görsen. Tam da müşriklere Kur’an ın dediği gibi; ..mali hazer Rasûli ye’külüt taame ve yemşi fiyl esvak. (Furkan/7) Bu ne biçim peygamber diyorlardı yemek yiyor su içiyor, çarşıda pazarda geziyor. Görüyor musunuz aslında her şeyin ipucu Kur’an da var. Kur’an bize insanın tabiatını nasıl güzel veriyor. Yani zehirlenmeler nerede başlıyor, ne güzel ifade ediyor görüyorsunuz dostlar. Zehirlenmeler oralarda başlıyor.

Allah sizden de razı olsun, siz de Allah’tan razı olun, Allah hepimizin istikametimizi muhafaza buyursun, ayaklarımızı kaydırmasın, bizi bize kul etmesin, bizi kendine kul etsin.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ESMA ÜL HÜSNA DERSLERİ (4-1)

$
0
0

300

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Allahümme amin..!

Değerli dostlar Esma ül Hüsna derslerimizin inşaAllah 4. süne başlayacağız. Bugün Esma ya ayırmak istiyorum, mukaddime yapmak istemiyorum çünkü henüz daha Esma’ya giremedik 4 ay oldu Allah diyemedik, 99 isim nasıl bitecek diyorsanız eğer ben de bilmiyorum nasıl biteceğini. Ama Elhamdülillâh o mühim. Çünkü böyle bir girizgah, böyle bir giriş elzemdi. Esman’nın hikmetini anlamadan Esmayı anlamak mümkün değil. Zaten sıkıntı da oradan geliyor. Sebepleri izah etmeden sonuçları anlamaya çalıştığımız için başımıza iş geliyor. Zaten anlamıyoruz da, anlayamıyoruz. Onun için illetinden yola çıkarak hikmetine varırsak eğer hikmetini de anlarız.

Burada sebepler üzerinde duruyoruz. Esma ül Hüsnanın nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duruyoruz. Önce kavramsal tahliller yapıyoruz, yapmamız gerekiyor zaten. Meseleyi özünden ele almazsak, başından ele almazsak mesele yarım anlaşılıyor. Yarım anlaşılan da yanlış anlaşılıyor. Dolayısıyla yanlış anlaşılan da hiç anlaşılmamış oluyor. O nedenle siz sabredin, nasıl olsa Allah diyeceğiz ve ondan sonrası kolay inşaAllah.

Bugün Allah nasip ederse esma ül Hüsna terkibimizi işlemiştik. Kur’an da el esma ül hüsna’nın geçtiği 4 yeri işlemiştik bağlamlarıyla beraber iniş sırasına göre Tâhâ/8, İsra/110, ‘Araf/180. ve Haşr/24. ayetleri olmak üzere Kur’an da 4 yerde geçen El Esma ül Hüsna terkibinin gerçekte ne manaya geldiğini, hangi bağlamlarda yer aldığını, bağlamlarıyla irtibatını, yan ayağını ve kafasını, lafsın durduğu yeri ve lafzın manasının aldığı konumu izah etmeye çalışmıştık. Kaldığımız yerden devam edeceğiz İnşaAllah.

Eğer fırsatım olursa tabii ki iki başlığımız var aslında Neden Esma ül Hüsna başlığı, tabii neden Kur’an a göre esma ül Hüsna başlığımız var ayrıca çünkü bizim burada işlediğimiz ders Kur’an a göre esma ül Hüsna. Yani bu daha farklı bir şey. Bir Esma ül Hüsna Kur’an a göre olmak zorunda. Çünkü Allah’ı en iyi Allah’tan öğreniriz. Allah hakkında spekülasyon yapamayız, zan yürütemeyiz. Zannın en tehlikelisi Allah hakkında ki zandır. Kur’an söylüyor zaten. Oraya gelince zaten ayetleri tek tek ele alacağız inşaAllah. Ama geçen kaldığımız yerden El Esma ül Hüsna terkibini işlemiştik. El Esma nedir, ism, sumu, yücelik, büyüklük, ulvilik ve vesm, işaret, alamet köklerine dayanır demiştik.

El Hüsna da ismi failin müennesi olması hasebiyle güzel, hatta ismi tafdilin müennesi olması hasebiyle ahsenin müennesi olması hasebiyle en güzel manası. Aynı zamanda sıfat olması hasebiyle güzel, tek güzel, tam güzel manasını verdiğini dile getirmiştik.

ResulAllah’ın vird-i zebanıydı esma. Hakikaten Allah resulü virdini esmadan seçmişti. Allah Resulünün virdinin başında ne geliyor? Sübhanallah, Elhamdilillâh, Allahuekber. Bakınız esmanın imamesi olan Allah ve etrafında dönen üç tesbihat. Bu Allah resulünün bize öğrettiği, namazlardan sonra okumamızı tavsiye ettiği tesbihat.

Aslında kelimeler bunlar, insanoğlunu insan eden unsurlar. Ta’limul Esmanın temelleri, Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ.. (Bakara/31) Adem’e isimlerin tamamını öğrettik. sümme aradahum alelMelâike sonra meleklere o isimleri arz ettik fekale enbiûniy BiEsmâi hâülâi in küntüm sadikıyn. (bakara/31) sümme aradahum, aslında eğer sorun sadece esma, kelimeler olsaydı aradaha demesi lazımdı. Yani o isimleri, o kelimeleri arz etti. Ama demek ki isimleri değil müsemmaları arz etti gibi anlamamız isteniyor. Yani isim sahiplerini arz etti adeta, aradahum, sanki canlı gibi, canlı için kullanılan zamir kullanılmış. alelMelâike. Yoksa sadece cansız kelimeler olsaydı eğer topuna birden müennes zamir kullanması lazımdı çoğul için. Ama aradahum diyor humaradaha demiyor. alelMelâike fekale enbiûniy BiEsmâi hâülâi in küntüm sadikıyn. Eğer doğru söylüyorsanız haydi şunların isimlerini bana haber verin dedi.

Demek ki enbiûniy BiEsmâi hâülâ yine o da esmanın müsemmalarına, yani şu isimleri bana söyleyin değil, şunların isimlerini bana söyleyin. Sanki Adem’in nazarına eşya sunulmuş esma isteniyor. Aslında esma Adem’i adam eden şeydir desek te yeridir. Çünkü Ta’lim-ul Esma hakikaten meleklerin Adem’e secdesinin gereklerinden biri, belki de ikincisi olarak sunuluyor. Adem’e isimlerin öğretilmesi. Bu isimlerin en tepesinde ilahi esma geliyor çünkü varlığın isimlerinin en yücesi, varlığın en yücesinin isimleridir, varlığın en yücesi Allah’tır, Allah’ın isimleri de isimlerin en yücesidir. Onun için esmanın başında Allah’ın esması gelir ve Adem’e esmanın öğretilmesi belki de Allah’ın esmasıyla başlayan bir öğretilme süreci ve onun için belki de Adem’e meleklerin secde emri haddi zatında Allah’ın esmasını kavrayabilecek kapasitesinden dolayı idi. Allah’ın esmasını kavrama kapasitesi insanı Meleklerden de üstün kılan bir unsur olmuş oldu böylece. Çünkü insan melekleri de geçmek için esma ipine sarılması, esma ile mirac etmesi gerekiyordu. İşte esmanın böyle bir işlevi vardı, beri Adem kılmak gibi bir işlevi vardı. O nedenle Ta’limul esma’nın temelinde ilahi esma yatıyordu.

ResulAllah bu esmayı virdi zeban eyledi onun içinde Allah’ın isimlerini sık sık anardı. Bunları genellikle bir cümle içine koyardı. İşte namaz sonrası tesbihatlarında olduğu gibi. SübhanAllah; Şanı yüce olan sonsuzluk sahibi mutlak olan Allah’ı tesbih ederim. Aslında bunun arkasında Sübhan; Varlığın adına hareket ettiği zat olan Allah demektir. Sebbeha lillâhi mâ fîs semâvâti vel ard. (Hadid/1) göklerde ve yerde her ne varsa hepsi Allah adına hareket ederler. Bununla verilen mesaj ey insanoğlu, sen kimin adına hareket ediyorsun, sen de Allah adına hareket et. İrade sahibi bir varlık olarak göklerin ve yerin korosuna katıl. Tüm atomlar Allah adına hareket ediyorlar, eşya Allah adına hareket ettiği için ayakta duruyor. Bak, güneş te ay da, yıldızlar da Allah adına hareket ediyorlar.

Eş Şemsu velKameru Bi husban, VenNecmu veşŞeceru yescudan. (Rahman/5-6) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban. (Rahman/13-16…) hepsi ama hepsi gökte ve yerde ne varsa hepsi Allah adına hareket ediyor. Allah adına hareket etmek bir eşyanın secdesidir. Yescüdan. Sen de Allah adına hareket ettiğin zaman secde halinde olmuş olursun, secden zaten Allah adına hareket ettiğinin bir imzasıdır. Namazda ki secde bunun bir imzası, ifadesidir sözüdür. Secde bedenin sözüdür. Bedenle atılmış bir imzadır. Allah adına hareket edeceğime söz veriyorum.

Onun için sübhanAllah, sebeha, öyle bir kelime ki Arap dilinde gerçekten sırlı bir taraf vardır, boyut vardır onun için bu sırlardan biride müngarip kelimelerdir. Buna anagram denir ecnebi dilinde tersini çevirdiğiniz zaman, mana da tersini ifade eder. sebeha; bıraktı, Ters çevirin kelimeyi; habese. manayı da tam ters çevir; hapsetti. Saldı, hareket ettirdi. Derra, dürri incidir, geçirgen oldu. ters çevirin kelimeyi; Redde; yalıtkan oldu. İletken oldu – yalıtkan oldu. Dürri; İnciye ışığı geçirdiği, yansıttığı için dürri denmiş. Kelimeyi ters çevirdiğinizde mana da değişir Redde; yalıtkan. Nehera; saldı, bıraktı. Nehir ırmak oradan gelir.ters çevirin rehene; rehin tuttu, bırakması, salmadı. Dolayısıyla Arap dilinde öyle mucizevi bir boyut vardır. İşte bu kelime de o kelimelerden biridir Sebbeha lillâhi mâ fîs semâvâti vel ard. (Hadid/1) da olduğu gibi.

SübhanAllah, tüm bir varlık Allah adına hareket eder ve ben bunun bilincindeyim. Aslında zımnen altında yatan budur. Bütün bir varlığın adına hareket ettiği Allah’ın şanı ne yücedir, O’nu tesbih eder. Bu nedir insana sen de O’nun adına hareket et ey nefsim, ey özüm sen de O’nun adına hareket et demektir.

11 versiyonu var, hatta hatta işiniz aceleyse 11.- 11 -11 çekebilirsiniz. Genel uygulama 33. Allah resulünün Hz. Aişe ye ama özünde Hz. Fatımaya söylediği, hatta vasiyet ettiği şey bu. Bir gün Hz. Fatıma elleri patlamış olarak geldi. Efendimiz fatıma geldiğinde ne yapardı biliyor musunuz. Yani bir baba ile kız arasında ki ilişki nasıl olabilir sualine. Hanımlar biliyor musunuz peygamberimiz Fatıması geldiğinde ayağa kalkar yerini kızına verirdi. Bir kadına bundan daha büyük saygı gösterile bilir mi? Allahuekber..! Üstelik kızı ayağa kalkar, yerini kızına verir. Bazen hatta sıkça da ne yapardı biliyor musunuz. Elini eline alır üstünü değil, içini, (avucunu) öperdi.

Böyle yapacağı zaman baktı ki patlamış, su toplamış fatımasının, can paresinin elleri, Kızım ne oldu ellerine? Babacığım çok değirmen çektim un öğütmek için de eşlim su topladı. Bir yardımcı versen bana diye geldim. Yeni Hayber esirleri geldi. Aralarından bir yardımcı veremez misin. Yavrucuğum ben onları suffe ehline, yani üniversitenin öğrencilerine, talebelerine ayırdım, onların masrafı için ayırdım. Ama sana ondan daha hayırlı bir şey vermemi ister misin? Buyur babacığım. Her gün yatmadan önce, bu rivayet öyle, 33 kere sübhanAllah, Elhamdülillah, Allahuekber de. Farklı versiyonlarında her namazdan sonra.

Hz. Ali der ki ömrüm boyunca Allah resulünün bu emanetini hiç ihmal etmedim. Sorarlar hayatının en zor günü olan Sıffin de de mi ihmal etmedin? Vallahi Sıffinde de ihmal etmedim. Ne vermişti Allah Resulü? Kelimeler vermişti yani “söz” vermişti. Biz şöyle düşünürüz değil mi? laf karın mı doyurur. Kelime laf değil bir kere, laf ayrı bir şey. Laf gavl dır kelime değil. Kelime karın değil ruh doyurur. Ruhun doydu mu karnın doyar. Kelimelerin önemini bundan daha güzel açıklayan biri olabilir mi. Sözün gücünü bundan daha güzel açıklayan biri olabilir mi, açıklanabilir mi. Hayatımızda sözün gücü bundan daha güzel açıklanabilir mi.

Biz kelimelerle yaşıyoruz, kelimelerle savaşıyoruz, kelimelerle barışıyoruz, kelimelerle inanıyoruz eşhedü enla ilâhe illallah diyerek inanıyoruz. Kelimeler bazen savaş kesiyor, bazen savaş başlatıyor. Kelimelerle düşünüyoruz, kendimizi kelimelerle ifade ediyoruz. Kelimelerle evleniyoruz, kelimelerle boşanıyoruz. Kelimelerle kavga ediyoruz, kelimelerle barışıyoruz.

Görüyorsunuz kelimeler olmasaydı eğer biz insan olmazdık. Hayvanlar hayvan kalmışlarsa kelimeleri olamadığı için hayvan kalmışlar. Kelimelerden mahrum oldukları için hayvan olmaya mahkûm olmuşlardır. Eğer onların kelimeleri olsaydı insan olurlardı. O zaman kelimelerden kendini mahrum etmek bir tür biyolojik hayatına geri dönmek yani tereddi, alçalış değil midir insan için. Ve kelimelere sırt dönmek, kelimelersiz yaşamak, kelimelere güvenmemek, hayatında kelimeleri azaltmak insanlığı azaltmak değil midir. Kelimeleri azaltanlar kasını çoğaltacaktır. Kelimeleri azaltanlara bakın güce yatırım yapıyorlar. Sözün gücü olmayınca gücün sözü oluyor. Onun için insan kelimelerle fili yenmiştir. Eğer kelimeler olmasaydı fil insanı 50 kat yenerdi. İnsan kelimelerle file binmiştir. Yoksa fil sana binerdi.

Dolayısıyla burada insan kelimelerle dağları devirmiştir çünkü kelimeler üzerinden üretmiştir bilgiyi, kelimeler üzerinden üretmiştir teknolojiyi, kelimeler üzerinden üretmiştir aleti edevatı. Allah kelimesiz bırakmasın. Kelimelerin en kutlusu kelime-i Tevhiddir. Lâ ilâhe İllallah. Ve kelime-i tevhid Allah Resulünün semi saadetinden çıktığı şekli ile göklerden ve yerlerden ağırdır. Allah terazinin bir kefesine kelimeyi tevhidi, öbür kefesine de bütün maddi varlığı koysa Kelimeyi tevhid ağır gelir.

Kelime, kelimenin gücü, kelimenin değeri. Onun için biz kelamı ilahinin talebesi olduk, kelimelerin talebesi olduk. Biz kelimelerin gücünü fark etmezsek kim fark eder. Onun için iki söz bir büyü derler Anadolu da. Öyledir, söz büyüler, söz büyülediği içindir ki bakınız sohbet ederiz, kelimelerle muhabbet ederiz. Onun için muhabbet ederiz habbe ekeriz gönül tarlasına, -habbe tohum demektir- kelimelerden tohum ekeriz ve muhabbet biçeriz gönül tarlasından. Onun için Allah konuştuk, sözün değeri olmasaydı Allah konuşur muydu. Allah konuşmuşsa söz iyidir. En iyiden sadır olmuş söz en iyi sözdür tabii ki. Onun için bakınız 1001 türlü müdahalenin gayda vermediği insanlara bazen iki söz hayatını değiştirebilir.

Şaşırıyorsunuz, sözün gücü karşısında selama duruyorsunuz. İki çift söz, iki cümle ömrünü değiştiriyor. Yahu iki çift değil 200 çit dayak atsanız gene değiştiremezdiniz o insanı. Ne var bu kelimelerde Allah aşkına, nasıl değiştiriyor. Allah’ın kelamı yüreğe değiyor, değdiği yerden bakıyorsunuz öyle bir yeşertiyor ki çöl gibi yürek göl gibi oluyor, nasıl oluyor. Onun için kelimelerin gücü kelamı ilahinin sahibinden, kelamın sahibinden alıyor. İşte ta’limul esma bu.

Onun için kızım sana ondan hayırlısını vereyim. Ver babacığım. Babacığım laf karın doyurmuyor falan demedi haşa ve aldı, bize de verdi. Biz de onun ekmeğini yiyoruz adeta öyle değil mi. SübhanAllah, Elhamdülillah, Allahuekber..!

İbrahim kelimelerle sınandı Ve izibtelâ İbrahiyme Rabbühû Bikelimâtin.. (Bakara/124) hani Rabbi İbrahim’i kelimelerle sınamıştı. Feetemmehünn ve o sınavı tastamam geçti.

Kelimelerle sınanmak ne demek, aslında kelimelerle sınanmak sadece kelâm ile sınanmak manasına gelmiyor. Kelime iz bırakan şey demektir. El kelbu; yaralama manasına gelir. Onun için kelâm insanın içinde sanki bir yara gibi iz bırakan söze denir. Hani şöyle dövme yaparlar ya, dövmeyi böyle silerek kazıyarak öyle lifle falan çıkaramazsınız. Hatta bazı dövmeler ameliyatla da çıkmıyor. Kelimeler insanın kalbine dövmeden daha güçlü iz bırakan şeyler. Onun için kelâm ile kavl arasında ki fark bu.

İbn. Cinni; ikisi arasında harika bir kıyas yapar. Kavl i 6 kombinezonuyla alır; Kavele Kavl. Ve le ga, ve ga le, le ga ve, le ve ga. Çevirirsinin 6 kelime çıkar. Bunların hepsinin manasını sıralar sürat ve hiffet yazar karşısına. Yani hafif ses ve hızla gelen. Keleme ye geçer; Ke l eme. Kelâm oradan gelir zaten. Me le ke, Melek şiddetli olduğu için melek denmiş, güçlü olduğu için melek denmiş. Onun için Necm suresinde kuvvet sahibi olduğu söylenir meleğin oradan gelir işte.

Ziy kuvvetin ‘ınde ziyl’arşi mekiyn.- Muta’ın semme emiyn.- Ve ma sahıbuküm Bimecnun. (Tekvir/20-21-22) dolayısıyla meleğin kuvvet, güç unsuru mel ek oradan gelmiş. Le me ke; le ke me, lekme, mülakim denir boksöre Arapçada şiddet olduğu için. Güçlü vurur ve vurduğunu indirir. Hep böyle. Mülk te oradan gelir. Niye? Çünkü insana güç verir mülk. Mülkü olan güçlü hisseder kendisini, onun için mülk denmiştir. Bütün bunların karşısına da şunu yazar. Te’sir ve şiddet, etki ve şiddet. Dolayısıyla kelime orada anlamını kazanır.

Ve izibtelâ İbrahiyme Rabbühû Bikelimâtin. Feetemmehünn… (Bakara/124) o zaman İbrahim’in sınandığı kelimeler aslında bizim bildiğimiz manada kelime değil, hayatın kelimeleri. Hayatta bizde iz bırakan olaylar da kelimeymiş. İbrahim’de iz bırakan olayların başında Nemrud’un ateşi gelir. Nemrut’un ateşi bir kelimedir. İkincisi baba ile sınanma bir kelimedir. Üçüncüsü hicret bir kelimedir. Dördüncüsü Sare ile sınanma bir kelimedir. Evlat yokluğu ile sınanma bir kelimedir ve İsmail’le sınanma bir kelimedir, bin kelimedir. Bütün bu kelimeleri geçmiştir, Feetemmehünne. Dolayısıyla kelimeyle sınanmış ve geçmiştir.

Onun için kelime deyip geçmeyin Esma ül Hüsna nın insan kalbinde nasıl bir iz bıraktığını tahmin edin. kelimeler sadece insan üzerinde değil eşya üzerinde de iz bırakıyorlar. Eşya üzerinde yaptığı izi sadece Japon bir alim su molekülleri üzerinde ki deneyi ile ispat etmiştir. Ama sadece su üzerinde deney yapılmıştır. Eğer atom üzerinde bir deney yapılabilme imkanı olsaydı kelimelerin atomlara tesiri hakkında acaba neler öğrenirdik. Bu dünyada öğrenmezsek ahirette öğreneceğiz gibi geliyor bana.

Ya daha manevi güçler üzerindeki tesiri kelimelerin? Ya melekler üzerindeki tesiri? Onların fotoğrafını da çekebilmiş Japon alim. Su moleküllerine güzel kelimeler söylemiş Allah gibi. Moleküllerin muhteşem bir biçimde hizaya girdiğini ve su moleküllerinin harikulade resimler verdiğini görmüş hemen kelimeyi duyunca. Bunun da resmini çekmiş, ben burada dağıttırmıştım. Şeytan gibi kötü kelimeler kullanmış, öyle kullanınca da su molekülleri o muhteşem dizilişlerin dağıldığını ve kaosa girdiklerini tespit etmiş ve onun da resmini çekmiş.

Bu su molekülleri üzerinde yapılmış bir deney sadece. Bu deney yapılmamış olsa da beni için hiçbir şey fark etmezdi. Ben buna böyle inanıyordum zaten. Kelimelerin gücüne inanıyordum. Ya sizin, insanın 2/3 ü su. Allah diyince içinizdeki suyun, yani 2/3 nüzün değiştiğini, nasıl görmezsiniz.

Zikir böyle bir şey galiba, 2/3 ünüz gülmeye başlıyor, içinizdeki kaos, kozmos oluyor. İçinizde muhteşem bir armoni, orkestra var başlıyor harikulade bir beste yapmaya, ilahi beste tabii. Biz ona kısaca ilahi diyoruz. O zaman; Ya, içime ılık ılık bir şeyler aktı, içimin aynasında güzel şeyler yansıyor. Veya bad-ı saba gibi ılık bir rüzgâr esiyor gönlüme.

Bir kez Allah dese aşk ile lisan,

Dökülür cümle günah misl-ü hazan.

İsmi pakin pak olur zikr eyleyen,

Her murada erişür Allah diyen.

Ne güzel söylemiş Çelebi. Senin pak ismini zikreden pak olur. Temizliyor kelimeler. Dolayısıyla burada zikrin anmak olduğunu, tekrarlamak ifadesinin aslında tesbih olduğunu hemen söylemem lazım. Zikir içinde bilincin olduğu şeye denir. Zekiran olduğu şeye zikir denir ve esasında zikreden biz değiliz, iptida da biz zannederiz ki biz Allah’ı zikrediyoruz. Fakat intiha da, nihayetinde anlarız ki Allah bizi zikrediyor. Allah beni andı dersiniz o zaman. Önce ben Allah’ı andım dersiniz ve kemâl haline ulaştığınızda Allah beni andı dersiniz. Allahuekber..!

Allah sizi anarsa ne olur. böyle bir şeyi düşündüğünüzde ne olur, hücreleriniz ne olur? Tüyleriniz gül gül olur da, ya hücreleriniz ne olur, molekülleriniz ne olur, atomlarınız ne olur. Onun arkasında yatan mana atomlarınız ne olur, melekleriniz ne olur. Dolayısıyla kelime deyip geçmemek lazım. Esma işte o kelimelerin en tepesinde yer alır ve aslında esmayı biz dile getirdiğimizde esma da bizi dile getirir. Yani biz esmayı anarız ama aslında esma bizi anar. Ve esmanın eteklerine tutunur yukarı doğru çıkarız. Esma bizim için bir merdiven olur. Arştan yere, arştan arza sarkıtılmış bir merdiven olur, ey kul bu merdivene bas bilincinin ayaklarıyla ve tırman Allah’a doğru. Esma aslında budur. ResulAllah’ın vird-i zebanı onun için esma idi.

İlahi esmanın resmi geçidini Haşr/24. ayetinde ve devamında görüyoruz. “HU”vAllâhul Hâlik’ul Bâri’ül Musavviru leHUl’ Esmâ’ül Hüsnâ* (Haşr/24)

“HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* ‘Âlimulğaybi veşşehâdeti, “Hu”verRahmânurRahıym; (Haşr/22)

HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir* SubhânAllâhi ‘ammâ yüşrikûn. (Haşr/23)

Evet, böyle devam ediyor. Dolayısıyla orada tam 15 isim anılıyor hem de hepsi bir arada. İlahi esmanın adeta cevelan ettiği bir yer, Kur’an ın zirvesi kelamın zirvesi hakkında konuştuğu yerdir. Varlığın zirvesi hakkında konuştuğu yerdir. Dolaysıyla en güzelin en güzel hakkında, en güzel konuştuğu yer kendisidir. Onun için esma ayetleri Kur’an ın zirvesidir. Allah’ın Allah hakkında konuştuğu yer.

Putları bırakıp esmaya sarılın diyor Kur’an muhataplarına onun içinde esmaya sarılmayan demek ki putlara sarılıyor. Bir tür esmaya sarılmamak putlara sarılmak gibidir deniyor.

Esma biliyorsunuz teşbihi, daha doğrusu sıfatlar teşbihi, zat tenzihi ifade eder. Teşbih ve tenzih arasında muhteşem bir dengedir İslam’ın, Kur’an vahyinin Allah tasavvuru. Ne mutlak teşbihtir, ne mutlak tenzihtir. Mutlak tenzih hayat dışında bir tanrı anlayışına götürür. Hayata müdahil olmayan, asla kavrayamayacağımız, hatta adı bile olmayan, adını bile söyleyemeyeceğimiz tam da Yahudilikteki Yahve inancı budur. Onun içindir ki maalesef Yahudilikte zihin düzeyin de Tanrının hayata müdahalesi kurulamadığı için kavim olarak kendilerini tanrılaştırmışlardır. Onun için adı söylenmez, adı bilinmez, adını sadece çok üst düzey hahamlar bilir.

Ne denir ona? Ya hüve denir, Yahve oradan gelir. İsrail tanrısının ismidir. Ey o olan demektir. Adı bile söylenmez, adı bilinmez. Ey o olan. Tabii bunun dışında bir rabbilik ve elohist rivayet vardır rabbilik rivayetler rab ismini kullanan rivayetler, elohist rivayetler de elohim ismini kullanır ilah yani. Ama rabbilik yahvis rivayet en temel rivayettir Yahudilikte. Dolayısıyla o mutlak tenzihtir.

Peki teşbih? İşte tüm putperestlikler teşbih ve İsevilik de onun tam zıddına İsevilik değil, Hıristiyanlığı Yahudilik doğurmuştur. Yahudiliğe tepkidir Hıristiyanlık O tepki nasıl gerçekleşmiştir? Yahudilikte ki mutlak tenzihçi ilah, yani elohist ilah anlayışına ey O olan, ismi bile söylenmeyen ilah anlayışına bir tepki olarak Allah’ın oğlu haşa, tanrı İsa anlayışı gelişmiştir. Unutmayalım ilk Hıristiyanlar, ilk Musevilerdi yine Musevilerin içinden çıkmışlardı. Onu tanrılaştıran, putlaştıran Tarsus’lu Pavlus eskiden Musevi bir Hakim idi. Dolayısıyla teslisliği İseviliğin içine sokan adamdı. Onun için bir tepki olarak gelişti. Teşbihçi mantık antropomorfizm teşbih.

Nedir? İlahı insana benzetmek, Allah’ı insana benzetme. İşte insan gibi tıpkı gözü kulağı, eli ayağı, dili dudağı. Bu teşbihtir mutlak teşbih yasaktır, haramdır, şirktir bu manada. Onun için bu sonuç nereye varmıştır tarih boyunca?Allah’ın insana hulül ettiği düşüncesine yol açmıştır. İnsanla tanrının birleştiği düşüncesine yol açmıştır. Bu sakat ve sapık düşünce birçok insanı da sapıtmıştır tarihte. Tanrı işle insanın birleşmesi iddiası Kur’an vahyi tarafından şiddetle dışlanmıştır.

Kur’an vahyi bizim tasavvurumuzda iki varlık türü sunar.

1 – Mutlak varlık; leyse kemisliHİ şey’un. (Şura/11) hiçbirşey O’nun benzeri gibi değildir misl aslında nid’di içerir, şekl i içerir, tesviyeli, seviyen içerir. Nid’ cevherde benzerlik demektir. Şekl i biçimde benzerlik demektir. Tesviye sıfatta benzerlik demektir. Misl ise hepsini içerir. Ne cevherde benzer, ne şekilde benzer, ne sıfatta benzer. Hiçbir şekilde benzemez. leyse kemisliHİ şey’un. Hiçbir şey O’nun benzeri gibi olamaz, O’da hiçbir şeye benzemez. Bu manada her ne ki aklınıza geliyor o Allah değildir. Dolayısıyla;

İdraki meali bu küçük akla gerekmez,

Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.

Der Ziya paşa bu terazi bu kadar ağırlığı çekmez. Çünkü akıl mukayyet, Allah mutlaktır. Sınırlı olan sınırsız olanı kavrayamaz ihata edemez, kucaklayamaz. Ama sınırsız olan sınırlı olanı ihata eder. Allah akılları kuşatır, akıllar Allah’ı kuşatamaz. Onun için Allah’ı bilmek ancak esmasıyla ve sıfatıyla olur.

Peki bunu dengeleyen nedir? İşte esma. Onun için teşbih ve tenzih konusunda muhteşem bir denge unsurudur Kur’an ın verdiği bakış açısı. İki varlık Mutlak varlık, mukayyet varlık. Halık ve mahluk asla bu ikisi birbirine irca edilemez. Bu manada vahdeti vücut düşüncesi de reddedilir. Kur’an buna geçit vermez. Yani eğer varlığın birliğinden kasıt, Hâlık ve mahluk arasında ki farkın, ayrımın kapatılması ise, aslında mahluk yoktur, varmış gibi duruyor şeklindeki izahlar da reddedilir. Bir tür sofizmdir bu. Rölativismdir.

Bugün birileri bazı cahiller hala bunun türküsünü çağırıyorlar. Şükür efendim eskisi kadar güçlü söyleyemiyorlar maalesef. Aslında sanalmış, rüya imiş, mış, mış, getireceksin iyi bir tokat aşk edeceksin bana niye vuruyorsun deyince sen yoksun ki miş gibisin, benim tokatta yoktu aslında, senin duyduğun acı da yoktu, atla geç bunları, yok aslında.

Bu ne biçim yaklaşım böyle bir yaklaşım ahlaksızlığın temelidir. Nihilizme götürür, hiççiliğe. İyi ve kötü arasında ki farkı yok eder. O zaman neden iyi, iyi? Nesefi akaidi unutmayın, öyle başlar. Hakâikûl eşya sabitetül, vel ‘îlmü biha mütehakkıkun hilafel li sufistaiyye. Eşyanın hakikati sabittir. Eyvallah şeyhim..! işte böyle eşyanın hakikati sabittir, yalan malan değildir. Yoksa su içtim, yemek yedim.. her cümle yalan sayılır. Günah işleyenle sevap işleyen de yalan, aslında küfürle iman da yalan. Niye? Çünkü bu hayat yalan. Yok bir şey, aslında enerji, hatta enerji bile değil sanal.

Görüyor musunuz ağzından çıkanı kulağı duymazsa insan nerelere kadar gidiyor bu manada. Hayır, Allah yaratmıştır, bu bitti, yaratmıştır. Aslında Allah yaratmamıştır diyorsunuz farkında değil bunu söyleyenler. Öyle şey olur mu? İyi ve kötü arasında ki farkı yok etmek isteyen nihilistlerdir bunu söyleyenler, sonu nihilizme çıkar. Sonu hedonizme, zevk perestliğe çıkar, ahlaksızlığa çıkar. Onun için böyle tezler Müslümanlara göre değildir. Kur’an sunmuştur zaten.

O zaman Allah resulü ile müşrikler harp niye etti? Her şey sanaldı zaten. Cennet ve cehennem niye var, nasıl olsa her şey sanal. Kafirin küfrü sanal, küfür olsa ne olur olmasa ne olur. Görüyor musunuz nereye kadar gidiyor.

Evet, sanal değil, bir kitabımız var bakın okuyoruz. Bize bir hayattan bahsediyor, insanlık tarihinden bahsediyor, Adem’den, Nuh’tan, İdris’ten, Hud’dan, Lût’tan, İbrahim’den, İsmail’den, İsa’dan Musa’dan bahsediyor ve bize helak olan kavimlerden bahsediyor, iyiler ve kötülerden bahsediyor, yaşanan hayattan bahsediyor, yaşanması gereken hayattan bahsediyor. Zaten iniş amacı o, eşyayı nasıl kullanacağımızdan bahsediyor, yere göğe nasıl bakacağımızdan bahsediyor. Yamuk bakışı ve doğru bakışı öğretiyor. Eğer hepsi sanalsa bunlara ne gerek var, bu kavga niye, bu mücadele niye. Peygamberler o destani mücadeleyi niye verdiler sanallık için mi.

Evet doğru kurmak lazım doğru yerden bakmak lazım yoksa İslam adına birileri savrulur gider Allah korusun ve savurtur da. Çünkü zemin yok. İşte bunun için diyorum vahy ile inşa olmamış insanları öğretmen ittihaz etmek, vahyin inşa ettiği insanlara güvenmek. Bu çok mühimdir.

Salih amel ve esma. Vesile nedir? Vesile, Türkçeye de geçmiş; Allah’a ulaşmaya bir vesile arasak ne aramamız lazım?

– Hocam bizim mahalle de iyi bir şeyh var.

Allah sahibine bağışlasın.

– Hocam bizim oraya gel bir türbeye götüreyim seni, Allah’ın izni ile işi yırttın. Diyormuş ki “müritlerimi cübbemin içine toplayacağım, sıratı geçireceğim şöyle bir silkeleyeceğim, patır patır dökülecekler cennetin içine girecekler.” diyormuş..!

Allah sahibine bağışlasın, bizim Kur’an ımız ve bizim efendimiz böyle bir şey demiyor. Kur’an ımız açıkça diyor ki; Yevme yefirrulmer’u min ahıyh – Ve ümmihi ve ebiyh – Ve sahıbetihi ve beniyh.( ‘Abese/34-35-36) O gün herkes birbirinden kaçacak. Kur’an ımız diyor ki;

..Ku enfüseküm ve ehliyküm naren ve kudühenNasu velhıcare... (Tahrim/6) Kendinizi ve ehlinizi yakını insanlar ve yaşlar olan ateşten koruyun. Kur’an ımız diyor ki;

ve lâ teziru vaziretun vizre uhra. (Zümer/7) hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu üstlenmez, bir başkasını sırtında taşımaz. Nebimiz diyor ki;

Kızım fatıma babam peygamber diye güvenme vallahi yarın senin içinde bir şey yapamam işteri nefseki, minAllah Allah’ın elinden nefsini satın al.

Biz böyle öğrendik. biz böyle duyduk, biz böyle inandık. Çünkü bize böyle söylendi Kur’an ımız böyle söyledi, peygamberimiz böyle söyledi. Onun içinde tir tir titriyoruz. Bulsak öyle bir cübbe ilk biz sokulurduk.

Allah adına kandırmak en büyük kandırmaktır. Allah ile aldatanlar en büyük aldatıcılardır. Dolayısıyla kimse Allah ile aldatmasın, kimse Allah ile aldanmasın.

Nedir peki, vesile nedir? Vesile ikidir Esma ül Hüsna ve salih amel. Esmaya sarılırız bizler, esma merdivenine. Çünkü esma zihnimize nazil olmuştur ki zihnimizi miraca çıkarsın diye. Allah zatıyla bilinir. Sıfatıyla ve esmasıyla bilinebilir kılmıştır kendisini ki yani bu bir tenezzüldür. Onun için zihnimizde O’na uruc eder.

Salih amelimiz vesilemizdir öyle değil mi. Salih amelinize sarılın. vel amelüs salihu yerfe’uhu. (Fatır/10) değil mi. güzel sözler Allah’a yükselir, onları yükselten ise ameli salihtir öyle değil mi. Dolayısıyla salih amel vesiledir.

O zaman esma rabbimizden gelen vesile, salih amel bizden sadır olan vesile. İki vesile, merdivenin iki tarafını temsil eder. eğer bunlara sarılırsanız rıza i bari merdivenini çıkarsınız. Onun için salih amel budur.

Besmele; billâhi diye değil Bismillâhi diye başlar. Farkında mısınız lillâhi diye başlaması lazım aslında Allah ile başlamak. Ama bu zatı ile başlamak olur. lillâhirrahmanirrahiym değil. Bismillâhirrahmanirrahiym. Rahman ve rahıym olan Allah ile başlıyorum değil, Rahman ve rahıym Allah adıyla başlıyorum, adına başlıyorum. Neden? Oysa emirler doğrudan Allah ile başlanır. Onun için Fesebbıh Bi Hamdi Rabbik. (Hicr/98) Sebbihisme Rabbikel e’lâ. (A’lâ/1) diyor Kur’an ımız. A’lâ olan rabbinin adını tesbih et. Peygamberimiz bize ise sübhanerabbiyel A’lâ diye öğretiyor. Sübhaneismi rabbiyel A’lâ diye değil. İsim bir giriyor bir çıkıyor farkında mısınız, yani a’lâ olan rabbimin ismiyle değil, rabbimle, yüce olan rabbimle. Sübhanismirabbiyel Aziym değil, Sübhanerabbiyel Aziym. Sebbihisme Rabbikel Aziym. Min karşılığı. Bunu namazlarınızın secdelerine koyun diye emrediyor. Ama ayeti koymuyoruz, ayetin cevabını koyuyoruz. Ama cevabı da isimsiz geliyor ilginç.

İsimli gelenleri nasıl anlayacağız? İsimsiz gelenler zatına bir atıftır yani amelimiz zatına. Çünkü orada amele dönüştü, secde artık amel. Secde çünkü amelin kendisi vesile idi ya. Bir vesileden bir vesile değil, bir vesileden zatına. Secdenin kendisi vesile, o zaman orada isim yok, zat ile karşı karşıyasınız. Rükûda isim yok zat ile karşı karşıyasınız çünkü O’nun huzurunda eğildiniz, O’nun huzurunda mahvoldunuz secdeye kapandınız. Orada amel var artık. Ama isme dönüşünce bakınız kelimelere dönüşünce orada isim gündeme giriyor. BismillahirRahmanirRahıym ism. Çünkü isim aradan çıkınca zatına zihin doğrudan ulaşamıyor, intikal edemiyor. Zihnin intikali için mutlaka bir ara halka lazım. O halka da ism. Esma işte o halkadır.

Gazali Esma için perde der. Gazalinin Esma ül Hüsna hakkında güzel bir eseri var. El Maksadul Esma diye. Dolayısıyla orada der ki perde, esma perdedir.

Peki perde denince bizim aklımıza ilk gelen örten bir şey olarak geliyor değil mi. Hayır hem örten hem yansıtan, aslında yansıtan. Nedir? Bir bakıma Hz. Musa’ya gelen kelâm da ağacın rolü neyse esmanın rolü de odur. Ağacın rolü neydi Kasas/30.(29 değil) ayetinde, ..en ya Musa inniy ENAllâhu Rabbül alemiyn. (Kasas/30) Ağaçtan ses geldi. Orada ki en aslında; o ses şöyle dedi; Ya Musa, Ey Musa inniy ENAllah. Ben var ya ben, ben Allah’ım, Allah benim. Rabbül alemiyn Alemlerin rabbi olan Allah benim. Ama ağaçtan geldi mineş şecereti Kasas/30)

Ağaç ne geziyor burada? Niye ağaç girdi işin içine, ağaç girmese olmaz mı. Hemen Nûr/35. ayetini hatırlayın; ..şeceretin mübareketin zeytûnetin lâ şarkıyyetin ve lâ ğarbiyye… (Nûr/35) ne doğuya ne batıya ait mekâna ait değil. AllahuEkber.! Akıl duruyor, zihin tavana vuruyor öyle değil mi, insan bir hoş oluyor, evet öyledir, hakikaten öyledir. Ağaç ne geziyor burada, işte ağaç esmanın rolünü oynuyor. Perde, perdeden yansıyor. Çünkü Şûra/51. ayetinde de ifade edildiği gibi Allah’ın hiçbir kuluna doğrudan konuşması olacak şey değil. Ve ma kâne libeşerin. (Şûra/51) herhangi bir beşerle Allah’ın doğrudan konuşması olacak şey değil. Ne ile olur? Şu 3 halden biri ile ancak konuşur. Ayeti kerimenin devamında buyrulduğu gibi.

İşte bu. Ya ütün bunları söyledikten sonra falan Allah’ı rüyasında gördü, Allah resulü Miraçta Allah ile buluştu. Hatta öyle oldu ki, hani Hz. Aişe öyle diyor ya; Bunu söyleyen Allah’a iftira eder diyor ya. Bunu söyleyen peygambere iftira eder demiyor, Allah’a iftira eder diyor. 3 şeyi söyleyen Allah’a iftira eder diyor. Muhammed miraçta rabbini gördü diyen Allah’a iftira eder diyor Hz. Aişe. Sormuşlar ya ResulAllah gördün mü? Enne araku fiinnehü nuru nasıl görebilirim ki O bir Nûrdur. Dediği rivayet edilir. (devam ediyor)

Sadakallahulazıym.


ESMA DERSLERİ (4-2) GİRİŞ

$
0
0

300

[[“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”]]

(4 -1 den devam)

Necm suresinde ne peki? Necm suresinde bellidir vahiy meleği ile orijinal haliyle görüşmesi tasvir edilmiştir orada

Feevha ila ‘abdiHİ ma evha. (Necm/10) Vahiy meleği Allah’ın kuluna vahy ettiği şeyi kendisi de ona bildirdi demektir. Ven necmi izâ heva – Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ – Ve ma yentıku anil heva – İn huve illâ vahyun yuha. (Necm/1-2-3-4) o kendi hevasından konuşmaz, onun konuştuğu sadece O’nun vahy ettiğidir ibarelerinin hadisle falan bir alakası yok, lütfen şapı şekere karıştırmayalım. Onun bu Allah’tandır diye vahy ettiklerinden bahsediyor bu ayet. Yani vahiyden bahsediyor. Zaten vahyin orijinal geliş şeklini veriyor bu pasaj. Bunun sünneti ispatla hadisle falan bir alakası yok. Orada kullanılması cahilce bir kullanımdır. Yani arkadaşlar tashih etsinler. Bazen bizim TV den bile duyuyorum yani bunları garip geliyor, uyaralım.

Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ – Ve ma yentıku anil heva – İn huve illâ vahyun yuha – ‘Allemehu şediydulkuva (Necm/2-3-4-5) Ona vahyi kim talim ettirdi? Şediydulkuva kuvvetleri çok güçlü olan bir melek. Zû mirretin, (6) aslında bu gücü daha da teyit eden bir kelimedir. Festeva ufku kapladı. Ve huve Bil ufukıl a’lâ. (7)ufkun en üstünden itibaren ufku kapladı, yani görüş ufkunun tamamını kuşattı. Sümme dena (8) sonra yaklaştı. Bu nasıl Allah olabilir dostlar. fetedella o kadar yaklaştı ve ağdı ki Fekâne kabe kavseyni ev edna. (9) iki yay aralığı kadar yakın kaldı.

Bu bir Arap deyimidir halen de kullanılır. Kab-1 kavseyni ev edna. Mesela biz öyle yazdım deriz ya, yazdımın yerine Arap; kab-ı kavseyni ev edna. Yani kaza olayı yazdı, kaza olacaktı, az kalsın vuracaktı, kab-ı kavseyni. Bu deyimin de bir arka planı vardır Arap kültüründe. İki düşman kabile barışacağı zaman iki kabile reisinin iki yayını birleştirir bir tek ok atarlardı. Bundan sonra ikimizin dostu aynı dost, düşmanımız aynı düşman manası. Yani arada mesafe kalmadı demektir. Kab-ı kavseyni ev edna.

Feevha ila ‘abdiHİ ma evha. (10) 1. evhanın öznesi ile 2. evha nın öznesi aynıdır. 1. evhanın öznesi melek Cebrail, 2. evhanın öznesi Allah. Allah’ın Ce4brail’e ilettiğini Cebrail de peygambere iletti.

Ma kezebel fuadu ma rea. (11) gördüğünü gönül yalanlamadı.

Efe tumarunehu alâ ma yera. (12) onun ne gördüğü hakkında hala tartışacak mısınız.

Ve lekad reahu nezleten uhra. (13) onu daha önce bir iniş sırasında bir kez daha görmüştü.

Allah aşkına bu kadar açıkken, bu kadar ayrıntılı, bu kadar barizken siz neyi tartışıyorsunuz. Allah’a öğretecek misiniz haşa.

‘Inde SidretilMünteha. (14) son sedir ağacının yanında bir kez daha görmüştü.

‘Indeha Cennetül Me’va. (15) Bak ağaç yine geldi, ağaç olarak değil de isim olarak geldi. Sedir, sidre olarak. ‘Indeha Cennetül Me’va fonda ebedi cennet vardı. Oradaki ‘ındehayı fon olarak çeviriyorum. Arka planda cennetin bir görüntüsü vardı. Rabbim o manzaranın arka planına, fonuna me’va, bu dünya cenneti değil, cennetül me’va.

Eyvallah..! ağaca perdeden geldik değil mi. Gazali perde demişti yansır, yansıtır. Onun için esma, sıfat perdedir. Bu perdeden Allah yansır, eşyaya bu perdeden yansır. Bu perde olmasaydı ne olurdu? Eşya yanardı. Zatıyla doğrudan ilişki kuramaz eşya, yanar. Tabir caizse süzen bir elek, sanki atmosfer gibi. Ağaç atmosfer, esma atmosfer. Yoksa yanar. Hani bir adım daha atarsam yanarım var ya miraç hadislerinde. Yoksa yanar. Onun için işte esma perde. Çünkü ilahi zata esma perdesi üzerinden ancak insan ulaşabilir.

Tecelli kelimesiyle ifade edilmiş bu Kur’an da. Felemma tecella. Dolayısıyla tecelli Kur’an i bir kavram olarak çıkmış. İşte tecelli bizim de dilimizde kullandığımız bir kelime oluyor. Allah’ın tecellisi esma perdesinden yansır. Bakınız rahmet esma perdesinden yansır, mağfiret esma perdesinden yansır. Dolayısıyla şimdi bütün bunları duyunca insanın El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn. diyesi gelmiyor mu. Ya rabbi zatını bize esma perdesinden tecelli ettir değil de zatının tecellisine bizi mazhar et. El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn. Alemlerin rabbi Allah’a sonsuz hamd olsun. Bu bidayette insanın anladığı demiştim. Nihayette insanın anladığı şu olur; Allah’ı layıkıyla ancak Allah över. Allah’a layıkı9yla ancak Allah hamd eder. El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn’in en dibindeki mana budur. Hamd Allah’a mahsustur. Nasıl? Tüm hamd edebilen varlıkların Hamdi Allah’a mahsustur manasına geldiği gibi layıkıyla hamd etmek Allah’a mahsustur.

Efendimiz bu manada bir söz söylemiş; Seni ben layıkıyla övemem fe ente kemâ esneyke aleyk.. (Orijinali “Lâ uhsî senâen aleyk, ente kemâ esneyte alâ nefsike..”) sen kendini övdüğün gibisin ya rabbi, Öyle değil mi?

Ikra’ Bismi Rabbik.. (‘alak/1) orada da bismi rabbik; Rabbin adına, rabbin adıyla oku. Bu emirde BismillahirRahmanirRahıym şeklinde gelmiş ve o isimlerden, esmadan Rahman ve Rahiym in seçilmesi de ilginç. Diğer esma değil de BismillahiKaffarülCebbar olabilirdi, ama olmamış BismillahirRahmanirRahıym. Neden rabbimiz kart vizitine trabir caizse onca esma ve sıfat arasından ErRahmanirRahiym yazmış diyen sorunun da cevabı bellidir. Beni şefkatimle tanıyın, beni merhametimle tanıyın, beni sevgimle tanıyın. Hadise bu. Demek ki Allah’ın öne çıkarılması gereken sıfatı, şefket ve merhamet sıfatıdır. Bu da ayrıdır.

Varlığı onun esmasının perdesinde cevelan eden bir şahadet bilme ve şahit olma. Varlığa bakışımız böyle olacak. O’nun esmasının perdesinde cevelan eden bir şahadet bileceğiz ve biz de şahit olacağız. O zatını esmasında şahit kılacak, mutlak gayb olan zatını esması üzerinden şahadete çıkaracak, biz de o esma üzerinden O’na şahit olacağız ve; Eşhedü en lâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluh diyeceğiz.

O’nunla bakan görür, O’nunla duyan işitir, O esmasını inzal etmiş insan aklı da O’na mirac etmiştir. Onunla bakan görür dedim, O’nunla bakan O’nun esmasının tecellisinde o’nu görür. O’nu görmek zatıyla görmek değildir. Bu dünyada onu görmek esma ve sıfatıyla görmektir. Çünkü gözler O’nu idrak edemez. Lâ tüdriküHUl ebsar.. (En’am/103) Gözler O’nu idrak edemez fakat O gözleri idrak eder öyle değil mi devamında olduğu gibi. Çünkü gözün gücü yetmez. Göz baktığını sınırladığı için görür, sınırlamasaydı görmezdi, görmek sınırlamaktır.

Haydi size bir aforizma, görmek sınırlamaktır. Her tarafı görmeye çalışan hiçbir tarafı göremez. Onun için görmek bir noktaya yoğunlaşmaktır yoğunlaşmadığınız zaman göremezsiniz. Bakarsınız bakmak ayrı bir şey ama göremezsiniz görmeniz için önce sınırlamanız lazım. Bilmek te sınırlamaktır haydi o aforizmayı da söyleyelim, her şeyi bilmeye kalkan hiçbir şeyi bilemez.

Ne güzel bakıyorsunuz, Allah’ın ne güzel kullarısınız siz ya., bakışınızdan o kadar güç alıyorum ki, o kadar cesaret alıyorum ki, bana o kadar aşk veriyorsunuz ki. O kadar güzel bakmayın ne olur nazar değecek..!

