Quantcast
Channel: KURAN MEAL TEFSİR (DERLEME)
Viewing all 327 articles
Browse latest View live

ESMA DERSLERİ (LİSTELER-1)

$
0
0

İSİMLER

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Allah’ın isim, sıfat ve fiilleri, O’nun zatına nispet edilen mana ve kavramlardır. Bu isim ve sıfatlar Allah hakkında yücelik ve aşkınlık ifade eder. İnsanlarda saygı hissi uyandırır. Zikir ve duada kullanmaları, duanın ve ibadetin kabulüne vesile olur, kalbe huzur ve sükûn verir, insana ilâhi lütuf ve rahmet telkin eder.

Allah’ın isimleri aslında birer vasıftan/nitelikten ibarettir, zatı için tek isim vardır o da ALLAH lafzıdır. ALLAH lafzı uluhiyete delâlet eden özel isimdir, diğer isimler aslında Allah’ın sıfatlarından ibarettir. Bütün isimler O’na isnat edilir; “Allah ğafûrdur, rahîmdir, hakîmdir” denir. Bu sıfatların fiilleri de O’na isnat edilir; “Allah rahmet etti, rahmet eder, Allah’ım rahmet et, Allah görür, işitir, bilir” denir.

Allah’ın nitelikleri ayet ve hadislerde; İsm-i fail, ism-i tafdil, sıfat-ı müşebbehe, isim ve sıfat tamlaması, mastar ve fiil şeklinde ifade edilmiştir. Ayet ve hadislerde geçen isimlerin hepsi aslında birer sıfattır. Sıfatların medlulü ile muttasıf olan zat’a delaletleri sebebiyle bunlara isim denilmiştir.

Başka bir ifade ile bu sıfatlara isim denilmesi, Allah’ın bu sıfatlarla çok nitelenmesi sebebiyledir. Allah bu sıfatlarla o kadar nitelenmiştir ki bunlar isim derecesine çıkmıştır.

AYET VE HADİSLERDE GEÇEN ALLAH’IN İSİM VE SIFATLARI, KISACA ANLAMLARI

Kısaltma rümuzları;

KK = Kur’an ı kerim

İC = İbn. Mace

TR = Tirmizi

HK = Hâkim

İH = İbn. Hibban

BK = Beyhakî

NS = Nesaî

********************************************************

001 – El A’lâ; En yüce, en şerefli. (KK – NS)

002 – El A’lem; Her şeyi en iyi bilen. (KK)

003 – El Adl; Âdil, insaflı, her şeyi yerinde yapan, her şeyi hak ve doğru olan. (TR-BY-İH)

004 – Adüvvün li’l Kâfirîn; Kâfirlerin düşmanı. (KK)

005 – El Afüvv; Çok affedici, çok bağışlayan. (KK-TR-İC-NS-BK)

006 – El Âhâd; Bir, tek, yegane.( Ehad ya da Vâhid’in çoğulu) (KK-HK)

007 – El Âhir; Varlığının sonu olmayan. (KK-TR-İC-NS-HK)

008 – Âhizü’n bi nâsiyetih; Suçluları cezalandıran. (KK-NS)

009 – Ahkemü’l Hâkimîn; Hüküm verenlerin en iyisi, hakimler hakimi. (KK)

010 – Ahsenü’l Hâlıkîn; Yaratanların takdir ve tasvir edenlerin en iyisi. (KK)

011 – Akrab; Bilmesi, görmesi, duyması, haberdar olması ve yardım etmesi açısından insanlara en yakın olan. (KK)

012 – El Alî ; Şanı, şerefi, izzeti, kudreti yüce olan. (KK-İC-TR-NS-HK-BK)

013 – El Âlim ; Her şeyi çok iyi bilen. (KK-TR-İC-İH-BK)

014 – El Alîm ; Her şeyi çok iyi bilen. (KK-İC-HK-İH-BK)

015 – Âlimü’l-ğaybi ; Gaybı bilen. (KK)

016 – Âlimü’l ğaybi’s-semâvâti ve’l-ard; Yerin, göklerin gaybını bilen. (KK)

017 – Âlimü’l-ğaybi ve’ş şehâdeti; Görünen ve görünmeyen âlemi bilen. (KK-NS)

018 – El Allâm ; Çok bilen, her şeyi bilen. (HK)

019 – Allamü’l ğuyûb; görün meyenleri çok iyi bilen. (KK)

020 – El Azîm; Zat, isim, sıfat ve fiilleri itibarıyla pek ulu, büyük, yüce. (KK-TR-İC-NS-HK-İH-BK)

021 – El Azîz; Üstün, güçlü, kuvvetli, galip, şerefli, değerli, Melik. (KK-TR-İC-NS-HK-İH-BK)

022 – El Bâ’ıs: Kıyamet kopunca ölüleri dirilten, hahşer yerine sevk eden, uyarıcı ve müjdeci olarak peygamber gönderen, kıyamette şahitler getiren. (TR-İC-HK-İH-BK)

023 – El Bâkî; Sonlu, ölümlü olmayan, varlığı sürekli olan, ebedi olan. (TR-İC-HK-İH-BK)

024 – Bâli’ğu emrih; Emri ve hükmü hedefine ulaşan, kararını infaz eden. (KK)

025 – El Bâri’; Yaratan, örneği olmadan varlıkları icat eden. (KK-TR-İC-HK-İH-BK)

026 – El Berr; İyilik eden çok lütufkâr, çok merhametli, çok şefkatli. (KK)

027 – El Bârr; İyilik eden, çok lütufkâr, çok merhametli, çok şefkatli. (İC)

028 – El Bâsıt; Dilediğine rızkı bol veren. (TR-İC-İH-BY)

029 – El Basîr; Aydınlık ve karanlıkta küçük ve büyük her şeyi gören. (KK-TR-İC-NS-HK-İH-BK)

030 – El Bâtın; Mahiyeti akıl ve idrak olunamayan, hayal ile tahayyül edilemeyen, her şeyin iç yüzünü ve sırlarını bilen. (KK-TR-İC-NS-HK-İH-BK)

031 – El Bedî’; Bir şeyin numunesi olmadan yaratan, var eden, îcât eden. (TR-HK-İH-BK)

032 – Bedîu’s-semâvâti ve’l-ard; Gökleri ve yeri örneği olmadan yaratan. ((KK)

033 – Berîü’n mine’l-müşrikîn; Müşriklerden berî, uzak olan. (KK)

034 – el Berr; İyilik eden, çok lütufkâr, çok merhametli, çok şefkatli. (KK-TR-İH-BK)

035 – El Bürhân; Delil sahibi, kullarına delil gösteren, varlığına her şey delâlet eden. (İC)

036 – El Câ’ıl; Yaratan, var eden, bir varlıktan başka bir varlık yapan. (KK)

037 – El Câmi’; Kıyamette insanları bir araya toplayan, cem eden. (TR-İC-İH-BK)

038 – El Cebbâr; Emir ve yasaklarını, hüküm ve kararlarını kullarına yaptırmaya gücü yeten, azgın ve zalimleri kahredici, dertlere derman olan, yaraları sarıp onaran, yaratıkların hallerini düzelten. (KK-TR-İC-NS-HK-İH-BK)

039 – El Celîl; Ulu, kudretli, yüce, azamet ve Kibriya sahibi. (KK-TR-İC-HK-İH-BK)

040 – El Cemîl; Zatı isim, sıfat, söz, fiil ve hükümleri iyi, güzel, iyilik ve ihsan sahibi. (TR-İC-HK-İH-BK)

041 – El Cevâd; Cömert, nimet ve ihsanı bol olan. (Tirmizi edep;41)

042 – Ed Dâim; Ölümsüz, varlığı sürekli olan, bâki ve dâim. (İC-HK-İH-BK)

043 – Ed Dârr; zarar veren şeyleri yaratan, asileri zarar vererek cezalandıran. (TR-İC)

044 – Ed Dehr; Zamanı ve zamanın içinde olup biten her şeyi var eden, zamanın sahibi ve yöneteni. (Müslim, elfaz1-3, Buhari edep101, Tevhid-34)

045 – Ed Deyyân; Hüküm veren, hesaba çeken, zelil eden, kahhâr. (Buhari-tevhid-32, Ahmed III-495)

046 – El Ebed; Ölümsüz, varlığı sürekli, bâki ve dâim. (İC)

047 – Ebkâ; Verdiği nimetler sürekli ve kalıcı olan. (KK)

048 – El Ehad; Eşi, benzeri, ikincisi bulunmayan, bir tek, yegâne. (KK-İC-NS-HK-İH-BK)

049 – Ehlü’l-mağfire; Mağfiret edici affedici. (KK)

050 – Ehlü’t-Takvâ; Azabından korkup sakınmaya ve korunmaya layık olan. (KK)

051 – Ekber; Zatı ve isimleri, sıfat ve fiilleri, şanı ve şerefi, nimet ve ihsanı en yüce, en ulu. (Müslim/Tahare-17, Tirmizi/Deavat-25)

052 – El Ekrem; En çok ikram eden. (KK)

053 – Erhamü’r-Râhimîn; Merhamet edenlerin en merhametlisi.(KK-NS)

054 – Esdeku hadîsen; En doğru sözlü. (KK)

055 – Esdeku Kîlen; en doğru sözlü. (KK)

056 – Esra’u mekren; Hile ve tuzak kuranları en süratli bir şekilde cezalandıran. (KK)

057 – Esra’u Ferahan; Kullarının tövbesine çok sevinen. (KK)

058 – Esra’u-l Hâsibîn; Hesap soranların, hesap görenlerin en süratlisi. (KK)

059 – Eşeddü kuvveten; Çok kuvvetli çok güçlü. (KK)

060 – Eşeddü tenkîlen; Çok şiddetli cezalandıran. (KK)

061 – Eşeddü be’sen; Çok şiddetli cezalandıran. (KK)

062 – Eşeddü ferahan; kulunun tövbesine çok sevinen. (KK)

063 – El Evvel; Öncesi olmayan, yaratılmamış, ezeli ve kadîm. (KK-TR-İC-NS-HK-İH-BK)

064 – Fa’âlün limâ yurîd; Dilediğini yapan. (KK)

065 – Fâil(ûn); Yapan, yaratan, var eden. (KK)

066 – Fâliku’l-habbi ve’n-nevâ; Çekirdek ve taneleri çatlatan, yarıp açan. (KK-NS)

067 – Fâliku’l-ısbâh; Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran. (KK)

068 – El Fâtır; Yaratan, îcât eden, yoktan var eden. (İC-HK)

069 – Fâtıru’s-semâvâti ve’lerdı; Yeri ve gökleri yaratan. (KK-NS)

070 – El Fâtın; Deneyen, imtihan eden. (Mâlik/kader;5)

071 – El Ferd; Tek, kadîm, ezelî, ebedî ve bakî olan. (BK-ı,161)

072 – El Fettah; En âdil hüküm veren, iyilik kapılarını açan. (KK-TR-HK-İH-BK)

073 – Gâlib’ün ‘alâ emrihi; Emrinde, işinde ve hükmünde galip olan, üstün gelen. (KK)

074 – El Ğaffâr; Çok affeden, çok bağışlayan, günah ne kadar çok olursa olsun yine bağışlayan. (KK-TR-İH-BK)

075 – Ğâfiru’z-zenbi; Günahları bağışlayan. (KK)

076 – El Ğafûr; Çok affeden, çok bağışlayan. (KK-TR-İH-BK)

077 – El Ğanî; Zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan. (KK-TR-HK-İH-BK)

078 – El Habîr; Her şeyden haberdar olan, gizli aşikâr her şeyi bilen, haber veren. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

079 – El Hâdi’; Hile yapanları cezalandıran. (KK)

080 – El Hâdî; Hidayet eden, doğru yolu gösteren. (KK-TR-İC-HK-İH-BK)

081 – El Hâfız; Koruyup gözeten. (İC-HK)

082 – El Hafî; Çok ikram eden, son derece iyilik ve lütuf sahibi, berr, her şeyi bilen. (KK-İC)

083 – El Hâfid; Şan, şeref ve itibar bakımından kâfirleri alçaltan, değersiz yapan cezalandıran. (TR-İC)

084 – El Hafîz; Varlıkları yok olmaktan koruyan. (KK-TR-HK-İH-BK)

085 – El Hakem; Hüküm veren, son kararı veren. (KK-TR-İH-BK)

086 – El Hakîm; Hikmet sahibi, her işi, emri ve yasağı yerli yerinde olan. (KK)

087 – El Hâkim; Hükmeden, karar veren, haklıyı haksızdan ayıran. (TR-İC)

088 – El Hakk; Varlığı, ilâh ve Rab oluşu hak olan, eşyayı var eden, hakkı ızhar eden, mülk sahibi, yok olmayan, varlığında şüphe bulunmayan, âdil olan. (KK-TR-İC-NS-HK-İH-BK)

089 – El Hâlik; Her şeyi yaratan. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

090 – Hâliku Külli şey’in;Her şeyin yaratıcısı. (KK)

091 – El Halîm; Çok sakin, hemen öfkelenmeyen, kızmayan, heyecanlanmayan, acele etmeyen, hoşgörülü, teenni ile hareket eden. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

092 – El Hâllâk; Mükemmel yaratan, devamlı yaratan. (KK-HK)

093 – El Hamîd; Çok övülen, övgüye layık olan. (KK-TR-NS-İH-BK)

094 – El Hannân; Çok merhametli, çok şefkatli. (HK)

095 – El Hâsib; İnsanları sorgulayan, hesaba çeken. (KK)

096 – Hasbü; Yardım etmede, rızık vermede ve korumada kullarına yeten. (KK)

097 – El Hasîb; İnsanlara yeten, insanların yaptıklarını koruyup hesaba çeken. (KK-TR-İH-BK)

098 – El Hayî ; Edeb ve haya sahibi, çirkinliği bulunmayan, bağış, ihsan ve nimeti terk etmeyen. (Ebu Davud-Hamman- İbn. Mace, dua13, Nesaî/gusl-7)

099 – El Hayr; Hayırlı, faydalı olan, iyilik eden. (KK)

100 – Hayru’l-fâsılîn; Hükmedenlerin, haklı ile haksızı ayırt edenlerin en hayırlısı. (KK)

101 – Hayru’l-fâtihîn; Hükmedenlerin, nimet verenlerin, hayır kapılarını açanların en hayırlısı. (KK)

102 – Hayru’l-ğâfirîn; Bağışlayanların en hayırlısı. (KK)

103 – Hayru’l-Hâkimîn; Hüküm ve karar verenlerin en hayırlısı. (KK)

104 – Hayru’l-mâkirîn; Hile ve kötülük yapanları bilemeyecekleri, anlamayacakları cihetlerden şiddetli cezalandıran. (KK)

105 – Hayru’l-Münzilîn; Nimet verenlerin, ikram edenlerin en hayırlısı. (KK)

106 – Hayru’l vârisîn; Varislerin en hayırlısı. (KK)

107 – Hayru’l-nâsirîn; Yardım edenlerin en hayırlısı. (KK)

108 – Hayru’l-Rahımîn; merhamet edenlerin en hayırlısı. (KK)

109 – Hayru’i Râzıkîn; Rızık verenlerin en hayırlısı. (KK)

110 – Hayrun Hâfizan; En iyi koruyup gözeten. (KK)

111 – El Hayy; Yaşayan, diri, canlı, ölümsüz, ezelî ve ebedî olan. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

112 – HüvallahüllezîLâilâhe illâ hû; Kendisinden başka ilâh, tanrı bulunmayan. (KK-TR-İH-BK)

113 – Hâzimü’l-ahzâb; Güçlü orduları ve toplumları bozguna uğratan, yenen. (Müslüm/cihat-20. III-1363)

114 – El İlâh; Ma’bud, tanrı. (KK-HK)

115 – İlâhü’n-Nâs; İnsanların ilâhı. (KK)

116 – El Kâbid; Dilediğine rızkı daraltan, ölüm zamanı gelenlerin ruhlarını kabzeden. (TR-İC-İH-BK)

117 – Kâbilü’t-tevb; Tevbeleri kabul eden. (KK)

118 – El Kâdî; Hakla hükmeden. (Beyhakî, el Esma ve’s sıfat-s.111)

119 – Kâdî’l-umûr; İşlere kara veren. (TR)

120 – El Kâdîm; Evveli olmayan, ezelî olan, ilk varlık. (İC-HK)

121 – El Kâdir; Güçlü kuvvetli, her şeye gücü yeten. (KK-TR-İC-HK-İH-BK)

122 – El Kadîr; Çok güçlü çok kuvvetli, istediğini istediği gibi eksiksiz kusursuz ve tam yapabilen. (KK-HK)

123 – El Kadîm; Evveli olmayan, ezeli olan ilk varlık. (HK)

124 – El Kâfî; Kullarına yardım eden, vekil olan, yol gösteren, yaptıklarını bilen, gören, haberdar olan ve hesaba çeken. (KK-İC-HK)

125 – El Kahhâr; Yenilmeyen daime galip gelen. (KK-TR-NS)

126 – El Kâhir; Galip gelen, zelil eden, güçlü, her şeyi kuşatan, yarattıklarını dilediği gibi yöneten. (KK-İC)

127 – El Kâim; varlıkları görüp gözeten, koruyan, yöneten. (KK-İC)

128 – El Kâin; Kadîm, ezelî, ebedî, bâkî, ilk varlık, varlığı sürekli olan. (Ahmed H. 539)

129 – El Karîb; Affı mağfireti, bilmesi, görmesi ve duyması itibarıyla kullarına yakın olan. (KK-HK-NS-İH-BK)

130 – El Kâşif; Azab, sıkıntı, belâ ve dertleri gideren. (KK)

131 – Kâşifü’l-azâb; Azabı, sıkıntıyı, derdi kaldıran. (KK)

132 – Kâtib(un);İnsanların yaptıklarını yazan, yazdıran. (KK)

133 – El Kavî; Kuvvetli, kudretli, her şeye gücü yeten. (KK-TR-İC-İH-BK)

134 – El Kayyûm; Zatı ile kaim olan, ezelî ve ebedî, her şeyin varlığı kendisine bağlı, uykusu ve uyuklaması olmayan, varlıkları yöneten, koruyan, ihtiyaçlarını üstlenen. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

135 – El Kebîr; Zatı, isim ve sıfatları, şanı ve şerefi, kadri ve kıymeti, değer ve izzeti pek yüce, ulu ve büyük. (KK-TR-HK-İH-BK)

136 – El Kefîl; Bütün canlıların rızıklarını üstlenen, bu konuda kullarına yeten, nimet veren, kullarını görüp gözeten. (HK)

137 – Ek Kerîm; Değerli, şerefli, çok nimet veren, nimet ve ihsanı bol olan. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

138 – El Kuddûs; Her türlü çirkinlik, noksanlık ve ayıplardan uzak, tertemiz, bütün kemâl sıfatları kendisinde toplayan, güzellik, iyilik ve faziletlerle övülen. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

139 – El Latîf; Yaratıklara karşı yumuşak davranan, çok merhametli, çok lütufkâr, ihsan sahibi, insanlara hak ettiklerinden fazlasını veren, her şeyin detayını ve sırlarını en iyi bilen, işleri çok hassas düzenleyen, gözle görülmeyen. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

140 – El Mâcid; Şan ve şeref sahibi, hayır ve ihsanı, kerem ve lütfu bol olan. (TR-İH-BK)

141 – Mâhid(un); Yeryüzünü yaratıkları için elverişli, yarayışlı ve faydalı olarak yaratan. (KK)

142 – El Mâlik; Bütün varlıkların sahibi. (KK-HK)

143 – Mâlikü yevmi’d-dîn; Din gününün, ahiretin sahibi. (KK)

144 – Mâlikü’l-Mülk; Mülkün sahibi. (KK-TR-İH-BK)

145 – El Mâni’; istediği şeye engel olan, koruyan, kurtaran, yardım eden. (TR-İC-İH-BK)

146 – El Mecîd; Çok şerefli, çok itibarlı. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

147 – El Melik; Bütün varlıkları yöneten, dilediğini yapan, dilediği gibi hükmeden. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

148 – Meliki’n-nâs; İnsanların Meliki. (KK)

149 – El Melîk; Çok mülkü olan, her şeyin sahibi ve maliki, varlıkları terbiye edip yetiştiren, mülk ve güç veren. (KK-HK)

150 – El Mennân; Kullarına bol ihsanda bulunan, sayısız nimetler veren. (İC/duA-9, HK)

151 – El Metîn; Çok kuvvetli, çok dayanıklı, acizliği, za’fiyeti ve gevşekliği olmayan. (KK-TR-İC-İH-BK)

152 – El Mevlâ; Dost, yardımcı, görüp gözeten. (KK-HK)

153 – Mu’azzib(în); Suç işleyenleri, zalimleri, günahkârları cezalandıran. (KK)

154 – El Mu’ızz; İzzet ve şeref, güç ve kuvvet, itibar ve şeref veren, aziz yapan. (KK-İC)

155 – El Mu’îd; Canlı varlıkları ölümlerinden sonra dirilten, yeniden yaratan. (TR-İC-HK-İH-BK)

156 – El Mu’tî; Nimet veren, ihsanda bulunan. (İC)

157 – El Muahhır; Geriye bırakan. (TR-İH-BK)

158 – El Muğîs; Yağmur yağdıran. (HK)

159 – El Muğnî; İnsanlara mal mülk veren, onları zengin yapan, cömert, nimet sahibi. (TR-İH-BK)

160 – Mûhinü Keydi’l kâfirîn; Kâfirlerin tuzağını zayıflatan, boşa çıkaran. (KK)

161 – El Muhît; İlim ve kudretiyle her şeyi kuşatan, her şeye muttali olan. (KK)

162 – Mûhitü’n Bi’l-kâfirîn; Kâfirlerin tuzağını zayıflatan, boşa çıkaran. (KK)

163 – El Muhric; Bir şeyi açığa çıkaran, bir varlıktan başka bir varlık var eden, gizli şeyleri ortaya çıkaran. (KK)

164 – El Muhsî; İnsanların bütün yaptıklarını, olup biten her şeyi bilen ve koruyan. (TR-İH-BK)

165 – El Muhsin; Yaptığı şeyleri iyi, güzel, sağlam ve kaliteli yapan, insanlara ikram ve in’am eden. (Suyuti N0;1817, 1.215)

166 – El Muhyî; Varlıklara hayat veren, onları yaşatan, ölümlerinden sonra dirilten. (TR-İC)

167 – Muhyî’l mevtâ; Ölüleri dirilten. (KK)

168 – Muhzî’l kâfirîn; Kâfirleri rezil rüsvay eden. (KK)

169 – El Mukaddim; Önce olani öne alan. (TR-İH-BK)

170 – Mukallibü’l-kulûb; Kalpleri halden hale çeviren. (NS)

171 – Musarrifu’l kulûb; Kalpleri halden hale çeviren. (NS)

172 – El Mu’îd; Varlıkları ölümden sonra diriltecek ve hayatlarını iade edecek olan. (TR)

173 – El Mukîd;Her şeye gücü yeten, rızık veren, yapılanları bilen, koruyan, mükâfat veren. (KK-TR)

174 – El Muksıt; Âdil, hakla ve adaletle hükmeden, mazlumun hakkını zalimden adaletle alan. (TR-İH-BK)

175 – El Muktedir; Güçlü, kuvvetli istediğini istediği gibi yapan. (KK-TR-İH-BK)

176 – El Musavvir; Yaratılara şekil ve özellik veren. (KK-TR-İC-HK-İH-BK)

177 – Mûsi’(un); Gökleri genişleten. (KK)

178 – Mutahhir; Mü’minleri manevi kirlerden, günahlardan temizleyen, kötülüklerden kurtarak. (KK)

179 – El Mübdi’ ; Varlıkları ilk defa yaratan. (Beyhaki’nin kitabındaki, El Bâdi’ de aynı manaya gelir.) (TR-HK-İH-BK)

180 – El Mubîn; Varlığı aşikâr olan, hakkı ızhar eden, gerçeği beyan eden. (KK-İC-HK-İH-BK)

181 – Mübrîm(un) Hile ve kötülük yapmaya karar verenleri bileni onların bu kötülüklerini boşa çıkran, onları cezalandıran. (KK)

182 – Mübtel(in); Deneyen imtihan eden, gizli olanları açığa çıkaran. (KK)

183 – El Mücîb; Duaları istekleri, dilekleri kabul eden, ihtiyaçları karşılayan, sıkıntıları gideren. (KK-TR-HK-İH-BK)

184 – Mücriye’s-sehâb; Bulutları hareket ettiren. (Müslim/cihat.20)

185 – El Müdebbir; Kâinatı yöneten işleri yerli yerine düzene koyan. (HK)

186 – El Müheymin; İnsanların bütün yaptıklarını bilen koruyup gözeten. (KK-TR-İC-HK-İH-BK)

187 – El Mühlik; İsyan eden azan, günaha dalan ve zulmeden fert ve toplumları helâk eden. (KK)

188 – El Mü’în; Kullarına yardım eden. (İC)

189 – El Mükevvin; Ebedi olarak var olan. (Ahmed H. 539, Buhari/tevhis-26)

190 – El Mümidd; Yardım eden. (KK)

191 – El Mümin; Yaratıklarına güven veren. (KK-TR-İC-HK-İH-BK)

192 – El Mümît; varlıkların hayatına son veren, canlarını alan. (TR-İC-HK-İH-BK)

193 – El Müneccî; Sıkıntı, bela ve musibetten kurtaran. (KK)

194 – El Münezzil; Nimet veren, su, sekinet, melek, kitap ve peygamber indiren. (KK)

195 – El Münîr; Işık veren aydınlatan. (KK-İC)

196 – Münşî(ûn); Îcat eden, inşa eden, yapan, ilk defa yaratan. (KK)

197 – El Müntekim; Suçluları cezalandıran. (KK-TR-İH-BK)

198 – Münzil(în); Melek, kitap, su, sekinet indiren, nimet veren. (KK)

199 – Münzilü’t- Tevrâti ve’l incil, ve’l Fürkân.; Tevrat, İncil ve Kur’an ı indiren. (Tevrat, İncil ve Kur’an ı indiren) (NS)

200 – Münzilü’l Kitab; Kitabı indiren. (Müslüm/cihad-20-21)

201 – Münzîr(ûn);Kullarına fayda ve zarar veren şeyleri bildiren, inkâr ve isyan edenlerin akıbetlerinin kötü olacağını haber vererek onları bu davranışlarından sakındıran ve azabı ile korkutan. (KK)

202 – Mürsil(în); Vahiy, peygamber, bol yağmur, aşılayıcı rüzgâr, Koruyucu melek, asiler için yıldırımlar ve afetler gönderen. (KK)

203 – El Müsa’ır; Ürünleri azaltıp çoğaltan, kıtlaştırıp bollaştıran. (TR/BÜYU’73-Ebu Davud/Büyu’51)

204 – El Müsteân; Kendisinden yardım istenen, kendisine sığınılan. (KK)

205 – Müstemi’(ûn); sesleri işiten duyan. (KK)

206 – El Müteahhir; sonraya bırakan. (TR)

207 – El Müteâl; Aşkın, pek yüce, ulu, eksik ve noksanlıklardan berî olan. (KK-TR-İC-İH-BK)

208 – El Mütekebbir; İhtiyaç ve noksanlığı gerektiren, her şeyden münezzeh, pek yüce ve ulu. (KK-TR-İC-İH-BK)

209 – El Müteveffî; Yaratıkların canların ı alan. (KK)

210 – Mütimmü Nûruhî; Nûrunu, din ini tamamlayan. (KK)

211 – El Müzill; Boyun eğdiren, zelil eden, alçaltan. (TR-İC-İH-BK)

212 – En Nafî’; Faydalı şeyleri yaratan, bütün yaratıklara faydası olan. (TR-İC-İH-BK)

213 – En Nâsır; Yardım eden. (KK-HK)

214 – En Nasîr; Çok yardım eden sürekli yardım eden. (KK)

215 – En Nazîf; Sözleri, işleri ve hükümleri temiz, iyi ve güzel olan. (Tirmizi/Edep-41)

216 – En Nûr; Aydınlatıcı ışık verici. (TR-İC-HK-İH-BK)

217 – Nûru’s- semâvâti ve’l- ard; Gökleri ve yeri aydınlatan. (KK)

218 – Er Rabb; Varlıkları yaratıp yetiştiren, terbiye eden, eğiten, yetiştiren, her şeye nizamını, güzelliğini ve yeteneklerini veren, her şeyin Maliki ve sahibi. (TR-İC-HK-NS-İH-BK)

219 – Rabbü’l âlemin; Âlemlerin rabbi. (KK)

220 – Rabbü’n-nâs; İnsanların rabbi. (KK)

221 – Rabbü’l-arş; Arşın rabbi. (KK)

222 – Rabbü’l-Felak; Sabahın rabbi. (KK)

223 – Rabbü’s semâvâti; Göklerin rabbi. (KK)

224 – Rabbü’l- ard; Yerin rabbi. (KK)

225 – Rabbü’l ızzeti; Kudret ve şeref sahibi. (KK)

226 – Rabbü’ş-Şi’râ; Şİ’ra yıldızının sahibi. (KK)

227 – Rabbü külli şey’in; Her şeyin rabbi. (KK)

228 – Er Râfi’;Peygamber ve müminlerin itibar, şan ve şereflerini artıran, göğü yükselten. (KK-TR-İC-HK-İH-BK)

229 – Er Rahîm; Çok merhametli, (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

230 – Er Rahmân; Çok merhametli, pek müşfik. (KK-TR-İC-HK-İH-BK)

231 – Er Rakîb; İnsanların hallerini, sözlerini, yaptıklarını ve davranışlarını bilen, haber alan, murakabe edip koruyan. (KK-TR-HK-İH-BK)

232 – Er Râşid; Doğru yolu gösteren her işi isabetli olan. (İC)

233 – Er Raûf; Çok merhametli, çok şefkatli, çok acıyan. (KK-TR-İC-HK-İH-BK)

234 – Refi’u’d-derecât: Manevi dereceleri ve gökleri tabaka tabaka yükselten. (KK)

235 – Er Refîk; Yumuşak davranışlı, merhametli. (Müslüm/Selam,15- Buhari/Edep,35-Ebu Davud/Edep,15)

236 – Er Reşîd: Her işinde isabetli olan doğru yolu en iyi gösteren. (TR)

237 – Er Rezzâk: Bol nimet, maddi ve manevi rızık veren. (KK-TR-HK-NS-İH-BK)

238 – Es Sabûr; Çok sabırlı. (TR)

239 – Es Sâdık; söz iş, vaad ve vaîdinde doğru olan, her sözünü ve vaadini yerine getiren. (KK-İC-HK-İH-BK)

240 – Es Sâil; İnsanları ahirette sorgulayan hesaba çeken. (Müslüm/İmare-45, Buhari/enbiya-50)

241 – Es Samed; Her şeyin kendisine muhtaç olduğu yöneldiği her dilek ve isteğin merciî, Hiç eksiği kusuru ve ihtiyacı olmayan, ulu, şanlı, dosdoğru, âdil be güvenilir olan. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

242 – Es Sâmi’; sözlerin açığını da gizlisini de işiten. (İC)

243 – Es Sâni’; Varlıkları iyi, güzel, sağlam ve muhkem yapan, Fâil, hâlik, musavvir. (Müslüm/Zikir-9)

244 – Es Selâm; Eksiklik, acizlik, hastalık, ölüm benzeri şeylerden salim olan, kullarına güven ve selâmet veren. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

245 – Es Sedîd; Her işinde doğru. (İC)

246 – Es Semî’; Her sözü, bütün konuşulanları en iyi işiten, duyan. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

247 – Semîu’d dü’a; Duaları duyan kabul eden. (KK)Serîu’l hısâb; Çok süratli sorgulama yapan hesap soran. (KK)

249 – Serîu’l-ıkâb; Çok hızlı cezalandıran. (KK)

250 – Es Setîr; Kullarının ayıp ve kusurların ı örten. (Nesaî/Gusl-7, Ebu Davud/Hammam-2, Ahmed VI.-224)

251 – Es Seyyid; En şerefli, en yüce, Kâinatın sahibi Mâlik’i ve yöneticisi. (Ahmed VI-24. Beyhakî/el Esma ve’s-sıfat 1,54)

252 – Es Sübbûh; Her türlü kötülük, eksiklik, acizlik, ve noksanlıklardan uzak olan. (Mülüm/Salât-223,Ebu Davud/Salât-17, Ahmed V35,99,115,148)

253 – Eş Şâfi’;Maddi ve manevi hastalıklara şifa veren sıkıntıları gideren. (Buhari/Merda-20, Tıb-40, Müslim/selâm-46-47-48, Ebu Davud/tıb-17)

254 – Eş Şâhid: Bilen, muttali olan, her şeye tanık olan. (KK)

255 – Eş Şâkir; Verdiği nimetlere şükreden ve çalışan kimseyi ödüllendiren. (KK-HK)

256 – Eş Şedîd Çok şiddetli, cezalandırması çok şiddetli. (İC)

257 – Şedîdü’l-‘azâb: Azabı çok şiddetli. (KK)

258 – Şedîdü’l-‘ıkab: Cezalandırması çok şiddetli. (KK)

259 – Şedîdü’l-mihâl; cezası, azabı ve kuvveti çok şiddetli olan. (KK)

260 – Eş Şefî’; Müminlerin yar ve yardımcısı, azab ve sıkıntılardan koruyucu. (KK)

261 – Eş Şehîd; Her şeye muttali olan, gören, bilen, haberdar olan, her yerde hazır ve nazır olan,Hiçbir şey kendisinden gizlenemeyen, bütün sırlara vakıf olan, her şeyi murakabe eden. (KK-TR-İC-HK-İH-BK)

262 – Eş Şekûr; İbadet eden kullarının mükâfatlarını bolca veren, her itaati ödüllendiren. (KK-TR-HK-İH-BK)

263 – Eş Şey; Var olan mevcut olan. (KK)

264 – Et Tabîb; İşleri en iyi yapan, bir şeyi en iyi bilen, mahir, hükmeden, karar veren, maddi ve manevi dertlere deva veren Şâfî. (Ebu Davud/Tereccül 18. No;4207)

265: Et Tâam; Zat, isim, sıfat ve fiilleri eksiksiz, kusursuz ve mükemmel olan, acziyet ve za’fiyeti olmayan. (İC)

266 – Et Tayyib; Söz iş ve hükümleri iyi, güzel ve faydalı olan eksiklik ve noksanlardan münezzeh olan. (Tirmizi/Edep-41, Müslim/Zekât-65)

267 – Et Tevvâb: Tövbeleri çok kabul eden, sürekli tevbeleri kabul eden. (KK-TR-İC-HK-İH-BK)

268; El Vâcid; Zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyin sahibi, her şeye gücü yeten. (:TR-İC-HK-İH-BK)

269 – Vâhıd; Zatında, isim ve sıfatlarında eşi ve benzeri bulunmayan, tek olan. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

270 – El Vâki: Yaratıklarını tehlikeden koruyan. (İC)

271 – El Vâlî; Koruyup gözeten, yardım eden, işleri deruhte eden. (KK-TR-İH-BK)

272 – El Vâris; Bütün varlıkların sahibi, bâkî, ebedi ve daim olan, her şey kendisine dönen. (KK-TR-İC-İH-BK)

273 – Ek Vâsi’; Güçlü kuvvetli, ilim ve merhameti her şeyi kuşatan, bütün yaratıklarına rızık veren, nimet ve ihsanı bol olan. (KK-TR-HK-İH-BK)

274 – Vâsiu’l-Mağfire; Bağışlaması, mağfireti bol olan. (KK)

275 – El Vedûd; Müminleri çok seven, kulları tarafından çok sevilen. (KK-TR-HK-İH-BK)

276 – El Vehhâb; Karşılıksız çok nimet veren, ikram ve ihsanda devamlı olan, lütfu, ihsanı ver rahmeti bütün kullarını kuşatan. (KK-TR-HK-İH-BK)

277 – El Vekîl; Güvenilen, koruyucu, yardım eden, görüp gözeten, her şeyin Mâliki ve yöneticisi. (KK-TR-İC-HK)

278 – El Velî; Dost, seven, görüp gözeten, yardım eden. (KK-TR-İC-İH-BK)

279 – El Vitr; İlâh, yaratıcı ve ma’but olmada eli benzeri bulunmayan, tek. (İC-HK)

280 – Ez Zâhir; Varlığı her şeyden aşikâr olan, her şeye galip gelen, her şeyden yüce olan. (KK-TR-İC-HK-NS-İH-BK)

281 – Ez Zâri’; Yetiştiren, büyüten, inşa eden. (Beyhakî/el Esma ve’s-Sıfat-s;57)

282 – Zâri’ûn; Ekinleri, bitkileri yetiştiren, büyüten. (KK)

283 – Zû’l-İzzeti: İzzet, güç, kuvvet ve şeref sahibi. (NS)

284 – Zî’t-tavl; Lütuf, bağış, ikram, ihsan, af ve bağış sahibi. (KK-HK)

285 – Zû’l-Fadl; İkram sahibi. (KK-HK)

286 – Zû’l fadlin ale’n-nâs; insanlara ikram eden. (KK)

287 – Zû’l fadlin ale’l-âlemin; Âlemlere nimet veren. (KK)

288 – Zû’l-fadli’lazîm;; Çok ikram sahibi. (KK-HK)

289 – Zû-intikam; İntikam sahibi, âsileri, zalimleri cezalandıran. (KK)

290 – Zü’l-‘ıkâb; Suçluları, günahkarları, zalimleri cezalandıran. (KK)

291 – Zü’l-arş; Arşın sahibi. (KK)

292 – Zü’l-celâli ve’l-ikrâm; Azamet ve Kibriya, ikram ve ihsan sahibi. (KK-TR-HK-NS-İH-BK)

293 – Zü’l-kuvveti; Güç ve kuvvet sahibi. (KK-İC)

294 – Zü’l-mağfireti; Af ve bağış sahibi. (KK)

295 – Zü’l-me’aric; Bütün derecelerin sahibi. (KK-HK)

296 – Zü’l-mecdi ve’l-ikram; Şeref ve ikram sahibi.

297 – Zü’r-rahmeti; Merhamet sahibi. (KK)

298 – Ellezî eyyede; Destekleyen. (KK)

299 – Ellezîne yetesâelûne bihî; kendisiyle istekte bulunulan. (KK)

300 – Ellezî kaddere; Her şeyi ölçü ile yapan, takdir eden, programlayan. (KK)

301 – Ellezî lehû mülkü’s-semâvâti ve’l-ardı ve mâbeynehümâ; Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü kendisinin olan. (KK)

302 – Ellezî lehû mâ fi’s-semâvâti ve mâ fil-ard; Yerde, gökte olanlar kendisinin olan. (KK)

303 – Ellezî biyedihî’l-mülk; Bütün mülk elinde olan. (KK)

304 – Ellezî biyedihî melekût külli şey’in; Her şeyin mülkü elinde olan. (KK)

305 – Ellezî enteka külli şey’in; Her şeyi konuşturan. (KK)

306 – Ellezî merece’l Bahreyn; İki denizi salıveren, serbest bırakan. (KK)

307 – Ellezî ellefe beyne kulûb; Müminlerin kalplerini uzlaştıran. (KK)

308 – Ellezî esrâ bi abdihî: Kulu ve elçisi olan son peygamber Hz. Muhammed’î bir gece Mescid’i Haram’dan Kudüs’te ki Mescid-i Aksa’ya yürüten. (KK)

309 – Ellezî haleka; Yaratan. (KK)

310 – Ellezî cea’le; Yaratan bir varlıktan başka bir varlık var eden. (KK)

311 – Ellezî ahraca; Bir şeyi açığa çıkaran bir varlıktan başka bir varlık var eden, gizli şeyleri açığa çıkaran. (KK)

312 – Ellezî ahyâ; Yaşatan, hayat veren. (KK)

313 – Ellezî yuhyî ve yumîd; Yaşatan, hayat veren, canları alan. (KK)

314 – Ellezî yümîd; Yaratıkların canlarını alan. (KK)

315 – Ellezî yetevefâ; Yaratıkların canlarını alan. (KK)

316 – Ellezî yeb’asü;, dirilten uykudan uyandıran. (KK)

317 – Ellezî ahsene; Yaptığı şeyleri iyi, güzel ve sağlam yapan, yaratıklarına ihsan ve ikramda bulunan. (KK)

318 – Ellezî zeree; Yaratan var eden, icat eden, üreten, çoğaltan, ortaya çıkaran. (KK)

319 – Ellezî medde; Yer yüzünü yayıp döşeyen, kullanıma elverişli hale getiren. (KK)

320 – Ellezî ileyhi tuhşerûn; Huzurunda toplanılacak olan. (KK)

321 – Ellezî eccele; Varlıklar için dünyada yaşama süresi belirleyen. (KK)

322 – Ellezî kadâ ecel; Varlıklar için dünyada belirli bir yaşam süresi belirleyen. (KK)

323 – Ellezî seleke; Yeryüzünde vâdi ve dağlar arasında yollar var eden, yağmur sularını toprağın içine yerleştiren, kâfirleri azaba sokan. (KK)

324 – Ellezî yebdeü’l halka sümmeyü’îdüh; Yaratmaya ilk defa başlayan, sonra onu idare eden, tekrar yaratan. (KK)

325 – Ellezî enşee; İcat eden, inşa eden, yapan ilk defa yaratan. (KK)

326 – Ellezî ya’lemü; Bilen. (KK)

327 – Ellezî yerâ; Gören. (KK)

328 – Ellezî razekâ; Rızık veren. (KK)

329 – Ellezî vehebe; Nimet veren, su, sekinet, melek, kitap ve peygamber indiren. (KK)

330 – Ellezî feddale; Nimet veren lütufta bulunan. (KK)

331 – Ellezî refe’a; Peygamber ve müminlerin itibar, şan ve şereflerini artıran. (KK)

332 – Ellezî emedde; Yardım eden. (KK)

333 – Ellezî enzele; Nimet veren, su, sekinet, melek, kitap ve peygamber indiren. (KK)

334 – Ellezî yünezzilü; Nimet veren, su, sekinet, melek, kitap ve peygamber indiren. (KK)

335 – Ellezî sahhara; Varlıklar insanın hizmetine sunan. (KK)

336 – Ellezî ahsene; Yaptığı şeyleri iyi, güzel, sağlam ve kaliteli yapan. (KK)

337 – Ellezî Etkane; Yaptığı şeyleri iyi, güzel, sağlam ve kaliteli yapan. (KK)

338 – Ellezî ahalle; Müminleri cennete yerleştiren, konuk eden, temiz şeyleri helal kılan. (KK)

339 – Ellezî ezbehe; Tasayı, kederi, üzüntüyü, belayı, azabı ve sıkıntıyı yok eden. (KK)

340 – Ellezî Eyyede; Peygambere ve müminlere yardım eden onları destekleyen ve kuvvetlendiren. (KK)

341 – Ellezî evrese; Müminleri cennete varis kılan. (KK)

342 – Ellezî Yüzcî; Gemileri denizlerde yürüten ve yüzdüren bulutları havada sevk eden. (KK)

343 – Ellezî yut’imü ve yüskî; Yediren ve içiren. (KK)

344 – Ellezî yenşürü; Rahmetini yayan, ölü toprağı canlandırıp yeşillendiren. (KK)

345 – Ellezî yüseyyirü; İnsanların karada, denizde ve havada seyahat ettiren. (KK)

346 – Ellezî hedâ; Hidayet eden, doğru yolu gösteren. (KK)

347 – Ellezî yekbelü’t-tevb; Tevbeyi kabul eden. (KK)

348 – Ellezî yüsallü aleyküm; Size merhamet eden. (KK)

349 – Ellezî yürî; Rahmetini ve azabını insanlara gösteren. (KK)

350 – Men yücîbü; Duaları kabul eden, ihtiyaçları gideren, dertleri kaldıran. (KK)

351 – Men biyedihi melekûti küllişey’in; Her şeyin mülkü elinde olan. (KK)

352 – Men ce’ale; Yapan var eden, yaratan. (KK)

353 – Men Haleka; Yaratan. (KK)

354 – Men yerzüku; Rızık veren. (KK)

355 – Men Yehdî; Doğru yolu gösteren. (KK)

356 – Men yebdeü’l-halka sümme yü’îdüh; Yaratmaya ilk defa başlayan, sonra onu iade eden, tekrar yaratan. (KK)

(DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI REHBERLİK VE TEFTİŞ BAŞKANI DOÇ. DR. İSMAİL KARAGÖZ)

*****************************************************

HADİS KİTAPLARINDAKİ ESMA LİSTELERİ

Resim1Resim2221Resim13

Sadakallahûl aliyyül Azîym 

“Azîym olan Allah ne güzel doğru söyledi “



ESMA-İ HÜSNA DERSLERİ (LİSTELER – 2)

$
0
0

İSİMLER

CEVŞEN-İ KEBÎR ESMA LİSTESİ

Soru: Cevşenü’l-Kebîr duâsının kaynakları hakkında bilgi verir misiniz? Bu duânın Hadis kaynaklarında geçmediği söyleniyor ve ilişilmek isteniyor. Doğru mu?

Cevap ; Cevşenü’l-Kebîr “Amelî hüküm” içeren bir metin değil; feyizli bir münâcâttır. Vahye dayanan eşsiz bir tefekkür ve zikir kaynağıdır. Allah’ın bin bir ism-i şerifiyle Cehennemden, ateşten, azaptan, gazap ve kahr-ı İlâhî’den, âfetlerden, musîbetlerden Allah’a sığınma mânâsını ifâde eden tevhid cümlelerinden müteşekkildir.

Hazret-i Cebrâil (As.) tarafından Peygamber Efendimiz’e (AS.) “vahy-i zımnî” tarzında tâlim ve tebliğ edilen ve “zırhı çıkar, onun yerine bu Cevşeni oku!” buyurulan (1) bu kuvvetli münâcâtı—Cevşenin, kelime mânâsı da “zırh” demektir.— Hazret-i Ali (ra), bizzat Peygamber Efendimiz’in (asm) mübârek dilinden yazmış ve rivâyet etmiştir. Böylece Peygamber Efendimiz (AS.) vahiyle aldığı bu mânevî zırhı, ümmete hediye bırakmıştır.