Görmek sınırlamaktır, sınırladığınız zaman görürsünüz. O zaman ben her şeyi görüyorum iddiası kul için kötüdür, çirkindir, haddini aşmasıdır. O zaman gördüğünüzü zannettiğiniz şeyi doğru görün yeter. Onun için sınırladığınızı bilin çünkü sınırlısınız sınırsız değilsiniz. El Basiyr değilsiniz, Es Semi’ğ değilsiniz, El Aliym değilsiniz. El Basiyr O, Es Semi’ğ O, El Aliym O. Biz sadece görürüz. O her şeyi vasıta ve aracıya ihtiyaç duymaksızın keyfiyetini bilemeyeceğimiz bir şekilde en derinine vakıf olmak üzere, yatayına dikeyine ve derinliğine görür. O’nu bu kadar El basiyr oluşunu tarif etmeye çalıştım yine de tam tarif etmiş olmadım. Görüyorsunuz bir kelime ama ben 15 kelimeyle tarif edemedim, yine de eksik kaldı.

Esmanın her biri bir ilme benzer, kişi kaçına nüfuz ettiyse o kadar ilimle Allah’ı biliyor demektir. İlimler esmanın tecellisi olduğu için bir konuda alim olan o konudaki esmanın alimi olmuştur.

Aslında göz hekimi insan gözünün nasıl gördüğü konusunda ciddi bir araştırma yapmış, tahsil yapmış, yıllarını vermiş ve insan gözünü tanıdıkça insan gözünün karmaşıklığına, görme işleminin beyinde nasıl gerçekleştiğine dair bilgisi arttıkça hayranlığı da artıyor. Bunun ille de mü’min olması veya deist olması, yani bir tanrıya inanması gerekmiyor. Göze olan hayranlığı gözünde Allah’a olan hayranlığıdır. Ama inkar ediyorsa bu hayranlık ona hiçbir şey kazandırmaz hatta küfrünü derinleştirir.

Ama şunu bilelim ki müessirsiz eser olmaz, failsiz fiil olmaz, sanatkarsız sanat olmaz öyle değil mi? Bizimki fiile hayran faili unutmuş. Sanata hayran hayran bakıyor, yani bu levha ne güzel yapılmış diye bir cümle kurmaz veya kursa bile aslında failini bilerek kurar, çünkü levha kendi kendisini yapmaz. Böyle bir cümle kursa yanındakiler sen iyi misin diye bakarlar. Öyle değil mi levha kendisini ne güzel yapmış, bu tablo kendisini ne güzel yapmış. Yahu basit ve kıytırık bir tablo için bile bunu diyemiyorsunuz da şu Allah’ın şah eseri için nasıl bunu diyebilirsiniz, bu ne cesaret.

İnsan zihni böyle kodlanmıştır gerçekten sebepler zinciri üzerinden gider ve sebeple müsebbip arasında ilişkiyi kurar mutlaka. Sebep sonuç ilişkisini mutlaka kurar. Zihin böyle algılıyor çünkü, zihin böyle çalışıyor bu ilişkiyi kopardığınızda zihin çalışmıyor, o zaman akılsız oluyor. Hatta burayı aldığınızda çalışmıyor. Özellikle korteks ve korteksin bu kısmı.

Yüzyılın başında Alman demiryolu işçilerinden biri gelen trenin fırlattığı bir çakıl taşıyla burası sıyrılıyor ve bunun üzerine fark ediyorlar. Embesil hale geliyor adam, adam yaşıyor. Ama tıpkı bir hayvan gibi yaşıyor. İnanma, sevme, nefret etme, inkar etme, üzülme sevinme, düşünme duyguları kayboluyor.

Çok ilginç. Neden secde de alnımızı koyduğumuzu anladınız mı? İnsanlığımı senin önünde kurban ediyor yere yatırıyorum ya rabbi. Anladınız mı secdede neden alnı yere koyuyoruz.

Allah’ı ön bilgi ile bilmek esma ile olur, gerisi önyargıyla bilmektir. Önyargıyla bilmek yanlış bir kullanım önyargıyla bilinmez. Önyargı küfürdür aslında. İnkar hiçbir şeydir biliyorsunuz, inkar bir şey yok demektir. Bir şeyin yokluğunu ispata çalışmak bir şey değildir. Bir şey olması için var olması lazım. Onun için ön bilgi esmadır. İman ön bilgidir aslında bu manada. Onun için imanla küfür objektivite karşısında eşit lımdeğildir. Yani objektif olalım Allah’a yaklaşırken, ne yapalım? Yani inkardan yola çıkalım.

Hele üçkağıtçı hele..! İnkarın objektiflik olduğunu kim söylemiş, negativite ne zaman pozitivitenin yerini aldı? Anlatabiliyor muyum. Bu manada negatif olanı pozitif olanın yerine koymak nasıl objektivite oluyor? Ön bilgi vardır, ön bilgi olmasaydı objektif olabilirdik. Allah karşısında mutlak objektiflik insan için muhaldir. Niye? Çünkü yaratan insanı kendisine kul olmak üzere planlamıştır. Dolayısıyla ön bilgidir iman, iman edersiniz ön bilgiyle iman edersiniz. Ön bilgileri fıtrattır, fıtratınıza yerleştirilmiştir, içinize konulmuştur. Sebep sonuç ilişkisi içerisinde eğer doğmuşsanız, algılıyorsanız eşyayı, varlığı, bu sebep sonuç ilişkisi zinciri sizi Allah’a götürür mecburen, başka değil.

Peki beni kim yarattı? Annem de hadi. Anneni, onun annesini, onun annesini devam et, bininci, iki bininci, üç bininci..! nereye gideceksin? Sonsuz teselsül mantıksızlıktır, totolojidir. Hiçbir şey sonsuz teselsüle dayandırılamaz. Mutlaka zincirin bir ilk halkası vardır. Çünkü sonu varsa başı da vardır.

Dolayısıyla nereye gideceksin? Allah diyeceksin başka çaren yok Allah yarattı diyeceksin. Bir yerden yaratılışa iman etmek, ikrar etmek durumundasın. Dolayısıyla küfür ön yargıdır kötü bir ön yargıdır hem de ve küfür özünde negativitedir. Negativite insanın içini boşaltır. Küfür insanın içini boşaltır, içeriğini boşaltır. Onun için bakın küfredenlerin en büyük sıkıntısı budur. Hakikaten sıkıntılı insanlardır çünkü içleri boşalmıştır ve sıkıntıyı kolektif hale getirmek için çırpınırlar, kendilerine suç ortağı ararlar genelde.

Esmanın ahlak olarak yansıması üzerinde durmuştum. inne lillâhi tisaten ve tisîne ismen men ahsâhâ dehalel cenneh. (Hadis) meşhur hadis budur. Yani Allah resulünden rivayet edilen Buhari ve Müslimin de bize naklettiği meşhur hadis budur ve buraya kadardır daha ötesi yoktur. inne lillâhi tisaten ve tisîne ismen Allah’ın 99 ismi vardır. Bu 99 rakamının kinaye olduğu konusunda ulemanın ekserisi adeta görüş birliği vardır. Ona inşaAllah bu hadisi işlerken geleceğiz.

Kim bunları ihsa ederse cennete girdi bilsin. Bu hadis bizde nasıl dönüşmüştür, neye dönüşmüştür? Ezeberlerseye dönüşmüştür. 99 kelimeyi ezberle bul karayı al parayı. 99 kelimeyi ezberle gir cennete. Öyle değil mi Gazze’dekilerin aklımı var, niye ölüyorsunuz ezberleyin 99 ismi olsun bitsin. Öyle değil mi. Sahabe canını niye vermiş ki, ne kadar ki o kadar eziyet çekmeye. Peygamberler tevhid ve şirk mücadelesinde nasıl bir ömür boyu bedel ödemişler. 99 kelime var ezberle ve gir cennete.

İhsa kelimesinin çok anlamlı bir kelime olduğunu daha önce söylemiştim inşaAllah önümüzde ki ders bu hadisi ve bu hadis çerçevesinde esma listesini size vereceğim için şimdilik geçiyorum sadece. Neden esma ül Hüsna sorusuna dokuz cümlemi okuyup kapatıyorum inşaAllah.

1 – Allah’ı kendi kelâmından bilmek, tanımak anlamak içindir esma ül Hüsna.

2 – Sahih bir Allah tasavvuru inşası için esma ül Hüsna.

3 – Allah’tan bağımsız bir hayat alanı olmadığı için esma ül Hüsna.

4 – Esmanın ahlakının insana yansıması için, yani ilahi tavır ve davranışın insan davranışlarında yansıması için esma ül Hüsna.

5 – Hâlık ile mahluk arasında ki aidiyet farkını anlamak için esma ül Hüsna. Bu çok önemli. Yaratanla yaratılan arasında ki mahiyet farkı nicelik değil, nitelik farkını, hüviyet farkını, mahiyet farkını her açıdan anlamak için esma ül Hüsna.

6 – Allah’a yaklaşmaya bir vesile olsun için Esma ül Hüsna.

7 – Allah’ı layık olduğu vasıfları anmak için esma ül Hüsna.

8 – O’nu öğrettiği gibi zikretmek için esma ül Hüsna. Bu ayetlere geleceğim; vezkürûHU kemâ hedâküm. (Bakara/198) Allah’ın emri bu.

9 – Dua ve ibadetin kabulü için esma ül Hüsna.

Bundan sonra neden Kur’an a göre esma ül Hüsna sualine geçebiliriz inşaAllah.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ESMA DERSLERİ (5-1)

$
0
0

300

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr.

Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. (İsra/80) Amin, amin, amin..!

Değerli dostlar bugün Esma ül Hüsna dersimizin birinde daha beraberiz. Esma ül Hüsna mukaddimelerini henüz bitirmiş değiliz, daha esmaya geçebilmiş değiliz. İnşaAllah önümüzde ki her halde iki ders daha mukaddime sürer. Ondan sonra Allah ismi celili ile esmaya başlarız. Bu kadar uzun mukaddime olur mu demezsiniz umarım. Mukaddimeler sağlam olursa muahhiralar sağlam olur. Başlangıcı güzel olursa sonu güzel olur. Bidayeti misk olursa hitamuhu misk olur. Eğer illetini anlamazsak hikmetini de anlamayız. Bir şeyin sebebini anlamazsak ondan doğru sonuçlar çıkaramayız.

Allah’ı anlamak, Allah’ı tanımaktan söz ediyoruz. Esmadan söz ettiğimiz her seferinde Allah’ı anlamaktan söz ediyoruz. Allah’ı anlamadan nasıl kulluk edeceksiniz, nasıl şükredeceksiniz, nasıl hamd edeceksiniz. Allah’ı anlamadan eşyayı ve varlığı nasıl anlayacaksınız, kendinizi nasıl anlayacaksınız. Allah’ı anlamadan Allah’ın işlerini nasıl anlayacaksınız. Dolayısıyla esma Allah’ı anlamanın aracı. Biz üç meşru vesileye yapışabiliriz.

Bu vesilelerden bir tanesi esmadır. Esma tabir caizse aklımızın arzını Allah’ın arşına çıkarmak için arştan arza uzatılmış bir gök merdivenidir. Biz bu merdivene tırmanarak aklımızı arşla iliştirebiliriz. İkincisi salih amel Allah’a ulaşmaya bir sebep, bir vesile arayacaksak 1. si esma, 2. si salih amel, 3.sü de yaşayan salih insanlar. Çünkü efendimiz ve sahabe öyle yapmışlar. Yaşayan diyorum dikkat buyurun. Onun için Hz. Ömer yağmur duasına çıktığında şöyle dua ediyordu;

Ya rabbi Allah’ın resulü aramızdayken onu vesile ediniyorduk yağmur istemek için. Fakat şimdi o aramızda yok, şimdi de onun amcasını vesile ediniyoruz çünkü o aramızda. Dolayısıyla yaşayan salih insanlar.

3 meşru vesile olabilir. Bunların bir numaralısı esma ül hünsadır. İşte biz onun için esmanın; hayatın sırrı olduğuna inanıyoruz. Eğer esmaya vukufiyat kesp edersek hayatın sırrına vakıf oluruz diyoruz. Çünkü hayat dediğimiz şey Allah’ın esma prizmasından yansıyan ışıklardan başka bir şey değil. Hayat dediğimiz şey, bütün bu varlık, bütün bu mahlukat Allah’ın esmasının farklı tecellileri. Bu tecellileri sonuç kabul edip bunun sebebini ararsak esmaya ulaşırız. Dolayısıyla sebep sonuç ilişkisi içerisinde düşündüğümüzde esma ile mahlukat arasında kopmaz bir illiyet bağı olduğunu yani mülazemet olduğunu, lazım ve mevzum olduğunu, birinin varlığı öbürünü gerektirir şekilde bir mülazemet ilişkisi olduğunu anlarız.

Bu derste mukaddimemizin konusu neden Kur’an a göre esma ül Hüsna. Çünkü bizim esma ül hünsamız Kur’an a göre esna ül Hüsna. Mevcut esmayı işlemeyeceğiz biz, mevcut listeleri işlemeyeceğiz. İnşaAllah önümüzde ki ders listeleri havi hadislerin tahlilini yapacağım burada. İki hadis var o konuda bir İbn. Mace, bir de Tirmizi hadisi. Bu hadisleri burada ince ince tahlil edeceğim. Bugün evlerinizde astığınız Esma ül Hüsna listeleri ne kadar sahih, ne kadar gerçek, ne kadar güvenilir. Bugün ezberlettikleri esma ül hünsanın Kur’an la ne kadar ilgisi var. Alimler ne demişler, otoriteler ne demişler.

Bunlar mühim, önümüzde ki ders inşaAllah tam da oraya geleceğiz. Bugün Kur’an a göre esma ül Hüsna dedik. Çünkü Allah’ı en iyi tanıyacağımız kaynak Allah’ın kendisi, Allah’ın kelamı. İnsanlar çocuklarına isim verirken eşlerine danışmadan veremiyorlar öyle değil mi. Yani çocuğunuza isim koyacaksınız, öyle aklıma geldi koydum da diyemiyorsunuz. İsim koymak bazen krizlere yol açıyor.

Allah’a isim koymak ha? Adam titrer. Onun için Kur’an özellikle bu konuda …fed’uHU Biha* ve zerulleziyne yulhıdune fiy EsmâiH. (A’raf/180) O’nun esması hakkında yoldan sapanlardan uzak dur. Ne demek bu? geleceğiz oraya. Bu ayet ne diyor? O’nun esması hakkında yoldan sapmak ne demek. İlhada düşmek, hatta ilhadı küfrün bir boyutu olarak açıklayabiliriz. Nasıl oluyor O’nun esması hakkında yoldan sapmak, ilhada düşmek. Onun için esma çok önemli bir mevzu.

Şu soru önemli Mukayyet insan, mutlak Allah hakkında nasıl konuşur. İnsan mukayyet, insan kayıtlı, insan sınırlı, mahdut. Allah ise sınırsız, mutlak. Konuşan insan mukayyet, konuşulan Allah sınırsız. Peki nasıl konuşur? Sınırlı bir varlık sınırsız bir varlık hakkında nasıl konuşur, nereden konuşur, neye dayanarak konuşur ve buna nasıl cüret eder. Gerçekten bu cürettir. Onun için insan Allah der de titremez mi. eğer insan Allah diyor da titremiyorsa ağzından çıkanı kulağı duymuyordur, ne dediğinin farkında değildir.

Tabii ki farkında olduğu kadar titrer, eğer tam farkında olsaydı yer yüzünü de titretirdi. Onun için ..izâ zükirAllâhu vecilet kulub.. (Enfal/2) Allah’ın adı anıldığında kalpleri titrer. Ne gibi? İçlerinde deprem olur, ihtizaza gelir, yüreği oynamaya başlar dayanamaz. ve izâ tüliyet aleyhim ayatuHU zadethüm iymanen. (Enfal/2) Allah’ın ayetleri yanlarında okunduğu zaman ise imanları artar. Ama Allah’ın ayetleri okunmadan önce, iman artmadan önce kalpleri titrer.

Demek ki kalbin titremesi imanın artmasından önce geliyor. O olmadan o olmuyor. Çünkü “vav” var. Birincisi birinci, ikincisi ikinci. Dolayısıyla Allah denince içi ürpermeyenin ayet okununca imanının artması beklenmez, beklenmemeli. O zaman önce ürpermeli, önce titremeli.

Niye titreyecek, Allah demekte ne var ki demiyorsunuz değil mi. İşte onu öğrenmeye çalışıyoruz. Bütün esma dersimizin maksadı bu olacak. Niye titreyecek, insan niye titremeli Allah dediğinde niye titremeli işte onu öğreneceğiz. Yoksa peygamberleri anlayamayız, şehitleri anlayamayız, salihleri anlayamayız, alimleri anlayamayız. İbrahim’i anlayamayız, ateşe nasıl atlar bir insan, hasbiyallah nasıl der, Allah bana yeter nasıl der. Karada gemiyi nasıl yapar bir insan, nasıl elaleme maskara olma pahasına karada gemi yapmaya başlar. Titremeden becerebilir mi bunu. Yüreği titremeyenin eli böyle bir şeye gider mi, nasıl yapar bunu. Nasıl olur Firavunun sarayında Musa olmak, nasıl becerir nasıl Musa kalabilir. Önce prensken çobanlığa nasıl talim eder. Nasıl olur kuyuya düşüp de aklını kuyuya düşürmemek, kuyuya atanların aklını kuyuya düşürmek kendi aklını kuyuya düşürmemek Yusuf gibi. Nasıl olur gömleğinin arkasından yırtılması, nasıl olur Züleyha sarayda mahpus, Yusuf zindanda hür, nasıl olur.

Allah demeden biz bunu nasıl anlarız. Nasıl anlarız koç gibi kesilen Yahya’yı, Zekeriyya yı nasıl anlarız. Ve Allah resulünü nasıl anlarız. Mücadeleye bakın, Allah resulünün içinde ki fırtınaya bakın. İnsan her şeye rağmen insan. Anlık gidiş gelişler Celal ile Cemal arasında anlık gidiş gelişler, belki nefisle ruh arasında. Bir duanın içinde saniyeler içinde oluyor bütün bunlar. Önce ilahi diyor inni eşkü da’fe kuvveti. Gücümün tükendiğini sana şikayet ediyorum ve kıllete hîletî kuvvetimin azaldığını sana şikayet ediyorum ve hevâni alennâs insanlardan bıkıp usandığımı sana şikayet ediyorum. Ya rabbi, ey rabbim. Ya rabbel alemin, ey alemlerin rabbi ya rabbel mustadafin, ey ezilenlerin rabbi, ve limen tekilü beni kimlerin eline bıraktın. Davamı ipotek edecek bir düşmanın eline mi bıraktın, beni rezil edecek hasımlarımın eline mi bıraktın. Sol taraftan geliyor bunlar, anlık, anında içinin sol tarafından..

Nasıl bir mücadeledir Allah’ım onu da dile getiriyor. Hemen karşı tarafa geçiyor, sağ tarafa geçiyor. Ve illem gadbane aleyye, felâ ubâliy Eğer bana kızmadın gücenmedinse çektiklerimin hiç birine aldırmıyorum ya rabbi, yeter ki sen bana kırılma, yeter ki sen bana gücenme.

Biraz önce beni kimlerin eline bıraktın diye naydı Muhammed AS. biraz, bir saniye sonra; Eğer bana darılmadınsa çektiklerime aldırmıyorum, bu çektiklerimin hiç birine aldırmıyorum diyen de aynı şahsı.

Alın size mücadele, bir anda nasıl bir gidiş geliş içinde. Biraz sonra yine biraz önce olanı söylüyor aslında felâ tekilniy ilâ nefsiy tarfete aynin beni nefsimle bir lavza baş başa bırakma ya rabbi.

Demek ki biraz önce neyin olup bittiğini değerlendirivermiş hemen. Yani beni kimin eline bıraktın diyen nefsiydi. Beni; davamı ipotek edecek bir düşmana mı teslim ettin diyen nefsi, Bir anlık baş başa kalma bunları dedirtiyor. Ondan sonra o anda, o saniyeler içinde kendi kendini, kendi iç dünyasını değerlendiriveriyor, hemen karşıya geçiyor ve ona cevap veriyor, kendine cevap veriyor. Ama bu sefer Allah’ın yanından cevap veriyor tabir caizse. İmanının yanından cevap veriyor. Cevabı kendisi, kendisine veriyor. Senin nûruna sığınırız, sonsuz nûruna, kâinatı aydınlatan nûruna. Dua böyle devam ediyor. Evet, görüyorsunuz nasıl izah edersiniz Allah deyip de titremeyen bir yürek yoksa bunu nasıl izah ederiz.

Galiba efendimizin “kalbime bir anlık gaflet gelirde bazen ben rabbime 70 kez ya da 100 kez istiğfar ederim.“ Yani akşama kadar istiğfar ederim demesi onun gibi bir şey. Bu duanın başında ki o serzeniş. Demek ki bize insanlık öğretiliyor aslında, bir duanın içinde gidişler gelişler öğretiliyor.

Dolayısıyla aziz dostlar Allah deyip de ürperen bir gönül ancak bu performansı ortaya koyabilir. Bu sonuçların sebeplerini ancak o zaman anlayabiliriz hangi kaynaktan neş’et ediyor, yani dünyanın en nazlım, en sakin, en barışçıl kimsenin hiçbir şeyine, yani öyle derler değil mi; “tavuğuna kış dememiş” derler. Ömrü boyunca böyle bir şey olmamış. Ama böyle bir insanı dünyanın en devrimci insanı yapan ve amcasına “Vallahi ey amca, vallahi ey amca eğer güneşi sağ elime koysalar, ayı da sol elime koysalar davamdan asla vazgeçmem. Ta ki Allah’tan bir emir gelinceye kadar. Demesini nasıl anlayacağız eğer Allah’ı devre dışı bırakırsak, bunu ne dedirtir insana.

Dolayısıyla esmayı anlamak bize bütün bunları anlamayı kolaylaştıracak. Aslında esmayı anladığımızda yalnızca Allah’ı anlamış olmayacağız, peygamberi de anlamış olacağız, peygamberleri de anlamış olacağız, nübüvveti de anlamış olacağız. Bu mücadelenin neden insanlık tarihi boyunca sürebildiğini, sürdüğünün hikmetini, sırrını anlamış olacağız. Neden firavunlar onca gücüne rağmen, Nemrutlar onca gücüne rağmen neden Musa’lara ve İbrahim’lere galip gelememişler bunun sırrını da anlayacağız ve da birçok neden, niçin sualinin cevabını da esma vesilesiyle anlayacağız.

Evet, mukayyet insan mutlak Allah hakkında nasıl konuşur; Aziz dostlar işte iman budur, konuşamaz. Ne yapar? İman eder, inanır. İnandığında artık aklın kapasitesini aşan o hakikat imanına konu olduğu için akıl haddini bilir ve sınırlılığını itiraf eder. Zaten haddini bilmesi Allah’ın sonsuzluğunu bilmesi manasına gelir. Çünkü Allah’ın sonsuzluğunu hakkıyla bilmek için sonsuz olmak lazım. O zaman insana bir şey düşüyor, kendi sonluluğunu bilmek, kendi sınırlılığını bilmek, kendi küçüklüğünü bildiği oranda Allah’ın büyüklüğünü bilir.

Kur’an Allah hakkında kafadan konuşmayı yasaklar. İsterseniz okuyalım;

BismillahirRahmanirRahıym Kul innema harrame Rabbiyel fevahış… (A’raf/33) de ki rabbin fahişeliklerin her türünü haram kıldı. Fevahış aslında insan onuruna aykırı olan, insan şeref ve izzetine aykırı olan her şeyi kapsar. Fuhuş deyince bizim aklımıza sadece cinsel durumlar geliyor. Kur’an bunu deyince sadece cinsel hadsizliği ifade etmez, her türlü haddi aşmayı ifade eder. Çünkü fahşa; Allah’ın koyduğu sınırı, haddi aşmaktır. Onun için faiz yiyen erkeğe de fahiş, kadına da fahişe denilirse hiçbir şey lazım gelmez Kur’an a, Kur’an ın isimlendirmesine uygun olur. Çünkü Allah’ın koyduğu sınırı aşmak.

Dolayısıyla Kul innema harrame Rabbiyel fevahış… ayeti kerime uzun olduğu için atlıyorum; … ve en tekulu alAllâhi ma lâ ta’lemun. (A’raf/33) en sonunda bunu söylüyor ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri konuşmanızı da haram kıldı Allah. Allah hakkında bilmeden konuşmak, demek ki bilerek konuşmak lazım. ve en tekulu alAllâhi ma lâ ta’lemun. (A’raf/33) Allah hakkında bilmeden konuşmanızı da Allah haram kılmıştır.

Allah’ı polemik konusu yapmak Kur’an da yasaklanır. Okuyalım ayeti, Ve minenNasi men yücadilü fiyllahi Bi ğayri ‘ılmin ve yettebiu külle şeytanin meriyd. (Hac/3) insanlardan öyleleri vardır ki men yücadilü fiyllah, Allah hakkında tartışırlar. Bi ğayri ‘ılm bilgiye sahip olmadıkları halde, bilgisiz olarak Allah hakkında tartışırlar. Ve yettebiğ külle şeydanın merid ve her yoldan çıkmış şeytana uyarlar. Allah hakkında bilmeden tartışmak, aslında bu tartışma sadece dışarı vurulmuş tartışmaları ifade etmez, dışarı vurulmamış tartışmaları da ifade eder.

Burada insana haddini bilmesi telkin ediliyor, haddini bilmeye çağrılıyor. Yani Allah hakkında konuşurken çok dikkat et çünkü insan hakkında sui zan haram, ya Allah hakkında? Düşünsenize. İnsan Allah’a suizan eder mi? Etmez mi, kâinatta en çok suizanna uğrayan zat kimdir diye sorsanız Allah’tır derim. Öyle değil mi? Allah’tan daha çok suizanna uğrayan kim. Bakınız, başımıza gelen bir çok şeyde kendimizi suçlayacağımıza dolaylı ya da dolaysız rabbimizi suçlarız.

Aslında bu Allah hakkında suizan değil de nedir. Allah hakkında suizan ederiz, bir kötürüm görürüz, bir zeka özürlü çocuk görürüz, bir felçli görürüz; Ya rabbi bunun suçu neydi deriz. Allah hakkında suizan ederiz. Kökten bir suizan, bu ne biçim soru? Yani bunun suçu neydi demek bunun hak ettiğini buna niye vermedin demek. Yani o bir aklı hak etmişti, o gözü hak etmişti, o eli ayağı, dili dudağı hak etmişti sen vermedin ya rabbi demek.

Ne zaman hak etmişti, siz ne zaman hak ettiniz. Siz anadan doğma görür olarak doğdunuz, akıllı olarak doğdunuz. Peki verdiniz mi bedelini? Ödediniz mi, ne zaman ödediniz, kime ödediniz, makbuzunuz var mı, ödendi belgeniz var mı. Nasıl ibraz edeceksiniz bu nasıl bir akıl. Onu görünce sana düşen tek şey şükrünü artırmaktır. Unutma ki Allah kredi açmıştır, sahip olduğumuz her şey hediyedir, karşılıksız bir bağış. Hak ettiğiniz bir şeyi vermeyen haksızlık etmiştir size. Ama size hediye vermeyen haksızlık etmemiştir size. Veya hediyeyi sınırlı vererek. Ona söyleyemezsiniz; falana niye fazla hediye verdin de bana vermedin?

Sanane ya..! sana da verdi, sana seni verdi. Say bakayım verdiği hediyeleri ömrün yetmez. Varı saymaya ömrün yetmez. Niye hemen yoka geldi sıra. Dolayısıyla o çocuğu gördüğünde Allah’a suizan etme, ya rabbi bunun ne suçu vardı deme, benim fazlam neydi belki de. Vya ben bunun hesabını nasıl vereceğim de. Ben bunun şükrünü nasıl ödeyeceğim de öyle de.

Onun için Allah’a suizan etme konusunda insanoğlu çok ustadır, bin bir türlü bahanesi vardır bu konuda. Alır Allah, bakarsınız aldığında suizan ediverir. Aldın ya rabbi. Hani fecr suresinde var ya? Allah ne zaman verdiği nimeti sınırlarsa o zaman da derki, rabbim beni terk etti ehanen, hatta Elmalı bunu ihanet etti diye çeviriyor. Dil olarak o manaya gelmez ama o neşveyi veriyor belki kelime tınısı olarak. Rabbim bana ihanet etti ha? Kim kime ihanet etti. vermeyince ihanet mi etti, olur mu öyle şey, o dili kime borçlusun bunu söyleyen dilin. Eğer rabbin sana ihanet ettiyse sana kim sadakat gösterir, sen rabbine ihanet etmiş olmayasın, tersi olmasın.

Görüyorsunuz değil mi insanoğlu böylesine cüretkar. Onun için Allah hakkında suizan eder Allah hakkında yakışıksız düşünür, konuşur, bu da Allah ı bilmediğinden olur. Hac/3. ayeti biraz önce okuduğum men yücadilü fiyllahi Bi ğayri ‘ılmin Allah hakkında bir ilme dayanmadan tartışmak yasaklanıyor.

İnsan Allah hakkında bilerek ne kadar konuşabilir? Biraz önce demiştim ki Allah hakkında insan sınırlıdır, iman ile ancak Allah hakkında konuşmanın başlangıcını yapabilir. İman ancak Allah hakkında konuşmaya insanı cüret ettiren bir numaralı giriş kapısıdır. Ama ondan sonra Allah hakkında konuşacaksa Allah’tan öğrenecek, yani vahiyden öğrenecek. Allah’ı en iyi öğreneceğimiz kaynak Allah’tır.

Allah hakkında konuşmanın 3 şartı var; Çok ilginç, bu ayet Hac/8. ayeti; Ve minenNasi men yücadilü fiyllahi Bi ğayri ‘ılmin yukarıdaki 3. ayetle aynı hemen hemen, ama buradan sonrası değişiyor; ve lâ hüden ve lâ Kitâbin müniyr. (Hac/8)

1 – İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah hakkında tartışırlar, mücadele ederler, cidal ederler. Bi ğayri ‘ılmin bilgiye sahip olmaksızın.

2 – ve lâ hüden bir yol gösterici olmaksızın, bir hidayet olmaksızın.

3 – ve lâ Kitâbin müniyr aydınlatıcı bir kitap, bir belge olmaksızın tartışırlar.

Bu 3 şeyden ne kastediliyor? Bi ğayri ‘ilmin; ilim, bilgi. Bilgi olmaksızın Allah hakkında tartışmak bunu anlıyoruz. Hüden; hidayet olmaksızın. Bu hidayetle neyi kastetmiş olabilir? Mesela bununla şöyle bir sonuca varabilir miyiz. Bu ayeti kerime de 3 şey sayılıyor İlim, hidayet, kitap. İlim; bilgi. Kitap; vahiy. Hidayet ne? Buna da peygamber diyebilir miyiz. O zaman Allah hakkında konuşma konusunda peygamberin söyledikleri de bir kaynaktır. O halde Allah hakkında peygamber isim koyabilir diyebilir miyiz. Böyle bir sonuca varabilir miyiz.

İlginç bir yaklaşım bu ama bir yaklaşım. Bir kere burada ki ve lâ hüden yani hidayet olmaksızın, hidayetin kaynaklarından biri peygamberlerdir. Fakat hidayetin tek kaynağı değildir, doğrudan hidayet hüden lil muttakıyn ayetinde de olduğu gibi rabbimizdir Hadî olan. El Hadî olan O’dur dolayısıyla hidayet Allah’ın yol göstermesidir. Onun için Allah Seliym akılla hidayet eder, ayât-ı kâinatla hidayet eder, ayât-ı hadisatla hidayet eder, ayât-ı insan ile hidayet eder, ayât-ı mektub ile hidayet eder, peygamberleriyle hidayet eder. Dolayısıyla bu ve lâ hüden i tek bir maddeye indirgemek doğru olmaz. Öyle olsaydı zaten doğrudan peygamberlik anılırdı, risalet anılırdı. Ve lâ nebiyyin, ve lâ resulin gibi bir ibareyle gelirdi.

Öbür taraftan bu üçü ayrı ayrı şeyler mi diye sorduğumuzda mümkindir ki ayrı ayrı şeyler olmayabilir. Birbirini açıklayan bu atıf harfleri de atfı beyan olur o zaman. Yani ilimsiz olarak Allah hakkında tartışan kimseyi yeriyor. Yani ve lâ hüden; Kılavuzlanmamış, Allah tarafından rehberlik yapılmamış, “vav” ları atfı beyan olarak alırsak. Yani ve lâ Kitâbin müniyr aydınlatıcı bir kitap, bir vahiy olmaksızın.

O zaman hidayette vahyi görür ilim de vahyi görür yani onun açılımı olur. 3. madde hepsini toparlayan bir madde olur. Dolayısıyla Hac/8 i ayetten yola çıkarak Allah hakkında, Allah dışında bir kaynağın esma dizmesinin meşruiyeti çıkarılamaz. Neden? İşte şu ayetlerden dolayı;

Allah hakkında bilmeden konuşma zandır. En kötü zan Allah hakkında olan zandır. Onlara fenalığın girdabını boylasınlar bedduası yapan ayeti okuyorum şimdi;

Ve yu’azzibel münafikıyne velmünafikati velmüşrikiyne velmüşrikâtiz zanniyne Billâhi zannessev’* aleyhim dairetüssev’. (Fetih/6)Allah azab etsin kime? Münafık erkekler ve münafık kadınlara. İki yüzlü erkekler ve iki yüzlü kadınlara. velmüşrikiyne velmüşrikât müşrik erkekler ve müşrik kadınlara.

Ne yapıyor bunlar? iz zanniyne Billâhi zannessev’ Allah hakkında kötü zanda bulunuyorlar, suizanda bulunuyorlar. Allah lanet etsin diyor. Ve arkasından ilenç geliyor aleyhim dairetüssev’ lanetin girdabını boylasınlar, fenalığın girdabını boylasınlar diyor.

Biraz önceki suale yeniden dönüp neden Allah hakkında bir başkası esma dizemez. Kur’an bu konuyu kapatmış. Bakara/198. ayet vezkürûHU kemâ hedâküm. (Bakara/198) Allah’ı size yol gösterdiği gibi, size öğrettiği gibi zikredin.

Anlaşılmayan bir şey var mı? Çok net ve sade değil mi. Allah’ı sizi hidayet ettiği gibi, size yol gösterdiği gibi. Yukarıdaki ve lâ hüden i de aslında anlamış değil miyiz. Ve lâ hüden aslında Allah’ın yol göstermesi. Dolayısıyla Hac/8 ile bu ayeti, Bakara/198 i yan yana koymak lazım.

Bu ayet tek değil bir başka ayet daha var; fezkürullahe kema allemeküm ma lem tekünu ta’lemun. (Bakara/239) Allah’ı size öğrettiği gibi zikredin. Çünkü siz bilmiyor idiniz, o size öğretti. Dolaysıyla Allah’ı kafanıza göre zikretmeyin. Allah’ı zikredecekseniz, zikrettiğinizi iddia ediyorsanız eğer size öğrettiği gibi zikredin.

Ya hocam biz tefle dümbelekle zikretmek istiyoruz, daha heyecan verici oluyor, daha neşeli oluyor olmaz mı, hatta bizim orada başkaları var klarneti de iyi çalıyorlar, olmaz mı.

İşte söylüyor, bilmiyorum yani daha dahalarını biliyorsunuz sizler. Çok ilginç noktalara vardı bu Allah’ı zikir adı altında yapılan şeyler. Maalesef öyle çığırından çıkmıştı ki, “tı” demeli miyim, mişli geçmiş zaman kullanmalı mıyım yoksa hala devam ediyor mu? Anadoluda 12. yy. larla 17. yy. arasında Haşhaşi taifesi vardı, bunlara haşhaşi dervişleri denilirdi. Gerçekten derviş bunlar. Bunlar sabah akşam nerede bulurlarsa orada zikir halkası kurarlar ve cehri, açıktan haklanın içerisinde zikir yaparlar ve ondan sonra da külahlarını açarlar, toplarlar ve öyle geçinirler. Bunlara haşhaşi denmesinin sebebi zikirden önce haşhaş, yani esrar çektikleri için.

Demek ki daha maneviyatlı mı..! tövbe tövbe, değil mi..! Yani, iş çığırından çıkınca, iş ilim be bilgiye dayanmayınca, meselenin özü unutulunca, hidayet ve rehberlik olmayınca, yani vahiyle inşa edilmiş bir akıl Allah’ı anmaya kalkarsa işte varacağı yer böyle olur.

Bu çok geçmişte kalmış değil dostlar, ben biliyorum hem de buralara çok yakın. Bana bir zaman gelmişlerdi gölcükte; Yahu hocam bu ot yahu diyordu. Otun neresi günah olacak hocam.

Allah Allah, bunu sen mi söylüyorsun, çünkü namazda gördüm birkaç kez. Düşüne biliyor musunuz. Şimdi bunu şeyh yapsak, daha fazla cezbe için daha fazla esrar. Hatta bir üst mertebeye çıkmak için eroin. Daha üst mertebeye çıkmak için her halde daha farklı şeyler. Yani en vijit olanından örnek veriyorum ama siz diğerlerini hatırlarsınız, duymuşsunuzdur, görüyorsunuzdur. Bu şişli çözümlemeler, kebaplı çözümlemeler falan. Bunları biliyorsunuzdur, duymuşsunuzdur. Yani iş nereye gidiyor bakınız. Rabbimizin kelamını göz ardı edince Allah’ı anma adına..! O zaman Marks haksız mı? Din afyondur derken aslında kimin afyonu, yani din afyon olmuş oluyor zaten birileri için. Çünkü uyuşuyorlar.

Halbuki din uyandırır, din vahiyle inşa olmuş olana akıl bahşeder. Onun için şunu her zaman soruyorum. Siz sahabe içinde hiç Allah aşkından dolayı meczub olan, kafayı bozan birini duydunuz mu? Sahabeden daha çok Allah’ı sevme iddiası hangi nesle aittir. Hiç meczup duydunuz mu? İşte sahabenin içinde biri vardı, Allah’ı o kadar çok seviyordu ki meczup oldu, kafayı yedi..! (Duyamazsınız)

Allah’ı sevmek adamın aklını artırır, adamın aklına akıl ekler, basiretini artırır. Öyle değil mi, çünkü Allah onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur diyor efendimiz. “İtteku feraset el mü’min.” Mü’minin ferasetinden, bakışından korkunuz, Yenzuru binurullahi azze vecell çünkü o Allah’ın nûru ile bakar.

Allah’ın nûru ile bakmak nasıl bir şey? Allah’ın bak dediği yerden bakmak ve gör dediği şeyi görmek, Allah ile bakmak yani. Geleceğiz oraya Allah ile bakmak nasıl bir şey. Allah ile baktığınızda Allah’ın gör dediği yerden baktığınızda bambaşka bir şey görürsünüz, şeytanın gör dediği yerden baktığınızda bambaşka bir şey görürsünüz. Onun için Allah’ın gör dediği yerden bakmayanlar büyüğe küçük, küçüğe büyük muamelesi yapıyor. Kâra zarar, zarara kâr muamelesi yapıyorlar. Getiriye götürü, götürüye getiri muamelesi yapıyor. Kazanca kayıp, kayıba kazanç muamelesi yapıyorlar. Dosta düşman, düşmana dost muamelesi yapıyorlar.

Sıkıntıları ne Allah’ın gör dediği yerden bakmamaları, Allah’ın nûruyla bakmamaları. Allah’ın nûruyla baksalar eğer imanı görecekler, Allah’ın nûruyla baksalar ceylan gözü görecekler. Allah’ın nûruyla bakmadığı için çapağı görüyor. Dolayısıyla bakınız arada ki farka. Onun için Allah’ı zikretmek, Allah’ın gösterdiği gibi anmak, hatırlamak, Allah’ın öğrettiği gibi (zikretmek demektir.)

Şimdi tam burada o ayeti kerimeye geldik; Ve Lillâhil Esmâül Husna. (A’raf/180) en güzel isimler, en güzel nitelikler, en güzel vasıflar Allah’a aittir. Yani tüm mükemmellikler Allah’a aittir. Burada söylediği açık, Daha önce mukaddime de işlediğim için girmeyeceğim, El esma ül Hüsna mükemmelliklerin tamamını kapsar ve 4 yerde gelir Kur’an da dördünde de “lâm” ı tahsis ile gelir Lillâhi. Nedir bu? Aklınıza her ne mükemmellik geliyor, o Allah’a aittir. Bu bir şeyi ispat ediyor ama sadece o değil, bir şeyi de nefy ediyor. Aklınıza her ne mükemmellik geliyor o Allah dışında bir başkasına yakıştırılamaz. Bunu da zımnen söyler. Yan sadece Allah tasavvurumuzu inşa etmiyor, insan tasavvurumuzu da inşa ediyor.

İnsana nasıl bakalım? Mükemmel diye bakmalıdır. Bunu söylüyor, esma ül Hüsna ayetleri bunu söylüyor. Hiçbir insana, peygamberler de dahil mi? ham de nasıl, tabii ki dahil Kul innema ene beşerün misliküm. (Fussilet/6) diye başlatması neden? Hem de tahsis ile başlatıyor İnnema. Kasr edatı ile başlatıyor. De ki ben sadece ve sadece bir beşerim. yuha ileyye ennema ilâhuküm ilâhün Vahid. Fakat bana vahy olunuyor. Farkım burada, yani Allah’ın resulüyüm.

Neden bunu söyletir rabbimiz her peygambere, ben de bir beşerim dedirtir? İşte bunun için. Yani mükemmellik Allah’a aittir. İsa’yı ilahlaştıranlar İsa’ya ikram etmediler, İsa’ya zulmettiler. Ama onu sevdikleri için böyle yaptılar öyle değil mi, sevdiler. Fakat sevgileri zehirli sevgi oldu, sevdiklerine en büyük zulmü yapan bir sevgi bu. Dolayısıyla sevdiklerinin hatırasına kıydılar. Sevdiler ve sevdiklerini zehirlemeye kalktılar, sevgilerini zehirlediler. Sevdiklerini zehirleyemediler ama sevgilerini zehirlerdiler.

Onun için burada Ve Lillâhil Esmâül Husna. (A’raf/180) en güzel nitelikler, tüm mükemmellikler Allah’a aittir. fed’uHU Biha o halde O’na onlarla dua edin. Yani Allah’a dua edecekseniz eğer o esma ile dua edin, yakarın.

İşte onun arkasından geliyor; ve zerulleziyne yulhıdune fiy EsmâiHİ. (A’raf/180) ve şunu ısrarlı bir biçimde bilin ki esması konusunda hakikatten sapanlardan şiddetle uzak durun.

Bu ayetin indiği ortamda ne ifade ediyor bunlar? Üç meşhur put var hatırlayalım; Lât, Menat, Uzza. Bu ayetin indiği ortamda halk bu 3 puta tapıyor. Peki ya bu putlar ne imiş tahmin edebiliyor musunuz, mesela bu isimler nereden geliyordu? Lât; Allah isminden bozma idi. El Lâd. Uzza; El Aziyz isminden bozma idi. Bozma neden melekleri dişiler olarak tavsif ediyorlar, El Aziyz in dişili Uzza gelir. El Mennan, Allah’ın esmasından biri. İşte oradan El Menat’ı, (o da dişil) getiriyorlar. Fakat iş karışmış melek mi tanrı mı. Yani tanrıyı melekte birleştiriyorlar. Asalında onların ki bir hulûl, yani tanrının meleğe girmiş şekli. Peki melek nerede? Melekte yok. Ortada ne var, put var.

Kur’an da put hakkında iki kelime kullanılır; sanen ve fen. Sanen taştan yontulana denilir ve fen ise soyut somut her tür puta denir. Böyle bir nüans var arasında.

Peki ne yapıyorlar nasıl bire put sektörü var? Bu konuda müstakil bir kitap var. Kelbi’nin kitabu’l esnam ı. Putlar kitabı. Gerçekten ilginç Türkçeye çevrildi mi bilmiyorum. Orada her şey çok güzel izah edilmiştir yani nasıl putlara taparlar.

Bunlar ahmak adamlar değillerdi, Ebu Cehil uluslar arası ihracat ve ithalat yapan bir tüccardı unutmayın. Yani bu adamlar öyle bir taşın önüne gelecekler..! Nasıl yapıyorlardı bunu, bunu anlamak lazım. Yani nasıl anlayacağız onu da bilmiyorum da anlamaya çalışıyoruz. Bu adamlar sıradan adamlar değil, çünkü baharat yolu üzerinde bir numara yapmışlar Mekke’yi. Güney Kuzey ticareti içerisinde bölgede bir numara yapmışlar. Bu basit bir şeye değil. Yemenden Şam’a kadar, Okyanustan , Kızıldeniz üzerinden Akdeniz arasındaki ticaretin kapısı olmuş Mekke. Hiçbir şey yok içinde. Bir şey yetişmiyor ama dünyanın her şeyini getirmişler Mekke de pazarlıyorlar. Bu müthiş bir pazarlama kabiliyeti. Bu kabiliyetsiz insanların yapabileceği bir şey değil, aptal, salak adamlar değil bunlar yani affedersiniz.

Peki nasıl oluyor da puta tapıyorlar bu adamlar. Öncelikle uzak bir Allah inançları var. Allah’a inanıyorlar. Sor onlara gökten yağmuru kim yağdırıyor der leyekulünnAllâh.. (Ankebut/63) elbette Allah diyecekler. Bakınız Kur’an bize haber veriyor. Peki putlar ne? Zaten Zümer/3 ayeti söylüyor. ..liyükarribûna ilAllâhi zülfâ. (Zümer/3) Bunlar bizimle Allah arasında ki aracılardır diyor. Aracılık yapıyorlar yani. Demek ki uzak bir Allah inançları var.

Onun için çocuk terbiyesinde herkese tavsiyem torunu olan dedelere, evladı olan anne ve babalara tavsiyem çocuğunuza ilk öğreteceğiniz husus yakın bir Allah inancı olsun. Yani aklı ermeye başladığında yatağın içinde doğrultun Allah bizi görüyor dedirtin. Bu kadar. Gören bir Allah inancına sahip olsun ondan sonrası kolay korkmayın. Problem ne? Uzak bir Allah inancı. Dolayısıyla görmeyen, uzak ya, ulaşmayan, dolayısıyla da aracı isteyen, ulaşmamız için bir takım vasıtalar lazım.

ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd. İşte bu, insanı biz yarattık ve na’lemu ma tuvesvisu Bihi nefsuh. Nefsinin ona ne vesvese verdiğini biz çok iyi biliriz. ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd. (Kaf/16) çünkü biz kulumuza şah damarından daha yakınız. Şah damarından daha yakın olana yakın olmak için şah damarına yakın olmak lazım. Şah damarına yakın olmayanlar, şah damarından yakın olana yakın olamazlar. Kendinden uzaklaşanlar Allah’tan haydi haydi uzaklaşırlar.

Onun için kendini bilmek rabbini bilmektir. Men arefe nefsehu, fegad arefe rabbehu onun için öyledir. Onun için Allah’ı aramak için dışarı çıkılmaz, içeri girilir yürekte yolculuğa çıkılır. Onun için mirac orada yolculuktur. Yoksa füzeye binip de uzaya açılmak değil. Onun için insanın arşı gönlüdür ve onun için yere göğe sığmayan gönle sığar. Onun için vahyin iniş üssü rasulün kalbidir. ‘Ala kalbik, senin kalbine. Onun için kalp nazargâhı ilahidir. Onun için

Temiz et gönül evini

Yar gelince kondurmaya, (Yunus Emre.)

Temiz et gönül evini yar gelecek kondurmaya. Daha ne desin, ne kadar sade bir söyleyiş değil mi. Şeyh Galip’in;

Sür çıkar ağyarı dilden ta tecelli ede Hak,

Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan. (Şeyh Galip)

Gönülden gayriyi sür çıkar ki Hakk tecelli etsin. Sultan eğer bir haneye konacaksa, misafir gelecekse ma’mur olmalı o hane. Viran olmuş haneye sultan konuk olmaz. Dolayısıyla onun için böyle onun için ela Bi zikrillâhi tatmeinnül kulub. (Ra’d/28) kalpler Allah’ı hatırlamakla mutmain olur. Evet, onun için insanın merkezi orasıdır.

iza fesedeha ve fesedel cesed ve iza salahaha ve salahal cesed ela vehiyel kalp. (Hadis) Burada ki kalp yürektir yani kan pompası, ResulAllah teşbih yapmıştır. Yani kalbin bedende ki yerini ne ise, imanın makamı olan kalbin de manevi hayattaki yeri orasıdır demiştir yani. Onun için nasıl bedende kalp bozulunca sıhhat bozuluyorsa manevi bedenin kalbi de bozulunca manevi hayatın sıhhati bozulur demiştir. Bu ResulAllah’ın mecazıdır yani.

İşte bütün bu çerçevede baktığınızda rabbimizin zikrinden ne anladığımızı, ne anlayacağımızı ve Allah’ın esmasından ilhadın da ne demeye geldiğini anlamış oluyoruz.

Kur’an ın konusu insandır. Zannedildiği gibi Kur’an ın konusu Allah değildir. Çünkü Kur’an Allah’a nazil olmamıştır, Allah’tan nazil olmuştur, konusu insandır. Ama diyeceksiniz Allah’ın Mustafa kulu Kur’an da en çok geçen isim Allah ismi. Öyle, gerçekten de 3.000 e yakın geçer Allah ismi, hiçbir isim bu kadar geçmez. Ama dediniz ki Kur’an ın konusu insandır, fakat Kur’an da ki insanın merkezinde Allah vardır. Kur’an da ki insanın merkezinde Allah vardır.

Dolayısıyla Kur’an merkezinde Allah’ın olduğu bir hayat tarzı inşa etmeyi amaçlıyor. Onun için bakınız İslam kültür kodlarında Allah’sız konuşmak günahtır, adeta imkansızdır. Müslüman’ca yetişmiş biri Allahsız konuşamaz, konuşmamalıdır. Mesela bir güzellik gördü değil mi, Allahsız güzelliği tasnif edemez, tarif edemez mâşaAllah der. Bir şeyi, bir şeyin olmasını arzu etti değil mi, Allahsız arzusunu isteyemez inşaAllah der. Bir şeyin olması için harekete geçti ve sonuç almayı bekliyor Biiznillah der, Allahsız bekleyemez artık Biiznillah. Başına bir musibet geldi, gücü yetmedi eziliyor, içinde bulunduğu hali tarif edecek Allahsız tarif edemez Lâ havle velâ kuvvete illâ Billâh. Öyle bir bela ile karşı karşıya geldi ki köşeye sıkıştı, sığınacak bir kapı arıyor; Allahsız yapamaz HasbünAllah. Ölümle karşılaştı birini kaybetti, gözünden bile sevdiğini gönderdi. Durumu Allahsız izah edemez; İnna lillâh der. ve inna ileyhi racıun.

Gördüğünüz gibi Allah demeden hiçbir şey diyemez öyle değil mi Allah demeden bir mü’min hiçbir şey diyemez. Ne üzüntüsünü ne sevincini. Ne övgüsünü ne yergisini. Ne ölüme karşı, ne doğuma karşı Allah demeden hiçbir şey diyemez. Onun için mü’mince örülmüş bir hayatın kodları Allahlıdır. İşte vahiyde bunu istiyor bunu arzu ediyor.

[ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)]


TAFSİR LESSONS AL-BAQARAH (234-248) (17)

$
0
0

231

“Euzubillahiminesheytanirracim.”

“Bismillahirrahmanirrahim”

Dear friends, we will continue our lessons with 234th verse of Al-Baqarah.

234-) Velleziyne yuteveffevne minkum ve yezerune ezvacen yeterebbasne Bi enfusihinne erbeate eshhurin ve ashra* feiza belagne ecelehunne fela cunaha aleykum fiyma fealne fiy enfusihinne Bil ma’ruf* vAllahu Bi ma ta’melune Habiyr;

If any of you die and leave widows, the widows should wait for four months and ten days (before they remarry). After this period, there is no blame upon them for what they do according to custom (getting married to someone else). Allah, as the former of your actions, is the Habir. (A.Hulusi)

If any of you die and leave widows behind, they shall wait concerning themselves four months and ten days: When they have fulfilled their term, there is no blame on you if they dispose of themselves in a just and reasonable manner. And Allah is well acquainted with what ye do. (A.Yusuf Ali)

Velleziyne yuteveffevne minkum ve yezerune ezvacen yeterebbasne Bi enfusihinne erbeate eshhurin ve ashra If any of you die and leave your wives behind widows; yeterebbasne Bi enfusihinne They shall wait concerning themselves. How long? erbeate eshhurin ve ashra 4 months and 1 days, they shall wait.

Of course to understand a verse such as this, knowing is not enough. We need to fully comprehend what the speech is. A speech is not all words. There must be a truth in the background of that speech. The words gain meaning if the listeners know and think about that background while the verse is read. Only then the meaning becomes full and the context shall be explained. So, in order to understand the real meaning of this verse, the background shall be learnt.

I should express now that our last lesson was mostly about the divorce process, especially some orders were given to ladies of divorced families. Why ladies? There are men too in those divorced families? The women, especially in that era, the divorced women or the widows had no right of their own. It was almost like the divorced women and widows buried alive, sentenced to death (figuritively). They were outcasts, all alone, not just they couldn’t get a share from his late husbands fortune and wealth; sometimes they were kicked out to streets with her children.

Also you remember, I explained the bad traditions of Arabs back then when we were talking about the “Ila” subject. We should understand that concept to in order to understand this verse clearly. A man holds his wife at distance with an oath. More accurately turns his own wife into a slave. Neither divorces her nor be with her. He keeps his wife in a limbo. That was the bad tradition.

So in this verse another bad tradition was pointed, it’s this. According to arabic traditions a wife of a deceased husband must mourn for his death for an entire year. Again, another slavery. She could no longer get out of her house, she couldn’t get dressed pretty, not even considered getting married again. Because the traditions were preventing her to do that. The traditions were putting the woman in a position of a convict.

So Qur’an has brought a new verdict to stop this carceration of women. The wife of a deceased husband should never be a slave of anything. She can think and act on her own. No one can prevent her from doing so. There’s a waiting period of 4 months and 10 days.

Why this waiting period? What is the wisdom behind this time? That’s because to prevent the generation confusion. Because with the conditions of that era, you couldn’t learn whether the woman is pregnant or not. So this time period is for everyone to see what’s what. If the woman is pregnant from his late husband, by four months and 10 days, it would become visible for everyone and the father would be known by the entire community. This waiting period has been set for preventing the confusion of bloodline.

feiza belagne ecelehunne fela cunaha aleykum fiyma fealne fiy enfusihinne Bil ma’ruf After the waiting period is over, there’s no sin for those women, the women whose husbands are passed, the women who are now officially widow; for what they do according to custom. There’s no sin or responsibility upon you.

Like I expressed before, we again see the respect of Qur’an for a persons own decision. Qur’an gives the right to decide to woman; a woman whose husband was passed and and now she needs to make life decisions on her own; Qur’an gives those decision rights, entirely to her. But let me remind you again, in that era and society, widows were treated as living deads, they were like nobodies, turned into outcasts by society. So you may now understand the depths of the revolutions made by Qur’an in civil rights. With the terms set by the conditions of 1400 years before, these verses are like the words of revolution.

Why should we see this as revolution? Because the society in that era was entirely man-controlled, patriarchal. So these rules are like dynamites which are put right on the foundations of that community. The society at that time was using women as tools because of their man-centered behaviours. Women were used as instruments for simple pleasures, so they were treated as the slaves of passion and joy. The men were not treating women as equals.

So this is the real revolution of Qur’an. It’s trying to give the feeling of equality, saying men that woman are equal to them and which rights you possess, the women have those rights as well. The sentence here expresses that nobody have the right to prevent woman with her decisions by custom.

Bil ma’ruf the word. This Bil ma’ruf means reasonable and legal. If a woman makes a decision for her within reason and the decision is legal; then nobody, not even her guardians have the right to stop her from doing those.

vAllahu Bi ma ta’melune Habiyr; and of course the verse ends with this sentence. Know well that (or because) Allah is well acquainted with what you do.

Naturally the addressed group by this last sentence are women. Plus the guardians and husbands which put obstacles for women. As in; the husbands who make their wives take an oath like; “If my husband dies before me, I swear I won’t marry another man.” Something like that, which is highly possible at that time. But according to this verse this type of behaviour are not considered as true. But if a situation like; “Let’s continue this bond of love from now on to eternity. Let’s not accept anyone to this sacred love bond.” surfaces; then the decision lays upon the widow. The widow might choose the way of solitary but then this decision is all by her free will. It shouldn’t be based on an oath put by her late husband on her whether with physical or emotional pressure. So the verse says; if such a thing is present, Allah is well aware of its existence.

235-) Ve la cunaha aleykum fiyma ‘arradtum Bihi min hitbetin nisai ev eknentum fiy enfusikum* alimAllahu ennekum setezkurunehunne ve lakin la tuva’iduhunne sirran illa en tekulu kavlen ma’rufa* ve la ta’zimu ukdeten nikahi hatta yeblugal Kitabu eceleh* va’lemu ennAllahe ya’lemu ma fiy enfusikum fahzeruh* va’lemu ennAllahe Gafur’un Haliym;

There is no blame upon you if you hint a proposal of marriage to (divorced or widowed) women (during their waiting period), or conceal it in your heart. Allah knows that you will be inclined towards them. But do not enter into any hidden arrangements with them outside of what is customary nor bond in marriage with them until the end of the waiting period. Know that Allah knows what is in your consciousness, so heed Him. Know that Allah is the Ghafur, the Halim. (A.Hulusi)

There is no blame on you if ye make an indirect offer of betrothal or hold it in your hearts. Allah knows that ye cherish them in your hearts: But do not make a secret contract with them except in terms honorable, nor resolve on the tie of marriage till the term prescribed is fulfilled. And know that Allah Knoweth what is in your hearts, and take heed of Him; and know that Allah is Oft-Forgiving, Most Forbearing. (A.Yusuf Ali)

Ve la cunaha aleykum fiyma ‘arradtum Bihi min hitbetin nisai Women like that, which I should remind you that this is a social concept, this divorce; Rasulallah says; “Divorce is Allah’s least favorite good deed.” But sure enough it is a fact. Islam never bans the natural truths of life but it directs them to a managable direction. Puts the fact under rules. We studied several of these rules and the word comes to the woman who lost her husband. What’s gonna happen to widows? Is she stay like that forever? Several ancient civilization buries the wife with her late husband, remind you. Very interesting.

And you know what; even in this century this practice is still alive. In fact there was an incident happened in India several years ago. Many human rights organizations riotted after that. Think about it. A wife was buried alive with her dead husband according to the traditions. So if you put this tradition this brutal practice to one side, you may understand better what all these verses mean in a world 1400 years ago.

Ve la cunaha aleykum fiyma ‘arradtum Bihi min hitbetin nisai In a situation like this, there’s no obstacle for you to mention proposal to women like this, let’s translate this section as propose. Because fiyma ‘arradtum Bihi min hitbetin nisai. Proposal has been mentioned here. Qur’an doesn’t find it appropriate that you go to woman and say “Will you marry me?” out of blue in a situation like this. Her husband had died, her waiting period is still on. A man can say; “I’m thinking about marrying her.” He can intimate, give a hint. But he shouldn’t propose. That’s why there’s no sin for you to hint a proposal of marriage to divorced or widowed women.

ev eknentum fiy enfusikum or in a situation like that, there’s no sin for you to cherish your wishes in your hearts. As in there’s no sin for you to conceal your desires. No harm to you about this if you conceal your feelings. alimAllahu ennekum setezkurunehunne Allah know well, Allah knows well that you plan to propose her in the future with good intentions. That’s why there’s no harm for you to cherish your feelings in your hearts or give hints about proposal.

ve lakin la tuva’iduhunne sirran illa en tekulu kavlen ma’rufa But instead of opening your feelings for her secretly, talk to her with legal and right ways.

Look at these great principles Qur’an brought for social interactions. Look at the level of civilization in them. What should be the most modern way of communication? Now weigh this principle Qur’an has brought with this knowledge. You will see that Qur’an offers us the most pure, most clean and most unmized way of communication indeed. Don’t fall into internal bargaining, don’t deviate to some wordplays, don’t try other false ways of communication. You may not meet bad words to you from people but think about the virtue and honor of the person you propose. So do this deed like modern people, not with secret plays. If you are sincere and honest about this.

ve lakin la tuva’iduhunne sirran illa en tekulu kavlen ma’rufa instead of opening your feelings for her secretly, talk to her with legal and right ways. ve la ta’zimu ukdeten nikahi hatta yeblugal Kitabu eceleh But don’t enter into any hidden arrangements with them until the term prescribed is fulfilled. Don’t tie the knot. As in don’t say the final word until the waiting period is over.

va’lemu ennAllahe ya’lemu ma fiy enfusikum fahzeruh and never forget that whatever you hold in your hearts, Allah knows them very well. Allah knows what’s inside of you. Fahzeruh so take heed of Allah.

va’lemu ennAllahe Gafur’un Haliym; And again know well that Allah also know what you will think on your own. As in; your innerselves will not be honest. But at that point remember that Allah is Oftenly Forgiving and Most Forebearing. va’lemu ennAllahe Gafur’un Haliym; Remember, Allah always gives you time, never rushes on punishment, treat people as soft as possible and with honesty and forgivingly.

Look at this. Look at the balance Qur’an invites you. That’s the real definition of balance. At one side it says, “Take heed of Allah.” Fahzeruh. And right after that the speech continues with “Don’t forget that Allah is Oftenly Forgiving And Most Forebearing.” beynel havfi vel reca Between fear and hope. Swinging people like a pendulum. Never always in fear, never always in hope. One piece from both of them. This is the balance of feelings.

236-) La cunaha aleykum in tallaktumun nisae ma lem temessuhunne ev tefridu lehunne feriydaten, ve metti’uhunn* alel musi’i kaderuhu ve alel muktiri kaderuh* meta’an Bil ma’ruf* Hakkan alel muhsiniyn;

There is no blame upon you if you divorce women when you have not yet slept with them or specified a dowry for them. But provide them (your ex-wives) with benefits according to your ability – those with greater financial means should provide according to their capacity; those with lesser financial means should provide according to custom to the best of his ability. This is an obligation upon the doers of good.(A.Hulusi)

There is no blame on you if ye divorce women before consummation or the fixation of their dower; but bestow on them (A suitable gift), the wealthy according to his means, and the poor according to his means;- a gift of a reasonable amount is due from those who wish to do the right thing. (A.Yusuf Ali)

La cunaha aleykum in tallaktumun nisae ma lem temessuhunne ev tefridu lehunne feriydaten There is no blame upon you if you divorce women when you have not yet slept with them or specified a mihr for them. No sin for you in that situation.

A new topic. A variation of the previous one. Qur’an talks about the verdicts on several different conditions of divorced women. But here there’s another verdict, the answer of a question about women who haven’t been slept yet by their husbands and haven’t been specified on their mihrs, their dowries. There are four choices.

1-The verdict on women who haven’t been slept with and haven’t been specified on their mihrs

2-The verdict on women who haven’t been slept with but their dowries were specified.

3-The verdict on women who went throught intercourse with their new husbands but their dowries haven’t yet been specified.

4-And finally the verdict on women who haven’t been slept with, haven’t been specified on their mihrs and been divorced in that state.

Qur’an has answers for both of these four conditions. Here comes the first one. What’s gonna be needed if the woman hasn’t been slept with and her mihr hasn’t been specified? Let’s continue.

ve metti’uhunn A completion knowledge arrived here. Support them even in that state. Like, support their vital needs even in these conditions.

alel musi’i kaderuhu ve alel muktiri kaderuh Another great balance. But provide them with benefits according to your ability. The wealthy according to his means, and the poor according to his means. Support them reasonably, your ex-wives. meta’an Bil ma’ruf Support and provide them within reason. Here comes;

Hakkan alel muhsiniyn; Doing this is a task, a necessity upon those who show faith Allah as they see Allah.

Why I choose to translate muhsiniyn’i like this? Because that’s the meaning of muhsiniyn by Rasulallah’s words. When people had asked Rasulallah “Mel Ihsan”, he replied; “Worshipping like you see Allah all the time.” Yes; “En Ta’bu dallahe ke enneke terahu. Feinlemte kun terahu feinnehu yerake. Being a follower, a person of faith like you see Allah.

The explanation continues with saying, “Even if you don’t see Allah, know that Allah always sees you.” So living with that knowledge, behaving with that consciousness. I explained the muhsiniyn word, with the tafsir of Rasulallah. So these are the tasks and rights upon those who do their deeds as like they see Allah all the time.

237-) Ve in tallaktumuhunne min kabli en temessuhunne ve kad feradtum lehunne feriydaten fenisfu ma feradtum illa en ya’fune ev ya’fuvelleziy Bi yedihi ukdetun nikah* ve en ta’fu akrabu littakva* ve la tensevul fadle beynekum* innAllahe Bi ma ta’melune Basiyr;

If you divorce them after specifying a dowry but before you sleep with them, give them half the specified dowry. Unless they or those in whose hand lies the marriage contract forgoes it. To give them the full amount (of the dowry) is closer to taqwa (Protecting yourself in the way of Allah from the inadequacies of your identity). Do not forget to treat each other with grace. Certainly Allah is the Basir (evaluates all that you do). (A.Hulusi)

And if ye divorce them before consummation, but after the fixation of a dower for them, then the half of the dower (is due to them), unless they remit it or (the man’s half) is remitted by him in whose hands is the marriage tie; and the remission (of the man’s half) is the nearest to righteousness. And do not forget liberality between yourselves. For Allah sees well all that ye do. (A.Yusuf Ali)

Ve in tallaktumuhunne min kabli en temessuhunne ve kad feradtum lehunne feriydaten Another option this time. Another way out of divorce. What’s that? The verdict on women who haven’t been slept with but their dowries were specified. Their mihrs are specified but the first night sleep hasn’t been started yet and with that state they are divorced. fenisfu ma feradtum In that case the half of dowry you specified, you should give it to the woman you divorced.

illa en ya’fune ev ya’fuvelleziy Bi yedihi ukdetun nikah But in case they both give up or the ones who make this marriage happens give up; there’s exception. As in; both parts of divorced family says; “I gave up my right.” or the parties who has a saying on the marriage at the first time like the guardians of underaged husband or wife say “We back down and give up our rights.” The terms which specified in that case is this; you to may give your rights.

But right after that sentence there’s another advice. ve en ta’fu akrabu littakva To the divorced parties. “O, you who make the divorce happens. It’s better for you to give up your rights. Because it is you, who wants to break the bond. Your giving up your rights and making that sacrifice is more suitable for the responsibility of your consciousness.

ve la tensevul fadle beynekum In case you are about to make a sacrifice for the person for the other, don’t forget. Even if you are divorced, you are still brothers and sisters in faith. Remember, the true believers are siblings and at that point behaving with virtue and acting with selflessness is up to you. innAllahe Bi ma ta’melune Basiyr; Allah always sees what you do.

One of the main problems in modern law, the divorce problem has been explained all this time and all of a sudden, Qur’an enters another topic which looks like it has no connection to this whatsoever. Actually this is the style of Qur’an. And even we don’t see, there’s always a reason behind this style.

The new subject is salat, prays. You will say; why does a verse about prays come right after a verse about the divorce process? The reason is this. In life, in daily life, every act you do must have a consciousness in its foundations, you must be aware of your actions. There must be reason for your doings. And you should never forget the responsibilities for Allah. If the real purpose leave your mind, you put the instrument as a replacement purpose. That’s why Qur’an brings the word to salat, the first and foremost act of responsibility which keeps the consciousness of a worshipper, alive. And by that reminds you the purpose, the real purpose of life. Reminds your the goal of your acts.

The verse we studied just now. The speech ends with sacrifice, right? Giving up what you have and behave with compassion to the person in front of you. And the last sentence said; Allah sees all what you do. And now the speech is about to come to the responsibility of a person for Allah who sees all of his actions. Because the worshipping act is a confession of helplessness to Allah.

At this point, if you ask how does moral terms settle in humans, what makes it work; what needs to be done to become a human who is willing to maket his sacrifice, what should we hold onto? O true believers, here’s the way for that.

238-) Hafizu ales Salevati ves Salatil Vusta ve kumu Lillahi kanitiyn;

Maintain salat (prayer; turning to Allah) with care, (in particular) the middle salat (asr prayer – the constant experience of this in one’s consciousness). Live in full submission in the way of Allah. (A.Hulusi)

Guard strictly your (habit of) prayers, especially the Middle Prayer; and stand before Allah in a devout (frame of mind). (A.Yusuf Ali)

Hafizu ales Salevati ves Salatil Vusta maintain your salats (prayers) with care, especially the middle one. Make effort to do them right, it says. Actually this is an answer for a question, I asked that a while ago. O Rabb, how can I gain a virtue, ethics and morals so beautiful? How can I have that virtue which makes me do sacrifices, a virtue which allows me to give up my possessions, a virtue which makes me say, “let it have my brothers instead of me”? How can I reach a level of ethics like that? This is the answer of that.

Hafizu ales Salevati ves Salatil Vusta maintain your prayers especially, take effort to execute the ideal prayer.

Hafizu verb is used for mutual wish verb which is called mushareket. And it has a nature of mutalla (with stars, mentions) It’s used between two parties. The verbs derived from this section requires both parties. You may ask why we need the sides for a verb. Yes, for instance salat has two sides. The one who makes the salat and the one who is made the salat for. As in the worshipper and the worshipped. The person and Allah. But there’s a wordplay here beyond that for this mushareket verb. You preserve your salats, so that your prayers may preserve you. You watch over your prayers, so that your prayers may protect you as well.

Hafizu verb, like I said is for dual sides. Verbs derived from this reasoning always have mushareket in their meanings like katl (war), a verb which requires two sides. Yes, sharekum (make partners, shake hands). These are just two of that sectioned verbs. That’s why in this business of salat, the actions have mutual. You preserve salat, salat preserves you. You show respect to your prayers, do them with all your efforts; salat gives you the respect and effort back.

We studied different matters before. Revelations; the connections between Allah and the man. And the worshipping acts, the return of revelations from man to Allah. It almost like revelations and worships are the embodiment of the constant road of communication between men and Allah. The message which reaches us in the form of revelations; return Allah in the form of worships. Revelations are the messages of Allah to people, and worshipping acts are the replies of people to Allah. The sentence represents this fact too.

You preserve salat, so that the salat preserves you. Remember right now the phrase of Qur’an;

“..innes Salate tenha anil fahshai vel munker..” Ankebut/45

Indeed, salat keeps immorality and bad deeds away.

You see now. You show your intentions purely to salat, then salat will protect you. You have mutual gain with salat. That’s why, Hafizu ales Salevati Show care with your salats, so that salats show care for you. ves Salatil Vusta especially the ideal salat, you care for.

You may ask where’s this expression come from all of a sudden? The translations we read doesn’t say that. They say Middle Prayers. Some even say Afternoon prayers. I can say they have their own reasons and rights of their own. But I believe with my humble opinion that the message here represents this, the ideal prayer.

Many translators, translate this section of Salatil Vusta as the afternoon pray. Why? Because there are some hadiths from Rasulallah about this subject. Especially when he had cursed the heathens during Hendek Wars; Rasulallah had said; “Allah curse them, they made me skip my middle prayer.

So scholar who uses this hadith as a back up, show the section of Salatil Vusta as the afternoon prayer. But concerning this matter, Es-Shevkani brought forward 18 different opinions in his great book, “Neylu’l Evtar.”

Also in those translation we see morning prays as well and some hadiths backing that matter.

Again some says noon prayers because one of the several meanings of Vusta is the middle, most middle. It borns from the word evsat. So the most middle one is the meaning here? What’s the conclusion from the most middle one here?

Those who think about 5 daily prayers, took the afternoon prays as the most middle one.

But those who think about the day and night circle, took the noon pray into consideration because noon is the middle of day.

Some considered the matter by the number of rekats in prayers. They suggests Salatil Vusta as evening prayers. Because it has neither 4 nor 2 sections like the other prayers. The evening pray has 3 rekats. So evening prays.

Some also says, the night prays, which have equal amount of proofs in their hands.

Morning prays, noon prays, afternoon, evening and night prays, Friday prays, Sacrifice Bayram prays, Ramadan Bayram prays, late night prays, vitir prays… There are 18 different opinions about this matter.

Of course, I believe none of them are true. I believe the message here is “Take good care with your salats, but especially all prayers are for one ultimate prayer.” All prayers are for the ideal one. So show effort to execute the ideal prayer. Because the very basic meaning of Vusta is “ideal.” The most ideal, most beautiful, perfect; these are the meanings we see in vocabulary. The most beautiful prayer, most ideal salat, perfect action. Show effort to do that.

Though you may extract this meaning if you study thie verse firmly. Also some of sahabe and scholars like Said bin Museyyib backed this opinion by saying; “This is not for any of daily prayers, in fact all 5 prayers are included here.

Actually this opinion is what I’m trying to say here in a way. As in, it’s not one of the daily prayers. Razi said at this point when he was summarizing his opinions; “All of them are alike, none of them are superior than the other for these opinions.

Actually what we should understand is this. With this many truths around, we should assume that the real truth must be something beyond them. I believe my words reflect that image. So this Salatil Vusta must be the ideal prayer. Whether it may be morning, noon or evening. There are also some other stories backing this fact. I read one in Taberi, for example, in one of my early translations.

Just like Allah concealed the Kadir Night in Ramadan, just like Allah concealed true friends among people, just like Allah concealed the connection moment in Friday, (the moment of answering the prays), Allah also concealed the ideal prayer within all prayers. So that you should search for it. Think about it, ask that if you can find and make that ideal prayer. With that state of mind, every step you take, brings you closer to Allah.

Actually Salatil Vusta is the mirac prayer. Whichever prayer becomes your mirac, that prayer is Salatil Vusta. Whichever prayer manage to connect you with Allah, that prayer is Salatil Vusta.

ve kumu Lillahi kanitiyn; Yes, with a commitment in your hearts, stand before Allah. This is the closing lne of the verse, which is fitting for this translation as well. With a commitment in your hearts stand before Allah with all your honesty. Because salat is an action of heart at first. The actions of salat, the physical side is just for backup to your real heartly action. The real importance is the heart. That’s why if you exclude your heart, your commitments from your salats, those cannot be complete.

So what really wants to be said here is this. ve kumu Lillahi kanitiyn; With real commitment from your hearts, you should stand for your prayers in front of Allah. The real commitment within your hearts. Not like; leaving your flesh and bones in front of Allah and let go your minds and hearts to some earthy matters. Don’t dwell on some other businesses. Don’t go shopping in your minds. Don’t fight with your spouses or children within the prayer. Be on the prayer when you are on the prayer.

So wherever your body is, your hearts should be there, wherever your heart and mind is, your body should also be there. First let your heart and mind execute your prayers perfectly. Only then that prayer might be the mirac prayer. That’s the definition of ves Salatil Vusta. That’s the real ideal prayer. The prayer which a person manages to make with all his body, mind, thoughts, opinions heart and emotions.

239-) Fein hiftum fericalen ev rukbana* feiza emintum fezkurullahe kema allemekum ma lem tekunu ta’lemun;

If you fear danger then you can (perform salat) while on foot or riding… When you are in safety remember (dhikr) Allah according to the teachings of the one who has taught you that which you did not know (contemplate upon the manifestations of the qualities of His Names on worldly forms).(A.Hulusi)

If ye fear (an enemy), pray on foot, or riding, (as may be most convenient), but when ye are in security, celebrate Allah’s praises in the manner He has taught you, which ye knew not (before). (A.Yusuf Ali)

Fein hiftum fericalen ev rukbana Prayers are such necessity in life, such a fundamental part of life; even the circumstances have changed, you cannot leave prayers. If you are in danger, says Qur’an, Fein hiftum if you are in a state of fear, if you are in danger, if you are in critical condition, fericalen ev rukbanen whether on foot or in a vehicle, traveling in or on something; you cannot neglect your responsibility against Allah. You shouldn’t.

So you can skip some parts of Qur’an’s physical necessities. But you should pay your debts to Allah from your heart without skipping. You have to show your responsibilities to Allah, you have to accept and participate to your meeting with Allah. You may not do your prayers on foot, you can stay, sit and do it. You may be on a journey and the circumstances really put you in a pinch. You can sacrifice several physical parts of a prayer. Or you are in a state that you cannot stand up, you can make your prayers without it. But even in the worst case, you have to be there on your meeting with Allah. Because this is the essential foundation of your responsibilities as a worshipper. You cannot pass it, you cannot skip it, you cannot delay it.

So as the most critical condition of like, the example is set on war. Fein hiftum fericalen ev rukbanen If there’s a real threat to you existence, to your life like war; even the enemy is right in front of you; even with just hints, just with your eyes and eyebrows, but with all your hearts, you should say to your Rabb;

“-O Rabb, I’m not severing my connections with you.” This is what really is a prayer.

feiza emintum fezkurullahe kema allemekum ma lem tekunu ta’lemun When you reach the safety, when the danger is passed, when the critical conditions are no longer exist, you must continue to remember Allah who taught you of things you didn’t know; like Allah taught us. The fezkurullah here means you should go back to the original state of prayers; like you should continue to do your prayers with all their physical ways, i think the meaning is clear here.

240-) Velleziyne yuteveffevne minkum ve yezerune ezvacen, vasiyyeten liezvacihim meta’an ilel havli gayra ihrac* fein haracne fela cunaha aleykum fiy ma fealne fiy enfusihinne min ma’ruf* vAllahu Aziyz’un Hakiym;

Those who die and leave widows should make a bequest for them of one year’s maintenance without them having to leave their homes. But if they choose to leave their homes, then you will not be held responsible for them as they have used their rights. Allah is the Aziz, the Hakim.(A.Hulusi)

Those of you who die and leave widows should bequeath for their widows a year’s maintenance and residence; but if they leave (the residence), there is no blame on you for what they do with themselves, provided it is reasonable. And Allah is Exalted in Power, Wise. (A.Yusuf Ali)

Velleziyne yuteveffevne minkum ve yezerune ezvacen, Those of you who die and leave widows, here, there’s another form of divorcing, another form of women. Be careful. Velleziyne yuteveffevne minkum ve yezerune ezvacen, Those of you who die and leave widows vasiyyeten liezvacihim meta’an ilel havli gayra ihrac yes, an entirely different situation. They should make a bequest for them of one year’s maintenance without them having to leave their homes. As in, they should make a bequest that those women should be able to stay in their late husbands home without getting evicted and they should have a years maintenance, says this verse.

Today, even in this society, this has a great importance. Think about the conditions of that community. Think about a woman without a child, loses her husband; and by brothers of that person, they kick the woman out of her house. The next day of her very loss. Should she mourn the loss of her beloved, or her pain or her getting betrayed and kicked out to streets. So this verse is a solution to a problem even exists in these days.

That’s why almost every translator and scholars studying this verse, have taken this 240th verse with the verse 234. And since the situation presents similar scenarios, they have been compelled to revoke the other. The topic might be same but situations differs. But if we put them both in the same scale, there’s a contradiction surfaces. Because other verse was saying, the widows, the women whose husbands are dead and they are left behing should wait for 4 months and 10 days.

That was in 234th verse. But now the verse says, they should be able to maintain themselves without having the fear of getting evicted. Getting kicked out of her late husbands home. If you look at the situation closely, you may see that the topics of these two verses are quite different. The concept of the first verse was the waiting period, but here the topic comes to maintenance. So the time period of previous verse is all about the iddet. But here it’s a totally different time. This is a form of alimony. If a woman says; “I will stay in my husbands home, I have to stay for a while, I have nowhere else to go.” Then nobody has the power to force her out of the house. No such thing can be done. And if the late husband puts this particular wish in his will before; the wish of the husband closes the matter.

This will is a form of “el vasiyyetun vecibe.” A vacip will. A mandatory will. That’s why the administrator should act like the husband gives this will, this request and by that nobody has the power to evict the widow out of her house and cuts her out of the left behind belongings, the inheritance. If she’s still a widow, as in not married again. The real distinction is this. If she’s still single, her 1 year of maintenance and home must be a part of the will and must be given from the late husbands inheritance.

vasiyyeten liezvacihim meta’an ilel havli gayra ihrac Yes, without getting them out of their homes. fein haracne fela cunaha aleykum fiy ma fealne fiy enfusihinne min ma’ruf but if they choose to leave the home, there is no blame on you for what they do with themselves, no sin or blame on them for their legit and reasonable doings. As in; the widow might take a decision of getting married again, she leaves the house and marries another man; there’s no blame for them in that situation. But if the situation is different, nobody can force her out. vAllahu Aziyz’un Hakiym; Allah is Exalted in Power, Wise.

The reason of the end sentence here, the last words Aziyz and Hakiym, are not there by coincidence of course. Because there’s a bad tradition here crushed down. Can you imagine how hard to cut out a rule so deep from a society? So here Allah says that society, this.

Allah has the power to cut out the falsehoods you have been using all these centuries. Allah has the power because Allah is Aziyz. So, if you ask; if you pull yourselves together enough to blame yourselves rather than blaming Allah, know well that there’s a wisdom and it’s all for your benefits. That’s why you better know that Allah’s orders have always a wisdom in them and they are for your own well-beings. Accept them as they are and act on them.

241-) Ve lil mutallekati metaun Bil ma’ruf* Hakkan alel muttekiyn;

Divorced women have the right to receive provision according to custom; this is an obligation upon those with taqwa. (A.Hulusi)

For divorced women maintenance (should be provided) on a reasonable (scale). This is a duty on the righteous. (A.Yusuf Ali)

Ve lil mutallekati metaun Bil ma’ruf Now a verse arrives to sum up the entire topic. This verse doesn’t explain an option or a specific situation. Of course according to us. That’s why, it’s more true to translate it like this. Ve lil mutallekati metaun Bil ma’ruf their maintenance should be provided on a legit scale, within reason. As in; if you ask why these orders came from heavens because that’s how divorced woman can be provided with maintenance. Hakkan alel muttekiyn; This is a task for those who realize their responsibilities. Qur’an says this and closes the topic.

242-) Kezalike yubeyyinullahu lekum ayatihi leallekum ta’kilun;

Thus Allah explains the laws of existence for you, so that you may use your reason. (A.Hulusi)

Thus doth Allah make clear His Signs to you in order that ye may understand. (A.Yusuf Ali)

Kezalike yubeyyinullahu lekum ayatihi The closing verse of the entire topic is this. That’a how Allah explains the verses for you. leallekum ta’kilun; So that, hopefully you use your heads, use your minds, follow these rules Allah put for your benefit, and with that you reach the eternal happiness.

243-) Elem tera ilelleziyne harecu min diyarihim ve hum ulufun hazerel mevt* fekale lehumullahu mutu summe ahyahum* innAllahe lezufadlin alenNasi ve lakinne ekseranNasi la yeshkurun;

Did you not see the thousands who abandoned their homes out of fear of death? Allah said to them ‘Die’ and then brought them back to life. Undoubtedly, Allah is bountiful to mankind, but most of them do not appreciate (the bounty that is provided). (A.Hulusi)

Didst thou not turn by vision to those who abandoned their homes, though they were thousands (in number), for fear of death? Allah said to them: “Die”: Then He restored them to life. For Allah is full of bounty to mankind, but Most of them are ungrateful. (A.Yusuf Ali)

Elem tera ilelleziyne harecu min diyarihim ve hum ulufun hazerel mevt Another topic,different situations. But irrelevant? No..! No, it’s not. Different yet there’s a connection. Think about the previous verse, the last verse we studied. Kezalike yubeyyinullahu lekum ayatihi leallekum ta’kilun; That’a how Allah explains the verses for you.So hopefully you use your heads and find the truth.

This verse sees both the above and below. How? Firstly it sees the below. Let’s check out the history. See what situation the societies have got themselves into, societies which hadn’t listened the verses and kept their promises. A window is opened to history. But we cannot be sure this window shows us the history or the future. That’s why there’s an example here. Qur’an pulls in human to entire timeline and shows us an example. That representation is this.

Elem tera as the starting line. Look at it, I think the accurate translation should be like this. Look at it, didn’t you see. The literal translation gives us those meanins. But this phrase is mostly for tenebbuh (getting your wits) and for intibah (awareness). All in all this phrase is for warning. Giving the other parties a lesson. That’s why the meanings match with expressions like look at it, don’t you know, no one tells you about this… Some pieces like these start with Elem tera, which gives us a meaning of “aren’t you aware yet like you witnessed this?” You know, just like the elephant incident we have been told. Elem tera keyfe feale Rabbuke Bi ashabil fiyl; Fiyl/1

The situation described here is different than that; Elem tera ilelleziyne harecu min diyarihim ve hum ulufun hazerel mevt Did you not see the thousands even with thousands of counts min diyarihim who abandoned their homes out of fear their homes out of fear. This is a scolding.

fekale lehumullahu mutu summe ahyahum Allah said to them: “Die”, or with a more bad language if we put here bluntly; drop dead.” Because they didn’t know that fear doesn’t help to death. Because they lost their moral and ethics virtues to death. Actually what really wants to be surfaced here is the fear of death situation.

Dear friends, those who are ready for death, only dies once. Those who are afraid from death, dies every time he sees a death. It’s like the fear of hunger. Hungry person might be sated. But the person whose afraid of hunger cannot be. It’s like this. People who are afraid of death are usuaaly the people who are low on their faiths to afterlife or non-believers altogether. Because for them, death is the end, the finish. But for the people who think death is not an end, not a finish; those who know that death is just the beginning of a new afterlife and get their preperations, if those people go far enough to earn Allah’s companionship, then the day of death becomes sheb-i aruz. The wedding day. The day of Reunion, the day of getting back together. Rasulallah’s last words reflect this notion. Ila Rafikil ala..! “I’m going to my friend.”

Can you scare a person like that with death. Is it possible to scare a person with death, a person who says, I’m going to my friend? You go against him and say “I’m going to kill you.” what does that words represent for him.” Doesn’t he say “Fine… Do it.” Who can scare him with death?

One of the greatest names is Islamic history Ibn. Temiyye was threathened with death. And he replied to the same person who made the threat with these words. “My death is martyrhood, my carceration is meditation, my exile is hejira. What can my enemies do to me. I’m carrying heavens in my heart.

What can they do to you, if you carry your paradise in your hearts? They fear people who cannot scare with death. Because they freeze even with the idea of it. Those who fear death also fear people who don’t share the same fears. That’s why they always fear from true believers and open war against them. Out of fear. Because you cannot buy a person with anything if he has no fear of death. You cannot overprize the heaven for people who discard the fear of death in their lives. You cannot get to them if you cannot give heaven. That’s why the level of a martyr is extremely high. That’s why the martyr figure in Islam has a huge respect and rank.

fekale lehumullahu mutu Allah said to them, “Die”. Or like I said before, if the phrase was used for a curse; “Drop dead.” summe ahyahum then he brought them back to life. innAllahe lezufadlin alenNasi ve lakinne ekseranNasi la yeshkurun; No doubt Allah is bountiful to mankind, ve lakinne ekseran Nasi la yeshkurun; but most of them do not appreciate.

You may ask, what’s the story here. There are many speculations about the incident mentioned here. Many many long and different stories that contradicts each others in translations. When I collected them together I witnessed an Israelian similarity to the stories in Talmut. And yet there’s no verse in Qur’an or a hadith in sunnet that backs this claim. That’s why I won’t go that road. Also Rashid Riza and El Benna said that too in their translations.

These verses which starts with the form of Elem tera may not necessarily be happened before. As in, there’s no necessity that an incident like this occured in the past. It might be a representation. Alegory or dramatic approach. Like, it might be a dramatization. The Rabb of All Worlds might show us a representation to make us understand the truth.

This opinion is not something to ignore. Although considering verses in Qur’an as representation is a dangerous approach, we should accept the depths of representation in some stories in Qur’an. So it’s not a necessity, considering every verse happened in the past. On top of that, what’s really meant to be told as truth here, what’s the verses real message to us; I say it openly; Allah warns us about societies which their ethics and moral virtues are crushed by the fear of death. A society neglects even quits their moral obligations because of the fear of death.Can you imagine? They refuse to defend the truth in case their lives might be in danger. They stop defending the justice. Obey the tyranny. Whether it’s a person or an entire society.

What’s that mean? They quit moral responsibilities out of fear of death. That fear crushed and destroyed that society. What’s that societies future then? What’s its end as socially and morally? They are dead, dear friends. Death! A social demise. Dissolution. Corruption. That society can no longer be alive ans well. A society which its individuals quit and neglect their moral obligations and responsibilities out of death fear; has no future.

Nonetheless, sometimes these responsibilities might bring the person to the death. The feeling of justice may take a persons life. A man can put his life on the line in order to prevent an injustice to another person. Maybe it’s how it should be.

Moral concerns might force you to put your life on the line for small reasons. It’s possible. That’s why dear friends, what described here was an incident happened long ago or not, there’s no information about it, no solid proof we have got. But the message of the verse is eternal and will not fade until the Judgement Day. “Don’t let the fear of death cloud your moral obligations. Don’t let the fear of death force you to leave your ethic duties. You cannot live in a society where everyone is afraid of death and because of that fear, they leave their duties to their beliefs. Because sometimes you have to die in order to live.

Just like the poem of Attila Ilhan; “We should die to live.” Sometimes death comes first to live. A martyr gives his life to preserve the life. He dies for others to live. A martyr is the person who can put his life on the line in order to prevent others to fear from death, more importantly moral corruption and let them find their own moral resurrection.

That’s why dear friends, we should understand the verse like this. ekseranNasi la yeshkurun; Again, I want you to pay attention; ve lakinne ekseranNasi la yeshkurun; But unfortunately most people are ungreatful to Allah. They don’t show their appreciations by not saying their thanks.

There are three different forms in Qur’an on this particular phrase. As in the form which begins with “Most of the people.” In fact they are 18 of them. 18 of the verses in Qur’an end with a similar phrase like this. One of them;

ekseranNasi la Ya’lemun. Translation; most of the people are ignorant. They don’t know. 3 of them come with ekseranNasi la yeshkurun.Just like this verse over here. la Ya’lemun, la yeshkurun, la Yu’minun. They are ignorant, they dont know. They are ungreatful, they don’t realize the blessing Allah gave to them. They don’t know the blessing. He who don’t know the blessing; could it be possible for him to realize that he should be grateful? He who cannot realize the connection between the blessing and the blesser, cannot show his appreciation to the owner of the blessing. Because he’s unable to notice the real source.

This is the ignorance, and the person in that situation is called ignorant. It’s not about unable to notice the blessing; Abu-Cehil, the father of ignorance Abu-Cehil. He wasn’t a person who cannot comprehend the blessing, He’s even a person who knows that Allah gives us the rain fro skies. He knows that Allah is the one who makes the weeds grow from ground. He believes that Allah is the Rabb of Kaaba. But what couldn’t he managed to do? He cannot make the connections between the things he saw with his own eyes and the power between those things. Or he put the connection poorly. Putting other things between the source and the things, putting cunduits, idols over that connections.

That’s why he saw the creation but he cannot see the creator. And since he cannot see the creator, he cannot show his appreciation. And unable to appreciate, he fall into blasphemy, he denied. la Yu’minun He didn’t show Faith, he couldn’t find the truth. Because he couldn’t reach the owner of the truth. He was stucked on the things that eyes see. It’s like the Cahz said; “Don’t just look at the things that eyes see, try to reach the truth lies behind those things. But he couldn’t do that. Yes, the things he said; don’t just look with your eyes, look with your mind. But his mind couldn’t comprehend the things he saw. And since only the eyes in charge, eventually eyes fooled him. Because sometimes your eyes might fool you. A broken staff you see in water might not be broken in real, it might very well be a light play. But if you cannot use your heads you cannot understand that staff is not broken. Just like that, you might be fooled.

244-) Ve katilu fiy sebiylillahi va’lemu ennAllahe Semiy’un ‘Aliym;

Fight in the way of Allah and know well that Allah is the Sami and the Aleem.(A.Hulusi)

Then fight in the Cause of Allah, and know that Allah Heareth and Knoweth all things. (A.Yusuf Ali)

Another different yet connected topic. Because fear of death and war are always related. Actually we studied that in the verse 216.

Kutibe aleykumul kitalu ve huve kurhun lekum (Baqarah/216) War has been ordained for you, even though you despise it.

A parentheses was opened in the verse 217. War happens and when it does, men dies. When men dies wives become widows. Types of widows… Etc. Qur’an showed us the topic with all its details and closed the parantheses there. And now we are back to 216 again, the war topic re-opens.

War is a fact. What is war, I explained it before. In Islam, war is, defending the truth. Defending the Hakk. That’s why war is all about defending and protecting what is truth, god and the ultimate law. Defending human, thing, nature and Allah’s truth. Basically it means defending the truth on the way of Allah. That’s why the phrase comes; Ve katilu fiy sebiylillahi on the way of Allah.

War is legit if only it’s done on the way of Allah. You cannot fight for wealth. For example is it all right to murder someone for national causes? Because if you kill someone for personal reasons, you become a murderer, but if you kill someone for national causes, they give you medal. No, you cannot even fight for national causes. You can only make a war for defending the truth. Western civilizations had made a massacre in Middle East. Gulf War was one of the example. But same civilizations didn’t touch the massacre in Bosnia. There was no need for humanity for them in that ground. Because there was no national cause in Bosnia. If they were bringing peace and democracy, if they were defending the truth hundreds of thousands children wouldn’t have died there. A cause like defending the truth, they should have reached Bosnia the very day the death screams of children began.

That’s why in Islam, defending the truth is considered legit. And these orders are invitations to maket his defend. An order. Ve katilu fiy sebiylillahi On the way of Allah, you can also understand it, on the way of truth. Fight to defend the truth.

va’lemu ennAllahe Semiy’un ‘Aliym; And know well that Allah hears all and knows all. Allah knows why you really fight, what you think deep in your hearts. Whatever you say to outside. If you do that war just for recieving peoples reactions like “Look at him, what a fighter.” “Look, he’s a hero.” or you say something like “Let’s do this war then we start to loot.” inside your heart, or your causes really lays with your race, your clan, your nation or some other earthly concept; then all of these are not defending the Hakk. Because it’s your answer which makes the war legal or illegal. If you die in an illegal war or if you kill someone in it; you are a man for fire, according to the prophet. Yes, El katl vel maktul fail emr. Both the dead and the killer. Because the fight wasn’t for truth, hence illegal.

For a struggle to become legit, for a war which includes death to become legal, it must definitely be done to defend the truth. That’s the only possible answer. Why? Because in order to defend the truth, you should be on the side of oppressed, and the opposite side of the tyrant. Even the tyrant is your own brother. Sometimes the oppressed side is the other and the oppressors are from yours. From your race or clan. Even from your religion. Doesn’t matter. Whoever you are, whoever they are; the war must be done with oppressed against the tyrany. That’s the symbol, the attitude of a Muslim. You cannot deviate a single inch from this fact.

245-) Menzelleziy yukridullahe kardan hasenen feyudaifehu lehu ad’afen kesiyreten, vAllahu yakbidu ve yebsut* ve ileyhi turce’un;

Who will want to lend Allah a good loan and receive it back in manifold! It is Allah who constricts (contraction and restriction within the ego; the Qabid) and grants relief (opens, expands, spreads with the Names; the Basit)… To Him you will be returned!(A.Hulusi)

Who is he that will loan to Allah a beautiful loan, which Allah will double unto his credit and multiply many times? It is Allah that giveth (you) want or plenty, and to Him shall be your return.(A.Yusuf Ali)

Menzelleziy yukridullahe kardan hasenen feyudaifehu lehu ad’afen kesiyreten Now, before I give you the meaning, there’s a reminder. In the war you make for defending the truth, you cannot think about the loot. On the contrary, in the battle of defending the hakk, the warrior must prepare to “give” not “take”. You shouldn’t fight for take, for profit. You shouldn’t kill people for profit. No gain on earth can match the value of human life. But you know what? If there’s an obstacle between men and truth, you should remove the obstacle. Even that obstacle is a human. In that case your fight becomes legit and your actions will be justified.

So at this point, a man who fights for the defense of truth, cannot fight for profit. Therefore, a person of truth is a person of sacrifice. Instead of waiting for profit or loot, he spends his money. This verse is about that.

Menzelleziy yukridullahe kardan hasenen feyudaifehu lehu ad’afen kesiyreten Who will want to lend Allah a good loan and receive it back in manifold? That’s the question of this verse. Who will give Allah a loan willingly and beautifully, a loan which Allah will pay back with multiplying. The verse talks about giving a loan to Allah. Actually back in the days; the Madina Jews were making fun of it, when a verse in that form arrived. “Look, look what he’s saying now again. Allah is poor, we are rich. And we will give loan to Allah.”

They were dragging the words backwards. Actually they were nowhere near understanding it. Or more specifically, they chose not to. Allah doesn’t need a loan. Never gets hungry or thirsty. So what’s this then. Taking a loan, giving credit. Who do you open credit to, can it be a person you trust. That’s how Allah test the trust for believers.

1-First of all, the trust problem. You only give a loan to someone you trust. Do you give money if you know it won’t come back? No, you won’t. So if you believe Allah will pay back to you, then you have no problem spending your money on the way of Allah. How much you believe in the scale of return, is the scale of spending for you. With a little bit of hesitation, you choose not to give. “Now, now… Ok, we will spend on the way of Allah, for the religion of Allah, for the blessing of Allah; but will all those come back? What if Allah choose not to give back?” If a person has this thought, cannot spend. Because he always in fear of, this is going to be a dead investment. If that person has trust issues, he cannot spend.

2-What’a the other point this verse wants us to pay attention? The Rabb of All Worlds wants the human to take action first, in order to give him something. As in, Allah wants human to give a reason. Because that’s sunnet. That’s the way, that’s the rule. That’s the rule Allah put. Human acts first, Allah gives later with multiple. Even with nature, this rule of Allah applies. First you lay a seed to ground, then you get back one to ten, one to twenty, thirty. But you should put it there first.

Also the thing you plant; remember that Allah gave it to you in the first place as well. Because nothing you own is yours. You borned naked. When you came from your mother, you had nothing. Not even your legs and arms are yours. That’s why giving things (to Allah) you were given (by Allah) and getting things (from Allah) with much more, that’s because of Sunnetullah. So as a law of universe, you have to start the action to get the reaction. Gayretullah. So that Allah will return to you with much more.

vAllahu yakbidu ve yebsut Allah sometimes constricts, sometimes expands. Sometimes restricts, sometimes opens. Sometimes tests by taking, sometimes by giving. Testing by giving is better than testing by taking? That’s where the gratitude happens.

O Rabb, hamd is for you. Thanks for what you give, o Rabb. and also Hamd for what you take. Why, because you were the one who give me the first place. So you can give again, O Rabb. That’s why these thanks. You may take back more for the third time and yet you can give more for the next. That’s why these thanks to you, O Rabb.

As you can see all Hamds, all thanks are for Allah. Allah thanks belong to Allah.

Femmel’Insanu iza mebtelahu Rabbuhu feekremehu ve na'(gg)amehu feyekulu Rabbiy ekremen; (Fecr/15)

But as for man, when his Rabb tries him and is generous to him and bestows His bounties upon him, he says, “My Rabb has honored me, and preferred me (and becomes spoilt).”

A man, when his Rabb gives him something, when he’s tested by getting things, he says “My Rabb preferred me.” As in secretly he’s saying; “I’m worthy, I mean, I worked hard to earn these.”

Ve emma iza mebtelahu fekadere ‘aleyhi rizkahu feyekulu Rabbiy ehanen; (Fecr/16)

But when He tries him with an affliction and restricts his provision, he (impatiently) says, “My Rabb has debased and humiliated me.”

But sometimes in some periods of like Allah starts testing, even with the expression of this verse; fekadere ‘aleyhi rizkahu as in restricts his blessing, his provision. Not saying takes them all back. A man cannot survive in that scenario. He cannot exist. Even our breaths are from Allah. But Allah can restrict, puts the provisions to a scale. Once the provisions were limitless but when the restrictions begin; do you know what that person says?

feyekulu Rabbiy ehanen; I was betrayed. My Rabb betrayed me. Kella, don’t you ever do something like that. Don’t follow that path.