Hadis kitaplarının her birinin, bütün sahih hadislerin ve sıhhatli rivayetlerin hepsine yer vermesi teknik olarak mümkün değildir. Zaten hiçbir Muhaddisin, kitabında her sahih hadise yer verdiği şeklinde bir iddiası da yoktur. Böyle bir iddiâ gerçekçi de olmaz.

Peygamber Efendimiz’in (AS.) dâr-ı bekâya irtihalinden sonra ümmet haklı olarak topyekûn hadis toplama seferberliğine girişmiş, genelde “amelî hüküm” içeren ve kaybolmak tehlikesi arz eden hadislerin rivayetine ehemmiyet verilmiş ve kitaplarda toplanmış; Cevşen gibi veya Peygamber Efendimiz’in (AS.) mağarada Hazret-i Ebu Bekir’e (ra) talim buyurduğu hafi zikir gibi ya da buna benzer muhtelif duâ ve münâcâtlar ise zaten büyük kutupların ve güvenilir evliyanın uhdesinde mevsuk bir şekilde bulunmakta ve tâlim edilmekte olduğundan, ayrıca rivayet edilmesine ve meşhur kitaplara alınmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Hazret-i Ali’ye (ra) hususî bir emanet olarak bırakılan Cevşen ise o esnada, evlâd-ı Resûl’ün (AS.), yani ehl-i beytin elinde bulunuyordu ve mütevâtir hükmündeydi.

Bununla beraber Cevşen’de geçen duâlar, hadis kitaplarında elbette vardır. Et-Terğîb ve’t-Terhîb’de, Kenzü’l-Ummal’da, Mecmû’atü’d-Daavât’da ve Mecmû’atü’l-Ahzâb’ta bu rivayetlerin bir kısmı veya tamamı yer almaktadır.

Kenzü’l-Ummal’da İbn-i Abbas (ra) ve Ubey İbn-i Ka’b (ra) rivâyetleri ile Peygamber Efendimiz’in (AS.): “Cebrail geldi ve bana dedi ki: Ya Muhammed! Sana birkaç kelime getirdim, bunları senden önce hiçbir Nebi’ye getirmedim” sözüyle birlikte Cevşen’deki münâcâtın bir kısmı zikredilmiştir. (2)

Ayrıca yine Kenzü’l-Ummâl’da Enes Bin Mâlik (ra) rivayetiyle Cevşenin bir kısmı daha rivayet edilmiştir. Ahmed Ziyâeddin Gümüş hânevî Hazretlerinin Mecmû’atü’l-Ahzab’ında ise Hazret-i Zeyne’l-Abidin’den (ra) Hazret-i Ali’ye (ra) dayanan sağlam bir senetle Cevşenü’l-Kebir’in tamamı rivayet edilmiştir. (3)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin gayet kesin ve net ifadelerle Cevşenü’l-Kebîr’in Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (AS.) kudsî bir münâcâtı olduğunu (4), Kur’ân’dan sonra eşsiz ve misilsiz bir eser olduğunu (5) ve Kur’ân’ın bir çeşit özü ve hülasası bulunduğunu (6) beyan etmesi ve Cevşeni kendisine mühim bir vird kabul ederek her gün okuması, ondan feyiz, nur ve bereket alması Cevşenin sıhhati konusunda en son ve en sahih şahidimizdir. Bediüzzaman gibi bir allâmeye feyiz veren bir münâcât-ı Resûl (asm), kanaat ettiğimiz takdirde her halde bize de kifayet edecektir.

Binâenaleyh, Cevşenü’l-Kebîr’in sıhhati konusunda münakaşaya girmek gayet lüzumsuzdur, hatta zararlıdır.

Uhuvvet bağlarını veya îmânın halâvetini rencide edecek tartışmalardan uzak durmak daha isabetli olur. Nihayet, Cevşenü’l-Kebir’i okuyan feyizdâr olur, okumayan feyzinden mahrum kalır ve kendisi bilir.

Dipnot:
1- Şuâlar, s. 541
2- Kenzü’l-Ummâl, 2/691,
3- Mecmû’atü’l-Ahzab, 1/231,
4- Lem’alar, s. 363, Şuâlar, s. 96,

******************************************************************

CEVŞEN-İ KEBİRE REDDİYE;

Cevşen sahih olamaz

Cevşen’in faziletleriyle ilgili olarak nakledilenlere gelince, ALLAH’ın insana verdiği imkan ve yetenekler, ona tanıdığı haklar ve yüklediği görevler karşısında kişinin bir duayı okumakla dünya ve ahiretin bütün kötülüklerinden korunup mutluluğa erişmesi, İslamiyet açısından, hatta bütün semavi dinler bakımından mümkün değildir. Ayrıca her bölümünde tevhidi vurgulayan ve yoğun kutsi duygularla örülmüş bulunan bir duanın iman etmeyenler tarafından okunmasının ne anlamı var ki, Cebrail bu konuda Peygamberi uyarmış olsun. Kaldı ki bu dua, herkesin vakıf olabileceği bir açıklıkla literatüre geçtiğine göre, gizli tutulması da fiilen imkansızdır. (Cevşen maddesi s.462-464)

Diyanet Ansiklopedisi’ndeki bu bilgiye göre, Cevşen duasının Ehl-i sünnet kaynaklarında bulunmaması ve fazileti ile ilgili rivayetlerin İslamiyet ve ehli sünnet inançlarına aykırı bulunması, Şiilerce muteber kabul edilen Kütüb-i erbea’da bulunmaması da, bunun sahih olmadığını göstermektedir.
Bu duayı üstünde taşıyanın asla Cehenneme girmemesi de, ilim ile bağdaşmayan bir ifadedir. Çünkü hepsinden kıymetli olan Mushaf’ı (Kur’an-ı kerimi) bile üstünde taşıyan kâfir, Cehennemden kurtulamaz. (Devam ediyor)

***************************************************************

CEVŞEN ESMA-İ HÜSNA LİSTESİ
Bismillahirrahmanirrahim

Allahümme inni es’elüke bi-esmaike
Allah’ım! Senden şu isimlerinin hakkı için istiyor ve yalvarıyorum:

1 – Ya Allah
Ey her şeyin gerçek Mâbudu olan Allah,

2 – Ya Rahmân
Ey ayırt etmeden bütün mahlûkatı rızıklandıran Rahman,

3 – Ya Rahîm
Ey itaatkar kullarına hususi rahmet eden Rahîm,

4 – Ya ‘Alîm
Ey her şeyi bilen Alîm,

5 – Ya Halîm
Ey yumuşak muamele eden Halîm,

6 – Ya Azîm
Ey sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi olan Azîm,

7 – Ya Hakîm
Ey her şeyi hikmetle yaratan Hakîm,

8 – Ya Kadîm
Ey varlığının başlangıcı olmayan Kadîm,

9 – Ya Mukîm
Ey her şeyi ayakta tutan Mukîm,

10 – Ya Kerîm
Ey iyilik ve ikramı bol olan Kerîm,

2

11 – Ya seyyides-sâdât
Ey efendilerin efendisi,

12 – Ya mucibed-daâvât
Ey dualara cevap veren,

13 – Ya velîyyel-hasenât
Ey iyiliklerin sahibi,

14 – Ya rafîad-derecât
Ey dereceleri yükselten,

15 – Ya azîmel-berekât
Ey bereketleri büyük olan,

16 – Ya ğafîrel-hatîât
Ey hataları bağışlayan,

17 – Ya dafîal-belîyyât
Ey belaları def eden,

18 – Ya samîal-esvât
Ey sesleri işiten,

19 – Ya mu’tıyel-mesulât
Ey dilekleri veren,

20 – Ya alîmes-sirrî vel-hafîyyât
Ey sır ve gizlilikleri bilen,

3

21 – Ya hayral-ğâfirin
Ey bağışlayanların en hayırlısı,

22 – Ya hayran-nâsırin
Ey yardım edenlerin en hayırlısı,

23 – Ya hayral-hâkimin
Ey hükmedenlerin en hayırlısı,

24 – Ya hayral-fâtihin
Ey her şeyi açan ve fethedenlerin en hayırlısı,

25 – Ya hayraz-zâkirin
Ey zikredenlerin ve zikredenleri mükafatlandıranların en hayırlısı,

26 – Ya hayral-vârisin
Ey vârislerin en hayırlısı,

27 – Ya hayral-hâmidin
Ey övenlerin ve övenleri mükafatlandıranların en hayırlısı,

28 – Ya hayrar-razikin
Ey rızık verenlerin en hayırlısı,

29 – Ya hayral-fâsılin
Ey zor işleri halledenlerin en hayırlısı,

30 – Ya hayral-muhsinin
Ey ihsan edenlerin en hayırlısı,

4

31 – Ya men lehül-izzü vel-cemâl
Ey izzet ve güzelliğin gerçek sahibi,

32 – Ya men lehül-mülkü vel-celâl
Ey mülk ve celâlin gerçek sahibi,

33 – Ya men lehül-kudretü vel-kemâl
Ey kudret ve kemâlin gerçek sahibi,

34 – Ya men hüvel-kebîrül-müteâl
Ey büyük ve yüce olan,

35 – Ya men hüve şedîdül-mihâl
Ey şiddetli azap sahibi olan,

36 – Ya men hüve şedîdül-ikâb
Ey ikâbı şiddetli olan,

37 – Ya men hüve serîül-hisâb
Ey hesâbı süratli gören,

38 – Ya men hüve indehü hüsnüs-sevâb
Ey katında güzel mükafatı bulunan,

39 – Ya men hüve indehü ümmül-kitâb
Ey katında Ümmül-Kitap bulunan,

40 – Ya men hüve yünşiüs-sehâbes-sikâl
Ey rahmet yüklü bulutları yaratan,

5

41 – Ya Hannân
Ey sonsuz merhamet sahibi olan Hannân,

42 – Ya Mennân
Ey hakiki iyilik ve ihsan sahibi Mennân,

43 – Ya Deyyân
Ey kullarının amellerine karşılık veren Deyyân,

44 – Ya Gufrân
Ey bağışlaması bol olan Ğufrân,

45 – Ya Burhân
Ey kullarına yol gösteren Burhân,

46 – Ya Sultân
Ey gerçek saltanat sahibi Sultân,

47 – Ya Sübhân
Ey bütün kusur ve noksanlardan uzak olan Sübhân,

48 – Ya Müsteân
Ey kendinden yardım istenen Müsteân,

49 – Ya Zel-menni vel-beyân
Ey nîmet ve beyân sahibi,

50 – Ya Zel-emân
Ey emniyet ve emân sahibi,

6

51 – Ya men tevadâa küllü şey’in li-azametih
Ey azametine her şeyin boyun eğdiği,

52 – Ya menistesleme küllü şey’in li-kudretih
Ey kudretine her şeyin teslim olduğu,

53 – Ya men zelle küllü şey’in li-îzzetih
Ey izzetine karşı her şeyin zelîl olduğu,

54 – Ya men hadâa küllü şey’in li-heybetih
Ey heybetine her şeyin itaat ettiği,

55 – Ya menin-kade küllü şey’in li-mülketih
Ey saltanatına karşı her şeyin inkıyat ettiği,

56 – Ya men dane küllü şey’in min-mehafetih
Ey korkusundan her şeyin kendisine boyun eğdiği,

57 – Ya menin-şâkkatil-cibâlü min-haşyetih
Ey korkusundan dağların yarıldığı ve parçalandığı,

58 – Ya men kâmetis-semâvâtü bi-emrih
Ey emriyle göklerin ayakta durduğu,

59 – Ya menis-tekarratil-ardu bi-iznih
Ey izniyle yerin karar kıldığı,

60 – Ya men lâ ya’tedi âlâ ehli memleketih
Ey memleketinin ahâlisine zulmetmeyen,

7

61 – Ya ğafirel-hatâya
Ey hataları mağfiret eden,

62 – Ya kâşifel-belâya
Ey belaları kaldıran,

63 – Ya müntehar-recâya
Ey ümitler kendisinde son bulan,

64 – Ya müczilel-atâya
Ey ihsanı bol veren,

65 – Ya vâsial-hedâya
Ey hediyeleri geniş olan,

66 – Ya râzıkal-berâya
Ey mahlûkata rızık veren,

67 – Ya kadîyel-münâya
Ey ölümlere karar veren,

68 – Ya samîaş-şekâya
Ey şikâyetleri işiten,

69 – Ya bâises-serâya
Ey askerler gönderen,

70 – Ya mutlikel-üsêra
Ey esirleri salıveren,

8

71 – Ya zel-hamdi ves-senâ
Ey hamd ve senâ sahibi,

72 – Ya zel-mecdi ves-senâ
Ey şeref ve yücelik sahibi,

73 – Ya zel-fahri vel-behâ
Ey fahir ve bahâ sahibi,

74 – Ya zel-ahdi vel-vefâ
Ey ahd ve vefâ sahibi,

75 – Ya zel-afvi ver-rıdâ
Ey af ve rızâ sahibi,

76 – Ya zel-menni vel-atâ
Ey iyilik ve bağış sahibi,

77 – Ya zel-fasli vel-kada
Ey kesin söz ve hüküm sahibi,

78 – Ya zel-izzeti vel-bekâ
Ey izzet ve sonsuzluk sahibi,

79 – Ya zel-cudi ven-ne’ma
Ey cömertlik ve nimetler sahibi,

80 – Ya zel-fadli vel-âlâ
Ey karşılıksız iyilik ve gizli nimetler sahibi,

9

81 – Ya Mâni
Ey olmamasını istediği şeyin meydana gelmesine engel olan Mâni’,

82 – Ya Dâfi
Ey zararlı şeyleri ve mânileri defeden Dâfi’,

83 – Ya Nâfi
Ey faydalı şeyleri yaratan Nâfi’,

84 – Ya Sâmi
Ey bütün sesleri işiten Sâmi’,

85 – Ya Râfi
Ey dilediklerinin mertebesini yükselten Râfi’,

86 – Ya Sâni
Ey her şeyi sanatla yaratan Sâni’,

87 – Ya Şâfî
Ey kullarına şefaat eden Şâfi’,

88 – Ya Câmî’
Ey istediğini istediği şekilde toplayan Câmi’,

89 – Ya Vâsi
Ey ilim ve ihsânı her şeyi içine alan Vâsi’,

90 – Ya Mûsi
İstediği şeyi istediği şekilde bollaştıran

10

91 – Ya sanîa külli masnu
Ey bütün sanatların sanatkârı,

92 – Ya hâlika külli mahlûk
Ey bütün mahlûkâtın yaratıcısı,

93 – Ya râzıka külli merzûk
Ey bütün rızıklananların rızık vericisi,

94 – Ya malike külli memlûk
Ey bütün sahip olunanların sahibi,

95 – Ya kâşife külli mekrûb
Ey bütün sıkıntıya düşenlerin ferahlatıcısı,

96 – Ya fârice külli mağmûm
Ey bütün üzüntüye düşenlerin sevindiricisi,

97 – Ya râhime külli merhûm
Ey bütün merhamet olunanların merhamet edicisi,

98 – Ya nâsıra külli mahzûl
Ey bütün yardımsız kalanların yardımcısı,

99 – Ya sâtire külli ma’yûb
Ey bütün ayıplıların ayıplarını örten,

100 Ya melcêe külli mazlûm
Ey bütün zulme uğrayanların sığınağı,

11

101 – Ya iddeti inde şiddeti
Ey sıkıntım ânında hazırlığım,

102 – Ya recâi inde musîbeti
Ey musîbetim ânında ümidim,

103 – Ya munisi inde vahşeti
Ey yalnızlığım ânında arkadaşım,

104 – Ya sâhibi inde ğurbeti
Ey gurbetliğimde dostum,

105 – Ya velîyyi inde nî’meti
Ey nîmetlendiğim anda sahibim,

106 – Ya kâşife inde kurbeti
Ey kederim ânında ferahlatıcım,

107 – Ya ğıyasi indef-tikâri
Ey ihtiyacım ânında yardımıma koşan,

108 – Ya melcei indez-tırârı
Ey zor durumumda sığınağım,

109 – Ya mu’îni inde fezei
Ey korkum ânında yardımcım,

110 – Ya delîli inde hayreti
Ey şaşkınlığım ânında yol göstericim,

12

111 – Ya allâmel-ğûyûb
Ey gaybları bilen,

112 – Ya ğaffâraz-zünûb
Ey günahları bağışlayan,

113 – Ya settârel-uyûb
Ey ayıpları örten,

114 – Ya keşşâfel-kürûb
Ey sıkıntıları kaldıran,

115 – Ya mukallibel-kulûb
Ey kalpleri değiştiren,

116 – Ya müzeyyînel-kulûb
Ey kalpleri süsleyen,

117 – Ya münevvirel-kulûb
Ey kalpleri nurlandıran,

118 – Ya tabîbel-kulûb
Ey kalplerin tabibi,

119 – Ya habîbel-kulûb
Ey kalplerin sevgilisi,

120 – Ya enîsel-kulûb
Ey kalplerin dostu,

13

121 – Ya Celîl
Ey yücelik ve ululuk sahibi Celîl,

122 – Ya Cemîl
Ey gerçek güzellik sahibi Cemîl,

123 – Ya Vekîl
Ey kendine güvenen kullarının işini en iyi yoluna koyan Vekîl,

124 – Ya Kefîl
Ey kullarının tâkatini aşan işlerini üzerine alan Kefîl,

125 – Ya Delîl
Ey kullarına yol gösteren Delîl,

126 – Ya Mukîl
Ey kullarının hatâ ve yanlışlarını bağışlayan Mukîl,

127 – Ya Habîr
Ey her şeyden haberdar olan Habîr,

128 – Ya Lâtîf
Ey lütuf ve keremi bol olan Latîf,

129 – Ya Azîz
Ey sonsuz izzet sahibi Azîz,

130 – Ya Melîk
Ey bütün mevcudâtın gerçek sahibi ve hükümdarı olan Melik,

14

131 – Ya delilel-mütehayyirin
Ey şaşkınların yol göstericisi,

132 – Ya ğıyâsel-müstâğısin
Ey yardım isteyenlerin yardımcısı,

133 – Ya sarîhal-müstasrihin
Ey medet isteyenlerin imdat edicisi,

134 – Ya carel-müstecirin
Ey korunmak isteyenlerin koruyucusu,

135 – Ya melceel-âsin
Ey âsilerin sığınağı,

136 – Ya ğafirel-müznibin
Ey günahkârların bağışlayıcısı,

137 – Ya emânel-hâifin
Ey korkanlara emniyet veren,

138 – Ya râhimel-mesâkin
Ey miskinlere merhamet eden,

139 – Ya enisel-müstevhişin
Ey yalnızlık duyanların dostu,

140 – Ya mucibe dâvetil-mudtarrin
Ey darda kalanların duâlarına cevap veren,

15

141 – Ya zel-cudi vel-ihsân
Ey cömertlik ve ihsan sahibi,

142 – Ya zel-fadli vel-imtinan
Ey fazıl ve iyilik sahibi,

143 – Ya zel-emni vel-eman
Ey emniyet ve emân sahibi,

144 – Ya zel-kudsi ves-sübhan
Ey kudsiyet ve kemalât sahibi,

145 – Ya zel-hikmeti vel-beyan
Ey hikmet ve beyan sahibi,

146 – Ya zer-rahmeti ver-rıdvan
Ey rahmet ve rıdvan sahibi,

147 – Ya zel-hücceti vel-bürhan
Ey kesin delil ve bürhan sahibi,

148 – Ya zel-azameti ves-sultan
Ey azamet ve saltanat sahibi,

149 – Ya zel-afvi vel-ğufran
Ey af ve mağfiret sahibi,

150 – Ya zer-re’feti vel-müstean
Ey kendisinden yardım istenen şefkat sahibi,

16

151 – Ya men hüve rabbü külli şey
Ey her şeyin Rabbi,

152 – Ya men hüve ilahü külli şey
Ey her şeyin ilâhı,

153 – Ya men hüve haliku külli şey
Ey her şeyin yaratıcısı,

154 – Ya men hüve fevka külli şey
Ey her şeyin üzerinde olan,

155 – Ya men hüve kable külli şey
Ey her şeyden önce olan,

156 – Ya men hüve ba’de külli şey
Ey her şeyden sonra olan,

157 – Ya men hüve alimü külli şey
Ey her şeyi bilen,

158 – Ya men hüve kadiru külli şey
Ey her şeye gücü yeten,

159 – Ya men hüve saniu külli şey
Ey her şeyin Sâni’i,

160 – Ya men hüve yebka ve yefna küllü şey
Ey her şey fenâ bulup, Kendisi bâki kalan

17

161 – Ya Mü’min
Ey kalplerde îman nûrunu yakan ve kullarına huzur ve güven veren Mü’min,

162 – Ya Müheymin
Ey bütün varlıkları ilim ve kontrolü altında tutan Müheymin,

163 – Ya Mükevvin
Ey bütün mahlûkatı yoktan meydana getiren Mükevvin,

164 – Ya Mülekkin
Ey bütün yaratıklarına dünyadaki vazifelerini öğretip telkin eden Mülakkin,

165 – Ya Mübeyyin
Ey kulları için açıklanması gereken her şeyi beyan eden Mübeyyin,

166 – Ya Mühevvin
Ey musîbetleri hafifleten ve zorlukları kolaylaştıran Mühevvin,

167 – Ya Müzeyyin
Ey her şeyi münasip şekilde süsleyen Müzeyyin,

168 – Ya Muazzım
Ey dilediğini yücelten ve kullarına büyüklüğünü gösteren Muazzım,

169 – Ya Muavvin
Ey muhtaçların yardımına koşan Muavvin,

170 – Ya Mülevvin
Ey her şeyi çeşit çeşit renklerle bezeyen Mülevvin,

18

171 – Ya men hüve fi-mülkihi mukim
Ey mülkünde dâim olan,

172 – Ya men hüve fi-celalihi azim
Ey celâlinde azîm olan,

173 – Ya men hüve fi-sultanihi kadim
Ey saltanatında kadîm olan,

174 – Ya men hüve ala-abdihi rahim
Ey kullarına rahmet eden,

175 – Ya men hüve bi-külli şey’in alim
Ey her şeyi bilen,

176 – Ya men hüve limen cefahü halim
Ey emirlerine uymayana halîm olan,

177 – Ya men hüve limen tereccahü kerim
Ey kendisine ümit bağlayana kerîm olan,

178 – Ya men hüve fi-mekadirihi hakim
Ey ölçülerinde hikmetli olan,

179 – Ya men hüve fi-hükmihi latif
Ey hükmünde lütuf sahibi olan,

180 – Ya men hüve fi-lütfihi kadir
Ey lütfünde kadîr olan,

19

181 – Ya men la yürca illa fadluh
Ey fazlından başka bir şey ümit edilmeyen,

182 – Ya men la yuhafü illa adlüh
Ey adâletinden başka bir şeyden korkulmayan,

183 – Ya men la yüntazaru illa birruh
Ey iyiliğinden başka bir şey beklenmeyen,

184 – Ya men la yüs’elü illa afvuh
Ey affından başka bir şey istenmeyen,

185 – Ya men la yedumu illa mülküh
Ey mülkünden başkası devam etmeyen,

186 – Ya men la sultane illa sultanüh
Ey saltanatından başka saltanat bulunmayan,

187 – Ya men la burhane illa burhanüh
Ey burhanlarından başka burhan bulunmayan,

188 – Ya men vesiat külle şey’in rahmetüh
Ey rahmeti her şeyi kuşatmış olan,

189 – Ya men sebekat rahmetühü ala ğadabih
Ey rahmeti gazabını geçmiş olan,

190 – Ya men ehata bi-külli şey’in ilmüh
Ey ilmiyle her şeyi kuşatmış olan,

20

191 – Ya faricel-hemm
Ey tasayı kaldıran,

192 – Ya kaşifel-ğamm
Ey gamı gideren,

193 – Ya ğafirez-zenb
Ey günahı affeden,

194 – Ya kabilet-tevb
Ey tövbeyi kabul eden,

195 – Ya halikal-halk
Ey yaratılmışların yaratıcısı,

196 – Ya sadikal-vaad
Ey vaadinde sâdık olan,

197 – Ya razikat-tıfl
Ey yavrulara rızık veren,

198 – Ya mufiyel-ahd
Ey sözünü yerine getiren,

199 – Ya alimes-sırr
Ey gizliyi bilen,

200 – Ya falikal-habb
Ey tohumu yarıp sümbüllendiren,

21

201 – Ya Alîyy
Ey her şeyiyle yüce olan Alî,

202 – Ya Vefîyy
Ey sözünden vefâlı olan ve vaadinden dönmeyen Vefî,

203 – Ya Velîyy
Ey müminlerin dostu olan Velî,

204 – Ya Ganîyy
Ey gerçek zenginlik sahibi ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Ganî,

205 – Ya Melîyy
Ey sonsuz servet ve tükenmez hazineler sahibi Melî,

206 – Ya Zekîyy
Ey her cihetten temiz ve pâk olan Zekî,

207 – Ya Radıyy
Ey kendisine kulluk edenlerden hoşnut olan Razî,

208 – Ya Bedîyy
Ey eser ve ihsanlarıyla varlığı apaçık görünen Bedî,

209 – Ya Hafîyy
Ey şiddet-i zuhûrundan gizlenen Hafî,

210 – Ya Kavîyy
Ey güç ve kuvveti sonsuz olan Kavî,

22

211 – Ya men azharel-cemil
Ey güzeli açığa çıkaran,

212 – Ya men setera alel-kabih
Ey çirkinin üzerini örten,

213 – Ya men la yuahizü bil-cerimeh
Ey suç sebebiyle hemen azarlamayan,

214 – Ya men la yehtiküs-sitr
Ey ayıpların üzerindeki perdeyi yırtmayan,

215 – Ya azimel-afv
Ey affı büyük olan,

216 – Ya hasenet-tecavüz
Ey günahkârları cezalandırmaktan vazgeçmesi güzel olan,

217 – Ya vasial-mağfireh
Ey mağfireti geniş olan,

218 – Ya basital-yedeyni bir-rahmeh
Ey rahmeti bol veren,

219 – Ya sahibe külli necva
Ey bütün sessiz yalvarışların sahibi,

220 – Ya münteha külli şekva
Ey bütün şikâyetler kendisinde son bulan,

23

221 – Ya zen-ni’metis-sabiğa
Ey bol nimet sahibi,

222 – Ya zer-rahmetil-vasia
Ey geniş rahmet sahibi,

223 – Ya zel-hikmetil-baliğa
Ey tam hikmet sahibi,

224 – Ya zel-kudretil-kamile
Ey kâmil kudret sahibi,

225 – Ya zel-hüccetil-katıa
Ey kesin hüccet sahibi,

226 – Ya zel-kerametiz-zahira
Ey açık ikram sahibi,

227 – Ya zes-sıfatil-aliye
Ey yüce sıfat sahibi,

228 – Ya zel-izzetid-daime
Ey dâim izzet sahibi,

229 – Ya zel-kuvvetil-metine
Ey metin kuvvet sahibi,

230 – Ya zel-minnetis-sabika
Ey geçmiş minnet sahibi,

24

231 – Ya ahkemel-hakimin
Ey hükmedenlerin en hükmedicisi,

232 – Ya a’delel-adilin
Ey âdillerin en adâletlisi,

233 – Ya esdakas-sadıkin
Ey doğruların en doğrusu,

234 – Ya ezharaz-zahirin
Ey varlığı açık olanların en açığı,

235 – Ya etherat-tahirin
Ey temiz olanların en temizi,

236 – Ya ahsenel-halikin
Ey yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan,

237 – Ya esraal-hasibin
Ey hesaba çekenlerin en süratlisi,

238 – Ya esmaas-samiin
Ey işitenlerin en iyi işiticisi,

239 – Ya ekremel-ekremin
Ey ikram edenlerin en iyi ikram edicisi,

240 – Ya erhamer-rahimin
Ey merhamet edenlerin en merhametlisi,

241 – Ya eşfeaş-şafiin
Ey şefaat edenlerin en şefaat edicisi,

25

242 – Ya bedias-semavat
Ey semâları yoktan yaratan,

243 – Ya cailez-zulümat
Ey karanlıkları meydana getiren,

244 – Ya alimel-hafiyyat
Ey gizlilikleri bilen,

245 – Ya rahimel-aberat
Ey için için üzülenlere acıyan,

246 – Ya satiral-averat
Ey utanılacak şeyleri örten,

247 – Ya kaşifel-beliyyat
Ey belâları defeden,

248 – Ya muhyiyel-emvat
Ey ölüleri dirilten,

249 – Ya daifel-hasenat
Ey sevapları kat kat yazan,

250 – Ya münzilel-berekat
Ey bereketleri indiren,

251 – Ya şediden-nekamat
Ey cezâları şiddetli olan,

26
252 – Ya Musavvir
Ey her varlığa münasip şekil giydiren Musavvir,

253 – Ya Mukaddir
Ey her şeyin plan ve programını ölçülü yapan Mukaddir,

254 – Ya Mutahhir
Ey her şeyi maddi ve manevi kirlerden temizleyen Mutahhir,

255 – Ya Münevvir
Ey nûruyla her şeyi nurlandıran Münevvir,

256 – Ya Mukaddim
Ey dilediğini öne geçiren Mukaddim,

257 – Ya Muahhir
Ey istediğini arkaya bırakan Muahhir,

258 – Ya Müyessir
Ey hayırlı işleri kolaylaştıran Müyessir,

259 – Ya Münzir
Ey kullarını azâbıyla korkutan Münzir,

260 – Ya Mübeşşir
Ey kullarını Cennet ve diğer mükafatlarla müjdeleyen Mübeşşir,

261 – Ya Müdebbir
Ey bütün kâinatı tam bir nizam içinde idare eden Müdebbir,

27

262 – Ya Rabbel-beytil-haram
Ey Beytül Haramın Rabbi,

263 – Ya Rabbeş-şehril-haram
Ey haram ayların sahibi,

264 – Ya Rabbel-Mescidil-haram
Ey Mescidül Haramın Rabbi,

265 – Ya Rabbel-beledil-haram
Ey haram belde olan Mekke’nin Rabbi,

266 – Ya Rabber-rükni vel-makam
Ey Rükn-ü Hacerül-Esved ve Makam-ı İbrahim’in Rabbi,

267 – Ya Rabbel-meş’aril-haram
Ey Meş’aril-Haramın Rabbi,

268 – Ya Rabbel-hılli vel-haram
Ey helâl ve haramın Rabbi,

269 – Ya Rabben-nuri vez-zalam
Ey nur ve karanlığın Rabbi,

270 – Ya Rabbet-tahiyyeti ves-selam
Ey tahiyyât ve selâmın Rabbi,

271 – Ya Rabbel-celali vel-ikram
Ey celâl ve ikrâmın Rabbi,

28

272 – Ya imade men la imade leh
Ey desteği olmayanların desteği,

273 – Ya senede men la senede leh
Ey dayanağı olmayanların dayanağı,

274 – Ya zühre men la zühre leh
Ey övünülecek bir şeyi olmayanların övüncü,

275 – Ya ğıyase men la ğıyase leh
Ey imdâda koşacak kimsesi olmayanların imdâdı,

276 – Ya hırze men la hırze leh
Ey korunacak yeri olmayanların koruyucusu,

277 – Ya fahre men la fahre leh
Ey iftihar edecek kimsesi olmayanların iftihârı,

278 – Ya izze men la izze leh
Ey izzeti olmayanların izzeti,

279 – Ya muine men la muine leh
Ey yardımcısı olmayanların yardımcısı,

280 – Ya enise men la enise leh
Ey dostu olmayanların dostu,

281 – Ya ğunyete men la ğunyete leh
Ey zenginliği olmayanların zenginliği,

29

282 – Ya Kaim
Ey varlığında başkasına muhtaç olmayan Kâim,

283 – Ya Daim
Ey varlığının sonu olmayan Dâim,

284 – Ya Rahim
Ey mahlûkatına merhamet eden Râhim,

285 – Ya Hakim
Ey mevcudatına hükmeden Hâkim,

286 – Ya Alim
Ey her şeyi bilen Âlim,

287 – Ya Asım
Ey yarattıklarını koruyan Âsım,

288 – Ya Kasım
Ey her şeyi adâletle taksim eden Kâsım,

289 – Ya Salim
Ey ayıp ve kusur kendisine ârız olmayan Sâlim,

290 – Ya Kabıd
Ey istediğinin maddî ve mânevî rızkını daraltan Kâbıd,

291 – Ya Basıt
Ey istediğinin maddî ve mânevî rızkını genişleten Bâsıt,

30

292 – Ya asıme menis-ta’sameh
Ey kendisine sığınmak isteyenleri koruyan,

293 – Ya rahime menis-terhameh
Ey kendisinden merhamet isteyenlere merhamet eden,

294 – Ya nasıra menis-tensarah
Ey kendisinden yardım isteyenlere yardım eden,

295 – Ya hafiza menis-tahfezah
Ey korunmak isteyenleri muhafaza eden,

296 – Ya mükrime menis-tekremeh
Ey kendisinden ikram isteyenlere ikram eden,

297 – Ya mürşide menis-terşedeh
Ey kendisinden irşad edilmeyi isteyenleri irşad eden,

298 – Ya muine menis-teaneh
Ey kendisinden inâyet isteyenlere inâyet eden,

299 – Ya muğıse menis-teğaseh
Ey kendisinden imdat isteyenlere imdat eden,

300 – Ya sariha menis-tasrahah
Ey feryat edenlerin feryâdına koşan,

301 – Ya ğafira menis-tağferah
Ey kendisinden mağfiret isteyenleri bağışlayan,

31

302 – Ya kerimes-safh
Ey affı bol olan,

303 – Ya azimel-menn
Ey iyiliği büyük olan,

304 – Ya kesirel-hayr
Ey hayrı çok olan,

305 – Ya kadimel-fadl
Ey fazlı kadîm olan,

306 – Ya latifes-sun
Ey sanatı güzel olan,

307 – Ya daimel-lütf
Ey lütfü dâim olan,

308 – Ya nafisel-kerb
Ey sıkıntıyı gideren,

309 – Ya kaşifed-durr
Ey zararı kaldıran,

310 – Ya malikel-mülk
Ey mülkün sahibi,

311 – Ya kadıyen-bil-hakk
Ey hak ile hükmeden,

32

312 – Ya azizen la yudam
Ey mağlup edilmeyen Azîz,

313 – Ya latifen la yuram
Ey kendisinden uzaklaşılmayan Lâtîf,

314 – Ya rakiben la yenam
Ey uyumayan gözetleyici,

315 – Ya kaimen la yefut
Ey yok olmayan Mevcûd,

316 – Ya hayyen la yemut
Ey ölmeyen Hayy,

317 – Ya meliken la yezul
Ey yok olmayan Melik,

318 – Ya bakiyen la yefna
Ey fenâ bulmayan Bâkî,

319 – Ya alimen la yechel
Ey cehalet ârız olmayan Âlim,

320 – Ya sameden la yut’am
Ey taama muhtaç olmayan Samed,

321 – Ya kaviyyen la yud’af
Ey zaafa uğratılmayan Kavî,

33
322 – Ya Vahid
Ey isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde ortağı olmayan Vâhid,

323 – Ya Vacid
Ey istediğini bulan Vâcid,

324 – Ya Şahid
Ey her yerde hâzır ve nâzır olan Şâhid,

325 – Ya Macid
Ey sonsuz şan ve yücelik sahibi Mâcid,

326 – Ya Raşid
Ey bütün işlerini ezelî hikmetine göre neticeye ulaştıran Râşid,

327 – Ya Bais
Ey peygamberler gönderen ve ölüleri dirilten Bâis,

328 – Ya Varis
Ey bütün mülk ve servetlerin hakiki sahibi Vâris,

329 – Ya Darr
Ey hikmeti gereği elem ve zarar verici şeyleri yaratan Dârr,

330 – Ya Nafi
Ey hayır ve menfaatli şeyleri yaratan Nâfi,

331 – Ya Hadi
Ey kullarına hidayet veren Hâdi,

34

332 – Ya a’zamu min-külli azim
Ey bütün azîmlerden daha Azîm,

333 – Ya ekremü min-külli kerim
Ey bütün cömertlerden daha Kerîm,

334 – Ya erhamü min-külli rahim
Ey bütün merhametlilerden daha Rahîm,

335 – Ya ahkemü min-külli hakim
Ey bütün hikmet sahiplerinden daha Hakîm,

336 – Ya a’lemü min-külli alim
Ey bütün âlimlerden daha Alîm,

337 – Ya akdemu min-külli kadim
Ey bütün önce yaratılanlardan daha evvel var olan Kadîm,

338 – Ya ekberü min-külli kebir
Ey bütün büyüklerden daha büyük,

339 – Ya ecellü min-külli celil
Ey bütün yücelerden daha Celîl,

340 – Ya eazzü min-külli aziz
Ey bütün izzet sahiplerinden daha Azîz,

341 – Ya eltafü min-külli latif
Ey bütün lütuf sahiplerinden daha Lâtif,

35

342 – Ya men hüve fi-ahdihi vefiyy
Ey ahdinde vefalı,

343 – Ya men hüve fi-vefaihi kaviyy
Ey vefasında kuvvetli,

344 – Ya men hüve fi-kuvvetihi aliyy
Ey kuvvetinde yüce,

345 – Ya men hüve fi-uluvvihi karib
Ey yüceliğinde yakın,

346 – Ya men hüve fi-kurbihi latif
Ey yakınlığında latîf,

347 – Ya men hüve fi-lütfihi şerif
Ey lütfünde şerîf,

348 – Ya men hüve fi-şerefihi aziz
Ey şerefinde azîz,

349 – Ya men hüve fi-izzetihi azim
Ey izzetinde azîm,

350 – Ya men hüve fi-azametihi mecid
Ey azametinde mecîd,

351 – Ya men hüve fi-mecdihi hamid
Ey yüceliğinde hamîd,

36

352 – Ya men hüve küllü şey’in hadiün leh
Ey her şeyin kendisine boyun eğdiği,

353 – Ya men hüve küllü şey’in kainün leh
Ey her şey kendisi için var olan,

354 – Ya men hüve küllü şey’in mevcudun leh
Ey her şey kendisi için mevcut olan,

355 – Ya men hüve küllü şey’in münibün leh
Ey her şeyin kendisine döndüğü,

356 – Ya men hüve küllü şey’in haifün minhu
Ey her şeyin kendisinden korktuğu,

357 – Ya men hüve küllü şey’in müsebbihün leh
Ey her şeyin kendisini tesbih ettiği,

358 – Ya men hüve küllü şey’in kaimun bih
Ey her şey onunla ayakta olan,

359 – Ya men hüve küllü şey’in haşiun leh
Ey her şeyin kendisine itaat ettiği,

360 – Ya men hüve küllü şey’in sairun ileyh
Ey her şeyin kendisine yöneldiği,

361 – Ya men hüve küllü şey’in halikün illa vecheh
Ey ona bakan yüzü müstesnâ her şeyin helâk olduğu,

37

362 – Ya Kâfî
Ey kullarına yeten Kâfi,

363 – Ya Şâfî
Ey her türlü derde devâ veren Şâfi,

364 – Ya Vafî
Ey vaadinde duran Vâfi,

365 – Ya Muafî
Ey maddî ve mânevî dertlere âfiyet veren Muâfi,

366 – Ya Alî
Ey her şeyiyle yüce olan Âli,

367 – Ya Dâi
Ey kullarını iyiliğe ve Cennete davet eden Dâi,

368 – Ya Radî
Ey iyi kullarından hoşnut olan Râzi,

369 – Ya Kadî
Ey hikmet ve adâletle hükmeden Kâdi,

370 – Ya Bâkî
Ey varlığının sonu olmayan Bâkî,

371 – Ya Hâdi
Ey dilediğini doğru yola ulaştıran Hâdi,

38

372 – Ya men la meferra illa ileyh
Ey kendisinden başka kaçacak yer olmayan,

373 – Ya men la mefzea illa ileyh
Ey kendisinden başka sığınılacak yer olmayan,

374 – Ya men la melcee illa ileyh
Ey kendisinden başka ilticâ edilecek yer olmayan,

375 – Ya men la yütevekkelü illa aleyh
Ey kendisinden başka tevekkül edilecek kimse olmayan,

376 – Ya men la maksade illa ileyh
Ey kendisinden başka maksut olmayan,

377- Ya men la mencee illa ileyh
Ey kendisinden başka kurtuluş yeri olmayan,

378 – Ya men la yurğabu illa ileyh
Ey kendisinden başkasına rağbet edilmeyen,

379 – Ya men la yu’bedu illa iyyah
Ey kendisinden başkasına ibâdet edilmeyen,

380 – Ya men la yüsteanü illa minh
Ey kendisinden başkasından yardım istenilmeyen,

381 – Ya men la havle vela kuvvete illa bih
Ey kendisinden başka güç ve kuvvet sahibi bulunmayan,

39

382 – Ya hayral-merhubin
Ey kendisine kaçılanların en hayırlısı,

383 – Ya hayral-matlubin
Ey matlupların en hayırlısı,

394 – Ya hayral-merğubin
Ey rağbet edilenlerin en hayırlısı,

395 – Ya hayral-mes’ulin
Ey kendisinden dilekte bulunulanların en hayırlısı,

396 – Ya hayral-maksudin
Ey maksut olanların en hayırlısı,

397 – Ya hayral-mezkurin
Ey zikredilenlerin en hayırlısı,

398 – Ya hayral-meşkurin
Ey şükredilenlerin en hayırlısı,

399 – Ya hayral-mahbubin
Ey sevilenlerin en hayırlısı,

400 – Ya hayral-münzilin
Ey indirenlerin en hayırlısı,

401 – Ya hayral-müste’nisin
Ey kendisine ünsiyet edilenlerin en hayırlısı,

40

402 – Ya men hüve haleka fesevva
Ey yaratıp düzene koyan,

403 – Ya men hüve kaddera feheda
Ey takdir edip hedefe götüren,

404 – Ya men hüve yekşifül-belva
Ey belâyı kaldıran,

405 – Ya men hüve yesmeun-necva
Ey gizli yakarışı işiten,

406 – Ya men hüve yünkızül-ğarka
Ey batmışı kurtaran,

407 – Ya men hüve yüncil-helka
Ey helâk olana necât veren,

408 – Ya men hüve yeşfil-merda
Ey hastaya şifa veren,

409 – Ya men hüve emate ve ehya
Ey öldüren ve dirilten,

410 – Ya men hüve edhake ve ebka
Ey güldüren ve ağlatan,

411 – Ya men hüve edalle ve ehda
Ey saptıran ve hidâyete erdiren,

41

412 – Ya Gafir
Ey dilediği kullarının günahlarını bağışlayan Gâfir,

413 – Ya Satir
Ey ayıp ve kusurları örten Sâtir,

414 – Ya Kahir
Ey düşmanlarını mağlup eden Kâhir,

415 – Ya Kadir
Ey her şeye gücü yeten Kâdir,

416 – Ya Nazır
Ey bütün mahlûkatının hallerini gören Nâzır,

417 – Ya Fatır
Ey bütün mahlûkatı yoktan var eden Fâtır,

418 – Ya Şakir
Ey kendine yapılan ibâdet ve şükürlere bol mükâfat veren Şâkir,

419 – Ya Zakir
Ey kendisini zikredenleri yâd eden Zâkir,

420 – Ya Nasır
Ey dostlarına yardım eden Nâsır,

421 – Ya Cabir
Ey dilediğini zorla yaptıran Câbir,

42

422 – Ya men hüve fil-berri vel-bahri sebilüh
Ey karada ve denizde yolu olan,

423 – Ya men hüve fil-afaki ayatüh
Ey dış âlemde âyetleri bulunan,

424 – Ya men hüve fil-ayati burhanüh
Ey âyetlerinde delili olan,

425 – Ya men hüve fil-memati kudretüh
Ey ölümlerde kudreti tecellî eden,

426 – Ya men hüve fil-kuburi izzetüh
Ey kabirlerde izzeti olan,

427 – Ya men hüve fil-kıyameti milketüh
Ey Kıyâmette saltanatı olan,

428 – Ya men hüve fil-hisabi heybetüh
Ey hesapta heybeti olan,

429 – Ya men hüve fil-mizani kazaüh
Ey Mîzanda hükmü olan,

430 – Ya men hüve fil-cenneti rahmetüh
Ey Cennette rahmeti olan,

431 – Ya men hüve fin-nari azabüh
Ey ateşte azabı olan,

43

432 – Ya men hüve ileyhi yehrebül-haifun
Ey korkanların kendisine kaçtığı,

433 – Ya men hüve ileyhi yefzeul-müznibun
Ey günahkârların kendisine sığındığı,

434 – Ya men hüve ileyhi yaksidül-münibun
Ey tövbe edenlerin kendisine yöneldiği,

435 – Ya men hüve ileyhi yelceül-âsun
Ey âsilerin kendisine ilticâ ettiği,

436 – Ya men hüve ileyhi yerğabüz-zahidun
Ey zahitlerin kendisine rağbet ettiği,

437 – Ya men hüve fihi yetmeul-hâtiun
Ey hatâlıların kendisine ümit beslediği,

438 – Ya men hüve yeste’nisü bihil-müridun
Ey kendisini arzulayanların onunla ünsiyet bulduğu,

439 – Ya men hüve yeftehiru bihil-muhsinun
Ey iyilik yapanların kendisiyle iftihar ettiği,

440 – Ya men hüve aleyhi yetevekkelül-mütevekkilun
Ey tevekkül edenlerin kendisine güvendiği,

441 – Ya men hüve yeskünü bihil-mukinun
Ey kuvvetle îman edenlerin kendisiyle huzur bulduğu,

44

442 – Ya akrabu min-külli karib
Ey bütün yakınlardan daha yakın,

443 – Ya ehabbu min-külli habib
Ey bütün sevilenlerden daha sevgili,

444 – Ya a’zamu min-külli azim
Ey bütün büyüklerden daha büyük,

445 – Ya eazzü min-külli aziz
Ey bütün izzet sahiplerinden daha azîz,

446 – Ya ekva min-külli kaviy
Ey bütün kuvvetlilerden daha kavî,

447 – Ya eğna min-külli ğaniy
Ey bütün zenginlerden daha zengin,

448 – Ya ecvedü min-külli cevad
Ey bütün cömertlerden daha cömert,

449 – Ya er’afü min-külli rauf
Ey bütün şefkatlilerden daha raûf,

450 – Ya erhamü min-külli rahim
Ey bütün merhametlilerden daha rahîm,

451 – Ya ecellü min-külli celil
Ey bütün yücelerden daha yüce,

45

452 – Ya Karib
Ey her şeye her şeyden daha yakın olan Karîb,

453 – Ya Rakib
Ey bütün mahlûkatını gözetleyen Rakîb,

454 – Ya Habib
Ey müminlerin sevgilisi olan Habîb,

455 – Ya Mucib
Ey kullarının duâlarına cevap veren Mucîb,

456 – Ya Hasib
Ey kullarının bütün fiillerinin hesâbını gören Hasîb,

457 – Ya Tabib
Ey bütün dertlere devâ veren Tabîb,

458 – Ya Basir
Ey her şeyi bütün incelikleriyle gören Basîr,

459 – Ya Habir
Ey her şeyden haberdar olan Habîr,

460 – Ya Münir
Ey her şeyi nûruyla aydınlatan Münîr,

461 – Ya Mübin
Ey kullarına gerekli her şeyi açıklayan Mübîn,

46

462 – Ya ğaliben ğayra mağlub
Ey mağlûp olmayan Galip,

463 – Ya sanian ğayra masnu
Ey yaratılmış olmayan Sanatkâr,

464 – Ya halikan ğayra mahluk
Ey mahlûk olmayan Yaratıcı,

465 – Ya maliken ğayra memluk
Ey sahip olunamayan Mülk Sahibi,

466 – Ya kahiran ğayra makhur
Ey kendisine üstün gelinemeyen Kahir,

467 – Ya rafian ğayra merfu
Ey yükseltilmekten münezzeh Yükseltici,

468 – Ya hafizan ğayra mahfuz
Ey korunmayan Koruyucu,

469 – Ya nasiran ğayra mensur
Ey yardım edilmeyen Yardım Edici,

470 – Ya şahiden ğayra ğaib
Ey gaip olmayan Şahit,

471 – Ya kariben ğayra baid
Ey uzak olmayan yakın,

47

472 – Ya nuran-nur
Ey nurların nuru,

473 – Ya münevviran-nur
Ey nurları nurlandıran,

474 – Ya musavviran-nur
Ey nurlara sûret ve şekil veren,

475 – Ya halikan-nur
Ey nurları yaratan,

476 – Ya mukaddiran-nur
Ey nurları takdir eden,

477 – Ya müdebbiran-nur
Ey nurları idâre eden,

478 – Ya nuran kable külli nur
Ey bütün nurlardan evvel olan Nur,

479 – Ya nuran ba’de külli nur
Ey bütün nurlardan sonra da var olan Nur,

480 – Ya nuran fevka külli nur
Ey bütün nurların üstünde olan Nur,

481 – Ya nuran leyse mislehu nur
Ey hiçbir nûrun Kendisine benzemediği Nur,

48

482 – Ya men atauhu şerif
Ey bağış ve ihsânı şerefli olan,

483 – Ya men fi’lühü latif
Ey fiili latîf olan,

484 – Ya men lütfuhu mukim
Ey lütfü dâim olan,

485 – Ya men ihsanuhu kadim
Ey ihsânı kadîm olan,

486 – Ya men kavlühü hak
Ey sözü hak olan,

487 – Ya men va’dühü sıdk
Ey vaadi doğru olan,

488 – Ya men afvühü fadl
Ey affı fazıl olan,

489 – Ya men azabühü adl
Ey azâbı adâlet olan,

490 – Ya men zikruhu hulv
Ey zikri tatlı olan,

491 – Ya men ünsühü leziz
Ey dostluğu lezzetli olan,

49

492 – Ya Münevvil
Ey kullarına nîmet ihsan eden Münevvil,

493 – Ya Mufassıl
Ey bütün müşkülleri halleden ve hak ile bâtılın arasını ayıran Mufassıl,

494 – Ya Mübeddil
Ey istediğini istediği şekilde değiştiren Mübeddil,

495 – Ya Müsehhil
Ey zorlukları kolaylaştıran Müsehhil,

496 – Ya Müzellil
Ey istediğini zelîl kılan ve mahlûkatına boyun eğdiren Müzellil,

497 – Ya Münezzil
Ey kitaplar ve bereketler indiren; dilediğinin rütbesini alçaltan Münezzil,

498 – Ya Muhavvil
Ey kâinattaki bütün işleri döndüren ve kullarını halden hâle sevk eden Muhavvil,

499 – Ya Mücemmil
Ey her şeyi münâsip şekilde güzelleştiren Mücemmil,

500 – Ya Mükemmil
Ey her şeyi kemâle erdiren Mükemmil,

501 – Ya Mufaddıl
Ey istediğini istediğine üstün kılan Mufaddıl,

50

502 – Ya men yera vela yüra
Ey her şeyi gören, fakat kendisi görülmeyen,

503 – Ya men yahluku vela yuhlak
Ey her şeyi yaratan, fakat kendisi yaratılmayan,

504 – Ya men yehdi vela yuhda
Ey her şeye yol gösteren, fakat kendisi yol gösterilmeye muhtaç olmayan,

505 – Ya men yuhyi vela yuhya
Ey hayat veren, fakat kendisi hayat verilmeye muhtaç olmayan,

506 – Ya men yut’imu vela yut’am
Ey her şeyi doyuran, fakat kendisi doyurulmaktan münezzeh olan,

507 – Ya men yüciru vela yücar
Ey her şeyi koruyan, fakat kendisi korunmaya muhtaç olmayan,

508 – Ya men yakdı vela yukda aleyh
Ey her şey hakkında karar veren, fakat kendisi hakkında hüküm verilmeyen,

509 – Ya men yahkümu vela yuhkemu aleyh

Ey hüküm veren, fakat kendisi hakkında hüküm verilmeyen,

510 – Ya men lem yelid velem yuled
Ey doğurmayan ve doğmayan

511 – Ve lem yekün lehü küfüven ehad
Ey hiçbir şey kendisine denk olmayan

51

512 – Ya nimel-habib
Ey en güzel Sevgili,

513 – Ya nimet-tabib
Ey en güzel Tabip,

514 – Ya nimel-hasib
Ey en güzel hesap gören,

515 – Ya nimel-karib
Ey en güzel Yakın,

516 – Ya nimer-rakib
Ey en güzel Gözetleyici,

517 – Ya nimel-mücib
Ey en güzel Cevap Veren,

518 – Ya nimel-enis
Ey en güzel Dost,

519 – Ya nimel-vekil
Ey en güzel Vekîl,

520 – Ya nimel-mevla
Ey en güzel Efendi,

521 – Ya nimen-nasir
Ey en güzel Yardımcı,

52

522 – Ya sürurel-arifin
Ey kendisini tanıyanların sevinci,

523 – Ya enisel-müridin
Ey kendisini arzulayanların dostu,

524 – Ya muğisel-müştakin
Ey kendisine müştâk olanların imdâdına koşan,

525 – Ya habibet-tevvabin
Ey tövbekârların sevgilisi,

526 – Ya razıkal-mukıllin
Ey ihtiyaç sahiplerine rızık veren,

527 – Ya recael-müznibin
Ey günahkârların ümidi,

528 – Ya kaşifel-mekrubin
Ey sıkıntıda olanların ferahlatıcısı,

529 – Ya müneffisen anil-mağmumin
Ey gamlılara nefes aldıran,

530 – Ya müferricen anil-mahzunin
Ey mahzunlara kurtuluş yolu gösteren,

531 – Ya ilahel-evveline vel-ahirin
Ey evvel ve âhirlerin ilâhı,

53

532 – Ya Rabbel-cenneti ven-nar
Ey Cennet ve Cehennemin Rabbi,

533 – Ya Rabben-nebiyyine vel-ahyar
Ey peygamberler ve hayırlıların Rabbi,

534 – Ya Rabbes-sıddikine vel-ebrar
Ey Sıddıkların ve iyilerin Rabbi,

535 – Ya Rabbes-sığari vel-kibar
Ey küçüklerin ve büyüklerin Rabbi,

536 – Ya Rabbel-hububi vel-esmar
Ey dânelerin ve meyvelerin Rabbi,

537 – Ya Rabbel-enhari vel-eşcar
Ey nehirlerin ve ağaçların Rabbi,

538 – Ya Rabbes-sahara vel-kıfar
Ey sahraların ve çöllerin Rabbi,

539 – Ya Rabbel-abidi vel-ahrar
Ey kölelerin ve hürlerin Rabbi,

549 – Ya Rabbel-i’lani vel-ısrar
Ey açığa çıkarma ve gizlemelerin Rabbi,

541 – Ya Rabbel-leyli ven-nehar
Ey gece ve gündüzün Rabbi,

54

542 – Ya men lahika fi-külli şeyin ilmüh
Ey ilmi her şeye ulaşan,

543 – Ya men nefeze bi-külli şeyin basaruh
Ey basarı her şeye nüfûz eden,

544 – Ya men belağat ila-külli şeyin kudretüh
Ey kudreti her şeye bâliğ olan,

545 – Ya men la yuhsil-ibadü na’maeh
Ey nîmetleri sayılamayan,

546 – Ya men la teblüğul-halaiku şükreh
Ey mahlûkatın gerçek şükrüne erişemediği,

547 – Ya men la tüdrikül-efhamu celaleh
Ey zihinlerin, yüceliğini idrak edemediği,

548 – Ya men la tenalül-evhamü künheh
Ey hayallerin, hakîkatine erişemediği,

549 – Ya menil-azametü vel-kibriyau ridauh
Ey azamet ve kibriyâ örtüsü olan,

550 – Ya menil-heybetü ves-sultanü behauh
Ey heybet ve saltanat güzelliği olan,

551 – Ya men teazzeze bil-izzi bekauh
Ey bekası izzetle yücelenen

55

552 – Ya men lehül-meselül-a’la
Ey en yüce misâller Kendisine ait olan,

553 – Ya men lehüs-sıfatül-ula
Ey en yüce sıfatlar Kendisine ait olan,

554 – Ya men lehül-ahiretü vel ula
Ey âhiret ve dünya Kendisine âit olan,

555 – Ya men lehül-Cennetül-Me’va
Ey Cennetül-Mevâ’nın sahibi,

556 – Ya men lehün-naru vel-leza
Ey Cehennem ve ateşin sahibi,

557 – Ya men lehül-ayatül-kübra
Ey en büyük âyetler sahibi,

558 – Ya men lehül-esmaül-hüsna
Ey en güzel isimler sahibi,

559 – Ya men lehül-hükmü vel-kada
Ey hüküm ve kazâ sahibi,

560 – Ya men lehüs-semavatül-ula
Ey yüce göklerin sahibi,

561 – Ya men lehül-arşu ves-sera
Ey arş ve yerin sahibi,

56

562 – Ya Afüvv
Ey kullarını çok çok affeden Afüvv,

563 – Ya Gafur
Ey kullarının günahlarını bağışlayan Gafûr,

564 – Ya Vedud
Ey itaatkâr kullarını çok seven Vedûd,

565 – Ya Şekur
Ey rızâsı için yapılan işleri bol sevapla karşılayan Şekûr,

566 – Ya Sabur
Ey âsileri hemen cezâlandırmayıp, çok sabreden Sabûr,

567 – Ya Rauf
Ey kullarına çok şefkat edip esirgeyen Raûf,

568 – Ya Atuf
Ey kullarına karşı pek merhametli olan Atûf,

569 – Ya Kuddus
Ey bütün mahlûkatı maddî ve manevî kirlerden arındıran Kuddüs,

570 – Ya Hayy
Ey gerçek hayat sahibi olan Hayy,

571 – Ya Kayyum
Ey gökleri, yeri ve bütün mahlûkatı ayakta tutan Kayyûm,

57

572 – Ya men hüve fis-semai azametuh
Ey semâda azameti görülen,

573 – Ya men hüve fil-ardi ayatüh
Ey yerde âyetleri tecellî eden,

574 – Ya men hüve fi-külli şeyin delailüh
Ey her şeyde delilleri bulunan,

575 – Ya men hüve fil-bihari acaibüh
Ey denizde acâip sanatları bulunan,

576 – Ya men yebdeul-halka sümme yuiduh
Ey mahlûkatı ilk defa yaratıp, öldükten sonra tekrar dirilten,

577 – Ya men hüve fil-cibali hazainuh
Ey dağlarda hazineleri bulunan,

578 – Ya men ahsene külli şey’in halakah
Ey yarattığı her şeyi en güzel yapan,

579 – Ya men ileyhi yurceül-emrü küllüh
Ey bütün işler kendisine dönen,

580 – Ya men zahera fi-külli şey’in lütfüh
Ey her şeyde lütfü açıkça görünen,

581 – Ya men yuarrifül-halaika kudreteh
Ey mahlûkatına kudretini tanıtan,

58

582 – Ya habibe men la habibe leh
Ey sevgilisi olmayanların sevgilisi,

583 – Ya tabibe men la tabibe leh
Ey tabibi olmayanların tabibi,

584 – Ya mucibe men la mucibe leh
Ey isteklerini dinleyip cevap verecek kimsesi olmayanların Mucîbi,

585 – Ya şefika men la şefika leh
Ey şefkat edecek kimsesi olmayanların şefkat edicisi,

586 – Ya refika men la refika leh
Ey arkadaşı olmayanların arkadaşı,

587 – Ya şefia men la şefia leh
Ey şefaat edecek kimsesi olmayanların Şefîi,

588 – Ya muğise men la muğise leh
Ey imdâdına koşacak kimsesi olmayanların imdat edicisi,

589 – Ya delile men la delile leh
Ey yol gösterecek kimsesi olmayanların yol göstericisi,

590 – Ya kaide men la kaide leh
Ey rehberi olmayanların rehberi,

591 – Ya rahime men la rahime leh
Ey merhamet edecek kimsesi olmayanların merhamet edicisi,

59

592 – Ya kafiye menistekfah
Ey Kendisini her şeye bedel yeter görenlerin Kâfisi,

593 – Ya hadiye menistehdah
Ey Kendisinden hidâyet isteyenlerin hidâyet edicisi,

594 – Ya kaliye menisteklah
Ey gizlenecek yer arayanların üstünü örten,

595 – Ya daiye menisted’ah
Ey Kendisini çağıranları Cennetine dâvet eden,

596 – Ya şafiye menisteşfah
Ey Kendisinden şifa isteyene şifa veren,

597 – Ya kadiye menistekdah
Ey Kendisinden hükmetmesini isteyenler hakkında hükmeden,

598 – Ya muğniye menisteğnah
Ey maddi ve manevi zenginlik isteyenleri zenginleştiren,

599 – Ya mufiye menistevfah
Ey Kendisinden her ihtiyacını yerine getirmesini isteyenlerin ihtiyaçlarına yeterli cevap veren,

600 – Ya mukavviye menistakvah
Ey kuvvet ve güç isteyenlere kâfi kuvvet veren,

601 – Ya veliyye menistevlah
Ey Kendisinden dostluk ve sahiplik isteyenlerin dost ve sahibi,

60

602 – Ya Evvel
Ey her şeyden önce olan Evvel,

603 – Ya Ahir
Ey her şeyden sonra olan Âhir,

604 – Ya Zahir
Ey varlığı apaçık görünen Zâhir,

605 – Ya Batın
Ey her şeyin içyüzünden haberdar olan Bâtın,

606 – Ya Halık
Ey her şeyi yoktan yaratan Hâlık,

607 – Ya Razık
Ey her şeyi münâsip bir şekilde rızıklandıran Râzık,

608 – Ya Sadık
Ey her işi doğru olan ve sözünü yerine getiren Sâdık,

609 – Ya Sabık
Ey varlığı her şeyden önce olan Sâbık,

610 – Ya Saik
Ey her şeyi mukadder hedefine sevk eden Sâik,

611 – Ya Falik
Ey tohum ve çekirdekleri yarıp sümbüllendiren Fâlık,

61

612 – Ya men yukallibül-leyle ven-nehar
Ey gece ve gündüzü peş peşe değiştiren,

613 – Ya men halekaz-zulümati ven-nur
Ey karanlıkları ve nûru yaratan,

614 – Ya men cealez-zılle vel-harur
Ey gölgeleri ve harâreti meydana getiren,

615 – Ya men sehharaş-şemse vel-kamer
Ey güneş ve aya boyun eğdiren,

616 – Ya men halekal-mevte vel-hayat
Ey ölümü ve hayatı yaratan,

617 – Ya men lehül-halku vel-emr
Ey yaratmak ve emretmek Kendisine âit olan,

618 – Ya men lem yettahiz sahibeten ve la velede
Ey eş ve evlât edinmeyen,

619 – Ya men lem yekün lehü şerikün fil-mülk
Ey mülkünde hiçbir şerîki olmayan,

620 – Ya men lem yekün lehü veliyyün-minez-züll
Ey zilletten münezzeh olduğu için dosta ihtiyacı olmayan,

621 – Ya men lehül-havlü vel-kuvveh
Ey havl ve kuvvet kendisine âit olan,

62

622 – Ya men ya’lemü muradel-müridin
Ey Kendisini arzulayanların murâdını bilen,

623 – Ya men yemlikü havaices-sailin
Ey Kendisinden dilekte bulunanların ihtiyaç duyduklarına sahip olan,

624 – Ya men yesmeu eninel-valihin
Ey üzüntüsünden kendinden geçenlerin inlemelerini işiten,

625 – Ya men yera bükael-haifin
Ey Kendisinden korkarak ağlayanların ağlayışını gören,

626 – Ya men ya’lemü damiras-samitin
Ey suskunların içinden geçenleri bilen,

627 – Ya men yerâ nedemen-nadimin
Ey günahlarından pişmanlık duyanların nedâmetini gören,

628 – Ya men yakbelü uzret-taibin
Ey tövbekârların özrünü kabul eden,

629 – Ya men la yuslihu amelel-müfsidin
Ey fesatçıların işini düzeltmeyen,

630 – Ya men la yudiu ecrel-muhsinin
Ey iyilik yapanların mükâfatını zâyi etmeyen,

631 – Ya men la yeb’udu an-kulubil-arifin
Ey Kendisini tanıyanların kalplerinden uzaklaşmayan,

63

632 – Ya daimel-beka
Ey bekası dâim olan,

633 – Ya ğafirel-hata
Ey hatâları bağışlayan,

634 – Ya samiad-dua
Ey duâları işiten,

635 – Ya vasial-ata
Ey ihsânı geniş olan,

636 – Ya rafias-sema
Ey gökleri yükselten,

637 – Ya kaşifel-bela
Ey belâları defeden,

638 – Ya azimes-sena
Ey medih ve senâsı büyük olan,

639 – Ya kadimes-sena
Ey varlığının parıltısı kadîm olan,

640 – Ya kesirel-vefa
Ey vefâsı çok olan,

641 – Ya şerifel-ceza
Ey mükâfatı şerefli olan,

64

642 – Ya Gaffâr
Ey çok affeden Gaffâr,

643 – Ya Settâr
Ey bütün ayıpları örten Settâr,

644 – Ya Kahhâr
Ey her şeye galip gelen ve bütün düşmanlarını kahreden Kahhâr,

645 – Ya Cebbâr
Ey istediğini zorla yaptıran Cebbâr,

646 – Ya Sabbâr
Ey çok sabreden ve kullarına sabır gücü veren Sabbâr,

647 – Ya Rezzâk
Ey bütün rızka muhtaç olanları rızıklandıran Rezzâk,

648 – Ya Fettâh
Ey her şeyi hikmetle açan Fettâh,

649 – Ya Allâm
Ey her şeyi çok iyi bilen Allâm,

650 – Ya Vehhâb
Ey bol bol hediyeler veren Vehhâb,

651 – Ya Tevvâb
Ey bütün tövbeleri kabul eden Tevvâb,

65

652 – Ya men halekani ve sevvani
Ey beni yaratıp âzâlarımı düzene koyan,

653 – Ya men razekani ve rabbani
Ey bana rızık veren ve terbiye eden,

654 – Ya men et’ameni ve sekani
Ey beni yedirip içiren,

655 – Ya men karrabeni ve ednani
Ey beni kendisine yaklaştırıp yakın kılan,

656 – Ya men asameni ve kefani
Ey beni günah tehlikelerinden koruyup bana kâfi gelen,

657 – Ya men hafizani ve kelani
Ey beni muhafaza edip ayıplarımı örten,

658 – Ya men veffekani ve hedani
Ey bana tevfîk edip hidâyet eden,

659 – Ya men eazzeni ve ağnani
Ey beni azîz kılıp ihtiyaçlarımı gideren,

660 – Ya men emateni ve ahyani
Ey beni öldürüp dirilten,

661 – Ya men aneseni ve avani
Ey bana ünsiyet verip rızıklandıran,

66

662 – Ya men yuhikkul-hakka bi-kelimatih
Ey kelimeleriyle hakkın hak olduğunu gösteren,

663 – Ya men la muakkibe li-hükmih
Ey hükmünü geri bıraktıracak kimse olmayan,

664 – Ya men la radde li-kadaih
Ey kazâsını geri çevirecek kimse olmayan,

665 – Ya men yehulü beynel-mer’i ve kalbih
Ey kişiye kalbinden daha yakın olan,

666 – Ya men yakbelüt-tevbete an-ibadih
Ey kullarından tövbeyi kabul eden,

667 – Ya men la tenfeuş-şefaatü illa biiznih
Ey izni olmadan hiçbir şefaat fayda vermeyen,

668 – Ya menis-semavatü matviyyetün bi-yeminih
Ey bütün gökler kudretiyle dürülmüş olan,

669 – Ya men hüve a’lemu bimen dalle an sebilih
Ey yolundan sapanları en iyi bilen,

670 – Ya men yüsebbihür-ra’dü bi-hamdihi velmelaiketü min-hifetih
Ey gök gürültüsünün hamd ederek, meleklerin de korkusuyla Kendisini tesbih ettiği,

671 – Ya men yürsilür-riyaha büşran beyne yedey rahmetih
Ey rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci gönderen,

67

672 – Ya men cealel-arda mihada
Ey yeri beşik yapan,

673 – Ya men cealel-cibale evtada
Ey dağları direk yapan,

674 – Ya men cealeş-şemse siraca
Ey güneşi kandil kılan,

675 – Ya men cealel-kamera nura
Ey ay’ı nur kılan,

676 – Ya men cealel-leyle libasa
Ey geceyi örtü yapan,

677 – Ya men cealen-nehara meaşa
Ey gündüzü maîşet zamanı yapan,

678 – Ya men cealen-nevme sübata
Ey uykuyu huzur ve sükûn vasıtası kılan,

679 – Ya men ceales-semae binaa
Ey semâyı bina kılan,

680 – Ya men cealel-eşyae ezvaca
Ey eşyayı çift çift yaratan,

681 – Ya men cealen-nara mirsada
Ey ateşi gözcü kılan,

68

682 – Ya Şefi
Ey gerçek şefaat sahibi Şefî,

683 – Ya Semi
Ey gizli açık her sesi işiten Semî,

684 – Ya Refi
Ey istediğini yükselten Rafî,

685 – Ya Meni
Ey istediğini engelleyen Menî,

686 – Ya Bedi
Ey kâinatı en güzel bir şekilde yoktan yaratan Bedî,

687 – Ya Seri
Ey hesâbı en süratli bir şekilde gören Serî,

688 – Ya Beşir
Ey sevdiklerini Cennet ve çeşitli mükâfatlarla müjdeleyen Beşîr,

689 – Ya Nezir
Ey kullarını itaate sevk etmek için azâbıyla korkutan Nezîr,

690 – Ya Kadir
Ey sonsuz kudret sahibi olan Kadîr,

691 – Ya Muktedir
Ey her şeye gücü yeten Muktedir,

69

692 – Ya hayyu kable külli hayy
Ey bütün dirilerden önce var olan gerçek hayat sahibi,

693 – Ya hayyu ba’de külli hayy
Ey bütün dirilerden sonra bâkî kalacak gerçek hayat sahibi,

694 – Ya hayyül-lezi la yüşbihuhu şey
Ey hiçbir şeyin Kendisine benzemediği gerçek hayat sahibi,

695 – Ya hayyül-lezi leyse kemislihi hayy
Ey hiçbir dirinin misli gibi olmadığı gerçek hayat sahibi,

696 – Ya hayyül-lezi la yüşarikühü hayy
Ey hiçbir dirinin Kendisine ortak olmadığı gerçek hayat sahibi,

697 – Ya hayyül-lezi la yahtacü ila-hayy
Ey hiçbir diriye muhtaç olmayan gerçek hayat sahibi,

698 – Ya hayyül-lezi yümitu külle hayy
Ey bütün dirileri öldüren gerçek hayat sahibi,

699 – Ya hayyül-lezi yerzuku külle hayy
Ey bütün dirileri rızıklandıran gerçek hayat sahibi,

700 – Ya hayyül-lezi yuhyil-mevta
Ey ölüleri dirilten gerçek hayat sahibi,

701 – Ya hayyül-lezi la yemut
Ey hiç ölmeyecek olan gerçek hayat sahibi,

70

702 – Ya men lehu zikrün la yünsa
Ey unutulmayan ve unutturulmayan zikrin sahibi,

703 – Ya men lehu nurun la yutfa
Ey söndürülemeyen nûrun sahibi,

704 – Ya men lehu senaun la yuhsa
Ey had ve hesâba gelmeyen medih ve senâ sahibi,

705 – Ya men lehu nuitün la tüğayyer
Ey hiçbir şekilde değiştirilemeyen vasıflar sahibi,

706 – Ya men lehu niamün la tuad
Ey sayılamayan nîmetler sahibi,

707 – Ya men lehu mülkün la yezul
Ey zevâl bulmayan saltanat sahibi,

708 – Ya men lehu celalün la yükeyyef
Ey gerçek keyfiyeti anlaşılamayan celâl sahibi,

709 – Ya men lehu kadaun la yüred
Ey reddedilemeyen hüküm sahibi,

710 – Ya men lehu sıfatün la tübeddel
Ey tebdil edilemeyen sıfatlar sahibi,

711 – Ya men lehu kemalün la yüdrek
Ey tam idrak edilemeyen kemâl sahibi,

71

712 – Ya rabbel-alemin
Ey âlemlerin Rabbi,

713 – Ya malike yevmid-din
Ey amellerin karşılıklarının verildiği Kıyamet Gününün sahibi,

714 – Ya men yuhibbüs-sabirin
Ey sabredenleri seven,

715 – Ya men yuhibbüt-tevvabin
Ey tövbe edenleri seven,

716 – Ya men yuhibbül-mütetahhirin
Ey maddi ve manevi kirlerden temizlenenleri seven,

717 – Ya men yuhibbül-muhsinin
Ey Allah’ı görür gibi ibadet edenleri ve iyilik yapanları seven,

718 – Ya men hüve hayrun-nasırin
Ey yardım edenlerin en hayırlısı,

719 – Ya men hüve hayrül-fasılin
Ey müşkül meseleleri halledip hükme bağlayanların en hayırlısı,

720 – Ya men hüve hayrü’ş-şakirin
Ey iyi amellere bol karşılık verenlerin en hayırlısı,

721 – Ya men hüve a’lemü bil-müfsidin
Ey ifsat edenleri en iyi bilen,

72

722 – Ya Mübdi
Ey mahlûkatı örneksiz ve yoktan yaratan Mübdî,

723 – Ya Muid
Ey mahlûkatı öldükten sonra yeniden dirilten Muîd,

724 – Ya Hafiz
Ey her şeyi muhafaza eden Hafîz,

725 – Ya Muhit
Ey her şeyi ilim ve kudretiyle kuşatan Muhît,

726 – Ya Hamid
Ey hamd ve senâya en çok layık olan ve çok övülen Hamîd,

727 – Ya Mecid
Ey azamet, şeref ve hâkimiyeti sonsuz Mecîd,

728 – Ya Mukit
Ey her türlü mahlûkata münasip rızık veren Mukît,

729 – Ya Muğis
Ey darda kalan çaresizlerin imdadına koşan Mugîs,

730 – Ya Muizz
Ey istediğine izzet veren ve şereflendiren Muizz,

731 – Ya Müzill
Ey istediğini zelil kılan Müzill,

73

732 – Ya men hüve ehadün bila dıddin
Ey zıddı olmayan Ehad,

733 – Ya men hüve ferdün bila niddin
Ey dengi bulunmayan Ferd,

734 – Ya men hüve samedün bila aybin
Ey kusur ve ihtiyaçtan münezzeh olan Samed,

735 – Ya men hüve vitrün bila şef’in
Ey çifti bulunmayan Vitr,

736 – Ya men hüve rabbün bila vezirin
Ey veziri bulunmayan Rab,

737 – Ya men hüve ğaniyyün bila fakrin
Ey fakirliği bulunmayan Ganî,

738 – Ya men hüve sultanün bila azlin
Ey azledilemeyen Sultan,

739 – Ya men hüve melikün bila aczin
Ey acizden münezzeh olan Melîk,

740 – Ya men hüve mevcudün bila mislin
Ey benzeri olmayan Mevcûd,

74

741 – Ya men hüve zikruhu şerefün liz-zakirin
Ey zikri Kendisini zikredenlere büyük şeref olan,

742 – Ya men hüve şükrühü fevzün liş-şakirin
Ey şükrü Kendisine şükredenlere büyük kurtuluş olan,

743 – Ya men hüve hamdühü fahrun lil-hamidin
Ey hamdı Kendisini övenlere büyük iftihar vesilesi olan,

744 – Ya men hüve taatühü necatün lil-mutiin
Ey tâati, Kendisine itaat edenlere necât olan,

745 – Ya men hüve babuhü meftuhun lit-talibin
Ey kapısı, Kendisini arayanlara açık olan,

746 – Ya men hüve sebilühü vadıhun lil-müminin
Ey yolu müminlere zâhir ve belli olan,

747 – Ya men hüve ayatühü bürhanün lin-nazırin
Ey âyetleri bakanlar için kesin delil olan,

748 – Ya men hüve kitabühü tezkiretün lil-mukınin
Ey kitabı kuvvetli îman sahipleri için öğüt olan,

749 – Ya men hüve afvühü melceün lil-müznibin
Ey affı günahkarlar için sığınak olan,

750 – Ya men hüve rahmetühu karibün lil-muhsinin
Ey rahmeti muhsinler için yakın olan,

75

751 – Ya men tebarakesmuh
Ey ismi yüce ve mübarek olan,

752 – Ya men teala cedduh
Ey şan ve makamı yüksek olan,

753 – Ya men celle senauh
Ey senâ ve övgüsü büyük olan,

754 – Ya men la ilahe ğayruh
Ey kendisinden başka ilâh olmayan,

755 – Ya men tekaddeset esmauh
Ey isimleri mukaddes olan,

756 – Ya men yedumu bekauh
Ey bekâsı devam eden,

757 – Ya menil-azametü behauh
Ey azameti, bahâ ve kadri olan,

758 – Ya menil-kibriyau ridauh
Ey büyüklük perdesi olan,

759 – Ya men la yuhsa alauh
Ey gizli nimetleri grup grup bile sayılamayan,

760 – Ya men la yuaddu na’mauh
Ey ihsan ve nimeti hesap ve sayıya gelmeyen,

76

761 – Ya Muîn
Ey kullarına yardım eden Muîn,

762 – Ya Mübîn
Ey açıklanması gereken her şeyi beyan eden Mübîn,

763 – Ya Emin
Ey kullarına emniyet ve huzur veren Emîn,

764 – Ya Mekin
Ey saltanatı muhkem, nüfuz ve iktidar sahibi Mekîn,

765 – Ya Metin
Ey hiçbir şey hükmünü sarsmayan ve Kendisine güvenilen Metîn,

766 – Ya Şedid
Ey azap ve ikâbı şiddetli olan Şedîd,

767 – Ya Şehid
Ey kullarının her yaptığını gören Şehîd,

768 – Ya Raşid
Ey bütün işlerini ezelî takdirine göre en güzel bir şekilde neticeye ulaştıran Raşîd,

769 – Ya Hamîd
Ey en çok övülen ve en çok övgüye layık olan Hamîd,

770 – Ya Mecîd
Ey sonsuz şeref sahibi Mecîd,

77

771 – Ya zel-arşil-mecid
Ey yüce Arşın sahibi,

772 – Ya zel-kavlis-sedid
Ey dosdoğru sözün sahibi,

773 – Ya zel-fadlir-reşid
Ey yerli yerince yapılan fazıl ve kerem sahibi,

774 – Ya zel-batşiş-şedid
Ey kıskıvrak yakalayan şiddetli azap sahibi,

775 – Ya zel-va’di vel-vaid
Ey vaad ve tehdit sahibi,

776 – Ya kariben ğayra baid
Ey uzak olmayan yakın,

777 – Ya men hüvel-veliyyül-hamid
Ey en fazla övgüye lâyık olan dost,

778 – Ya men hüve ala-külli şeyin şehid
Ey her şeyi müşahedesi altında tutan,

779 – Ya men hüve leyse bi-zallamin lil-abid
Ey kullarına hiçbir şekilde zulmedici olmayan,

780 – Ya men hüve akrebu ileyhi min-hablil-verid
Ey kuluna şah damarından daha yakın olan,

78

781 – Ya men la şerike lehu ve la vezir
Ey hiçbir ortak ve veziri olmayan,

782 – Ya men la şebihe lehu ve la nazir
Ey hiçbir benzeri ve dengi olmayan,

783 – Ya halikaş-şemsi vel-kameril-münir
Ey güneş ve nurlu ayın yaratıcısı,

784 – Ya muğniyel-baisil-fakir
Ey şiddetli sıkıntıya düşmüş fakirleri zenginleştiren,

785 – Ya razikat-tıflis-sağir
Ey küçük yavrulara rızık veren,

786 – Ya rahimeş-şeyhil-kebir
Ey düşkün ihtiyarlara merhamet eden,

787 – Ya ismetel-haifil-müstecir
Ey korku içinde kurtuluş isteyenlerin sığınağı,

788 – Ya men hüve bi-ibadihi basir
Ey kullarının her halini gören,

789 – Ya men hüve bi-havaicil-ibadi habir
Ey kullarının ihtiyaçlarından haberdar olan,

790 – Ya men hüve ala-külli şeyin kadir
Ey her şeye gücü yeten,

79

791 – Ya zel-cudi ven-niam
Ey cömertlik ve nimetler sahibi,

792 – Ya zel-fadli vel-kerem
Ey fazıl ve kerem sahibi,

793 – Ya zel-be’si ven-nekam
Ey şiddetli belâ ve çetin azaplar sahibi,

794 – Ya halikal-levhi vel-kalem
Ey Levh-i Mahfûz ve Kalemi yaratan,

795 – Ya bariez-zerri ven-nesem
Ey zerreyi, hoş rüzgârları ve nefesleri yaratan,

796 – Ya mülhimel-arabi vel-acem
Ey bütün kullarına ilhamda bulunan,

797 – Ya kaşifed-durri vel-elem
Ey zarar ve elemi gideren,

798 – Ya alimes-sirri vel-himem
Ey gizli sır ve kaygıları bilen,

799 – Ya men lehül-beytü vel-haram
Ey Kâbe-i Muazzama ve Harem-i Şerîfin sahibi,

800 – Ya men yahlükul-eşyae minel-adem
Ey eşyayı yoktan yaratan,

80

801 – Ya Adil
Ey gerçek adalet sahibi Âdil,

802 – Ya Kabil
Ey rızâsı için yapılan işleri kabul eden Kâbil,

803 – Ya Fadıl
Ey her şeyden üstün ve yüce olan Fâdıl,

804 – Ya Fail
Ey her işin hakiki yapıcısı olan Fâil,

805 – Ya Kafil
Ey yaratıkların her işini üzerine alan Kâfil,

806 – Ya Cail
Ey her şeyi meydana getiren Câil,

807 – Ya Kamil
Ey her bakımdan eksiksiz olan Kâmil,

808 – Ya Fatır
Ey mahlûkatı yokluk karanlıklarından varlık nûruna çıkaran Fâtır,

809 – Ya Talib
Ey kulları için hayır murat eden ve onları dergâhına çağıran Tâlib,

810 – Ya Matlub
Ey kullarının, rızasına ermek ve cemalini görmek için can attığı Matlûb,

81

811 – Ya men en’ame bi-havlih
Ey güç ve havliyle nimet veren,

812 – Ya men ekreme bi-tavlih
Ey geniş ve bol imkânlarıyla ikram eden,

813 – Ya men âde bi-lütfih
Ey tekrar tekrar lütufta bulunan,

814 – Ya men teazzeze bi-kudretih
Ey kudretiyle her yerde izzetini gösteren,

815 – Ya men kaddera bi-hikmetih
Ey her şeyi hikmetiyle ölçüp biçen,

816 – Ya men hakeme bi-tedbirih
Ey tedbîriyle hükmeden,

817 – Ya men debbera bi-ilmih
Ey ilmiyle her şeyi idare eden,

818 – Ya men tecaveze bi-hilmih
Ey hilim ve yumuşaklığıyla kullarını cezalandırmaktan vazgeçen,

819 – Ya men dena fi-uluvvih
Ey yüceliğiyle beraber kullarına yakın olan,

820 – Ya men ala fi-dünüvvih
Ey yakınlığında yüceliği tezâhür eden,

82

821 – Ya men yahluku ma yeşa
Ey dilediğini yaratan,

822 – Ya men yef’alü ma yeşa
Ey dilediğini yapan,

823 – Ya men yehdi men yeşa
Ey dilediğine hidayet eden,

824 – Ya men yudillu men yeşa
Ey dilediğini saptıran,

825 – Ya men yağfiru limen yeşa
Ey dilediğini bağışlayan,

826 – Ya men yuazzibu men yeşa
Ey dilediğine azap eden,

827 – Ya men yetubu ala men yeşa
Ey dilediğinin tövbesini kabul eden,

828 – Ya men yusavviru fil-erhami keyfe yeşa
Ey anne rahimlerindeki yavruları dilediği gibi şekillendiren,

829 – Ya men yezidü fil-halki ma yeşa
Ey yaratıklarında dilediği şeyi ziyade kılan,

830 – Ya men yahtassu bi-rahmetihi men yeşa
Ey rahmetini dilediğine tahsis eden,

83

831 – Ya men lem yettehiz sahibeten vela velede
Ey hiçbir eş ve evlat edinmeyen,

832 – Ya men la yüşrikü fi-hükmihi ehade
Ey kimseyi hükmüne ortak kılmayan,

833 – Ya men ceale li-külli şey’in kadra
Ey her şeye bir plan ve miktar tayin eden,

834 – Ya men lem yezel rahime
Ey şefkat ve merhameti zeval bulmayıp devam eden,

835 – Ya cailel-melaiketi rusüle
Ey melekleri elçi kılan,

836 – Ya men ceale fis-semai büruce
Ey semâda burçlar meydana getiren,

837 – Ya men cealel-arda karara
Ey yeryüzünü kararlı ve barınmaya müsait kılan,

838 – Ya men ceale minel-mai beşere
Ey insanı bir damla sudan yaratan,

839 – Ya men ahsa külle şey’in adede
Ey her şeyi sayarak hesabını yapan,

840 – Ya men ehata bi-külli şey’in ilme
Ey her şeyi ilmiyle kuşatan,

84

841 – Ya Ferd
Ey eşi ve benzeri olmayan Ferd,

842 – Ya Vitr
Ey zât, sıfat ve fiillerinde çifti olmayan Vitr,

843 – Ya Ehad
Ey her bir şeyde birliğini gösteren Ehad,

844 – Ya Samed
Ey hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu Samed,

845 – Ya Emced
Ey şan, şeref ve yüceliği en büyük olan Emced,

846 – Ya Eazz
Ey izzet ve galibiyeti mukayeseye gelmeyen Eazz,

847 – Ya Ecell
Ey sonsuz azamet ve celâl sahibi Ecell,

848 – Ya Ehakk
Ey bütün gerçeklerden daha gerçek ve ibâdete en çok lâyık olan Ehakk,

849 – Ya Eberr
Ey herkesten fazla iyilik yapan Eberr,

850 – Ya Ebed
Ey varlığının sonu olmayan Ebed,

85

851 – Ya ma’rufe men arefeh
Ey Kendisini tanımak isteyenlerin mârufu,

852 – Ya ma’bude men abedeh
Ey Kendisine ibâdet edenlerin mâbudu,

853 – Ya meşkure men şekerah
Ey Kendisine şükredenlerin meşkûru,

854 – Ya mezkura men zekerah
Ey Kendisini zikredenlerin mezkûru,

855 – Ya mahmude men hamideh
Ey Kendisini övenlerin mahmûdu,

856 – Ya mevcude men talebeh
Ey Kendisini arayanlar için mevcut olan,

857 – Ya mevsufe men vehhadeh
Ey Kendisini bir tanıyanların mevsûfu,

858 – Ya mahbube men ehabbeh
Ey Kendisini sevenlerin sevgilisi,

859 – Ya merğube men eradeh
Ey Kendisini arzulayanların merğubu,

860 – Ya maksude men enabe ileyh
Ey dergâhına dönenlerin maksudu,

86

861 – Ya men la mülke illa mülkeh
Ey saltanatından başka gerçek saltanat olmayan,

862 – Ya men la yuhsil-ibadü senaeh
Ey kulların senâsını saymakla bitiremediği,

863 – Ya men la tasiful-halaiku celaleh
Ey mahlûkatın celâlini vasfedemediği,

864 – Ya men la yüdrikül-ebsaru kemaleh
Ey gözlerin kemâlini idrak ve ihâta edemediği,

865 – Ya men la yeblüğul-efhamü sıfateh
Ey zekâların sıfatlarına ulaşmakta acze düştüğü,

866 – Ya men la yenalül-efkaru kibriyaeh
Ey fikirlerin, kibriyasının hakikatine ulaşamadığı,

867 – Ya men la yuhsinül-insanü nüuteh
Ey insanların, sıfatlarını güzelce tavsif edemediği,

868 – Ya men la yuraddül-ibadü kadaeh
Ey kulların, hükmünü geri çeviremediği,

869 – Ya men zahara fi-külli şeyin ayatüh
Ey her şeyde Kendisini tanıtan deliller açıkça görülen,

87

870 – Ya habibel-bekkain
Ey günahları için ve kendisine olan aşk ve muhabbetten dolayı ağlayanların sevgilisi,

871 – Ya senedel-mütevekkilin
Ey kendisine tevekkül edenlerin dayanağı,

872 – Ya hadiyel-mudıllin
Ey hak yoldan sapanları hidayete erdiren,

873 – Ya veliyyel-mü’minin
Ey müminlerin dost ve sahibi,

874 – Ya enisez-zakirin
Ey kendisini zikredenlerin can yoldaşı,

875 – Ya akderal-kadirin
Ey bütün güçlülerden daha güçlü,

876 – Ya ebsaran-nazırin
Ey bütün bakanlardan daha iyi gören,

877 – Ya a’lemel-alimin
Ey bütün ilim sahiplerinden daha âlim,

878 – Ya mefzeal-melhufin
Ey kederli bîçarelerin kaçıp sığındığı,

879 – Ya ensaran-nasırin
Ey bütün yardım edenlerden daha çok yardım eden,

88

880 – Ya Mükrim
Ey gerçek ikram sahibi Mükrim,

881 – Ya Muazzim
Ey dilediğini büyüten ve eserleriyle büyüklüğünü gösteren Muazzım,

882 – Ya Müna’im
Ey mahlûkatını çeşit çeşit nimetlere gark eden Müna’ım,

883 – Ya Mu’ti
Ey mahlûkatına lâzım olan her şeyi veren Mu’ti,

884 – Ya Muğni
Ey mahlûkatının ihtiyacını giderip zengin kılan Muğnî,

885 – Ya Muhyi
Ey canlılara hayat veren Muhyî,

886 – Ya Mübdi
Ey mahlûkatı maddesiz ve örneksiz ilk defa yaratan Mübdî,

887 – Ya Mürdi
Ey mahlûkatını nimetleriyle hoşnut kılan Murzî,

888 – Ya Münci
Ey mahlûkatı her türlü tehlikeden kurtaran Müncî,

889 – Ya Muhsin
Ey bol bol iyilikte bulunan Muhsîn,

89

890 – Ya kafiye külli şey
Ey her şeye kâfi,

891 – Ya kaimen ala-külli şey
Ey her şeyi idare eden kaim,

892 – Ya men la yüşbihuhu şey
Ey hiçbir şey Kendisine benzemeyen,

893 – Ya men la yezidu fi-mülkihi şey
Ey mülkünde, irâdesi dışında hiçbir şey artmayan,

894 – Ya men la yenkusu min-hazainihi şey
Ey hazînelerinden hiçbir şey eksik olmayan,

895 – Ya men la yehfa aleyhi şey
Ey hiçbir şey Kendisine gizli bulunmayan,

896 – Ya men leyse kemislihi şey
Ey misli ve benzeri hiçbir şey bulunmayan,

897 – Ya men biyedihi mekalidü külli şey
Ey her şeyin anahtarı elinde olan,

898 – Ya men vesiat rahmetühü küllü şey
Ey rahmeti her şeyi kuşatan,

899 – Ya men yebka ve yefna küllü şey
Ey her şey fâni olduğu halde Kendisi bâkî kalan,

90

900 – Ya men la ya’lemül-ğaybe illa hu
Ey gaybı Kendisinden başka kimse bilemeyen,

901 – Ya men la yasrifüs-sûe illa hu
Ey kullarından kötülüğü Kendisinden başka kimse defedemeyen,

902 – Ya men la yüdebbirül-emre illa hu
Ey işleri Kendisinden başka kimse idâre edemeyen,

903 – Ya men la yağfirüz-zünube illa hu
Ey günahları Kendisinden başka kimse mağfiret edemeyen,

904 – Ya men la yukallibül-kalbe illa hu
Ey kalpleri Kendisinden başkası değiştiremeyen,

905 – Ya men la yahlukul-halka illa hu
Ey mahlûkatı Kendisinden başkası yaratamayan,