246-) Elem tera ilel melei min beniy israiyle min ba’di Musa* iz kalu li Nebiyyin lehumub’as lena meliken nukatil fiy sebiylillah* kale hel aseytum in kutibe aleykumul kitalu ella tukatilu* kalu ve ma lena ella nukatile fiy sebiylillahi ve kad uhricna min diyarina ve ebnaina* felemma kutibe aleyhimul kitalu tevellev illa kaliylen minhum* vAllahu Aliym’un Biz zalimiyn;

Did you not see the group from the Children of Israel after the time of Moses, they had said to their Nabi, “Disclose for us a king (leader) and we will fight in the way of Allah.” The Nabi asked, “What if war is prescribed for you and you refrain from fighting?”… They said, “Why shouldn’t we fight in the way of Allah? Especially when we have been driven out of our homes and from our children!” But when war was prescribed upon them, except for a few of them, they turned away from fighting. Allah (as the One who created them with His Names) is Aleem (All Knowing) of the wrongdoers.(A.Hulusi)

Has thou not turned thy vision to the Chiefs of the Children of Israel after (the time of) Moses? they said to a prophet (that was) among them: “Appoint for us a king, that we may fight in the cause of Allah.” He said: “Is it not possible, if ye were commanded to fight, that ye will not fight?” They said: “How could we refuse to fight in the cause of Allah, seeing that we were turned out of our homes and our families?” but when they were commanded to fight, they turned back, except a small band among them. But Allah Has full knowledge of those who do wrong. (A.Yusuf Ali)

Elem tera ilel melei min beniy israiyle min ba’di Musa Again; a verse started with Elem tera but this time it had happened. An occurance of the past. The verse takes us all the way back to an incident happened in the sons of Israel era. Why? Because it’s going to tell us what happens when the advices of the previous verse couldn’t keep.

Look at sons of Israel, the leaders of sons of Israel after Moses, look at them. iz kalu li Nebiyyin lehum They were saying to one of their prophets; ub’as lena meliken nukatil fiy sebiylillah “Choose us a king and we fight on the way of Allah.” Look at it. Choose us a king and then we fight on the way of Allah.

There’s an old saying, he who wishes not to play, makes the excuse over the small playground. First of all, choosing a king is not a necessity for fighting on the way of Allah. Also, they already have a prophet, he might very well be the commander. They also need a king? But there’s no objection there, all right.

kale hel aseytum in kutibe aleykumul kitalu ella tukatilu The answer of the prophet. There are some indications in Tora that this prophet mentioned here is the prophet Samuel.

Again the prophet Samuel answers. He says; “Fine, but when this thing is written to you. When the order comes from Allah now, will you become rebels to Allah by backing off from fighting then?

Kalu They answered: ve ma lena ella nukatile fiy sebiylillahi ve kad uhricna min diyarina ve ebnainaHow could we refuse to fight in the cause of Allah, seeing that we were turned out of our homes and our families?” That was their answer.

felemma kutibe aleyhimul kitalu And per their wishes Allah ordered them war. Tevellev but they turned their faces away. illa kaliylen minhum Except a few of them; every one of them turned their faces away from Allah’s order. vAllahu Aliym’un Biz zalimiyn; Allah knows of those who do wrong to themselves.

What’s this verse saying. If you remember the situation of this verses first addressed group, you also understand the meaning of this verse. First readers, the year two of the Hajira That was exactly the case happening back then. They were begging to Rasulallah. “O Rasullallah, Allah should give us the permission to fight.” From the historical records and translations we also learnt then some of these people were the first ones to object as soon as the war order was really given to them.

Yes, when the lesson couldn’t be taken from history, the mistakes are bound to be happened. And the future won’t be an exception for this fact. That’s why they blame Allah, if they want something but not honest with their wishes. This verse shows us this fact.

247-) Ve kale lehum Nebiyyuhum innAllahe kad bease lekum Talute melika* kalu enna yekunu lehul mulku aleyna ve nahnu ehakku Bil mulki minhu ve lem yu’te se’aten minel mal* kale innAllahastefahu aleykum ve zadehu bestaten fiyl ilmi vel cism* vAllahu yu’tiy mulkeHU men yesha’* vAllahu Vasi’un Aliym;

Their Nabi said to them, “Indeed Allah has disclosed Talut as a king for you.” They said, “How can he have sovereignty over us when we are worthier of sovereignty than he and he has no abundance of wealth?” Their Nabi said, “Certainly Allah has chosen him over you and increased him in (depth of) knowledge and body.” Allah gives (the administration of) His sovereignty to whom He wills. Allah is the Wasi, the Aleem. (A.Hulusi)

Their Prophet said to them: “Allah hath appointed Talut as king over you.” They said: “How can he exercise authority over us when we are better fitted than he to exercise authority, and he is not even gifted, with wealth in abundance?” He said: “Allah hath chosen him above you, and hath gifted him abundantly with knowledge and bodily prowess: Allah Granteth His authority to whom He pleaseth. Allah is All-Embracing, and He knoweth all things.” (A.Yusuf Ali)

Ve kale lehum Nebiyyuhum innAllahe kad bease lekum Talute melika Their Prophet said to them: “You asked for a king so Allah has appointed Talut as king over you.” Kalu, Look now, how the sons of Israel turns immediately to Jewminded individuals. Like I said before, those who don’t want to play, now they are about to give excuses. They are always unable to pull a plane but they give their excuses as there is no plane around to pull. kalu they said enna yekunu lehul mulku aleyna “How can he have authority over us ve nahnu ehakku Bil mulki when we are better fitted minhu than him, ve lem yu’te se’aten minel mal and he is not even gifted, with wealth in abundance.” Like that two things is a must for ruling. Look at the logic here. We are more worthy than him for ruling. Who are they? ve lem Aristocracy. The rich class. The over the top individuals of a society. This logic of, “If there’s something to eat, we are the ones who should it it first.” is admissible even today. Isn’t that right? The 3 percent of the world open war against the remaining 97 percent. Why? “Because we should eat. You have nowhere near our loot. The society ask for their share from the wealth. They say no, we are worthy of having them all. We will always be here to maintain this income. You? you are only worthy enough to fight over for our leftovers. They say this to the rest of the world. So naturally those who have this kind of logic, sets their argument over that. He wasn’t gifted and rich. As in to be able to rule, he should already be rich.

This logic is present even today. It kind of resembles the American democracy. In American democracy; for a person to run for president, even to be counted as candidate, he should spend millions of dollars for his campain. A campain for a president run is almost the same as a countries entire wealth. What kind of democracy is this? Of course I’m not the person to have the answer to that question. But you see, right? Can a person without any money have a saying on that matter? Can he say; “I have the right to be elected, I’m a citizen of this country, so I will run for that position.”? If millions of dollars are a necessity for just having a position to rule some parties; the situation is like saying; “Ok, we will kill you know, but after your death all your foods, sustenances are from us.” Like a death person cares about eating. It’s this. And this logic have a go, even today. If he has no wealth, he has no right to rule.

Kale Of course the prophet answers this logic. innAllahastefahu Allah chose him over you, put him in a superiour position than you, in other words. Mustapha comes from the same root. Chosen, superior. innAllahastefahu aleykum Allah chose him over you. ve zadehu bestaten fiyl ilmi gifted him abundantly with knowledge vel cism and also in physical sense. vAllahu yu’tiy mulkeHU men yesha Allah gives His sovereignty to whom He wills. vAllahu Vasi’un Aliym; Allah is limitless. Yes, Allah is limitless and Allah knows all. Look at the scale of superiority and authority for Allah. Knowledge. A close knowledge, respected knowledge. They say wealth and Allah says knowledge for authority.

248-) Ve kale lehum Nebiyyuhum inne ayete mulkiHİ en ye’tiyekumut tabutu fiyhi sekiynetum min Rabbikum ve bekiyyetun mimma terake alu Musa ve alu Harune tahmiluhul Melaiketu, inne fiy zalike leayeten lekum in kuntum mu’miniyn;

Their Nabi told them, “Certainly, a sign of his sovereignty is that a coffin (heart; universal consciousness) will come to you in which there will be happiness (inner peace and tranquility) from your Rabb, and relics (knowledge) left behind by the family of Moses and Aaron. The angel (the forces of the Names in your essence) will bring it to you. Certainly there is a clear sign in this, if you are of the believers.(A.Hulusi)

And (further) their Prophet said to them: “A sign of his authority is that there shall come to you the Ark of the Covenant, with (an assurance) therein of security from your Lord, and the relics left by the family of Moses and the family of Aaron, carried by angels. In this is a symbol for you if ye indeed have faith.” (A.Yusuf Ali)

Ve kale lehum Nebiyyuhum inne ayete mulkiHİ en ye’tiyekumut tabutu Their Prophet said to them: “Certainly, a sign of his sovereignty is that he will have a heart like this. Tabutu I find it more suitable to translate this as heart. Tabutu Almost all of translations this part comes as the Ark of Covenant. The coffin that the all of the sacred remainings of the prophets of sons of Israel. But some of the translators like Ragip el-Isfahani, Zemahsheri (in Esas-ul Belega), Havili (in Tac*ul Aruz) and Ibn Esir (in his Nihaye), they give the meaning of heart to this word and I believe it’s a great meaning. It fits perfectly.

Yes, fiyhi sekiynetum Why? A heart is given to him full of calm and peace. min Rabbikum a heart full of calmness and peace from your Rabb. ve bekiyyetun mimma terake alu Musa ve alu Harune tahmiluhul Melaiketu And the legacy of Moses and Aaron family which is carried by angels. What could this legacy be, inherited from Moses and Aaron family, a heritage carried by angels? Why, the revelations, of course. Only angels carry the revelations, just like before they had carried them for Moses and Aaron family and the other prophets from them. The heritage, the legacy is the constant values, the unchangable celestial messages. I believe the meaning here is this.

inne fiy zalike leayeten lekum in kuntum mu’miniyn; If you truly believe, this will be the sign for you on the pursue of truth. As in, this will be the sign that Talut is indeed appointed by Allah to you as a leader. Their prophets said to them.

In our next lesson, we will study the incident of David and Goliath further and hopefully from Allah, with a wide method.

Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”


ESMA DERSLERİ (5-2)

$
0
0

300

[[“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”]]

Kur’an ın üslubu nefiy ve İspat üslubudur. Kur’an Allah’ı tarif ederken nefiy ve ispat yöntemini kullanır, aslında her hususta kullanır. Çünkü Kur’an ın üslubu budur. Cemal ve Celal tecellisi diyoruz biz buna. Bu tecelli Kur’an ın üslubunda da gözükür. Adeta eşyada ki çift boyutluluk vahiyde böyle arzı endam etmiştir. Kelimeyi tevhid en tipik örneğidir bunun “Lâ ilâhe İllallah” Nefiy ve ispat. Yani önce yok sonra lillah. Önce lâ, sonra illa. Önce böyle sonra böyle. Namazda da lâ ilâhe illallah ın simgesel karşılığı budur. Elinizin üstü ile dünyanızı atacaksınız, ondan sonra ahiretinizi elinizin içine koyup bağrınıza basacaksınız. Namaza öyle duracaksınız yoksa duramazsınız. Onun için lâ ilahe. Allah’tan başkasını arkanıza atacaksınız, İllallah’ı bağrınıza basacaksınız.

Dolayısıyla nefiy ve ispat aslında hayatın en güzel izahıdır bu manada sadece Allah var. Allah, % de %100 Allah’tır diye de çeviriyorum ben bunu ara sıra. Yani % de %100 Allah olmak ne demek, inanın sıkıntımız Allah’a %90, %95, %80 yani Allah’a % de kaç Allah olarak bakıyorsunuz, inanıyorsunuz diye sormanız lazım, sıkıntı burada. Çünkü müşrikler Allah’ı inkâr etmediler ama %50 bölüştürdüler. Allah’a ait vasıfları Allah’tan başkasına yakıştırdılar sıkıntı oradaydı. Onun için Allah yokmuş gibi konuşmayı yasaklar bize bakınız.

Uzak bir Allah inancından söz ettiğinde Ayet el kürsi yi hatırlayalım, şimdi aklıma geldi. Namazlardan sonra ayetel kürsiyi niye okuruz? Uyumayan ve unutmayan bir Allah’ı hatırlamak için. lâ te’huzuHÛ sinetün vela nevm. (Bakara/255) Uyumayan ve unutmayan bir Allah.

İnsanoğlu nedense öbürünü istiyor yani unutsun istiyor haşa. Yani unutsa bayram edecek ama tabii bu kendi hatalarını da unutsun istiyor, başkalarının hatalarını hiç unutmasın istiyor. Yani rabbimiz sizin dediğiniz gibi olsun dese şu kâinat kosa dönüşecek, kozmos kaosa dönüşecek,hiçbir şey yerinde kalmayacak. Mümkin de değil zaten.

Evet, uyuyan bir Allah, niye, mal mı kaçıracak, bir şeyler yapmayı düşünüyor demek ki. Unutan ve uyuyan bir Allah özleyenler bir şeyler yapmayı düşünüyorlar, kötülük planlıyorlar demektir Onun için ayetel kürsi ile bize her gün, her vakit namazda uyumayan ve unutmayan bir Allah hatırlatılır. lâ te’huzuHÛ sinetün vela nevm.

Kâfirun ve İhlas suresine bakın, nefiy ve ispat bahsine. Kafirun suresi lâ ilahe ye, ihlas suresi İllallah’a tekabül eder. Kul yâ eyyühel kâfirun,(1) De ki ey kafirler, ey inkarı hayat tarzı edinenler. Lâ a’budu mâ ta’budûn.(2)kulluk etmem sizin kulluk ettiklerinize. Burada nefiy var yapmam, yapmam, siz de yapmazsınız. En sonunda Leküm diynüküm ve liye diyn. (6)ve liye diyn in açılımı ise Kul HUvAllâhu Ehad. (1) de ki Allah tek, birdir. Bir tektir. Orada ispatı var, İllallah orada. Kur’an ın üslubu burada.

Ayetel kürsi; Kur’an da Allah’ın tanıtıldığı yerlerden biri. Haşr suresinin son ayetleri, ayetel kürsi, ihlas suresi gibi yerler Kur’an da Allah’ın tanıtıldığı yerlerdir. Kur’an da Allah’ın tanıtıldığı yerler Kur’an ın zirvesidir. Neden? Allah’ın Allah’tan söz ettiği yerle Kur’an ın zirvesidir.

Nefiy ve ispat çok ilginç bir biçimde önümüze geliyor leyse kemisliHİ şey‘. (Şûrâ/11) ayeti ile karşılaşıyorsunuz bir yerde bakıyorsunuz, hiçbir şey O’nun gibi değildir. Yani motamot harfi tercüme etsem herhalde böyle tercüme ederim. Birkaç versiyon tercüme edilebilir bu ibare, hiçbir şey onun misli değildir. Misl; ilginçtir benzer kelimeler grubu vardır mid, eş demektir, şekl, benzer demektir. kâf teşbih edatı da buna girebilir. Ama diğerleri ile bunlar arasında fark vardır. Şekl mesela dış görünüş açısından benzerlik demektir. Mid; iç görünüş açısından benzerlik demektir. Ama misl hem iç, hem dış, hem sayı hem kemiyet hem keyfiyet bakımından hiçbir şey O’nun gibi değildir, O hiç bir şey gibi değildir demektir. Misl hepsini kapsar.

Dolayısıyla aklına ne geliyor o Allah değildir demektir. Allah deyince aklına ne geliyor, o Allah değildir. Çünkü Allah değillemeler üzerinden tarif edilebilir. Şudur üzerinden tarif etmek için Allah’ı kapsayacak bir akıl lazım, hşa o da bizde yok. Onun için değilleme üzerinden tarif edilebilir. Onun için Allah hakkında düşünmenin doğru yönü varlıktan Allah’a doğrudur. Mahlukattan yaratana doğrudur, hâlıka doğrudur. Tersi bir yön ters bir yöndür. Onun için Allah hakkında sorular Allah’tan başlıyorsa yanlış sorudur. Allah hakkında soru sorulacaksa mahlukattan başlanır ki doğru olsun. Çünkü insan anladığı bir yerden başlayarak anlamadığını anlamaya çalışır. Anlamadığı bir yerden başlayarak nasıl anlamaya çalışabilir. Düşüncenin doğru yönü mahlukattan hâlıka doğrudur, tersi yanlıştır. Onun için Allah hakkında soru sormaya insanlar çalıyı tepesinden sürümeye başladığı zaman anlamayacak demektir, onun derdi var demektir. Aslında Allah’ı tanımaya çalışmıyor demektir. Ona cevap ta verilemez zaten.

Hiçbir şey O’nun gibi değildir, bu ayetin karşısına bakınız, bu ayet nefiydir yani nefyediyor. Hiçbir şey O’nun gibi değil dir diyor, değilleme yapıyor. Ama bunun karşılığında külle yevmin HUve fiy şe’n. (Rahman/29) O her an iş başındadır diyor. Çok ilginç bir karşıtlık görüyoruz. Bu karşıtlığı birazdan teşbih ve tenzihte de göreceğiz. Rahman suresi, Rahman sıfatını açan bir sure. Rahman suresini okuyun Rahman ne demektir sualinin cevabını görürsünüz. Er Rahmân (1) orada bir soru işareti var. Rahman mı? Allemel Kur’ân. (2) Kur’an ı o öğretti. Halekal İnsân. (3) insanı o yarattı, Allemehül beyân. (4) insana kendini ifade etme yeteneğini O verdi. Eş Şemsu velKameru Bi husban.(5) güneşte ay da O’nun hesabına göre, O’nun koyduğu hesaba göre döner dururlar, görevlerini yaparlar. VenNecmu veşŞeceru yescudan. (6) yıldızlar da, ağaçlar da veya yüksek bitkilerde, alçak bitkilerde,- necm aynı zamanda ota denir.- yescudan secde etmektedirler. Gök ve yer ehli, gökteki ve yerdeki tüm varlıkları ifade eder aslında VenNecmu veşŞeceru yescudan secde ederler. Nasıl secde ederler? Allah’ın emrine amadedirler. Yani O’nun koyduğu yasaya boyun eğerler, O’nun yasasından dışarı çıkmazlar.

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban.(13-16-18…) o halde rabbinizin hangi bir nimetini yalanlarsınız. Bu ayet bu surede 31 kez geçer fakat 31 kez tekrar edilmez. Aynı cümledir, aynı kelimedir, aynen gelir, fakat hiç biri diğerinin aynısı değildir. Neden? Çünkü 31 kez geldiği yerde hemen üstünde ki nimetleri inkârı ifade eder. Onun için tekrar yoktur. Bu bile tekrar değilse Kur’an da gerçek bir tekrar olduğundan söz edilemez. Onun için Rahman suresi Allah’ın bir isminin adeta tefsiridir, Rahman isminin tefsiridir başka bir şey değil. Eğer Rahman’ı öğrenmek istiyorsanız, tefsir etmek istiyorsanız Rahman suresine bakın denebilir.

Esma varlığını ispata değil, hayata müdahil oluşuna delalet eder. Esma Allah’ın varlığını ispata delalet etmez, onun için Kur’an ispat etmek için bir gayret göstermez. Kur’an da mesela Allah’ın varlığını ispat için bir ayet bulamazsınız bunu gereksiz, lüzumsuz sayar, hatta bunu Allah’a karşı işlenmiş bir suç sayar. Yani Allah vardır demeyi ayıp sayar. Onun için Kur’an da böyle bir cümleye rastlayamazsınız. Çünkü Allah’ın yokluğu muhaldir, düşünülemez. Bu manada gerçek ateizm yoktur, mutlak bir ateizimden kimse söz edemez.

Mısırlı biri Fransa’dan yeni gelmiş Mısır’lı üstadlardan birine demiş ki ben Fransa da ateist oldum. Yok ya, demiş. Vallahi de Billahi de ateist oldum. Vallahi ateist olmuş ..!:) buna benziyor. Dolayısıyla mutlak ateizm imkânsızdır. Çünkü bir akıl sebep sonuç ilişkisi içerisinde kodlanmıştır. Bildiği ve bilmediği her şeyi sebep sonuç ilişkisi içerisinde kavrar veya kavrayamaz. Dolayısıyla sebep sonuç ilişkisine kodlanmış olan akıl varlık üzerinden var edeni mutlaka bulur.

Sanat varsa sanatkâr olmaması düşünülemez. Fiil varsa failsiz olamaz, eser varsa müessir mutlaka vardır. Kitap var yazar yok olacak şey mi, elbise var terzi yok olacak şey mi, ayakkabı var ayakkabıcı yok olacak şey mi, yapı var dülger yok olacak şey mi, bina var mühendis yok, veya kalfa yok olacak şey mi. Bu kadar basit şeylerde bile bunu söyleyemiyoruz da nasıl şu kâinat binasının ustasının olmadığını söyleyebiliyoruz. Şu muhteşem kâinat binası ki, gökleri boşlukta, yıldızları boşlukta, galaksileri boşlukta biteviye milyarlarca yıl döndürüp duran bir gücün olmadığını söylemek çıldırmakla eş anlamlıdır.

Dolayısıyla burada Kur’an burada Allah’ın varlığını ispata yeltenmez. Bunu gereksiz bulur. Zaten Allah yok demek kendi içerisinde bir mantık hatasıdır. Çünkü yokun adı olmaz. Bana bir şey söyleyin ki yok olsun, yoksa niye adı var? Allah diyorsunuz yok diyorsunuz. Olur mu öyle şey, bu bir mantık hatasıdır, bu bir totolojidir. Onun için kendi içinde çelişki barındırır.

Ya ne yapar Kur’an hayata Allah’ın müdahil oluşunu ispat eder, Kur’an ın derdi budur. Yani Kur’an Allah hayatınızın içindedir, her an müdahildir, her an aktif ve aktüeldir her an Allah sizinle beraberdir. Sorun Allah ile ilgili değildir sorun sizinle ilgilidir, siz Allah ile beraber misiniz. Allah’ın sizi sevdiğine dair hiçbir problemi yok, siz Allah’ı seviyor musunuz. Allah’ın sizi zikrettiğine dair hiçbir problemi yok, siz Allah’ı zikrediyor musunuz. Allah’ın sizin için hayır dilediğine dair hiçbir problemi yok, hiç tereddüdünüz olmasın. Siz kendiniz için hayır diliyor musunuz. Sorun bu Kur’an sorunu böyle, bu merkezde koyuyor.

Tenzih ve teşbih esma bahsini işlerken temel bahislerden biridir ama çok teorik bir bahistir. Tenzih Allah’ı varlığın tamamen dışında bilmek, her şeyden münezzeh bilmek,her şeyin ötesinde aşkın ve müteal olarak bilme anlamına gelir. Teşbih ise tam tersi Allah’ı içkin varlıklar içinde tarif etmek. Allah’ı yer kaplayan, özgül ağırlığı olan varlıklar içinde tarif etmek veya onlara benzeterek tarif etmeye de teşbih denir.

Peki bir mü’min Allah hakkında dengeli bir tasavvur nasıl olmalı? Ne mutlak teşbih, ne mutlak tenzih. Teşbih ile tenzih arasında bir denge. Zaten mutlaktan bahsediyorum, mutlak tenzih Allah’ın hayata müdahil olmadığı sonucuna götürür insanı. Çünkü her şeyin ötesinde hiçbir şeye karışmaz, hiçbir şekilde ulaşılmaz, hiçbir şekilde tanınamaz, bilinemez. İşte Yahudilikte ki tanrı yahve inancı bu olduğu için Yahvist gelenek tanrının yerine İsrail oğullarını koymuştur, İsrail oğulları tanrı olmuştur.

Çok ilginç, tanrının oğulları, unutmayın ..nahnü ebnaullahi ve ehıbbauHU. (Maide/18) Kur’an da bunu söylüyor. Öyle diyorlar.

Yahve ne demek? Ya hüve demek, ey O olan, adı söylenmezdir Yahudi geleneğinde tanrının.Çünkü adını çok özel insanlar dışında kimse bilmez. Onlardan öğrenmek içinde duygusal bir takım işlemlere ihtiyaç vardır.

Görüyorsunuz değil mi, nasıl kumpas kurulmuş, tezgâh nasıl kurulmuş..! Bize de geçmiş olan ismi Azam kültü oradan geçmiş. Bizde başlamamıştır ama onlardan bize geçmiştir.

Elhamdülillah insanlar bakıyorum, benim gençliğimde hatta çocukluğumda çok yaygındı bu kült. Elhamdülillah insanlar vahiyle iştigal ede ede çok mesafe alınıyor aslında bilmem farkında mısınız. Yani artık elhamdülillah beyan ekolü de, bürhan ekolü de, irfan ekolü de hangi ekol olursa olsun Kur’an ı göz ardı eden bir Müslümanlığı getiremiyorlar. Elhamdülillah buna ne kadar şükretsek azdır, ama daha alınacak çok yol var o da ayrı bir mesele.

Tenzih bu, mutlak aşkınlık, mutlak öte. O zaman hayatın içinde Allah yok, Allah’ı anlayamazsınız, tanıyamazsınız, sevemezsiniz hatta. Çünkü tanıyamazsınız ki sevebilesiniz, sevmek bile suç olur o zaman sen kimsin ki seviyorsun olur. Peki teşbih ne antropomorfizm diyor ecnebiler buna, yani Allah’ı cisimlerden bir şeye benzetmek, teşbih bu benzetme.

Mutlak teşbihte yanlış, o zaman ne oluyor hulül ve ittihat inancı oradan çıkıyor işte. Hulül; Allah bir insana girdi, bedenlendi, haşa. Onun için tarihte mesela Dürziliğin çıkışının sebebi budur. Dürziliğin kurucusu Allah’ın kendisinde bedenlendiğini iddia etmiştir. Nuysayrilik şimdi dengeli bir noktaya doğru geliyor, yani İslami bir noktaya doğru geliyor. Fakat kurucusu Allah’ın kendisinde bedenlendiğini iddia etmişti.

Hallac’ın de böyle bir iddiası var. En el hak derken, tabii o te’vil ediliyor falan ama öyle bir iddiası var. Yani işte ittihat dediğimiz, hulül dediğimiz inançlarda yani, vahdeti vücutta böyle bir koku var. Bunun modern çağlarda ki karşılığı kadıyanilik oldu, hatta Bahailik te öyle. Bahaullah İran da ortaya çıktığında tanrının kendinde bedenlendiğini, önce kitap geldiğini söyledi, ki onların indiğini söyledikleri münzer kitapları var, ondan sonra da tanrının kendinde bedenlendiğini. Kevir çölüne çıkardı bu 16 yaşındayken çöl sıcağının altında 60 derece sıcakta akşama kadar beklerdi demek ki beyni sulanmış. Hakikaten yani şey olsun diye söylemiyorum. Böyle bir şey söylemek için insanın beyninin sulanması lazım.

Aynı, benzer bir şey Ahmed Kadıyani için de oldu ve Pakistan – Hindistan bölgesinde, o zaman Pakistan yoktu tabii. 19. yy. sonu ve 20. yy. başlarında zaten o zaman vefat etti. Ahmed Kadıyani ne yaptı? Önce Mehdi olduğunu ilan etti, mehdiliğini kabul ettirdi fakat o sınırda kalmadı bir ileri sınıra geçti Mesih olduğunu ilan etti. Şam’a inecek deyince demiş ki bizim şehir de tam Şam’a benziyor zaten. Orada da kalmadı peygamber olduğunu ilan etti. Yani durmuyorlar, bir yerde dursalar rüşvet verseniz ama olmuyor yani. Peygamber olduğunu ilan etti ve orada da durmadı. Bu dizimde kirişna, Kirişna aslında tanrıyı, tanrının 1/3 ünü ifade eder Vişnu, şiva, kirişna. Kirişne aslında Nirvanaya eren bir budistin tanrılaşmasıdır. Onun için bir Budist der ki ne olacak siz de tanrı olabilirsiniz der. Konuşun, sohbet edin, ben ettim, yani siz de tanrı olabilirsiniz der.

Yok ya , zannedersin ki çarşıdan 2 kg. üzüm alıyorsunuz. Bu kadar, iş bu kadar sulanıyor yani. Siz de tanrı olabilirsiniz. Yılan oluyor, fare oluyor, maymun oluyor unutmayın. Fil dışkına bakmış, tanrımı görüyorum demiş haşa. İş çığırından çıkarsa nereye geleceğini görüyorsunuz. Bunları huzurunuzda söylemezdim ama iş çığırından çıkarsa nereye geleceğini anlayın diye.

Dolayısıyla bu örneklerde görüldüğü gibi iş sapınca nereye geliyor görüyorsunuz. Teşbih ve tenzih arasında denge nedir? Mutlakları atıyoruz, mutlak teşlbih te yanlış, mutlak tenzih de yanlış. Ama tenzihe delalet ediyor zaten. leyse kemisliHİ şey’. (Şûrâ/11) tenzihtir Kur’anî tenzih. Ama onun karşısında külle yevmin HUve fiy şe’n. (Rahman/29) bir teşbihtir mutlak değil, teşbihtir. Esma teşbihi ifade eder, hüve tenzihi ifade eder. Onun için; Kul HUvAllâhu Ehad. (İhlas/1) Alın bir ayet içinde hem tenzih hem teşbih.

İbham (Mübhem, kapalı bırakmak. Belirsiz olmak. Muayyen olmayan) içinde malûm malûm içinde ibham der Elmalı, ne güzel bir ifade.

Nasıl diyeceğiz? Hüve’ye dönüyor Allah ama aynı zamanda ehad’e de dönüyor. Kul HUvAllâhu Ehad, aslında cümle tamamlandı isim cümlesi. De ki O Allah’tır. Allah kimdir? O’dur. O kimdir? Allah. O – Allah. Allah – O. Allah isim, O, O. Oraya gelince bitiyor, duruyor, hiçbir şey düşünemiyoruz, O. Kim O? Allah diyor. Allah kim? O.

Görüyorsunuz değil mi nasıl teşbih ve tenzih arasında zihni nasıl yenik götürüyor. Bu muhteşem bir şey. İnsan ruhunu iki tarafından geriyor ki harika ses çıksın diye, akordunu veriyor. Dolayısıyla ruha akort veriyor. Bir tarafı teşbihe, bir tarafı tenzihe bağlıyor. Onun için bu noktada zaten sen gidip gelirken gidip gelirken yoruluyorsun AllahuEkber diyorsun. Tamam ya rabbi diyorsun, haddimi biliyorum ya rabbi. İdraki meali bu küçük akla gerekmez, zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez diyorsun. El aczü an derkil idraki idrakun, Vel bahsü an sırrı zatillahi işrakün diyorsun. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi. Allah’ı idrak etmek, O’nu idrak etmekten aciz olduğunu idrak etmektir, bunu itiraf ediyorsun. Yorulmadan olmuyor tabii bu. Gidip gele gele, gidip gele gele aklın yoruluyor ve anlıyorsun ki akılla olmuyor. O zaman anlıyorsun haddini biliyorsun. Zaten Allah’ın büyüklüğünü, haddi hududunun olmadığını bilmekte bu değil mi.

İsteva alel arş; Arşa isteva etti, Allah arşı kapladı. Nasıl anlayacağız. Ama müstevi yok Kur’an da, isim olarak müstevi yok. Fiil olarak isteva alel arş var, Allah’ın istiva ettiği var da müstevi ismi yok. Kimse kalkıpta Allah’a müstevi ismini vermez, veremez. Allah bunu isim olarak edinseydi kendisi edinirdi. Bu fark ayru bir fark Buna her halde vaktimiz yetmeyecek hemen toparlıyorum;

Görür ve işitir, ama koklamaz ve tatmaz farkında mısınız, çok ayrı şeyler bunlar. görür ve işitir, görmesi ve işitmesi hiç garibinize gitmiyor. Eğer kolama ve tatma dedim baktınız hemen garip geldi, yad, yabancı geldi farkında mısınız. Ruh aşina değil, itiyor. Çünkü koklama ve tatma nakısların işi, Tatmak için yemek lazım bilmem anlatabiliyor muyum. Dolayısıyla görmede ve işitmede organ zorunlu değil, ama koklama ve tatmada organ zorunlu. Onun için kullanılmaz. Bakın farkı bu.

Allah hakkında ki her benzetme zorunlu olarak müteşabih olmak zorundadır. Çünkü Allah hakkındadır. Allah hakkında beşer dili hakikati ifadeye yetmez ve unutmayalım Kur’an Allah’ın kelamıdır, ama Arapça insanın anladığı, konuştuğu beşerin konuştuğu bir dildir ve zorunlu olarak müteşabih olmak zorundadır.

Harika bir örneği var. ..ve ma rameyte iz rameyte ve lakinnAllâhe rema. (Enfal/17) Tam olarak tercüme ediyorum; Ve ma rameyte iz rameyte attığın zaman sen atmadın. Ve ma rameyte, atan sen değildin. İz rameyte ki sen attın, attığın zaman atan sen değildin ve lakinnAllâhe rema. Fakat Allah attı.

Biraz önceki gibi Hu vAllaHU, O Allah, Allah- O. Sen mi attın, sen atmadın mı. Ama sen attın diyor İz rameyte. Attığın zaman atan sen değildin, fakat Allah attı. Aman Allah’ım, anladık ya Rabbi tamam Kurban olalım sana, tamam ya rabbi, teslimiz, sen attın ya Rabbi.

Peygamber için söylüyor bunu, attığın zaman sen atmadın. Fakat yerden bir avuç şey almış atmıştı. Aslında o bir semboldü onun için Allah attı. Dolayısıyla bir mü’min tüm başarıların arkasında Allah vardır bunu bilir. Hedefini bulan oka ben attım da vurdum demez. Hedefini bulan her oku Allah isabet ettirmiştir. Hedefini bulmayan oksa ben isabet ettirememişimdir.

İsim ve sıfata geldim ama vakit doldu, siz de doldunuz, bu aslında aşırı bir yükleme, bu kadarını kaldırmaz aslında biliyorum. Ne kadarını döktünüz ne kadarını aldınız onu da bilmiyorum. Tabii kabınızın büyüklüğü oranında. Ama ne olursunuz öğrenmeyi anlık bir süreç olarak bilmeyin. Öğrenmek şu an olup biten bir şey değildir. İnsan zihni muhteşem bir mucizedir. Şu anda alır eşleştirdiği zaman dağarcıktan çıkarır ve karşılaştırır. Hiç farkına varmaz bir zaman bir yere attığını. Onun için bol bol dosyaya atmıştır korkmayın siz, bir gün çıkarır. Anladığınızda öğreneceksiniz, şu anda değil. Rabbim anlamayı nasip etsin.

ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)



ESMA DERSLERİ (6 – 1) GİRİŞ

$
0
0

300

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. (İsra/80)

Rabbim girdiğimiz yere sadakatle, güzellikle, doğrulukla girdir, çıktımız yerden sadakatle, güzellikle doğrulukla çıkar. Bize bu sadakati sürekli koruyacak bir aklî, zihnî, kalbî güç ver ya rabbi. Amin, amin.

(Hadislerde esma ül Hüsna)

Değerli kardeşlerim esma derslerimizin birinde daha beraber olmayı lütfetti ondan dolayı hamd ediyorum. Gördüğünüz gibi ben de teknolojilendim. Biraz sakil kaçıyor ama ne yapayım daha fazla direnemedim onun için bağışlayın. Aslında yazının yerini almamalı, yazıda bir keramet görüyorum ben, yani el yazısında. ..ve lâ tehuttuhu Bi yemiynik.. (Ankebut/48) diyorya, sağ elinle yazmış değildin. Gerçi sağ eliyle burada da yazı yazsın, ama o harflerin oraya gelişi ve orada kalışı bana daha bir güven veriyor nedense. Yani elinizle kâğıtlara harflerin yazılışı sanki insanlıkla yaşıt bir mirasın devamı gibi geliyor. Onun için bu sanal ekranlarda harflerin duruşu bana o tatmin hissini vermiyor bir türlü. Onun için belgeler kalmalı yani yazı devam etmeli. Ama tabii bu da ayrı bir imkan, ayrı bir kolaylık oluyor hiç şüphesiz.

Bu ders farklı bir ders esma dersleri içerisinde. Zira esma derslerimiz içerisinde bu dersin konusu aynı zamanda bir hadis nasıl tahlil edilir sualinin de cevabı. Onun için dersimizin büyük bir bölümü teknik olacak. şimdiden zihnen hazırlıklı olmanızı istirham ediyorum Yani bir hadisin tahlili olduğu için teknik kavramlar çok kullanılacak, ıstılahlar kullanılacak, muhtemelen alt yapısı olmayan güzel kardeşlerimiz biraz sıkılabilirler. Ama zaten alt yapının oluşması da böyle olur. Yani bir ilk olacak, ilkler biraz zordur ama daha sonra ilk olmayacak. Onun için lütfen can kulağı ile dinleyelim anladıklarımızı anlayalım, anlamadıklarımızı anlamak üzere zaten zihniniz bir yere depoluyor. Çünkü kulak aşinalığı gerçekleşince 1, 2 , 3 ten sonra bakıyorsunuz anlamaya başlamışsınız. Anlamak ta adeta zihnin sindirmesi manasına geliyor. Onun için bazı şeyleri zihin hemen sindirmiyor.

Bunun için Haydayer’in geviş getirme diye bir ifadesi vardır epistomolojik bir ifade olarak kullanılır, bilgi, bilimsel ifade olarak kullanır bunu. Yani diğer şuursuz kardeşlerimiz yerler otu ondan sonra da geri getirirler onu iyi bir sindirirler. İnsanın da zihni bazen bilgiyi yer fakat sindiremez. Onu daha başka bir zaman geri getirip sindirmesi lazım. Bu bilginin sindirilmesi meselesi apayrı bir mevzu ama bu gibi alt yapısı olmayan kardeşlerimize ağır gelecek olan ıstılahi ağırlıklı derslerin bir zaman sonra kolaylaştığını düşünüyorum çünkü öğrenmek böyle bir şey. Zaten öğrenmek teredüdü zihn alel eşya. Zihnin eşya üzerinde sürekli tereddüt etmesi değil Türkçede ki tık tık tık vurması. Tereddüt budur zaten. Yani bir suyun mermere damlaması gibi zihnin şey üzerinde sürekli vurması, durması orada. Orada dura dura dura zihinde yer ediyor. İşte o bilgi oluyor ilim oluyor daha doğrusu.

Esma ül Hüsna hadislerinin değerlendirilmesi. Dersimizin başlığı bu.

Esma ül Hüsna hadislerinin dedim ama aslında esma ül Hüsna hadisinin demem lazım. Çünkü bize kadar gelen bir çok rivayet olsa da aslında o rivayetin kaynağı tekse o rivayette tek kabul edilir. Onun için hadislerde ki çoğalma böyle izah edilmiştir. Mesela elimizde yaklaşık hadis sayısı bir milyonu aşkındır. Fakat gerçekten efendimiz bir milyonu aşkın söz mü söylemiştir, bunu matematiksel olarak ta vurduğunuzda imkânsızın ötesindedir. Yani efendimizin vazifelerini gecesini ibadetini, uykusunu, nasihatini, savaşlarını, cihadını, namazını, orucunu, ailesi ile olan halvetini çıktığınızda zaten konuşma süresi bellidir, maksimum konuşma süresi bellidir.dolayısıyla bir insan ömür boyu konuşsa o konuşma süresi içerisinde ne kadar söz söyleyebilir. Bu ayrı bir mesele.

Fakat zaten buna böyle yaklaşmaksızın da hadislerin sayısı üzerinde bir şeyler söylenmiş. Muhakkik ulemamız, konunun uzmanları, hadislerin gerçekte Allah resulünden merfu olarak ref edilmiş ResulAllah’a ulaşmış, ondan merfu olarak bize gelen, ona dayanarak bize gelen hadislerin kaç olduğu üzerinde ciddi kafa yormuşlar. Mesela Buhari kendi sahihinde yedi bin küsür mükerrerle birlikte hadis alır. Fakat Buhari bunu 600 bin hadisten seçtiğini söyler. Ahmed Bin Hambel daha acayip bir şey söyler, o 1.000.000 hadisin içinden seçtiğini söyler müsnedinde vs.

Peki nasıl olmuştur bu? Ahmed Bin Hambel’in öyle olması boşuna değil, A. Bin Hambel İmam Şafi’nin öğrencisi. Yani bir nesil sonra öyle aritmetik değil, geometrik bir artışla karşılaşıyoruz ki çoğalıveriyor, çatallanıveriyor. Peki nedir bunlar? Aslında nedir, bir tek asıl ravi var. Bu Ravi İbn. Abbas olsun, bu raviden duyan da dört ravi var. Aslında rivayet ettikleri hadis İb n. Abbastan rivayet edilen hadis. Allah resulünden duyan o. Eğer gerçekten öyle ise. Bu dört raviden her birinden duyan 10 ar ravi var. Şimdi bu hadis etti mi 40. 40 ın üzerine dört daha ekleyin 44, bir de ibn. Abbas’ı ekleyin 45. yani 45 hadis olarak kaynaklara girmiş fakat aslın da bu bir hadis. Hatta bir sonra ki kuşağı da katabiliriz, o zaman bunun muhtemelen 100 ile 400 arasına çıkması da mümkündür.

İşte böyle, onun için hadislerin aslını Allah resulüne merfuan dayanan hadislerin aslını araştıran alimlerimiz 4.500 rakamını ortalama olarak verirler. Ki, çok makuldür. Ben Allah’u alem bunu 6.000 rakamını yuvarlıyorum, zihnimden tabii. Bunun adeta Kur’an ın ayet sayısıyla bir tetavuku olabilir diye düşünüyorum. Hakikaten bu mümkündür ama işte bu kadar.

Burada bir örneği ile karşı karşıyayız Esma ül Hüsna hadisi Bu hadisin tüm varyantları gelip bir kişide toplanıyor; Ebu Hüreyre Ra. Ebu Hüreyre biliyorsunuz Hayber’in fethinden hemen sonra veya hemen önce geldi ve Müslüman oldu. Allah Resulü ile beraber 3 yılını geçirdi müksirundandır. Yanlış kullanmayayım. Yani çok hadis rivayet edenlerdendir. Ondan bize kadar gelen hadis sayısı diğer sahabi efendilerimizin tümünden gelen hadis sayısından daha fazla. Nedendir suali etrafında çok kafa yorulmuş, çok şeyler söylenmiş, hatta eleştirel yaklaşanlar da olmuş, aleyhte şeyler de söylenmiş.

Hiç Şüphesiz ki Ebu Hüreyrenin buna verdiği cevap, ki kendi yaşarken aslında bu ithamlar ve eleştiriler yöneltilmiş daha hayattayken. Kendisi; Sizler bağ bahçe ile meşgulken, işinizle gücünüzle meşgulken ben Allah resulü ile beraberdim demiş. Yani cevabını böyle vermiş. Tabii bu cevabında kurtarmadığı kadar bir sayı varsa önümüzde birazda başka Saiklere bağlıyoruz bunu.

Nedir o Saikler? Hiç şüphesiz ki uydurma mekanizması çalışırken bu mekanizmayı çalıştıranlar kimin adına uyduracaklardı? En çok hadis rivayet edenler adına uydurmak daha makuldü. Onun için de en çok rivayet edenler adına senet dizdiler, herhalde bunun sorumlusu bu sahabeler addedilemez, bu haksızlık olur. Ama onlar adına uydurulmaları da belki onların bu konuda biraz ince eleyip sık dokumayan tavırlarına belki küçük verilmiş uyarı cezası gibi de algılanmalı. Mesela İmam Malik diyor ki Ömer içinde sünnet olmayan hadislerin rivayetine karşı çıkardı. Çok ilginç bir açıklama bu. İçinde sünnet olmayan hadislerin rivayeti.

Her hadis sünnet değildir bunu öğrenmiş oluyoruz. Bazı hadislerin içinde sünnet vardır. Sünnet nedir? Hayata ilişkin olan, orijinal olan, dinde konulmuş olan, daimi olandır. Yani sünnetin tarifi içinde bu unsurlar olmazsa olmazdır. Hayata ilişkin olacak, davranışa ilişkin olacak, çünkü davranışla alakalıdır sünnet daimi olacak, orijinal olacak, dinde konulmuş olacak. Mesela fıtratın sünnetleri vardır . İşte aslında sakalımız bir fıtrat sünnetidir. Bu insanlıkla yaşıttır. Ama bahusus efendimizin koyduğu sünnetler vardır. Efendimizin koymayıp ta insanlık sünnetine efendimizin ayrıca sahip çıktığı sünnetler vardır. Nikah efendimizle mi başladı? Değil, nikah insanlık tarihiyle sözleşme. Fakat efendimiz o benim sünnetimdir diyor. Nedir? Ben bu insanlık sünnetine bizzat sahip çıkıyorum manasına kullanılır.

Yine beş şey veya yedi şey, veya on şey. İşte vücutta bazı temizlik noktalarını kastederek, işte tırnak kesmeydi de buna dahil ederek efendimizden nakledilen o meşhur rivayet. Bu nedir? Hz. İbrahim’e atfediyor bunu. İbrahim’in sünnetini efendimiz de sürdürdüğünü söylüyor mesela burada.

Ama bakıyorsunuz bambaşka bir alanda bambaşka bir sünnet koyuyor. O nedir? İşte itikaf sünneti efendimizin koyduğu bir sünnet olup çıkıyor. O sünneti vazıbe, yani vazgeçmediği sünnet. İşte haza sünnet dediğimiz bir hadise orda çıkıyor. Bunun gibi yani birer örnek verdim anlaşılması için.

Hz. Ebu Bekir’ den 20 civarında hadis nakledilir. Oysa Hz. Ebu Bekir efendimizle neredeyse 23 yıllık vahiy sürecini beraber geçirmiş olan bir sahabe. Bu ümmetin emini kabul edilen Ebu Ubeyde; Ondan 17 hadis nakledilir. Yani efendimizin yanında bir ömür geçirmiş olan sahabeler bu konuda daha titiz. Demek ki sahabenin yaklaşımları da farklı farklı bu konuda. Demek ki kendilerini farklı konumlarda görevlendirmişler, farklı alanlarda ihtisas kazanmışlar demek daha yerinde olur. Yanlış anlaşılacak bir şey söylememek için kelimeleri seçmeye çalışmışlar.

Bu hadis Ebu Hüreyre dışında Selman-ı Farisî, Abdullah Bin Abbas, Abdullah bin Ömer ve Hz. Ali’den de farklı şekillerde rivayet edilmiş. Fakat bunların hepsi zayıf kabul edilmiştir. Hiç biri sahih derecesine ulaşmamıştır. Dolayısıyla belki bazı hadis alimlerinin zayıflar birden fazla olursa birbirin i teyit eder, birbirini pekiştirir kuralı gereğince bunu pekiştiren bir şey gibi görülebilirse de ben bu kuralın çok ta sıhhatli bir kural olmadığı kanaatindeyim usulde.

Ebu Hüreyre rivayetinin en sahih versiyonu ise Buhari ve Müslüm’ün naklettiği sahihlerinde yine İbn. Hibban, yani et-Tekasim ve’l-Enva sık sık zikrederim İbn. Hibban’ın sahihidir. Tıpkı Buhari ve Müslüm gibi bir sahih de İbn Hibban yazmıştır. İbn. Huzeyme, yine sahih sahibidir. Hatta onlardan öncedir. Tirmizi, İbn. Mace, İbn. Hambel gibi bir çok hadis musannibin in mecmualarında da yer almıştır bu hadis.

Hadisi okuyalım; İnne lillahi tis’un ve tis’ıyne isme. Şüphe yok ki veya elbette, veya çünkü. Yani çünkü diye çevirdiğimizde karşıdan biri bir şey sormuş onu anlarız. Allah’ın 99 adı vardır. Fe men ahsaha fekad dehalel cenne kim bunları ihsa ederse o cennete girdi bilsin, cennete girmiş bilsin. Buhari ve Müslüm deki versiyonunu naklettim.

Rivayetin varlığının içi üzerine birkaç cümle söylem ek istiyorum. Muhataplardan bazıları bu isimlerin sayısı üzerinde yoğunlaşmış olmalı ki, Allah resul zımnen asıl üzerinde durulması gereken alanın sayılar değil bu olduğunu, yani Allah’ın esması olduğunu i,ma etmiş olsa gerektir. Yani bu cümleyi niye kurdum? Allah resulü hadisleri öyle durup dururken, sebepsiz, gerekçesiz, kafama esti diye söylemiyor. Siz nasıl konuşuyorsanız Allah resulü de öyle konuşuyor. Yani hayatın içinde bu sözü söylemesinin bir yeri var. Sanki b u söz işte boşluğa yazılmış gibi geliyor bize. Zaten hadis rivayetinde ki zaaf bu, yani boşluğun içinden geliyor gibi.

Yok böyle bir şey, bunun bağlamı nedir, onun için nasıl ki ayetler de sebebi nüzül varsa, hadislerde sebebi vürûd var. Sebebi vürûd ilmiyedendir bu konuda yazılmış eserler de var çok olmasa da. Sebebi vürûd nedir; Bu hadisi ResulAllah’ın söyleme sebebi. Hangi bağlamda, ne yaparken, hangi durumda, hangi zaman ve zeminde söyledi bu mühim, bunu bilmediğimiz zaman, yani bir ibarenin, bir ifadenin bağlamını bilmediğimiz zaman ayaklarının bastığı yeri bilmiyoruz. Ayaklarının bastığımız o yeri bilmediğimiz zaman da onu anlayamıyoruz. Çünkü boşlukta kalıyor. İnsan zihni mutlaka bir sözü bağlantılarıyla kavrıyor. Bir eşyayı da öyle değil mi. Fon düşünün, aslında göz resme bakar fakat mutlaka bir fon içinde olur resim. Fonu fark etmez gibi durur, fonun içinde olduğu için fark etmez gibi durur. Aslında fon olmasa o resmi görmez. Onun için zihin her şeyi fon içinde algılar. Bir bağlantı noktasıdır ve fonun üstünde duruyor. Bağlantı noktası olmaksızın zihin algılayamaz, anlayamaz. Onun için sebebi nüzul fondur, sebebi, vürûd fondur. Perdedir. Eğer bir görüntü yansıtacaksanız önce bir perdenizin olması lazım. Perde yoksa görüntü yoktur. Onun için o perdedir, perde asıldır aslında orada. Onun için sebepler önemlidir zaten sebebi nüzül, sebebi vürûd değişiyor ama sebep değişmiyor. Aslında onu doğuran şey, sebepler olmadan gayeler anlaşılamıyor ve her şey bir sebebe mebni oluyor. Hele insan konuşurken boşuna, durduğu yerde konuşmuyor, hele bu peygamberse öyle kafama esti söyledim değil tabii ki, mutlaka bunların söylendiği bir fon var.