906 – Ya men la yutimmün-ni’mete illa hu
Ey nîmetleri Kendisinden başkası tamamlayamayan,

907 – Ya men la yünezzilül-ğayse illa hu
Ey yağmuru Kendisinden başkası yağdıramayan,

908 – Ya men la yuhyil-mevta illa hu
Ey ölüleri kendisinden başkası diriltemeyen,

909 – Ya men la yuğni alet-tahkiki illa hu
Ey kullarını kendisinden başkası gerçek zengin kılamayan,

91

910 – Ya Kaşif
Ey belâları kaldıran ve güzellikleri açığa çıkaran Kâşif,

911 – Ya Faric
Ey keder ve tasadan kurtarıp ferahlatan Fâric,

912 – Ya Fatih
Ey her mevcuda münâsip bir sûret açan ve fetihler müyesser kılan Fâtih,

913 – Ya Nasır
Ey kullarına yardım eden Nâsır,

914 – Ya Damin
Ey yaratıkların her türlü ihtiyacını üzerine alan Dâmin,

915 – Ya Amir
Ey her şeye fıtratının gayesini emreden Âmir,

916 – Ya Nahi
Ey her türlü kötülükten sakındıran Nâhî,

917 – Ya Reca
Ey kullarının ümidi olan Recâ,

918 – Ya Mürteca
Ey kullarının ümit beslediği Mürtecâ,

919 – Ya Azimer-reca
Ey kendisine büyük ümitler beslenen Azîmür-Recâ,

92

920 – Ya muined-duafa
Ey zayıfların yardımcısı,

921 – Ya kenzel-fukara
Ey fakirlerin hazînesi,

922 – Ya sahibel-ğuraba
Ey gariplerin sahibi,

923 – Ya nasırel evliya
Ey dostların yardımcısı,

924 – Ya kahiral-a’da
Ey düşmanların kahredicisi,

925 – Ya rafias-sema
Ey gökleri yükselten,

926 – Ya kaşifel-bela
Ey belâları kaldıran,

927 – Ya enisel-evliya
Ey dostların can yoldaşı,

928 – Ya habibel-etkıya
Ey takvâ sahiplerinin sevgilisi,

929 – Ya ilahel-ağniya
Ey zenginlerin mabudu,

93

930 – Ya evvele külli şeyin ve ahirah
Ey her şeyin evveli ve âhiri,

931 – Ya ilahe külli şeyin ve saniah
Ey her şeyin ilâhı ve sanatkârı,

932 – Ya razika külli şeyin ve halikah
Ey her şeyin râzıkı ve hâlıkı,

933 – Ya fatıra külle şeyin ve melikeh
Ey her şeyin yaratıcısı ve sultânı,

934 – Ya kabida külli şeyin ve basıtah
Ey her şeyi daraltan ve genişleten,

935 – Ya mubdie küllü şeyin ve muideh
Ey her şeyi ilk defa yaratan ve öldükten sonra tekrar iâde eden,

936 – Ya müsebbibe külli şeyin ve mukaddirah
Ey her şeye gerekli sebepleri yaratan ve bir ölçü takdir eden,

937 – Ya mürebbiye külli şeyin ve müdebbirah
Ey her şeyi terbiye ve idâre eden,

938 – Ya mükevvira külli şeyin ve muhavvileh
Ey her şeyi döndüren ve değiştiren,

939 – Ya muhyiye külli şeyin ve mümiteh
Ey her şeyi dirilten ve öldüren,

94

940 – Ya hayra zakirin ve mezkur
Ey yâd edenlerin ve yâd edilenlerin en hayırlısı,

941 – Ya hayra şakirin ve meşkur
Ey şükrü kabul edenlerin ve şükredilenlerin en hayırlısı,

942 – Ya hayra hamidin ve mahmud
Ey övülenlerin ve övenlerin en hayırlısı,

943 – Ya hayra şahidin ve meşhud
Ey görenlerin ve görülenlerin en hayırlısı,

944 – Ya hayra dain ve med’uv
Ey çağıranların ve çağrılanların en hayırlısı,

945 – Ya hayra mücibün ve mücab
Ey cevap verenlerin ve cevap verilenlerin en hayırlısı,

946 – Ya hayra munisin ve enis
Ey ünsiyet verenlerin ve Kendisiyle ünsiyet edilenlerin en hayırlısı,

947 – Ya hayra sahibin ve celis
Ey bütün dostların ve meclis arkadaşlarının en hayırlısı,

948 – Ya hayra maksudin ve matlub
Ey bütün maksut ve matlupların en hayırlısı,

949 – Ya hayra habibin ve mahbub
Ey sevenlerin ve sevilenlerin en hayırlısı,

95

950 – Ya men hüve li-men deahü mücib
Ey kendisini çağıranlara cevap veren,

951 – Ya men hüve li-men etaahü habib
Ey kendisine itaat edenleri seven,

952 – Ya men hüve li-men ehabbehü karib
Ey kendisini sevenlere yakın olan,

953 – Ya men hüve bi-men eradehü alim
Ey kendisini arzulayanları çok iyi bilen,

954 – Ya men hüve li-men recahü kerim
Ey kendisine ümit besleyenlere iyilik eden,

955 – Ya men hüve bi-men asahü halim
Ey kendisine isyan edenlere yumuşak davranıp hemen cezalandırmayan,

956 – Ya men hüve fi-hilmihi hakim
Ey yumuşaklığında hikmetli davranan,

957 – Ya men hüve fi-hükmihi azim
Ey hükmünde büyük olan,

958 – Ya men hüve fi-azametihi rahim
Ey azametinde merhametli olan,

959 – Ya men hüve fi-ihsanihi kadim
Ey ihsânında kadîm olan,

96

960 – Ya Müsebbib
Ey sebepleri takdir eden Müsebbib,

961 – Ya Mukarrib
Ey itaatkâr kullarını kendisine yaklaştıran Mukarrib,

962 – Ya Muakkıb
Ey eşyayı hikmetle peş peşe getiren Muakkib,

963 – Ya Mukallib
Ey kullarının kalplerini halden hale değiştiren Mukallib,

964 – Ya Mukaddir
Ey her şeye bir miktar tespit eden Mukaddir,

965 – Ya Mürettib
Ey her şeyi düzene koyan Mürettib,

966 – Ya Murağğib
Ey kullarını iyiliğe teşvik eden Murağğib,

967 – Ya Müzekkir
Ey kullarına öğüt veren Müzekkir,

968 – Ya Mükevvin
Ey mahlûkatı var eden Mükevvin,

969 – Ya Mütekebbir
Ey sonsuz büyüklük ve azamet sahibi Mütekebbir,

97

970 – Ya men la yüşğıluhu sem’un an-sem’in
Ey bir işitme, kendisini diğer bir işitmeden alıkoymayan,

971 – Ya men la yemneuhu fi’lün an-fi’lin
Ey kendisi için bir iş diğer bir işe mâni olmayan,

972 – Ya men la yülhihi kavlün an-kavlin
Ey bir söz, kendisini diğer bir sözden oyalamayan,

973 – Ya men la yuğallituhu süalün an-süalin
Ey kullarının bir isteği diğerine cevap vermekte kendisini karışıklığa sevk etmeyen,

974 – Ya men la yübrimuhu ilhahul-mülihhin
Ey ısrarla istekte bulunanların ısrarı kendisini usandırmayan,

975 – Ya men şeraha bil-İslami sudurel-mü’minin
Ey müminlerin kalplerini İslâm’la genişleten,

976 – Ya men etabe bi-zikrihi kulubel-muhbitin
Ey zikriyle mütevâzi ve huşû sahiplerinin kalplerini hoş eden,

977 – Ya men la yağibu an-kulubil-müştakin
Ey kendisine iştiyak duyanların kalplerinden kaybolmayan,

978 – Ya men hüve ğayetü muradil-müridin
Ey kendisini arzulayanların son arzusu,

979 – Ya men la yahfa aleyhi şey’ün fil-alemin
Ey âlemde hiçbir şey kendisine gizli olmayan,

98

980 – Ya men hüve ilmühü sabık
Ey her şeyi var olmadan bilen,

981 – Ya men hüve va’dühü sadık
Ey vaadi doğru olan,

982 – Ya men hüve lütfühü zahir
Ey lütfü açık olan,

983 – Ya men hüve emrühü ğalib
Ey emri üstün ve galip olan,

984 – Ya men hüve kitabuhu muhkem
Ey kitabı sağlam olan,

985 – Ya men hüve kadauhu kain
Ey kaza ve hükmü var olan,

986 – Ya men hüve kur’anuhu mecid
Ey Kur’ân’ı yüce olan,

987 – Ya men hüve mülkühü kadim
Ey saltanatı kadîm olan,

988 – Ya men hüve fadluhu mukim
Ey fazıl ve keremi dâim olan,

989 – Ya men hüve arşuhu azim
Ey Arşı büyük olan,

99

990 – Ya rabbel-erbab
Ey rablık iddia edenlerin ve bütün terbiyecilerin Rabbi,

991 – Ya müfettihal-ebvab
Ey bütün kapıları açan,

992 – Ya müsebbibel-esbab
Ey sebepler tasarrufunda bulunan,

993 – Ya mu’tıyes-sevab
Ey sevapları veren,

994 – Ya mülhimes-savab
Ey doğruları ilham eden,

995 – Ya münşies-sehab
Ey bulutları yoktan yaratan,

996 – Ya şedidel-ikab
Ey azap ve ikabı şiddetli olan,

997 – Ya serial-hisab
Ey hesabı süratli gören,

998 – Ya men lehül-iyab
Ey dönüş kendisine olan,

999 – Ya ğafuru ya tevvab
Ey bağışlayan ve tövbeleri kabul eden,

100

Ya Rabbena Ey Rabbimiz

Ya İlahena Ey İlâhımız

Ya Seyyidena Ey Seyyidimiz

Ya Mevlana Ey Mevlâmız

Ya Nasırana Ey Yardımcımız

Ya Hafizena Ey Koruyucumuz

Ya Kadirena Ey Kâdirimiz

Ya Razıkena Ey Râzıkımız

Ya Delilena Ey Delilimiz

Ya Muğisena Ey Medetkârımız
Allahümme Rabbena hallisna ve ecirna ve neccina minen-nar.
Ey Allah’ım, ey Rabbimiz! Bizi Cehennem ateşinden halâs eyle, muhafaza et, necat ver!
Ve afina va’fu anna ve edhil-nel Cennete dare kudsike meal-ebrar.
Allah’ım, bize âfiyet ver, bizi affet, bizi iyilerle birlikte pâk ve temiz diyarın olan Cennete koy.
Bi-afvike ya Mücir, bi-fadlike ya Gaffar.
Bunu sadece affınla yap, ey kullarını azaptan koruyan Mücîr! Fazıl ve kereminle olsun, ey bütün günahları bağışlayan Gafur!
Ve es’elüke bi-hakkı hazihil-esmail-kerimetiş-şerifeti ves-sıfatil-celiletil-latifeti en-tusalli ala-seyyidina Muhammedin ve ala-alihi ve sahbihi bi-adedi hasenati Muhammedin
Ben, şu kıymetli ve şerefli isimlerinin, şu yüce ve lâtif sıfatlarının hakkı için istiyor ve yalvarıyorum ki, Efendimiz Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâma, onun yaptığı iyilikler sayısınca salât ve selâm eyle!
bismillah, hasbiyallah, la ilahe illallah, şehidallah, kul-hüvallah, maşaallah, Rabbiyallah, tebarekallah, tealallah, tevekkeltü alallah, fese-yekfikehümullah, ve hüves-semiul-alim.
Allah’ın ismiyle. Allah bana kâfi. Allah’tan başka ilâh yok. Allah her şeye şahit. De ki; O Allah’tır. Allah’ın dilediği olur. Rabbim Allah’tır. Allah’ın şânı yücedir. Allah âlîdir. Allah’a tevekkül edip güvendim. Allah onlara karşı sana kâfidir. O her şeyi işiten ve bilendir.
Sübhaneke ya la ilahe illa entel-emanül-eman la uhsi senaen aleyke ente kema esneyte ala nefsik
Bütün kusurlardan münezzehsin. Ey kendisinden başka ilah olmayan Allah’ım! Eman ver bize, eman diliyorum. Sana olan medih ve senâları sayıp dökemiyorum. Sen, Zâtını övdüğün gibisin.
ya Allah, ya Rahman, ya Rahim, ya Gafur, ya Şekur,
Ey bütün kemâl sıfatlarını taşıyan hakikî Ma’bud olan Allah! Ey bütün mahlûkata rızık verip merhamet eden Rahman! Ey ahirette sâlih kullarına lütuflarda bulunacak olan Rahîm! Ey bütün günahları bağışlayan Gafûr! Ey kullarının ibâdet ve şükürlerine bol mükâfatla karşılık veren Şekûr!
es’elüke bima ahsaytehu aleyke min-esmaikel-hüsna ve sıfatikel-ulya ve kelimatiket-tammeti en tağfire li ve li-valideyye ve li-üstadi Saidin-Nursi ve li-talebeti resailin-nur ve li-cemiil-mü’minine vel mü’minati vel-müslimine vel-müslimati el-ahyai minhüm vel-emvat.
Zâtın için saydığın güzel isimlerin, yüce sıfatların ve eksiksiz kelimelerin hakkı için Senden istiyor ve yalvarıyorum ki, beni, anne-babamı, Üstadım Said Nursî’yi, Nur Talebelerini ve bütün erkek ve kadın mümin ve Müslümanlardan hayatta olan ve ölenleri bağışla!
Ve terhamena rahmeten tuğnina biha an rahmeti men sivake min-halkike
Bize öyle bir merhamette bulun ki, Senden başkasının merhametine ihtiyacımız kalmasın!
ve en takdiye havayicena ve tu’tiyena sualena fid-dünya vel ahireti ve tahtime lena bis-seadeti veş-şehadeti vel-kerameti vel-büşra inde firakid-dünya
Dünyada ve ahirette ihtiyaçlarımızı yerine getir ve dilediğimizi ihsan eyle! Dünyadan ayrılırken son nefesimizi saâdet, şehâdet, ikram ve müjdeyle vermemizi nasip eyle!
ve tecziye Muhammeden sallallahü aleyhi ve sellem anna ma hüve ehlühü ve müstahakkuh.
Bizim adımıza Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı lâyık ve müstahak olduğu şeylerle mükâfatlandır.
Ve en la tekilena ala-enfüsina tarfete aynin vela ila-ehadin-min-halkik.
Gözümüzü açıp kapayıncaya kadar bizi ne nefsimize, ne de yaratıklarından hiç birine havâle etme!
Ve tusliha lena şe’nena ve en tahrusena bi-aynikelleti la tenamu ve tahfezana bi-rüknikellezi la yüramu ya zelcelali vel-ikram.
İşlerimizi ıslah edip, yoluna koy! Bizi, hiç zâil olmayan ilim ve sıyânetinle himâye eyle! Ayrı yaşanamayan desteğinle bizleri muhâfaza eyle, ey Celâl ve İkram Sahibi!
Ve en tasrife anna ve ammen ullika aleyhi hazihil-esmau afetel-cinni vel-insi veş-şeyatin ve zelzeletel ardi ve dekdeketel-cibali min-haşyetih. Ve afetettauni vel-vebai ve aynes-sui ve veceal-cevarihi ve sairel-afat.
Bizden ve bu isimleri üzerinde taşıyan kimselerden cin, insan ve şeytanlardan gelecek âfetleri, yer sarsıntılarını ve Allah korkusundan meydana gelen dağ parçalanışlarını, tâun ve vebâ musîbetlerini, kem gözleri, vücut ağrılarını ve diğer felâketleri def eyle!
Ve tahfezana min-külli şerrin ve suin.
Bizi bütün şer ve kötülüklerden muhâfaza et.
Ve terzukanas-selamete vel-afiyete vel hayra fid-dünya vel-ahireti bi-rahmetike ya erhamer-rahimin.
Rahmetinle bize dünyada ve âhirette selâmet, âfiyet ve hayır nasip eyle, ey merhametlilerin en merhametlisi!
Ve sallallahü ala-seyyidina Muhammedin ve alihi ve sahbihi ecmain.
Allah, Efendimiz Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.), onun âl ve Ashâbına sallât ve selâm eylesin!
Velhamdü lillahi rabbil-alemin.
Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.


ESMA-İ HÜSNA DERSLERİ (LİSTELER – 3)

$
0
0

İSİMLERM. İslamoğlu esma listesiİ. Gazali esma listesiA. Hulusi esma listesiS. Konevi esma listesi

İŞLENECEK ANA DİZİLİM LİSTESİ

001 – Allah; Bütün ilâhi sıfatları kendisinde toplayan zata delâlet eden alemdir. Esma-i Hüsna’nın hepsi istisnasız olarak Allah lafz-ı Celâline isnad edilirler. O’nun Has ismidir.

002 – Hû: Allah’ın zatına işaret eden isimdir, çokluk görüntüsünün ardındaki, Öz’deki Teklik boyutudur..

003 – Er Rabb: Varlıkları yaratıp yetiştiren, terbiye eden, eğiten, yetiştiren, her şeye nizamını, güzelliğini ve yeteneklerini veren, her şeyin Maliki ve sahibi.

004 – Er Rahman; Rahmetin sonsuz, kaynağı, özünde sonsuz rahmet sahibi olan.

005 – Er Rahîm; Daima merhamet eden, çok merhametli olan.

006 – El Mâlik: Varlığın mutlak sahibi olan.

007 – El Melik; Eşsiz yönetici, mülkünde mutlak otorite sahibi.

008 – El Melîyk: Mükemmel idareci, idaresinde eşsiz ve benzersiz olan.

009 – Mâlik-ül Mülk: Dünya ve ahiretin mülkü yalnız kendisine ait olan.

010 – El Kuddûs; Her türlü kusurun ötesinde son derece münezzeh olan.

011 – Es Selâm: Kendisi her türlü eksiklikten salim olduğu gibi başkalarına da esenlik veren.

012 – El Mü’min: Tasdik eden, itimad eden, itaat eden, inanan, boyun eğen, güven veren, emin kılan.

013 – El Müheymin; Koruyucu otorite, mutlak değer koyucu, hakimiyeti eşsiz benzersiz olan.

014 – El Azîz: Yenilemeyen ve aciz bırakılamayan, galip, sonsuz şeref kaynağı.

015 – El Cebbar: Eşyayı herhangi bir vasıta olmaksızın ıslah eden ihtiyacı olmaksızın itaati emreden.

016 – El Mütekebbir: İhtiyaç ve noksanlığı gerektiren her şeyden münezzeh, pek yüce, pek ulu.

017 – El Hâlık: Mutlak yaratıcı, varlıkları örneği olmadan icat eden, bir şeyden başka bir şeyi icat eden.

018 – El Hallâk: Her daim yaratan, hep aktif olan, mükemmel şekilde yaratan.

019 – El Bâri: Yaratan, örnekleri olmadan varlıkları icat eden,

020 – El Musavvir: Eşsiz tasarımcı, şekil ve özellik veren, varlığın tasarımı zatına ait olan.

021 – El Ğaffâr: İyilik yapan, çirkini örten, sınırsız bağışlayıcı, bağışlamaktan bıkmayan

022 – El Ğafûr: Eşsiz, sınırsız bağışlayıcı, Rahmet sahibi, çok seven/sevilen.

023 – El Kahhâr: Galip gelen, zelil eden, istediğini yapan, her zaman üstün gelen, gücü her şeyi kuşatan, kuvvet ve kudretine güç yetirilemeyen.

024 – El Vehhâb: Karşılıksız veren, bağışta eşsiz benzersiz olan, kendisinden bedelsiz istenilen.

025 – Er Rezzak: rızıkları ve rızık verdiği varlıkları yaratan rızıklarını onlara ulaştıran, faydalanmalarını temin eden.

026 – El Fettah: Kapalı ve güç olanı açmak, genişletmek, öğretmek, yol göstermek fethetmek, zapt etmek, anlaşmazlıkları hükme bağlamak, yardım etmek.

027 – El ‘Alîm; Her şeyi en iyi bilen, her şeyin künhüne vakıf olan.

028 – El Kâbıd/z; Bir şeyi tutmak, avucuna almak, daraltmak, cimrilik etmek, sür’atle sevk etmek, bir şeyi toplayıp düşmek, almak gidermek, öldürmek. ruhları almak.

029 – El Bâsıd; Yaymak, elini uzatmak çok cömertlik etmek, sevindirmek, izah etmek, inceltmek, rızkı çoğaltmak,

030 – El Hâfid; Cezalandırmasıyla dilediğini alçaltan.

031 – Er Râfi’ Kaldırmak, taşımak, nakletmek, yükselmek, kadr-i kıymeti yüksek olmak, şerefini ve itibarını artırmak.

032 – El Muiz; Dilediğini Azîz, dilediğini zelil eden

033 – El Muzill; Ahiret diyarının nimetlerinden yüz çevirip dünya diyarının metaına tamah etmeleri nedeniyle zorbaların boyunlarını zelil kılan.

034 – Es Semî’; İşitilen her şeyi gizli ve açık olarak idrak eden.

035 – Er Basîr; Aydınlık ve karanlıkta küçük ve büyük her şeyi gören.

036 – El Hakem; Haklı ile haksızı, suçlu ile suçsuzu ayırt eden, ihtilaflı konuları çözümleyen.

037 – El Hakîm; Hep hikmetli hükmeden, her hükmünde tam isabet kaydeden, her şeyi terli yerince yaratıp işini kusursuz yapan.

038 – El Adl; Adaletli ve insaflı olan, hakla hükmeden, haklıya hakkını, haksıza cezasını veren, her şeyi yerli yerinde yapan, her söylediği, her emir ve yasağı, her yaptığı hak ve doğru olan.

039 – El Latîf; Yarattıklarına yumuşak davranan, merhametli, lütufkâr, insanlara bilmedikleri ve ummadıkları yerlerden ihsanda bulunan, güçlerinin üstünde sorumluluk vermeyen.

040 – Er Habîr; Her şeyden haberdar olan, gizli ve açık hiçbir şeyin kendisinden gizli olmayan, bütün sırları bilen haber veren.

041 – El Halîm; Çok sakin, çok sabırlı, hemen öfkelenmeyen, kızmayan heyecanlanmayan, gücü yettiği halde suçluları cezalandırmayıp affeden, cezada acele etmeyen.

042 – El Azîm; Çok yüce , çok ulu, sınırsız ve kayıtsız büyüklük, mutlak olarak kendisinden kaçınmak ve uzak durulması mümkün olmayan.

043 – Eş Şekûr; Az amele çok ödül veren, şükre sınırsız karşılık veren, şükretme ihtimalini dahi ödüllendiren.

044 – Eş Şâkir; Kendisine itaat edeni metheden, öven, ona nimetten çok sevap veren.

045 – El Kebîr; Zatı, isim, sıfat ve fiilleri, şan ve şerefi itibarıyla çok büyük, ulu, Kibriya sahibi.

046 – El Hafîz; Gökleri, yeri ve ikisinde olanları yok olmaktan koruyan, şerlerden muhafaza eden, insanların iyi veya kötü bütün amellerini, sözlerini, niyetlerini bilen ve onları tespit edip saklayan.

047 – El Hâfız; Kulunu koruyup kollayan, görüp gözeten, onaylamasıyla nimetlerini üzerine yayan

048 – El Mukît; Kuvvet veren, özel rızık olup bünyeyi güçlendiren, vakitleri ve güçleri takdir eden,ü bilen.

049 – El Hasîb; Varlığı bir hesap ile yaratan, kalbin ve azaların fiillerinden büyüğünü de küçüğünü de muhafaza eden, nimetin kendisinden olduğunu göstermek için nimetlerini sayan.

050 – El Celîl; Azamet ve Kibriya sahibi, kendisine hürmet edilen, saygı duyulan, ulûhiyet, yücelik ve aşkınlığı herkes tarafından bilinen, kabul edilen

051 – El Kerîm; Yaratıklarına karşılıksız nimet veren, bağışta bulunan, tevbe edenleri affeden, ihsanı bol ve devamlı olan, ne kadar verdiğine, kime verdiğine aldırmayan.

052 – El Ekrem; Kerem’in kemâl mertebesinde kullarına sayılamayacak kadar çok nimetler ihsan eden inkâr ve nankörlüklerine rağmen cezalandırmakta acele etmeyen tevbeleri kabul eden, keremine sonu olmayan.

053 – Zül Celâli Vel ikram; Kendisinden başka azamet, kemâl ve şeref sahibi olmayan, Celâl, ikram ve cömertlik sahibi,

054 – Er Rakîb; Yarattıklarından gafil olmayan, korumak için gözeten, kullarının bütün yaptıklarını zapt ve murakabe eden.

055 – El Mucîb; Kullarının dualarını, dileklerini, isteklerini kabul eden, ihtiyaçlarını karşılayan darda ve sıkıntıda kalanların sıkıntılarını gideren ve tevbelerini kabul eden

056 – El Vasî; İlminin gereği, rahmeti, mağfireti, nimet, ihsan, rızık ve fad-l- keremi çok olan.

057 – El Vedûd; Mü’min kullarını çok seven, güzel amelleri sebebiyle onlardan razı olan, onlara ihsanda bulunan ve çok öven.

058 – El Mecîd; Şeref sahibi. Azameti, kadri, şanı büyük, vermesi bol, zati şerefli, işleri güzel olan.

059 – El Bâis; Mümkünleri yokluktan varlığa, varlıktan uyku ve uyanıklık halinde berzaha, berzahtan haşre gönderen.

060 – Eş Şehîd; Kendisi hakkında “kendisinden başka ilah olmadığına” şahit olan, yaratıkları hakkında ise getirdikleri hayır ve şerleri gören.

061 – El Hakk; Gerçekten var olan, varlığı zorunlu olan, inkârı caiz olmayan, varlığında şüphe bulunmayan, varlığı, ilâh ve Rabb oluşu hak olan, eşyayı var eden, gerçek anlamda mülkün sahibi olan, yok olmayan, hakkı izhar eden ve adil olan.

062 – El Vekîl; Koruyucu, güvenilen, yardım eden, görüp gözeten, yaratıklarının rızkına kefil olan, işler kendisine havale edilen, her şeyin mâliki ve yöneticisi olan.

063 – El Kavî; Pek güçlü, pek kuvvetli, tam bir kudret sahibi, hiçbir zaman aczin yol bulamadığı mutlak galip, sahip olduğu İzzet ve zıtları birleştirmek gücüyle güçlü olan

064 – El Metîn; Şiddet metanet sahibi, fiillerini yaparken yardıma ihtiyacı olmayan, pek sağlam, eşsiz benzersiz çetin, dayanma gücü sınırsız olan, her durumda metanetini koruyan.

065 – El Velî; Sevdiklerine, dostlarına yardım eden, kâinatın ve mahlûkların işlerini tekeffül eden, bütün varlıkların mutasarrıfı ve yöneticisi.

066 – El Hamîd; Filleriyle övgüye layık, hamd edilmeyi hak eden, hamd edilmeye layık olan.

067 – El Muhsî; İnsanların ilimlerinin kuşattığı ve kuşatmadığı bütün inanç, söz, fiil, amel ve davranışlarını, olup biten her şeyin miktarını bilen ve bunları koruyan.

068 – El Mübdî; Varlıkları ilk defa örneği olmadan yaratan.

069 – El Muîd; İnsanları ölümünden sonra onu yeniden yaratan.

070 – El Muhyî; Ölü spermayı diriltip ondan canlı çıkaran, öldükten sonra ruhları tekrar iade ederek çürümüş bedenleri yeniden dirilten.

071 – El Mumît; Varlıkları dünya yaratılışından berzaha, berzahtan ahiret diyarına intikal ettirmek suretiyle öldüren.

072 – El Hayy; Mutlak diri, bâki ve ebedi hayat sahibi, her canlıya hayat veren, ölümlü olmayan.

073 – El Kayyûm; Zeval bulmayan, devamlı kaim olan, başlangıcı bulunmayan, zâtı ile kâim olan, uykusu ve uyuklaması olmayan yaratıklarını dilediği gibi yöneten onların rızıklarını, ihtiyaçlarını ve korunmalarını üstlenen

074 – El Kâim; Eşsiz, aktif özne, bir şeyi hakkıyla yerine getiren, görüp gözeten, koruyan ve yöneten.

075 – El Vâcid; Dilediğini dilediği zaman bulabilen, hiçbir şeye muhtaç olmayan, hiçbir şey kendisinden kaybolmayan ve zayi olmayan.

076 – El Mâcid; Şan ve şeref sahibi, hayır ve ihsanı, kerem ve lütfu bol olan.

077 – El Vâhid; Tek olan, zatında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde ve hükümlerinde asla şeriki, ortağı, benzeri, dengi olmayan.

078 – El Ehad; Bir olan, bir tek olan, benzeri ve dengi olmayan, iki olma ihtimali bulunmayan, mutlak bir, sonsuz tek.

079 – Es Samed; Som, salt TEK! Çokluk kavramından münezzeh! Çok özelliğin birleşmesinden oluşmamış! Ve dahi sınır kavramından berî olan TEK’lik sahibi. Hiçbir şeye muhtaciyeti söz konusu olmayan.

080 – El Kâdir; Her şeye gücü yeten, ölçen, tanzim eden, plânlayan, hükmeden, takdir eden, tam bir kudret sahibi olan ve istediğini, dilediği şekilde yapmaya gücü yeten.

081 – El Kadîr; Hazırlamak, planlamak, iyice düşünmek, tanzim etmek, ölçüp biçmek, mukayese etmek, bilmek, bir takım belirtilere bakarak bir iş hakkında kesin hüküm vermek, içten içe kurup azmetmek.

082 – El Muktedir; Gücü ve kuvveti tam olan, kâdir olduğu fiili yaparak kudretini açığa çıkaran, mutlak iktidar sahibi

083 – El Mukaddim; Yüksek mertebelere çıkaran, nebisi ve dostlarını kendisine yakınlaştıran, hidayet verendir.

084 – El Muahhir; İstediğini geride bırakan, arkaya koyan, hikmeti gereği tehir edilmesi gerekenleri erteleyen, düşmanlarını kendisinden uzaklaştırarak alçak mertebelere indiren, kendisiyle onlar arasına perde koyan.

085 – El Evvel; Varlığının başlangıcı olmayan, sonsuz ve öncesiz ilk.

086 – El Âhir; Varlığının sonu olmayan, varlıkların geçmesinden sonrada Bâki olan.

087 – Ez Zâhir; Varlığı her şeyden aşikâr olan, her şeye galip gelen, her şeyden yüce olan.

088 – El Bâtın; Mahiyeti akıl ve idrak olunamayan, hayal ile tahayyül edilemeyen, her şeyin iç yüzünü ve sırlarını bilen.

089 – El Berr; Mutlak iyilik sahibi, her iyilik ve güzellik kendisinden kaynaklanan, şefkatli, sözüne sadık olan.

090 – Et Tevvâb; tevbe edene yönelen, tövbeleri çok kabul eden, kulların hoşlanmadığı şeylerden sevdikleri şeylere rücu eden, merhameti ve lütfu çok olan.

091 – El Muntakim; Kişiye yaptığının acısını tattıran, isyan edenlerin belini büken, emir ve yasaklarını çiğneyenleri türlü uyarılardan ve kendilerine süre tanıdıktan sonra şiddetle cezalandıran.

092 – El Afûvv; Affı sınırsız olan, kullarının hata ve günahlarınının izlerini bile silip onları cezalandırmayan.

093 – El Vâli; Koruyup gözeten, yardım eden, işleri deruhte eden.

094 – Er Raûf; Çok şefkatli, çok merhametli, müşfik, kullarına kolaylık sağlayan.

095 – Zül Celâli Vel ikram; Azamet ve ikram sahibi, yücelik, ululuk, büyüklük ve izzet sahibi.

096 – El Muksît; Âdil, hakla ve adaletle hükmeden, mazlumun hakkını zalimden adaletle alan.

097 – El Câmi’; Yüce sıfatları, en güzel isimleri zatında birleştiren, varlığıyla bütün mevcutları kendisinde toplayan, birbirine benzeyen ya da benzemeyen yani zıddı olan varlıkları bir araya toplayan.

098 – El Ğanî; Mutlak zengin, kendi nezdinde bulunan ve mâlik olduğu şeylerde kâmil olan, başkalarına ihtiyacı olmayan.

099 – El Muğnî; Dilediğini, başkalarından mustağnî kılan, zenginliği yaşatan, kendi zenginliğiyle zengin eden.

100 – El Manî’; Kötülüklere engel olan, dilemediği şeylerin olmasına izin vermeyen, kendilerine zarar verecek şeylere mani olmak suretiyle dostlarına yardımda bulunan.

101 – Ed Dârr; Elem veren veya acı ve ızdırap sebeplerini yaratan, maksada uymayan şey ile zarar veren.

102 – En Nâfi’; Hayır ve menfaat verici şeyleri yaratan, iyiliğe ve maksuda ulaştıran, kulunu hayra ve iyiliğe yönelten kapıları açan, ahiretine faydalı olacak şeye kavuşturan.

103 – En Nûr; Nurlandıran, aydınlatan, kalpleri marifet ile yer yüzünü ise bu kalp sahiplerinin Nûr’uyla aydınlatan, kendisiyle zahir, başkasını ise izhar eden.

104 – El Hâdî; Hidayet etmek, yol göstermek, korumak, başarılı kılmak, kalpleri marifetine, nefisleri itaatine, sevdiklerini kendisine, âlimleri ise işin gerçeğini müşahedeye ulaştıran.

105 – El Bedî; Zatında sıfatında ve ona raci olan her işte emsali görülmeyen, yoktan var eden, mükemmel sanatkâr.

106 – El Bâkî; Sonlu, ölümlü olmayan, varlığı sürekli olan, ebedi olan.

107 – El Vâris; Her şey yok olduktan sonra da varlığı ve saltanatı devam eden, varlığın mirası zatına kalan.

108 – Er Reşîd; Her varlığı, var ediş gayesine uygun bir biçimde hedefine ulaştıran, hiç kimseyle istişare etmeden işlerini yürüten, delil ve irşada ihtiyacı olmayan, işlerini nizam ve hikmetle yürüten ve hiçbir işi boş ve abes olmayan, kullarını doğru yola ileten.

109 – Es Sabûr; Çok sabırlı, yarattığı, terbiye edip yetiştirdiği, rızık verdiği kullarının isyanlarına, itaatsizliklerine karşı aceleci olmayan, hallerini düzeltmeleri için onlara fırsat ve mühlet veren.

110 – El Muhsî; İnsanların inanç, söz, fiil, amel ve davranışlarını olup biten her şeyin miktarını bilen ve bunları koruyan.

111 – El Mu’tî; Her şeye yaratılışını veren ve sonra da onlara yol gösteren

112 – Er Rızâ; Kullarının kendisine yönelişinden, tevbesinden razı olan, hoşnut olan, bir şeyin olmasına muvafakat eden

113 – Er Refî’; Mertebesi çok üstün olan, övgü ve methin bütün derecelerini hak eden.

114 – El İlâh; Uluhiyetin kaynağı, eşsiz ve benzersiz mabud.

115 – El A’lâ; Daha/pek/en yüksek şerefte mutlak yüksekliğe sahip olan.

116 – El ‘Alî; Şanı, kadri yüce ve kudreti büyük olan.

117 – El Mütealî; Büyüklenmek isteyenlere ve sahip olmadığı şeyleri iddia edenlere karşı üstün olan.

118 – El Fa’âl;, Dilediğini yapan, daima aktif olan, fiilinde daim ve mükemmel olan.

119 – Fa’al li mâ Yurîd; Tüm kâinat ve içindekilerinin her türlü faaliyetleri ve onların devamıyla her an istediğini istediği gibi yapan.

120 – El Muhît; İlminin ve gücünün her şeyi kuşatan, O’ndan kaçıp kurtulması mümkün olmayan, hiçbir şey O’ndan gizli kalmayan, gafil ve aciz olmayan.

121 – En Nasîr; Dostlarını, sevdiklerini zalimlere teslim etmeyen ve onları yardımsız bırakmayan.

122 – El Fâtır; Bir şeyi ilk defa yaratan, yokluk çekirdeğini yarıp varlığı çıkaran, yarattığı varlık türlerine fıtrat veren.

123 – El Hafî; Çok ikram eden, son derece iyilik ve lütuf sahibi.

124 – El Hayr; Hayrın kaynağı, zatı mutlak hayır olan, hayrı eşsiz ve benzersiz olan.

125 – El Karîb; Kuluna yakınlığı, Allah’ın; kullarının hallerini, yaptıklarını, söylediklerini, düşündüklerini, dualarını bilmesi, görmesi, duyması, şahit olması, yardım etmesi koruması. (Mekân ve cihet itibarıyla değil).

126 – El Müsteân; Kendisinden yardım istenen, Kulluk tavrı, yardıma çağırmak, yalvarmak, yakarmak ve istediğini gerçekleştireceğine yakîn besleyerek umutla dolu olmak.

127 – El Ğalib; İşinde galip olan -isteseler de istemeseler de- mahlûkları hakkında muradını gerçekleştiren, asla yenilmez olan mutlak galip.

128 – El Kâhir; Kullarının işlerini dilediği şekilde düzenleyen, idare eden, onlara üstün ve egemen olan, canlılar arasında haddini aşıp kendisine isyan eden zorbaları azap ile diğer bütün canlıları da ölümle yok eden.

129 – El Fâlik; Yarıp çıkaran, varlık ağacının tohumunu eken, sonra da o tohumu yarıp varlığı yaratan.

130 – Es Sâdık; Sözünde işinde vaadinde doğru olan.

131 – El Kefîl; İhtiyaçları karşılamayı kabul eden.

132 – El Kâfi; Kuluna yeten, koruyan, yetiştiren, yerine geçiren.

133 – El Muhyi; Yaratılışı kabul istidadı olan her “ayn”ı varlık ile ihya eden

134 – El Mevlâ; Kendisinden yardım ve destek beklenen.

135 – El Vasi’; Her şeyi kuşatan, asla kuşatılamayan, imkânları genişleten, kapasitesi sonsuz olan.

136 – Eş Şâkir; Kendisine itaat edeni metheden, öven ve ona nimetten çok sevap verendir.

137 – El Mubîn; Varlığı gizli olmayan, apaçık olan hakkı izhar eden, gerçeği beyan eden, varlığında hiç şüphe bulunmayan.

138 – El Mürîd. İrade eden, isteyen, dileyen, dilediğini gerçekleştiren, sıfat mertebesinde güç oluşturma.


ESMA DERSLERİ (ALLAH) (7 – 1)

$
0
0

ALLAH

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘alâ ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden ki, anlasınlar beni. Amin. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Rabbim hayr ile başlat, hayr ile bitirt, Rabbim kolaylaştır güç kılma.

Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. (İsra/80)

Rabbim girdiğim yere sadakatle girdir, çıktığım yerden sadakatle çıkar , bana bu sadakati uygulayacak bir güç bir irade, bir azim, bir sebat lütfet ya Rabbi. Amin, amin, amin..!

Değerli dostlar vahiy; ma ferratna fiyl Kitabi min şey’i.. (En’am/38) buyurur Rabbimiz. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Hz. Ebu Bekir öyle dermiş; devemin yularını kaybetsem onu vahiyde arardım. Biz Hz. Ebu Bekir’i akıllı bir insan biliriz, sahi bununla kaybettiği deve yularını Kur’an ın içinde aradığını mı düşüneceğiz, arayacağını mı düşüneceğiz. Sizce bunu söylemiş olabilir mi, bunu kastetmiş olabilir mi?

Hayır. Onun kastettiği başka bir şey, o bir mecaz yapıyor. O vahy Allah’ın kelamı olarak insanoğlunun yitirdiği her bir değerin kaynağıdır diyor. Dolayısıyla deve yularını hangi akılla bulacağınızı da, bulacağınız aklı nasıl çalıştıracağınızı da, o aklı hangi ilkelere dayalı olarak kullanacağınızı da öğreten vahiydir demek istiyor. Dolayısıyla Hz. Ebu Bekir’in dediği insanlığın kaybettiği değerlerin kaynağı vahiyde.

Vahiy hayatın sonsuz müşkilelerine, meselelerine, problemlerine sonsuz çözümler sunmaz. Vahiy bin problem çözecek formüller sunar. Vahyin sunduğu sınırlı formüllerle sınırsız problemlere çözüm bulursunuz. Zaten formüllerin işlevi de bu değil mi. Bir formül bin problem çözer, o formülü elde eden o problemlerin hepsinin çözümünü elde etmiş demektir. Onun için vahiy mahdut, doğrudur, işte bu iki kapağın arasında. 6.200 küsür ayetten oluşan iki kapak arasına sığmış bir kitabı ilahi. Fakat onun bize sunduğu çözümler iki kapak arasına sığmaz, iki hayat arasına, iki nesil arasına sığmaz. Sığmaz ki 1400 yıldır önümüzde, aklımızda kalbimizde, gözümüzde ve gönlümüzde. Sığmaz ki hala biz kendimizi bile zor değiştirirken o bizi parmaklarını katıp değiştirebiliyor. Sığmaz ki hala çocuklarımızın huyunu dahi değiştiremezken, o koca koca adamların ömrünü mübarek parmağını geçirip yüreğine şuradan şuraya getiriyor, oradan oraya çıkarıyor. Onun için vahyin sunduğu çözümlere sırt dönen insanlığın Allah’a sırt dönmüş olduğunu söylememe gerek bile yok.

Önümde Bakara/178-179. ayetleri var. Ayeti kerimeler; Yâ eyyühelleziyne âmenû kütibe aleykümül kısasu fiyl katlâ.. (Bakara/178) diye başlıyor. Siz ey iman edenler, öldürme olaylarında, katl olaylarında, cinayetlerde Allah kısası size yazdı, yazıldı diyor, kütibe aleyküm. Aslında failini söylemiyor, meçhul fiille geliyor. Siz yazılana bakın yazana değil dercesine, yazılana dikkat edin.

Kısas nedir? Bu ayetlerin konusunu sorsam katil cezası dersiniz, yani cezalandırma konusunda olduğunu söylersiniz. Ben hayır diyorum bu ayetlerin konusu adalettir, cezalandırma değildir. Cezalandırma olsaydı aynı ayetin içerisinde af geçiyor, merhamet geçiyor, rahmet geçiyor ve bağışlama geçiyor. Cezalandırma af ile, ceza merhamet ile, bağışlama ile nasıl yan yana duruyor? Bu bir adalet ayetidir, Kur’an da ki kısas emri adalet emridir. Zaten kısas suça adil karşılık demektir. Tek, mücerret olarak manası budur adil karşılık.

Bir sonraki ayette kısasta sizin için hayat vardır diyor. Ve leküm fiylkısası hayatün… (Bakara/179) kısasta sizin için hayat vardır. Ne demektir bu? Adalette sizin için hayat vardır. Ne demektir bu? zulümde sizin için ölüm vardır bu demektir. Dolayısıyla Mardin de gördüğümüz o felaketi töreyle, gelenekle feodaliteyle açıklamaya çalışanlar, eğer cambazlık yapmıyorlarsa, ki cambazlık yaptıkları gibi bir kanaatim var- cehaletlerinin derecesini ve terekesini gösteriyorlar.

Töre yıkıldığı için böyle oldu. Keşke o şikayet ettiğimiz feodalite devam etseydi sadece öldüreni öldürürlerdi. Siz töre möre bırakmadınız bu memlekette, siz hiçbir şey bırakmadınız. Bu memleketin soysuzları, bu memleketi soysuzlaştırdınız. Keşke yalancıktan, sahte, babasının dini olsaydı Allah’ın dini değil, babasının dini olsaydı gene yapmazdı. Ama onları değersizleştirdiniz, hiçbir şey bırakmadınız hiç bir şey, hiçbir kutsal bırakmadınız, hiçbir değer bırakmadınız kopardınız her şeyi. Zaten din inden kopardınız, imanından kopardınız, atasından kopardınız, geleneğinden kopardınız, töresinden kopardınız. Yani onu bağlayan bir şeyler vardı.

Burada töreyi savunmadığımı bilmeniz lazım, o feodal düzeni savunmadığımı bilmeniz lazım, ağalık, şeyhlik düzenin savunmak bana mı kaldı, bunu bilmeniz lazım sizin. Ama inanın bunların getirdiğinden çok daha iyi olurlar.

Bunlar ne getirdiler? Hiç bir şey getirmediler. Değersizlik, serapa bir değersizlik, insanoğlu için değersizlikten daha kötü bir şey yoktur. En kötü değer değersizlikten iyidir. Hiçbir şeye inanmamaktansa taşa inansın, Çünkü taş sana diyor ki diye başlarsınız bir cümleye, taş sana emrediyor ki. Hiç olmazsa inandığı değerden yola çıkarak onu; inandığı değerin kendisine çizdiği çizgilere çekersiniz. Ona uymaya davet edersiniz.

Peki bunların inşa ettiği hayatta neye uymaya davet edeceksiniz insanları? Nesi var bunların, hangi çizgisi var? Hiçbir çizgileri yok bunlar çizgisizler. Utanmadan önce milleti çizgisizleştirdiler, şimdi de utanmadan hala töre, feodalite diyerek cambazlık yapıyorlar. Umarım siz bu cambazlara kanmazsınız.

Hakikaten de bir değer krizi yaşadığımız müsellem bir hakikat. İçinde yaşadığımız bu değer krizi her şeyi, ama her şeyi sınırsızlaştırıyor. O zaman bir şeyi konuşamıyorsunuz, tartışamıyorsunuz, hatta anlayamıyorsunuz. Çünkü anlamanız için sınırlar lazım. Biliyorsunuz kelimeler aynı zamanda sınırları ihtiva ederler çünkü anlam dediğiniz şey sınırlarla ifade edilir.

Nedir bu? İyi dediğiniz zaman iyinin bir tarifi var değil mi, tarif nedir, aynı zamanda sınırdır. Bakın, insanoğlu zaten sınırlarla anlar. Onun işçin zihnimiz, aklımız öncelikle sınırlarla anlamaya ayarlanmıştır, sınırlarla anlarız. Anlamak dediğimiz şey sınırlamaktır aynı zamanda. Görmekte öyledir, 5 duyumuz sınırlarla hisseder. Görmek dediğimiz şey önce göz bir yeri sınırlar, onun içindekini görür. Her tarafı görmeye çalışan göz hiç bir şey görmez. Onun için görmek sınırlamaktır. Şahasal basar; göz dikilir onu görür.

Kulakta sınırlamaktır öyle değil mi. Göz belli bir ışının belli bir derece üstünü, kızıl ötesi ve mor ötesini algılayamaz. Yani haddi edna ve haddi ‘alâdır kızıl ötesi ve mor ötesi. Bu iki ışın arasında kalan renkleri algılar. O 7 rengi algıladığı o banta ta çok dar bir banttır. Tamamını göz önüne aldığınızda bandın tamamı içerisinde gözün algıladığı %5 e tekabül etmektedir frekans içerisinde. Gözün frekansı %5 e tekabül eder. %95-96 frekansı gözün görmediği ışıklardan oluşur. Kızıl ötesi ve mor ötesi bunun alt ve üst sınırlarıdır. Ondan sonra, onsan sonra, ondan sonra..! meleklerin algıladığı, meleklerin bile algılayamadığı ruhun algıladığı ve sadece Allah’ın gördüğü Nûr.

Dolayısıyla kulak ta öyle belli bir desibelin üzerini algılayamaz öyle değil mi. Belli bir frekansın üzerini algılayamaz, altını da algılayamaz. 20 desibeldir sınır. Ondan ötesinde sesler yok mudur kâinatta? Olmaz olur mu? eğer üst sınır olmasaydı yer yüzünün dönüş hızını duyardı. Yer yüzünün dönüş hızına dayanabilecek b ir insan türü yoktur. Hafif bu sesi duyan bir kadın, yaklaşık 50 yıl evvel yaşamıştı ve çıldırmıştı.

Dolayısıyla hakikaten öyle, Allah potansiyeli koymuş, kulağa da göze de, buruna da. Bakınız Tv. Ler de renk seçiciler vardır, bir çuval paraya onları istihdam ederler gerçekten çok yüksek maaşları vardır, 3.000 rengi ayırt edebilirler. Adamın işi oturur böyle ekranda bu hafif yeşil, biraz kırmızı, biraz mor demektir. Ama siz yapamazsınız. Biz %100 görelim diye gözlük takıyoruz, adam %250 görüyor. Ama gözün sınırı %400. %400. ü görmeye başladığı zaman adam nereyi görür? Milyarda bir çıkıyor, o zaman röntgen gibi çekiyor. Düşünün Allah etmesin böyle görseydi insan yaşaya bilir miydi. Karşısındakine bakarken ciğerini görecekti.

Bu da bir rahmet aslında, bu sınırlarda bir rahmet. Düşünün kulağın alt sınırı olmasa yattığınızda yastıkta ki mikro biyolojik varlıkların sesini dinleyeceksiniz. Onlarsız olmaz zaten. Sadece dudağınızın kenarında 2.000.000.000 ı yaşıyor. Bir de onları dinle dur işin yoksa. Ondan sonra ye yemeği haydi. Allah’ın lûtfu aslında, koyduğu sınırlar Allah’ın lûtfu.

Burun %100 koklamak gerçekten iyi bir şey, bir çok burun bu kadar hassas değil. Burnun maksimium sınırı da %400 dür Ama bazı burunlar % 250 koku aldığı için farfüm sektöründe görevlendiriliyor ve yüksek ücretlerle. Dünya da milyarda bir oluyor bunlar da yine. Allah’ın lûtfu veya bilmiyorum artık, belki ayeti, böyle gösteriyor rabbimiz. Bu adam 4.000, 5.000 kokuyu ayıt edebiliyor. Sizin ayırt edebildiğiniz koku sayısı 300 – 400. Ama o 4.000 kokuyu ayırt edebiliyor. Dolaysıyla o tiplere sadece kokan şeyleri koklatmıyorlar, kokmayan şeyleri de koklatıyorlar. Çünkü bizim alamadığımız, kokmaz sandığımız şeyi onlar kokluyorlar.

Acaba günah nasıl kokuyor değil mi? Acaba sevap koksaydı nasıl kokardı. Bu kokuları alsaydık ki inşaAllah yürek burnumuzla alırız. Yani yürek burnu koku alan alıyordur. Melekler koksaydı ki kokusu vardır mutlaka, o kokuyu alanlar alır. Nasıl kokardı acaba.

Dolayısıyla görüyorsunuz sınır aynı zamanda anlamak demektir. Ama bunların sınırları yok, onun için bir şeyleri anlatamıyorsunuz. Çünkü onların lügatın da o kelimeler ne manaya geliyor bilmiyorsunuz. Bizim lügatımızda belli; iyi iyidir, kötü kötüdür. Güzel güzeldir, çirkin çirkindir. Hak Haktır, batıl batıldır. Fakat onları n bir lügatı var mı? İlginç gelmiyor mu size?

Evet çok sıkıntılı bir durumla karşı karşıyayız dostlar. Onun için tekrar tekrar Allah’ın bize sunduğu o sonsuz imkanlara sarılmak lazım. Ben başka yolu olduğunu düşünemiyorum, göremiyorum. Onun için vahyin önümüze sunduğu imkanlara ya sarıldık kurtulduk, yoksa halimiz harap başka çözümü yok.

7. esma dersimizdeyiz şükür daha yeni Esmaya gireceğiz. Yani ilk defa bu gün Esmaya girmek nasip olacak. 6 dersten beri Esmanın mukaddimesini yaptık. Elhamdülillâh bu gerekliydi, hakikaten gerekliydi. Fakat tüm mukaddimeler aslında ana konuyu izah için yapılırlar değil mi. Fakat gereklidirler.

İbn. Haldun’un mukaddimesini biliyorsunuz, yani kocaman bir kitaptır, bizde çevirisi 2 hatta 4 ciltlisi de var. yani bu kadar mukaddime yazılır mı. Mukaddime olduğuna göre bunun ana kitabı hangisiymiş. Yazmak istediği tarihe mukaddime, giriş olarak yazmış mübarek onu. Mukaddimesi böyle olsaydı, tarihini yazsaydı El ‘Iber tarihini yazsaydı kaç cilt çıkardı diyeceksiniz değil mi. Simupi el İpka nın tefsirine mukaddime olarak yazmış 4 cilt. Aman Allah’ım bu ne derin ve geniş bir tedebbuat Allah aşkına.

Mukaddimeler neden önemlidir; Mukaddimeler kavramların sınırlarını içerirler. Yan o mevzuda anahtar terimlerin sınırlarını size söyler. Bununla ne kastediyor, bunu kullanacağım ben, bunu kullanırken ne anlayacaksın. Çünkü manayı bunun üzerinden ileteceğim ben. Onun için önce manasını ileteceğim kabı bir anla, Dolayısıyla manayı ancak öyle anlarsın. Mukaddimeler onun için gereklidir.

6 derstir mukaddime yapıyoruz, umarım pişman değilsiniz, Bu mukaddimeler içerisinde hakikaten bazen tahliller yaptık geçen ders olduğu gibi. Bu tahlillerde hadis kritiği nasıl yapılır sualinin cevabını da buldunuz. Esma ül Hüsna hadisleri Tirmizi ve İbn. Mace’de listeli gelen hadisler olsun, listesiz gelen Buhari hadisi olsun bunların kritiği, karşılaştırması nasıl yapılır.

Diyeceksiniz ki içimizden bazı kardeşlerimiz diyebilirler daha doğrusu: Allah’ın Mustafa kulu ben bu düzeyde İslamî ilimlerle ilgilenemiyorum, çünkü alt yapı yok. Dolayısıyla bu anlattıklarınızın bir kısmı bana hitap etmiyor. Hitap etmediği içinde Fransız kalıyorum, yabancı kalıyorum, anlayamıyorum diyorsanız ve diyenler varsa ki ki gayet doğaldır, o kardeşlerimize geçen derste de söylemiştim; lütfen sabredin, diğer kardeşlerinize yol verin. Çünkü diğer kardeşleriniz de sizin için sabrediyorlar. Onlarda; Biz bunları biliyorduk hocam bize dipten ver, bize arka odadan ver, bize depodan getir, vitrini seyrettirme bize, biz zaten dükkanın içine girdik, sen bize vitrini gösteriyorsun, biz dükkanın içinde epeyden beri dolaşıyoruz, terekleri indirdik, alacağımızı aldık, onun için biz iç depodan bekliyoruz. Şimdi burada vitrinin önünde durup dışardan yeni gelip vitrini yeni seyredenler var, dükkanın içine yeni adım atanlar var, şöyle daha göz gezdiriyor. Alıp almayacağını da bildiği yok bakıyor öyle, yani bakıcı, alıcı değil. Bazıları ise bir müddet olmuş tamamen ne alacağını biliyor, yani işaret edip gelmiş alacağı belli direk o tezgâha gidiyor. Bazıları da bu tezgâhta epey den beri burada ve artık içerden çıkacak orijinal malları bekliyor.

Dolayısıyla bu kadar çeşitli bu kadar farklı bir yapıya, bir cemaate, bir ders grubuna nasıl hitap edebilirsiniz? Elbette sen dur, sen geç, şimdi senin hakkın, şimdi hepinizin diyerek bir maestro gibi, bir orkestra yöneticisi gibi yöneterek yaparsınız, yani sözü yönetirsiniz, bilgiyi yönetirsiniz, öğrenciyi yönetirsiniz. Dolayısıyla bu da bir siyasettir. Bilgiyi yönetmekte siyasete girer. Onun için insanın zihnine üşüşür bazen on şey birden yönetirsiniz onu. 9 numara sen çık, O çıkar ondan sonra 1- 2 – 3 numara arka arkasına siz çıkın, 5 numara sen en son çık dersiniz. Bilgiyi yönetmek ta hitabet sanatının gereğidir. Eğer bunu iyi yönetemezseniz bilgi parçalı olur, kopuk olur, kendi içinde bir teselsül olmaz. Bu olmayınca da zihinler onu tam algılayamaz. Dolayısıyla mukaddimeler gerekiyordu, şimdi asıl esmaya geçtik.

99 ismi nasıl bitireceğiz, eğer 99 ay bize bunları anlatacaksan hocam yandık demektir diyorsanız size şimdiden bir müjde verebilirim. Allah eğer ömür verirse önümüzde ki yıl esma derslerini haftalık düşünüyorum inşaAllah. Yani dua edin bir kaza olmasın inşaAllah. Rabbim nefes verirse, nefesim yeterse haftalık inşaAllah düşünüyorum ve eminim ki çok hoşunuza gidecek.

Esmayı işleme tarzım şu olacak önce esmayı yazacağım sonra size işleyeceğim. Onun için çok mazbut bir ders olacağını düşünüyorum. Bunun tek mahsuru yazdıktan sonra anlatılacağı için biraz kitabi olması. Hitabi olanın da kendine has bir tadı var o tadı bozmamaya çalışırız. Ama büyük avantajı bilgilerin tamamen kayıt kuyudatlı olarak verilmiş olması. Bu da çok mühimdir.

İkincisi her esmanın sonunda o esmaya ilişkin bir duamız olacak inşaAllah.

Üçüncüsü; Esmayı işlerken Kur’an a göre işleyeceğiz. Dolayısıyla Kur’an da o ismin geçtiği tüm ayetlerin karşılaştırmalı kritiği yapılacak. Onun içinde Kur’an a göre esma ül Hüsna olacak.

Bugünkü mukaddime ile bugün işleyeceğimiz Allah ismi şerifi arasında ki bağ ise değerler sisteminin merkezini Allah’ın teşkil etmesidir. Mardin olaylarından yola çıkarak, o katliamdan yola çıkarak biz rahatlıkla buraya gelmek zorundayız. Allah demek anlam demektir. Allah’ı olmayanın anlamı olmaz. Değerler mutlaka referans isterler, referanssız değer olmaz. Değerin referansı kendine olmaz anlatabiliyor muyum. Mutlaka aşkın bir referansı olmalı. Aşkın bir referans ise Allah’tır. Çünkü değer eğer kendini referans gösterirse bu totolojidir, mantıkta ki totolojiye benzer, kendini referans gösteremez. Yani niçin yedin? Yemek için. Buna totoloji, derler. Niçin yaşıyorsun? Yaşamak için. Niçin evlendin? Evlenmek için. Kendisini referans göstermesidir bu. Bu hiçbir şeydir, hiçbir şey söylememektir, bu sağır kelamdır onun için buna totoloji derler.

Niçin yiyorsun? Yaşamak için, Niçin yaşıyorsun? Kulluk için. Ha..’ bakınız yemenizin bile kulluk için olduğunu görüyoruz bir üst referansa kaydığımızda. Kulluk ne? Allah’a ubudiyet. O zaman ben aslında kulluk için mi yiyorum? Evet. Buna canı gönülden evet diyorsan yeme de ibadettir o zaman ayeti anlarsın zaten Ve ma halaktül cinne vel inse illâ liya’budun. (Zariyat/56) biz görünen ve görünmeyen iradeli varlıkları sadece kulluk etsinler diye yarattık.

Sadece kulluk etmek demek o zaman alnının secdeden kalkmaması, gece kaim, gündüz saim olması anlamına mı geliyor. O zaman biz bunun dışında yaptıklarımızı yapmazsak yaşayamayız diye bir söze, bir itiraza gerek yok. Kulluğunuzu devamı için yapmak zorunda olduğunuz hayatınızın diğer tüm unsurları da kulluğunuza dahildir. Hatta efendimize sormuşlar; Kişinin ailesiyle özel muaşereti de mi ya ResulAllah?

Evet. Harika değil mi. Yani biz kulluk deyince sadece ibadetler, ritüel manasında ki işte namaz, oruç, hac, zekât..’ bu akla gelmesin. Kulluk bütün bir hayattır ve biz de burada aslında hayatın referansını öğreniyoruz, Allah’ı.

Allah tanınmadan, bilinmeden, anlaşılmadan layıkıyla kulluk edilemez Allah’a. Tanımadığınız bir Allah’a nasıl dua edeceksiniz. O kadar edersiniz. Tanıyan birinin duasıyla tanımayan birinin duası bir olur mu?

Dahası; anlamak diyorum, Allah’ı anlamak, bu çok daha derin bir şey. Fakirin Marifetullahtan anladığı Allah’ı anlamaktır. Allah’ı anlamıyor insanlar. Ve ma kaderullahe hakka kadrihi.. (Zümer/67) Allah’ı hakkıyla takdir edemediler diyor. Allahuekber..!

Allah’ı hakkıyla takdir etmek ne demek? Allah’ı tanımak, anlamak. Allah’ı anladığınızda ne mi olur?

Ne olmaz ki..! Allah’ı anladığınızda kederden emin olursunuz.

Allah’ı anladığınızda geçmişinizden pişmanlık duymaz, geleceğinizden korku duymazsınız. ella havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenun. (A.İmran/170) geçmişten hüzün duymayacaklar, gelecekten kaygı endişe ve korku duymayacaklar. Öyle olursunuz.

Allah’ı anladığınızda hiçbir olay sizin için sürpriz olmaz. Allah’ı anladığınızda artık Allah’ın sizin için istediğini siz de kendiniz için istersiniz. Buna iradeye ram olmak denir.

Allah’ı anladığınızda cüzi irade, külli iradeye kenetlenir.

Allah’ı anladığınızda artık dileğiniz O’nun dileği olur.

Allah’ı anladığınızda eşyaya bir başka bakarsınız. Gözünüzün önünde ki hiçbir şey artık cansız falan değildir, her biri bilgi taşıyan bilgi kaynağıdır, alem; El Âliym’in birer alameti olur. Siz artık aleme bakarken kitap olarak bakarsınız, artık siz öğrencisiniz, Allah’ın öğrencisisiniz. Allah size her bir şeyi öğretme vesilesi kılmıştır. Baktığınız, düşündüğünüz, duyduğunuz, hissettiğiniz her şey, yaşadığınız her şey okuduğunuz birer kitaba dönüşür ve siz hikmete ram olur, hikmeti bulursunuz. Budur hikmet zaten.

Yunan hikmetin sevgisidir der. filozofi ve hikmetin sevgisini hikmetin yerine koydu. Hikmetin sevgisinden hikmete bir türlü gelemedi. Biz ise vahiyle hikmeti bulduk Allah’ın izni ile sadece neyi bulduğumuzu bilmiyoruz onun farkına varmamız gerekiyor ve bizi bu hikmete kavuşturan Allah’ı anlamamız gerekiyor önce. Değersizleştirilen dünyada tüm ulvi değerlerin Allah’tan neş’et ettiğini anlamak, ancak Allah’ı anlamakla mümkün. O zaman haydi Bismillah diyelim, Allah diyelim.

Kul HUvAllâhu Ehad, Allâhus Samed, Lem yelid ve lem yûled, Ve lem yekün leHÛ küfüven ehad. (İhlas/1-4)

De ki; O Allah’tır. Allah tektir, birdir, bir tektir. Allah mutlak varlıktır, varlıkların var oluş sebebidir. Ne doğmuştur, ne doğurmuştur. Ne aslında doğurtmuştur fakirin meallendirmesiyle çünkü Lem yelid; valid olmamış, yani baba olmamıştır. Dolayısıyla baba olmamak doğurtmamaktır. Doğurmak ana olmanın görevidir. Burada reddedilen baba olmamıştır. Çünkü Allah’a baba diyenler vardı onları red içindir. Lem yelid ve lem yûled ne baba ne de oğul olmuştur Ve lem yekün leHÛ küfüven ehad hiçbir şey, hiçbir hususta, hiçbir mekân hiçbir zamanda, hiçbir anda, hiçbir düzlemde, hiçbir varlık düzleminde ona eş ve denk olmamıştır.

Allah ismi Esma ül Hüsna nın kalbidir. Esma ül Hüsnayı o zaman zihnimizde şöyle bütününü bir bedene benzetirsek, Allah ismi celâli nereye denk gelir derseniz, kalbe denk gelir. Ne demektir bu? Diğer tüm esma ve sıfat canı oradan alır, oraya bağlıdır. Onun içindir ki Allah ismi celâliyle sıfat mevsuf ilişkisine girerler, mevsuf tektir; Allah. Sıfat çoktur. Mevsuf tektir aşkın olanı temsil eder, sıfat ise insana indirilenin içkin olanıdır. Mevsuf zatı temsil eder sıfat sıfatı temsil eder. Dolayısıyla mevsuf aşkın olan tenzihi temsil eder, sıfat ise teşbihi temsil eder. Eğer sıfat olmasaydı Allah’ı anlayamazdık zihnimiz Allah’a mirac edemezdi, çünkü sıfat inzal olundu. Ama o sıfat merkezde Allah ismi olduğu için Allah isminden yansıyan nûrun tezahürü sıfatta ortaya çıkar. Dolayısıyla Allah deyince titrer insan.

Bir kez Allah dese aşk ile lisan,

Dökülür cümle günah mislü hazan.

İsmi pâkin pâk olur zikr eyleyen,

Her murada erişür Allah diyen.

Demiş ya Süleyman çelebi. Ama bir kez Allah dese,,! Allah’ı dil de der, Diyl de der. Allah’ı dil derse söz ile, Diyl yani kalp derse öz ile der ve orada kalmaz her bir hücre Allah der. İnsanın her bir hücresi Allah der ve insan da bunu hissederse o zaman Allah’ın şah damarından daha yakın olduğunu hisseder. Yakın olana yaklaşmak için dışa açılmak gerekmez. Yakın olana yaklaşmak için kendine yakın olmak lazım. Kendine yakın olmayan Allah’a hiç yakın olmaz. Onun için Allah’a yaklaşmak kendine yaklaşmaktır.

Ve lekad halaknel İnsane ve na’lemu ma tuvesvisu Bihi nefsuh. İnsanı biz yarattık ve nefsinin ona neler fısıldadığını da bilen biziz ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd. (Kaf/16) zira biz çünkü biz ona, insana şah damarından daha yakınız. Şah damarından daha yakın olana ulaşmak için hangi yola çıkmak lazım? Varlık yoluna, ben idrakinden çıkacağız, ben ini idrak edeceksin. Ben şuurundan çıkacaksın, senden çıkacaksın, o dışında bir yerde değil dolaysıyla senden çıkacaksın. Onun için ben idrakiyle başlar şahadet; Eşhedü ellâ ilâhe İllallâh..! ben den başlar.

Onun için bakınız Allahhh.! Ses dizimin e bakınız dilde başlar dilin ucunda ellâhhh..! ciğerde biter. İnsanın en dışında başlar en içinde biter. Lafza-i celâlin harf dizgesi bile dıştan içe doğrudur, adeta yön gösterir. Nereye doğru istikamet sürmen gerekiyor bu istikameti takip et ey insanoğlu budur.

Her şeyin bir kalbi var Allah ismi esmanın kalbi. Diğer tüm isim ve sıfatlar bu kalbin etrafında halelenirler. Allahu Keriymun, Allahu Rahıymun, Allahu Ğafurun, Allahu Aliymun, Allahu Haliymun, Allahu Hakiym un, Allahu Tevvabun..! sıralayın gitsin. Sıfat tamlaması yapabilirsiniz ama mevsuf değişmez yani nitelenen değişmez. Niteleyenler bellidir, ama nitelenen Allah’tır burada hepsi de Allah’a bitişirler bu manada. O zaman Allah ismi sıfat mıdır? Değildir Sıfat olmayan tek isim Allah lafzı Celâlidir diğerleri sıfattır. Allah lafzı Celâli sıfat değildir. Onun için kalp mesabesindedir.

Allah ismi 99 rakamıyla temsil edilen sınırsız tecelli tesbihinin imamesidir. Varlık bu tesbihi kendi lisanınca çeker. Öyle değil mi, şu görünen varlığı bir tesbih olarak algılayın, galaksiler bu tesbihin tanesi olsun. 400 milyar tanesi olan bir tesbih. Her bir galaksinin bir ucundan diğer ucuna ışık yılıyla dillere, rakamlara sığmaz bir mesafe olsun, her bir galaksi 200 – 400 milyar güneş sistemi alsın ve bunlardan da şu anda ölçülebilen evrende 400 milyar tane olsun ve astro fizikçiler şimdi evrenler çiftliğinden söz etsin. Artık tek evren değil. Holografik evren ve 400 milyar galaksi tesbihi olan, tanesi olan bir tesbihi hangi elle çekersiniz, kim çeker? Allah kudret eliyle çeker. İşte sırf bunu bilse insan AllahuEkber’i farklı söyler. Onun için oradaki 99 rakamı sonsuzluğu temsil eder aslında.

Allah ismi özel isim mi? Değil. Ahmet özel isim, Mehmet özel isim, Hasan, Hüseyin, Yusuf özel isim, ama Allah ismi değil. 50 tane, 50 bin tane, 50 milyon tane Ahmet var öyle değil mi. Ama bir tane Allah var. Dolayısıyla Allah ismi hastır. Has isim denir buna. Has isim sadece o zata hastır. Bu isimden bir başkasına konulamaz. Bir başkasına böyle bir isim verilemez. Simiyya diyordu ya onun adaşı yoktur. Dolayısıyla Allah ismi, ismi hastır.

Allah isminin türetildiği kök tartışılmamıştır, fakat türetilmiş midir, türetilmemiş midir bu tartışılmış. Yani dilde türetilen bir kelimemidir. Bilgilerin hemen tamamı türetildiği kanaatindedirler. Çünkü eğer bir kelime dilde söyleniyorsa onun bir kökü vardır. Dolayısıyla Allah ismi nasıl türetilmiştir.

Burada Arapçanın bir özelliğine gelmem lazım. Arap dili başka dillerde rastlamadığımız bir biçimde kendi özel, kendi doğurduğu has kelimelerini konservatif bir biçimde muhafaza etmiştir. Belki çölde neşvi neva bulan bir dil olmasının sebebi de budur. Araplar da çocukların çölde badiye de süt anneye verilmesinin sebebi de o bozulmamış dili öğrenmeleri içindir. Bu bir tür eğitimdir süt annelik aslında yani ana okulundan daha önceki okul, tam bir ana okulu yani süt ana okulu.

Dolayısıyla dil kendini böyle muhafaza etmiş. Dünyada hakikaten ilk formu korunabilmiş ve bunun da kaydı tutulmuş olan tek dil Arapçadır. Bu mucizenin sahibi de Kur’an dar tabii. Ama Kur’an dışında bunun bir kaynağı var o da dilin silasi mücerretlerinin korunmuş olması yani, 3 sessiz harften oluşur Arap dilinde tüm kelimeler.

Tabii 4 lü, 5 li harfler yok mu? Var fakat onlar meziddir, anası aslı 3 tür silasi mücerretler denir bunlara sessiz 3 harflerden oluşur. İşte k t b Bu fiil olarak geliyor bize ama el ketb kök sessiz biçimde. Fakat aslında bu 3 harf kendi için de bir mana taşımazlar, mana taşıması için dilde mutlaka bir isim veya fiil formuna dönüşmelidirler. Mastar olmaları daha sonradan anlamlandırılmaları anlamına gelir her ne kadar Basra ve Kûfe dili ekolleri arasında bu konuda ihtilaf varsa da. Kufe dili ekolü Arap dilinin fiilden türetildiği, Basra dili ekolü mastardan türetildiği kanaatindedir. Mastardan türetildiğini söyleyenler dilin mühendislik ürünü olarak görürler onun için dil üzerinde sınai işlem yapılabilir derler. Ama Fiilden türetenler dili mühendislik dili olarak görmezler, uydaşım sonucunda insanların birbirine kelimelerin içeriğini anlatmasıyla artık toplumda ortak oluşmuş manaları kabul ederler. Onun içindir ki Kufe ekolüne mensup olan imam Azam Kur’anî kelimelerin şer’i manalarını değil lügat manalarını esas alır.

Çok ilginçtir, mesela Hınzir’ül ma , Hipopotam domuz mudur değimlidir insanlar ona deniz domuzu diyorlar su domuzu. Kelimelerin şer’i manasını esas alan Şafi’ye göre domuzdur, İmam Ebu Hanife’ye göre değildir. Bakınız bir ihtilaf nasıl, nereden dile yaklaşım nasıl hemen ayrışıverdi, farklılaşıverdi. Yani burada evlâ mestumun nisa’. İşte orada da bu ihtilaf, bu fark. İmam Şafi lâ mestüme, dokununca, dokunmayı lafzi olarak almış öyle aynen işte Basra dil okulunun yaklaşımı gibi. Onun için dokununca abdest alın diyor. Ama İmam Ebu Hanife öyle almamış bu fıkhi içtihadi farklılıklarda dile yaklaşım çok önemlidir, dile bakış açısı çok önemlidir.

Halil bin Ahmed El Ferahi Arap dilini ilk tedvin eden, derleyen şahıslardan biri, ilk ansiklopedik Arap lügatının sahibidir, hatta belki dünyada ki bu manada ilk lügatın sahibidir. Yani bir dilin kökenlerini derleme açısından. Kitabının ismi Kitab-ül Ayn 7 dev cilt halinde bu muhteşem eserde Halil bin Ahmed kelimelerin bizim bildiğimiz manada Kitab-ül Ayn demiş, Ayn la başla. Çünkü Arap dili Ayn dilidir aynı zamanda. Yani en çok kelime ayn harfinde bulunur.

Bu gırtlak yapısıyla ses düzeniyle alakalı bir şey. Diler arasında ses düzeni ile alakalı bir şey var ilginç olandır. Bu lügatta kelimeler akrabalarıyla beraber ele alınırlar. Mesela ke te be kelimesi tek başına yer almaz, ke te be kelimesinin 6 kombinezonu da yer alır. Ke te be, ke be te, be te ke, be ke te, te kebe, te be ke.

Peki bunlardan kullanılan kelime, kullanılmayan kelime; Kullanılmayana mühmel, kullanılana müstamel denir. Müstamel olanların manasını yazan buradan yola çıkarak bu dilde ta ilk dönemde bu kelimenin ilk kullanılan ortak manası şudur der. Muhteşem bir tedvin faaliyetidir bu gerçekten takdire şayan bir faaliyet.

Mesela keleme, mekele, lekeme, lemeke, meleke, mekele. Bakınız bunun 6 sı da müstameldir, kullanılır. Buradan yola çıkarak şiddet ve Te’sir sonucuna varır. 6 kelimenin 6 sı da ayrı ayrı manada kullanılıyor, fakat 6 sının da ortak manası şiddet ve te’sir dir. Etkili söze kelime denir, etkili söz. Buradan buna çıkar.

Gavl, gavele, galeve, vegale, velega, legave, levega. Bakınız buradan da yola çıkarak ki gayele de, eğer 3 harften bir tanesi illet harfi ise vav, ya, eliften biriyse o zaman alternatif 6 dan 9 a çıkıyor. Onları da dizer ve ortak manası der. Nedir, bir tan esi kullanılmıyor bunun 5 i kullanılıyor. Kullanılanların ortak manası hıffet ve sür’at der. Yani hızlıca geçen ve etki bırakmayan söze denir.

Demek ki Kur’an da Allah’ın gavl i değil de, Allah’ın kelamı olmasının manası buymuş. Allah’ın kavli demiyoruz Kur’an a,

ama Allah’ın kelamı diyoruz. Niye? Etkili sözü. Ama kavlen sekıyla diyor, müzemmil/5 suresinde değil mi İnna senulkıy ‘aleyke kavlen sekıyla zaten kelamın kısa açıklaması sakıyl demek. Aslında orada sekıyl kelimesi kavli, ağır sözü tanımlıyor, açıyor. Sekıl, kavl’in sıfatı. Bu sıfatla birlikte kelam oluyor zaten. Onun için kavlen sekıyla; kelama demektir. Yine istisna dışı yok. Dolayısıyla anlatabiliyor muyum? Siz anlarsınız siz de problem yok. Bende problem, anlatabiliyor muyum.

Allah lafzı şu formlardan oluşuyor. He ve le, le he ve, ve le he, ve he le, ve le he, he yele, ehele, elehe.

1 – Hevele; el hevl kişinin tehdit ve tehlikenin kaynağını, zamanını ve cihetini bilmemesinden kaynaklanan korku ve tedirginlik. Hevli mihnetten sana sığınırız diye dua var ya, hevl oradan geliyor. Onun için Anadolu da hala neneleriniz babaanneleriniz, anne anneleriniz kullanırlar bu kelimeyi, hevli. Dolayısıyla tehlikenin kaynağını bilmemekten dolayı kişide oluşan tedirginlik. Mesela gece ve karanlık korkusu, günümüzde fobi denilen şey bu. Kelime bu kökten yola çıkarak tehavil formuyla süs anlamına ulaşmış. Çünkü insan bilinmeze karşı sadece korku duymuyor, korku duyduğu zaman ona bir saygı da duyuyor çünkü bilmiyor. Bilmediği bir kaynağa yönelik korkuyla karışık saygı duymaya başlıyor. Ama bu sıradan bir süs değil resim, heykel ve put gibi içinde ürkütücü bir gizemlik bulunan veya kılıç gibi işlevinden dolayı muhatabına korku salan bir süs. İlginç değil mi kılıç çok güzel yapılmış, kılıcın güzelliği gözünüzü alıyor ama kılıç aynı zamanda silah. Bunu tabancayla da düşünebilirsiniz. Tabanca çok güzel olur gözü alır, aynı zamanda korkutucudur da silah çünkü. Böyle bir şey.

Bu yolu izleyerek kelimenin ulaştığı hevvele tilmer’e ifadesinin anlamı şu. Alımlı bir kadının giydiği süslü elbise ve takılarla etrafında uyandırdığı sevgi ve hayranlık halesi. Aynı zamanda korku. Onun için fettan derler. Dolayısıyla hem sevgi hem korku karışık. Yani ya gönlümü kaptırırsam bu. El hevl hem korkmak hem de kendini beğenmek manasına geliyor. Hevvele hem süslendi kendine hayran etti hem de korkuttu ürperdi manasına geliyor.

2 – Leheve, el lehvl seni meşgul eden oyalayan her türlü oyuna lehvn denir. Zevk ve safa veren şey, oyun eğlence. El Lüha; ödülün en sevimli ve göz kamaştırıcı olanına deniliyor. Lehen; sevmek arzu etmek. Yine sevgiye geldik, yukarıda da sevgiye gelmiştik. Gönlümü kaptırırsam, burada sevgiye geldik. Lehen; sevmek arzu etmek.

3 – Velehe; el vehel, çığlık atmak aniden yüksek sesle tepki vermek. Bu çığlık olağan dışı hatta olağanüstü bir durumu haber verir. Bu korkutan bir şey olabileceği gibi, insan sadece korku anında çığlık atmaz, çok sevindiğinde de çığlık atar. Dolayısıyla hayran eden ve şaşırtan bir şey de olabilir.

4 – Ve le he; El Veleh; sevdiğini yitirdiği için aklı başından gitmek demek. Allah resulü çocuklu köle kadınların yavrusundan ayrılmalarını yasaklarken bu ifadeyi kullanmış. El milah; insanın içini bayacak kadar neşe ve sevinçle dolduran bir rüzgâr türü. Çok ilginç, yani insanın içine neş’e veren bir rüzgâr, yine sevgiye geldik.

5 – He ye le; El hâle. Ne demek? Ayın etrafında ki ışığa ayça derler ya ayla da derler; ona hâle deniliyor. İnsanın içinde ürpertili bir umut verir, gözünü alamaz insan ona bakmaya, o yala, o ayçaya bakmaya. Ona deniliyor.

6 – Ehl; kişiye insanların en yakın ve sevgili olanına ehl, Ehli beyt diyoruz. Niye diyoruz İnsana en sevgili olanlara ehil denir de ondan. Evin en sevimlileri demektir ehli beyt.

Ehlen ve sehlen diyoruz değil mi biri geldiği zaman. Biz seni seviyoruz rahat ol. Sen burada düşmanlık görmezsin, ehlen ve sehlen, gelen birine rahat ol. Merhaba da odur zaten. Dolayısıyla ona sevgiden yola çıkarak güvence veriyoruz.

E le he. Teellüh; sevdiği için kulluk etmek, tapınmak manasına gelir. El İlâh. Sevginin, sevgiyi yitirmekten dolayı duyulan korkunun azametinden dolayı duyulan ürperti ve endişenin, yüceliğinden dolayı duyulan saygının muhatabı olan ve bütün bunlardan dolayı tapılmaya layık olan mutlak varlık.

Araplarda bir yılan türü varmış El lât derlermiş, çok özel bir yılanmış bu çöl yılanının özelliği şuymuş, bu yılanı gören o kadar hayran olurmuş ki kaçamazmış. Kaçamadığı içinde ölürmüş. Çünkü öyle bir başında ve vücudunda mücevher kakma gibi olağanüstü bir güzellik varmış. Dolayısıyla gözünü ondan alamazmış, yani bakmaktan alamazmış. Onun için ona bu ismi vermişler. Hem korkuyor ürperiyor, hem de gözünü alamıyor.

Dolaysıyla kelimenin kök manaları aslında nereye çıktı? Sevgiye çıktı, hepsi sevgiye çıktı. Yani hakikaten rabbimizin neden “BismillahirRahmanirRahıym” olduğu bir kez daha anlaşıldı.

Allah’ın bir çok sıfatı var, esması var ama besmelenin içine girmiş esma Rahman ve Rahiym. Aynı zamanda çok seven, çok sevilen. Bu manada neden Allah’ın Rahman, Rahıym vasfının besmele de önemli çıktığı aslında Allah kelimesinden.

El İlâh tan türetildiği söylenir. Ama bir çok alimimiz de bu kelime türtilmemiştir der. Bu kelime ismi hastır. Bu biraz duygusal bir yaklaşım olsa gerek. Dolayısıyla bu kelime böyledir derler ki bu iki görüşü de ben size nakletmiş olayım.

Her isim Allah’a döner dedik değil mi Peki Allah isminin kendisine döndüğü bir kelime var mı? var; Hüve. HuvAllâhu. Kul HUvAllâhu ehad; Ehad; Allah’a döndü. Allah neye döndü Hüve ye döndü. HU..! zikri vardır ya. O Oradan gelir, Hüve; O demektir, O zamiri Hüve.

Aslında vav zaiddir, vav kelimenin aslından olsaydı ikil formda düşmezdi Hüve ma gelmez Hü ma gelir. (1. bölümün sonu)


TAFSIR LESSONS AL-BAQARAH (261-274) (19)

$
0
0

231

“Euzubillahiminesheytanirracim.”
“Bismillahirrahmanirrahim”

Dear friends, we will continue our lesson with the verse 261 of Al-Baqarah.

261-) Meselulleziyne yunfikune emvalehum fiy sebiylillahi kemeseli habbetin enbetet seb’a senabile fiy kulli sunbuletin mietu habbetin, vAllahu yudaifu limen yesha’* vAllahu Vasi’un ‘Aliym;

The example of those who spend their wealth unrequitedly out of their faith in Allah is like a single wheat seed that grows seven spikes, in each spike a hundred grains. And Allah multiplies it even more for whom He wills. Allah is the Wasi and the Aleem.(A.Hulusi)

The parable of those who spend their wealth in the way of Allah is that of a grain of corn: it groweth seven ears, and each ear Hath a hundred grains. Allah giveth manifold increase to whom He pleaseth: And Allah careth for all and He knoweth all things. (A.Yusuf Ali)

Meselulleziyne yunfikune emvalehum fiy sebiylillah The example of those who spend their wealth on the way of Allah, kemeseli habbetin enbetet seb’a senabile fiy kulli sunbuletin mietu habbetin is like a single grain which grows seven ears and each ear has a hundred grains.

Qur’an takes this verses topic with the previous one as a whole. As you remember, the previous verse processed the topic of the inevitable destiny of the living existence; death and resurrection. Qur’an opened a window to afterlife. And right after that, now Qur’an invites us to do our social responsibilities. One of these social responsibilities is remembering the share of poors and those in need from our wealth we earn.

The community Qur’an asks for is not a selfish one. The community Qur’an wishes is a selfless community. And the person type Qur’an wishes to see is a person who can understand that everything he has are just things he entrusted with. The wealth, money, possessions, class are all but entrusted concepts. And showing loyalty to this trust can only be done by giving the share of Allah and other people.

At this point the words come to the concept of Infak, Qur’an mentioned; helping the people in need without waiting a return. We simply call in Infak. Qur’an gives us an example for helping people in need without waiting a return, it says the this help is like a single grain. Such grain grows seven ears and each ear have 100 grains. A single seed that gives you back 700 seeds. Think about it. By simply helping people, simply making a good deed, you now plant your field with a seed of 1 to 700 return power. As again, these numbers are metaphors. 7 and 100 numbers usually points to infinity. As in Allah will increase your good deeds you make on His way with a times infinity rate. Your deeds will be rewarded by raising their values to infinity.

Right now, I would like to stay on the word Habbe for a while. Habbe means grain, seed. More specifically every plant type that the final products are the same grains and seeds. As in it should have both seeds and fruits. All plants which their fruits also have the ability of raising the plant all over as a seed are called hububat. The plural form of habbe is hububat. Chickpea, lentil, wheat, barley, rye and other similar plants are all in the class of hububat. They are all habbe.

Muhabbet (conversation, close contact) comes from the same root. The field of habbe is earth, the field of muhabbet is heart. If the field of muhabbet is found, then as the verse indicated, it is planted for Allah; yunfikune emvalehum fiy sebiylillah the close relations with Allah grow. If someone loves on the way of Allah, that heart possesses the power of love with a rate of not just 1 to 700; it would be like a heart 1 to 700.000.

Actually every good deed has a metaphysical symetry. If you donate a single thing in physical sense, you will be given with a single thing both to your heart and to your afterlife. The seed Allah put your heart, enriches your heart. It’s the definition of inner peace. With every good deed, you enriches your very own being. Those who gives are the one you get richer. This is the real richness. The smart person is the one who enriches his heart world by giving charity from his wealth. That’s why Qur’an gives us stunning example about this matter. It says a seed with an ability of growing 7 ears and all ears have 100 new seeds. This is the good deed done on the way of Allah.

This fiy sebiylillah concept can either be used as a Qur’ani concept or a regular one. fiy sebiylillah giving help, fiy sebiylillah living, fiy sebiylillah dying, fiy sebiylillah going. All questions which start with why and how, and be answered with “For Allah.” are called fiy sebiylillah.

Why are you here? fiy sebiylillah I’m here for Allah. Why are you doing this? fiy sebiylillah I’m doing this for Allah. The answer given for this question measures the productivity of your actions. It measures the quality of your seed. Because Allah is the one who enriches the action. You are only the giver. But not the enricher.If you deliver with the right way and right action, Allah then enriches your actions and increase the outcome manyfold, which at this point like this verse explains.

vAllahu yudaifu limen yesha’ Allah multiplies it even more for whom He wills. Allah increase the outcome by multiplying.

Actually the concept is pulled to a moral problem here. This problem is all about whether the faith is the leader of humans heart at the first place. If it is, if the faith is the leader in human, in heart capitol of humans bodies country, then two signs backs the fact according to Qur’an.

1-From man to Allah
2-From man to society.

The sign of faith which reaches from man to Allah is praying. And the sign of faith which reaches from man to society, is what? It is infak. Qur’an always gives attention to this two concepts right after faith. Praying and infak. As in giving help without waiting a return, charity. Why these two? The answer comes in the Sura of Maun. The Sura of Maun is a whole. All verses withing the sura had sent down as a whole and it locks itself, an undividable sura.

But even the sura had sent down as a whole, it can be taken and processed mentally with two sections. First verses are about helping the poor, helping the orphans and encourages people to help them. If we add the last verse to this, the speech is pulled from giving help and encouraging help to; praying, being unaware of the pray a man does or doing it just for show (as a bad example) and what a magnificent social dimension has the praying concept for community. It’s interesting.

If you ask, why two topics seem irrelevant are mentioned together within a small sura like this? Also the suras last verse ends with the topics mentioned in the first verses. Ve yemneunel maun; (Maun/7). This is the last verse and mentions about preventing help. Some put obstacles to helps path. The previous verse was talking about praying. As you can see, praying and helping; praying and good deeds, praying and infak are to close to one another. They have a close relation and their bond is almost indestructible just like this sura. Qur’an gives us this feeling and says;

Your responsibility for society is not independent from your responsibility to Allah. If your want your prays to be real prays, if you want the outcome of your prays to be substantial, then you should look for the dimensions reaches to society from Allah as a symetrical dimension of praying as well. If you choose to ignore this, then you cannot get what you need from your prays. Praying cannot be able to give what you truly needs, it can be a mirac. Praying cannot hold the power to be an inner experience. All in all it cannot be transformed into a dialogue between you and Allah. Why? Because you neglect your responsibilities to society. So the topic is as important as the praying concept. Morally, it is the most imporant topic that Islam and its book Qur’an mentions about it the most. Moving on.

vAllahu Vasi’un ‘Aliym; O human, you fear that if you give away, you will be depleted? Then you don’t know Allah. If you cannot do good, if you cannot spend your wealth without waiting a return; then your problem is a problem of faith. You have issues about knowing Allah. Come then, let me introduce you Allah. Do you know who is Allah, you human? You who fears to open his hands and assume all will be depleted when you give away; do you know about Allah. The answer comes with the last sentence of this verse.

vAllahu Vasi’un ‘Aliym; Allah is limitless. Vasi’ means limitless. And with that starting point this feature reaches to being limitless with blessing, limitless with wisdom and limitless with wealth. Giving and rewarding is limitless with Allah. That’s why the Vasi’ word represents and translated with 1 to 700 metaphor. This metaphor is the explanation of countlessness. It’ like “I said 1 to 700, but you can raise it even further yourself.” Naturally this wordplay cannot be represented by a spiritual return, so the example was made with a farming related metaphor.

When agriculture engineers who are interested with farming take a grain in their hands, they split them where the grain starts to fork and they add other grains above that fork. With that method, one single grain can give more than 2000 grains. This was done before and more than 2000 grains was the result. One grain, one single grain seed.

So just like that, Allah returns every favor of yours into a seed that can give you 1 to infinity. Of course the ratio of your outcome depends on your giving intentions, your business ethics, your giving manners and some related things as well. They will measure what you will get from a single act. And the best methods will be explained by the following verses.

And of course a second name is reminded. Allah is vasi, yes. Limitless and also… Aliym. You human who is afraid of giving away, who fears to do charity; you either don’t know that Allah sees you and what you give or you just don’t believe it. Don’t your heart is settled yet that your hand still hesitates? If you believe that Allah sees you all the time, if you reach the consciousness of this fact, would you still fear of giving?

Of course if you really believed that Allah sees you, you wouldn’t fall into a habit of advertising your actions to others. That why your problem is about knowing Allah. Learn Allah very well. We continue now.

262-) Elleziyne yunfikune emvalehum fiy sebiylillahi summe la yutbi’une ma enfeku mennen ve la ezen lehum ecruhum inde Rabbihim* ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun;

Those who, out of their faith in Allah, unrequitedly spend their wealth on people, and who don’t remind and taunt people with it later, will have special rewards in the sight of their Rabb (the compositions of Names constituting the essence of their being). They will have nothing to fear or grieve. (A.Hulusi)

Those who spend their substance in the cause of Allah, and follow not up their gifts with reminders of their generosity or with injury,-for them their reward is with their Lord: on them shall be no fear, nor shall they grieve. (A.Yusuf Ali)

Elleziyne yunfikune emvalehum fiy sebiylillahi Those who spend their wealth in the way of Allah, summe la yutbi’une ma enfeku mennen ve la ezen and those who don’t remind and taunt people with it later, lehum ecruhum inde Rabbihim their reward is with their Rabb. As in Allah knows what they will be given.

We should stay here for a while. Constantly reminding and taunting people with it mennen ve la ezen, la mennen ve la ezen. Actually second “la” is not necessary here in grammar. “La” of Mennen is enough for both it and Ezen. So what happens the negative prepositions are used twice; it gains another meaning for translation. If you do each one of them, you still do the same crime. It doesn’t necessary to do both, la mennen ve la ezen. You can either constantly remind your actions to people or you can taunt and hurt people. Think about it; a person did a good deed, a charity. But then he starts to taunt the other party. He bills the person he helped and taunt him with it. The same person he helped is now becomes heart-broken.