Peki efendimiz böyle bir şeyi neden söylemiş olabilir? Bir kere fakir efendimizin hadislerinin mutlaka ve mutlaka kur’anî bir aslı olduğuna inanıyorum. İnşaAllah bu konuda ömrüm olur nefesim yeterse size bir 40 hadis sözü veriyorum. Ama bu 40 hadis piyasadakiler gibi değil. Kur’an da her biri bir ayeti tefsir eden bir hadis. Nasıl efendimizin hadisleri Kur’an ın beyanıdır.

Bu tarif bana ait değildir, alıntı ahlakı gereği tarifin sahibini rahmetle analım Şatıbî ye aittir. İnnemes sünne hahiye beyanün lil vahy. sünet vahyin beyanıdır bu kadar net. Çünkü; ..litübeyyine linNasi ma nüzzile ileyhim. (Nahl/44) kendilerine indirilmiş olanı insanlara açıklaman için diye efendimizin bu beyan misyonu Kur’an tarafından veriliyor zaten. Onun için biz bilsek de bilmesek de Allah resulünün hadislerinin mutlaka kaynağı Kur’an dır. Mesela Allah resulü; 3 kişiye kalem işlemez, 3 kişiden kalem kaldırılır. İşte, uyanıncaya kadar uykudan, akil baliğ oluncaya kadar çocuktan, ifakat buluncaya kadar deliden, mealen söyleyeyim,

İyi de bunu peygamberimiz asla Kur’an da bir kökü olmadan söylemez. Çünkü bunu söylemek çok büyük bir söz. Kalem kaldırılır diyor. Kalemin kaldırılması meleklerinin yazmayı durdurmasıdır, bu gayba giren bir hadisedir, mutlaka Kur’an da karşılığı var. Dolayısıyla burada kalu belağ diye bildiğimiz ve Kur’an da karşılığı olan ayeti kerime var ya, Adem oğullarının bellerinden nesilleri, sulbleri alındığında. Yani onlara sorulacak ben sizin rabbiniz değil miyim. Elestü BiRabbiküm. Kalu bela şehidna (A’raf/172) diyecekler ki evet sen bizim rabbimizsin biz de buna şahit olduk diyecekler. Bu ayetin içindedir işte.

Adem oğullarının bellerinden zürriyetleri alındığında ben sizin rabbiniz değil miyim diye soracak Allah. Bellerinden zürriyetlerinin alınması ne demektir. Yani o kadar çok yorum yapılmış ki bunun için Eşali ile Maturidî bile birbirinin zıddı şeyler söylemişler. Mesela demişler ki ruhlar aleminde soruldu. Bir tanesi demiş ki yok ana rahmine düştüğünde. Bir başkası demiş ki; yok ana rahmine düştüğünde değil, ana rahminde ruh üflendiğinde. Yani bir sürü kavil var.

Peki bundan ne anlayacağız? Bellerinden zürriyetleri alındığında; akıl baliğ olduğunda. Çünkü insanın artık doğurganlık kazandığında, zaten seçim de o anda yapılır. Burada efendimizin aslında akıl baliğ oluncaya kadar çocuktan kalem kaldırılır sözü ile irtibatını kurduğumuzda nasıl da örtüşüyor öyle değil mi. O zaman anlıyoruz ki efendimiz aslında Kur’an ı beyan ediyor.

Bu gibi haberlerin in arkasında hangi ayet yatıyor diye araştırılmalı, yepyeni bir hadis usulü bu aslında. Bu fakirin teklif ettiği yeni hadis usulü bu olmalı, temeli vahiy olmalı ve bu hadis hangi ayetin tefsiridir denmeli ve tek tek Kur’an ın tüm ayetleri hadisler açısından hangi hadisin kaynağıdır gibi. Bu güne kadar böyle bir teşebbüs olmuş mu ben hiç duymadım, görmedim. Böyle bir öneri olmuş mu duymadım ve görmedim. Ama bu yapılmalı mutlaka. İnşaAllah aranızda nice güzel kardeşlerim vardır ki geleceğin alimleri onları bekliyor bunlar. Yani bir Kur’an talebesinin, talebesine başka ne vasiyeti olur. İnşallah benim de talebelerime vasiyetim bunlardır. Bunları yaparsınız dünya ve ahirette, eğer varsa borcunuzun olduğunu düşünüyorsanız ödemiş olursunuz inşaAllah. Kur’an talebelerine söylüyorum bunu.

Evet değerli kardeşlerim bu da kendi içinde durup dururken söylenmemiş, bir bahanesi olmalı bu bahane kesinlikle Kur’an dır. Kur’an ın esma ül hünsaya verdiği önemi gören efendimiz ve sahabe esma ül Hüsna kon usunda bize düşen nedir sualini sormuş olmalı, olmamaz mı, olmamalı mı, mümkün mi bu. Kur’an 4 yerinde ve lillahil esma ül Hüsna türü kalıplar kullanacak ve bir pasaj yok ki içinde Allah’ın esmasından biri geçmeyecek, döndürüp döndürüp Allah’ın esmasına atıflar yapılacak, hatta binlerce kez olacak hilafsız.

Peki bunu peygamberimizin ilk inşa edilen bir şahsiyet olarak merak etmemiş olduğunu düşünebilir misiniz. Bana düşen nedir ya rabbi. Çünkü vahyin ilk muhatabının ve ilk muhataplarının vahiy karşısında ki ciddiyetlerini biz biliyoruz. Vahyin tüm söyledikleri karşısında çivi kesiliyorlar sümmen ve ümyana kesilmiyorlar, kör ve sağır durmuyorlar. Böyle; lebbeyk ya rabbi diyorlar, kıyama duruyorlar, burada bana ne emrediyorsun ya rabbi diyorlar. Vahyin karşısında çok ciddiler. Yoksa efendimizin o bir ömürlük canhıraş koşuşturmasının arkasında başka bir saik olabilir mi? Servet mi, şöhret mi, yöneticilik mi, makam mı, mansık mı nedir Allah aşkına efendimizi uyutmayan. Gecesi yok, gündüzü yok, özeli yok, gizlisi yok hepsi açıkta.

Ne demek bu? Dünyanın en munis, en nazlı, en ahlaklı, en edepli, kimseye hiçbir şey yapmayan, yani kimseyi rahatsız etmeyen, incitmeyen, amiyane tabirle kimsenin tavuğuna kış dememiş olan efendimizi, dünyanın en büyük inkılabını, iman hamlesini gerçekleştiren ve insanlık tarihine adını yazdıran bir mücadele insanına dönüştüren neydi.

Medine de ki 10 yılının hesabını yapıyorlar, 40 gününe bir sefer düşüyor. 53 – 63 yaş arası. Bizde çoğu emeklilik günlerini geçiriyorlar, ne diyorsunuz, neydi bu dert, nasıl izah edilir, nasıl anlatılır. Onun için Kur’an, vahiy. Başka izahı yok. Vahyin emirlerini, nehiylerini hayatına tatbik etme aşkı ve arzusu başka bir şey değil. Ve tabii örneklik müessesesi, rabbimiz örnek olarak alemlere rahmetsin demiş. Demiş ama alemleri de sırtına vermiş. Alemleri taşı ki rahmet olasın. Kimi sırtınıza aldınızsa ona rahmet olursunuz. Aslında yükünüz kadar rahmetsiniz. Sorumluluğunuz kadar hakkınız var. Rahmet olmak bir haksa onun karşılığında da bir sorumluluk var.

Rabbim inşaAllah bizi de o alemler için de küçük küçük bazı alemlere rahmet kılsın. Çünkü biz onun ümmetiyiz. O bize sadece risaleti miras bırakmadı, risalet üzerinden rahmeti de miras bıraktı. Ama hiç birimiz alemlere rahmet değiliz. Alemlere zahmet olmayalım önce gayemiz bu olsun, ondan sonra o alemler içinde rahmet olabileceğimiz küçük alanlar, adalar açalım inşaAllah. ResulAllah’ın sünnetini sürdürmek böyle bir şey olsa gerek.

İnne edatıyla başlaması ya bir suale cevap olarak gelmesi, ya bir inkâra ispat olarak gelmesidir. Çünkü inne edatı ya suale cevap sadedinde talim içindir, çünkü gerekçe içindir, ya da bir inkâra ispat için te’kit içindir. Onun için bu ne olabilir? Orada bir merak olabilir muhataplarda. Yani bu konuda bizim vazifemiz var mı, biz Allah’ın esmasını nasıl biliriz, nereden biliriz, veya bu konuda Allah resulünün bize söyleyeceği bir şeyler var mı gibi bir merak olsa gerek ki bu meraka cevap olmuş.

Hadiste geçen 99 rakamı nedir? Mecaz mıdır, hakikat midir. İbn. Hazm 99 rakamının hakikat olduğunu söylemiş kendisinden beklediğimiz gibi. Çünkü İbn. Hazm zahiridir. Zahiri mezhebinin 1. kurucusu Davud-ü Zahiri, 2. kurucusu adeta kurucusundan daha şöhretli imamı İbn. Hazm en Endelûsi dir. Endülüs’ün büyük alimi İbn. Hazm dır. Hicri 4. yy. da yaşamıştır Endülüste, Endülüste güneş batarken babası sarayda vezirdi, orada doğmuştur, 9 yaşına kadar sarayda büyümüştür, 14 veya 16 yaşında iken Endülüs güneşi batmıştır. Yani Endülüs yıkılmamıştır. Endülüs’te ki o 3. Abdurrahman döneminin o büyük parlak şeyhi gitmiş artık tavaif ül mülk dediğimiz krallıklar beylikler dönemi başlamıştır Endülüs’te ki çöküş. Zirveyi yaşamıştır İbn. Hazm, zirveyi görmüştür. O zirveyi gördüğü için de Endülüs’te ki o kırılma noktasından sonra adeta içi de kırılmıştır ve hırçın biri olmuştur. Onun için derler ki haccac’ın kılıcından, İbn. Hazm’in dilinden korunun, öyle derler. Hakikaten dili çok keskindir. Allah seni kaleden düşürsün de İbn. Hazm’ın diline düşürmesin derlermiş. İbn. Hazm’ın diline düştü mü adam kurtulamazmış.

Ama bu ne tecessüs, bu ne engin bir ilim deryası. Onun ilmi hayatını, onun monografisini, eserler listesini ve sürecini incelediğinizde bir hayata bu kadar eser nasıl sığar diyorsunuz. Üstelik hayatında sürgünler var, gönüllü sürgünler var. Mesela sürgünde ölmüştür, küsmüştür çekmiş gitmiştir şehir dışında ölmüştür. Ama bu hayata bu kadar çeşit nasıl sığar. Matematikten gök bilime, oradan hendeseye, oradan el he’ye kozmoloji ilmine, oradan tefsire, oradan fıkıh usulüne, Al-ihkam fi usul al-ahkam; Usül tarihinde acaba böyle bir usül yazılmış mıdır. İbn Hazm olmasaydı bana göre Şatıbi olmazdı.

Onun için Al İhkâm fi usul al-ahkâm’ı şöyle açanlar, hakikaten biz en modern bilimsel bir eserde ilk aradığımız şey kavramların tarifidir. Önce müellif bilimsel bir eser yazıyorsa kavramda neyi kastediyor onu, İbn. Hazm’ın El İhkam’ını açıyorsunuz dev kitapta kullandığı kavramların hepsini önce bir tarif etmiş. Ondan sonra yazmaya girişmiş. Yani diyorsunuz ki, bu ne disiplin, bu ne sistematik bir yaklaşım.

el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehva ve’n-Nihal isimli 5 ciltlik bir eseri var dinler tarihi konusunda Benzeri bir daha yazılmamıştır bana göre. Neden? Bunun bir cildi Tevrat’ı inceler. Hangi Tevrat’ı? Dünyada ki 4 nüsha Tevrat’ı ve Edison kritik yapar, nüshaları önüne serer sayfa sayfa karşılaştırır. Şura şuna uymuyor, şura şuna uymuyor. Şu Kelime şu nüshada şöyle bu nüshada böyle. 4 nüshanın bir tanesini bulamaz diğer üçünü bulur bu üçüne kritik yapar Tevrat nüshaları şu anda aklıma gelmedi fakat böyle bir hizmeti Yahudi alimleri yapamamış İbn. Hazm yapmıştır. Yani bizim böyle değerlerimiz var onu söylemek istiyorum. Güvercin gerdanlığın ı okumayanınız var mı bilmiyorum Tavku-l Hamame.

Dünyada ilk roman işte derler ki Jules Verne’ye ait, yok değil. veya La Divina Commedia, Dante’nin ilahi komedyası derler. Değil, dünyada eğer ilk roman ise Tavku-l Hamame dir, güvercin gerdanlığıdır. Aşk üzerine yazılmış dünya tarihinde ki en güzel kitaplarından biridir. Biz kendi değerlerimize sahip çıkmayınca görüyorsunuz başkaları gidiyor, çalıyor alıyor ondan ve bize satıyor. Biz de çalıp intihal yapıp, adını dahi yazmayıp bize satanlardan alıyoruz onlara hayran oluyoruz. Çünkü kendimizi bilmiyoruz. Onun için Güvercin gerdanlığı diye tercüme edildi, tavsiye ederim.

İbn. Hazm; 99 rakamı sayısaldır diyor yani b unu hakiki olarak alıyor. Ondan başka bunu söyleyen kimse yok. diğerlerinin hepsi hayır bu rakam hakiki değil mecazidir diyorlar. Eğer bu rakam hakiki olsaydı ResulAllah’ın rakam vererek beyan ettiği 99 ismi saymış olması lazımdı fakat isimleri saymıyor, isimler yok. B u Ebu Hüreyre hadisini veriyoruz ya bu hadisin Müslüm, Buhari ve diğerlerinde ki varyantında isim listesi yok, sadece hadis bu kadar. Eğer 99 isimlik liste hakiki olsaydı bunu söylerdi. Ama bu duvarlarımızı süsleyen esma ül hüsna da isimler var, bunlar nereden?

İki hadis var bunlardan biri İbn. Mace,ve Tirmizi hadisleri. İşte bu ikisinde ki listeler bizde duvarlarımızı süslüyor. Özellikle Anadolu da yaygın olan liste Tirmizi listesi, İbn. Mace listesi de Mısır taraflarında Kuzey Afrika da yaygın olmuş. Genelde o listeler. O listelerin de tahkikine geçeceğim birazdan inşaAllah.

Buhari ve Müslüm başta olmak üzere bu rivayeti nakleden bir çok hadis musannifi rivayetinde 99 isimlik liste yer almaz. Rivayetin tümü demin naklettiğim gibi, yani Allah’ın 99 ismi vardır, bunları kim ihsa ederse cennete girdi bilsin. Hadisi sahihlerde yer alan ve isim listesi taşımayan bu kısmı da birbirine zıt değerlendirmelere konu olmuştur.

İlginç, isim listesiz olan Buhari ve Müslüm’in naklettiği bu hadis te otoriteler tarafından farklı değerlendirilmiş. Mesela İbn. Atıyye el Muharraru-l Veciz diye bir tefsirin sahibidir, yine Endülüs’lüdür, listeli versiyonların dışında bu hadisi mütevatir olarak kabul eder. İbn. Hacer ise ki kendisi hadisçidir buna itiraz eder ve en çok meşhur derecesine ulaşabilir der. Mütevatir meşhurun üstüdür.

Buna karşı Razi den nakledilenden öğreniyoru ki Ebu Zeyd el Belhi gibi alimler böylesine önemli bir konuda kesin sayı veren hadisin güvenilir bir isim listesi barındırmamasını gerekçe göstererek hadisin bu meşhur kısmına da güvenilemeyeceğini söylerler.

Bu itiraz neden yönelik oluyor? Buhari ve Müslüm’e yönelik oluyor. Yani Ebu Zeyd el Belhi gibi bazı alimler, tek değil bu konuda. Bu insanları kalkıpta; sen kim oluyorsun da Buhari’nin sahih dediği hadise laf ediyorsun, Müslüm’ün sahih dediği hadise laf ediyorsun dememişler. Yani herkes birbirine saygılı davranmış.

Razi hadiste ki bu belirsizliği Barara/238 de ki orta namazı gibi muhatabı gayrete getiren bilinçli bir mübhenlik olay görüyor. Yani hani Bakara/238. ayetinde orta namazına dikkat edin diyor ya, Hafizû ales Salevati ves Salâtil Vüsta.. (Bakara/238) yani orada ki orta namazı nedir.

Birçok şey söylemişler, sabah namazıdır diyenler var öğle namazıdır diyenler var, ikindi namazıdır diyenler var, hatta yatsı namazıdır diyenler var. Yatsı nasıl orta oluyorsa..! Sabah namazı işte günün ortasıdır gecenin bittiği gündüzün başladığı onu anladık. Öğle namazı günün ortasıdır, ikindi namazı 5 vaktin ortasıdır, zaten en güçlü rivayet o, Hz. Aişe’den de gelmiş. Fakat Razi’nin de katıldığı benimde çok hoşuma giden orta namazı en zorunuza giden ve en çok kaçırma tehlikesi olan namaz hangisi ise o namazdır. Ona dikkat edin. Çok güzel değil mi, orta namazı o. Özellikle ona dikkat edin. Yani adeta namazların içinde en önemli namaz sizin kaçırmaya en yakın ve yatkın olduğunuz namaz. Ne kadar güzel değil mi.

İşte burada da efendimiz buna dikkat çekmiştir bunun gibi yani Allah’ın esmasına dikkat çekmiştir, aman Allah’ın esmasına dikkat edin, burada 99 kinayedir diyorlar tabii. Esasen hadisin listesiz ve listeli olmak üzere iki ayrı versiyonla nakledilmesi hadisi Ebu Hüreyre ‘den nakleden iki ayrı kaynağa varıp dayanmaktadır bu da önemli Bu 1- Abdurrahman el Areç 2- İbn. Sirin Zaten El Arec kanalıyla gelen rivayette 99 luk liste yer almıyor,İbn. Sirin rivayetinde liste yer alıyor.

Şimdi burada çok ilginç, aynı şahıstan duyuyorlar, Kimden? Ebu Hüreyre den. Ebu Hüreyreden iki kişi rivayet ediyor, iki kişi, çatallanıyor orada Biri El Arec, biri İbn. Sirin. El Arec aynı şahıstan naklediyor 99 luk liste yok. Onu Buhari, Müslüm ve diğer sahih sahipleri alıyor. İbn Sirin aynı şahıstan naklediyor 99 luk bir liste çıkıyor ortaya. Onu Buhari güvenilir bulmuyor, Müslüm güvenli bulmuyor, Hakim güvenli bulmuyor Müstedrek sahibi, İbn. Hibban güvenli bulmuyor diğerleri güvenli bulmuyor, sadece iki muhaddis güvenilir buluyor Tirmizi ve İbn. Mace onlar da onu alıyor.

Burada bir problem var, bu 99 luk liste nereden çıktı. Eğer El Arec le İn. Sirin aynı şahıstan duydularsa ki öyle Ebu Hüreyre bunu söyledi mi, söylemedi mi. Söylemediyse acaba bir yerde saydı da bir yerde saymadı mı. Saymadığı yerde El Areç vardı, saydığı yerde İbn. Sirin vardı mı? Bu böyle de değil çünkü bu ikisi aynı yerde Medine de yaşamış, Medine de talebesi olmuş insanlar.

İşin hakikatini araştırmak alimlere düşüyor, görüyorsunuz mesele Allah resulü buyurdu ki, Tirmizi de geçiyor diye bitmiyor. Bu da neyi gösteriyor hadis ilmi dediğimiz ilme verilen emeği gösteriyor. Ne büyük bir miras ortaya konmuş, ne muhteşem bir bilgi ortaya konmuş. Bize aslında bilginin sıhhatin in önemi gösteriliyor burada farkında mısınız, altını çizmem gereken şey bu. Öğrendiğiniz şeyin doğru olduğuna dikkat edin, bilgi tek başına işe yaramaz doğru bilgi olmadıkça.

Onun için şeytanın bilgisiyle Adem’in bilgisi arasında ki fark işte bu. Bakınız doğru bilgi bizi aslında hadis rivayet tekniğinde kullanılan bütün bu yöntemler doğru bilginin önemine dikkatimizi çekiyor. Koca koca adamlar ömürlerini bu bir cümle neredendir, aslı nedir, faslı nedir, doğrumudur, bu buna katma mıdır, karışmamıdır, katmışsa kim katmıştır bunun arkasında geçirmişler.

İbn Teymiye bu rivayetin zayıf olduğunu ifade ederek şunları söyler; Hadis ehli onun ResulAllah’ın sözü olmadığını bilir. İsim listesi veren Ebu Hüreyre’den rivayet edilen bu iki hadisten başka bir hadis bulunmamaktadır. İbn. Teymiye hadis konusunda mütedahhir bir alim, yani özü itibarıyla İbn. Teymiye dört dörtlük bir hadis alimi, Onun hadis hakkında söylediği, getirdiği kritikler gerçekten de tutarlı olur genellikle. Onun için şimdi bile El Bânî gibi modern hadis alimleri hep ona dayanırlar. Niye? Bu damarın büyük üstatlarından biri o dur da onun için. O diyor ki liste veren hadislerin hiç biri sahih değildir, bu iki hadisten başka da gelen bir kaynak bulunmamaktadır diyor.

İbn. Teymiye’nin kastettiği 2. hadis ise Tirmizi’nin rivayet ettiği listeli versiyondur bu liste başta Mısır olmak üzere Kuzey Afrika da, İbn. Mace’nin bu coğrafyada yaygınlık kazanmıştır. Aynı isim bu rivayeti de şöyle değerlendiriyor yine İbn. Teymiye den. Allah’ın isimlerini sıralayan bu hadis, hadis ilmini iyi bilenlerin katında ResulAllah’ın sözünden sayılmaz. Görüyorsunuz, ama bu cümleyi kurmak için adamın baya ekmek yemesi lazım.

Bu isimleri Velid Bin Müslim, şeyhlerinden birinden nakletmiştir. Bu yüzden Tirmizi dışında hiç kimse bu listeye iltifat etmemiştir. Ondan başkaları ise isimleri farklı rivayet etmişlerdir. Evet, farklı isimler Yani Allah’ın esmasını farklı farklı. İsimlerin tertibinden rivayetin ResulAllah’a ait olmadığı anlaşılmaktadır Teymiye’nin görüşü. Sasani, yine Hadis çi (?) mevzuatında ki Mevzuat sahihlerinden biridir Şâzân’i, yani uydurma hadisleri toplayan bir kitabı vardır. Acluni nasıl bu konuda uzmansa Şâzânî de uzman, hatta ondan daha büyük ve evvel ki bir uzman. Tirmizi’nin naklettiği listeli versiyonuna ondan başka kimsenin iltifat etmediğini ifade eder.

İbn. Kesir tefsirinde İlaveli rivayetin müdreç olduğunu, Müdreç ne demektir dostlar? peygamberimizin sözünün arkasına peygamberimizden başkalarının ilave yaptığı hadislere müdreç diyoruz. O yapılan ilaveye de idraç diyoruz. Yani kuyruk eklemiş, aslında efendimiz söylememiş, efendimiz bir cümle söylemiş, onun arkasına bir başkası bir cümle daha eklemiş.

Hadis ulemamız bu cümlenin bu hadisin devamı mı değil mi suali etrafın da ömür tüketmiş Bu da emeğe saygı gereği dile getirilmesi gereken bir şey.

Hadis ilminin otoritelerinden oluşan büyük bir topluluğun bu isimlerin sonradan rivayetlere eklendiği hükmüne vardıklarını kaydeder. İbn. Hacer ben dememiş miydim size esneteceğim diye, on un için lütfen sıkılmayın bu ders böyle. Ne yapalım, isterseniz kapatayım sizi heyecanlandıracak şeyler söyleyeyim. Ama inanın çok yararlı, yani bir model görüyoruz. Bir hadis üzerinden hadislere nasıl yaklaşılmalı sualinin cevabını görüyoruz.

İbn. Hacer Hadisin 99 ilaveli versiyonunun ResulAllah’tan geldiğinin sabit olmadığını söyleyen alimlerin isimlerini bir bir listeler, kendisi de bir hadisçidir İbn. Hacer el Askalani. Askalani biliyorsunuz aşkelon diyorlar ya İsrail’in işgali altında Filistinli İbn. Hacer. İşte o aşkelon, Askalandır aslında.

İbn. Kesir Allah’ın isimlerin in 99 la sınırlandırıla mayacağını, İbn. Hambel’in İbn. Mes’ud dan naklettiği bir hadisle delillendirir. Nedir o? Şu bir gerçektir ki bir çok hadiste 99 rakamı mecaz olarak kullanılmıştır. Mesela İsrail oğullarından bir katilin tevbeye yönelişinin onun affına vesile olduğunun anlatıldığı hadiste Tevbeye azmeden kişi 99 kişinin katili imiş, 100 cü kişiyi öldürmek için gidiyormuş, yolda ölmüş hadiste. Melekler sormuşlar Ya rabbi ne yapalım? Ölçün demiş öldüreceği adama kaç adım, evden attığı adım kaç adım. Eğer eve yakın adımlar varsa affedecek..:) Tabii bu aslında rabbimizin affının büyüklüğünü göstermek için söylenmiş bir şey. Orada 99 rakamı bu adamın 99 kişi öldürdüğüne delalet etmez diyor. yani bir sürü adam öldürmüş, bir sürü insanın katiliymiş demenin bir başka yolu Arap dilinde.

Yine Lâ havle ve Lâ kuvvete illâ billâh 99 derde devadır. Şimdi 99 derde devadır derken siyatik, lumbago, karın ağrısı, baş ağrısı yok tabii. Burada ki 99 nedir? Kesretten kinaye derler buna bir sürü derde devadır manasına gelir. Demek ki Arap dilinde böyle bir kinaye kullanılıyor. Rakamlarla kinaye zaten her dilde var.

Tirmizi gibi hadisin isim listesi veren versiyonlarını sahih kabul edenler de de dahil bütün otoriteler hadiste ki 99 rakamının sayısal sınırlama ifade etmeyeceği üzerinde görüş belirtirler. Bütün İslam Alimleri 99 rakamının sınırlama amacı taşımadığında ittifak etmişlerdir lafı çok ilginçtir. Beyhaki’de, Müslüm de şairler tarafından düşülmüş bir not.

İbn. Hazm 99 rakamının hakiki olduğunu söylüyor demiştik değil mi. Bunun rakamsal kesinlik ifade ettiği söylüyor demiştik. Garip olan şudur ki bunu söylediği yerin devamında Kur’an dan alındığını söylediği bir liste verir. Yani bu hakikidir der, bir de liste verir. Ne var ki bu liste de yer alan isim sayısı 84 tür ben bizzat saydım. Yani 99 çıkaramaz İbn. Hazm.

Fakat size peşinen söyleyeyim ben bu 99 rakamının hakiki olmadığına mecazi olduğuna inanarak Kur’an da ki Allah’ın isim siğasındaki isimlerini tespit etmek için günlerimi verdim. En sonunda çıkan isimleri en sonunda saydım 99 çıktı. Ben şaşırdım, benim böyle bir beklentim yoktu. Yani sadece isim olarak gelen isimleri tespit etmek gibi bir vazifeyle oturdum başına, fakat sonuçta çıkan 99 olunca ben de şaşırdım. Kendi listemi de vereceğim ben, o Kur’an dan çıkardığım liste düzelteyim.

99 rakamının kinaye olduğunu söyleyenlerin bir delili de şudur. Eğer Allah Resulü 99 rakamını çokluktan kinaye olarak değil de rakamsal bir kesinlik ifade etmek için söyleseydi, ardından bu 99 ismi sayardı. Eğer saymış olsaydı böylesine önemli bir konu zayi olmaz sahabe yoluyla bize intikal ederdi. Bir tane Ebu Hüreyre değil bir çok sahabe duyardı bunu, çünkü çok mühim bir mesele bu. Allah’ın esması sayılıyor sahabe buna kulak vermez mi.

Buhari ve Müslüm, Nesai 7 ayrı senetle tekrarlayan İbn. Hambel (Müsned 2- 259 da ki hadis) gibi otoriteler bu hadisin 99 luk listeyi dikkate almadan rivayet etmişlerdir. Bu onların bu listeyi güvenli bulmadıklarına delalet eder.

Dahası Tirmizi rivayetinde dahi isim sayısı 99 değildir, bu da ilginçtir iki tane listeli rivayet var biri Tirmizi, biri İbn Mace, Tirmizi’nin listesi saydım 100, 99 değil. Ha bunu nasıl izah ederiz? Allah ismini Esma ül Hüsna arasında saymıyor. Yani aslında sıfatları, 99 sıfatı olarak anlamamız lazım. Bunu ben söylüyorum sadece, ama Tirmizi’nin listesinde 100 isim var onu söylemiş olayım.

Kur’an da ki esma ül Hüsna yı tespit iddiası taşıyan ilk liste olma özelliğine sahip Zeccac’ın naklettiği Süfyan bin Ümeyye listesi 94 isimden oluşmakta, yani Zeccaci ki kendisi bu konuda müstakil bir eser sahibidir. İştikak’u esmaillahil Hüsna diye muhteşem bir eseri var Türkçesi yok, Arapça. Dolayısıyla orada 94 isim çıkarır Kur’andan. İbn. Kayyım’a nispet edilen esma ül Hüsna şerhinde yer alan isim sayısı 43 tür. İbn.ç Kayyım bir isim çıkarmış liste Kur’an dan 43 tane çıkarmış. Tirmizi ve İbn. Mace listelerinin birleştirmeleriyle elde edilen sayı kaç, 127. 99 , 100 daha 199 eder aslında değil mi, yok mükerrerleri çıkardığımızda 127 ediyor. Şii alimlerinin Kur’an dan yola çıkarak tespit ettikleri isim sayısı buna denk, yani 127 ye denk. Yine Şii literatürüne ait bir dua mecmuası olan cevşen-i kebirde her birimde 10 isim olmak üzere 100 b ölüm üzerinden 1000 esma çıkarmış.

Dahası var bitmedi Razi’nin tefsirinde aldığı bir rivayet Allah’ın isimlerinin 1000 i, Kur’an da diğer 4.000 i de dört diğer kitaplarda ve suhuflarda olmak üzere 5.000 olarak tespit eder.

Bizce Hadiste geçen 99 sayısı tıpkı namazlardan sonra çekilen 99 tesbihatta olduğu gibi hakiki bir sayı olarak alınabilir. Bu durumda 99 rakamını henüz eremediğimiz bir hikmete mebni olarak okumamız ilahi bir tasarrufun b ir eseri saymamız gerekecektir. Yani hikmetini bilmediğimiz, sırrını bilmediğimiz bir şey olabilir. Sayının verilip de isimlerin verilmemiş olmasını mü’mine nasıl izah edeceğiz? 99 rakamı eğer gerçekten gerçek b ir rakamsa o saman sayı da verilmeliydi.

Benim yaklaşımım şu mü’min muhatap bu isimleri Kur’an da aramalıdır mesajı içeriyor bu hadis. Yani Kur’an la öyle içli dışlı olsun, Kur’an ın içine öyle gömülsün, Kur’an da Allah’ın esmasını öyle arasın ki, ararken tıpkı bahçesini oraya şey gömdüm diyen babanın ölürken oğullarım bizim bahçeye küp gömdüm bulun onu. Bahçeyi aramışlar, taramışlar küp yok, her tarafı deşmişler. Ya bu kadar kazdık demişler, her tarafı kazdık zaten bari ekelim. Tabii o kadar derin kazınca bahçe öyle bir bitmiş ki, öyle bir vermiş ki herkesinki bire on iki, on beş verirken bunların ki bire seksen vermiş. Yahu bu iş baya kârlıymış demişler, bir daha bir daha.. anlamışlar ki küp o, hazine o.

Sanırım Kur’an tarlasını iyi bir kazsınlar, şöyle küpü arasınlar. Küpü ararken zaten bulurlar. Çünkü Kur’an da Allah’ın esmasını tespit edeyim derken Kur’an a vakıf olur, Kur’an ona vakıf olur, Kur’an la söyleşir, Kur’an la halleşir, dilleşir, dertleşir. Kur’anla konuşur tanışır, bilişir sarışır, Kur’an la aşina olur ve ondan sonra Kur’an onu sever o Kur’an ı sever. Kur’an onu severse Kur’an onun ahlakı olur. Kur’an onun ahlakı olursa benim tasvip etmediğim ifadesiyle Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmış olma, o klasik rivayeti kendinde tecelli eder. Yani ben bunun doğrusunun Kur’an ın ahlâkıyla ahlâklanma olarak niteliyorum. Eh Kur’an ın ahlakıyla ahlâklanan cennete girmeyecekte ben mi gireceğim. Elbette o girecek. Kur’an ın ahlakıyla ahlaklanan cennete layık değilse kim layık. Onun için efendimiz de öyle olmadı mı Kur’an ın ahlakıyla ahlâklanmadı mı.Onun için işte o cennete girer. Zaten ihsa kelimesinin karşılığını biraz sonra vereceğim inşaAllah.

Dolayısıyla Kur’an ın bu konuda ki Kur’an la haşır neşir olma emri olarak görüyorum, ResulAllah sanki Mü’minleri Kur’an a yöneltmiş, ismini saymamış, 99 demiş sanki bir gizem bırakmış merak etsinler de bir teşvik pirimi olmuş Kur’an a başvursunlar, her mü’min Kur’an da arasın, Kur’an ın içine gömülsün gibi bir şey anladım. ResulAllah bu yolla mü’minleri Kur’an ı anlamaya özendirmiş, vahyin her tarafına yedirilmiş esmaya dikkat çekmiş, bu sayede Allah’ı bilme, tanıma ve anlamanın önemini vurgulamıştır. Zaten kendisiyle cennete girilecek amelde böylesine çaplı bir amel olsa gerektir.

Hadiste ki Allah’ın 99 ismi vardır cümlesini eğer rakamı sınırlama olarak almayacaksak Allah’ın sayısız ismi şeklinde anlamamız da mümkindir demiştim burada.

Evet, Allah’ın sayısız esması vardır, bunların tecellisi ki bu hadistir, bunların tecellileri de sınırsızdır. Allah sayısız esmasından bir kısmını insanın idrakine, hayat kitabının içinde inzal etmiştir. Bir kısmı ayatı hadisatın içinde tecelli etmekte, bir kısmı ayatı kâinat içinde tecelli etmektedir. Bir kısmı ise ayatı mestur olan insanın yüreğine nakşedilmiştir, fıtrat kalemiyle yazılmıştır. Yani Allah’ın esması sadece yazılı ayetlerin içinde değil, kâinat ayetlerinin içinde yazılıdır. Bakarsınız bu hangi esmanın tecellisidir dersiniz, gülü koklarsınız bu hangi ismin tecellisi, Allah’ım senin Cemal isminin tecellisi buradadır, bu ne güzellik dersiniz, bu ne güzellik dersiniz. Bakarsınız bir arslanı kükrerken görürsünüz; o haşmet, o celabet, o şecaat içinde Allah’ım senin o Celal isminin tecellisi burada dersiniz. Sanki bu varlık, bu mahluk senin her isminin tecellisinden bir habbe, bir damla almış, onu bunda görüyorum dersiniz.

Bakarsınız bir yerde bir cemaat adam görürsünüz veya bir cömert toprak görürsünüz, o toprak size kendisine verdiğinizden kat kat fazlasını veriyor. Bakarsınız gök size sizden istemeden veriyor. Eğer göğün verdiği yağmuru siz eğer hesaplasanız da belediyeden almaya kalksanız, ki belediyeye de Allah veriyor, o da sermaye ödemiyor yani. Görüyorsunuz, mümkin değil, servetiniz yetmez. Allah’ın cömertliği karşısında ve toprağa dersiniz ki ey toprak Allah’ın Keriym ismi sende tecelli etmiş dersiniz.

Veya bir bitkiyi, doktor doktor gezersiniz, onun kapısında, bunun kapısında derdinize dermen bulamazsınız bir türlü şifa bulamazsınız. Bir gün önünüze bir ot çıkar, ot, adı üstünde. Ama o doktor doktor gezip de bulamadığınız devayı o otun içinde bulursunuz. Allah’ın senin Şafî isminin tecellisi bunun içinde dersiniz öyle devam edersiniz.

Bakarsınız bazen insanlardan sizin yaptığınız hataya, bizim yaptığımız hataya karşı öyle alicenap, öyle affedici, öyle bağışlayıcı bir tavırla karşılaşırsınız ki, ya rabbi senin Ğaffar, Ğafur isminin tecellisi bu zatta tecelli etmiş dersiniz ve oradan Allah’a yönelir Ya Rabbi sana hamd olsun, o isminden dolayı sana hamd oldun, o vasfından dolayı sana hamd olsun dersiniz ve Allah’a hamd etmek için bir vesile ararsınız. Dolayısıyla esmayı varlık içinde aramak, hayat içinde aramak, hadisat içinde aramak biraz da bu olsa gerek. (devam edecek)


ESMA DERSLERİ GİRİŞ (6-2)

$
0
0

300

[[“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym”]]

Hadislerde esma ül hüsnanın devamı

İlahi esmanın tüketim amacıyla istismar edilmediği anlamına gelmiyor tabii. Bunların başında Esma ül Hüsna ya çarpım tablosu muamelesi yapmak geliyor. Günümüzde bu muameleyi görüyoruz. Her değeri tükettiğimiz gibi Kur’an ada aynısını yapmadık mı. Rabbimiz ‘Ikra dedi, Oku dedi, ama biz sadece ve sadece yüzünden okumayı, ya da tilavet etmeyi okuduk zannettik, okumadık, anlamadık. Esmaya da bu muamele yapıldı. İşte 99 ismi ezberleyen cennete girer şeklinde anladığınızda 99 kelimenin üzerine cenneti bindirdiğinizde gerçekten de içini nasıl boşalttığınızı görüyorsunuz, içi boşalıveriyor. O zaman zaten söylemek istediğini anlamak gibi bir derdiniz olmuyor ki, çünkü anladığını zannedene sittin sene şu darı dünyada kimse anlatamaz.

Anladığını zannediyor, Esma ül Hüsna hadisinin yanlış anlaşılması değildir sorun, asıl sorun nedir biliyor musunuz Allah’ı anmak. Çünkü Esma ül Hüsna hadisi bize Allah’ı anlatmanın aracı oluyor burada. Onun için burada en büyük kayıp Allah’ı anlamamak kayıp, asıl üzülünecek te bu. Bütün mesele şu Esma ül Hünsaya hayata müdahil olan bir özne gibi, yoksa hafızaya dahil edilen bir nesne gibi mi muamele edeceğiz. Esma ül Hüsna hayata müdahil olan bir özne muamelesi olacak, esma öznedir tabii, hep faildir unutmayın, Allah hep faildir. Nasıl gelirse gelsin; El Hâlık, El Barî, El Kadiyr, yani sayın gitsin hep aildir. Allah mef’ul olur mu haşa.

Peki Vedûd ismini ne yapalım? Orada da faildir seven ama karşılıklıdır sever ve sevilmeyi ister. Sevilmeye muhtaç olduğu için değil, daha fazla sevmek için sevilmeyi ister. Biz O’na muhtacız O bize değil. Biz O’na muhtaç olduğumuz için bizden sevgi ister ki daha fazla sevgi versin. Onun için Vedûd’dur.

Bu durumda İhsa etmeyi nasıl anlayacağız? İhsa etmek Arap dilinde ha sa kökünden türetilmiş hasaminennas cemaat anlamına geliyor, El fusad ilahi esmanın tüketim amacıyla istismar edilmediği anlamına gelmiyor tabii. Bunların başında Esma ül Hüsna ya çarpım tablosu muamelesi yapmak geliyor, günümüzde bu muameleyi görüyoruz. Her değeri tükettiğimiz gibi Kur’an a da aynısını yapmadık mı. Rabbimiz ‘Ikra dedi, oku dedi ama biz sadece ve sadece yüzünden okumayı, ya da tilavet etmeyi okuduk zannettik, okumadık, anlamadık.

Esmaya da bu muameleyi yaptık. İşte 99 ismi ezberleyen cennete girer şeklinde anladığınızda 99 kelimenin üzerine cenneti bindirdiğinizde gerçekten de içini nasıl boşalttığınızı görüyorsunuz, içi boşalıveriyor. O zaman zaten söylemek istediğini anlamak gibi bir derdiniz olmuyor ki, kim ki anladığını zannedene sittin sene şu darı dünyada kimse anlatamaz. Anladığını zannediyor. Esma ül Hüsna hadisinin yanlış anlaşılması değildir sorun, asıl sorun nedir biliyor musunuz? Allah’ı anlamamak. Çünkü Esma ül Hüsna hadisi bize Allah’ı anlatmanın aracı oluyor burada. Onun için burada en büyük kayıp Allah’ı anlamamak kayıp. Asıl üzülünecek de bu.

Bütün mesele şu; Esma ül Hüsna ya, hayata müdahil olan bir özne gibi mi yoksa hafızaya dahil edilen bir nesne gibi mi muamele edeceğiz. Esma ül Hüsna hayata müdahil olan bir özne olacak. Esma öznedir hep, hep faildir unutmayın, Allah hep faildir, nasıl gelirse gelsin. El Hâlık, El Bârî, El Kâdiyr yani sayın gitsin hep faildir. Allah mef’ul olur mu haşa.

Vedûd ismini ne yapalım? Orada da faildir. Sever ama karşılıklıdır, sever ve sevilmeyi ister, sevilmeye muhtaç olduğu için değil daha fazla sevmek için sevilmeyi ister. Biz ona muhtacız o bize değil. Biz O’na muhtaç olduğumuz için bizden sevgi ister ki, daha fazla sevgi versin, onun için Vedûd dur.

Bu durumda İhsa etmeyi nasıl anlayacağız? İhsa etmek Arap dilinde ha sa kökünden türetilmiş hasaminennas cemaat anlamına geliyor, El fusad akıl anlamına geliyor Arap Ahsaytu Şe’y güç yetirdim, üstesinden geldim manasında kullanıyor, saydım manasında, ezberledim manasında değil. Kelimenin kökü hasa pekiştirmek embetehu ekim yapmak, tohum üretmek manasına geliyor. Onun için testis husye diye adlandırılmış bu kökten geldiği için.

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi kelime zengin bir anlam alanına sahip. İhsa etmek; tedebbür ederek tedbir üretmek. Taakkul ederek illetlerle gayeler arasında bağ kurmak. Tezekkür ederek fıtrata nakşedilen fuduri bilgiyi hatırlamak gibi tüm düşünce süreçlerini ifade eden tefekkür yanında zihni,n bilinenden bilinmeyene geçişi ta’viyr, sevileni elde etme arzusu, rağbet. Korkulandan sakınma duygusu rehbet, yüceltme ve büyük görme hissi taazzum. Nimeti dile getirme kadirşinaslığı tahdisi nimet gibi bir çok anlama gelir. Kelimenin bütün bu anlamlarından yola çıkarak ahsaha ifadesi onları tespit etme, üzerinde düşünme, bir tohum eker gibi hayatın kalbine esmaullahı ekmek. Bir tohum eker gibi hayatın kalbine esmaullahı ekme, onların birbirleriyle hayatla, insanla ve kâinatla olan bağlarını keşfetme. Anlama, kavrama, yaşama ahlak kılma, onlarla Allah’ı yüceltme, Allah’a yaklaşma vesilesi kılma, onlarla Allah’a yücelme ve Allah’ın sevgisini yitirmekten korkma anlamına gelir.

Bunları yaptıktan sonra cennetle o insanın arasında hiçbir şey kalmaz, o insanın hayatı cennet olur. o insanın kendisi cennet olur. Yani o insana dokunmak cennete dokunmak gibi, öyle değil mi. Rabbim bizi onlardan kılsın.

Gazali gibi bazılarının hadis diye naklettikleri şu söz aslında bu hadisi anlama çabasının bir ürünü olarak görülmelidir, Allah’ın şunlar şunlar gibi Ahlakı vardır kim bunlardan biri ile ahlaklanırsa cennete girer. Bu hadis değildir, çünkü ahlak kelimesi Allah için kullanılamaz. Çünkü Ahlak hılkati olan için kullanılır, hilkat ise yaratılış demektir, yaratılmışlar için kullanılacak bir kelimedir yaratan için değil. Fakat nedir? Belki anlama babında kullanılabiliyor, ama ben yine de Allah için ahlakın kullanılmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü dedim ya Allah yaratılmışlardan değil haşa, yaratandır. Onun için bu bir incelik, hassasiyet olarak görülmeli ve bunu kullanırken dikkat edilmeli. Nedir peki? Kur’an ın ahlakıyla ahlâklanmak, yani bunu söylemeli, hedefte bu olmalı.

İbn. Hacer hadiste ki ahsaha nın ne anlama geldiğini enine boyuna tartışmış Burada ulemadan farklı isimlerin ihsa etme kavramına getirdikleri farklı yorumları nakleder. Mesela İbn. Battal ihsa etmeyi Esma ül hünsayı hayata uygulama, onlarla amel etme biçimin de anlar.

İbn. Hacer bu isimleri ezberleyip onları hayatına gereği gibi koymayanları, Kur’an ı ezberleyip de onu uygulamaya koymayanlarla aynı tutar. Çok güzel bir açıklama. Yine İbn. Atıyye Esma ül Hüsna yı ihsa etmeyi saymak, hıfzetmek bunlara ve içindekilere iman etmek, bu esmayı yüceltmek, onların sırrına ulaşmaya rağbet etmek, ilahi esma arasında ki ve bunlarla hayat ve insan arasında ki irtibatları keşfetmek olarak ‘itibar olarak açıklar.

Esma ül Hüsna yı ihsa etmek için ilk adım nedir? Vahye başvurmak. Onun için esmayı anlamak diyorum aklın miracıdır. Esmayı anlamak aklın miracıdır. Akıl miraca esma merdivenine basarak çıkar. Veya esma merdivenlerinden tutarak. Biliyorsunuz yukarı çıkıyorsanız sadece basmazsınız, aynı zamanda yapışırsınız, tutarak çıkarsınız. Onun için aklın miracı için rabbimizin arştan uzattığı bir gök merdivenidir esma.

Ne demiştik vesileye sarılacaksa mü’min iki vesileye sarılabilir. Meşru olan vesile 2 dir. Nedir onlar da? 1 – Salih amel 2 – Esma ül Hüsna. Bir 3. sü konmak isterse nedir? Salih yaşayan bir kişinin duası. Yaşayan, Hz. Ömer öyle diyordu. Ya rabbi Resulün hayattayken sana resulünle senden yağmur istiyorduk, Şimdi o hayatta yok, şimdi ise onun amcası aramızda onunla senden yağmur istiyoruz. Bu muhteşem örnekte de görüldüğü gibi. Ama Kur’an ın bize gösterdiği iki vesile var; biri salih amel, ikincisi esma ül Hüsna. Esma bu dünyada vesilemizdir, salih amel ahirette vesilemizdir. Onun için bu vesilelere yapışmayanlar sahte vesilelere yapışırlarsa eğer yarı yolda kalacaklarını bilmelidirler.

Esma o kişinin bakışında basıyr ismi tecelli eder esma vesilesine yapışırsa, duyuşunda Semî’ ismi tecelli eder. Lisanında Kelâm ismi tecelli eder. Yaşayışında Hayy ismi tecelli eder. sevgisinde Vedûd ismi tecelli eder. Şefkat ve merhametinde Rahman ve Rahiym isimleri tecelli eder. İşte ünlü hadiste ki; Ben kulumun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı tutan eli olurum hakikati böyle tecelli eder.

Nasıl olur? Eğer Basıyr ismi kulda tecelli ederse Allah onun gören gözü olur. Allah’ın gör dediği yerden bakarsa Allah’ın gösterdiğini görür, Allah’ın gördüğü yere bakar çünkü. Ondan sonra onu yanıltmak mümkün mü. İtteku feraset el mü’min. fe innehu yenziru bi Nurullahi azze ve ceh. Müminin ferasetinden korkun, o Allah’ın nuruyla bakar. Allah’ın nûruyla baktıktan sonra, Allah’ın ışığıyla hiç onun gözünden bir şey kaçar mı Allah’ın izni ile. Onun için nifakın kokusunu yürek burnu ile alır orada durmaz, duramaz. Onun için rabbimiz ona keskin b ir basiret verir. Basiyr ismi onda tecelli etmeye başladığın da bakarsınız ki öyle çok fazla şeye gerek yok, rahatsız olması gereken yerde rahatsız olur, rahatsız olmaması gereken yerde de rahatsız olmaz. İnsanları o basiretle seçer, ayırır. Onun için rabbim o basireti hepimize lütfetsin.

İsim listeli rivayetler ve eleştirisi; 3 nokta dikkat çekici. Tirmizi ve İbn. Mace rivayeti.

1 – Tirmizi ve İbn. Mace hadis için kaydettikleri tüm senetler de bu listeyi vermezler. İlginç değil mi , Tirmizi 4 ayrı senetin sadece birine, üçünde yok. İbn. Mace de iki senetin birine isim listesini ilave yapmış. Yani kendilerde de her naklettiklerinde listeli yok.

2 – Verilen iki listenin de bir biriyle telif edilemeyecek kadar farklılık arz etmesidir.

3 – Sayıların birbirini tutmamasıdır. Tirmizi 99, İbn. Mace ise 100 isimlik bir liste. Tirmizi’nin verdiği 99isimlik sıralaması şöyle demişim, ben bunları saymıyorum aklınızda kalmaz. Gerçi bu dersler internete de yayılıyor da ve hatta konuluyor,

Tirmizi listesinde yer alan 25 isim, İbn. Mace listesinde yer almaz. İlginç olan bu. Buna karşın İbn. Mace de yer alan 100 isimden 26 isimde Tirmizi listesinde yer almaz. Eğer iki listeyi toplamamız gerekirse ortaya 125 isimlik bir liste çıkar. Daha da ilginci Kur’an da yer aldığı halde Tirmizi ve İbn Mace’nin rivayetinde yer almayan isimlerin varlığıdır. Dikkat edin asıl bomba geliyor. Tirmizi rivayetinin yer vermediği bu isimler Kur’an da isim sığasıyla gelmişlerdir ve esma ül Hüsna dan oldukları tartışılmazdır.