If we think through the meaning of this, we notice immediately. What is this mean, actually it is billing Allah. Because we say, we all do these for Allah. But after your actions, you start billing. You taunt people with it, constantly remind them of your deeds, hurt them. What you do for Allah, know that Allah is aware of them. You don’t need to remind people of your actions. You don’t need to hurt them. And continues.

ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun; Those who don’t do these, who don’t hurt people, who gives away from his wealth to charity and taunt others with that; their rewards are with their Rabb. Only Allah knows and rewards are limitless. The verse continues with ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun; they won’t feel anxiety for their pasts, they won’t feel sorrow nor they won’t fear for their future. Yes, they; ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun; havf is only have connections with past and sorrow is about future. That’s why they wont fear for their future and feel sorrow and anxiety for their pasts.

Why for past? They won’t feel regret by saying; “I did that back then.” Quite the opposite. They will feel joy. When they see that their actions are rewarded with 1 to 700, 1 to 7000; they will feel joy and say; “Glad I did this back then.”. And future will be undisturbing for them. Because they will know that their rewards will be more. That’s why the “havf” here is a very important concept, so does the sorrow. They won’t feel sorry for giving away to charity. This is the explanation here giving us by this verse about what kind of manners should we be in while we do charity as a man of faith.

Some sources says, this verse was sent down about the Caliph Otto which back then he was in a battle; it’s either Badir or Uhud. He had donated most of his wealth as charity for Islamic Army of Rasulallah. Some says it was 1000 gold. Rasulallah showed his appreciation and happiness for this act by saying; “My Allah, I’m happy with Otto; you too bless him.” This is the degree of his content. In another variation of this story, Rasulallah’s words are; “My Allah I won’t forget Otto, you you won’t forget him either. We know continue the same topic in following verse.

263-) Kavlun ma’rufun ve magfiratun hayrun min sadekatin yetbeuha eza* vAllahu Ganiyy’un Haliym;

A kind word and to cover a fault is better than a charity followed by offence. Allah is the Ghani and the Halim. (A.Hulusi)

Kind words and the covering of faults are better than charity followed by injury. Allah is free of all wants, and He is Most-Forbearing. (A.Yusuf Ali)

Kavlun ma’rufun ve magfiratun hayrun min sadekatin yetbeuha eza a kind word for the heart and asking for blessing, let’s say it’s wishing for blessing hayrun min sadekatin yetbeuha eza is better than a charity followed by offence. Isn’t that right? You say a kind word, if you taunt people with it, if you hurt peoples feelings after your actions; then let it stay there. You are in more profit if you just say a kind word. This is the message of Qur’an. Here.

This is the truth that this verse is saying, the reality it translates. Make human as priority. Make heart as priority. If you help a person and hurt his heart right after that; then you are the person who does the greatest evil for that person. Your help will be worthless at all.

Think with the aspect of the person who takes the help. How can you convince that person if you crush his honor at the first place. How can you make amends after the damaging him so much? Can you measure the price of a mans honor? So if you damage his honor after you help him, then don’t help him at first place. Because an untouched honor always wins, always brings wealth but no amount of wealth in the world cannot buy an honor. So here, the human is prioritized. The verse continues.

vAllahu Ganiyy’un Haliym; Allah here reminds people who do these; who taunt people and hurt people after helping them; Allah reminds them His names. Allah is Ganiyy, as in limitless in wealth.

To be able to translate this single word, we should put several words side by side. All the wealth in the world are from Allah. Allah is the one whose wealth is from His own and all the wealth of riches are belong to Allah. Every single wealthy and rich person get their belongings from Allah.

Ganiyy means the absolute owner of the wealth. Human, in that sense can never be Ganiyy. Why not? Because he’s never the real owner of wealth. He’s just the caretaker, a keper. That’s why helping the others as charity is really the returning of entrusted belongings to real owner.

This consciousness, this felling keep a person mentally alive all the time. He becomes aware of Allah mentality constantly. That person becomes aware of his responsibilities to Allah with that state of mind.

Wealth is something entrusted to us, like health, class, position, body and children. If you know and understand that all these are just entrusted belongings to you, a different mental state appears within you. The feeling of protection things that entrusted to you. The feeling of preventing the betrayal for that trust. Because who is the real owner of your belongings? Allah is the one who entrust those things to you. So if you betray that trust, surely you will be asked at some point; that feeling awakens a responsibility mentality of Allah within you. This feeling is called Ihsan. Living like you see Allah constantly.

Haliym; Haliym is also the name of Allah. This verse ends with that name. Allah chooses to reveal this Haliym name, as introduction. What’s the meaning? Not rushing when delivering the punishment. Owner of Hiliym. When it comes to punishing, punishment; Allah choose not to rush things. Most-Forbearing. Why? Because the greed, selfishness, the desire of earthly stuff of humans usually turn them into wrongs. Our Rabb, who knows very well about the humans He created, chooses not to punish them immediately for their actions and desires. Allah gives advices, saying; “You can still turn back from this.” That’s why the Haliym name is reminded to us here.

The reminder of Haliym name here, is a sign of infinite forgiveness of our Rabb for humans. At this point it is showed us that one of the main problems of humans is also the helping situations, the charity. That’s also the reason why the name Haliym is explained to us. Because if Allah chooses not to act as Haliym, then all actions of betrayals of humans would immediately be punished and I believe none of us would survive from that punishment. Because a person even the most responsible ones, slightly or heavily, may become stingy when it comes to charity, helping. And maybe some manage to help people often, but this time they cannot manage to control their ethic of theirs after the help. Also even they manage to continue the ethics, they make mistakes in manners which will be explained by our further verses, moving on.

264-) Ya eyyuhelleziyne amenu la tubtilu sadekatikum Bil menni vel eza, kelleziy yunfiku malehu riaenNasi ve la yu’minu Billahi vel yevmil ahir* femeseluhu kemeseli safvanin aleyhi turabun fe esabehu vabilun feterakehu salda* la yakdirune ala shey’in mimma kesebu* vAllahu la yehdil kavmel kafiriyn;

O believers, do not cancel your charities by taunting and hurting people with it, as do those who spend their wealth only to be seen (to make a name) and do not believe in Allah and the eternal life to come with the meaning of the letter B. Their example is like a rock covered with some earth, and when it rains the earth is gone and the rock is left bare. They will gain nothing from what they earn. Allah does not guide (enable the realization of their essential reality) those who deny the truth. (A.Hulusi)

O ye who believe! cancel not your charity by reminders of your generosity or by injury,- like those who spend their wealth to be seen of men, but believe neither in Allah nor in the Last Day. They are in parable like a hard, barren rock, on which is a little soil: on it falls heavy rain, which leaves it (just) a bare stone. They will be able to do nothing with aught they have earned. And Allah guideth not those who reject faith. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu la tubtilu sadekatikum Bil menni vel eza O you who believe, you who have claims of belief; if you want to prove yourselves, don’t cancel your charities by taunting and hurting people for your charities and generosities. Don’t cancel your deeds out. kelleziy yunfiku malehu riaenNas like those who spend his money just to show off to people. Your deeds, your charities; don’t throw them away like that person who does all these just to be seen by others. Do you see this example?

The topic comes to a moral problem now. The sentence started with the same concent like the previous verse, taunting and hurting people but at the end a third moral fault was added. Making all these just to be seen by others. Taunting and hurting people with reminders is a moral weakness about those who are given charity. This third situation which this verse explained is a moral weakness for the person who does the charity. As in, you should act with good intention to the person in front of you and to yourself. Deep within your heart. Your intentions must be uncorrupted.

What is the most specific, most evident manifestation of corrupted intentions? Making deeds just to show off other people. A person fails at this point even he passes the test of not taunting an constantly reminding people. He may not taunt them, he may not hurt them with reminders but the third spot; that’s the exam he fails. Carrying the emotion of showing off.

If you ask, why carrying this feeling is so bad for us, actually this feeling is like a burning acid in your hearts over the seed of your good deed. That’s why it is so bad. Because an exit like this cannot lead to a pure and healthy end. Why not? Because a person does that deed not for Allah but for other peoples eyes, leaves that good deed when no one watches him. This cannot be categorized under virtue. Do you see the problem now? The real virtue is doing your responsibilities even no one watches you. It doesn’t matter whether tthey see you or not. This is the definition of virtue and Islam invites people to this real virtue concept. This is the reminder here. And let’s check what is the following connection to this concept.

ve la yu’minu Billahi vel yevmil ahir don’t cancel out your good deeds like those who spend their wealth to be seen of men, and who don’t believe in Allah and afterlife.

Why the speech is pulled to belief for Allah and afterlife here? This my friends, is the reaching point. A person who does a good deed, a virtue, a task just to be seen and admired by other people must have a deeper problem within. The greatest evil lurks within these intentions of showing off. Otherwise we cannot put these acts under devious deeds, harmful actions at all. But all those actions sign a deep illness. What is that illness a scar over faith. A problem in beliefs. What kind of problem you may ask, let me explain.

If that person believe Allah as he should believe, why would he need other people to see him? Because he may easily say; “Allah sees me, that’s enough for me.” If a person have faith that Allah sees him, sees his actions and deeds deep from his heart, would he think about the other peoples sights? Does he crave for that need? He knows that nothing will be different whether they see him or not. Allah sees him that’s the real importance. So at this point if a man wishes for other people to look at him while doing his charity works; cannot be sure and certain that Allah sees him. Because if he is; if he believes from his heart, he wouldn’t need to act like this. That’s one.

So where’s the connection of afterlife with all these? If he believe that he will get the reward of his deeds in afterlife with tenfold, he wouldn’t act like that. He wouldn’t want others to see him. Why? Because asking for peoples attentions means asking for the reward of his help in this life. Asking rewards in the forms of “well done”s, “good for you”s, “look at him, he helped that poor people”s; craving for people love and attention; need for a small fame; all these are about asking the reward –even how small and insignificent it is- in advance. But even in that he don’t know where lays the real reward. Because he thinks with his south pole, not the north pole. He thinks as the satan is his mentor. Not with the guidance of his soul and faith. If he think with the guidance of his faith, surely he wouldn’t sacrifice the greatest reward of paradise for the small attentions of people. All these surfaces the problem with afterlife. Hypocracy.

Hypocracy, vanity. This turns into a problem with afterlife here. Because a person who truly believes what he’s gonna get in afterlife, wouldn’t care for other peoples attentions. He will get them anyway. Femeseluhu that person is like; kemeseli safvanin aleyhi turabun fe esabehu vabilun this rock. There’s a metaphor here, Qur’an draws us a picture. I ask you to open your ears and listen.

“He is like this rock.” Qur’an says. There’s a thin layer of soil over it. Think about a rock with a thin layer of valuable ground over it. fe esabehu vabilun a rain falls over that rock feterakehu salda and leaves it wide open. Tha rain wiped the thin layer of soil, almost like removed the veil and the real face was revealed behind it. It was that rock all along. But the people who saw them outside thought him as a welcoming soil that will give one to many. They thought him as a rich field. Because they hadn’t seen the rock underneath the tiny layer of soil. They had looked at the shell, the mask.

Just like it is described above, Qur’an shows us this metaphor about the man who helps others just to show off and after that taunt people with it; like a lonely rock with a tiny layer of field over it. A rain, a storm cleans that layer and reveals the naked rock with all his rigid and fruitless nature.

la yakdirune ala shey’in mimma kesebu These types; they have no gain for what they do. Interesting; you do a deed but you will have no gain for it. Bankruptcy with your own hands. As in doing something but leads to nothing.

You may say; “It’s not fair.” Do we really have the right to say it? Saying it’s injustice means we are not honest to Allah. And those who cannot be honest in front of Allah cannot be honest to anyone. You may believe that person can lies, cheat anyone who he encounters.

The problem reveals itself as a personality issue and Allah’s orders and restrictions are all about putting our personalities over a firm and strong foundatition. This is another meaning of carrying of capacity as humans beyond our given reaches. That’s why the orders and restrictons of Allah are really for enriching out true selves. We actualize our personalities. We actualize our true identities. We become %100 human. The real reason behind Allah’s entire orders and restrictions is carrying people to the limits of their potential. Educating people, leading them to the perfection. This is our problem. Otherwise Allah has nothing to gain from all these. We lose. We sacrifice from our humanity. That’s why Qur’an takes the situation at the heights of humans perfection.

vAllahu la yehdil kavmel kafiriyn; Allah does not guide the communities who deny the truth. Qur’an takes the problem above, the problem of vanity and explains it as resisting at denial. Very interesting outcome. The conclusion. This conclusion reveals that if a person resists on vanity, if he leaves the idea of being seen by Allah and act on this small weakness for attentions and affections of other people; Qur’an names this case as resisting on denial.

265-) Ve meselulleziyne yunfikune emvalehumub tigae merdatillahi ve tesbiyten min enfusihim kemeseli cennetin Birabvetin esabeha vabilun fe atet ukuleha di’feyn* fe in lem yusibha vabilun fe tall* vAllahu Bi ma ta’melune Basiyr;

But for those who spend their wealth for Allah’s pleasure (the term ‘Allah’s pleasure’ or ‘for the pleasure of Allah’ means to not let one’s conditionings limit the manifestations of Allah’s Names) or due to what they encounter within their own selves (the understanding that they are comprise the compositions of Names)… Their example is like a garden on a hilltop, when heavy rain falls on it, it gives double the produce. And if heavy rain does not fall, even a drizzle suffices. Allah is Basir over your actions. (A.Hulusi)

And the likeness of those who spend their substance, seeking to please Allah and to strengthen their souls, is as a garden, high and fertile: heavy rain falls on it but makes it yield a double increase of harvest, and if it receives not heavy rain, light moisture sufficeth it. Allah seeth well whatever ye do. (A.Yusuf Ali)

Ve meselulleziyne yunfikune emvalehumub tigae merdatillahi But for those who spend their wealth to earn the blessing of Allah, those who does charity to please Allah, ve tesbiyten min enfusihim an important point here, not just to earn the please of Allah in the act of charity, those who does charity for another reason too. What’s that? To realize themselves. I choose to translate this sentence like this which is the most accurate translation for this concept. To strengthen their own beings, to gain a self esteem, to make realize their own souls, becoming a whole human; those who spend their wealth on the way of Allah to gain Allah’s blessing and gain all those things above, they are like;

Kemeseli cennetin Birabvetin esabeha vabilun they are like a fertile garden. A fertile garden. esabeha vabilun which comes down a rain over it. fe atet ukuleha and its harvest di’feyn is doubled, the garden begins to give double harvest. That person is like a garden which gives its harvest with double. Moving on,

fe in lem yusibha vabilun fe talin If it’s not a heavy rain fall, a strong rain; fe talin even a small amount of moisture would be enough. Maybe there wouldn’t be a heavy rain for that garden, a small amount of water drops would be sufficent. Why? Because that garden takes its power not from somewhere outside, it takes its power from within. From its essence.

We should match this expression with ve tesbiyten min enfusihim. Those who spend their wealth on the way of Allah to enlighten themselves, those who do charity from their own belongings without waiting a return; according to this verse they are like a garden more accurately paradise. Verse says; they are paradise like humans. Those who do all these actions with these emotions turn themselves to paradise, they become walking paradises themselves.

Wherever they go, they give the feeling of paradise peace to everyone around. They house they are in gains a brease of heaven. When they become friends with others, those people experience the joy of paradise. When you are accompanied with them, you find yourselves a breeze from heaven. Being with them is like living a moment in paradise. For them to like you means you are surrounded by heavens. They are like these. That’s how a person becomes a walking paradise.

Those who touch them gains from that spot. Their beauty is like a sun; not just borns over sheeps, it borns over coyotes as well. Not just fruits, apples, pears benefit from it, nettles and weeds too have benefits from that light source. They are like heavens. Like that. Even without a rain, even with a small amount of water drops is sufficent. Why? Because it comes from essence. The power is from within. They carry their powers with their essences. The rain outside is just an extra push. Those who have nothing in their essence cannot really benefit from the outside effects for long. Like the old saying; “You cannot turn a watermill by pouring.” The trees which takes their powers from their roots don’t dry out. But trees which have their needs from their branches cannot survive for long. That’s why the essence must be strong and firm. This is the message here.

vAllahu Bi ma ta’melune Basiyr; and at the end of the verse the name Basiyr; is reminded to us. Allah sees all. Allah sees everything you do. Yes, Allah sees.

Why are we reminded with this name here? Because for a person to strengthen his essence, he should like like he sees Allah all the time. If you ask why, because the essence is not something like for everyone to see. Only Allah sees the essences, hence the reminder of the Basiyr name. Qur’an says; Allah sees the essence of hearts. Another verse explains that Allah knows what the hearts have as their essences. If you have a jewel in your essence, there’s no need for others to see it, Allah is enough. Those who stare are the shell cannot realize it but rest assure Allah sees your jewel of your essences.

266-) Eyeveddu ehadukum en tekune lehu cennetun min nehiylin ve a’nabin tecriy min tahtihel enhar* lehu fiyha min kullis semerat* ve esabehul kiberu ve lehu zurriyyetun duafa’*, feesabeha i’sarun fiyhi narun fahterakat* kezalike yubeyyinullahu lekumul ayati leallekum tetefekkerun;

Would any of you want to have a garden of date palms and grapevines underneath which rivers flow and in which various fruits grow, but when old age comes he has weak offspring? Then a whirlwind of fire destroys the garden… Allah gives these signs so that you reflect. (A.Hulusi)

Does any of you wish that he should have a garden with date-palms and vines and streams flowing underneath, and all kinds of fruit, while he is stricken with old age, and his children are not strong (enough to look after themselves)- that it should be caught in a whirlwind, with fire therein, and be burnt up? Thus doth Allah make clear to you (His) Signs; that ye may consider. (A.Yusuf Ali)

Eyeveddu ehadukum en tekune lehu cennetun min nehiylin ve a’nabin One of you owns a date-palms and grapevines garden. tecriy min tahtihel enhar a garden of datepalms and grapevines and rivers flowing underneath. We have another example in our hands now. Another metaphor.

lehu fiyha min kullis semerat Any kind of fruit may grow in this garden. ve esabehul kiberu ve lehu zurriyyetun duafa’ and the owner of this garden meets his old age and his children are not strong enough to look after themselves. The owner suffers from old age. feesabeha isarun fiyhi narun fahterakat at that time that garden, that rivers flowing underneath, that paradise looking garden is hit by a simoom, a hot whirlwind and burn everything. Yes. Do you want something like that happen? Do you want to be in that mans shoes?

What is the message here? This i’sarun fiyhi nar here is the explanation of simoom. A burning whirlwind. A wind that contains fire within, a fiery storm. We simply call it simoom. It’s a poisonous wind blows from south at summer time, empties the juicy fruits with its hot nature, even without actual fire the winds nature is like a flying fire whirlwind. That’s why Qur’an uses this metaphor of simoom-hit garden for explaining the nature of that kind of deed.

Taunting and showing off is like a simoom. Bad intentions ruin the good deed like that fiery whirlwind. If a person starts his action for show, if his actions are just for other peoples attentions; this good deed becomes like a garden hit by that horrible wind. That intention empties the paradise bringing action and turns it into a burned down garden. This is the example of Qur’an.

Kezalike yubeyyinullahu lekumul ayati leallekum tetefekkerun; That’s how Allah explains His messages so that you think over them. This message here is important. Very serious warning.

For our actions to be real, and not count as empy; for preventing the sentences like “I had done that O Rabb, but my action isn’t written here.”; we need to think over them. Because the product, the outcome, the efficiency of our actions are all about the answer of the question “why”. Why did we do it? For whom our actions are for?

267-) Ya eyyuhelleziyne amenu enfiku min tayyibati ma kesebtum ve mimma ahrecna lekum minel Ard* ve la teyemmemul habiyse minhu tunfikune ve lestum Bi ahiziyhi illa en tugmidu fiyh* va’lemu ennAllahe Ganiyy’ün Hamiyd;

O believers, give unrequitedly from what you have earned and from the clean things of what We have produced for you from the earth. Do not give in charity bad things that you will not take yourself. Know well that Allah is the Ghani, the Hamid. (A.Hulusi)

O ye who believe! Give of the good things which ye have (honorably) earned, and of the fruits of the earth which We have produced for you, and do not even aim at getting anything which is bad, in order that out of it ye may give away something, when ye yourselves would not receive it except with closed eyes. And know that Allah is Free of all wants, and Worthy of all praise. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu enfiku min tayyibati ma kesebtum ve mimma ahrecna lekum minel Ard O you who have claims of faith, if you want to prove them; enfiku min tayyibati ma kesebtum Give of the clean and good things which you have earned, do charity with them, donate them without waiting something in return. ve mimma ahrecna lekum minel Ard and with the fruits of the earth which We have produced for you.

There’s a fact here we have been told. We should give clean and good things we earned, that is. The verse brings out an ethic code again. You cannot do charity with everything you earned. First of all you cannot give Zekat (obligated charity). Because Zekat is purification. Not the purification of belongings; zekat must be given from already clean possessions. Don’t get this wrong. Purification of heart by giving clean and good things.

Yes, you should give from your earnings to others for Allah. And will return your rewards to your hearts. Inner richness. As in you will give from your materials. Allah then upload all kinds of spiritual richness to you. A sort of purification in that sense.

You may ask, is it possible to do charity of the earnings with sin? No. Because zekat must be given from clear things. You cannot give them from earnings of sin. If you try to give your charities with sin-filled earnings, it’s like trying to purify, disinfect the dirt. It cannot be disinfected, it’s impossible. You should just throw them away. Shortest and quickest way possible. That’s that.

There’s another meaning that this verse make connotation. From which parts we should use for charity. Because some gives from their possessions, the most worthless pieces. The most invaluable objects. Right at this point the verse opens that section.

ve la teyemmemul habiyse minhu tunfikune ve lestum Bi ahiziyhi illa en tugmidu fiyh Don’t try to give away with the things you most certainly reject. As in if someone tries to give you something and that thing is so worthless you would reject it with your eyes closed, only if you’re blind that they may trick you to get it. How can you try to give things like that to others?

At this point what you give as charity shouldn’t be like the charity of Nasreddin Hodja’s charity. A small funny story, Hodja gets yoghurt to bazaar to sell it. On his way, he falls down with a full bucket in his hand. All yoghurt spills. He looks at the spoiled yoghurt and realizes it cannot be sold anymore; he says; “Charity for the goodness of my father.”

We don’t know it’s real or a joke but this kind of charity cannot help you or your father or your grandfather or any of your ancestor. You cannot donate the spilled yoghurt. If you want to do charity you should follow the terms of “One should not treat others in ways that one would not like to be treated.” Actually this rule reminds the sentence in this verse to the letter.

So if zekat is given as obligated charity, you should give from the product. However the product has returned, the charity must be like that. So it’s not necessary to seperate the good ones from bad and giving away the good ones either. But giving the bad ones for charity is forbidden. If the product is mediocre, the charity must be mediocre. If it’s good, the charity must be good, if bad, it must be bad. However the product or income has become, the charity must be in that nature. Other than that choosing the worst, the cheapest is a complex. The Cain syndrome. It turns you into a Cain against Abel.

As you know Abel had chosen a good product from his harvest for Allah. He chose to give his charity like it. But Cain had chosen the worst one. You have given for Allah, mind you. It doesn’t matter whom you give your charity, it’s all about for whom you do it. So, if your answer to the question of for whom is Allah, that you shall be asked “Is this what you choose worthy for Allah?” That’s why by giving the worst of your product, you only point out your relations with Allah. You call attention to your corruption of communication with Allah. At this point a person shouldn’t do something that would shame himself and drift away from Allah.

As you can understand now, you cannot choose the bad ones, the leftovers, the unsellables of your products as charity, especially as zekat; this part should be like an earring for tradesmen. The charity must be at least, average. The quality must at least meet the average line. Because if you seperate the good from the bad; choose the good for you and the bad for Allah; that means you have a problem with your dialogue with Allah. It’s an insult to Allah.

As for charity; is there a possibility of tasadduk? Charity with the bad and sin-gained product. There are some contradictions about this among the scholars. Some say it might be possible, some rejects it. As for me; a gain, an income which comes to you illegally or with a way that Islam doesn’t like; Tasadduk, helping, doing charity from it must be used for mending the damage done by the income. It’s like; an illegal gain from money interest must be used as tasadduk to help the people who lose their money because of their rates of interest.

Again with another angle, from an illegitimate wealth gained or partially earned by gambling; if a charity is been considered; it should be used to cover the victimization of people who suffer from gambling loss and with that charity it shouldn’t be waited for a compensation in afterlife.

So what is this then? It’s like an atonement. Making amends. Fixing what you broke. If a person breaks something, can he wait for something more when he fix it; can he wait for an extra bonus or a reward. You broke it, you fix it. Every illegitimate gain destroys a moral term. So naturally if a person gains something with an illegitimate way, he should use the gain to fix that term and shouldn’t be in waiting for something more in return.

Va’lemu ennAllahe Ganiyy’un Hamiyd; Know well and keep in mind that Allah is Ganiyy. We saw that particular name just above. It means owner of limitless wealth and every person who has a wealth owes Allah for that wealth. So you cannot say othe people. “What if I don’t give anything at all, I give some?” Look at this logic. Whose possession do you hide? What if Allah says to you like that? What if Allah says, “What if I don’t give anthing to him?” You owe your breath to Allah, so have some shame. Don’t say things like, “What if I don’t give anything at all, I choose to give what I considered fine so deal with it.” You borned naked. Allah hasn’t need you. Certainly He knows how to take all things back. That’s why don’t you ever forget that Allah is the only existence who is the absolute Ganiyy. And with that attitude you don’t forget that your wealth is relative and temporary.

And the last name of this verse, Hamiyd, the only one who is worthy of appraise and gratitude. By giving things for the name of Allah, you show your appreciation. You show your gratitudes for the things you are given. You don’t do much by that. You show your gratitude for the things you have and thank Allah.

A gratitude of something is also from the same class. The gratitude of possessions cannot be done just by saying; “I thank you, O Rabb.” Just saying this is just showing the gratitude of tongue. The appreciation of wealth is charity and zekat. The appreciation of possessions is goodness, treats, giving things to poors and person in needs. The gratitude of health is spending some of that health on the way of Allah. The gratitude of lifespan is using that life on that way of Allah. The thanks of class is using that office you are given by the compass of the blessing of Allah. Every gratitude is by its own kind. That’s why the only owner of thanks, appraises and gratitudes is Allah.

268-) Esheytanu ye’idukumul fakre ve ye’murukum Bil fahsha’* vAllahu yeidukum magfiraten minhu ve fadlen, vAllahu Vasi’un ‘Aliym;

Satan (illusion – the fear of loss) will scare you with poverty (refraining you from giving unrequitedly) and command you to do foul deeds and to be stingy! But Allah promises forgiveness from Him and bounty. Allah is the Wasi, the Aleem. (A.Hulusi)

The Satan threatens you with poverty and bids you to conduct unseemly. Allah promiseth you His forgiveness and bounties. And Allah careth for all and He knoweth all things. (A.Yusuf Ali)

Esheytanu ye’idukumul fakre ve ye’murukum Bil fahsha‘ Satan scares you with poverty and bids you to be stingy.

I translated fahsha as stinginess, because stinginess has been named as ahfashul fahsha in arabic language. The heaviest harlotry is stinginess. In early arabic poetry also used this proverb, that’s why I choose to give the meaning as this for my translation.

What does satan promise you, satan has a promise, satan frightens people with famine. One of the modern societies basic parameters is, hunger is universal. It’s a catch-phrase. Even Unicef build its entire program over this “Hunger is universal.” catch-phrase. But a muslim mind cannot think as this. Because having faith to Allah and Allah is the Rezzak of All Worlds is a part of this faith. That’s why he cannot say, hunger is universal. Even his faith reaches to a length that he honestly believes that Allah gives one to seven hundred; how can he say that hunger is universal after that?

In reality those who uses that phrase of “Universal hunger” aren’t the ones who throw Africa in the hands of famine itself? Their stocks in their silos may nourish the entire Africa continent at least three times. But they stock just in case of an emergency like war. And the other side, people die from starvation.

Western civilizations only dog food expenses can feed 1/5 of the entire human population. So who is the reason of this hunger then? Could it be the ones who eat the %80 of worlds income with their %20 population? Could it be because of this 20 percent say the other 80 percent to manage with the rest, the leftover 20 percent income?

That’s why hunger is not the universal one. The universal existence is sustenance. Allah says everyone has their sustenance, but the earths ground may have a static, limited capacity. So if the sustenance wouldn’t be devided fairly; if some groups would take much then they are supposed to and waste inevitably, the other groups naturally starve to death.

The guilty party of this famine and hunger isn’t Allah. The culprit of this famine are the ones who usurp the sustenance of others, who have others shares by extorting with their monopolies; even Allah has brought down sustenances to earth enough for all of us.

Satan scares you with poverty. This is also a fear of hunger. Remember friends, you can satisfy a hungry person, but there’s no way to satisfy a person who fears from hunger. Because a real hungry person may find satisfaction with a loaf of bread. But for a greedy one, for an unsatiable person, a bakery cannot sate his hunger. The fear of hunger is a scare tactic that satan uses frequently against human, it encourages stinginess. Nevertheless the fear of hunger eventually brings up the stinginess. That’s why a person like that always fear about hunger even he has wealth enough to satisfy his seven generation.

Against all these, Allah also has a promise. Satan has a promise like this, he gives these promises. An attraction enter that pulls people in, that’s his center. But Allah has a saying, a promise against this, what is it?

vAllahu yeidukum magfiraten minhu ve fadlen, But Allah promises forgiveness from Him and bounty, it means multiplying the actions done on Allah’s way. Look at satan’s promise, now look at Allah’s promise. All in all the opposite promises. vAllahu Vasi’un ‘Aliym; If you ask the wisdom and the reason behind it, because satan isn’t limitless. Allah is limitless. Being limitless is a feature of Allah. That’s why the hunger’s universal nature is nothing but a big lie. Basing on that, the logic behind the population planning is also a lie. And Allah is Aliym All-Knowing.

Knows what? Allah knows the real reason behind peoples stinginess. The stingy people scares to admit their fears and don’t want to explain why they don’t give their things. Like we said before because they fear that they may feel hunger even they have a wealth enough to feed his entire seven generation. That’s why they cannot give anything to anyone. Allah knows this basic fear too.

At this point there are two attraction; one is negative and the other one is positive. Satan’s promise and Allah’s promise. People must choose the right one. Whose promise the people must choose? How can they know that which promise is the right one for them? How can they differ? The answer for these questions is given by the following verse. The solution of this differentiation, choosing from these two promises. And the answer is all about wisdom. A person may choose the right promise only by wisdom.

269-) Yu’til Hikmete men yeshau, ve men yu’tel Hikmete fekad utiye hayren kesiyra* ve ma yezzekkeru illa ulul elbab;

He gives wisdom (the system by which the qualities of the Names are manifested) to whom He wills, and whoever has been given wisdom has certainly been given much benefit. And none will discern this except those with intellect and deep contemplative skills. (A.Hulusi)

He granteth wisdom to whom He pleaseth; and he to whom wisdom is granted receiveth indeed a benefit overflowing; but none will grasp the Message but men of understanding. (A.Yusuf Ali)

Yu’til Hikmete men yeshau Allah grants wisdom to whom He wills. ve men yu’tel Hikmete fekad utiye hayren kesiyra and whoever has been granted wisdom has certainly recieve a great benefit. Qur’an says this.

What is wisdom? The translators have almost 30 different approach for this concept of wisdom. Most of them say it’s knowledge. This is the most accepted translation for wisdom among them, wisdom is knowledge. Also some groups claim that wisdom is intelligence. Some of them say it’s the willpower. Also there are some point of views that wisdom is in fact the Qur’an itself. Prophets are another form of translation for wisdom which sometimes used like that in Qur’an too. Qur’an uses the concept of wisdom with four different meanings, one of them has the meaning of prophets. The other ones are the book, as in the revelations sent down. Also the prays. And lastly the ability of differentiation the right from wrong.

It’s still possible to give different meanings for wisdom. But I believe that the wisdom here has the meaning of a healthy intelligence backed with a healthy knowledge to keep the humans willpower at his best. I want to say that wisdom is the ability of judgement made by true knowledge and a healthy mind. One foot in true knowledge, other foot in healthy mind. Wisdom is the ability of judgement which rises over these two feet.

He whose given with this ability of judgement is also given wisdom. You cannot find any wisdom in mindless people. But you cannot find wisdom in every sane person either. If it is be the case, then every sensible person would become Hakiym and every intelligent being would become capable of finding the truth on their own. But we need more than that. Also if the knowledge is enough for wisdom, this time every scholar would become Hakiym. They would also reach the real truth on their own. But just like the case of satan at first place, knowledge doesn’t mean wisdom on its own. And yet these two ara different things but they have still many connections with each other.

That’s why I choose this translation. The ability of judgement basing on true knowledge and healthy mind. With that ability a person may differ the good from evil, the beautiful from ugly, the right from wrong, the celestial from the superstition, the faith from blasphemy, the eternal from temporary, the great from the low, the precious from the insignificent. This ability is called the wisdom. And the outcome of wisdom in human is basiret and feraset, the inner sight and inner thought. When a person looks with wisdom, he sees and thinks with wisdom.

There’s a similar translation for wisdom too; it’s creating a thing with it’s place when it is used for Allah, and holding a creation in the place where Allah create when it is used for people. It’s a beautiful description for wisdom. According to this translation the opposite of wisdom is tyranny.

Tyranny is throwing out something from its place. That’s why people who act without tyranny become tyrannts. Also the verse says; ve ma yezzekkeru illa ulul elbab; but none will grasp, think and remember the Message but owner of deep minds and understandings. Qur’an indicates that those people think over the words; it’s also compatible with our description. The mind and knowledge are two most important tools of wisdom.

270-) Ve ma enfaktum min nefekatin ev nezertum min nezrin fe innAllahe ya’lemuh* ve ma lizzalimiyne min ensar;

Whatever you spend and whatever vows you make, Allah knows (makes you live their outcome), but the wrongdoers have no helper. (A.Hulusi)

And whatever ye spend in charity or whatever vow ye make, be sure Allah knows it all. But the wrong-doers have no helpers. (A.Yusuf Ali)

Ve ma enfaktum min nefekatin Again Qur’an continues to approach the situation from another angle. Ve ma enfaktum min nefekatin ev nezertum min nezrin Whatever you spend in charity, ev nezertum min nezrin whatever vows you make, fe innAllahe ya’lemuh be sure that Allah knows them all.

ve ma lizzalimiyne min ensar; We’ve just said that the opposite of wisdom is tyranny. Here it comes. If you act the opposite, you become the wrongdoers. And wrong-doers have no helpers.

For a person to have wisdom, first he should have healthy relations between him and Allah. A close faith for a close Allah, what I choose to call it. A close faith for a close Allah. It’s mandatory. This is the truth revealed in this verse. ya’lemuhu, fe innAllahe ya’lemuhu sentence gives you this. Know that, be sure, don’t forget that Allah knows it all. Those who have a close faith for a close Allah knows that Allah’s knowledge is limitless and Allah knows every emotions and thoughts we have in our minds and in ur hearts. This mentality can only be possible for people who have faith for a close Allah.

271-) In tubdus sadekati feniimma hiye, ve in tuhfuha ve tu’tuhel fukarae fe huve hayrun lekum* ve yukeffiru ankum min seyyiatikum* vAllahu Bi ma ta’melune Habiyr;

It is good if you give charity openly, but if you keep your charity a secret and give in private it is better for you. This will atone for your bad deeds. Allah is Habir (All-Aware) of what you do (as He comprises your being). (A.Hulusi)

If ye disclose (acts of) charity, even so it is well, but if ye conceal them, and make them reach those (really) in need, that is best for you: It will remove from you some of your (stains of) evil. And Allah is well acquainted with what ye do. (A.Yusuf Ali)

In tubdus sadekati feniimma hiye Now it wants us to pay attention to a manner. Right above, there were moral terms. As in moral terms of charity and spending wealth on Allah’s way, now it’s about the manners, how you do it. In tubdus sadekati feniimma hiye if you give your charity openly, if you do good deeds openly feniimma hiye it is good. ve in tuhfuha But if you do it secretly, ve tu’tuhel fukarae if you give your charities to poors and be secretive about it, fe huve hayrun lekum it is better for you. Why?

As you know. The secrecy in must duties is not a thing. That’s why some translation scholars said; “Zekat is out from them.” It’s an accurate approach. Because doing must duties openly is also the encouragement, a message of a sort. There’s no hypocracy in must duties. Hypocracy is admissible for other duties. That’s why our prophet had made his vain prays which we know today as sunnet prays in his own home and his own room, except for three day in his life. He only did his obligated daily prays in masjid. I believe it’s this subtlety he was following.

Also when you spend your wealth for other people, when you give charity, for vain charities you should do it secretly. Why the secrecy? To protect yourself from hypocracy but beyond that to prove your faith that Allah alone sees you and that’s enough for you. This is an important thing.

ve yukeffiru ankum min seyyiatikum It’s a redemption for some of your sins. As you see here, the situation completes itself here. If you protect the honor of the person in front of you, if you don’t choose to crush him by announce him to others as a needy person; if you do your charity deeds in secret, then Allah protects your honor by covering your sins too. It’s your redemption.

The point of view for the problem is all about honor of man. That’s why the verse ends with fe huve hayrun lekum. This is better for you. Why? Because it’s most appropriate and most suited behaviour for honor. A good deed which damages the honor of the person in front of you is not an actual good deed. Don’t damage the honor of people, don’t hurt their identities, don’t cause harm to their personalities. By destroying their identities, your actions become mischief and evil instead of goodness. By helping a person in such a way, you kill him, kill his own being with your action. This is important. And Qur’an reminds us this fact, the respect for mans honor. If you respect the honors of people, Allah respects your honor too. This is the punchline.

ve yukeffiru ankum min seyyiatikum This is the meaning of this sentence like I said. Allah will respect your honor and cover your shames and sins for everyones eyes in Judgement Day. vAllahu Bi ma ta’melune Habiyr; Allah is aware of your deeds with all the tiniest details.

272-) Leyse aleyke hudahum ve lakinnAllahe yehdiy men yesha’* ve ma tunfiku min hayrin felienfusikum* ve ma tunfikune illebtigae vechillah* ve ma tunfiku min hayrin yuveffe ileykum ve entum la tuzlemun;

It is not your responsibility to make them find the right path (realize the reality of their essence)! Allah guides (enables this realization) to whom He wills (as this entails the expression of the Name Hadi within one’s essence, not some form of external guidance)! Whatever you spend in charity it is for your own good, as you do not but give for the sake of Allah (knowing and seeing the face of Allah). Whatever good you give, it will be fully repaid to you and you will never be wronged. (A.Hulusi)

It is not required of thee (O Messenger., to set them on the right path, but Allah sets on the right path whom He pleaseth. Whatever of good ye give benefits your own souls, and ye shall only do so seeking the “Face” of Allah. Whatever good ye give, shall be rendered back to you, and ye shall not Be dealt with unjustly. (A. Yusuf Ali)

Leyse aleyke hudahum Peoples finding the right path to salvation is not your responsibility. ve lakinnAllahe yehdiy men yesha. This part is very interesting, friends. Peoples salvation is not in your hands. This is the message. ve lakinnAllahe yehdiy men yesha Allah sets on the right path whom He pleases. ve ma tunfiku min hayrin felienfusikum so whatever good deeds you do, you do them for yourselves.

Dear friends, have you ever think about the first sentence of this verse and the connection between this one and the next sentence. Why has this verse brought up something like that? Without any hesitation the verse explains that; when you choose to make a good deed; look for the needs of people, not the beliefs of them. Delivering them to a right path is not your responsibility.

Your aspect must be like, “What are their needs?” not like “Are they really worth it?” If the person in front of you really is poor and in deed for help; we find the matching information for this situation in firstly Taberi, Ibn Kesir, Halisi and Shevkani’s and many other scholars hadith translations. Before this verse had arrived, Rasulallah was ordering Muslims to help only other muslims. After this verse he gave order or should I say gave permission to help anyone who is in need. Very interesting.

ve ma tunfikune illebtigae As you may know these verses came down by the second and the third years of Hejira and later then Rasulallah sent silver coins to Mecca heathens in the seventh year of Hejira, the year which is known as the famine and draught year of Mecca. Sent for to deliver them to poors. Very meaningful and kind behaviour. ve ma tunfiku min hayrin felienfusikum whatever you do as a good deed, you do them only for yourselves. ve ma tunfikune illebtigae vechillah Yes, do them only to gain Allah’s blessing. Nothing more. When you do charity, you won’t get anything back, so why do you care what will they do anyway. You will get your reward from Allah. So do your charities and good deeds to people who are in need. The etymological root of the word infak is an action must be done for poor people. That’s why the infak word is used somewhere, the must-known basis is that it points a direction for poors. This is the foundation.

ve ma tunfiku min hayrin yuveffe ileykum ve entum la tuzlemun; Whatever good you give, it will be fully repaid to you and you will never be wronged.

273-) Lil fukarailleziyne uhsiru fiy sebiylillahi la yestetiy’une darben fiyl Ardi, yahsebuhumul cahilu agniyae minet teaffuf* ta’rifuhum Bi siymahum* la yes’elunen Nase ilhafa* ve ma tunfiku min hayrin fe innAllahe Bihi ‘Aliym;

(Your unrequited giving) is for the needy who have fully submitted themselves to the way of Allah without sparing any time to work for worldly sustenance. And because they refrain from asking, one who has no insight into their situation would think they are wealthy, but you will recognize them from their faces. They will never shamelessly ask for something from another. Thus, whatever good you give, surely Allah is Aleem of it. (A.Hulusi)

(Charity is) for those in need, who, in Allah.s cause are restricted (from travel), and cannot move about in the land, seeking (For trade or work): the ignorant man thinks, because of their modesty, that they are free from want. Thou shalt know them by their (Unfailing) mark: They beg not importunately from all the sundry. And whatever of good ye give, be assured Allah knoweth it well. (A.Yusuf Ali)

Lil fukarailleziyne uhsiru fiy sebiylillahi For those who totally submitted themselves to the way of Allah la yestetiy’une darben fiyl Ardi for people who cannot travel for commerce, who don’t travel to earn money but sacrifice his life for the way of Allah, your charities are for them. Look.

yahsebuhumul cahilu agniyae minet teaffuf Those who are unaware of true situation of them think they are wealthy. Why is that? Because of their modesty, because they have shame, because they refrain themselves from asking. That’s why unaware people think them as wealthy.

And here we are, the question of who is worthy of charity and here is the answer. Who is the most worthy of good deeds, help and charity? Not those who ask for it, they are the people who don’t ask for help. People who everyone thinks them as wealthy but in reality they are in need. And that’s not enough. Those who submit their lives to the way of Allah. Allah’s honorable soldiers. As in people who say; “I dedicated my own being to Allah, my bodies care is all on Allah.” Their entire livehoods are from people who are tasked by Allah. Allah guarantees their sustenances like this. That’s how they live. Because they dedicate themselves to Allah. They submit their own beings to serve to Allah’s religion, not to collect things on earth, that’s why their livehoods become a duty over true believers.

That’s where the humus comes in. Our prophet was taking humus. He never ate charity nor he made his household eat neither. Not even his grandchildren, closest and farthest relatives. Prophets and his successors, people who has carried the truth delivering duties from generation to generation, the invitors of religion have never taken charity. So? They have taken humus. What is humus? The 1/5 part of an income that religion allows them to take for continuing their livehood in exchange of submitting themselves to the way of Allah. That’s why some Islamic law experts say, humus is still admissible as an act of service.

ta’rifuhum Bi siymahum You may notice them from some features. Some people are really noticed by their features, otherwise how can you really understand his true nature. Normally they don’t giveaway themselves but if you look carefully you may notice them from certain features.

They conceal their situations but if you pay attention you notice. And when you notice; helping such a person is a huge opportunity. Actually coming across and noticing such people is a help for you from Allah. It’s a pure luck. That’s why it’s peoples business of using this luck to the fullest.

la yes’elunen Nase ilhafen They don’t ask from people. They have shame and they don’t ask for anything. After these verses had arrived, Rasulallah gathered sahabe. From the people of first community the speech is about this. “He gathered us and make us promise. He took our words.” About what? “I want you to give me your words that you won’t ask for any help from anyone. In fact even your whip falls from your camel while you are on it, you won’t say the person next to you to pick it up.” This is an education, a manner. ve ma tunfiku min hayrin fe innAllahe Bihi ‘Aliym; Whatever good deeds you do, be sure that Allah knows all of them with the tiniest details.

274-) Elleziyne yunfikune emvalehum Bil leyli vennehari sirran ve alaniyeten felehum ecruhum inde Rabbihim* ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun;

Those who give from their wealth by night and by day, in secret and in the open, their reward is with their Rabb (emerging from their essence and ready to manifest in their consciousness). They have nothing to fear or grieve. (A.Hulusi)

Those who (in charity) spend of their goods by night and by day, in secret and in public, have their reward with their Lord: on them shall be no fear, nor shall they grieve. (A.Yusuf Ali)

Elleziyne yunfikune emvalehum Bil leyli vennehari sirran ve alaniyeten Those who spend from their wealth for charity by night and by day, in secret and in the open on the way of Allah. felehum ecruhum inde Rabbihim their rewards are with Allah. If such a clear expession comes, you cannot ignore or deny this fact with anything otr identify the return with anything. Only Allah identifies.

ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun; They won’t feel any grief for what they did in the past nor they will fear for what they will face as their future. They are the people of security and freedom. They are free because they are not bound with what they have. Because people who cannot give away his possessions are the slaves of those. People can give what they own. If that things own you, then you cannot give them away. A slave cannot give his master. So if the earthly stuff are your masters, then you cannot give them away either. That’s why they are free. They are also secure. Because they bought their security from Allah by spending their wealth to the way of Allah. I sincerely wish from Allah that all of us become such individuals who in the end have freedom and security.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.
“Esselamu aleykum.


ESMA DERSLERİ (ALLAH) (7 – 2)

$
0
0

ALLAH

(1. bölümden devam)

[[“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”]]

Dolayısıyla ikil formda düşüyor, vav zaiddir. Geriye ne kaldı Hu..! He. Peki bu bir ses midir, nefes midir. Nefestir aslında, Huu..!, hee..! Her nefesiniz O’nu söyler.

Aslında her nefes Allah’ın varlığına delalet eder. El Hayy dan bir yansıma, bir tecellidir. Onun için O; O olandır. Hüve; Hüve derler. O; O olandır. O kendisi olandır O kendisinden başkasına benzemeyendir, O’nu hakkıyla ancak O bilir, O’nu hakkıyla ancak O över. O’nun hakkı O olmaktır. O’nu hakkıyla ancak O sever. O’nun hakkı O olmaktır, O olmak El Hakk olmaktır, O olmak mutlak olmaktır. O’ndan başkasının hakkı O’na kul olmaktır. O’ndan başkasının hakkı mahluk olmaktır, O’ndan başkasının hakkı O’na boyun eğmektir. O’ndan başkasının hakkı O ol deyince olmak, olma deyince olmamaktır. O’ndan başkasın ın hakkı O’na rağmen hiçbir hakkının olmadığını bilmektir, onun sayesinde var olduğunu bilmektir. Hüve’nin aslı onun için Hu..! dur.

O bir nefestir dedik. El Hayy isminin canlarda ki tecellisidir. İnsan aynasında mutlak iradeden bir yansımadır, mutlak dirilikten, mutlak merhametten bir yansıma olduğu gibi mutlak nefesten de bir yansıma var. Nasıl ki maddi beden ciğer aracılığı ile aldığı havayı kan aracılığı ile bedenin organlarına iletiyorsa, Allah isminden diğer esma aldığı hayatı, hayatın diğer alanlarına işte onunla iletir, böyle iletir. Manevi bedenin organlarına o Hayy dan bir Hayy a “He” ile gider onunla varır.

Oradan bir Nûr gelir, bu Nûr gözde basirete, gönülde muhabbete, Akleden kalpte hikmete, şuurda ferasete, hafızada zikre, müdrike de idrake dönüşür. Mutlak nefes ilahi nefestir. Kâinatın var oluşunu izah ederken İslâm arifleri nefes-i Rahman derler. Rahman’ın nefesi. Nedir bu? Varlık bir oluş ve bozuluş alemidir. Kevn ve fesad, oluş ve bozuluş. Oluş ve bozuluşta ki bozuluş kaos değildir, bozuluşta kozmosun bir parçasıdır. Dolayısıyla Allah’ın kontrolünde olan bozuluş ta kozmostur.

Bu manada oluş ilahi nefesin alınışına, bozuluşsa verilişine tekabül eder. Kâinat adeta Nefes-i Rahman ile bir alınan bir verilen bir nefestir. Onun için bakınız Kur’an da İnfitar suresi, İnşikak suresi; Biri Nefes-i Rahman’ın alınışını biri verilişini temsil eder adeta. İnşikak verilişidir, İnfitar alınışıdır. Yani yeniden varlık çekirdeğinin çatlaması; FatırisSemavati vel Ard.. (İbrahim/10) varlık ağacının tohumunun ağzını çatlatması, varlık ağacının filizinin ortaya çıkması.

Mutlak nefes ilahi nefestir. Onun için; ve nefahtü fiyhi min ruhıy… (Sâd/72) ruhumdan üfledim. Bu haşa ruhun Allah’tan bir parça olduğu iddiasını asla ve asla desteklemez. Bu yeryüzünde ki bazı batıl inançların kökenini teşkil eder. İşte yeniden doğuşa inanan yani, yeniden doğuş değil o nedir? Reenkarnasyona inanan yani ruhların bir bedenden diğer bir bedenle bedenleşmesine inananlar, aslında ruhuh tanrıdan bir parça olduğunu söylerler.

Bu doğru değil, bu benzetme ateşe üfleyen kimseden ateşe ne geçmiştir? Hiçbir şey geçmemiştir. Ama ateş kışkırtılmış mıdır? Evet. Yani bu benzetme ile ifade edilmiş olması gerçekten mucizevi bir ifadedir. Ama bu manada meselenin gaybi boyutu olduğu için haddimizi bileceğiz, sınırımızı bileceğiz ve ya Rabbi sen bilirsin diyeceğiz. Ama Ruh’u menfuk Allah’ın bize haber verdiği bir hakikat. ve nefahtü fiyhi min ruhıy.. (Sâd/72) ona ruhumdan üfledim.

Neye? Ona diyor ama bir o var. O ne? ve nefahtü fiyhi min ruhıy.. fiyhi aslında burada ki Hu zamiri nefse gitmez. Nefse gitseydi fiyha gelmesi lazımdı. Cansıza gitmez, cansızlardan bahsedilseydi yine öyle gelmesi lazımdı fihiy genelde canlıya gider. Burada kimdir o? Adem; Adem olmadan evvel ki beşerdi. Beşer, beşere girer. Dolayısıyla ve nefahtü fiyhi min ruhıy.. ben ona ruhumdan üfledim..

Peki o var, o zaman o hayvanlarla birlikte var. hayvanlara ruhumdan üfledimi eşitleyemiyoruz. Çünkü burada bir özellik var, bir özellik, bir ayrıcalık var. O ayrıcalık insan eden ayrıcalık. Peki ruhumdan üfledim in içinde ne var? Mutlak irade den bir parça, El Basiyr olandan bir cüz, Es Semiğ olandan bir cüz. Öyle değil mi, El Habiyr olandan bir cüz, El Mü’min olandan bir cüz ve sayın gitsin.

Dolayısıyla işte onun içinde verildi. Aklı cüz, aklı külden öyle geldi. İradeyi cüz, iradeyi külden öyle geldi, Kudreti cüz, Kudreti külden öyle geldi ve insan, insan oldu. ve nefahtü fiyhi min ruhıy..

Bu alem Muhyi ve Mumiyd fiili ilahisinin bir tecellisi. Dikkat buyurun Muhyi ve Mumiyd fiili ilahisini. Çünkü ..HUve yuhyiy ve yümiyt.. (Duhân/8) Ve hüve hayyun la lemud. Bakınız O hem fiil sahibi hem isim sahibi. Esma olarak gelenleri esma, ef’al olarak gelenleri ef’al olarak bilmek lazım. Bu ikisi arasında ki fark nedir diye sormuyorsunuz değil mi? O’nun Ef’al olarak kullandığı fiilleri sürekli ve azalıp çoğalan müdahalesini temsil eder.

Esma olarak kullandığı isimleri ise O’nun daimi ve değişmez müdahalesini temsil eder Bilmem anlatabiliyor muyum. Çünkü fiil değişir, fiil azalır çoğalır, hatta kesilir. Neden fiil ile kullanır bazı tecellilerini? Çünkü fiil olarak kullandığı karşıdakinin fiiline bakarak azalır ve çoğalır. İnsanın eylemine bakarak onun eylemi çoğalır veya azalır. Ama onun esmasından neş’et edenler onun için şükür O’nun Ef’aline, hamd O’nun esmasına yapılır. Elhamdü lilrab değil, Elhamdü lillâhi. Neden çünkü O’nun zatınadır Hamd. Onun içinde bizim hamdimiz aldığımıza ve verdiğimize, eksilene ve artana göre değişmemelidir. Aldığında da hamd etmelidir insanoğlu, verdiğinde de hamd etmelidir. Eksikliğinde de hamd etmelidir artırdığında da. Vererek sınadığında da alarak sınadığında da. Evlat verdiğinde de evladı aldığında da.

Ama şükür öyle değildir İnsanoğlu verdiğinde şükretmeli, şükür O’nun ef’aline, hamd O’nun esmasına yapılır. Onun için Elhamdülillâhi hamd zat ismine yöneliktir, çünkü zatına aittir. O nedenle O’nun fiiliyle gelenler bizden fiil isterler. Onun içinde hamd fiile dönüşemeyebilir fakat şükür fiili olmalıdır. Şükrün fiili olması ne demek size verdiği nimetin kendi cinsinden verdiğinizde şükür olur o da şükür olur çünkü verdiği nimetin kendisinden verdiğinizde, işte zekat bir şükürdür, ilim bir şükürdür Çünkü size verdiği akıl nimetinin teşekkürüdür. Nasihat bir şükürdür size verdiği söz söyleme nimetinin bir şükrüdür. İnfak bir şükürdür, tasadduk bir şükürdür, cihat bire şükürdür can nimetinin şükrü. Dolayısıyla görüyorsunuz şükür ve hamd arasında ki fark ta esma ve Ef’al, hatta özel olarak ismi has ve diğer fiiller, isimler farkıdır aslında.

Kul HUvAllâh O; Allah’tır. Kur’an da 2.697 kez geçer. Hiçbir isim bu kadar geçmez. Bundan sonra geçen isim “Rab” ismidir 900 küsur kez geçer, ama Allah ismi Celâli 2697 kez geçer. Fakat sadece isim olarak geçer. Bir de zamirler ve gizli zamirleri sayarsak 6.000 yerde geçer. Belki ayet sayısına denktir diyebiliriz o zaman. Bu geçiş sıklığı aslında Kur’an ın merkezinde Allah’ın bulunduğunu gösterir. Kur’an ın konusu insandır fakat merkezinde Allah bulunur.

Kur’an ın amacı muhatabının Allah tasavvurunu inşadır. Çünkü Allah tasavvuru inşa olmadan hiçbir tasavvuru inşa edilemez. Çünkü Allah inşanın eksenini temsil eder. Vacib ül vücud olan Allah, zorunlu varlık olan Allah varlığın koordinatlarını kendisin den ölçeceğimiz röperdir bilmem anlatabiliyor muyum. Ancak ondan yola çıkarak anlamlandırabiliriz, anlayabiliriz.

Doğrudur, Allah’ı bulmak tüme varım yoluyla olur ama Allah’ı bulduktan sonra Allah’a kul olmak tümden gelim ister. Onun için artık Allah’ı bulduktan sonra aklı çalıştırmayalım yok, Allah’ı bulmak için parçadan bütüne gidersiniz, aleme bakarsınız alemi var edene, sanata bakarsınız sanatkâra, esere bakarsınız müessire, fiile bakarsınız faile. Faili buldunuz artık ondan sonra aklı çalıştırmayalım, kafayı bir kenara koyalım yok, akıl asıl ondan sonra çalışmalı, çünkü mutlak aklı buldunuz. Ondan sonra ne yapacaksınız? Tümden gelim yöntemiyle. Artık zihninizin merkezinde Allah olacak, Allah’tan yola çıkarak anlayacaksınız. Zihnin en güzel çalışma yöntemi tümden gelimdir. Tüme varım yöntemi zihni karıştırır bazen. Tüme varacağım derken başka yere varabilir. Ama tümden gelimde karışmaz. Çünkü nereden çıktını biliyor çıkış noktası doğru olduktan sonra nereye gelirse gelsin alır. Dolayısıyla tümden gelim aklın en sahih yoludur.

Bazen parçadan parçaya olan yani kıyas dediğimiz, analoji dediğimiz akıl yöntemi aslında insanlar arasında, olaylar arasında, eşya arasında hüküm verirken daha sıhhatli kullanacağımız bir yöntemdir, mutlak varlığı anlamada değil. Zaten aklın çalışma biçimi budur.

İhlas suresi neden “Kul” ile başlar, Kul HUvAllâh

1 – Bu bir emirdir, muhatabın zihnini inşa edeceğim ifadesi içerir. Yani de ki; Eğer “Kul” ü oradan alsak HUvAllâh bir haber cümlesidir, Allah bir tek dir. Bu bir haber. Ama “Kul” koyduğumuzda cümle inşaya taşınır. Ne demek? Ben seni inşa edeceğim. Dolayısıyla ey kul hazırlan.

2 – Bu talim ve terbiyeyi amaçlayan emirdir. Allah hakkında bize bir ikrarı talim ettirir. Dil ile ikrar imanın marifet ve kalp ile tasdikten sonraki 3. basamağıdır. İkrarı emretmiş oluyor, yani imanın unsurlarını emretmiş oluyor.

3 – “Kul” emri bir şeyi yapmamızı değil, dememizi ister. Dikkat buyurun, söylememizi. Neden? Ağzından çıkanı kulağın duysun diye. Kalbinde olanı kulağın duysun diye. Kulağına duyurur ki mazeretin kalmasın, içinde olanı dışına da taşısın. “Kul” emri aslında imanın İslam’a dönüşme emridir. “Kul” emri; Ey Mü’min imanını İslam’a dönüştür demektir. Çünkü İslam imanın görünen tarafı, iman İslam’ın görünmeyen tarafıdır. İman ağacının kökü ve gövdesi görünmeyen tarafı. Daları ve meyvesi görünen tarafıdır ki İslam işte tam da odur.

4 – “Kul” bir tek de ki emri ile tüm sure haberden inşaya taşındığı için artık ihlas suresinin tamamı vahyin maksadı olan inşayı amaçlayan bir emre dönüşür tamamı. Emir nedir peki?Aslında Allah’ı anlama emridir. Allah’ı tanıma emridir, Allah’ı bilme emridir.

5 – Emir kipiyle gelmiş olmanın bir anlamı da ele alınan konunun kişisel tercih ve bireysel yorumlara açık olmayan bir konu olduğunu gösterir. Tevhid meselesi yoruma dayalı bir mesele değildir ey muhatap demektir. “Kul” bitti..! Yani senin iradene bırakmıyorum burada, kafana geleni değil, senin iradene bırakmıyorum. Çünkü Allah’ın tanımını Allah yapar kul yapmaz. Senin yaptığın bir tanrı tanımı senin tayin ettiğin bir tanrıdır. Haşa.

Müşrikler de böyle yapmıştı değil mi? Müşriklerin en büyük problemi tanrılarını tayin etmeleriydi. Nasıl oluyordu? Onlar tanrıyı tarif ediyorlardı kendi kafalarına göre. Onun içinde Rabbimiz onların bu tarifini reddetti. Ve “HU”velleziy fiys Semâi ilâhun ve fiyl Ardı ilâh* (Zuhruf/84) O gökte de ilahtır yerde de ilahtır. Ama onlar O gökte olsun ama yere karışmasın diyorlardı. Gökte ilah olduğunu ikrar ediyorlardı, müşrikler Allah’ı hiç inkar etmediler bu manada. Küçük bir kodaman sınıf hariç. Onun için “Kul” emri aynı zamanda o tanrı tasavvurlarının tamamını reddediyor.

6 – İlatis diyen bir hitap biçimidir, muhataptan emir tekrarı istiyor. Emir tekrarı geri iletidir. Çok hassas olan meselelerde geri ileti istenir. Nedir? Söyle bakayım ben ne dedim. Niye denir? O kadar önemli ki ey kul bu söylediğim mesele, de bakayım ben ne dedim. Kul HUvAllâhu Ehad. Rabbimiz önce bunu söylüyor; De. Kul, HUvAllâhu Ehad. Dolayısıyla o kul emrettiği için, mesajın içinde olduğu için okuduğumuzdur. Eğer sözün bizatihi emredilen tarafını şey yapacaksak HUvAllâhu Ehad le aslında biz ikrar ediyoruz. Kul ise vahyin içinde olduğu için onu tekrar ediyoruz.

7 – Kul; muhatabın yanlış anlama ihtimali olan hususlarda işlenir. Yani yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde ağzından çıksın ki ya rabbi ben yanlış anlamışım. Sen öyle dedin ama, Ehad dedin, ben pek öyle anlamadım, vahid anladım. Ehad ile Vahid arasında fark var. Vahid; bir, bir, bir,..! yan yana gelen birlere denir. Ehad ise eşi benzeri olmayan bir’e, yani bir, bir daha yok denir. Onun için böyle.

8 – “Kul” emri muhataba bu konuda hiç eğip bükmeden, lafı dolandırmadan doğrudan açıkça reddetme görevini yükler. Bu zımni görevi aynı konuda tavizsiz olma vurgusu da dahildir. Yani bu konuda taviz yok, çok dikkatli ol.

9 – Tevhidi bilmenin ve buna inanmanın yetmediği, bunu dile getirmek, hatta haykırmak gerektiğini ifade eder. Yani sadece Tevhidi bilmek yetmez, dile de getirin, söyleyin tevhidi. Onun için Tevhidi dile getirmek, tevhidin bir parçasıdır.

10 – Allah hakkında ki yanlış tasavvurlar sükûtla geçiştirilemeyecek kadar önemlidir imasını taşır. Sadece “Kul” tefsiri yapıyoruz burada düşünün, gerisine gelmedik.

11 – Surenin; “Kul” ile, “Kul” ; de ki, de. Allah’ı doğru bilme tanıma ve anlamanın vazgeçilmez unsurları olan esma ül hünsanın önemine yapılmış örtülü bir vurguya sahiptir ve Kur’an Allah’ın varlığını ispat etmeyi zaid görür. Siz Kur’an ın hiç bir tarafında Allah vardır benzeri bir cümleye rastlayamazsınız. Neden? Bunu gereksiz görür Kur’an. Çünkü Allah’ın varlığını ispat etmeye gerek duymaz, varlık; Allah’ın varlığının ispatıdır, varlığın tamamı. O nedenle Allah’ın birliğini ispat eder Kur’an, onun üzerinde durur varlığının değil.

Varlık; Allah’ın varlığının ispatıdır. Üç tuğlayı üst üste görseniz yoldan giderken, zihniniz ilk anda bunu buraya kim koydu dersiniz. Allah, Allah..! Hiç şöyle diyen bir adama rastlar mısınız, insanlığın tamamını getirseniz bile. “Allah, Allah. Tuğlalar da kendi kendine üst üste durmuş. Tüm insanları getirseniz bir tane böyle diyen çıkar mı? Delidir, yani o klinik bir vakıadır o zaman, onu oraya götürmek lazım. Ama yolunun önüne üst üste dizilmiş, güzel bir biçimde istif edilmiş 3 tane tuğlayı görse; Bunu buraya kim koydu? Der. İhtimalleri çoğalt dersiniz; 2- Bu yoldan geçenlerden biri koymuştur. 3- şu evin sahibi dizmiştir. 4- Burada her halde bir arazi vardı onu işaret ettiler. 5- Herhalde tuğlacı yoldan giderken döktü, arkadan gelen biri de bu üst üste koydu..! Bakın ihtimallerden hala gelemedik kendi kendisine dizildi diye. Allah’ın kulu tuğla bunun hepsi, üst üste 3 tuğlaya bile bir fail biliyorsun, zihnin Allah’ın varlığını peşinen kavramasının delili 3 tuğla meselesidir başka bir şeye gerek yok. Eğer bunu da anlamazsa başına tuğla düşün..! ne diyelim yani. Dolayısıyla vahiy bu kadar açık bir hakikati ispat için dil dökmez. Görüyorsunuz yani insan zihni buna kodlanmış.

Genon projesinin 2 hekiminden biri tanrı geni diye b ir şey tutturdu son dönemlerde, 40 yıllıkta ateistmiş en sonunda itiraf ediyor zaten; Artık inanıyorum. Yani bu gen haritasını çıkaran adam. En sonunda insanın iç dünyasında nörofizik deneyler yapıyor yüzlerce insan üzerinde. İn sanın genetik olarak Allah’ın varlığına inanmaya kodlandığını tespit ediyor bir takım nörofizyolojik testler sonucu. Onların öyle tespit etmesi sadece rabbimizin insana koyduğu bir şeyi bulduğu anlamına gelir. Onlar bulmadan da biz bulmuştuk, biz biliyorduk.

Dolayısıyla bu manada Allah’ın varlığını ispata gerçekten ihtiyaç yok. Çünkü üst üste konulmuş 3 tuğlayı bile; Bunu buraya kim koydu diye hiç düşünmeden kendiliğinden insiyati olarak söyleyen bir insan, mutlaka bu karmaşık, bu mucizevi, etrafında mucize olmayan hiçbir şey yok. Bana mucize olmayan bir şey gösterin, size mucize göstereyim. Gördüğünüz her şey, en basit canlıdan tutun en karmaşık canlıya kadar. Hatta cansız dediğin iz varlıklardan tutun. Bana bir varlık gösterin ki mucize olmamış olsun.

Dolayısıyla bu noktada aslında Allah’ı bilmenin, varlığa bakışımız, eşyaya bakışımız, hayata bakışımız, kendimize bakışımız üzerinde ki o değiştirici ve dönüştürücü etkisini bir düşünsenize.

Rabbimizi bilmek kendimizi bilmek manasına gelmiyor sadece. Rabbimizi bilmek aslında mutluluk manasına geliyor biliyor musunuz. Mutluluğun sırrı nedir diye sorsanız Allah’ı bilmektir derim. Çünkü mutluluk diye bir ırmak akıyorsa Allah’tan çağlıyordur, kaynağı Allah’tır. Kaynağı Allah olmayan bir mutluk tanımı olamaz, o zevki mutluluk zanneden şaşkındır. O mutluluğu görmemiş ömründe. Zevki ve hazzı mutluluk zannediyor, yanlış tanım yapıyor. Gerçek mutluluk Allah’tan çağlayan bir ırmaktır. O ırmaktan içen mutlu olur. Onun için mutluluğun tarifi Allah’ı bilmektir.

Zamanımız doldu, Elbette ki Allah’ı tanıtma konusunda ben yeterli değilim, sözler yeterli değil, kelimeler yeterli değil, zamanlar dersler yeterli değil, hatta zihinler yeterli değil. Bu konuda bir nebze bir şey koklatabilirim. Tabii ki önümüzdeki ders devam edeceğiz. Ama ne yapayım ki belki önümüzde ki yılın ilk dersi de Allah konusu olur ve ilk dersi lafzen Celâl ile açarız inşaAllah. Fakat bu senenin, bu dönemin sondan bir önceki dersine gelmiş bulunuyoruz. Son ders önümüzde ki ay olacak, ama 2. hafta değil 1. hafta olacak. istisnai olarak. Haziranın 1. pazarı olacak inşaAllah. Bu arada uzun bir seyahatim olacak Amerika da olacağım, orada kardeşlerimizin ribat davetine gidiyorum, eğitimlerine gidiyorum inşaAllah dönüşte yine sağ salim gelirsek beraber oluruz. Şimdiden helallik diliyor ve helallik veriyoruz.

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Allah doğru söyledi. Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ESMA DERSLERİ (8-1) (ALLAH)

$
0
0

ALLAH

https://www.youtube.com/watch?v=BllqlA4KV1g

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr. Rabbim hayırla aç, hayırla tamamlat Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Rabbim kolaylaştır güçleştirme.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Amin.

Bu Hz. Musa’nın duası. Firavuna git emrini aldığında yaptığı dua. Demek ki keramet aslında dilde değil, dilden düğümü çözende. Eğer dilinizde ki düğümü çözmüyorsa dilinizin bülbül gibi şakıyor olmasının çok fazla bir anlamı yok. Ama o da yetmiyor, eğer göğsünüzü açmıyorsa diliniz de çözülmüyor. Çünkü dil, dîyle bağlı. Dil malum Farsça da gönül, kalp demektir. Onun için söz mantuktur, sözün ar4kasında ise mantık vardır. Nutk mantuka bağlıdır. Zihin üretmeyince dil söylemez, söylese dahi boş söyler. Ama yürek emir vermeyince de zihin üretmez. Dolayısıyla bu silsile bir süreçtir. Onun için bu dua hakikaten sözün geçiş süreçlerini ele veren harika bir formül aynı zamanda.

Değerli dostlar yılın son dersindeyiz. Böyledir, ömür böyle gelip geçiyor. Bu yılı kapatmış, doldurmuşuz. Tefsir dersleri 16 yıl sürdü, Esma dersleri ne kadar sürer onu bilmiyorum. Ama ne kadar sürerse sürsün nihayetinde bitecek. Belki o bitmeden biz biteceğiz, ömrümüz bitecek. Bize şunu hatırlatıyor hepimiz zamana maruzuz, zamanın hakimi değil bir yerde mahkûmuyuz. Ancak içinde yaşadığımız anın öznesi olabiliyoruz, şu anın ve şu zamanın, şimdi ve burada nın. Onun için şimdi ve burada mızı değerlendirdiğimiz zaman hayatın öznesi olabiliriz. Şu an ve şu zamanın hesabını verebiliyorsak işte hayatın sultanıyız. Onun için anımızın öznesi olmanız, anınızın hesabını vermenizle mümkin. Hesabını verebiliyorsanız öznesi, veremiyorsanız nesnesisiniz. Zaman sizi yoğuruyor, zaman sizi şekillendiriyor demektir. Sizin zamanı şekillendirmeniz hesabını verebilmeniz manasına geliyor. Onun için umarım bu dersler hesabını verebileceğimiz zamanlar cümlesine dahil olur.

Değerli kardeşlerim geçen dersimizde Allah ismi Celâlini işlemiştik. Uzun bir mukaddimeden sonra Esma ül hünsanın bir numaralı imamesi olan Allah ismi Şerifine gelmiştik. Allah ismi esma tesbihinin imamesidir demiştim. 99 esma tanesi bu imameye bağlanır. Onun için Allah ismi özel isim de değildir, has isimdir. Ahmet özel isimdir, Mehmet özel isimdir, Mustafa özel isimdir ama Ahmetler, Mehmetler, Mustafalar vardır fakat Allah lar yoktur. Dolayısıyla Allah ismi hastır has isimdir ve Allah ismini anlamadan diğer esmayı, diğer sıfatları anlamakta zorlanırız. Onun için Allah isminden başladım esma ül Hüsna ya. Fakat Allah der de titremez mi insan, titremeden Allah der mi insan. Kim layıkıyla bir Allah der de yüreği sarsılmaz ve titremez.

Elbet sizler gibi size konuşan bu fakir de titriyor. Çünkü bu ismin muhtevasını birazcık anlamaya çalışan hücrelerine kadar sarsılır. Ama zaten bu sarsılma olmadan da Allah’ı anlayamazsınız. Sarsılmadan ürpermeden ve titremeden Allah’ı nasıl anlayacaksınız. Allah’ı anlamadan hangi tanrıya kulluk edeceksiniz, nasıl kulluk edeceksiniz.

Dikkat buyurun İslam literatüründe marifetullah; genellikle Allah’ı bilmek veya tanımak olarak nitelenir. Fakat bendeniz buna anlamak manasını da katıyorum. Çünkü Allah’ı anlamak O’nu tanımanın olmazsa olması. Yani anlamaktan neyi kastediyoruz, Allah’ı anlamak ne demek. Allah’ı anlamadığınızda Allah’ın kâinat için koyduğu yasaları nasıl anlayacaksınız. O’nu anlamadığınızda onu nasıl anlayacaksınız.Anlamadığınız bir Allah’a nasıl teslim olacaksınız.

Kayıtsız şartsız teslim olacaksınız, teslim olduğunuzda belki anlayacaksınız, ama anlama çabanız hep sürecek, anlama çabanız sizi teslimiyete götürecek ama orada bırakmayacak. İslam imana, iman ikana, ikan irfana, irfan ihsana, ihsan iz’ana ve böylece halka halka ve o da hakikate doğru sizi bir yolculuğa çıkaracak. Dolayısıyla anlama iç içe geçmiş halkalar halinde b itimsiz bir süreç olacak. Zaten Allah’ı anlama çabası insanın sonsuz bir yolculuğa çıkma çabasından başka bir şey değil çünkü Allah’ı anlamanın sonu yok, Allah’ın sonu yok.

Mutlak varlığın künhünü idrak ederek bilmek mümkin mi? değil. Onun için Allah’ın zatını idrak etmeye kalkmayın diyor ResulAllah. Allah’ın zatını düşünmeye kalkmayın çünkü zihin buna müsait değil. Peki nesini düşünelim? Nesini anlamaya çalışalım? Sıfat ve Esmasını. Allah’ın zatını insan idraki düşünemez Çünkü insan zihni düşünme biçimi olarak ya tüme varım ya tümden gelim ve kıyas analoji yoluyla, parçadan parçaya giderek düşünür. Bütün bu 3 süreçte de düşünmenin tüm boyutlarında da mutlaka elde olan bir şeyden yola çıkar.

Düşüncenin bir fonu vardır. Tıpkı resimler fonsuz anlaşılmadığı, görülmediği gibi düşüncenin de bir fonu vardır. Onun için düşüncenin pençelerini, tırnaklarını geçirdiği bir çeper, bir yer vardır ki tırmanabilsin, o olmadan tırmanamaz düşünce. Tutunacağı bir yer olmadan tırmanamaz. Onun için düşüncenin tutunacağı yerler de gördüğü, bildiği şeylerdir.

Peki Allah hakkında düşünce nasıl tırmanacaktır? Ancak mahlûkattan yola çıkarak. Eserden müessire giderek, fiilden faile giderek, sanattan sanatkâra giderek öyle tırmanacak. Onun için esma bizim için bu tırmanışta muhteşem bir yol gösterici, muhteşem araçlar, Allah’ın gökten bize uzattığı ip, hablullah, esma ül Hüsna. Biz bu ipe tutunarak tırmanacağız, çıkacağız miraca, zihnimizi yükselteceğiz. Soyut düşünceyi öğreneceğiz.

İnsan zihninin kapasitesi soyut düşünebildiği kadardır. Onun için yücelme, soyut düşünebilmenin kapasitesidir aynı zamanda ve din, vahiylerin tamamı bu manada insana soyut düşünceyi öğretmek için gelir. soyut düşünceyi öğrenince insan Allah’a kul olur. Yoksa ne yapar? Aşkın v arlık olan Mutlak Allah’ı somutlaştırır. Somutlaştırdığında put yapar. İşte şirkler, putperestlikler orada başlar. Yani aslında tüm put perestlikler, tüm şirkler insanın gelişmemişliğidir, zihnin gelişmemişliğidir.

Geçen dersimizde Kul HUvAllâhu Ehad ne demektir, yani orada ki “KUL” üzerinde çok durmuştum. On dan sonra şimdi ise İslam’ın kültür kodları dediğimiz inşaAllah, Bismillâh, MaşaAllah, Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh gibi İslam’ın bu kodlarının ne olduğuna geçmeden önce İslâm ilahiyatında varlık tasavvuru hakkında birkaç söz etmek isterim izninizle.

İslâm ilahiyatında varlık tasavvuru 3 tür.

1 – Mutlak varlık, vacip varlık ta denir buna.

2 – Mümkin varlık,

3 – Mümteni yani muhal varlık.

Vacip varlık, mutlak varlık Allah’tır. Bu kategoriyi Allah ile beraber paylaşan başka bir varlık türü yoktur. Onun için bu kategori aslında İslâm ilahiyatının varlık kategorileri neyi dışlıyor? Panteizm i dışlıyor, pantezim kokan her şeyi dışlıyor. Vahdet-i vücutçuluğun panteizmle yorumlanmış her şeklini de dışlıyor aynı zamanda. Çünkü vücut 3 tür. Mutlak vücut, vacip-ül vücut, mümkin-il vücut, muhal-ül vücud.

Vacip-ül vücud Allah. Varlığı zorunludur onun için varlığını ispata gerek duymaz. İlahi varlığın ispatına gerek yoktur.

İdraki meali bu küçük akla gerekmez,

Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.

Diyordu ya Ziya paşa. Onun için Hz. EBu Bekir ve Hz. Ömer’e nispet edilen o beyitte de;

O’nu idrak etmek, O’nu idrak etmekten aciz olduğunu idrak etmektir. Onun varlığının zatını araştırmaksa O’nun zatının sırrını araştırmak is şirktir diyor Hz. Ömer de ilave yaparak. Dolayısıyla O’nu idrak budur. Bu manada varlık kategorilerinin 3 madde olarak belirlenmesi İslam hikmetinde öncelikle mutlak varlık, zorunlu varlık olarak Allah’ın varlığının ispata hacet duymayacak kadar aşikâr olmasıdır. Onun için Allah neden görünmez demişler, varlığının, zuhurunun şiddetinden diye cevap vermişler. Yani varlığı o kadar şiddetlidir ki onun için görünmez.

Bu tıpkı göze ışığın aşırı gelmesine benzer. Malumunuz ışık göze çok yüksek geldiğinde göz ışıktan kör olur. İşte kaynak makinesi, ark makinelerine bakan gözün bir müddet görmediği, geçici körlük yaşadığı gibi. Belli bir voltajı aştığında göz kör olur görmez. Yani gözün sınırları var. Gözün alt sınırı olduğu gibi üst sınırı da var. Kulağın da sınırları var, belli bir desibelden 20 desibelden yukarısını duymaz, belli bir desibelden aşağısını da duymaz. Dolayısıyla zihnin de sınırları var. Onun için Mutlak varlık, zorunlu varlık. O’nun varlığı zorunludur.

Kur’an da Allah’ın varlığını ispat eden bir ayet yer almaz. Yani Allah vardır manasına gelen bir şey yer almaz, buna gerek duymaz. Onun için Allah’ın varlığını ispat gayreti lüzumsuz bir gayrettir bana göre, gereksiz bir gayrettir. Allah’ın yokluğun u söylemek bile varlığına delalet eder. Çünkü önce tanrı, Allah, İlah diyor veya god ne derseniz deyin. Diye başladığınız anda bitmiştir iş. Çünkü olmayanın adı da olmaz. Bana olmayan b ir şey söyleyin..! Çünkü varlığın 3 türü vardır. Zihni varlık, lisani varlık, hakiki varlık. Suyun kendisi hakiki varlığıdır, su kelimesi dildeki varlığıdır, suyun zihinde ki imajı ise zihni varlıktır. Dolayısıyla bu 3 varlıktan biri varsa eğer o var demektir olmayanın adı olmaz. Onun için Allah diye başlamış yoktur diye bitmiş bir cümle kendi kendini yalanlayan bir cümledir.

Onun ötesinde insan aldığı her nefeste “he” derken aslında O’na işaret eder. çünkü “he” zamiri O demektir. he bir ses değil nefestir, her nefes O’na işaret eder. Yani dili yok derken nefesi var der. Hangi yalanlama; Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban (Rahman) o halde rabbinizi hangi nimetini yalanlarsınız. Hücreleri dilini yalanlıyor, dili yalanlasa ne olur.

Bu manada Allah’ın yokluğunu ispat girişimleri hep başarısız olmaya mahkum girişimlerdir. Ancak insan söylese söylese agnostik olduğunu, yani Allah’ın varlığı ya da yokluğu bilinemez diyenlerden olduğunu söyleyebilir. Bu da aslında kendi cehaletini ispat eder.

Geçen söylemiştim yolda giderken 3 tuğlayı üst üste görseniz bunu buraya kim koydu diye sorarsınız demiştim değil mi. 50 tane ihtimal aklınıza gelse bu 50 ihtimalden biride 3 tuğlanın kendi kendine dizilmiş olduğu ihtimali yer almaz. Yani 3 tuğla yani, ne olacak ki, üst üste dizilmiş 3 tane tuğla, 3 tane taş. Yani 5o ihtimalden bir tanesi üst üste kendi dizilmiş ihtimali olamaz mı? olamaz.

Peki üst üste konulmuş 3 tane tuğlayı bile tesadüf olmayacağını söylüyorsun da inanıyorsun da, nasıl şu kâinatın tesadüf olduğunu söylüyorsun. Bu ne biçim bir akıl, bu ne biçim bir çelişki. Dolayısıyla ben varlığını ispat küfürdür diyeceğim ama biraz ağır olduğu için geri çekiyorum orada.

İkinci varlık mümkin varlık. Mümkin varlık insan, kâinat tüm gördüğümüz şu mahlukattır. Neden mümkindir? Var olması ve yok olması mümkindir, olmaması da mümkindir. Çünkü varlığı kendi zatına bağlı değildir. Kendi kendini var etmediği için mümkindir, varlığı bir başkasına mümkin varlık denir. Onun için bütün mahlukat insan da dahil mümkin varlık kategorisine girer.

Üçüncüsü muhal varlıktır, aslında bu yoktur, yokluktur. Yokluğu bir kategori olarak niye koymuşlar? Yokluğu anmadığımızda varlığı fark edemeyiz de onun için. Mümteni varlık, muhal varlık, yani yokluktur. Mutlak yokluk yoktur, mutlak yokluk insan zihni tarafından da düşünülemezdir. Çünkü mutlak yokluğu düşünebilmek için aslında hiçbir şeyin yok olduğu hali düşünmek lazım. Ama düşünen zihin var? Görüyorsunuz iflas ediyoruz. Mutlak yokluğu düşünürken bile iflas ediyoruz. Onun için mümteni, muhal varlık imkansız varlıktır, yoktur.

Allah ile mahlukat arasında derece farkı yoktur, mahiyet farkı vardır. Onun için bugün çok ilginçtir, işte varlığın hayal olduğu, mahlukatın hayal olduğu, aslında olmadığı, mış gibi göründüğüne dair bir takım felsefi türrehatlar kökten Kur’an a aykırıdır, bu doğru değildir.

Hatta bunu savunan Müslümanlar bile görüyorum akımlar görüyorum. Çok yanlıştır. İşte aslında bu gördüğümüz dünya, alem yoktur, mış gibi görünmektedir, varmış gibi görünmektedir diyen bir insan iyi ile kötü, günahla sevap, küfürle iman, Hakk ile batıl, doğru ile yanlış arasında bir fark görmüyor demektir. Ahlaki davranışın zeminini yok ediyor demektir. O adamın yüzüne güçlü bir tokat aşk etmek lazım, kızınca da aslında sen de yoksun, yüzünde yok, benim elimde yok, ben de yokum, bu tokatta yok. Dolayısıyla bu sanal demek lazım. Bakalım ne diyor.

Bunlar ciddi ciddi savunuluyor maalesef, üzerinde eserler bile yazılabiliyor ve bunu savunanların içinde Müslümanların da olmuş olması beni üzüyor. Neyi savunduğunuzu bileceksiniz. Nesefi akaidi şöyle başlar; Hakai kul eşya sabitetun vel ‘ilm-ü biha mütehakkikul hilafel liy sufisthaiyye eşyanın hakikati sabittir, eşya hakkında bizim bilgimiz ise tahakkuk etmiş bir bilgidir, gerçek bir bilgidir. Kimin hilafına? Sofistlerin hilafına. Sofistler kimler? Eski Yunan da gördüğümüz her şey görecedir, rölativdir, nispidir, hiçbir doğru yoktur, ne koysan gider diyenlerdir.

İşte post modernizim anlayışı sofizmle bütünleşti maalesef ve post modern dönemlerde bakınız doğru kalmadı. Nedir? Senin doğrun diyor o senin doğrun diyor Peki o kimin doğrusu? O da senin doğrun öyle mi? Böyle denilen bir yerde doğru yoktur. böyle denilen bir yerde ahlaki davranışta yoktur, böyle denilen bir yerde sınırda yoktur, öyle denilen bir yerde herkesin doğrusu kendisinedir, 6.5 milyar doğru vardır. 6.5 milyar doğrunun olduğu bir yerde doğru yoktur.

Doğru olmayan yerde adaletten söz edemezsiniz. N eyi savunacaksınız, neyi koruyacaksınız, hangi sınırları muhafaza edeceksiniz neyin mücadelesini vereceksiniz doğru değer yoksa. Onun için postmodernizm böyle bir şey, ta sofizme geri götürdü insanlığı, 2500 yıl önceye geri götürdü ve şimdi doğru yoktur diyor, o senin doğrun, bu da benim doğrum diyor.

Hayır, Allah varsa anlam vardır, anlam varsa doğru vardır. Doğru varsa yanlışta vardır, sınırlar vardır, bir sınır yoksa hiç sınır yoktur. Onun için varlığın hakikati tartışılırsa eğer, o zaman ahlaki davranışın zemini kalmaz hiçbir zemini kalmaz. İman ile küfür arasındaki farkı nasıl vurgulayacaksınız, ne diyeceksiniz. O zaman peygamberlerin gönderiliş gayesi kalmıyor, amacı kalmıyor. Vahiylerin indiriliş gayesi kalmıyor, amacı kalmıyor. Firavun la Musa’nın savaşına ne diyeceksiniz. Nemrut ile İbrahim’in arasında ki farkı nasıl göreceksiniz. O Nemrut’un doğrusuydu diğeri de İbrahim’in doğrusu öyle mi. O firavunun doğrusuydu, öbürü Musa’nın doğrusu. O Ebu Cehil’in doğrusuydu o da Muhammed’in doğrusu öylemi diyeceğiz haşa. Böyle dersek o zaman yer yüzünde uğruna mücadele verilecek bir şey kalır mı o zaman adaleti tesisi için çabaya gerek kalır mı?O zaman sınırları korumaya gerek kalır mı, sınıra gerek kalır mı. Sınırın olmadığı bir dünya yaşanır mı.

Dolayısıyla görüyorsunuz Allah tasavvurundan yola çıkıp nerelere geliyoruz. Varlık tasavvurunda ki mm.lik bir yamulma aslında giderek hayat hakkında ki km.lere tekabül ediyor, sapma açısına tekabül ediyor.

Burada tabii hemen İslam ve Yunan batı aklı arasındaki fark gündeme geliyor. Allah bizde İslam aklının dominant öğesidir, İslam aklında varlığın merkezinde Allah yer alır, mahlukatın merkezinde insan yer alır. Allah insan ilişkisi makro merkezden mikro merkeze inişidir. Varlığın merkezi – mahlukatın merkezi. Onun için Allah dominant öğedir. Allah varlığın zirvesidir bu manada.

Peki Yunan – batı aklında dominant öğe nedir? İnsandır. 3 unsur, tüm akılları 3 unsurun sırası belirler; Tanrı – İnsan – Doğa, tabiat. Bu üçünü hangi sıralamaya göre dizdiğinizle alakalıdır dünyaya bakışınız, alem görüşünüz. İslam bu üçünü şu sıraya dizer; Allah – İnsan – Tabiat. Yunan batı aklı da bunu şu sıraya dizer. İnsan – Tabiat – Tanrı.

Çok ilginçtir onun için insan tanrıdan ateş çalabilir. İnsan tanrıdan ateşi çaldığında tanrılaşır. İnsan tanrılaştığında her şeyin ölçüsü olur Yunan filozofunun söylediği gibi. İnsan her şeyin ölçüsüdür. İnsan her şeyin ölçüsü ise hiçbir şeyin ölçüsü yoktur çünkü insan sayısı kadar ölçü vardır. Dolayısıyla ölçünün ölçü oluşu, insanın onu ölçü ilan edişinden değil, insanı aşkın bir kaynağın, mukaddes bir kaynağın onu ölçü olarak benimsemesinden belirtmesinden neş’et eder. Çünkü ölçüye itaat için aşkın bir kaynak, aşkın bir otorite gerekir. Yoksa insanın insana tasallutu, insanın insana zulmü başlar.

İşte bu iki akıl arasın da ki fark bu. Onun için İslam aklında dominant öğe Allah’tır, Allah anlaşılmadan insan da anlaşılmaz, tabiatta anlaşılmaz. Onun için insan değerini Allah’tan alır.

Peki şöyle bir test soru soracağınızı tahmin edebilir miyim? O zaman Yunan batı aklında tanrı değerini insandan mı alır? Evet aynen öyledir. Onun için batıda tanrı hakkında üretilen düşünceler arasında şu gibi saçmalıkları rahatlıkla bulabilirsiniz. Tanrıyı insan yarattı, bir tanrı olmasaydı, onu insanın yaratması zaten zorunluydu. Bu tanrıya inandığını söyleyen adamlar söylüyor. Dolayısıyla fark burada yani haşa demeden dilinize getiremeyeceğiniz sözler.

Peki bu fark neyi ifade eder? Yani bu sıralamada ki bozulma bizim pratik hayatımıza nasıl yansır? Öyle büyük bir yansıması var ki, hani geçen de söylemiştim; Eğer siz sıralamayı Allah –İnsan-Kâinat şeklinde yaparsanız burada insanı eşrefi mahlukat olarak, insanı ahseni takviym olarak niteleme ihtiyacı duyarsınız. Çünkü insan değerini Allah’tan alır, insana değerin i Allah verir. Dolayısıyla insanı cismine ve cesedine nispetle anlamazsınız, ruhuna nispetle anlarsınız ve nefahtü fiyhi min ruhıy.. (Sâd/72) ruhu menfuktan yola çıkarak anlarsınız ve orada bir insana el uzatacağınız zaman Allah’ın şah eserine el uzattığınızı anlar, eliniz titremeye başlar.

Peki aşağıdan yukarı doğru anlarsanız ne olacak? Geçende ara ara da söylüyorum lahana büyüyen taş, köpek havlayan lahana, insan konuşan köpek. Şimdi bir aşağıya nispetle anlamak insanı, bir alta referansla anlamak. Onun için indirgemenin 3 operatörü Marx, Freud ve Darvin bunu yaptılar.

Marx tarihi materyalizmi ile bunu yaptı, Freud psikanalizle bunu yaptı, Darvin biyoloji ile bunu yaptı. Ne yaptı? İndirgedi. Darvin insan ı hayvana indirgedi. Freud insan psikolojisini libidoya, şehvet güdüsüne indirgedi, Marx insan tarihini kemik kavgasına indirgedi. Bu üç operatörün de yaptığı bir operasyondu, indirgeme operasyonu.

Bir zamanlar bir film izlemiştim seri katildi her insanı öldürdükten sonra et diyordu. İnsanları kesiyordu ve ondan sonra da et diyordu, çok ilginçti, bu mantığı ele alıyor aslında.

Danimarka da üniversiteli bir genç biliyorsunuz 16 arkadaşını mı öldürmüştü. Öldürmeden önce giydiği tişörtün üstünde ne yazıyordu biliyor musunuz; İnsanlığa gereğinden fazla değer veriliyor. Buyurun, bu kadar. Eğer işi bu noktaya getirirseniz, yani insan bu kadar değerli değil derseniz ettir o. Köpeklere insanı tarif ettirseydiniz ne derdi? Bir pantolon kemik görüyorum, bir gömlekte et görüyorum. Haydi bakalım insanın tarifesi. Köpeğin gözüyle insanı tarif ederseniz ne olacak değeri kalır mı eşrefiyyeti kalır mı, ahseniyyeti kalır mı. Onun için pratik hayatımızda bu sıra lama nasıl yansır diyorsanız işte böylesine değerlidir. Onun için değerler skalasını bozduğunuzda sistemi bozarsınız.