Düşünebiliyor musunuz Kur’an da Allah ismi celâlinden sonra en çok kullanılan isim 970 kez ile Rab ismidir . Fakat bu liste de Rab ismi yer almaz. Bunun açıklaması nedir? İsim listesini düzenleyen unutmuş. Başka nasıl açıklayayım Allah aşkına size yani, makul bir açıklama var mıdır yani. Nasıl Te’vil edeyim şimdi. 99 ismin hepsi sıfattır. İsim; “Allah” ismidir aslında gerisi sıfattır. Allahu Kerimun, Allahu Aliymun, Allahu Habiyrun hepsi sıfatı mevsuf tamamlamasında sıfattır. Mevsuf olan Allah ismidir. Zat ismi Allah’tır, diğerlerinin hepsi sıfattır.

Kur’an da Allah hakkında, üstelik belirlilik takısıyla isim olarak kullanılıp ta Tirmizi rivayetinde yer almayan isimler şunlardır; Er Rab, El İlâh, El Muhıyd, El Kadiyr, El Kâfi, Es Şakir, El Hakiym, El Kahir, El Mevlâ, En Nasiyr, El Melik, El Kefiyr, El Hallâk, El Ekrem, El ‘Alâ, El Mübiyn, El Hafıyz, El Kariyb, El Ehad. Kul HüvAllâhü Ehad,

Bunlardan ayrı olarak bir de Kur’an da muzaf olarak gelen isimler vardır ki Tirmizi listesinde bunlar da yer almazlar. Ğafiriz zembi, Ğafiyr, Şediyd-ül ‘İkab ; Şediyd. Fatırus Semâvati vel Ard; Fâtır. Fatır’ın bir isim listesinde olmamasının ben izahını yapamam. Refiy’ud derecat; Refiğ’. Ğalibün alâ emrihi; Kadıymu ‘alâ külli nefsiy, Hayrun hafızan; Hafıyz. ZülCelâli vel’İkrâm,

Tirmizi rivayetinde yer aldığı halde Kur’an da isim kalıbıyla bulunmayan isimler şunlar. El Ğabıt, El Basıt isim kalıbıyla bulunmaz bunlar dikkat buyurun. El hafıd, Er Refiğ’ El Muiz, El Müzil, El adl, El Celiyl, El Bais, El Muhsi, El mübdiy, El Muiyd, El Müniyd, El Vacid, El Macid, El Mukaddim, El Muahhir, El Vali, El Muksıd, El Muğniy, El Maniy, Ed Dâr, En Nafiğ’, El Bakıy, Er Reşiyd, Es sabur.

Bu söylediklerimize Tirmizi ve İbn Mace rivayetlerinde ki rivayetlerde yer alan isimlerin isim kalıbıyla değil fakat fiil kalıbıyla Kur’an da yer aldığı itirazı yapılabilir. Bu birkaç açıdan doğru değildir.

! – Bu listede ki 99 isimden 93. ü fiillerden ve mastarlardan isim yapma suretiyle zorlayarak ta olsa bir biçimde Kur’an a dayandırılabilir. Bu durumda rivayette yer alan 6 ismin Kur’an da hiç olmadığı kesindir. Yani itiraz yapılabilir, bunlar isim olarak gelmiyor ama Kur’an da fiil olarak geliyor.

Peki şunlara ne demeli El Hafıd. Bu ne fiil olarak ne isim olarak Kur’an da yok. El Mani, Ed Dâr, ne demek? Zarar veren. Böyle bir isim olabilir mi, Allah insana zarar verir mi? En NBafi’ğ, Er Reşiyd, Es Sabur. Kaldı ki Kur’an da Allah’a izafe edilen fiillerden isim türetmek ve bunları esma ül Hüsna dan saymak mümkün değildir. Adı üstünde Esma ül Hüsna Allah’ın en güzel isimleridir, güzel isimlerdir. Diğerleri Allah’ın en güzel isimleri değil, olsa olsa Allah’ın en güzel fiilleri El Ef’al ül Hüsna. Ef’al listesi de çıkarılabilir. Ama o fiille isim arasında o kadar fark var ki. İsim zatın bir özelliğidir, fiil ise fiildir adı üstünde, fiil kesilir, azalır, çoğalır. İsim azalıp çoğalmaz. Onun için Allah’ın fiilleri, tecellisi bazen olabilir, bazen olmayabilir, azala bilir çoğalabilir. Ama isminin tecellisi daimidir, çünkü zatının özelliğidir.

Kur’an böyle bir isimlendirme yapmamıştır. Elbet ilahi isimler gibi ilahi fiillerde vardır. Fakat bunlar Kur’an da fiil kalıbıyla gelmiştir isim kalıbıyla değil.

Allah’ın isimleri kon usunda doğru yoldan sapmak, ilhad. A’raf/180. ayeti böyle diyor. Allah’ın isimleri konusunda ilhada düşerler. Nedir bu dediğimizde, Allah’ı kendi zatına vermediği, naslarda yer alan esma ül Hüsna içerisinde bulunmayan isimlerle adlandırmak şeklinde tefsir ediyor İmam Razi. Çok İlginç, Yani A’raf suresinin bu ayetini Allah’ın isimlerinde sapmak, sapıklığa düşmek ayetini Razi gibi müfessirler Allah’ı kendini isimlendirmediği isimle anmak şeklinde tefsir etmişler. Bu çok ilginç geliyor bana.

Allah’ın isimleri konusunda zaten ayeti kerime var; Fezküruni ezkürküm, fezkürullahe kema allemeküm ayrı ayrı. Allah’ı size gösterdiği gibi anın, Allah’ı size öğrettiği gibi zikredin.

Demek ki Kur’an bu konuda titiz. Çocuğun uzun ismini dahi hanımınıza danışmadan koymuyorsunuz, hatta kriz çıkıyor. Rabbimize isim takmak nasıl bir şey Onun için Allah’ın isimlerini Allah verir. Allah’ın isimleri kon usunda doğru yoldan sapmanın farklı boyutlarını şu başlıklar altında toplayabiliriz.

1 – Allah’a isim koyma yoluyla Allah’ı tanımlamaya kalkmak. Bu Allah’ı tanımlamanın önünde ki en büyük engeldir ve onun isimleri konusunda ki sağmanın 1. maddesini oluşturur. Kul Haddini aşmadan bu işe kalkışamaz.

2 – Allah’ın kendi zatı için seçip beğendiği isimleri veya onların manalarını reddetmek. 1. maddenin tersi bir sapmadır.

3 – Allah’ın isim ve sıfatlarını onların içeriklerini görünür görünmez varlıklara vermek. Allah dışında herhangi bir varlığa sadece Allah’a ait olan mükemmelliklerinden birini veya bir kaçını yakıştırmak Allah’ın isimleri konusunda ilhaddır, yoldan çıkmadır.

4 – Allah’ın isimlerinin anlamlarını tahrif etmek ve onlara kendilerinde bulunmayan anlamlar yüklemeye veya var olan anlamlarını eksiltmeye kalkmak.

5 – Esma ül Hüsna nın içeriği boşaltmak. Bu genellikle mutlak tenzihe sapanların ilhadıdır. İsimsiz ve vasıfsız bir Allah tasavvurunun sonucu Allah’ın alemden bağımsız varlığını inkâra çıkari böyle bir tasavvurda tanrı sanal bir varlık haline gelir. Bu korkunç bir cinayettir. Zaten ilginçtir bazı inanç sistemleri böyle bir tanrıya inanır, hatta Yahudilikte tanrı isimsizdir. Ya hüve; ey O olan, Yahve. Niye Tanrının ism ini bazı hahamlardan başkası bilemez. Peki onlar nasıl öğrenmişlerdir? Bu soruya cevap yok. Peki onlardan nasıl öğrenilir? Tamamen duygusal bir mesele o da.

6 – Allah’ın esmasıyla hayatın, yani Allah’ın ismi azam meselesi var ya kültü, o bizde yok, o onlardan bize geçti. İsmi azam belli Allah, daha ne olsun. Allah’ın esmasıyla hayatın tüm alanlarına tecellisini inkâr edip onu hayattan dışlayan bir tasavvura sapmak. Modern sekülerlik sapmanın bu türünü içinde en yoğun biçimde barındırmaktadır demişiz.

Bir Allah’a isim koymak Allah’ın hakkıdır öyle değil mi. Eş’ari nin dediği gibi Allah’ı adlandırmakta akıl yürütmenin ve kıyas yapmanın yeri yoktur. İmam Eş’ari güzel söylemiş. Kendi isimlendirmesine uyarak El Aliym deriz, fakat El Arif diyemeyiz değil mi, Allah’a El Arif diyen kimse gördünüz mü, yok. Arif olmaz çünkü irfan aslında zahmet çekerek edinilen tanıma, zahmet çekilerek ulaşılan tanıma denir. Allah tanınmak için zahmet çekmez ki. Dolayısıyla El Aliym deriz ama El Arif diyemeyiz.

Dahası; Mu’tezile dahi Basra kolu hariç Allah’ın insan tarafından adlandırılamayacağı görüşündedir. Onun için mesela vacibü-l vücud; zorunlu varlık, aşkın varlık, zat, Cenab’ı Hakk, şey, zatıyla kaim gibi isim sıfat ve tec’itler esmaya dahil olamazlar. Aslında bizimde dikkat etmemiz lazım, ben de Cenab-ı Hakk’ı kullanıyorum, bu Allah’ın esmasından değil. Allah’ın o kadar esması varken niye dilimiz alışıyor ki. Hani Mevlâ’mız diyelim, Rabbimiz diyelim, Allah’ımız diyelim. Ki Allah resulünü biz bu isimle dua ederken görüyoruz. Bu konuda ağzımızı da bu konuda alıştırmamız lazım.

2 – Allah’ın kendisi için seçip beğendiği isimler ilahi kelâmda yer almışlardır. Çünkü Kur’an da 4 yerde el esma ül Hüsna dan söz edilmektedir. Bu 4 te’kit de belirlilik takısıyla gelir. Bu çok önemli. Bunun anlamı öncelikle bu isimlerin bilinen ve belirlenen isimlerden müteşekkil olmasıdır görüşünü El Muhalla da İbn. Hazm dillendiriyor. Gerçekten de bana çok anlamlı geldi. El takısıyla gelmesi sanki bu isimler bellidir vurgusu için. Onun güzel isimleri vardır O’nu onlarla anın. Daha önce bu 4 ayeti işlemiştim.

3 – Allah’ın kendisi için kullandığı isimler Kur’an da isim sığasıyla geçen isimlerdir.

4 – Kur’an da Allah’a izafe edilen fiillerden isim türetmenin baştan beri, bir usulü ortaya konamamıştır. Düşünsenize eğer fiillerden isim türetmek doğruysa tuzak kurar fiiline bakarak Allah’a el makir, Ve mekeru ve mekerAllâh. (A.İmran/54) Onlar Allah’a tuzak kurdular Allah’ta onlara..! Şimdi Allah’a tuzak kuran ismini mi koyacağız. Haşa, nasıl dilimiz varsın buna, olur mu. Yani haydi fiilden isim türetmeye kalktık, hile yaptı fiiline bakarak hile yapan, El Mâkîr ismini mi koyacağız. Çünkü fiil olarak Allah’a isnat ediliyor Hadı’, hud’a ismini mi koyacağız. Ama oradan Hud’a yı Allah’a isim olarak mı diyeceğiz, olur mu..!

Yine fitneye sokan manasında ki Allah’ın fitneye soktuğu fiil olarak kullanılıyor. El Fatın mı diyelim, fitneye düşüren. Allah fitneye düşürür mü? Diyemeyiz. Ayetleri de verebilirim bunların geçtiği. Şimdi o hile yapan Taha/131. ayetinde. Tuzak kuran El Mâkir Nisa/142.- A. İmran/54 de geçmiş. Fitne R’ad/23. ayetinde. Saptırır fiili, yudıllu men yeşau ve yehdiy men yeşa. (Nahl/93)fiil olarak geçiyor yudıllu. Şimdi Allah saptırır diye Dâll mi diyeceğiz Ed Dâll haşa. Bunu diyebilir miyiz, böyle bir isim vere bilir miyiz. Ama fiil olarak geçiyor.

Yine Allah öldürür öyle değil mi yuhyiy ve yümiyt. (Duhan/8) fakat O’na el Katil olur mu? katelehumullah. (Tevbe/30 Allah onları öldürsün, kahretsin var. Ama haşa Allah’a el katil ismini verebileceğiz mi, kim cesaret edebilir buna. Yani fiillerden isim bakınız nasıl tehlikeye gidiyor. Bunu veremeyeceksek onu verip bunu vermememizin kuralı ne? Yani nasıl izah edilecek, niye onları veriyoruz da bunları veremiyoruz o zaman? Bir kuralı olmasın mı bu işin. Bu kadar savruk mu olacak bu iş.

Mesela Azap eder diyor Allah Kur’an da El muazzib ismini koyabilir miyiz. Yine attı diyor ve ma rameyte iz rameyte ve lakinnAllâhe rema. (Enfal/17) fiil bu. Fakat sen atmadın Allah attı. Şimdi Er Rami mi koyalım. Allah atıcı. Yani görüyorsunuz bu konuda ciddi bir problem var.

İlginç bir örnek mesela Kur’an ın üslubu bu konuda yol gösterici, mesela şu ayette olduğu gibi. Nebbi’ ıbadiy enniy enel Ğafûrur Rahıym – Ve enne azâbiy hüvel azâbül eliym. (Hicr/49-50) ayete dikkat edin lütfen. Kullarıma gelince, muhakkak ben sonsuz bağış sahibi, Ğafur, sınırsız Rahmet kaynağıyım, Rahiym. Bir de azabım var ki işte o pek şiddetli ve çok can yakıcıdır. Ve enne azâbiy hüvel azâbül eliym..! Muhteşem bir üslup, fark etti bazılarınız, dikkat edilirse ayetin ilk kısmında Allah’ın bağışlayıcı ve acımasını ifade eden Esma ül Hüsna dan iki isim kullanılıyor. El Ğafur, Er Rahiym. Fakat ayetin ikinci cümlesinde Allah’ın azabına mesele getiriliyor mesela hüvel muazzib denmiyor, isim yapılmıyor.

Ne diyor? Aksine Allah azabı o zamiriyle zatından soyutluyor, uzaklaştırıveriyor. Zatına yapıştırmıyor, o azab diyor. Bunun anlamı gerçekte azabın kaynağının Allah olmadığı. İşin özünde azabın kaynağı kulun isyan ve günahıdır. Azabın Allah’a nispeti ancak Allah’ın izni çerçevesinde anlaşılabilir. İnsanın Allah’a isyana kalkışabildiği irade de bu izin çerçevesinde işlemektedir zaten.

Yine şu ayette buna benzer; I’lemu ennAllâhe şediyd’ül ‘ıkabi ve ennAllâhe Ğafûrun Rahıym. (Maide/98) Ayete bakın iyi bilin ki Allah’ın cezalandırması pek çetindir, ne var ki O hep bağışlayan hep merhamet edendir. Ayrıca A’raf/167 ile karşılaştırın. Allah’ın cezalandırmasının şiddetli olduğunu ifade eden ibare şediyd ül Muakıp gibi bir isim kalıbıyla gelmiyor, Şediyd ül ikab; nedir? Mastar kalıbıyla geliyor. İkab. Ama bağışlayıcılığı ve merhametinde isim kalıbına geçiyor. Yan i Ğafur ve Rahiym ismi. Dolayısıyla rabbimizin kendi isimlendirmeleri on usunda ki bu hassasiyetlere riayet eden bir esma listesi olmadıkça Esma ül Hüsna konusunda tevakkuf etmemiz, yine esma ül Hüsna konusunda ki titizliğimizin bir gereği olmalı diyorum.

Kusura bakmayın anlaşılamaz buldunuzsa bu tamamen benim yetersizliğim. Ama bu kadar emek bu kadar zahmet işte ancak bu kadar yapabildim azımı çoğa sayın Allah kabul etsin.

Rabbim esmasını layıkıyla anlayan, layıkıyla hisseden, layıkıyla yaşayan ve layıkıyla yaşatanlardan etsin. Amin.

“Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ALLAH’IN ZATÎ-SUBUTÎ-SELBÎ-FİİLÎ-HABERİ SIFATLARI

$
0
0

12311

ALLAH’I TANIMAK VE O’NA İMAN ETMEK Bu bölüm Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ tarafından hazırlanmıştır.

Kur’ân’da;

Feaminu Billâhi(Teğabün/8) Allah’a iman edin”,

Ve etıy’ullahe. (A.İmran/132) “Allah’a itaat edin”

vescüdu va’budu Rabbeküm (Hac/77) ve “Rabbinize ibadet edin” buyurulmaktadır.

İnsanın Allah’a iman edip ibadet ve itaat edebilmesi için önce O’nu tanıması gerekir. Allah’ı tanımak insanın temel görevidir. Zâriyât suresinin 56. ayetinde geçen “ibadet” kavramı Allah’ı tanımak (marifet) anlamına da gelir. Nitekim Hasan el-Basrî,, Mücahid b. Cebr ve İbn Cüreyc âyetteki “ibadet” kelimesine “marifet” anlamı vermişlerdir. Buna göre âyetin anlamı; “Ben cinleri ve insanları ancak beni tanısınlar diye yarattım” (Teğabün/8) şeklindedir.

Müfessir Sa’lebî, “Bu mana güzeldir. Çünkü Allah cinleri ve insanları yaratmasaydı, O’nun varlığı ve birliği bilinmezdi” demiştir. Ayette geçen “liya’büdûni” cümlesine “liya’rifûni” (beni tanısınlar, bilsinler) anlamını vermek isabetsiz değildir. Ancak ibadet, sadece Allah’ı tanımaktan ibaret değilse de ibadetin başı ve ilk şartıdır. İnsanın Allah’a kulluk edebilmesi için her şeyden önce Allah’ı tanıması gerekir. O’nu tanımadan O’na îman, ibadet ve itâat etmek mümkün değildir.

en tekulu alAllâhi ma lâ ta’lemun. (A’raf/33) “(Ey Peygamberim!) Deki Rabbim Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır” anlamındaki ayet, insanın Allah’ı tanıması gerektiğini ifade etmektedir. Allah’ı tanımayan, bilmeyen ve O’nu anlamayanlar Zümer suresinin “Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler” Ve ma kaderullahe hakka kadrihi. (Zümer/67) anlamındaki ayeti ile kınanmaktadır.

İnsanın Allah’ı zat, isim, sıfat ve fiilleriyle tanıması; Allah ile zihnî ve kalbî bir ilişki içinde bulunması gerekir. Kur’ân baştan sona Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinin tanıtımı ile doludur.

İnneniy ENellahulâ ilâhe illâ ENE fa’budniy ve ekımıs Salâte lizikriy. (Tâhâ/14)“Şüphesiz ki ben Allah’ım. Benden başka hiçbir ilah yoktur. O halde bana ibadet ve beni anmak için namaz kıl”

Nebbi’ ıbadiy enniy enel Ğafûrur Rahıym, Ve enne azâbiy hüvel azâbül eliym. (Hicr/49-50) “(Ey Muhammed!) Kullarıma benim çok bağışlayan çok merhamet eden olduğumu, azabımın da elem dolu azap olduğunu bildir.

inne Rabbeke seriy’ul ‘ıkab* ve inneHU le Ğafûrun Rahıym. (En’am/165) Şüphesiz senin Rabbin cezası çok çabuk olandır, şüphesiz O, çok bağışlayan çok merhamet edendir”

inne Rabbeke le zû mağfiretin ve zû ıkabin eliym. (Fussilet/43) “Şüphesiz senin Rabbin hem bağışlama sahibidir hem de elem dolu bir azap sahibidir”

Ğafiriz zenbi ve Kabilit tevbi şediyd’il ‘ıkabi Zit tavl* lâ ilâhe illâ HU* ileyhilmasıyr. (Mü’min/3) (Allah), günahı bağışlayan, tövbeyi kabul eden, azabı ağır olan, lütuf sahibidir”

Allâhu lâ ilâhe illâ HÛ* leHUl Esmaül Hüsnâ. (Tâhâ/8) “Allah kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayandır, en güzel isimler O’nundur” ve benzeri yüzlerce ayette Allah bize kendisini tanıtmaktadır.

İslam bilginleri, ayet ve hadislere dayanarak Allah’ı tanıtan eserler hazırlamışlardır. Bu eserlerden Allah’ın beş çeşit isim ve sıfatının olduğunu öğreniyoruz. Bunlar; zâtî, sübûtî, selbî, fiilî ve haberî (müteşâbih) sıfatlardır.

I. ZATÎ SIFATLAR

Zatî sıfatlar; vücut, kıdem, bekâ, vahdâniyet, muhâlefetün lilhavadis ve kıyambinefsihî olmak üzere altı tanedir.

1. Vücut. Vücut, Allah’ın var olması demektir. Allah vardır, varlığı kendiliğindendir, yani Allah yaratılmış değildir. Her şeyi O yaratmıştır, O olmasaydı hiçbir şey olmazdı. Allah’ın dışındaki hiçbir varlık kendiliğinden meydana gelmemiştir, hepsi Allah’ın yaratmasıyla var olmuştur, hayatlarını Allah’ın lütfu keremiyle devam ettirmektedirler. Mesela insanların ve hayvanların gıda maddelerine, suya, temiz havaya ve güneş enerjisine ihtiyaçları vardır. Allah ise böyle değildir. O’nun varlığının başlangıcı ve sonu olmadığı gibi varlığını devam için de hiçbir şeye muhtaç değildir. Diğer varlıkların muhtaç oldukları şeyleri de yaratan O’dur.

Aklını, mantığını ve muhâkeme gücünü kullanan, gökleri, yıldızları, yeri, bitkileri, hayvanları, ormanları, meyveleri ve daha nice varlıkları düşünen insan, bütün bunları yaratan, onları yöneten bir yüce varlığın olduğunu anlar. Şu anlamdaki âyetler insanları Allah’ın varlığı konusunda düşünmeye davet etmektedir:

Efela yenzurune ilel’İbilli keyfe hulikat – Ve ilesSemâi keyfe rufi’at – Ve ilelcibali keyfe nusıbet – Ve ilel’Ardı keyfe sutihat. (Ğaşiye/17-18-19-20) “Deveye bakmıyorlar mı nasıl yaratılmıştır? Göğe bakmıyorlar mı nasıl yükseltilmiştir? Dağlara bakmıyorlar mı nasıl dikilmişlerdir? Yeryüzüne bakmıyorlar mı nasıl yayılmıştır?” Kâinatta vâr olan her şey O’nun varlığına delalet etmektedir. Şu ayet mealleri bu gerçeği ifade etmektedir:

Ve min âyâtihi en halekaküm min türabin. (Rûm/20)

“Sizi topraktan yaratması O’nun varlığının delillerindendir.

Ve min âyâtihi en haleka leküm min enfüsiküm ezvacen liteskünu ileyha ve ce’ale beyneküm meveddeten ve rahmeten, inne fiy zâlike leâyâtin li kavmin yetefekkerun. (Rûm/21) Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet var etmesi O’nun varlığının delillerindendir.

Ve min âyâtihi halkus Semavati vel Ardı vahtilafü elsinetiküm ve elvaniküm* inne fiy zâlike leâyâtin lil alimiyn. (Rûm/22) Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması O’nun varlığının delillerindendir Geceleyin uyumanız ve gündüzün O’nun lütfundan istemeniz O’nun varlığının delillerindendir.

Ve min âyâtiHİ yüriykümül berka havfen ve tame’an ve yünezzilu minesSemai maen feyuhyiy Bihil Arda ba’de mevtiha* inne fiy zâlike leâyâtin likavmin ya’kılun. (Rûm/24) Ve ümit kaynağı olarak şimşeği size göstermesi, gökten yağmur indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesi O’nun varlığının delillerindendir.

Ve min âyâtiHİ en tekumes Semaü vel Ardu Bi emriHİ. (Rûm/25) Emriyle göğün ve yerin kendi düzenlerinde durması da Onun varlığının delillerindendir.

2. KIDEM: Kıdem, Allah’ın varlığının evveli ve başlangıcının bulunmaması, Allah’ın ezelî ve kadîm olması demektir. Bu sıfat, Allah’ın yaratılmamış olduğunu, O’nun olmadığı hiçbir zamanın bulunmadığını ifade eder. Çünkü zamanı ve mekanı yaratan da Allah’tır. Allah’ın dışındaki bütün varlıkların sözgelimi güneşin, ayın, dünyanın, yıldızların, gezegenlerin, insanların, hayvanların, bitkilerin bir evveli, bir başlangıcı, yaratıldıkları ve var olmaya başladıkları bir zamanları vardır. Çünkü bu varlıklar önceleri yok iken sonradan Allah’ın yaratmasıyla var olmuşlardır. Hâlbuki Allah böyle değildir. O’nun varlığının evveli ve başlangıcı yoktur. Çünkü O, varlığı zorunlu varlıktır. Geriye doğru ne kadar gidilirse gidilsin O’nun olmadığı bir zaman düşünülemez. Allah’ın varlığının bir başlangıcının olması, O’nun yaratılmış olduğu anlamına gelir ki bu, Allah için muhaldir, çünkü yaratılmış olan ilah olamaz.

3. BEKÂ; Bekâ, Allah’ın bâkî, ebedî, sonsuz, ölümsüz olması ve varlığının sonu olmaması demektir. Sonlu olmak, ölümlü olmak, bir gün yok olmak, yaratılmış varlıkların özelliğidir. Kâinatta gördüğümüz ve görmediğimiz, küçük ve büyük bütün varlıklar sonludur, ölümlüdür, bir gün yok olacaklardır. Allah ise böyle değildir. O, yaratılmadığı için fâni, sonlu ve ölümlü değildir. O, varlığı zorunlu tek varlıktır. Her canlı ölecek O, ise ebedîdir. Rahman suresinin,

Küllü men ‘aleyha fan – Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm. (Rahman/26-27) Yeryüzünde (ve âlemde) bulunan her canlı fanidir, ölümlüdür, ancak azamet ve ikram sahibi Rabb’inin zâtı bâki kalacaktır” anlamındaki bu ayetleri ile İhlas suresi Allah’ın bu sıfatlarını ifade etmektedir.

4. VAHDÂNİYET: Vahdâniyet, Allah’ın bir ve tek olması demektir. Allah; zatında, sıfatlarında ve işlerinde tektir, eşi, benzeri ve ortağı yoktur. İhlas suresinin Kul HUvAllâhu Ehad “De ki O Allah bir, tektir” anlamındaki ayeti Allah’ın bu sıfatını ifade etmektedir. Bütün peygamberler, O’nun vahdâniyetini, tekliğini anlatmışlardır:

Ve ma erselna min kablike min Rasûlin illâ nuhıy ileyhi ennehu lâ ilâhe illâ ENE fa’budun. (Enbiya/25) “(Ey Peygamberim!) Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere, ‘şüphesiz benden başka hiçbir ilah yoktur, öyleyse bana ibadet edin’ diye vahyetmişizdir” ânlamındaki âyet, bu gerçeği ifade etmektedir.

İslam dinin tevhît dîni olması, Allah’ın tek ilah ve tek mabut olması esasına dayanır. O’ndan başka ilah kabul etmek, şirktir, şirk ise en büyük zulüm, en büyük günahtır. Kelime-i tevhît, yani lâilâhe illallah cümlesi, Allah’ın tekliğini ve eşsizliğini, O’ndan başka ilah olmadığını ifade eder. Kur’an baştan sona Allah’ın birliğini anlatan ayetlerle doludur:

Lev kâne fiyhima alihetün ilAllâhu lefesedeta. (Enbiya/22) “Eğer yerde ve göklerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, kesinlikle yerin ve göklerin düzeni bozulurdu” anlamındaki ayet Allah’ın vahdâniyet sıfatını anlatmaktadır.

4. MUHÂLEFETÜN LİLHAVADİS: Muhâlefetün lilhavâdis, Allah’ın yaratıklardan hiç birine benzememesi demektir. Biz, Allah’ı nasıl düşünürsek düşünelim O bizim düşündüğümüzden, aklımıza, hayalimize ve hatırımıza gelen şeylerden başkadır, hiçbirine benzemez. Çünkü bizim Allah’ı benzetmek istediğimiz şeylerin hepsi yaratılmış ölümlü, muhtaç ve âciz varlıklardır. Halbuki Allah, yaratılmış âciz, muhtaç ve ölümlü bir varlık olmadığı gibi cisim, cevher ve araz da değildir. Allah; zatı, sıfatları ve fiilleriyle hiçbir yaratığa benzemez. Mesela insanların gücü, görme, işitme ve bilme gibi yetenekleri vardır. Allah’ın da gücü, görmesi, işitmesi ve bilmesi vardır. Ancak insanların gücü, görmesi, işitmesi ve bilmesi Allah’ın gücü, görmesi, işitmesi ve bilmesine asla benzemez.

Allah’ın her şeye gücü yeter, insanların ise her şeye gücü yetmez. Onlara görme yeteneğini veren de Allah’tır. Allah her şeyi görür, insanlar her şeyi göremez, onlara görme organı veren de Allah’tır. Allah her şeyi işitir, en gizli olan sesleri de işitir. İnsanlar ise her sözü işitemezler. Allah her şeyi bilir, O’nun ilminden hariç hiçbir şey yoktur. İnsanlar ise her şeyi bilemezler, bilgileri sınırlıdır. leyse kemisliHİ şey’ (Şûrâ/11) “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” anlamındaki âyet, Allah’ın bu sıfatını ifade etmektedir.

5. KIYAMBİNEFSİHÎ: Kıyambinefsihî, Allah’ın varlığının kendiliğinden olması, başkaları tarafından var edilmemiş, yaratılmamış ve doğmamış olması demektir. Yaratılmış varlıklar, varlıklarını sürdürebilmeleri için, Allah’a muhtaçtırlar. Allah ise hiç bir şeye muhtaç değildir, zaman ve mekândan münezzehtir, zamanı da mekânı da diğer varlıkları da yaratan O’dur.

II. SÜBÛTÎ SIFATLARI Sübûtî sıfatlar; hayat, ilim, semi, basar, irade, kudret, kelam ve tekvin olmak üzere sekiz tanedir.

1. HAYAT: Hayat, Allah’ın diri ve hayat sahibi olması demektir. Allah’ın bu sıfatı, âyet ve hadislerde “hayy” kelimesi ile ifade edilmektedir. Allah’ın sıfatı olarak “hayy”, diri, kemal manasıyla hayat sahibi ve sürekli vâr olan, ölümlü olmayan, bâkî, ebedî ve dâim demektir. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve diğer varlıklarda hayatı vâr eden de yok eden de Allah’tır.

Allah’ın bu sıfatı, O’nun ezelî ve ebedî olduğunu ifade eder. O’nun evveli ve sonu yoktur. O hep diridir, hayatının sonu yoktur. O’nun sonu yoktur. Diğer canlıların ise evveli ve sonu vardır. Bütün yaratıklar, fâni sadece Allah bakidir. O’nun dışında her canlı ölecek ve O’na dönecektir. O asla ölmeyecek ve yok olmayacaktır.

Ve tevekkel alel Hayyilleziy lâ yemutü. (Furkan/58) “Ölmeyen diriye güven”

HU”vel Hayyü lâ ilâhe illâ HU. (Mü’min/65) “O diridir. O’ndan başka ilâh yoktur”

Küllü men ‘aleyha fan – Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm. (Rahman/26-27) “Yer yüzünde bulunan her şey ölecektir. Yalnız celal ve ikram sahibi Rabb’inin zatı bâki kalacaktır” anlamındaki ayetler Allah’ın bu sıfatını anlatmaktadır.

2. İLİM: İlim, Allah’ın ilim sahibi olması demektir. Allah’ın bu sıfatı; Allah’ın gizili ve aşikâr olanları, olmuşu ve olacağı, görünen ve görünmeyen âlemi, yerde ve göklerde olup bitenleri, geçmişi, hâli ve geleceği, canlı ve cansız bütün varlıkları, insanların gizli ve aşikâr bütün yaptıklarını, küçük ve büyük her şeyi bildiğini ifade eder.

İnnAllâhe ‘Alimu ğaybis Semavati vel Ard* inneHU ‘Aliymun Bi zatis sudur. (Fâtır/38) “Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. O göğüslerin özünü çok iyi bilendir”

İn tübdu şey’en ev tuhfuhü feinnAllâhe kâne Bi külli şey’in ‘Aliyma. (Ahzab/54) “Bir şeyi açığa vursanız da gizleseniz de (fark etmez) çünkü Allah her şeyi çok iyi bilir”

Velev enne ma fiyl Ardı min şeceretin aklamün vel bahru yemüddühu min ba’dihi seb’atü ebhurin ma nefidet kelimatullah. (Lokman/27) “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah’ın sözleri (ilmi, yazmakla) yine tükenmez”

Ve in techer Bil kavli feinneHU ya’lemüs Sirra ve Ahfâ. (Tâha/7) “Sözü açık söylesen de gizli söylesen de muhakkak O, gizliyi de ondan daha gizli olanı da bilir” (Tâhâ,20/7) anlamındaki âyetler Allah’ın eşsiz ilminin her şeyi kapsadığını ifade etmektedir.

3. SEMİ’: Semî, Allah’ın, konuşulan sözleri, her sesi ve duaları işitmesi demektir. Allah, gizli veya âşikâr, iyi veya kötü insanların bütün konuşmalarını ve sözlerini hatta fısıltılarını bile işitir, dua ve niyazları duyar. Allah da insanlar da işitir. Ancak Allah’ın işitmesi ile insanın işitmesi aynı değildir. Allah’ın işitmesi, vasıtasız ve sınırsızdır. İnsanlar hava ve kulak vasıtasıyla sadece belli frekanstaki sesleri işitip duyabilirler, gizli ve kısık sesleri duyamazlar, Allah ise hepsini duyar. İnsan nerede ne söylerse söylesin, en gizli yerlerde, yerin altında ve göklerde bile bir şey konuşsa Allah o konuşulanı işitir. Çünkü Allah insanlara yakındır.

inne Rabbiy le Semiy’ud dua’. (İbrahim/39) “Şüphesiz Rabbim duaları işitendir”

Em yahsebune enna lâ nesme’u sirrahüm ve necvahüm. (Zuhruf/80) “Yoksa biz onların sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmez miyiz sanıyorlar.”

vAllâhu yesme’u tehavureküma. (Mücadele/1) “…Allah konuşmanızı işitir, çünkü Allah işitendir, görendir” anlamındaki ayetler Allah’ın her sesi ve her konuşulanı işittiğini ifade etmektedir. Allah’ın bu sıfatında, ödüllendirme ve cezalandırma anlamı da vardır. Mesela;

Men kâne yüriydü sevabed dünya fe ‘indAllâhi sevabüd dünya vel ahireti, ve kânAllâhu Semiy’an Basıyr. (Nisa/134) Kim dünya sevabını isterse (bilsin ki) dünya ve âhiret sevabı Allah katındadır. Allah işitendir, görendir” anlamındaki ayette Allah’ın işitmesi ve görmesi, iyi iş yapanların mükâfatını vermesi anlamındadır.

4. BASAR: Basar, Allah’ın, aydınlık ve karanlıkta küçük ve büyük her şeyi görmesi demektir. Allah, gizli veya âşikâr, küçük veya büyük bütün varlıkları, bütün yapılanları görür. Allah da insanlar da görür. Ancak Allah’ın görmesi ile insanın görmesi aynı değildir. İnsan göz vasıtasıyla ancak belirli bir uzaklıkta, büyüklükte ve aydınlıkta olanı görebilir. Allah’ın görmesi ise, vasıtasız ve sınırsızdır. Allah küçük, büyük, aydınlıkta ve karanlıkta, vasıtasız ve sınırsız olarak her şeyi görür. İnsanlar, nerede ne yaparlarsa yapsınlar, en gizli yerlerde, yerin altında ve göklerde bile bir şey yapsalar Allah onları görür. Çünkü Allah insanlara yakındır.

innAllâhe Bi ‘ıbadiHİ le Habiyrun Basıyr. (Fatır/31) Şüphesiz Allah kullarının (her halini) haber alandır, görendir”

İnneHU Bikülli şey’in Basıyr. (Mülk/19) “O her şeyi görendir” anlamındaki ayetler Allah’ın bu sıfatını ifade etmektedir.

Allah’ın bu sıfatında, ödüllendirme ve cezalandırma anlamı da vardır. Mesela,

Men ‘amile seyyieten fela yücza illâ misleha. (Mü’min/40) “…Dilediğinizi yapın O, yaptıklarınızı görmektedir” anlamındaki âyette sözü edilen Allah’ın görmesinden maksat, kuluna yaptıklarının karşılığını vermesidir.

5. İRADE; İrade, Allah’ın dilemesi demektir. İrade, bir şeyin olup olmamasını, şöyle veya böyle olmasını dilemek ve dilediği gibi yapmaktır. Dünyada var olan her şey Allah’ın dilemesi ile var olmuştur, O’nun dilediği zaman da yok olacaktır. O’nun dilediği olur dilemediği olmaz. İnsanların da iradeleri vardır. Ancak Allah’ın iradesi ile insanların iradeleri tamamen farklıdır. İnsan her istediğini ve dilediğini yapamaz. Allah ise her istediğini ve dilediğini yapar. İnsanlara irade gücünü veren Allah’tır, Allah’ın iradesi ise zatı ile kaimdir. İnsanın istediği şeyin olması için, o şeyi oluşturan şartları bir araya getirmeye çalışması gerekir, aynı zamanda Allah’ın da buna izin vermesi gerekir. Çünkü Allah izin vermedikçe insanların istedikleri olmaz. Allah’ın iradesi tekvini ve teşrii olmak üzere iki kısma ayrılır.

Tekvini irade. Bu irade, Allah’ın yaratması ile ilgilidir. Bu iradeyi hiçbir sebep ve şart geçemez, yani bu irade bir sebep ve şarta bağlı değildir. Allah neyi dilerse o olur, O’nun dilemediği bir şeyin olması mümkün değildir. Kainatta olup biten olayların hepsi Allah’ın dilemesi ile olmaktadır. Allah dilemeden, izin vermeden hiçbir şey meydana gelmez; sözgelimi Allah izin vermeden peygamber mucize gösteremez, kimse ölemez, kimse başarı elde edemez, kimse kimseye zarar vermez, bitkiler bitemez, ağaçlar meyve veremez, kâinatın düzeni devam edemez.

Teşrii irade. Allah’ın bu iradesi insanların iradeleri ile birlikte cereyan eder. Bu irade, insanların işlerini yürütmeleri ve fiillerini yapmaları için onlara güç ve izin vermesi anlamındadır. İnsan bir işi yapmak, bir davranışta bulunmak isterse Allah o insana izin ve güç verir. İstek insandan olduğu için sorumluluk insana aittir. Allah’ın bu iradesi Allah’ın, kulun her yaptığına razı olduğu anlamına gelmez. İnsanın istediği şeye Allah izin verir fakat insanın bu yaptığından razı olmayabilir.

Allah insanlardan bir şeyi yapmalarını, bir şeyden kaçınmalarını ister, yani insana bir şeyi emreder veya yasak eder, emir ve yasağına uyup uymamayı insanın iradesine bırakır.

vAllâhu yerzuku men yeşâu Bi ğayri hisab. (Bakara/212) “Allah, dilediğine hesapsız rızık verir”.

feyağfiru limen yeşâu. (Bakara/284) “Allah dilediğini bağışlar”,

Yü’til Hıkmete men yeşâu. (Bakara/269) “Hikmeti dilediğine verir”.

yahlüku ma yeşa’. (Maide/17 “Dilediğini yaratır”.

yehdiy men yeşau ila sıratın müstekıym. (Yunus/25) “Dilediğini doğru yola iletir”

yef’alullahu ma yeşa’. (İbrahim/27) “Allah, dilediğini yapar” anlamındaki âyetler Allah’ın bu sıfatını ifade etmektedir.

6. KUDRET: Kudret, Allah’ın her şeye gücünün yetmesi demektir. Yüce Allah, güçlü, kuvvetli, istediğini istediği gibi yapabilen, asla âciz olmayandır. Allah’ın da insanların da güç ve kudreti vardır. Ancak Allah’ın güce ve kudreti ile insanın gücü ve kudreti aynı değildir. İnsanların güç ve kudretleri sınırlıdır, her şeye güçleri yetmez, insanlar her istediğini yapamazlar. İnsanlara güç ve kudreti veren de Allah’tır.

Allah’ın gücü ve kudreti ise, sonsuz ve sınırsızdır. Allah’ın her şeye gücü yeter, O’nun gücünün yetmeyeceği hiçbir şey yoktur. O, mutlak güç sahibidir. İstediğini istediği zaman ve istediği şekilde yapabilir.

innAllâhe alâ külli şey’in kadiyr. (Bakara/20) “Gerçekten Allah, her şeye gücü yetendir”.

Kur’ân’da 35 âyette Allah’ın “her şeye” gücünün yettiği bildirilmektedir. Allah’ın; yaratmaya (Yasin/81), ölüleri diriltmeye (Kıyâmet/40), parmak uçlarını bile yeniden inşa etmeye (Kıyâmet/4), gökten azap indirmeye (En’âm/65), suyu yer yüzünden yok etmeye (Müminûn/18), bir toplumu yok edip yerine yenisini getirmeye (Meâric/40-41) kısaca her şeye gücü yeter. O’nun aciz olduğu, gücünün yetmediği hiçbir şey yoktur. Hiç kimse ve hiçbir şey O’nu âcîz bırakamaz.. Allah’ın bir şeye “ol” demesi ile o şey hemen olur. Yok, olmasını istediği şey de yok olur. Allah için “imkânsız” diye bir şey yoktur.

7. KELÂM: Kelâm, Allah’ın harf ve sese ihtiyaç olmadan konuşması demektir. Allah’ın konuşması insanların konuşması gibi değildir, O’nun harfe, sese, dile ihtiyacı yoktur. İnsanlara konuşma yeteneği veren de Allah’tır. Allah, peygamberlerine konuşmuş, onlara hitap etmiş, emir ve yasaklar vermiştir. Allah peygamberlerle ya doğrudan, ya elçi vasıtasıyla ya da vahiy yoluyla konuşmuştur:

Ve ma kâne libeşerin en yükellimehullahu illâ vahyen ev min veraiy hıcabin ev yursile Rasûlen feyuhıye Biiznihi ma yeşa’* inneHU ‘Aliyyün Hakiym; (Şûrâ/51) “Allah insanlara ancak vahiy yoluyla, yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir” anlamındaki âyet bu gerçeği ifade etmektedir. Allah’ın kelam sıfatı ezelî ve ebedîdir. Kuran-i Kerîm de Allah kelamıdır (Tevbe/6).

8. TEKVİN: Tekvin, Allah’ın yaratıcı olması demektir. Allah, yaratan, varlıkları örneği olmadan îcat eden, vâr edendir. İslam âlimleri; rızık vermesi, yaratması, canları alması, yağmurları yağdırması, otları bitirmesi, sebze ve meyveleri var etmesi gibi fiili sıfatlarının tamamını bu sıfat ile ifade etmişlerdir.

kulillâhu haliku külli şey’in. (Ra’d/16) “De ki: Allah, her şeyin yaratıcısıdır”

hel min halikın ğayrullah. (Fatır/3) “Allah’tan başka yaratıcı mı var?”

yahlükullahu ma yeşa’. (Nûr/45) “Allah, dilediğini yaratır”

VAllâhu haleka külle dabbetin min ma’ (Nûr/45) “O her canlıyı sudan yaratmıştır”.

HUvelleziy halakaleküm ma fiyl’Ardı cemiy’an. (Bakara/29) “O yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratandır” anlamındaki ayetler Allah’ın bu sıfatını ifade etmektedir. Yaratmak Allah’a mahsustur. İnsanlar ancak yaratılan varlıklardan icatlarda bulunabilirler yoktan yaratamazlar.

ela leHUl halku vel emr. (A’raf/54) “İyi bilin ki yaratma ve emir O’nundur” anlamındaki âyet bunu ifade etmektedir Allah, dilediğini yaratmaya, yok iken var etmeye gücü yeter.

III. FİİLÎ SIFATLARI

Yaratması, rızık ve nimet vermesi, yaşatması, canları alması ve ölüleri Kıyamet kopunca yeniden diriltmesi gibi nitelikler fiilî sıfatlardır. İslam âlimleri Allah’ın fiilî sıfatlarını “tekvin” sıfatı ile ifade etmişlerdir.

IV. SELBÎ SIFATLAR

Allah’ın selbî ve tenzîhî sıfatları, Allah’ın ne olmadığını ve neler yapmadığını, hangi özelliklere sahip olmadığını ifade eden sıfatlardır. Allah’ın bu sıfatlarından bir kısmını şöyle özetleyebiliriz:

Allah’ın anası, babası, eşi, çocuğu ve benzeri yoktur. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. İhlas suresi, Allah’ın bu niteliklerini bize bildirmektedir.

Kul HUvAllâhu Ehad – Allâhus Samed – Lem yelid ve lem yûled – Ve lem yekün leHÛ küfüven ehad. (İhlas) “De ki O Allah tektir. O samettir yani, hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Ondan çocuk olmamıştır yani O, kimsenin babası değildir. O doğmamıştır yani, O, kimsenin çocuğu değildir. Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”

Lâ şeriyke leHU. (En’am/163) “Onun hiçbir ortağı yoktur…”

Lâ te’huzuHÛ sinetün vela nevm. (Bakara/255) “O’nu ne uyuklama tutabilir ne de uyku”

ve HUve yut’ımu ve lâ yut’am. (En’am/14) “O (yaratıkları) besleyendir ve (kendisi) beslenmeye ihtiyacı olmayandır”.

ve mAllâhu Biğafilin amma ta’melûn. (Bakara/74) “Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir”.

ve ennAllâhe leyse Bi zallamin lil abiyd. (A.İmran/182) “Allah, kullarına asla zulmedici değildir”.

Lâ yüs’elu amma yef’alu ve hüm yüs’elun. (Enbiya/23) “O, yaptığından dolayı sorgulanamaz fakat onlar sorgulanırlar”

vAllâhu yahkümü lâ muakkıbe li hükmiHİ, (R’ad/41) “Allah hükmeder. O’nun hükmünü bozacak hiçbir kimse yoktur.”

ve ma kânAllâhu li yu’cizehu min şey’in fiys Semavati ve lâ fiyl Ard. (Fatır/44) “Ne göklerde ne de yerde Allah’ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur.”

İnnAllâhe lâ yahfa aleyHİ şey’ün fiyl Ardı ve lâ fiys Sema’. (A.İmran/5) “Şüphesiz göklerde ve yerde hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.”

‘indAllâhi ahden felen yuhlifAllâhu ahdeHU. (Bakara/80) “Allah verdiği sözden asla dönmez.”

innAllâhe lâ yuhliful miy’ad. (A.İmran/9) “Şüphesiz Allah va’dinden dönmez” (Al-i İmrân,3/9).

V – HABERÎ / MÜTEŞÂBİH SIFATLAR

Haberî sıfatlar; Allah’ın eli, yüzü, gözü, gelmesi, inmesi ve yakın olması gibi âyet ve hadislerde geçen sıfatlardır. Kur’ân’da Allah’ın eli, yüzü, gözü, arşı istivası, gelmesi, insanlara yakınlığı ve onlarla beraber olmasından söz edilmektir.

yedullahi fevka eydiyhim. (Feth/10) “Allah’ın eli onlarının elinin üstündedir”

Ve Lillâhil meşriku vel mağribü feeynemâ tüvellû fesemme VECHULLÂAH. (Bakara/115) “Doğu ve batı (bütün yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır”

Vasnaılfülke Bi a’yunina ve vahyina. (Hûd/37) “Ey Nuh! Gözümüzün önünde ve vahyimize göre gemiyi yap”

Ve câe Rabbüke velMelekü saffen saffâ. (Fecr/22) “Rabbin ve melekler saf saf geldi”.

ErRahmânu alel Arşisteva. (Tâhâ/5) “Rahman arşa istiva etmiştir”

Ve izâ seeleke ‘ıbadiy ‘anniy feinniy kariyb. (Bakara/186) “Kullarımı beni senden sorarlarsa (bilsinler ki) gerçekten ben onlara çok yakınım” (Bakara, 2/186).

ve HUve me’akum eyne ma küntüm. (Hadîd/4) “Nerede olursanız olun O (Allah) sizinle beraberdir”

Meallerini verdiğim âyetlerde Allah’ın eli, yüzü, gözü, gelmesi, arşı istiva etmesi, yakın ve beraber olması hangi anlamdadır? Allah yaratıklarından hiç birine benzemez. Dolayısıyla Allah’ın elini, yüzünü, gözünü ve gelmesini insanların eli, yüzü, gözü ve gelmesi gibi düşünemeyiz. Öyle ise bu ayetlerde geçen Allah’ın bu sıfatları ne anlama gelmektedir?

Bir kısım İslam âlimleri, Allah Kur’ân’da elinden, yüzünden, gözünden ve gelmesinden söz etmektedir. Biz bunların mahiyetini, nasıl olduklarını bilemeyiz, çünkü Allah bize bildirmemiştir. Biz sadece bu sıfatlarını kabul ederiz. Allah’ın eli, yüzü, gözü … vardır, fakat bizim elimiz, yüzümüz, gözümüz gibi değildir. Bu sıfatların keyfiyetlerinden, nasıl olduklarından bahsetmeyiz şeklinde görüş beyan etmişlerdir. Bir kısım İslam âlimleri ise Allah’ın elini, yüzünü, gözünü ve gelmesini yorumlamışlar, tevil etmişlerdir. Bu âlimlerin yorumuna göre, Allah’ın elinden maksat, gücü, kudreti ve nimetidir. Allah’ın yüzünden maksat O’nun zatı ve rızasıdır. Allah’ın gözünden maksat, ilmi, yardımı, himayesi, gözetimi ve denetimidir. Allah’ın gelmesinden maksat emrinin gelmesidir. Allah’ın arşı istivasından maksat; arşı istila etmesi ve arşa hâkim olmasıdır. Allah’ın inmesinde maksat, nimet ve rahmetinin inmesidir. Allah’ın yakın olmasından maksat, af, merhamet ve yardımının yakın olmasıdır. Allah’ın beraber olmasından maksat, O’nun kullarının her halini görmesi, bilmesi, murakabesi, ve onlara yardım etmesidir.

SONUÇ: Allah’ı tanımak bizim en başta gelen görevimizdir. Biz Allah’ı Kur’ân ve Sünnette belirtilen isim, fiil ve sıfatlarıyla tanıyabiliriz. “Allah’a îman”; Allah’ın varlığını, birliğini, yaratan, yaşatan, rızık veren ve besleyip büyütenin yalnız Allah olduğunu, O’ndan başka ibadete layık mabut bulunmadığını, ibadetin sadece O’na yapılması gerektiğini, O’nun ezelî ve ebedî olduğunu, bütün kemal sıfatlarla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh bulunduğunu, Kur’ân ve Sünnette belirtilen isim, fiil ve sıfatlarıyla bilip inanmayı gerektirir. O’na iman, aynı zamanda O’na ibadet ve itaat etmeyi, Kur’ân ve Sünnette yer alan emir ve yasaklara, öğüt ve tavsiyelere uymayı, helal ve haramlara riayet etmeyi gerekli kılar. [Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ-(Esma-i hüsna)]

********************************************************

ESMA-İ HÜSNANIN MANALARI HAKKINDA.

Bil ki Allah telâ hazretlerinin bütün esma-i Hüsnasının mânâları şu dört kelimenin içindedir. Ve o dört dahi; “Sübhanallah” ve “Elhamdülillâh” ve “Lâ ilâhe İllallah” ve “Allahuekber”.

Subhanalllah kelime-i mübarekesinin mânâsı; Bütün ayıpları ve noksanları, hatta kendi sıfatlarıyla ef’alini Cenab-ı Hakkın zatından selb eylemekten ibarettir. İşte Allah Telâ isimlerinden Kuddûs ve Selâm ve emsali gibi selb manâsını mütezammın olan ne kadar isim varsa hepsi bu “Sübhanallah” kelimesinin içindedir.

Elhamdülillâh”; kelimesinin mânâsı da her kemâli hatta kendi, sıfatlarıyla ef’alini Cenab-ı hakkın zatına ispat eylemekten ibarettir. Binaenaleyh Allah Telânın isimleinden ispat-ı kemâl manâsını ifade eden Hayy,âlim,Kâdir ve emsali gibi ne kadar isim varsa hepsi bu “elhamdüliilâh” kelimesine dahildir.

İşte biz “Subhanallah” kelimesiyle aklımıza gelen her ayıp ve noksanı Cenab-ı Hakk’tan nefy ederiz. Kezalik “Elhamdüliilâh” kelimesiyle de idrak eylediğimiz, yani kemâl olduğunu bildiğimiz her kemâli de Cenab-ı Hakk’a ispat etmekteyiz.Bizim nefy eylediğimiz nakâyıs ile ispat eylediğimiz kemâlin haricinde kalanlara gelince bunlar bizden tamamıyla gaiptir. Ve bizim meçhulümüz olan şeylerdendir. Fakat bu nefy ve ispat olunan şeylerin icmalen tahakkuku “Allahu Ekber” kavlimizin içindedir. “Allahu Ekber” demek Cenab-ı Hakkın zât-ı eceli-ü ‘alası bizim nefy ettiğimizden ve ispat eylediğimizden de âlîdir ve ‘azamdır demektir.

İşte Cenab-ı Hakkın isimlerinden idrak olunamayan ve akla gelmeyen kemâlatı mutazammın olan Zü’l- celâli ve’l İkram gibine kadar isimler varsa bunların hepsi dahi “Allahu Ekber” kelimesine dahildirler Vakta ki bizim nefy eylediğimiz şeylere şeklen benzeyenlerle bunların naziri olamların mevcudinin içinde bulunması vücudun şânındandır.

O halde bunların da icmalen tahakkuku bizim “Lâ ilâhe İllallâh” kavlimiz iledir İşte ulûhiyet istihkak-ı ubûdiyyete raci olan ubûdiyyete layık ve müstehak olan dahi sade bizim zikreylediklerimizle ittisaf eden kimsedir. Vallahu ‘alem. (İbn Arabi- Marifet/175)


TAFSİR LESSONS AL-BAQARAH (249-260)(18)

$
0
0

231

“Euzubillahiminesheytanirracim.”

“Bismillahirrahmanirrahim”

Dear friends, we continue our lessons with the verse 249 of Al-Baqarah.

249-) Fe lemma fesale Talutu Bil cunudi, kale innAllahe mubteliykum Bi neher* femen sheribe minhu feleyse minniy* vemen lem yat’amhu feinnehu minniy illa menigterafe gurfeten Bi yedih* fesheribu minhu illa kaliylen minhum* felemma cavezehu huve velleziyne amenu meahu, kalu la takate lenel yevme Bi Calute ve cunudih* kalelleziyne yezunnune ennehum mulakullahi kem min fietin kaliyletin galebet fieten kesiyraten Bi iznillah* vAllahu meas Sabiriyn;

When Talut set out with his army, he said (to his soldiers), “Indeed Allah will test you with a river. Whoever drinks from it is not of me, whoever does not drink from it, is of me, except those who take but a handful from it”… Except a few of them, they all drank from it. When he and those with him crossed over to the other side of the river, they said, “We have no strength left to fight Goliath and his soldiers.” Those who knew (with certainty) from their essence (due to their faith) that they will meet Allah said, “Many times a small group has overcome a large group with the permission of Allah (B-iznillah). Allah is with those who persevere.” (A.Hulusi)

When Talut set forth with the armies, he said: “Allah will test you at the stream: if any drinks of its water, he goes not with my army: Only those who taste not of it go with me: A mere sip out of the hand is excused.” But they all drank of it, except a few. When they crossed the river,- he and the faithful ones with him,- they said: “This day we cannot cope with Goliath and his forces.” But those who were convinced that they must meet Allah, said: “How oft, by Allah’s will, hath a small force vanquished a big one? Allah is with those who steadfastly persevere.” (A.Yusuf Ali)

Fe lemma fesale Talutu Bil cunudi, kale innAllahe mubteliykum Bi neher When Talut set out with his army, he said: “Allah will test you with a river.” Like I mentioned before in my previous lesson; Talut or with the name mentioned in Tora; Saul; Saul is the commander of sons of Israel that days. A true believer and a wise man. A commander chosen by Allah. And just like every commander, he wanted discipline in his army. But that discipline was not a random discipline either. He wanted to test them to show how much the task has importance and wanted people to realize the weight of the mission, the mission of delivering Allah’s messages to humanity, removing the obstacles between revelations and people.

Actually Talut’s Army was the same with Muhammad’s (p.b.u.h) Army, in a sense. The same purpose, same goal and both came from the same origin. They both showed efforts to reach the same goal. That’s why Allah was giving them as examples to the first readers of these verses; sahabe, friends and the first community of Muhammad. And just like them, to us. The modern readers of these verses.

femen sheribe minhu feleyse minniy* Whoever drinks from it is not of me. Talut warns his army there. “Whoever drinks from this river is not from me. vemen lem yat’amhu feinnehu minniy illa menigterafe gurfeten Bi yedih whoever does not drink from it, is of me, except those who take but a handful from it.”

So what happened after this warning? Qur’an informs us with that fact. fesheribu minhu illa kaliylen minhum* Except a few of them, both drank up to the full. felemma cavezehu huve velleziyne amenu meahu, When Talut passed the stream with his army of real true believers; the others who stayed behind said;

kalu la takate lenel yevme Bi Calute ve cunudih Today We have no strength, no vitality left to fight Goliath and his army. In reality the wisdom behind the command of Talut, the commander of Islamic army, was revealed there. What was that wisdom?

We learn from several translations that the river mentioned here was the River of Jordan and those who hadn’t listened the command of Talut, they were suffering a long thirst after having a long desert journey. So according to information, those who drank to full from the river, showed signs of bruised lips, shaky legs and they all collapsed with the lack of power.

In reality Talut, the commander of Islamic army had a dual purpose that day, with that test.

1-Measuring the discipline of army. He knew that the body count wouldn’t open the way to success unless the army have discipline and wanted to know how many discipline people will arise from that test.

2-Guaranting the well-being of his army against a real physical danger. This always happens if a person drinks too much water too fast after a long and waterless desert journey. He knew that fact.

Bedouins of deserts have never let a person drink water if he stays in desert without water for too long. First they massage his skin with wet clothes. After that they drip water to his lips slowly. Otherwise some death related situation might surfaces. So Talut’s order has two dimensions in that sense.

So what is the lesson we should learn here; the warning of Talut to his army. They are no more, so what’s that left to us? Because if there isn’t anything left to us, surely Qur’an wouldn’t reflected this incident occured almost 3000 years ago. There’s a thing of course. The same thing concerns us too.

We are taught that every unit established with discipline on the way of Allah, every group, every Islamic gathering should have discipline rules and codes that they should follow. These were not just for story. First readers of these verses, ashab-i kiram was taught how to behave to Rasulallah with these words.

But more than that, there’s another valuable lesson here. If you want to learn your count, think about your case. Don’t count the bowl included water. Learn to differentiate the net from gross. Gross might weight much, but you cannot make plans basing with gross. You should look for real mass, net.

This is the real great lesson Qur’an gives to the action mans of this world. Don’t count shadows in your math, don’t let shadows to bulk up your counts. If you count people like, “One is him, second is his shadow.”, you fall into mistake for sure. That means, if a persons character is a shadow, if he has a shadowy character, you should exclude them too. Don’t let that people to mess with your math. People who cannot hear their own hearts, cannot think with their own heads, cannot love with their own souls, shadow men; don’t count them. They are like zeros in front of one. They will always zeros. Their count will always be zeros. Because they are in front of other numbers.

They also lack discipline. But even a person with a value of zero is put to discipline; if he really knows his place, than he might become a real value, because if a zero comes after one, it makes the number ten. So with right leadership, they might be included but only way to do that is discipline. Numbers discipline might value a non-existing number. So does humans discipline.

kalelleziyne yezunnune ennehum mulakullahi those who surely believe that they will unite with Allah, said;

kem min fietin kaliyletin galebet fieten kesiyraten Bi iznillah* vAllahu meas Sabiriyn; Many times a small group has overcome a large group with the permission of Allah (B-iznillah). Allah is with those who persevere. This part might also be translated as Allah is with those who endure.

It’s true. The sign of patience, very first sign of patience is endurance. That’s why if someone says “Be patient.” to you, that also means “Endure.” So, if you have nothing to endure, if you have no bad situation to endure, then there’s nothing to be patient for. Because in order to talk about patience, first there must be something to be patient for. That’s why patience is endurance.

And there’s a reminder here to one of the oldest social law of history. What’s that? Those who change the history, those who change the flow of histories rivers are not crowds, not unconscious groups, not ignorant people; those who possess the power to change the flow of history are not passive objects but active subjects. More specifically Ulul Elbab. No matter how few they have been. Because they were never a single time, be one of the passive crowds.

Right at this point, don’t you remember the verse 243, we studied earlier. ekseranNasi this is a reference to that part. We translated the verse 243 of Al-Baqarah, in our previous lesson.

What is ekseranNasi mean? It’s most of the people and this type of addressing comes with three different versions in Qur’an. Most people don’t know. Most people don’t be greatful. (ekseranNasi la yeshkurun) or Most of the people don’t believe. La Yu’minun all three situations come as a sign, a reason or a disaster, I remind you. So naturally this is a reference here. Sincerity wins, not numbers. If a person looks at the count, he shows faith to it. So do you look for quality or quantity? Do you look for shape or essence? Your look, your point of view is important.

Also, where does Allah look at? Allah never says; “I’m there where the most of you are.” That’s why one of the great members of sahabe and possessor of great knowledge about Allah; Abdullah Ibn. Mes’ut was asked; “What is cemaat (communion)?”, he answered like this.

El cemaat-u alel Hakk Velev kane vahdet.

“Communion is the one which are on the truth, even if there’s only one person.” Yes and that’s why this should be taken as a reminder about one of the biggest laws of humans history. The historical changes have never be done by crowds but with the hands of a few conscious men.

It is the best lesson to our people of this era, don’t you think? Because this point of view of the people of this age has an uncanny resemblance to them? Those who drink from the river to their fullest. “Why are you there, friend?” if we ask, the answer would probably be; “Because everyone is there.”

Because there’s no serious answer for reason for them. People are there, so is he. The unconscious crowd goes, so does he. What’s that mean? In exact words; “I have no value on my own.” That’s what it means. “I cannot find my own integrity, I cannot establish my character, I’m not a whole person, unable to achieve my reality.”

…keennehum hushubun musennedetun… (Munafikun/4) Woods with clothes. This is a confession of a person who chooses crowds, choosing the people over the truth, choosing the more over less and lies over truth and in that process turning into a wood. That’s why dear friends, this fact is the greatest law throughout the entire history.

250-) Ve lemma berezu liCalute ve cunudihi kalu Rabbena efrig aleyna sabren ve sebbit akdamena vansurna alel kavmil kafiriyn;

When they faced Goliath and his army, they prayed, “Our Rabb, give us the force of perseverance, make firm our feet, do not let us slip and give us the power of victory over the deniers.”(A.Hulusi)

When they advanced to meet Goliath and his forces, they prayed: “Our Lord! Pour out constancy on us and make our steps firm: Help us against those that reject faith.” (A.Yusuf Ali)

Ve lemma berezu liCalute ve cunudihi kalu Rabbena efrig aleyna sabren When they faced Goliath and his army, these true believers prayed, Rabbena efrig aleyna sabren “Our Rabb, pour over us the force of perseverance ve sebbit akdamena and make our steps firm. vansurna alel kavmil kafiriyn; and give us the power of victory over this community which insists on denial.

Two different groups was there. One of them hadn’t listened the order, left behind. One group had listened the order and passed. Those who passed now in front of Goliath and his army and about to make a war against them. War was starting. The battle was at hand. But even at that situation they didn’t say something like, “Before here, we were many. Commander; we were heavy on numbers before but not anymore. Most of us stayed behind and we have no power against them.” They didn’t say that. Because they were the ones who passed their tests and believed that power and success are from Allah always. That’s why they find the right address. They faced the real and true address, they prayed to Allah directly.

They hadn’t stayed over numbers, didn’t do a bodycount, they said; “O Rabb, pour perseverence over us and give us the power of resistance. Make our steps firm, don’t let us slip. And grant us victory over this enemy which insist on denial.”

In that sentence they gave the answer of the reason why the enemy were their enemy. Because we don’t fight them for any other reason, we don’t open war against them for any other reason. The only reason we battle is because they insist on denial and blasphemy alel kavmil kafiriyn;

No name is given here, there isn’t a reference for Goliath and his army in that phrase. No adjectives either. No, the phrase openly says, “We are forced to battle with them because they insist on denial and blasphemy.” Moving on.

251-) Fehezemuhum Bi iznillahi ve katele Davudu Calute ve atahullahul Mulke vel Hikmete ve allemehu mimma yesha’* ve levla def’ullahin Nase ba’dahum Bi ba’din le fesedetil Ardu ve lakinnAllahe zu fadlin alel alemiyn;

Then (with the permission of Allah) the Names comprising their essence, they defeated them. David killed Goliath and Allah gave him (David) sovereignty and wisdom and taught him what He willed (programmed him with the Names from his essence). If Allah had not repelled some by (means of) others, the earth would have become corrupt (unlivable). But the bounty of Allah is upon the worlds.(A.Hulusi)

By Allah’s will they routed them; and David slew Goliath; and Allah gave him power and wisdom and taught him whatever (else) He willed. And did not Allah check one set of people by means of another, the earth would indeed be full of mischief: But Allah is full of bounty to all the worlds. (A.Yusuf Ali)

Fehezemuhum Bi iznillahi With Allah’s permission Bi iznillahi They defeated them. ve katele Davudu Calute ve atahullahul Mulke vel Hikmete An interesting spot. David, until now that name wasn’t around. He wasn’t a prophet. Just a regular soldier under the command of Talut the Commander of Islamic army. A regular soldier. David killed Goliath the blasphemer. ve atahullahul Mulke And Allah gave him power. He gave sovereignty. The leadership. vel Hikmete Not just administration, althought that alone is a promotion by itself. But the more importantly Allah gave him wisdom. Allah gave David a sharp vision to find the secrets of truth and life.

David was given a great mind vision and wisdom which makes it possible to find connections between literal verses and creational verses. That’s why he was able to match the truths of revelations with the truth within life. The definition of wisdom is made here for you.

ve allemehu mimma yesha’ And taught him what He willed. Things He willed, who willed; David’s wishes or Allah’s wishes. They were Allah’s wishes, Allah taught him the things he should know. So what is the message here then? Clear, you help Allah and in return, Allah helps you. in tensurullahe yensurkum ve yusebbit akdamekum; (Muhammad/7) If you help Allah, Allah then helps you, makes your steps firm. This is the exact same words we studied above. So that’s the reason why these informations are from Allah. If you want to possess the knowledge, do your good deeds. Allah will open the doors of knowledge there.

ve levla def’ullahin Nase ba’dahum Bi ba’din le fesedetil Ardu If Allah hadn’t repelled some by others, or hadn’t defend some by others, the earth would have become corrupt and unlivable. The dissolution would started. The social corruption would take over the world.

I translated this part as not defended. Def’u word which can also be read as Difa’u as Nafi stand. It means total defense. But great linguistic Sibevey says both meanings have the same meaning which I believe it’s true. That’s why both positive and negative meanings have holds in this sentence. If some people hadn’t been defended from some others, the world would drown in mischief.

What is the meaning of this, dear friends? Clear, a tyrant comes out and oppresses but does he get away with this? According to the laws of Allah, those oppresses people are defended by someone else. It’s possible for those people not to be able to defend themselves. But Allah sends some others. Those people becomes the nuisance of tyrant, naturally they become defenders. They defend the oppressed against tyrants. But if they turn into tyrants themselves, which is possible then some others are chosen as defenders. Justice, celestial justice always make this possible. What about the ones who were oppressed before, well there’s a reason for that too. Maybe they oppress some other nations before and that might be the retribution. And Allah might defend with the other tyrant, for those they had done before.

A big speech is relevant, a celestial truth which was given us in a hadith but not connected with the incident. Ez zalimu seyfullah yentaki nu bihi summe yentakun The tyrant is a sword of Allah, Allah takes revenge with it and then it turns back and takes its own revenge. This is the law of celestial justice.

ve lakinnAllahe zu fadlin alel alemiyn; But Allah is full of bounty to all the existences.

252-) Tilke ayatullahi netluha aleyke Bil Hakk* ve inneke le minel murseliyn;

These are the signs of Allah… Which we tell you in Truth… You are indeed one of the revealed Rasuls.(A.Hulusi)

These are the Signs of Allah. we rehearse them to thee in truth: verily thou art one of the messengers. (A.Yusuf Ali)

Tilke ayatullahi netluha aleyke Bil Hakk these are the truths we read them to you, we deliver them to you from Allah. We deliver you the real ones and truth.

This Bil Hakk phrase, the one at the last of sentence, this Bil Hakk comes with a special form. In many verses and stories it is used as a punch line. Why? Because if a sentence closes with Bil Hakk, we understand that the local area is aware of that incident. But it is mixed with myths and become corrupted. In here, the true version is told. As in we will tell you what really happened. In the area this incident is well-known. Madina Jews are well aware of the story of David and Goliath. But the story was twisted. It’s nature was turned into a mythological essence, and with that many lies got in. That’s why we understand that everytime we read Bil Hakk in Qur’an, we are about to be informed the true version, what really happened. Why? ve inneke le minel murseliyn; Because you really are the one of revealed Rasuls.

Mursel means the one who is informed, the revealed one, the person who is trusted with the message. You might phrase the meaning as the one who is delivered the message. That’s why we deliver these truths about this incident because you are the Rasul who is trusted with delivering these messages. So if you are one of the prophets who is delivered messages, hear now;

253-) Tilker Rusulu faddelna ba’dahum ala ba’d* minhum men kellemAllahu ve refea ba’dahum derecat* ve ateyna Iysebne Meryemel beyyinati ve eyyednahu Bi Ruh-il Kudus* ve lev shaAllahu maktetelelleziyne min ba’dihim min ba’di ma caethumul beyyinatu ve lakinihtelefu, feminhum men amene ve minhum men kefer* ve lev shaAllahu maktetelu, ve lakinnAllahe yef’alu ma yuriyd;

Of those Rasuls, We endowed some more highly than others. There are some to whom Allah spoke and some He raised in degree. And We gave clear proofs to Jesus the son of Mary and supported him with the Pure Spirit (divine forces). If Allah had willed those succeeding them would not have killed each other after clear proofs reached them. But they differed in opinion, some believed and some denied. If Allah had willed they would not have killed each other… But Allah does as He wills.(A.Hulusi)

Those messengers We endowed with gifts, some above others: To one of them Allah spoke; others He raised to degrees (of honor); to Jesus the son of Mary We gave clear (Signs), and strengthened him with the Holy Spirit. If Allah had so willed, succeeding generations would not have fought among each other, after clear (Signs) had come to them, but they (chose) to wrangle, some believing and others rejecting. If Allah had so willed, they would not have fought each other; but Allah Does what he wills. (A.Yusuf Ali)

Tilker Rusulu faddelna ba’dahum ala ba’d Yes, there’s a group of prophets including you, those prophets we endowed with gifts, each have different gifts than others. ba’dahum ala ba’d phrase. I say phrase because this is a known phrase in arabic language. But it opens various forms of translations. That’s why many translations chose not to develop a standart use on that matter. But even with the literal word by word translation, can it be possible to understand this sentence as “We endowed some prophets more than others.” or “We made some prophets more valuable than others.”? This kind of translation, don’t express the meaning of this verse. Because making degrees among prophets, a belief of categorization among prophets is highly banned in Qur’an.

Let’s check a following verse, the verse 285 of Baqarah. la nuferriku beyne ehadin min RusuliHİ.. We never seperate prophets from each others. Of course this expression also has a meaning of we never deny them. But there are other verses with the exact same meaning. For example Isra/55; ve lekad faddalna ba’danNebiyyiyne ala ba’din ve ateyna Davude Zebura; As you can see the verse comes with the same form here, same phrase. ve lekad faddalna ba’danNebiyyiyne ala ba’d Yes.

To the sentence of “We endowned gifts to prophets, each different than others.”, can it be possible to judge them for superiority? Becaue if we could make this categorical differentiation, this last verse wouldn’t say; “We endowed Zabur to David.” So what is the message here? It’s this. Every prophets have different sets of unique features. Every single one of them have their particular features and personality. One example is in the following of the verse; men kellemAllahu ve refea ba’dahum derecat Some of them, Allah spoke; some made them raise in degrees.

Who is the one Allah spoke to? Moses. Or the one who raised by degrees, Rasulallah. For belief, it’s obvious that the subject here was Rasulallah but it’s also possible that there’s a match between him and prophet Abraham. Also the verse is about to come to that point.

ve ateyna Iysebne Meryemel beyyinati We endowed Jesus, son of Mary with clear signs, the open truth. ve eyyednahu Bi Ruh-il Kudus and backed him up with Holy Spirit. We studied this Holy Spirit Bi Ruh-il Kudus expression before.

ve lev shaAllahu maktetelelleziyne min ba’dihim min ba’di ma caethumul beyyinatu ve lakinihtelefu, Yes, there’s another human law, expressed here. Again a law of humanity. After all those open signs of truth has come to them; ve lev shaAllahu maktetelelleziyne min ba’dihim min ba’di ma caethumul beyyinatu If Allah had willed, they wouldn’t have fought among each other.

But had Allah willed that? ve lakinihtelefu No, He had not. Allah had wished that people should be different from each others. Also Allah hadn’t destroy the blasphemy, opposition to Himself. Look at this, even opposing Allah hadn’t been destroyed. ve lakinihtelefu But they fought. Because Allah hadn’t willed the other way. So even Allah hadn’t destroyed the opposition to Himself; why you politics, why you people, why you who rule the world; try to make your opposers suffer, why are you trying to destroy them. This is a lesson for us.

Don’t hold on to an utopic idea that world should be a flower garden. There will always be light and dark. Good and evil, belief and blasphemy will always be present. So do your duties. Don’t stuck on utopia. Don’t dream on some neverland. Make your steps firm. Act on truths. Plan your moves based on these truths. This is a lesson for us.

There’s a settle meaning here too. Every prophet is different. They all have different sets of skills. Different communities. Degrees. Actually what wants to be told here is the nature of life. It’s in the nature of life. So why not something in lifes nature, hasn’t been in prophets line. That’s why they are not beads which come with a staright and single line. They all have different features. So just like the differences in life, differences between prophets indicates a richness. So we can take the meaning of opposition as richness as well.

feminhum men amene ve minhum men kefer Moving on. Some believe and some deny. Some denied. ve lev shaAllahu maktetelu This sentence comes second time. Had Allah willed, they wouldn’t fought each other.

I believe there must be a reason for the repetition of same sentence. I think this second sentence is directed to this community. First one was a historical fact. But saying the same words with exact same form… It holds the meaning of “One day this community will be on each others throats too.” It almost a message to future. Or it can be taken as a translation, a reference to communities bloody conflict and battles among themselves.

ve lakinnAllahe yef’alu ma yuriyd; But Allah does what He wills. Allah acts on only the will of Himself. So at this point no one has a saying like; “O Rabb, why don’t you create earth as a rose garden without thorns.” Because this is Allah’s will. This is the order of Allah. So try to learn Allah’s laws and perceive the life in that direction. If you take the life different than it is; you may take over a fools errand and fail on it. That’s why you should read life properly. If you manage to do that, you row to the right direction and eventually reach the meaningful horizons. Only then you don’t need to force yourselves to row against streams anymore. Only then the laws of life will be your helpful companions.

254-) Ya eyyuhelleziyne amenu enfiku mimma razaknakum min kabli en ye’tiye yevmun la bey’un fiyhi ve la hulletun ve la shefaatun, vel kâfirune humuz zalimun;

O believers, spend (give unrequitedly out of your faith) from what We have provided to you, before there comes a day in which there is no exchange, no friendship and no intercession… The deniers of the reality – they are the wrongdoers (they wrong themselves). (A.Hulusi)

O ye who believe! Spend out of (the bounties) We have provided for you, before the Day comes when no bargaining (will avail), nor friendship nor intercession. Those who reject Faith- they are the wrong-doers. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu enfiku mimma razaknakum As you can see the speech turned into a new but relevant topic. The connection between this verse and the one above is death. Actually the verses have been studying today are for expaining us that the main foundation of faith is for our fate after we die and get resurrected. The first and main rule of moral codes, the most basic foundation of human faith is to believe there will be a reckoning after death. And these examples and the others we are about to study are for having our attention on this fact.

Ya eyyuhelleziyne amenu O you who have claims of faith, enfiku mimma razaknakum if you want to prove your claims, then spend things Allah has given to you on the way of Allah. min kabli en ye’tiye yevmun la bey’un fiyhi ve la hulletun before what? Yes, before the day which there won’t be negotiation, there won’t be any friendship, ve la shefaatun nor will be any kind of help, spend your things which are given to you by Allah on the way of Allah. vel kafirune humuz zalimun; Ungratefuls and blasphemers; those who don’t want to give away which Allah has given to them; those who are gifted with a vineyard but unable to give people with a single grape, those tyrants and ungratefuls are really the ones who oppresses and evildoers to themselves.

Dear friends, I’d like you to pay attention to another citation here. There’s a serious reference here. You remember that in our previous lessons we studied a phrase as “Who will give a beautiful loan to Allah?” If you give loan to Allah, surely you get back what you give away. When would you get it back? There… Now you are been described that day. That day which won’t be any negotiation, nor any kind of friendship and intercession. Since we studied the intercession matter in 48th verse, I’m moving forward.

Like I said; there’s a reference here with the verse 245. There are several verse in Qur’an to back this reference like El ehillau yevmeizin ba’duhum li ba’din aduvvun illel muttekiyn; Zuhruf/67. Now think about a day. Qur’an describes it like this. “A day, there will be no help from your friends, no one will help you, there’s no place for you to negotiate. With Qur’an’s words; El ehillau yevmeizin ba’duhum li ba’din aduvvun illel muttekiyn; Close friends at that time will become enemies to one another! Except those who are friends with Allah, those who find the happiness within their hearts. This is such a herald, isn’t it?

Why will friends become enemies? Because if a friendship with Allah wouldn’t be established first; all friendship without the sake of Allah will turn into hostilities. The earthly benefits cannot be moved to afterlife. Those friendships will stay on earth. So when the day comes, they either be enemies or try to get each others throats and point him as guilty, saying; “O Rabb, this man is the reason of my blasphemy, he is the reason of my sins.” Qur’an shows us plenty of these images.

That day, what a day it will be? Yevme yefirrulmer’u min ahiyh; Abese/34 The day the brother will run away from his siblings, Ve ummihi ve ebiyh; the child will run away from his father and mother, Ve sahibetihi ve beniyh; Abese/36, the person will run away from his friends, children, wife, whole people. Yes, it will be a day like that.

Again for that day; Ikra’ Kitabek* read your records kefa Bi nefsikel yevme aleyke Hasiyba; Isra/14. Sufficient for you is your individual consciousness at this stage to discern the consequences of your actions. Make your own count, grade your own paper. Ikra’ Kitabek* read your records. The day will be like that. And as you can see, the verse says there won’t be anything to help you further. Except one, there’s always a one. If you ask who is the one, let’s find out.

255-) Allahu la ilahe illa HU* elHayy’ul Kayyum* la te’huzuHU sinetun vela nevm* leHu ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* men zelleziy yeshfe’u ‘indeHU illa Bi iznih* ya’lemu ma beyne eydiyhim ve ma halfehum* ve la yuhiytune Bi shey’in min ‘ilmiHI illa Bi ma sha’* vesi’a Kursiyyuhus Semavati vel Ard* ve la yeuduhu hifzuhuma* ve HUvel Aliyy’ul Aziym;

Allah is HU! There is no God (deity), only HU! The Hayy and the Qayyum (the sole source of life and the One who forms all things in His Knowledge with the meanings of His Names – the One with whom everything subsists). Neither drowsiness overtakes Him (separation from the worlds even for a single instance) nor sleep (leaving creation to its own accord and withdrawing to His Self). To Him belongs everything in the heavens and on earth (the dimensions of knowledge and acts). Who can intercede in His sight except by the permission of the forces that manifest from the Names in one’s essence? He knows the dimension in which they live and the dimension they are unable to perceive… Nothing of His knowledge can be grasped if He does not will (allow via the suitability of the Names in one’s essence). His throne (sovereignty and administration [Rububiyyah]) encompasses the heavens and the earth. It is not difficult for Him to preserve them. He is the Aliy (illimitably supreme) and the Azim (possessor of infinite might).(A.Hulusi)

Allah. There is no god but He,-the Living, the Self-subsisting, Supporter of all. No slumber can seize Him nor sleep. His are all things in the heavens and on earth. Who is thee can intercede in His presence except as He permitteth? He knoweth what (appeareth to His creatures as) before or after or behind them. Nor shall they compass aught of His knowledge except as He willeth. His Throne doth extend over the heavens and the earth, and He feeleth no fatigue in guarding and preserving them. For He is the Most High, the Supreme (in glory). (A.Yusuf Ali)

Allahu la ilahe illa HU* elHayy’ul Kayyum Yes! There’s no god, only Allah. In case you ask who, here’s your chance to find out. Learn Allah from His words. This is Allah’s identity. Allah is the only presence worthy enough to be worshipped, worthy enough to be loved.

El Hayy. Allah is alive. Absolute life. The source of living things. Not just alive, the creator of life itself. Both alive and bringer of life.

El Kayyum This one is hard to translate actually. Because there’s no word to describe this name. I should make two long sentence to be able to describe it. Self-subsisting and the One with whom everything subsists. The only being exists without needing anything. And everything need that presence in order to continue being existed.

I said before, a persons thinking that he doesn’t need anyone to survive is a form of duality. Because only Allah is self-subsisting. A person is not a self-subsisting individual. Without Allah, a person cannot even take a breath. Cannot even take a step. If he tries to do that, only direction he goes would be hell. He becomes blind, deaf and mute. The verse continues and our Rabb continues the self-describtion. This is Allah’s identity.

la te’huzuHU sinetun vela nevm No slumber can seize Allah, nor Allah needs sleep. No way. Can you say anything else in existence which doesn’t struggle in life and doesn’t need sleep? O humans, bring your toughest ones among you if you want. There’s not a single individual who meets this criteria. But Allah is above all of them. That’s why you should be careful in front of Allah which has these features. You cannot find a single second to catch Allah off-guard. You cannot say “Allah isn’t seeing me now, I can do anything now.” And you cannot count on time for Allah to forget your doings. You cannot say;”Long time has passed since my actions, he may forget them.” or “There’s still more time for me, maybe this one slips Allah’s mind.” Nothing is forgotten in the existence of Allah. That’s why not a single moment of your life has secrets from Allah’s sight of wisdom.

leHU ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard Not only you; everything created on heaven and earth are belong to Allah. Not just you belong to Allah. Also the entire existence is belong to Allah.

men zelleziy yeshfe’u ‘indeHU illa Bi iznih Ayet-el Kursi, The Verse of The Throne. The motherlode of life of Qur’an. And the life vein of this verse is this sentence. men zelleziy yeshfe’u ‘indeHU illa Bi iznih Who is that can intercede in His presence except as He permitted? Let’s see him. Tell me who can take on the role of intercessor without Allah’s permission? Come forward if your dare.

This is a negating sentence, a negative example is in it. A claim exists and a phrase which crushes that claim, all in the same sentence. That’s why the way of speech is important. There is a claim and the opposite side refuses that claim harshly and violently with this sentence. What is the claim? Clear, someone somewhere will help us in the presence of Allah. He will gather us and take us all to paradise. That kind of claim.

This thing or person can change every era and every society. Some communities like the ignorant and heathen communities, these things are clay idols. They surely had believed Allah. But when you asked what are those then, they were answering with this answer, which we learn it from Qur’an. ..liyukarribuna ilellahi zulfa.. Zumer/3. They are conduits which bring us closer to Allah. That was their claims. Not that they don’t believe Allah. But their beliefs, their Allah visions were based on and Allah far away. Like, “Allah is distant to us, He cannot see us all the time, he cannot reach us, that’s why we need a conduit. We need a middle figure to be able to reach Him.”

So Qur’an naturally tries to crush this type of beliefs and establishes a real and intimate Allah belief. That’s why one of the most used meanings in Qur’an with insistance is Yakin, He who sees you better than yourselves, Allah who is closer to you than your carotid artery. This is the kind of belief that Qur’an want to establish. You can see it in every line of Qur’an openly or secretly.

That’s why piety, ittika, Muttaki (person who have the piety) and all terms derived from them in Qur’an reminds us that Allah and worshipper has a close connection. Yes, the center of piet is having the consciousness of Allah has always watched you, knew you, followed you ad educated you. This is consciousness of Allah. Also dhikr (zhikr) is all about this. Zhikr is the resurrection of consciousness. Reminding this fact constantly to ourselves, that we are been followed all the time.

Of course there are so much things to say about this but since I want to continue the verses explanation, I will settle with these informations and move one for now.

ya’lemu ma beyne eydiyhim ve ma halfehum Allah knows the all things about them, open and clear or secret and behind. Of course some adjectives are explained above, it’s only natural the speech will come to this point with a natural flow.

There’s a direct warning here for human. Allah is in front of people, ma beyne eydiyhim This is a pattern in Arabic language. The literal meaning is “between two hands.” But figurative meaning is what we do openly, the things we do and everyone knows. And the behind part is what we do secretly, by hiding, the thoughts we have within the depths of our hearts and minds.

Also one of the famous meanings of it, is the two worlds. One is the one in front of us, earth; and the one behind, the other secret, afterlife. Some also has said the other way around, that the human walks to the death, to Allah. And for a person who walks to Allah leaves earth behind. Hence the earth is the meaning of behind and afterlife has the potential of front. But Allah knows all things secret and open, little and big. This fact is described here.

ve la yuhiytune Bi shey’in min ‘ilmiHI illa Bi ma sha’* Yes, no one can comprehend a single thing from His knowledge, unless Allah wants him to. Who? Who cannot comprehend? Intercessors and those who wait intercession. How can they learn beforehand that Allah will give intercession to a specific person or the right to be an intercessor? This is Allah’s knowledge only. This message is that.

You know, some people wait salvation from some others. Who told that that Allah will give permission to him about saving. We studied the process of intercession in the verse 48. I said this; “Intercession is like this. A present, a medal will be given to a person and the honor to present this trophy will be given to another by asking him, “Would you delived this present to that person?”

So the person who present the trophy; is he also the owner of it? Actually he has nothing to do with the trophy. The owner of the realm, the chief, the leader, the president of that place chooses him just to honor him. It’s like, “I choose him to have this gift and I choose you to have the honor to deliver it. Go and give this gift to him.” So now which side should you ask for this gift beforehand? The owner of it or just the deliverer. If you ask the wrong person for it, wouldn’t that offended the real owner of this present? Wouldn’t you just knocked the wrong door to ask and the real owner of the gift stands right next to there? It’s like an insult. He’s the one who will honor you with this gift, the one who choose what gift would you get and the one who choose which person will deliver this gift to you. Knowing all these, you still try to choose someone to be your gift bearers among you, and have opinions among each others without having a news from Allah. Qur’an says this. So there.

vesi’a Kursiyyuhus Semavati vel Ard A more grandeur sentence arrives here. As a sign of Allah’s infinite wisdom, His throne of sovereignty and authority encompasses the heavens and the earth.

Kursiy means chair or throne. Morely, it’s a symbol. That’s why when you hear “dethroned”, when you hear something like “the king is dethroned.” You don’t understand something like “He takes a step down from that chair.” No, the authority is taken down, the sovereign of that king is no more. And when you hear “He stepped to the throne.”, the meaning you understand is not about the act of sitting on a chair. The meaning is someone take over the administration. The fall of the throne. If you understand it like “Someone knocked that chair accidently”, people laugh at you. It means the government fall, the leaders are gone. That’s why the throne here is a metaphor for Allah’s greatness and grandness.

ve la yeuduhu hifzuhuma Watching over them, the heavens and earth gives no fatique to Allah. ve HUvel Aliyy’ul Aziym; For Allah is the Rabb the Most High, the Supreme in Glory. Allah is the only one who possesses the real grandness. Or with a more accurate translation, Allah is the only one with real greatness and grandness.

Ayet-el Kursi, which you know as the verse of throne. There are many hadiths about its merit. Unfortunately most of these hadiths are either weak or fabricated. Just like many other hadiths related to other verses. But there’s one we know as real. According to one of the hadith we know as true, our prophet described the verse of throne like this.

The verse was introduced us as a spiritual power which ensures the security of a person both individually and as a group. That’s why the hadith encourages us to read the Throne Verse when we go to sleep, since the Verse of Throne secures not only the place it is read but also the neighbour areas as well.

Also reading the Verse of Throne after our daily prayers; this is because the true hadith we get from Rasulallah. This hadith which encourages us to read The Verse Throne after our prayers also includes many good news.

Why is that? Like I said; the verses which describe Allah’s identity are the most stunning verses in Qur’an. The importance of the Sura Ihlas also comes from this reason. Because the sura asks the question of “My Allah, who are you?”. This is the only reason which puts this sura a high ground. Other than that all suras are great too. But it is clear the importance of The Throne Verse according to the genuine hadiths we read.

At this point I believe it’s our best interest to rely on these genuine stories and hadiths we recieved from Rasulallah and act accordingly, since we have no other insight for universe and creation.

And I believe the protection methods against the evil of all invisible creations which we share the same world, should be at spiritual level as well. So we should derived these spiritual methods not from mere stories and myths or unreliable informations, but the true news we recieved and the Qur’an itself.

So I believe the best method for having the protection against spiritual dangers, best armor to wear against them is only the great shield, great armor of Qur’an. So protect yourselves with the shield of Qur’an against otherworldly dangers. There’s no protest about this, in fact it is encouraged.

256-) La ikrahe fid Diyni kad tebeyyenerrushdu minel gayy* femen yekfur Bittaguti ve yu’min Billahi fekadistemseke Bil urvetil vuska, lenfisame leha* vAllahu Semiy’un ‘Aliym;

There is no compulsion in (acceptance of) the religion (the system and order of Allah; sunnatullah)! The reality has become apparent (in its most perfect state) and has become distinct from corrupted ideas. Whoever abandons Taghut (worshipping the forces that don’t exist, but are assumed to exist through illusion) and believes in Allah (the Names that form his essence) indeed he has grasped a strong grip within his essence, that can never be broken. Allah is the Sami and the Aleem. (A.Hulusi)

Let there be no compulsion in religion: Truth stands out clear from Error: whoever rejects Taghut (evil) and believes in Allah hath grasped the most trustworthy hand-hold, that never breaks. And Allah heareth and knoweth all things. (A.Yusuf Ali)

La ikrahe fid Diyn There is no compulsion in religion. A verse which people love to use for every occasion these days. But never have once sat down and think over it, just a sentence on the tongue. There is no compulsion in religion. More specifically the nature of compulsion cannot fit in religion.

What is that supposed to mean? A person cannot be forced to be a member of a religion. Islam doesn’t count a person muslim if he is forced to be one. Because Islam is a matter of free will. A matter of choice. So a person cannot be a muslim if he doesn’t choose this path with his own free will.

That’s why none of the scholars, imams or other important important figures in Islamic history have said that a person who is forced to be a part of Islam should not be called a muslim. They have never used a single comment like, a person who is forced to the path of Islam is muslim. So naturally they never declare their opinions about the compulsion to be Islam. That’s why the invitation must always be optional. It is always called invitation, you are invited to Islam. The purposes of all those war are not for forcing people to be muslim. If that was the case, there wouldn’t be cizye (taxes of non-muslims in a muslim country). If that was the case then there won’t be a single non-muslim person on the grounds where muslims ruled over for all those centuries. But quite the opposite.

Ottoman had ruled the Balkans for over 350-400 years. But Balkans are still full of non-muslim individuals. The non-muslims which hadn’t been touched by Ottomans for almost 400 years; they are in control for only a century and yet, they have loathed Muslim. That’s something to pay attention.

The Islamic state in Andalus had ruled over 650- 700 years. But the christianism never siezed to exist, never rooted out. But after the failure of Muslims is 15th century in Andalus; not long after that, just after 100 years later there wasn’t a single muslim left in Spain.

That’s the difference. That’s why dear friends, when we say; La ikrahe fid Diyn there is no compulsion in religion, a person cannot be forced to be muslim; this sentence is commonly been misunderstood and misused.

Think about a person. A barber sign is hanged above him. You approach to him to get shaved and he replies, “Don’t force me, brother.” So what now, my appoach to you for shaving is a compulsion? You are the one who hanged that sign, is it wierd for me to ask you for a shave? Or is it just for asking a proof for your claims. What’s the compulsion for asking what you supposed to do? Or you wear a doctors coat and when I come to you and say; “Heal me.”, would you say; “Don’t force me, brother?” It’s ridiculous. “Force you, what are you talking about? If you are not a doctor, then take of that coat. Well if you are crook, then it’s another story.” That’s why if you say “I’m a muslim.”, you should act like a muslim.

Sure, there’s no compulsion in prays and other religious deeds. There should be no compulsion in worshipping. A person who is forced to execute his daily prays, cannot be given their rewards. Because the worshipping act is based on voluntary actions. It’s a matter of conscience. But the ground must be provided. This is the responsibility of an Islamic community. But asking a muslim to act like a muslim is something natural as asking a barber to act like one. If you are a muslim, then act like one. If not, don’t swank over it, take off that coat and put down that sign. At least you won’t play with other peoples hopes and intentions. Don’t play with their beliefs. That’s why these two things must be apart from each others.

kad tebeyyenerrushdu minel gayy Truth is seperated from wrong.

femen yekfur Bittağuti ve yu’min Billahi fekadistemseke Bil urvetil vuska, lenfisame leha Whoever rejects Taghut and shows faith in Allah; has grasped an absolute trustworthy hold. This is a translation of “Word of Witness”, dear friends. This whole verse is a translation for “Word of Belief” La ilahe Illallah is “The Word of Belief”. La ilahe here is denying Taghut and Illallah means believing Allah.

What is Taghut? If we take the Beydavi’s or Zemasheri’s description as a base, shortly everthing that prevents you from Allah’s way is a Taghut. Whether it’s alive or unliving, corporeal or demonic, spiritual or material, outside or within. Everything counts.

Actually idols are not Taghuts. Because Taghut is supposed to be something that prevents a person from Allah’s path at will. And since idols have no life and no will to begin with, they cannot block your paths. All idols are just mere tools in the nads of Taghuts. That’s why Taghuts are the ones who dominate the idols. They are the ones who benefit from them. People who start and sit on the throne of that idol trend.

That’s why whoever don’t deny Taghut, cannot show his faith to Allah. Because Taghut is the thing that puts you against Allah. As in Allah ordered something and Taghut ordered another. Allah banned something but Taghut made it free. Allah made something free but this time Taghut made it a taboo. That’s the definition of being a Taghut. So in that sense to be able to show faith to Allah, you should deny Taghut altogether. Or it won’t happen. You cannot say illallah without putting La ilahe word in front of it. They were doing this too, saying illallah but forgetting La ilahe. They were giving their faiths to Allah and other things besides Allah at the same time.

That’s why yu’min Billahi if he claims to have faith in Allah but yekfur Bittagut but still don’t rejects Taghut, that person doesn’t have faith to Allah. His faith is not admissible, it’s a rotten faith.

This verse is clear and open without needing and kind of translation. Be like this. Deny Taghut and show your faiths to Allah. Just like you say in “Word of Belief”. First comes La ilahe. First you should deny Taghut. Unless you resist the things which puts themselves against Allah, things which suits themselves the roles of gods, the people or thoughts who puts rules against Allah’s rules; basically if you don’t rejects the authorities of whom reject the Allah’s authority, your faith never works. If you can do that however, than you have managed to grasp a trustworthy, unbreakable ring.

vAllahu Semiy’un ‘Aliym; Allah is All-Hearing and All-Knowing about who really believed like this and who still have Taghut’s faith within their hearts.

257-) Allahu Veliyyulleziyne amenu yuhricuhum minez zulumati ilenNur* velleziyne keferu evliyauhumut tagutu yuhricunehum minen Nuri ilez zulumat* ulaike ashabun nar* hum fiyha halidun;

Allah is a friend (Waliyy) to the believers; He brings them out of darkness (ignorance of the reality) into Nur (seeing the reality with the light of knowledge). As for those who actively deny (the truth) their friend is Taghut (illusory ideas and forces) it brings them out of Nur into darkness. They are the people of fire (bound to suffer). They will reside therein (the condition of suffering) forever. (A.Hulusi)

Allah is the Protector of those who have faith: from the depths of darkness He will lead them forth into light. Of those who reject faith the patrons are the Taghut (evil) ones: from light they will lead them forth into the depths of darkness. They will be companions of the Fire, to dwell therein (for ever). (A.Yusuf Ali)

Allahu Veliyyulleziyne amenu Allah is the Protector of faiths and faithfuls. Or with words of common folks, famous beacon. Everyone has a beacon. It’s been like that throughout history. So this verse says, “If someone asks you who is your beacon, know that Allah is the friend of faithfuls.” yuhricuhum minez zulumati ilenNur That beacon must possess a feature, what is that? It saves people from tyranies and brings them to light against darkness.

Take notice that zulumat oppressions and tyranies are plural but Nur light is singular. Darkness cannot be singular because it has no source. Darkness is the definition of emptiness hence it has no source. But there are darknesses all over. So a person who can save himself or be saved from a darkness doesn’t necessarily find the light. He can fall into another darkness easily. Zulumat exist. It’s impossible to measure darkness with a single being. Darkness is the absense of light. It cannot be in existence on its own. So the superstitions is the darkness, they don’t exist. Because it’s the definition of non-existence.

Darkness is the emptiness. It’s virtual. Just like the modern life of these days. Empty. The absense of light is darkness. So if you pull back the light from one place, all you have left is an empty darkness.

Like I said the absense of light. So why is light singular then? Because it has a source. That source is singular. Naturally wherever the light exists, the darkness emerges. But if you see the light, you can search and find its source. It’s only natural.

velleziyne keferu evliyauhumut tagut The patrons of blasphemers are taghuts. I said before, everyone has a beacon. Everyone has a protector and a beacon. Qur’an also says this and adds, the beacons of blasphemers are taghuts.

yuhricunehum minen Nuri ilez zulumat They have their purposes and functions. What kind of functions? They prevent people to find the light. They direct them to darkness. From a darkness to another darkness. They show them pretty toys to attrack them. Because they have bat souls. Because of their natures just like bats, when they see the sun, their eyes become blind. They work at nights. Because they don’t want their crimes to be seen. They are dark-faced, dark-souled dark mens of a dark age. They are the children of darkness. The soldiers of satan. And naturally they call people to darkness. ulaike ashabun nar So they are the children of fire, they are the folks of fire. hum fiyha halidun; and they will stay there permanently.

258-) Elem tera ilelleziy hacce Ibrahiyme fiy Rabbihi en atahullahul mulk* iz kale Ibrahiymu Rabbiyelleziy yuhyiy ve yumiytu, kale ene uhyiy ve umiyt* kale Ibrahiymu feinnAllahe ye’tiy Bishemsi minel meshriki fe’ti Bi ha minel magribi febuhitelleziy kefer* vAllahu la yehdil kavmez zalimiyn;

Did you not see he who argued with Abraham about his Rabb because Allah gave him sovereignty? When Abraham said, “My Rabb is the giver of life and the taker of life” he said, “I can give and take life too.” When Abraham said, “Allah raises the sun from the east, go ahead and raise it from the west if you can,” the denier (concealer of the reality) was confounded! Allah will not guide (enable the realization of the reality to) the people of wrongdoing. (A.Hulusi)

Hast thou not turned thy vision to one who disputed with Abraham about his Lord, because Allah had granted him power? Abraham said: “My Lord is He Who Giveth life and death.” He said: “I give life and death”. Said Abraham: “But it is Allah that causeth the sun to rise from the east: Do thou then cause it to rise from the west.” Thus was he confounded who (in arrogance) rejected faith. Nor doth Allah Give guidance to a people unjust. (A.Yusuf Ali)

Elem tera ilelleziy hacce Ibrahiyme fiy Rabbihi en atahullahul mulk Did you not see he who argued with Abraham about his Rabb because Allah granted him power? Who was this man? You know, he was Nimrod. Just because Allah gave him power and sovereignty, he argued with Abraham about his Rabb? Qur’an says look at this man.

iz kale Ibrahiymu Back then Abraham said; Rabbiyelleziy yuhyiy ve yumiyt My Rabb is the Life-Giver and Life-Taker. kale ene uhyiy ve umiyt He then answered Abraham saying; “I also can kill and grant a persons life too. In fact according to historical records, he had called two inmates from dungeons. He had let one go free, and had another executed. He then said; “Just like then I can take and give life.”

kale Ibrahiym This time Abraham said; feinnAllahe ye’tiy Bishemsi minel meshriki fe’ti Bi ha minel magribi Allah raises the sun from the East, since you have claims of godhood, can you then cause it to rise from the West?”

febuhitelleziy kefer* the blasphemer was confounded. vAllahu la yehdil kavmez zalimiyn; Allah was talking about Nimrod but the speech is about to turn to the community. The society.

Why? The verse was about one person. Because no heretic can survive without a heretic group behind him. That’s why for every heretic, for every Nimrod, a group exists to make him Nimrod. They shall be with him. They are also Nimrods. Even if they have no such activities. If they stay quiet to Nimrod for his activities even contribute him, then their verdicts are the same as Nimrods. That’s why the verse ends with this sentence.

vAllahu la yehdil kavmez zalimiyn; Allah won’t give guidance to a community which stays on the way of evil-doings. They won’t let thim find the right path. Continues.

Like I said at the beginning of my lesson, almost all of the verses we read are about faith, faith to resurrection after death to another realm, faith which is the most important foundation of ethic behaviours. That’s why the speech always comes to that concept. There was a small incident told above about Abraham. And now another incident will be explained.

259-) Ev kelleziy merra ala karyetin ve hiye haviyetun ala ‘urushiha* kale enna yuhyiy hazihillahu ba’de mevtiha* feematehullahu miete ‘amin summe beaseh* kale kem lebist* kale lebistu yevmen ev ba’da yevm* kale bel lebiste miete amin fenzur ila taamike ve sherabike lem yetesenneh* venzur ila hımarike ve li nec’aleke ayeten lin Nasi venzur ilel izami keyfe nunshizuha summe neksuha lahma* felemma tebeyyene lehu kale a’lemu ennAllahe ala kulli shey’in Kadiyr;

(Did you not hear about the) one who passed by a town in which the buildings were in ruins and the people were dead, he thought, “How will Allah restore life here after this death?” Allah caused him to die at that instance and after a hundred years brought him back to life. “How long did you remain in that state?” He asked… The man answered, “One day or a part of it.” Allah said, “No, a hundred years have passed… Look at your food and your drink, they have not rotted, but look at your donkey (how it has rotted and only a pile of bones remain)! We made you a sign, an example for the people… Look at how We raise the bones and cover them with flesh.” When it became clear to him, he said, “I know with certainty that Allah is Qadir over all things!” (A.Hulusi)

Or (take) the similitude of one who passed by a hamlet, all in ruins to its roofs. He said: “Oh! how shall Allah bring it (ever) to life, after (this) its death?” But Allah caused him to die for a hundred years, then raised him up (again). He said: “How long didst thou tarry (thus)?” He said: (Perhaps) a day or part of a day.” He said: “Nay, thou hast tarried thus a hundred years; but look at thy food and thy drink; they show no signs of age; and look at thy donkey: and that We may make of thee a sign unto the people. Look further at the bones, how We bring them together and clothe them with flesh.” When this was shown clearly to him, he said: “I know that Allah hath power over all things.” (A.Yusuf Ali)

Ev kelleziy merra ala karyetin ve hiye haviyetun ala ‘urushiha* kale enna yuhyiy hazihillahu ba’de mevtiha Didn’t you hear about the person who passed by a town in which the buildings were in ruins and the people were dead, he thought, “How will Allah restore life here after this death?” This is the entry of this verse. A person… His way came to a town. A town which all things were in ruins, destroyed. Naturally he said; “How can Allah restore life here after so many destructions?” Didn’t you hear about that person. The message turned to us with a form of question.

Kale enna yuhyiy hazihillahu ba’de mevtiha* feematehullahu miete ‘amin summe beasehu Representaion continues. Allah caused him to die at that instance and after a hundred years brought him back to life. kale kem lebist He was then asked. “How long did you stay dead?”

kale lebistu yevmen ev ba’da yevm He answered “One day, maybe less than a day.” Interesting example. Consider yourselves in that state. You are dead. You are in your grave and you are asked this question. As you see, the time concept is not as the same for a person in grave. Yes.

kale bel lebiste miete amin No, on the contrary, you had stayed in that state for 100 years. fenzur ila taamike ve sherabike lem yetesenneh Look at your food and your drink, they have not rotted, venzur ila himarik but look at your donkey now. ve li nec’aleke ayeten lin Nas We made you a sign, an example for the people venzur ilel izam and look at these bones. keyfe nunshizuha summe neksuha lahma how We bring them together and clothe them with flesh. Look at them and think. felemma tebeyyene lehu When all these are explained to him, he made a confession. kale a’lemu ennAllahe ala kulli shey’in Kadiyr; He said; “All right. I confess. I submit. I know that Allah has power over all things.

If you ask about the content of what this verse says, in truth we have no strong proofs or documents to explain such a thing. All translations which explain this phenomena with long incidents and stories are all based on Talmut, the source of Israelian mythology. And there is no real proof there either. That’s why I believe this incident explained here is a representation. As in telling us, “Put yourselves in that mans shoes. Allah was giving a lesson to the people of that era with that eras features. Supposedly you find a way; won’t you get the same answers if you raise a person from the dead who had passed 500 years ago?

Of course there are lots of proofs and documents that Rabb of All Worlds resurrections. It’s highly possible that the people of some other ages, maybe by myths and legends, maybe by some real events occured ver back then; might know exactly what this verse is explained.

260-) Ve iz kale Ibrahiymu Rabbi eriniy keyfe tuhyil mevta* kale evelem tu’min* kale bela ve lakin liyatmeinne kalbiy* kale fe huz erbeaten minet tayri fesurhunne ileyke summec’al ala kulli cebelin minhunne cuz’en summed’uhunne ye’tiyneke sa’ya* va’lem ennAllahe Aziyz’un Hakiym;

And recall when Abraham said, “My Rabb, show me how you give life to the dead”. His Rabb said, “Have you not believed?” (Abraham) said, “Yes, but for my heart to be satisfied (I want to witness it)…” “Take four types of birds and train them so they grow accustomed to you, then place each of them upon four different hilltops and call them to yourself. They will come running (flying) to you. Know that Allah is the Aziz, the Hakim.” (A.Hulusi)

Behold! Abraham said: “My Lord! Show me how Thou givest life to the dead.” He said: “Dost thou not then believe?” He said: “Yea! but to satisfy my own heart.” He said: “Take four birds; tie them (cut them into pieces); then put a portion of them on every hill and call to them: They will come to thee (flying) with speed. Then know that Allah is Exalted in Power, Wise.” (A.Yusuf Ali)

Ve iz kale And now for us, another incident has been told to us with a different style. It’s this. Ve iz kale Ibrahiymu Once Abraham said; Rabbi eriniy keyfe tuhyil mevta My Rabb! Show me how You give life to the dead.” He asked that. He was a curious prophet. He got curious and asked for this. Kale Allah answered; evelem tu’min Have you not believed?

Yes, look at this dialog. Look at the warm talks between Abraham and his Rabb. It’s filled with love and affection. Yes, Kale, Abraham answered; Bela No, my Rabb, quite the opposite I have belief. ve lakin liyatmeinne kalbiy but to satisfy my own heart.”. I want to see “aynel yakiyn” (Close-intimate state). I want to experience Hak-el yakiyn.

kale fe huz erbeaten minet tayri Allah answered. Then take four birds. fesurhunne ileyke train them so they grow accustomed to you. This is the exact meaning. Train them, nurture them to you. summec’al ala kulli cebelin minhunne cuz’en Then seperate them and put them on different hilltops or release them there. summed’uhunne and call them. ye’tiyneke sa’ya You will see their flights. They will come running (flying) to you.

va’lem ennAllahe If we remember how the previous verse ends; it was kale a’lemu ennAllahe And here, it is va’lem ennAllahe Aziyz’un Hakiym; Then know that Allah is Exalted in Power, Wise. Allah is beyond any doubts. Allah is Aziyz and Possessor of Wisdom.

In fact there’s a witty response here, it’s that. Abraham; what would be the harm to Allah if you to don’t believe? What if none of you don’t exist; do you think Allah will be less? Allah is Aziyz, and Allah doesn’t get that wisdom from you. And by believing Allah, you don’t add might to Allah. By believing Allah you, add might and wisdom tou your own existences. Because you get your might from Allah.

Va’lem ennAllahe Aziyz’un Hakiym; So know this Abraham; you asked this question with love and affection. And I showed you the path. Otherwise Allah doesn’t need you. You are a friend. A Halil. And the reason of your question is obvious but don’t forget this. Allah doesn’t need you to exist. And you don’t add things to Allah by believing. Hakiym;

So..! Why does Allah do that, why create all the universe, create all the people, create all blasphemers among people, create heathen, then sent them prophets; and the prophets Allah sent down ask questions in return? If you ask for a reason, know that there’s a wisdom. You will ask this question so that in future until the Judgement Day, some of true believers will have the same love inside their hearts and want to see the things they crave with their own eyes. This is Aynel Yakiyn feeling, so whenever this feeling appear in their hearts, they shouldn’t feel guilty. They shouldn’t ask themselves, “Do I have hesitation in my faith, do I have suspicions, why am I asking these questions; like how does Allah create, what is afterlife going to be like.” They shouldn’t blame themselves because of these questions. This is a celestial frame. You Abraham asked me this so that the future true believers will feel calm. They won’t feel suspicions for their faiths every time they have this feeling. This is the wisdom behind all these.

Also a moral lesson resides in this verse, dear friends. Many different translations have been made for this verse, some of them are intensely long and some of them are a bit stretched. I believe there’s a big moral lesson here without pulling the meanings to supernatural things.

If you wonder how Allah will raise the dead again, o human; then look at the things in existence and see how they are oriented. Like when Abraham educated the birds when he called them, they fly back to the being who educated them. There’s nothing to be surprised about. Allah educated all things in existence like that. All creations are Allah oriented. Because they have their lights from that source. So just like how Abraham called for his domesticated birds to himself and they came to him flying;when Allah, the Rabb of All Worlds will call the things in existence to Himself, they too will come back. So these little birds you educated, even they fly back to you; when Allah calls back the souls He educated, they shall fly back to Allah. There’s no surprise, no obscurity, no complication there. Very interesting moral lesson, don’t you think?

Actually there’s no need to show the situation in an unnatural state. The Rabb of All Worlds says to Abraham; “Just like these birds you educated fly to you when you call them, the souls and bodies Allah educated will return to Allah when He called them. There’s nothing to be surprised about.” This is a lesson and This moral lesson is a proof of resurrection after death, and by that the eternal justice will come to life. Because no eternal justice means no need for moral behaviours. The thing forces a person to behave morally is that one day his acts will be rewarded. It’s this belief that keep the good deeds going.

[Additional Info1 – After that affectionate call, Allah commanded to show that life is something to fly away, then take four birds, according to the story as the bond of elif-lam words, find peacock, hen, crow, pigeon or eagle. Turn them to you, educate them, bind them to yourself.

At stand of Hamze, Sad’in is read with kesre and in others with zamme. With zamme the word comes from “dan” and with kesre the word comes from “den”. Both have the same meaning of “imale” (educating, teaching to behave domestically) word. The reading with zamme is explained with “imale” (education) and the usage of kesre is explained as “cut down.” But the according to the following sentences of this verse the “imale” meaning is quite sufficent. Because imale word also comes wth the followup meanings of “adding to yourself, connection to yourself” meanings. “Turn them to you, bind them to your being, know them with their truths and recognize them. (M. Hamdi Yazır (Elmalili) – Hak dini kuran dili)]

[Additional Info: The Prophet Abraham The Resurrection of Birds

{Nimrod once asked Abraham;

“Have you ever seen the resurrection by giving souls or reaping be taking them.”

After that Abraham fell into silence and he was showed an occurance as lesson.

With the order Abraham took from The Rabb of All Worlds, he took one peacock, one crow, one pigeon and one hen. He cut them down and made them into pieces. Mixed them altogether and put them to four hilltops as four stack. Then called them. They fly back to him. } (Tafsir of Abu-suud) ]

Allah of All Worlds..!

This belief is the belief of Afterlife, dear friends. Hope that Allah will grant us to be among the wordshippers who believe the afterlife with degree of “yakiyn.”

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”. “Esselamu aleykum.”


İSM-İ A’ZAM KONUSU HAKKINDA BİLGİLER

$
0
0

Resim12

 

“Euzübillahimineşşeytanirracim.

“Bismillahirrahmanirrahim”

“İsm-i A’zam”, Allah’ın en yüce ismi demektir. Kur’an’da;
Yüce Rabb’inin adını tesbih et” (Vâkı’a, 56/74, 96; Hâkka, 69/52;A’lâ, 87/1),
Azamet ve ikram sahibi Rabb’inin adı yücedir” (Rahmân, 55/78) buyurulmuş;
Bazı hadislerde Allah’ın ism-i a’zam’ından söz edilmiştir. Allah’ın en yüce ismi hangisidir? Allah’ın gerçekten ism-i a’zamı var mıdır? Allah’ın isim ve sıfatlarını birbirinden ayırmak ve derecelendirmek mümkün müdür? Bu konuda İslâm bilginleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Müminin ruhunu mâsivâdan arındırarak Allah’a yönelip dua ettiğinde her isim, ism-i a’zam’dır. Mesela Taberî (ö. 310/922), Eş’arî (ö. 324/936), İbn Hıbbân (ö. 345/965) ve Bakıllânî (ö. 403/ 1013) bu görüştedir.

Bu görüşte olanlara göre Allah’ın isim ve sıfatlarının hepsi yücedir, dolayısıyla aralarında üstünlük mukayesesi yapılamaz. (Râzi-Levami/92)

2. Allah’ın ism-i a’zamı vardır, ancak Allah, bu ismi bildirmemiş gizli tutmuştur. Dolayısıyla ism-i a’zam’ın hangisi olduğunu ve gerçek mahiyetini insanlar bilemez. (İbn Hacer)

3. Allah’ın ism-i a’zamı vardır, ve insanlar tarafından bilinebilir.

Bu isimler hangileridir? Bu konuda bir isim üzerinde ittifak edilememiştir. Farklı isimlerin ism-i `azam olduğu söylenmiştir. Hadislerde de farklı isimler geçmektedir. İsm-i a’zam olarak ifade edilen isimler şunlardır:

a) Allah lafzı (İbn. Ebî Şeybe Dua No; 2957) ve O’na işaret eden huve zamiri. (Râzi- Levami s 94-95)

b) Lâ ilâhe illâ hû (O Allah’tan başka ilah yoktur),

el-Hayyü’l-Kayyûm (diri ve kayyûm)

er-Rahmânve er-Rahîm.

Bu isimler, şu rivayetlerde geçmektedir:

Esma b. Yâzid’den rivayet edilmiştir. Peygamberimiz,

Allah’ın ism-i a’zamı şu iki âyettedir” buyurmuş ve Bakara sûresinin

İlâhınız bir tek ilahtır. O’ndan başka ilah yoktur. O, rahmandır, rahîmdir” (Bakara/163). âyeti ile Âl-i İmrân sûresinin

O Allah ki O’ndan başka ilah yoktur O, diridir, kayyûmdur” (A. İmran/2).

Übey İbn. Ka’b, Peygamberimizden ism-i a’zamı kendisine öğretmesini istemiş Peygamberimiz de Bakara sûresinin 255. âyetinin başında geçen “Allah, kendisinden başka hiç ilah olmayandır, O diridir, kayyûmdur” cümlesi ile Âl-i İmrân sûresinin “Allah kendisinden başka hiç ilah bulunmayandır, O diridir, kayyûmdur” anlamındaki ikinci âyetini okumuş ve ism-i a’zam, bu iki âyette gizli olduğunu söylemiştir. (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 258; Ahmed, III, 120, 158; V, 142, 350)

Sahabeden biri; Allah’ım senin isminle istiyorum ki “Senden başka İlâh yoktur. Sen Rahmân’sın, Rahîm’sin, gökleri ve yeri yaratansın. Bir şey murat ettiğin zaman ona “0l” dersin o da “olur” (A. İmran/17) diye dua etmiş. Hz. Peygamber de; “Nerede ise Allah’ın en yüce ismi ile dua ediyordun”. Buyurmuştur.(İbn. Ebi Şeybe, Dua No;29353)

Bu iki rivayette “Hüve” zamirinin dışında Allah’ın beş ismi geçmektedir: İlâh, Rahmân, Rahîm, Hayy ve Kayyûm. “İlâh” ismi “Vâhid” (tek) sıfatı ile nitelenmiş ve Allah’ın bir tek ilâh olduğu “lâ ilâhe illâ hû” (senden başka ilah yoktur) cümlesi ile vurgulanmıştır. Bu nitelikler, Allah’ın tekliğini, diri olduğunu, kâinatı yöneten ve bütün yaratıklara merhamet eden, gökleri ve yeri yaratan ve her dilediğini yapan olduğunu ifade etmektedir.

Hâkim’in el-Müstedrek’i ile İbn Mâce’nin es-Sünen adlı eserinde Allah’ın yüce isminin Bakara, Al-i İmrân ve Tâhâ sûrelerinde olduğuna dair bir rivayet vardır. (Hâkim Deavat, No;1866 – İbn Mâce, Dua, 9, II, 1267, No: 3858)

Bakara ve Âl-i İmrân sûresinde ism-i a’zamın olduğu bildirilen âyetler yukarıda zikredilmişti. Tâhâ sûresinde ism-i a’zamın olduğu bildirilen âyet ise “Bütün yüzler diri olan, yaratıklarına hakim ve onları koruyup gözeten Allah’a boyun eğmiştir ?” (Tâhâ, 20/111) anlamındaki âyettir.

Bu hadisi Ebu Ümame el- Bâhili’den rivayet eden ravi Kasım; “Ben araştırdım ve bu ismin “el-Hayyü’l-Kayyûm” olduğu sonucuna vardım” demiştir.

Hz. Aişe validemiz Peygamberimizden kendisine ism-i a’zamı öğretmesini istemiş ancak Peygamberimiz bu isteğe karşılık vermemiştir. Bunun üzerine Hz. Aişe validemiz namaz kılmış ve

“Allah’ım! Ben sana Allah (isminle) dua ediyorum. Sana Rahmân (isminle) dua ediyorum. Sana Berr ve Rahîm (isminle) dua ediyorum. Sana bildiğim ve bilmediğim tüm güzel isimlerinle dua ediyorum. Beni bağışlamanı ve bana merhamet etmeni (diliyorum)” şeklinde dua etmiştir.

Hz. Aişe validemiz, “Hz. Peygamber beni dua ederken duydu ve, `ism-i a’zam, mutlaka dua ettiğin isimler arasındadır’ buyurdu” demiştir. (İbn Mâce, Dua, 9, No: 3859, II, 1268)

İbn. Hacer’in senet yönünden zayıf gördüğünü (İbn.HacerXI,,191) Bu hadiste dört isim; Allah, Rahmân, Rahîm, ve Berr) geçmektedir ancak Hz. Aişe Allah’ın bütün isimlerinle atıfta bulunmuştur.

c) “O Allah’ki O’ndan başka ilah yoktur O’ ulu arşın Rabbidir. (Neml/26) Bunun İsm-i Azam olduğunu Hz. Ali nin torunlarından Zeynel Abidin söylemiştir.

d) Mennân, Bedî’u’s-semâvâti ve`l-ard, Zü’l-celâli ve’l-ikrâm

Enes b. Malik (r.a.) diyor ki; Hz. Peygamber (a.s.) bir gün camiye girdiğinde bir sahâbî namaz kılıyordu. Bu sahâbî namazdan sonra dua etmeye başladı ve duasında şöyle diyordu:

Allah’ım! Senden başka ilah yoktur. (Sen), Mennân’sın / çok nimet verensin, gökleri ve yeri yokken vâr edensin, Celâl ve ikram sahibisin“.

Sahâbînin yaptığı bu duayı işiten Hz. Peygamber (a.s.) bize,

Bu kimsenin nasıl bir dua ettiğini biliyor musunuz?” diye sordu ve kendisi şu açıklamayı yaptı: “Bu kimse, Allah’ın ism-i a’zamı ile dua etti ki ism-i a’zam ile dua edildiğinde Allah bu duayı kabul eder ve bu isimle istenince Allah verir” (Tirmizî, Deavat, 100, V, 550)

Nesâî’nin rivayeti, “Allah’ım şu isimlerin ile senden istiyorum. Şüphesiz her türlü övgü senindir” cümleleriyle başlamakta “Ey diri olan, her şeyin yöneticisi olan (Allah’ım!) Senden istiyorum” cümleleriyle sona ermektedir. (Nesâî, Sehv, 58, III, 52)

Tirmizi’nin garip olarak nitelediği bu hadiste Allah’ın 5 ismi geçmektedir Bunlar; İlâh, el Mennân, (Bol nimet veren), Bedî’üs-semâvâti ve’l ard. (yerleri ve gökleri yaratan). Zül Celâl ve Zül İkrâm (Celâl ve İkram sahibi.), Lâ ilâhe illâ Ente (senden başka ilâh yoktur) isim ve sıfatlarıdır. Bu isim ve sıfatlarda Allah’ın tek ilâh oluşu, nimet ve ikram sahibi, ve yaratıcı oluşu vurgulanmaktadır.

Bu hadisin İbn Mâce’nin Sünen adlı eserindeki rivayeti şöyledir: Enes bin Malik anlatıyor. Hz. Peygamber bir adamın; “Allah’ım! `Hamd sana mahsustur’, `Senden başka ilah yoktur, sadece Sen varsın, Senin eşin yoktur’, `Sen mennansın’, gökleri ve yeri yaratansın’, `celal ve ikram sahibisin’ isim ve niteliklerin ile istiyorum” dua ettiğini duydu ve “Bu adam Allah’tan, O’nun yüce ismiyle istedi ki Allah ism-i azamı ile istenildiği zaman verir ve bu isim ile dua edildiği zaman kabul eder” buyurmuştur. (İbn Mâce, Dua, 9. No: 3858. II, 1268)

Aynı hadis’in Hâkim’in el Müstedrek’inde ki rivayetinde “Ya Hayyü Ya Kayyûm” ve “senden cenneti isterim ve cehennemden sana sığınırım.” İlavesi vardır.

Bu rivayette Allah’ın övgüye lâyık ve tek İlâh olduğu, eşi ve benzeri vurgulandıktan sonra “Hannân” ismi ve sonunda “Ya Hayyû, Ya Kayyûm” Allah’ım senden istiyorum ilavesi vardır. (İbn. Hıbban Ed’ıye no;893)

Peygamberimiz (a.s.) birinin “yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm” dediğini duymuş ve bunun üzerine, “şüphesiz sana icabet olundu, artık iste” demiştir. (Tirmizî, Deavat, 100. V, 550) Bu sözü ile Peygamberimiz anılan isimlerin ism-i azam olduğuna işaret etmiştir.

e) “Allâh”, “lâ ilâhe illâ hû”, “ehad”, “samed”, “ellezî lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehû küfüven ehad” Sahabeden Büreyde el-Eslemî diyor ki: Peygamber (a.s.) bir sahâbînin, “Allah’ım! Şüphesiz ben tanıklık ederim ki gerçekten Sen Allah’sın, Senden başka ilah yoktur. (Sen) teksin, Samed’sin, çocuğu olmayansın, doğrulmayansın ve hiçbir dengi bulunmayansın” (isimlerinle) Senden istiyorum” diye dua ettiğini duydu.

Bunun üzerine, “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu kimse Allah’a ism-i a’zam ile ile dua etti ki ism-i a’zam ile dua edildiği zaman Allah bu duayı kabul eder ve bu isimle dua edildiği zaman (istenileni) verir” buyurdu. (Tirmizî, Deavat, 64. No: 3475. V, 516. İbn Mâce, Dua, 9. No: 3857. II, 1367-1368.)

Bu hadiste de Allah’ın; ilâh ve Samed olduğu, anası-babası ve çocuğu olmadığı ve dengi bulunmadığı zikredilmiştir.

f) Lâ ilâhe illâ Ente Sübhâneke İnnî Küntü minez-zalimîn (Enbiya/87) Peygamberimiz ashabına bu duanın İsm-i Azam duası olduğunu bildirmiştir.

Size İsm-i Azam’ın ne olduğunu bildireyim mi, Ki bu isim ile dua edildiği zaman Allah bu duaya icabet eder ve bu dua ile istenildiği zaman da istenileni verir.

İsm-i Azam duası Yûnus peygamberin balığın karnında üç kat karanlık içinde Lâ ilâhe illâ Ente Sübhâneke İnnî Küntü minez-zalimîn (Allah’ım Senden başka İlâh yoktur Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, gerçekten ben zalimlerden oldum”. Şeklinde yaptığı duadır.

Bir adam “Ey Allah’ın elçisi bu dua sadece Yûnus peygambere mi mahsus yoksa bütün mü’minler içinde geçerli mi? diye sormuş. ResulAllah’ta Allah’ın; “Biz onu kederden kurtardık ve aynı şekilde mü’minleri de kurtarırız” sözünü duymadın mı cevabını vermiş ve her hangi bir Müslüman hastalığında kırk defa bu duayı okur, (Ancak iyileşmeyip bu hastalığı ile) ölürse ona Allah şehid sevabı verir. Eğer iyileşirse bütün günahlarından bağışlanmış olarak iyileşir buyurmuştur. (Hâkim-Deavât/1865 I.506)

g) Rabb ismi; Sahabeden Abdullah İbn. Abbas ve Cabir ibn. Zeyd Allah’ın en yüce isminin ”Rabb” ismi olduğpunu söylemişlerdir. (Hâkim-Deavât-1860 İbn. Ebi Şeybe- dua/29357)

h) Mâlikü’l- Mülk; Peygamberimiz; “Allah’ın İsm-i Azamı – ki onunla dua edildiği zaman icabet eder- A. İmran suresinin; “Deki Allah’ım, eu mülkün sahibi, sen mülkü dilediğine verirsin ayetindedir. (El Heysemi- Ed’ıye-26, No;17263)

Zikrettiğimiz hadislerde Allah’ın ism-i a’zamı olarak birden çok ismi geçmektedir. Bu isimlerin başında lafza-i celal “Allah” gelmektedir, sonra er Rahmân, er Rahîm, er Rabb, Mâlik’ü’l Mülk, el Mennân, Ahad, es Samed, el Hayy, el Kayyûm, Bedî’u’s-semâvâti ve’lard, Zû’l-celâli ve’l-ikrâm, lâ ilâhe illallah, lâ ilâhe illâ ente, Lâ ilâhe İllâ Hu isimleri gelmektedir. (Doç. Dr. İsmail Karagöz- Esma-i Hüsna)

************************************************************

İSM-İ AZAM YA DA AYET-ÜL KÜBRA

KONEVİ’NİN KIRK Hadis Şerhi üzerinde tefekküre devam ediyorum.

Bu kez tefekkür mevzuu ism-i azam meselesi.

Konevi söze önce Peygamberimiz’in farklı farklı dua ettikleri birkaç sahabesine “ismi azamla dua etti” buyurmasını nakille başlıyor. Nasıl oluyor da her biri farklı isimlerle dua ettikleri halde ism-i azamla dua etmiş olabiliyorlar? “İsm-i azamla dua edenin duası reddolunmaz” hadisinin de müjdesi ortada iken, hangisinin ism-i azam olduğunu bilmek önemli değil mi? Konevi de bu meseleye kafa yoruyor.

Önce “Allah Adem’e bütün isimleri öğretti” ayeti ile başlayalım. Buradan öğreniyoruz ki insana öğretilen isimler sonsuz. Zira ‘bütün isimler’ kavramı Allah için söz konusu edildiğinde, sonsuza tekabül ediyor. İnsan, marifeti genişledikçe bu isimlere yenisini katıyor. Marifet de kuşkusuz marifet-ün nefsden ibaret. Zira isimler bünyemizde derc edilmiş, kendimizi bilme oranımız arttıkça isimleri de bilme oranımız artıyor. Marifetünnefsin marifetullaha götürmesi sırrı burada gizli.

Adem’e isimlerin öğretilmesinden sonra her bir peygambere farklı isimlerin azam isim olarak verildiğini görüyoruz. Füsus-ul Hikem’den yardım alırsak, her bir peygamberin kendisiyle tahakkuk ettiği, sair isimleri onun penceresinden gördüğü, bir hakikati/ayn-ı sabitesi var. Bu hakikat bizatihi o ism-i azam.

Bu diğer insanlar için de geçerli. Her birimizin üzerimizde mütecelli diğer isimlerden ayrı, hayatımıza şekil vermede liderlik eden bir isim var. Bizim ism-i azamımız. İbnül Arabi terminolojisiyle Rabb-i Hass’ımız. İnsanın kendi hakkında da, Rabbi hakkında da marifeti, bu isimle zirve yapıyor. Rabbimizi bize en iyi anlatan isim bu, en azından bizim için. Bu da ashabın farklı farklı isimlerle dua etmelerine rağmen, Efendimiz’in onlardan “İsm-i azamla dua ediyorlar” diye söz etmesini izah ediyor.

Buraya kadar sübjektif bir ism-i azamdan söz ettik. Peki ism-i azam meselesinin objektif bir yönü hiç mi yok? Elbette var, şöyle ki:

Allah’ın isimlerinin her birinin arasında mevcut bir hiyerarşi de bulunuyor. Zat isimleri, sıfat isimlerinden, sıfat isimleri fiil isimlerinden kıdemli. Buna Risale terminolojisiyle şûun, sıfat ve esma da diyebilirsiniz. Zat isimleri ya da şûun, diğer isimlere kıdemli olması manasında ism-i azam oluyorlar. Bu isimler Hayy, Alim, Murid, Kâdir isimleri. Kudret tüm fiil isimlerinin üzerinde cereyan eden bir isim. El Kâdir ve el-Kadîr biçiminde düşünülmeli. El-Halik, el-Bari’,el-Musavvir, el-Kâbıd, el-Basıt isimleri ondan zuhur ediyorlar. Kadîr ismi hepsinin ümmü, yani anası, çıktıkları yer. Bu anlamda Kadir ismi ile dua eden zikrettiğimiz tüm isimlerle bizatihi zikretmeden dahi dua etmiş oluyor.

Bu bağlamda er-Rauf, el-Vedud, el-Atuf gibi isimler de el- Murid ismine tabiler. Hakeza, el- Hasib, er- Rakib, eş- Şehid vb. isimler de el ‘Alîm ismine. Bu arada kudretin iradeye iradenin ilme ilmin ise hayata tabi olduğunu belirtirsek, tüm isimlerin el Hayy’da toplandığını da rahatlıkla görebiliyoruz. Bu da bize sübjektif olanın dışında ayrı bir ism-i azam anlayışı veriyor. Birçok büyük âlimin Hayy isminin ism-i azam olduğunu söylemelerinin altında böyle bir anlayış yatıyor. (Devam ediyor)

********************************************************

İSM-İ ÂZÂM HAKKINDA

İsm-i a’zam sözlükte “en büyük isim” anlamına gelmektedir. Terim olarak Allah’ın en güzel isimleri içerisinde yer alan bazı isimleri için kullanılmıştır. Bir grup İslam alimi, Allah’ın isimlerinin hepsinin eşit derecede büyük ve üstün olduğunu söylemiş, birini diğerlerinden ayırmamışlardır. Bir grup ise hadisleri göz önünde bulundurarak, bazı isimlerin diğerlerinden daha büyük ve faziletli olduğu görüşünü benimsemişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bazı hadislerinde ism-i a`zamdan bahsedilmekte, bu isimle dua edildiği zaman, duanın mutlaka kabul edileceği bildirilmektedir (Ebu Davud, Vitr, 23; Tirmizi, Da`avat, 64, 65, 100; Nesai, Sehv, 58; İbn Mace, Dua, 9, 10). Fakat Allah’ın en büyük isminin hangisi olduğunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü bu hadislerin bir kısmında “Allah” ismi, bir kısmında ise’’Rahmân, Rahîm” (esirgeyen, bağışlayan), “Hayyü’l-Kayyum” (diri ve her şeyi ayakta tutan), “Zü’l-celali ve’l-ikram” (ululuk ve ikram sahibi) isimleri Allah’ın en büyük ismi olarak belirtilmektedir. Öte yandan Hz. Ali’nin ism-i a’zamı şu altı isim olarak saydığı zikredilmektedir: Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddus”.

İSMİ ÂZÂM KONUSUYLA İLGİLİ BAZI HADİSLER.

“Rasulullah (s.a.s.) bir kişinin şöyle dua ettiğini işitti: “Allah’ım, şehadet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden talep ediyorum: Sen, kendisinden başka ilah olmayan Allah’sın, birsin, samedsin (hiçbir şeye ihtiyacın yok, her şey sana muhtaç), doğurmadın, doğmadın, bir eşin ve benzerin yoktur.” Bunun üzerine Efendimiz Efendimiz buyurdular: “Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin olsun, bu kimse, Allah’tan İsmi Azamı adına talepte bulundu. Şunu bilin ki, kim İsm-i Azamla dua ederse Allah ona icabet eder, kim onunla talepte bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir.” (Tirmizî, Daavât, 65)

Bu konuda başka bir hadis meali de şöyledir: “Bir adam şöyle dua etmiştir “Ey Allah’ım, hamdlerim sanadır, nimetleri veren sensin, senden başka ilah yoktur. Sen semavat ve arzın celal ve ikram sahibi yaratıcısısın, Hayy ve Kayyumsun (kâinatı ayakta tutan hayat sahibisin. ) Bu isimlerini şefaatçi yaparak senden istiyorum! “ (Bu duayı işiten) Resulullah (s.a.s.) sordu: “Bu adam neyi vesile kılarak dua ediyor, biliyor musunuz? “ “Allah ve Resulü daha iyi bilir? “ “Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, o Allah’a, İsm-i Azam’ı ile dua etti. O İsm-i Azam ki, onunla dua edilirse Allah icabet eder, onunla istenirse verir.” (Ebû Dâvud, Salât, 368) (Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı)

******************************************************************

ALLAH İSMİ ŞERİFİNİN İSM-İ ‘AZAM OLMASI.

Allah ismi celili, Ceneb-ı Hakkın has ismidir. Esma-i Hüsna nın içinde ism-i A’zamdır. Bu mübarek isimde öyle hususiyetler vardır ki öteki isimlerde bulunmaz.

Bir kere bu isim bir alemdir ve Esma-i Hüsna dan ilk gelmiş olanıdır. Yine ilk gelen ayet Besmele-i Şerifedir, bütün bir sure halinde ilk gelen de Fatiha suresidir. Varlığın Nûru ve Allah’ın Azîz nebisi şöyle buyurmuşlardır;

“ Besmele Allah’ın isimlerindendir ve Besmele ile Allah’ın İsm-i A’zam’ı arasında gözün beyazlığıyla siyahlığı arasındaki gibi yakınlık vardır.

Besmele de ilk isim Allah ism-i şerifidir, sonra Rahmân ve Rahîm isimleri zikredilir. Her hayırlı işe başlanırken de yineAllah adı ile başlanır. Esma-i Hüsna içinde bu mübarek isim asıldır öteki isimler buna tabidir. Bilindiği gibi Allah işsm-i şerifi, Cenab-ı Kibriyanın zat-ı sübhânesine mahsustur Mecaz yoluyla dahi olsa Allah-u Tealâdan başkasına asla söylenemez.

Alemde ahmakların başı diyebileceğimiz firavun bile kendi kavmine karşı; Ene Rabbükümül a’lâ. (Nâziat/14) dedi. Fakat Enellah = Ben Allah’ım demedi. Zaten diyemezdi de O zaman ona kargalar bile gülerdi.

Ama öteki isimler öyle değil, bunlar ad olarak Bazı insanlara verilebilmektedir. Meselâ Azîz, Kerîm, Rahîm, Halîm, Hasîb, Reşîd gibi. Esası şöyle olması daha uygundur; Abdü’l Kerîm, Abd’ül Azîz, Kerîm’in kulu, Azîz’in kulu manasına.

Merhum Mhamdi Yazır tefsirinde diyor ki; “Allah” ismi “Tanrı” adı ile terceme olunamaz Bunun içindir ki Süleyman Çelebi Mevlidinde “Allah” adı ile başlamış, “Tanrı adı” dememiştir ve o bahrin sonunda “Birdir Allah andan artık tanrı yok” diyerek tanrı kelimesini İlâh karşılığında kullanmıştır.

“… İşin başımda şunu itiraf etmek gerekir ki bilgimiz gerçekten ibadete lâyık olan Allah’ın zatını kuşatmadığı gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça kullanım açısından (Allah) yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur, bunun aslını göstermek imkânsızdır.

Diğer bir husus da şudur ki: İmanın temeli olan “Kelime-i Şehadet” sadece bu mübarek isimle hâsıl olur. Başka bir isim müslüman olmak için kâfi değildir.

Meselâ: Bir Hristiyan’ın, bir puta tapanın, Müslim ol¬mak için önce “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” demesi ve diliyle dediğini kalbiyle tasdik etmesi lâzımdır. Yani: Kelime-i Şehâdeti veya Kelime-i Tevhidi tam ola¬rak söylemesi için “Allah” ism-i şerifine ihtiyaç vardır. Bu¬nun yerine “eşhedü enlâ ilahe ille’l-Melik” yahud “Eşhedü enlâ ilahe îlle’r-Rahmân” veya “Eşhedü enlâ ilahe ille’r-Rezzâk…” denilse, Kelime-i Şehadet söylenmiş olmaz ve İslâm’a girilmiş de olmaz. Mutlaka: “Eşhedü enlâ ilahe illallah” demek lâzımdır.

Yukarıda da geçtiği üzere “Allah” ism-i şerifi tek ve eşsiz olarak Zât-ı Hakkı ifade eder. O’nun has ve özel ismidir. Bu sebeple o mübarek isimde akılların kavrayamayacağı sırlar gizlidir. Evet:

İstersen aşk-ı vefa,

Sen, Allah de, Allah de.

Her nefes ve her defa,

Sen, Allah de, Allah de!..

Bunun misli bulunmaz.

Verir gönüllere haz,

Alnından öpecek yaz,

Sen, Allah de, Allah de!..

Aldırma aksın yaşın,

Bu olsun arkadaşın,

Dara düşerse başın,

Sen, Allah de, Allah de!..

Bir kuş olur can kafeste,

İşte budur ulvî beste,

İlk nefes ve son nefeste,

Sen, Allah de, Allah de!..

Kur’an-ı Kerim’in yüzlerce ayetinin sonunda Cenâb-ı Hak, önce has ismini zikrediyor, sonra sıfatlarını nazara veriyor. Meselâ “İnnellâhe alâ külli şey’in kadîr (Ankebut/20) = Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.” “İnnellâhe Vâsi’ün alîm (Maide/54) = Şüphe yok ki, Allah Vâsi’dir, hakkıyle bilicidir.” (Yani Rahmet ve kudreti, lütfü müsâadesi geniştir.) “İnnellâhe ma’assâbirîn (Bakara/153) = Hiç şüphe yok ki, Allah sab-redenlerle beraberdir.” “İnnellâhe Gafurun Rahîm (Enfal/69) = Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.

Demek ki, sır ve hikmet bu mübarek isimde cem edil¬miştir. Öyle olduğu için bu mübarek isim gönüllere gözler açar, velîler ve âşıklar bunu söylemeye doymazlar.

BİR BAŞKA HİKMET:

“Allah” isminin hem lafzında hem mânâsında topluluk vardır. Şöyle ki: Bu mübarek ismi teşkil eden harfler tek tek kaldırılmış olsa, mânâyı bozmak imkânı yoktur ve yine Cenâb-ı Zât-ı Hakk’a delâlet eden bir ism-i alem olarak kalır.

Meselâ: İsmin başındaki hemze kaldırılacak olsa “Lillâhi” olur. Bunun Kur’an-ı Kerim’de karşılığı vardır:

Lillâhi ma fiys Semavati vel Ard* (Lokman/26) “Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ındır.”

Birinci lâm kaldırılıp “Lehû” dense, bu kere de: “Lehû mülkü’s-semâvâtı vel ardı” (Furkan/2) âyeti karşımıza çıkar. Bu lâm da kaldırılıp sâdece “Hû” dense yine aynı mânâdır. Yine Allahü Teâlâ’ya delâlet eder:

O, öyle Allah’dır ki, kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur.” (Haşr/23) âyet-i celilesi gibi… İsm-i şeriften yalnız bir “He” kalsa yine Zât-ı Kibriya’ya delâlet eder. Çünkü “He” de “Esmâü’l-Husnâ” dan bir isim¬dir. Hem öyle ki bu dahî Zât-ı Ulûhiyyete bir nişane…

İşin daha da ibretli ve hikmetli tarafı var: Âlemde her canlı mahlûk, teneffüs etmek suretiyle istese de istemese de Yüce Allah’ı zikretmektedir. İnanan da inanmayan da buna mecbur. Nefes aldıkça, hayatta kaldıkça bu böyle devam eder. “Ben nefes alma¬dan yaşarım!” diyebilecek bir aslan henüz yaratılma-mıştır. O inkârcılar, o şucu, bucular var ya, bilmeden Allah’ı anmaktadırlar. Çünkü nefes alıyorlar. “He” harfinin mahreci göğüsten ve ciğerlerden gelen nefes ile çıkar. Buna göre, her nefes, “He” harfidir. Her nefes “He” harfi olunca, teneffüs eden her mahlûk farkına varmadan her nefeste şanı yüce Allah’ı bu ismiyle anmaktadır. O kadar ki, Allahü Teâlâ’yı anmak bittiğinde o canlının da hayatı son bulmaktadır. Bir kâfir, bir madde¬ci, bir bilmem ne, inkârda zirvelere çıksa, nefesi onu her dakika yalanlamakta ve ona şöyle haykırmaktadır:

Ey hünersiz, ey bilgisiz adam! Kendine yazık edi¬yorsun! Benim varlığım, O’nun sonsuz kudretinin bir ese¬ri. Ben durduğum an, sen ölüm uykusuna dalmış, hayat¬tan silinmiş olursun! Vah sana, vah!

Evet, ne desem?

Cenge mi girişirsin, ey ham adam, Hak ile?

Senin beynini deler, bir zerre toprak ile!..

MÂNÂDA TOPLULUK;

Yine mânâ cihetiyle de bu mübarek isim, öteki isimle¬rin hepsini kendinde toplamıştır. Diğer isimlerde bu cemiyet yoktur. O isimler yalnız bir sıfat yahut bir fiile delâlet ederler.

Şimdi şu isimlere bir göz atalım:

a) Er-Rahmân, yalnız rahmeti,

b) Er-Rezzâk, yalnız rızkı,

c) Er-Rahîm, yalnız merhameti,

d) El-Gaffâr, yalnız mağfireti,

e) El-Kadir, yalnız kudreti,

f) Es-Semî’, yalnız işitmeyi,

g) El-Azîm,yalnız azameti ifade eder.

Fakat Cenâb-ı Hakk’ın has ismi olan “Allah” ism-i şerifi bütün isimlerin mânâlarını hepsini birden toplu ola¬rak ifade eder. Demek ki bir kimse “Yâ Allah!” dediğinde yüce yaratıcımızı bütün isimleriyle ve bütün sıfatlarıyla anmış olur. Bu sebeple “Esmâü’l-Hüsnâ” içinde “Allah” ism-i şerifi ism-i a’zamdır. Şânı büyük, bereketi bol, feyzi ve inayeti ebedîdir. O mübarek ismin feyziyle gönüllerde cennet çiçekleri açmış, velîler ve âşıklara bu isim gıda olmuştur.

Yukarıda da geçtiği üzere bu mübarek ismi lâfız ola¬rak bozma imkânı yoktur. İnsan isimlerinden herhangi bir harf kaldırılacak olsa, artık o isim olmaktan çıkar ve bir mânâ ifade etmez. Meselâ: Hasan isminin başından (H) harfini kaldırsak (asan) sonundan (N) harfini alsak, geriye (Hasa) kalır. Şerîf isminin başından (Ş) harfini kaldıracak olsak (Erif) kalır ki bir mânâ taşımaz. Buna mukabil “Allah” ism-i şerifinin hangi harfini alırsak alalım, onu bozmak ve mânâsını değiştirmek ihtimali yoktur. Bu dahî düşünül¬mesi gereken sır ve hikmetlerden…

Evet:

O ne madde, ne cevher. Zât-ı Kibriya tekdir,

Selim akıllar O’nu imanla bilecektir!..

Arifler sultanı Bayezîd-i Bestamî Hazretlerine:

“Ey Hak erlerinin başı, denildi, ism-i a’zam hangi isimdedir?” Ay yüzlü mânâ pîri dedi ki:

“O, öyle bir isimdir ki, onun çizilmiş bir sınırı yok¬tur. Fakat sen, kalbini Allahü Teâlâ’nın vahdaniyyeti için boşalt, mâsivâdan kalbini temizle. Bu durumda olduğun zaman rabbini dilediğin bir isimle zikret!” (Mustafa Necati Bursalı- Esmaü’l Hüsnâ şerhi-s/48-55)

*************************************************************

İSM-İ ÂZÂM YOKTUR

Âlimlerden, İsm-i Azam yoktur diyenler de vardır. Mevcudiyeti kesin olmayan, eğer varsa hangi isimden veya isimler grubundan oluştuğu bilinmeyen İsm-i Azam’ı öne sürerek maddi sonuçlar beklemek, din, bilim ve akılla uzlaştırılması mümkün olmayan bir davranıştır. Manevi kazançlar için İsm-i Azamla dua edilebilir. (DİA. 23:76)

************************************************************

(İSM-İ AZAM HAKKINDA) Allah’ın ismi azam meselesi var ya kültü, o bizde yok, o onlardan bize geçti. İsmi azam belli Allah, daha ne olsun. Allah’ın esmasıyla hayatın tüm alanlarına tecellisini inkâr edip onu hayattan dışlayan bir tasavvura sapmak. Modern sekülerlik sapmanın bu türünü içinde en yoğun biçimde barındırmaktadır demişiz. (M. İslamoğlu (Esma dersleri, giriş-6/2))

(Not; Sn. İslamoğlu hocamın bu konudaki daha detaylı açıklamasına ulaşamadım. Bulduğumda onu da ilave edeceğim.)

**************************************************************

“İSM-İ ÂZÂM” KÜLTÜ İSLAM’A AİT DEĞİLDİR.

….İslâmî olmayan bir kaynaktan gelmesi muhtemel Beyan’ın öğretilerinin bir diğeri de, onun, Allah’ın “İsm-i Azam’ı”nı bildiğini ve böylece olağanüstü güçlere sahip olduğunu iddia etmesidir. Beyan kendisinin “İsm-i Azam” bilgisi vasıtasıyla Venüs gezegenini çağırabilme ve bir cevap alabilme yeteneğine sahip olabildiğini iddia etti.43

Yüce bir ismin bu önemi için birtakım benzer veya muhtemel kaynaklar vardır. Örneğin Alfred Guillaume, bilgi yoluyla ve esrarlı veya yüce bir ismi kullanmakla özel güçler kazanma inancının, binlerce yıldır yakın doğuda mevcut Olduğunu belirtmiştir. Böyle bir öğretide mevcut olan fikir, bir şahsın ismini bilen kimsenin, bu suretle o şahsın üzerinde güç sahibi olmasıdır. 44

Kavramın çok eski çağa ait olduğunun bir belirtisi, İsis’in, Güneş Tanrısı Ra’nın üzerinde, onun esrarlı “Yüce İsmi” ni öğrenmesinden sonra, güç kazanmış olduğu rivâyet edilir olmasına uygun olarak eski bir Mısır hikâyesinin içeriğinde görülebilir.45

Yüce bir isim inancı aynı zamanda Musevîlik te de bulunabilir. “İsm-i Azam”ın Yahudîlikteki karşılığı Shem ha-Mephorash “kutsal isimdir”dir ki o, sihirle ilgili spekülasyonun konusuydu.46 O, olağanüstü gücü elde etmek felsefesiydi ve bu nedenle bir sihirbazlık formülü olarak kulllanıldı.47

“ İsm-i Azam”a dâir spekülasyon Musevî Merkabah mistitisizminin en önemli bir özelliği idi. Bu konuda, sihirbazın, kendisini “ İsm-i Azam” la aşılayarak, yâni içine ismin dokunulmuş olduğu özel bir elbise ile kendisini giydirerek, o yolla özel güç ele geçirmiş olduğu bir dinî tören vardı.48

Sasanî Fars’ın Mazdekî fırkalarının, “İsm-i Azam”ın gücüne dâir nazariye kurmakla kendilerini meşgul etmiş oldukları nakledilir.

Şehristanî, İslamî ve İslam dışındaki fırkalarla ilgili eserinde (el-Milel-ve’n-Nihal) Mazdekilerin “İsm-i Azam”ı bilen her kimsenin “Sırr-ı Âzam”ı (Çözümlenemez Esrar)ı bilmeye eriştiğine inandıklarını kaydeder.49

Muhtemeldir ki, Beyan, bu fırka (Mazdekîler) onuncu ilâ on ikinci asırlara kadar geç dönemlere değin Irak’ın komşu eyâleti Fars’da var olmaya devam ettiği için, 50 her ne kadar böyle bir ilişki ispat edilemez ise de, Mazdekî öğretiyi öğrenmiş olabilirdi. Kesin olan şey, Allah’ın “İsm-i azam”ının manipulasyonunun, kadîm zamanlardan, en azından son asırlara dek yakın doğu sihrinin yaygın bir özelliği olduğu idi.51

Daha önce kaydedildiği gibi, Beyan; pekâlâ sihrin tatbikatıyla meşgul olmuş olabilir. Elbette onun arkadaşı Mugire b. Saîd, özellikle sihirle ilgili bilgisi ve maharetleriyle meşhurdu ve Beyan’a “İsm-i Âzam”ın sihrî kullanımını öğretmiş olabilirdi. (BEYAN B. SEM’AN VE BEYÂNİYYE: EMEVÎ IRAK’ININ ŞİÎ AŞIRILARI – William F. TUCKER)


Viewing all 326 articles
Browse latest View live