Cahiliye Allah inancını anlamadan hakiki, tevhidi Allah inancını anlayamayız. Cahiliye Allah inancını da Kur’an Mekke li müşrikler üzerinden sergiliyor veriyor. Mekke de aslında tek kesim yok zannedildiği gibi klasik tefsirin değindiği gibi, doğru değil o. Mekke de iki elin parmağından biraz fazla El Muhabbar sahibi 12 kişi sayıyor. Daha başka kaynaklarda 18 e kadar çıktığı var bu sayının.

Mekke de kodamanlar var; Utbe, Şeybe, Ümeyye bin Haleb, Ubey Bin Haleb, Ebu Cehil. Ebu Cehil ihtilaflı onlardan olup olmadığı. Yani böyle bir kodamanlar var. Bunlar Yemen merkezli bir dehriliğe sahip yani bunlar tanrı inancına da sahip değiller. Onun için bunlar çok özel bir grup. Yani bir tür Mekke şamanisti diyebiliriz. Yani şamanizmi evrensel değersizlik olarak nitelersek eğer her yerin kendine has bir şamanizmi var.

Bunlar dehri, bizi zaman yarattı diyorlar zaman eritip bitirecek dolayısıyla zamana maruzuz zaman bitirir, zaman götürür böyle bir şey. Ama geniş kitle böyle değil, geniş cahiliye kitlesi bir tanrıya, Allah’a inanıyor. Mesela gökten yağmuru kim yağdırıyor diye sor onlara le yekunAllah, (Ankebut/61) elbette Allah diyecekler.kendilerini yaratanın Allah olduğuna inanıyorlardı, o putlara tapan insanlar bunlar yani.

Peki bu putlar nedir taptığınız lat, menat, uzza, kubel, isaf, naile bu putlar nedir diye sorduğunuzda Zümer/3. ayetinden yola çıkarak illâ liyükarribûna ilAllâhi zülfâ. Bunlar bizi Allah’a yaklaştıran ortaklar diye düşünüyorlar. Zaten büyük putlarını meleklerin suretleri şeklinde tanımlıyorlarmış. Onun için melekleri de dişi olarak tasavvur ediyorlarmış. Onun içinde bakınız hatta Allah’ın sıfatları üzerinden melek putları tasvir ettiler. Uzza dişil isimdir, El Aziyz in dişili uzza gelir. Menat; El Mennan isminin dişilidir. Lat; El İlah isminin dişile b ozmuş şeklidir.

Dolayısıyla dişi olarak tasavvur ediyorlar melekleri ve melekleri de Allah’ın haremi, Allah’ın kızları diye çoğu zaman duyuyorsunuz ya, aslında Allah’ın kızları, çocukları biçiminde kızları değil, Hani Charlie’nin melekleri tabirinde var ya onun gibi yani haşa. Yani Allah’ın kızları, yani Allah’ın haremi. Hatta diyorlar ki kışı falan ve falancayla geçirir, lât ve Menatla, yazı da Uzza’yla geçirir haşa.

Peki ne şefaat bekliyorlar? Müşrik şefaat anlayışının mantığı nedir? Şimdi bir kimseyi en güzel hanımı ikna eder, çünkü gönlünü vermiştir, gönlünü çalmıştır. En hoş zamanında kulağına fısıldar onu razı eder. Eğer Allah’ı memnun etmek istiyorsa. Dolayısıyla bunları memnun etmelidir haşa. Mantığa bakınız, Müşrik şefaat anlayışının merkezinde bu bulunuyor. O zaman yani onu razı etmek istiyorsak haremini razı edelim haşa. Mantığı görüyorsunuz değil mi. Evet, cahili müşrik Allah inancı böyle bir şey.

Ama özünde uzak Allah inancı var. Bütün bunların özünde, bütün bu sapmanın özünde tek bir cümleye indirgeyecek olursam uzak Allah inancı. Eğer Allah’ı şah damarından yakın bilselerdi bunların hiç birine itibar etmezlerdi. Bütün bu sektörü kurabilmeleri için önce bir sapma lazım o sapmada uzak Allah inancı. Önce Allah’ı uzaklaştıracaksınız, ondan sonra aracılar bulmanız lazım. O’na ulaşmak için bir sistem kurmanız lazım, O’na ulaşmak için aracılar bulmanız lazım, O’na ulaşmak için putlar yapmanız lazım vs. Ama önce uzaklaştırmanız lazım.

Bütün bu bozulmuş tasavvurları reddetmek için Kur’an ın bir tek ayeti yeterli ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd. (Kâf/16) biz kulumuza şah damarından daha yakınız. Ve lekad halaknel İnsane ve na’lemu ma tuvesvisu Bihi nefsuh* ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd; tamamını okumuş olayım. İnsanı biz yarattık, şeytanın nefsinin ona ne vesveseler verdiğini de yine biz biliriz. Zira biz insana şah damarından daha yakınız. Eğer şah damarınızdan daha yakın olduğuna tüm varlığınızla iman ederseniz Allah’ın Allah’a ulaşmak için dışınızda herhangi bir aracı arar mısınız? Allah’a ulaşmak için yola çıkacaksanız eğer, içinize çıkmanız lazım. Çünkü dışınızda bir yola çıkmanız gereksiz. Kendinize ulaşmadan Allah’a ulaşamayacağınızı bilirsiniz. Şah damarınızdan geçiyor O’na ulaşmanız. O zaman şah damarınıza yakın olduğunuz kadar Allah’a yakınsınız. Kendini bilen rabbini bilir hikmeti buradan yola çıkar. Onun için burada uzak Allah inancını meselenin temeline koymak lazım.

Bugün de sapmaların birçok noktasında uzak Allah inancı yatıyor bakınız, eğer çocuklarınıza bir Allah tasavvuru aşılayacaksınız, çocuklarınızın ilk aklı yetmeye başladığında her an gören yakın bir Allah tasavvuru yerleştirin yeter. Her an ve her şeyi gören yakın bir Allah tasavvuru yerleştirin bu onun için zırh olacaktır, bu onun için koruyucu bir kalkan olacaktır, bu onun atmosferi olacaktır göreceksiniz. Dolayısıyla yakın Allah inancı vahyin verdiği inancı. Uzak Allah inancı tüm şirklerin temelinde yatan inanç.

Müşriğin taptığı tanrı kendi atadığı tanrı idi. Burada bir paradoks var. Çok ilginç aslında teslisçi Hıristiyanlığın tanrısı da böyle. Onun için teslis özünde sekülerdir. Yani teslisçi bir mantık özünde dindarlığa aykırıdır.çünkü tanrının ne olması gerektiğini kendisi belirliyor. Yani İsa’nın tanrı olması gerektiğine hükmedebiliyor bu yeteneği kendinde görüyor.

Bu yeteneği kendinde gören amirdir, tanrı amiri, Amirin atadığına da memur derler. İnsan memuruna tapabilir mi? Birine tanrılık yakıştırdıktan sonra ona artık kulluk edebilir mi. Ondan sonra tüm ilişkiler sahte. Kulluk ta sahte, tanrılık ta sahte, sahte ilişkiler. Onun için gerçek bir dindarlık ancak gerçek bir Allah tasavvuruyla mümkündür. Onun için inanç diyoruz ama iman diyemiyoruz bakınız. İman adını alabilmesi için sahih inan ç olması lazım. Dünyada inanç çok ama iman tektir. Bu manada inanç istemiyor din bizden, iman istiyor. İnan da neye inanırsan inan değil, mesele bu değil iman istiyor.

Bu anlamda varlık üzerinden yola çıkarak Allah’ı nasıl anlayacağımıza dair bir ayetler taksimi yapabiliriz. 4 ayet var ayat-ı kâinat, ayat-ı insan, ayat-ı hadisat, ayat-ı Kur’an.

Ayat-ı Kâinat evren, okunmayı bekleyen açık bir kitaptır, hiçbir kitap kendi kendisini yazmaz Yer yüzünde kendi kendisini yazmış bir kitap yoktur, kâinatta da yoktur. Onun için kâinat kitabı varlığın en büyük kitabı ise bunu yazan bir yazar var; O da Allah’tır.

Kâinat Allah’ın sıfatlarının tecelli ettiği bir aynadır. Biz bu aynada Allah’ın sıfatlarını görürüz. Yağmurda rahmeti, baharda re’veti, rüzgârda kuvveti, yıldırımda kudreti, ışıkta letafeti tecelli eder ve her b ir şey Allah’ın esmasının kendisinde yansıdığı birer prizma mesabesindedir. Onun için de bakınız Allah’ın Celâl ve Cemâl sıfatları tabiat içerisinde bazen şiddet, bazen de rahmet ve re’vet biçim inde tecelli eder.

Kurt ve kuzu örneği bunun ilginç iki örneğidir. Kurtta Celâl, kuzu da Cemal tecelli eder. Hatta bazen aynı varlık üzerinde olur diken ve gül gibi. Gülde Cemal, dikende Celâl sıfatı tecelli eder. Celâl ve Cemal birleşir. Görürsünüz ki; Bu diken ne ya Rabbi? Bu güzel güle bu diken yaraşmış mı diyemezsiniz demeye hakkınız yok o kadar yakışmış ki.

İnsan da öyle öfkeyi vermese de sadece sevgiyi verse insan kendisini tehlikelere karşı koruyamazdı. Öfkesiz bir sevgi insanı kalkansız bir asker durumuna düşürür. Peki öfkeyi kontrol etmek içinde irade vermiş? Aslında Allah’ın gazap kuvvetini vermiş olması haksızlık yapsınlar diye değil, kendi haklarını korusunlar diye. Gazap kuvvetinin adalet dengesini bozması ve dengesinden şaşması, yani merkezinden, Merkez efendiden yola çıkarak konuşalım, merkezinden çıkması işte zulme dönüşüyor o zaman. Ama gazap kuvvetini zulmetsinler diye vermiyor savunsun diye veriyor. Bu çok önemli.

Kızmayan adamın eşekten ne farkı var diyordu Hz. Ömer değil mi. Aslında kızması gereken yerde kızmalı çünkü kızılacak yerde kızmıyorsa bu dengesizlik, mani olmuyorsa. Dolayısıyla bu şehveti niye verdi Allah? Hem şehveti verdi, hem de bir çok günahı yazdı hanemize diyorsanız eğer, şehveti vermeseydi Allah eliniz lokmaya uzanmazdı. Şehveti vermeseydi Allah insan nesli devam etmezdi. Şehveti vermeseydi Allah insan acıkmazdı. Hepsi literatürde b u kavram adı altında tanımlanır. Dolayısıyla bunu niye verdi diye sorgulamak haddimize değil.ç Elhamdülillâh ki verdi. Bu bir nimettir demek lazım.

Peki verilen her şeyin istismarı mümkin mi? Mümkin. Allah inancının bile istismarı şirke yol açıyor bakınız, öyle değil mi. O zaman Allah niye var diye mi soracağız Allah olmasaydı şirkte olmazdı mı diyeceğiz. Ne kadar abes değil mi. O zaman yani günah niye var. Günah Allah’ın emanet ettiği duyguların kötü kullanımından kaynaklanır bizzat kendisinden değil. Doğru kullanımı için doğru kullanımı vardır, Günah kötü kullanımından kaynaklanır.

Onun için varlık ilahi esmanın tecelli ettiği bir ayna demiştim ya insan üzerinden okumaya çalışırsanız bakarsınız. Hakikaten Ebu Bekir’de Cemal sıfatını, Ömer de Celâl sıfatının tecelli ettiğini görürsünüz. Hasan da cemal sıfatının, Hüseyin de Celâl sıfatının tecelli ettiğini görürsünüz. Yani etrafınıza baktığınızda insanlar da hangi sıfat baskın diye kodlayabilirsiniz. Allah’ın hangi sıfatı bu insanda baskın, hangi tecelliye maruz kalmış görürsünüz.

Hatta bu tecelliye maruz kalışın insanda biyolojik ve kimyasal karşılıkları da var. Mesela insanda bir öd kesesinde ki öd dengesi vardır, belli bir gramajdır bu. Ama her insanın öd kesesinde ki öd miktarı aynı değildir. Çok ilginç, Maverdi diyor ki öd kesesinde öd miktarı o standardın üstünde olan çok ateşli olur çabuk kızar diyor. Öd miktarı standardın altında olan ise çok sakin olur diyor. Mesela ilginçtir karaciğer üzerinden bir tarif ve tasnif var çok ilginçtir, diğer organlar üzerinden tarif ve tasnif var. Onun için insan bedeninde ki bir takım biyolojik, kimyasal fazlalık ve noksanlıkları insan seciyesine, karakterine etkisi üzerinde de ulemamız çok ciddi durmuş.

Bunlar nereden geldi, öd kesemdeki ödün miktarını ben tespit etmedim, bunu koyan ne kadar koyacağını kendi belirliyor. Peki niye koymuş acaba, niye birine fazla birine eksik koymuş.

Demek ki toplumda her ikisine de ihtiyaç var. Toplumda Ebu Bekir’lere de, Ömer’lere de ihtiyaç var. Hasanlara da Hüseyinlere de ihtiyaç var. Hareketlilere de sakinlere de ihtiyaç var. Bazı meslekler hareketli olanlar tarafından yapılabilir, sakin olan birine, hele kuzu gibi olan birine spor yaptıramazsınız, boksör ol diyemezsiniz, döğüş et diyemezsiniz, bazı meslekleri yaptıramazsınız ona. Bazı meslekleri de hareketliye yaptıramazsınız. Yani senin işin şurada saat oturmaktır deseniz adam oturamaz, mümkün değil. Bu adama işkence etmek zulmetmektir. Yani Allah iş bölümü yapmıştır yani o öd kesesine koyduğu öd gramajıyla aslında rabbimiz görev dağılımı yapmıştır dünya içerisinde. Size düşen gereğini yerine getirmektir, merkezine getirmektir. Dolayısıyla Allah’ın esması nasıl varlıkta tecelli eder meselesi bu.

Ayat-ı insan, insan sadece mikro evren değil aynı zamanda fıtri vahyi içinde barındıran şuurlu bir kitaptır. (Devam edecek)


ESMA DERSLERİ (8-2) (ALLAH)

$
0
0

ALLAH

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

[[Ayat-ı insan, insan sadece mikro evren değil aynı zamanda fıtri vahyi içinde barındıran şuurlu bir kitaptır.]] (önceki videodan)

Ve fiyl Ardı ayatun lilmukıniyn ; Ve fiy enfüsiküm* efela tubsırun. (Zariyat/20-21) yer yüzünde kalpten, gönülden inanacaklar için ayetler vardır. Demek ki yer yüzünde ayetler varmış, yani yer yüzü bir kitapmış. Yine tıpkı sizin kendi varlığınız da ayetler olduğu gibi bunları görmüyor musunuz. Efelâ tubsırun diyor bunları görmüyor musunuz.

Hakikaten görmüyor muyuz? Görüyoruz Elhamdülillâh. Niye görüyoruz? Çünkü vahiyle inşa oldukta görüyoruz. Ama bir çok insan bunları görmüyorlar farkında mısınız, bakıyorlar ama görmüyorlar. Onun için onlara göstermekte bizim vazifemiz bunu biliyoruz değil mi. Yani bakmakla görmek aynı değil bu manada.

Ayat-ı insan; İnsan bir kitap bu manada ve insan kitabını okumak da ciddi bir bilgi gerektiriyor. Kur’an aynı zamanda insan kitabının nasıl okunacağını gösteren bir kılavuz, insan kitabını okuma kılavuzu. Allah Resulüne kendisini nasıl okuyacağını öğreten ilk ayetleri, ilk sureleri bir hatırlayın. İnsanı nasıl okuyacağız nereden okuyacağız. Onun için insanı öğrenmek isteyen insanı Allah’tan öğrensin. Çünkü bir şeyi yaratan onu en iyi bilendir.

Elâ ya’lemu men haleka. (Mülk/14) Yaratan bilmez mi, yarattığını bilmez mi? O bilir. Onun için insan ayetini okumak için insana bir ayet olarak bakmak ilk şart. İnsana ayet olarak bakan biri insana kem nazarla bakabilir mi.

Peki o zaman bozulmuş kötüleşmiş insanlara ne olarak bakacağız? Tahrif edilmiş ayetler olarak bakacağız. Tahrif edilmiş ayetlere nasıl olacak? Tahrif edilmemiş ayetlere bakıp onları da aslına rücu etmek. Dolayısıyla insana ayet olarak baktığınızda oğlunuza kızınıza bir başka gözle bakarsınız, eşinize bir başka gözle bakarsınız. Ayet diye baktığınızda kıyamazsınız. O zaman Allah size onu ayet yapar, çünkü bir şeyin ne olduğu biraz da sizin o şeyi ne olarak görmek istediğinizle alakalı bir şeydir. Yani sadece o şeyin ne olduğunun mahiyeti size kendisini vermiyor sizin onu ne olarak görmek istediğiniz de ona o şeyi veriyor.

Onun için bu husus çok önemli, bakış çok önemli, baktığınızın doğru durması yetmiyor bakışınızın da doğru olması lazım. O nedenle insanın ıstıraplarının %90 ı baktığından değil bakışından kaynaklanır. Çektiğiniz acıların %90 ı bize acı olarak gelen olayların kendisinden değil, bizim o olayları okuyuş biçimimizden kaynaklanır yani bizden kaynaklanır.

Bu Allah’ın bir ayeti diye bakın acınızdan bal damıtırsınız. Bu Allah’ın bana bir mesajı diye bakın, o sizin için muhteşem bir tecrübeye dönüşür. Ama bu bela başıma nereden geldi diye kendinizle savaşın, o gerçekten bela olur belanız olur. Dolayısıyla nasıl baktığınız çok önemli. Yaşadıklarımız baktıklarımızdan çok bakış açımızdan kaynaklanıyor. Onun için bakışını düzeltmeyen baktığını düzeltmeye kalkınca işte o zaman dananın kuyruğu kopuyor. Bakışında yamukluk olan baktığı hangi şeyi düzgün görebilir ki, önce bakışını düzelt, baktığını düzeltmeye kalkma bakışını düzelt.

Arifler, hakîmler, hikmetli insanlar bakışlarında ararlar yamukluğu baktıklarından önce. Modern insan maalesef bakışında yamukluk aramak yerine baktığında yamukluk arıyor. Onun için bakışı yamuk olanların eline güç geçince baktıkları çok düzgün şeyleri yamuklaştırıyorlar. Düşünün, amuda kalkarak burayı seyreden bir insana güç verseniz gözünüzün değdiği her şeyi düzeltme yetkisine sahipsiniz deseniz bizi başımızın üzerine ters çevirecektir siz ters duruyorsunuz diye. İçinizden bir tanesi de ona dönüp diyecek ki yahu sen amuda kalkmışsın, başının üzerinden seyrediyorsun şöyle adam gibi ayaklarının üzerine doğrul diyemeyecektir. Ya bu adama memleketi yönetme yetkisi verirseniz? Memleketi ters çevirecektir. Ya bu adama dünyayı yönetme yetkisi verirseniz dünyayı ters çevirecektir. Onun için bakışını düzeltmeden baktığını düzeltmeye kalkan akıl, hasta bir akıldır ve dün ya bu akılların elinden çok çekmiştir. Onun için vahiy de bize farkında mısınız önce bakışımızı düzeltmemizi telkin eder, güzel düzgün bir bakış vermeye çalışır. Vahyin amacı hep budur.

Ayat-ı hadisat; göklerde ve yerde bulunan her varlık O’na muhtaçtır, O her an hayata ve varlığa dair her işe müdahildir. Öyle değil mi külle yevmin HUve fiy şe’n. (Rahman/29) O her an varlığa müdahildir, her an iş başındadır, her an görev başındadır bu manaya gelir külle yevmin HUve fiy şe’n. O zaman ne demektir bu emekli olmuş bir Allah tasavvurunu dışlıyor, deizm i dışlıyor. Buna teolojide deizm deniliyor. Ne demek bu? Bir Allah var, kâinatı bir yaratan var, fakat o yaratıcı şu anda aktif müdahil değil. Yaratmıştır ilk ibreyi vermiştir ve yarattıklarını kendi içinde bir sisteme bağlayıp bırakmıştır ondan sonra müdahale etmemiştir, buna deizm deniyor. Bunun İslam la alakası yok bu ayrı bir din onu söyleyeyim deist olan Müslüman değildir.

Tamam Tanrı inancı var, Allah inancı var da ayrı bir şey., müşriklerin de vardı. Emekli olmuş bir tanrı, hayata müdahil olmayan bir tanrı. Dolayısıyla Ayat-ı hadisat hayata müdahil olan bir Allah inancının eseridir.

Olaylar birer ayettir. Allah olaylara müdahildir, olayların içimdedir.Dolayısıyla Allah’ın olaylarla alakasının olmadığını söylemek işte deizmdir. Bu manada Allah’ın olaylara müdahil oluşu ne demektir. Tabii ki insan burada yok sayan bir anlayış değil bu. Hatta olayların oluş biçim inde Allah’ın müdahalesini de tetikleyen şey insanların davranış biçimidir.

Hani Mirac hadisinde diyordu ya göğe çıkan b ir şeyler gördüm diyor Allah Resulü, yere inen de bir şeyler gördüm, sordum ya Cebrail bu göğe çıkanlar ne, bu yere inenler ne. Cebrail dedi ki göğe çıkanlar insanların amelleri yere inenler de o amellere yaratılan anında karşılıklar.

Ne dehşet değil mi enteraktif bir ilişki. Yani o zaman yani depremle insan davranışlarının arasın da ne gibi bir ilişki var sorusu saçma bir soru oluyor. O zaman toplumsal hercümerçler, terörle, anarşiyle bu toplumun davranışları arasında ne ilişki var? Ne kadar saçma görüyorsunuz değil mi. Veya insanların yaşadığı helakle veya genel toplumsal ahlak çöküşüyle ne ilişki var diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Tabiatla da arasında ne ilişki var diyemiyoruz. İnsan davranışlarıyla tabiat arasında, insan davranışlarıyla toplumsal sonuçlar arasında, helakler ve düzelişler arasında doğrudan ve çapraz bir bağlantı vardır.

Onun için bir mü’min işlediği bir günahı bireysel olarak göremez. İşlediği bir güzelliği, Hayri ve sevabı da bireysel olarak göremez. Bir güzellik kâinata gönderilmiş bir iyi mesajdır. Sen burada bir güzellik yapıyorsun, kâinatın en ucunda ki yıldıza gönderdiğin bir güzellik mesajıdır bu. Sen zannediyor musun ki 15 milyar ışık yılı uzakta ki en uzak galaksiyi etkilemiyorsun? Nereden biliyorsun?

Bu mahlukat bir denizdir, bu denize düşmüş bir kir bu denizin tamamına yayılır. Bu denize düşmüş bir nûr da bu denizin tamamına yayılır. Onun için bireyci olamaz Müslüman bireyci düşünemez. Ayat-ı Kur’an zaten vahiy Allah’ı tanıyacağımız en sahih kaynak ve vahiy ilahi bir inşa projesidir.

Allah’a iman ne demektir peki? Allah’a iman Hucurat/15 ayetini okuyayım; İnnemel mu’minunelleziyne amenû Billâhi ve RasûliHİ sümme lem yertabu.(Hucurat/15) gerçek mü’minler sadece Allah’a ve Resulüne iman edenler, ondan sonra da şüphenin semtine uğramayanlardır. sümme lem yertabu ondan sonra da şüphenin semtine uğramayanlardır.

Ne demek bu? Allah’a iman ettikten sonra şüphenin semtine uğramamak ne demek? Tabii bunun açılımı çok büyük, burada şüphenin semtine uğramamak demek Allah’ın yaratıcı kudreti, Allah’ın mutlak kudreti ve kuvveti hakkında şüphenin semtine uğramamak demek. Ama bu manada insanın zihnine havatır olarak gelen, tebelleş olan arız olan bir takım vesveseleri, desiseleri bu ayetin kapsamı dışında görmek lazım. Onlar efendimizin; “Bu imanın ta kendisidir” dediği şüphelerden olabilir. Öyle diyor sahabeden bazıları; Ya ResulAllah bazen aklımıza öyle şeyler geliyor ki onu dilimize getirmekten utanıyoruz. Yani onu dilimize getirirsek utançtan yüzlerimizin etleri lime lime dökülürdü böyle bir tavsifleri var.

Peki diyor efendimiz o şüphe geçtikten sonra kalbinizi nasıl buluyorsunuz?

İmanla dolu buluyoruz ya ResulAllah

O şüphenin kendisi de imandır diyor. Dolayısıyla bu konuda kendimizi suçlamaya yer yok. Çünkü şeytanın varlığı imanı pekiştirmek içindir. Dolayısıyla şeytan olmasaydı daha güzel olurdu demeyin lütfen, iman pekişmiş olmazdı çünkü iman test edildikçe pekişir,denendikçe pekişir.

Allah’a inanmak tek başına yetmez Allah’a layıkıyla inanmak lazım. Yani salt Allah’a inanıyorum Allah inancı olarak yetmez. Allah’a layıkıyla inanmak lazım. Allah’a layıkıyla inanmak ise Allah’ı hakkıyla takdir etmektir. Ve ma kaderullahe hakka kadrihi. (Zümer/67) Bu ayet beni hep titretmiştir. Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Demek ki Allah’ı tanımak deyişim boşuna değil, bunda haklıyım. Allah’ı hakkıyla Yahudiler, Yahudileşen İsrail oğulları için söylüyor Kur’an bunu. Yani onlar şöyle bir soru sormuşlar? Bu kâinat çok ağır, yıldızlar, her şey çok ağır. Allah’ın gücü ne kadar bu kâinatı çeviren demişler. Yani kol kuvveti. Bu soruya karşılık Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Bu ne biçim soru diyor yani. Dolayısıyla Ve ma kaderullahe hakka kadrihi. Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.

Allah’ı hakkıyla takdir etmek nasıl mümkün? Mümkün olmasaydı bu ayet böyle gelmezdi, edemezler derdi. Demek ki etmek mümkinmiş ki etmedikleri için kınıyor. O zaman Allah’ı hakkıyla takdir etmemiz mümkinse nasıl takdir edeceğiz.? Allah’ı hakkıyla takdir etmek için elbette ki uluhiyetin esmada tecellisini çok iyi bilmek lazım, esmanın da varlıkta tecellisini çok iyi bilmek lazım. Bu tecelli silsilesinin en son halkasına kadar iyi bildiğimiz zaman Allah’ı hakkıyla takdir ederiz.

Allah’ı hakkıyla takdir edene ne düşer? Teslimiyet düşer, İslam budur işte. Onun için Allah’ı takdir ettiğiniz kadar Müslümansınız, Müslüman olduğunuz kadar Allah’ı takdir edersiniz. İslam’ın açılımını bir daha verelim; Allah’a hakkını teslim etmek için Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmak demek. Allah’a hakkını tam teslim etmenin Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmaktan geçtiğini bilen insana Müslüman denir. Onun için Allah’a hakkını teslim etmek, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmak, başka çaresi yok işte buna Müslüman diyoruz bu yola da İslam diyoruz.

İman bir ön bilgidir önyargı değildir. Ateistler ve Ateizmin iddiası budur. Mü’minler ön yargılıdırlar diye düşünüyorlar ateist insan kardeşlerimiz. Yanlış düşünüyorlar, iman bir önyargı değildir. Çünkü İman pozitif bir şeydir. İnkâr bir önyargıdır inkâr negatif bir şeydir. Negativite aslında bir şey değildir, çünkü bir şey değildir diye başlıyor, yoktur diye başlıyor. Dolayısıyla iman bir ön bilgidir inkâr bir önyargıdır, inkâr negativitedir çünkü.

İman sevgiye benzer, inkâr ise nefrete. Sevgi bir şeydir, nefret bir şey değildir. Dolayısıyla sevginin bir kökü vardır muhabbetin habbesi vardır, tohumu vardır. Ama nefret öyle değildir, nefret sevginin yokluğu halidir. Küfür de imanın yokluğun halidir. Bir şeyin yokluğu hali bir şey değildir, karanlığa benzer, karanlık bizatihi varlık değildir, ışığın yokluğu haline karanlık denir. Onun için karanlık bir madde olarak adlandırılamaz, ışıktır madde olan. Işığı çektiğiniz zaman karanlık olur. Küfür karanlığı, iman aydınlığı temsil eder.

Bu manada iman hatırlamak küfür unutmaktır. Unutmak bir şey değildir, çünkü unutmak tıpkı aklın silinmesi, akıldan bilginin silinmesi. Bu bir şey değildir ki. Hatırlamak bir şeydir ama, bir şey olacak ki hatırlayasınız. Hatırlayan bir zihin, hatırlanacak bir bilgi, hatırlayan bir insan. Unutmak bir şey değildir. Küfür un unutmaktır onun için küfür bir şey değildir, ön bilgi değildir ön yargıdır.

İman haddini bilmektir, küfür haddini aşmaktır. Dolayısıyla iman eden insan haddini bilir Haddini bilen değerini de bilir aynı zamanda. Onun için insan yalnızca iman etmekle haddini bilmez, Allah’a karşı haddini bildiği gibi eşyaya karşı değerini de bilir.

İman insanı onun için sınırlamaz, yani özgürlüğünü elinden almaz bu manada söyledim. İman insanı aksine özgürleştirir. Allah’tan insanın bağımsızlaşması özgürleşmesi anlamına gelmez, çünkü insan Allah’tan zaten bağımsızlaşamaz. Çünkü Allah’sız bir yer yok ki oraya kaçsın kurtulsun. Allah’tan kaçıp kurtulacağı bir yer olmayınca Allah’tan nasıl bağımsızlaşır insan? Ancak ya teslim olur ya da firari olur. Yani ya gönüllü gelir ya da gönülsüz getirilir. Kaçamaz ama. Fefirrû ilAllâh. (Zariyat/50) Allah’a kaçın. Eynelmeferr. (Kıyamet/10) nereye kaçacaksınız, kaçış nereye.. Dolaysıyla kaçamaz.

O zaman iman haddini bilmektir, kulluk özgürlüktür. Bizde özgürlüğün tarifi nefsin isteklerine karşı çıktığın kadar özgürsün. Yunan batı aklında özgürlüğün tarifi; Nefsin isteklerine uyduğun kadar özgürsün. Bu iki özgürlük tarifi arasında tutsaklıkla özgürlük kadar farkı var. Nasıl uyuşacağız söyler misiniz, nasıl uzlaştıracağız bu ikisinin arasını. Ben bilemiyorum, beceremiyorum, ben yapamıyorum hangi özgürlük.

Dolayısıyla kulluk özgürlüktür, kulluk hürriyettir. Allah’a kul olan binlerce tanrıya kul olmaktan kurtulur. Bir Allah’a kul olmayan b inlerce tanrı icat eder kul olacak. Onun için Allah’a karşı haddini bilen eşyaya karşı değerini bilir deyişim o yüzden, hürmetini bilir. Çünkü Allah’a kulluk insanı eşya karşısında özgürleştirir. Korkuyu Allah’a hasredersin eşyadan korkmaz olursun Açlıktan korkmaz olursun, 13 rakamından korkmaz olursun, uğur, uğursuzluk demez olursun artık.

Dolayısıyla özgürleşirsin. Fobilerinden kurtulursun dolayısıyla değerini bilirsin. Onun için kulluk kölelik değildir. Neden kölelik değildir? Çünkü köle efendisiyle ilişkisi. Efendi iradesini kullandığı oranda kölenin iradesini kısıtlar. Hiçbir efendi kölenin özgür irade etmesine izin vermez. Vermez çünkü o zaman köleliğe razı olmaz. Yani kölesi,ne özgür irade verse efendi köle olmaya razı olur mu? Onun için Allah insana özgür irade vermiştir. Efendi, kölesinin iradesini sınırladığı oranda efendiliği büyür, Allah ise insanın iradesini mahlukata verilebilecek en büyük iradeyle donatmıştır ve ona öyle bir irade vermiştir ki, kendisini inkâr etme yeteneğini dahi o iradeye koymuştur, daha ne yapsın. Hangi efendi bunu kölesine yapar. Onun için kulluk kölelik değildir ikisi birbirine karıştırmamalıdır.

İman şükürdür inkâr nankörlük. İman şükürdür, teşekkürdür değil mi? İnkâr ise nankörlük. Neden şükretmek zorundayız? Çünkü biz, bize açılmış bir krediyiz. Hiçbir şeyimizin bedelini ödemedik, er şeyimiz bize verilmiş bir emanettir.Onun için iman şükürdür inkâr ise nankörlük.

İman yüz dönmektir Küfür sırt dönmek. Dolayısıyla bir şeye yüzünüzü dönerseniz aslında kıbleniz olur. Sırtınızı döndüğünüzde kıbleniz yoktur. Kıbleniz varsa yürüdükçe yol alırsınız kıbleniz yoksa yürüdükçe dolaşırsınız. Dolaşmakla yol almak çok farklı şeylerdir. Onun için kıbleniz varsa yol alırsınız.

İman ilgidir, küfür kayıtsızlık. İman ilgidir bir şeye ilgi göstermektir. Ama en büyük ilgi, en büyük varlığa, Allah’a ilgi göstermektir. Allah’a ilgi göstermekten kasıt Allah’ın ilgiye muhtaç olduğu için değil, insanın Allah’ın ilgisine muhtaç olduğu içindir.

Küfür ise kayıtsızlıktır, vurdumduymazlık, aldırmazlıktır. Aldırmazlık, kayıtsızlık tanımazlıktır tanımamazlıktır yani. İnsan aklının insana oynayacağı en büyük oyun budur.

İman bilinci; bilinç üstüne bağlar. İnkâr ise bu bağı koparır bilinci; bilinçaltına mahkum eder bu çok önemli. İman bilinci bilinç üstüne bağlar, bilinci bilinç üstüne bağlayınca insan bir üste referansla kendisini tanımlar biraz önce söylediğim gibi. Bir üst referansla tanımlayınca keramet sahibi olur.

İnkar ise bilinci bilinç üstünden koparır o bağı bilinç altına bağlar. Bilinç altı güdülerin neş’et ettiği yerdir. Şehvetine kul olur, öfkesine kul olur, tutsak olur, olur, olur..! Bir Allah’a kulluk etmediği için binlerle tanrı icat eder.

Evet, bir Allah kitabı getirseniz de dua ile dönem sonuna bir nokta koysak olur mu?

Kelimei tevhid Lâ ilâhe illAllah. Fa’lem ennehu lâ ilâhe illAllâh. (Muhammed/19) Kur’an da, ayette geçtiği şekli ile. Ve sen ey muhatap unutma ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah; %100 de %100 Allah’tır. Bir başka çevirisini böyle yapabilirim bu mübarek kelimeyi. Allah %100 de %100 Allah’tır.

Bu ne demektir? Bir çok insanın zihninde ki Allah tasavvuru %90, %95, %80, %50..vs. Yüzdelikli Allah inancı, Allah’ı inkar manasıdır. Allah; %100 de %100 Allah’tır diyenlerin inancı kelime-i tevhid inancıdır. Bu nedir? Allah’a ait hiçbir sıfatı Allah’tan başka bir varlığa yakıştırmamaktır, Lâ ilâhe illAllah budur. Kelime-i tevhid iman edilecekleri listesinin altına atılan imzadır. Kelime-i tevhid tek başına bir şey değildir, kelime-i tevhid bir hayatın altına atılmış imzadır. Kelime-i tevhid hakikatin tek cümle halinde itirafıdır. Tüm varlık hakikatini bir cümleyle özetle deseler Lâ ilâhe İllAllah diye özetlememiz lazım.

Kelime-i tevhid hakikatin tek cümle halinde itirafıdır, Neden? Bakınız varlık kategorilerinin üçünü de Lâ ilâhe İllAllah cümlesinde zımnen söylemiş oluyoruz. Allah’tan başka tapılmaya layık hiçbir varlık yoktur. Dolayısıyla Allah mutlak varlıktır demiş oluyoruz. Yani vacip varlıktır, zorunlu varlıktır demiş oluyoruz.

İkincisi Allah’tan başka hiçbir varlık tapılmaya layık varlık değilse gerisi mümkin varlıktır demiş oluyoruz. Yaratan değilse geriye ne kalıyor? Yaratılan, o kadar. Dolayısıyla görüyorsunuz ve aslında zımnen bu ikisi dışında 3. halin yokluğu, muhalliği üzerine de lâ ve İlla edatlarıyla pekiştiriyoruz. Lâ ve İllâ; Yani istisna. Ancak ve ancak, sadece ve sadece, yalnızca ve yalnızca. Onun için 3 varlık kategorisini de aslında Lâ İlâhe İllAllah’ta zımnen ifade etmiş oluyoruz.

Kelime-i tevhid sözün özüdür, kelime-i tevhid bütün kelimelerin Akleden kalbidir. Kelimelerin de akleden kalbi olur mu? İşte kelime-i tevhid odur.

Her şey Lâ ile İllâ arasında olup biter. Varlık, kâinat, tarih, zaman, insan, cin, Alem-i melekût, Alem-i ervah hepsi, ama hepsi lâ ile İllâ arasın da olup biter, geriye kalır Allah.

Küllü men ‘aleyha fan, Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm. (Rahman/26-27) her şey fanidir baki kalacak olan Celâl ve ikram sahibi rabbinin zatıdır.

Tüm varlık kendi dilince tevhid getirir, var olmak tevhid getirmek olur. Güneşin doğuşu, arzın dönüşü, yıldızların ipileyişi, gülün açışı, bülbülün ötüşü, ırmağın şırıltısı, rüzgârın efiltisi, ormanın uğultusu, hep bir hefes alıp verme, hep bir tevhid getirmedir. Lâ ilâhe İllAllah..!

Gönül kulağıyla kâinatı dinleyen kelime-i tevhidden başka bir ses duymaz. Gönül gözü ile varlığı temaşa eyleyen kelime-i tevhid den başka bir şey görmez. Tüm sentetik boyalar dökülür, tüm sırçalar kavlar, tüm yaldızlar soyulur geriye Allah’ın boyası kalır. SıbğatAllâh* ve men ahsenü minAllâhi sıbğa.. (Bakara/138) Allah’ın boyası, Allah’tan daha güzel kim boyayabilir.

Lâ ilâhe İllAllah derken hiç dudaklar birbirine değmez, lâ ilâhe İllAllah..! çünkü lâ ilâhe İllAllah açık bir süreçtir kapalı bir süreç değildir. İmanın boğazdan aşağı geçmesi, tevhidin ağızda kalmayıp çiğlere işlemesi, gibidir.

Yine Lâ ilâhe İllAllah içerisinde bir tek noktalı harf yer almaz. Kelime-i tevhidin sesleri nasıl asli seslerse, tevhidin kendisi de insan için asli bir duruştur. Nokta kadar dahi dışardan bir unsur yoktur. Asli, ana, bütünsel bir gövdedir. Lâ ilâhe İllAllah manasında taşıdığı değer itibarıyla bütün bir maddi evrenden daha ağır ve değerlidir.

Bir elmas düşünün, bir tek elmas. Yeryüzünde bir eşi daha yok, kâinatta bir eşi daha yok Buna kaç lira değer biçersiniz diye eksperlere soruluyor. Eksperler buna değer biçilemez diyorlar. Eksperler sadece dünyayı gördüler, bence eksperler büyük konuşuyorlar. Öyle bir eksper olmalı ki kâinatta ki tüm dünyaları görmeli, hatta evrenler çiftliğini görmeli. Mesela bize 5 milyar ışık yılı uzaktaki galakside bir dünya varsa orada da mükellef canlılar varsa -ki olması Kur’an a göre mümkindir- oradakileri de bilmeli. Orada daha ne mücevherler var, dünyaya 2 milyar ışık yılı uzaklıkta ki bir galaksi deki mücevherleri de bilmeli. İşte böyle kainattaki en büyük mücevheri bilen biri dese ki bu bir tarafa tüm kâinat bir tarafa.

Allah resulü öyle diyor. Kelime-i tevhidi terazinin bir kefesine koysalar, kâinatı da terazinin bir kefesine koysalar kelime-i tevhid ayır gelir.

Acaba ne gördü ki, bunu söyleyen Allah resulü ise bunu Kur’an da bağımsız söylemez, mutlaka Kur’an da bir ucunu görmüştür bunu bilmeden konuşmaz Allah resulü. Acaba eşyanın hard diskine ulaşmak için şifre lâ ilahe illAllah olmasın. Bu şifreyi yazmadan varlığın özüne ulaşmak mümkin değilse eğer o zaman bu şifredir her şey öyle değil mi. Eğer bir şifre ile girebiliyorsanız değerli bilgi hazinesine, o hazineden daha değerli olan o şifredir. Çünkü o olmadan o hazineye ulaşamayacaksınız. Lâ ilahe illAllah böyle bir değerli hazinedir işte.

Lâ ilâhe illAllah manasında taşıdığı değer itibariyle bütün bir varlıktan ağır. Nefiy ve ispat; Lâ olumsuzluk edatı, illa iki edattan müteşekkil ile birlikte geldiğinde birinci “lâ”, ikinci “lâ” yı etkisiz kılar. Aslında olumsuzluk edatı da yok olur. Çünkü İlla, lâyı etkisiz kıldığı için, nötralize ettiği için geriye te’kit için kullanılan il edatı kalır. Yani lâ, illa. Lâ, la yı götürür geriye il kalır. İl ise te’kit içindir ancak Allah vardır. Bu kadar, kelime-i tevhidin öz manasına budur.

Kelime-i tevhidden güzel gidiyorduk ama zaman bitti, kelime-i tevhid bitmedi. Zaten zaman daha olsaydı kelime-i tevhid yine bitmezdi, bitmemeli, bitememeli. Bitmez inşaAllah ölünceye ve öldükten sonraya da. Rabbim bu kelimeyle yaşatsın, bu kelime ile canımızı alsın inşaAllah. Bu kelimeye ihanet edenlerden kılmasın bizi. Amin.

Dua kainatı titreten sazın telleri, dua ibadetin iliği, dua ibadetin beyni, dua kalbin Allah ile konuşması, haydi kalbimiz bir Allah ile konuşsun.;

Amin, Allah’ım, ey alemlerin Rabbi, ey sevgi ve sezgi ile yaratan, ey seven, sevdiren ve sevindiren. Ey rahmetin sonsuz kaynağı, ey merhametlilerin en merhametlisi, ey gönüllerin mutlak hakimi, Ey hamdini zat ile Aziyz olduğum, ey zatını hamdden aciz olduğum. Ben layıkıyla övemem seni, sen övdüğün gibisin kendini. Seni layıkıyla ancak sen tanırsın, seni layıkıyla ancak sen översin hamdim sana mahsustur, selâm sanadır. Umudum, korkum ve sevdam sanadır. Özümü sana çevirdim, sana tutundum, elimi sana açtım, gönlümü sana sundum, beni kovmaz diye kapına geldim. Affı boldur diye affına geldim. Tuttum günahımdan yüzüme perde, kulluk edemedim lûtfuna geldim.

Allah’ım kanadı kırık bir kuş gibiyim, uçsam uçamıyor göçsem göçemiyorum. Yarım bırakılmış bir düş gibiyim yardan da serden de geçemiyorum. Menzile erememe korkusu sardı benliğimi, kolum kanadım kırık, gönlüm bin pare. Ey kalpleri evirip çeviren ey gönüller sultanı. Yaraları aran, dağılanı toplayan sensin. Varlığım senin varlığının şahidi, varlığım senin rahmetinin şahidi.

Allah’ım, ey Vedûd olan, hem seven hem de sevilensin. Ey varlığı sevgi olan, ey sevgin in sonsuz kaynağı. Biz var ettiğini severiz, sen sevince var edersin. O sonsuz hazinenden ne olur ya rabbi bizim içinde bir sevgi varet. O sonsuz sevgi selinin içine bizi de kat ya rabbi ve sev bizi ya rabbi, cennetinle sevindir bizi ya rabbi, sevdir bizi ya rabbi.

Birsin, bütün mevcudat birliğinin şahidi. İnanmışız her ne ki tek, O yaratandır. Biliriz ki her ne ki çift o yaratılandır. Her şey sana muhtaç, hiçbir şeye muhtaç değilsin sen. Ehad sin, Vahid sin, Samed sin sen.

Allah’ım yalnız senden yardım diler ve yalnız sana kulluk ederiz. Seni sığın ak, barınak, tutamak bilir ya Allah deriz. Şeytandan sana sığınır EuzüBillah deriz. Her işe seninle başlar Bismillah deriz. Nimet verdiğinde gönülden şükrederiz, versen de alsan da Elhamdülillah deriz. Hayran kaldığımızda MaşaAllah, pişman olduğumuzda estağfirullah, sevindiğimizde Allah’u ekber, üzüldüğümüzde inna lillah deriz. Canımız sıkıldığında fesuphanallah, ilendiğimizde Katelehemullah deriz. Zafer kazandığımızda nasrun min Allah, rızık kazandığımızda er Rızku alellah deriz. Bir işi arzu ettiğimizde inşaAllah, bir işi başardığımızda Biiznillah deriz. Güçlük karşısında Lâ havle ve lâ kuvvete billa Billah, söz verdiğimizde Vallah ve Billah deriz.

Allah’ım imanı olanın imkânı tükenmez, imandan ve Kur’an dan ayırma bizi. Kur’an dan mahrum olana ışık erişmez, kitaba uyanlardan kıl, kitabına uyduranlardan kılma bizi. Kur’an ı bizden razı, bizi Kur’an dan razı kıl Allah’ım. Hesap gününde Kur’an ı şahit kıl, şekvacı kılma bizden. Kur’an ı bize aç Allah’ım ve bizi Kur’an a aç Allah’ım. Susuz yüreklere vahyi ellerimizle saç Allah’ım. İnsanlık zaman çölünde bu suya muhtaç Allah’ım

Allah’ım sorunlarımızın eline imanımızı kar gibi eritme. İmanımızın elinde sorunlarımızı kar gibi erit. Bizi dünyalıklarımızın altında at etme Allah’ım. Dünyalıklarımızı altımızda Burak et Allah’ım. Sahip olduklarımızın bize sahip olmasına izin verme Allah’ım. Aklımızı ak, aşkımızı ak, yüzümüzü ak eyle Allah’ım. İmtihan potasında bizi cevher et cüruf etme Allah’ım. Bize götüremeyeceğimiz yük yükleme Allah’ım. Bize götüreceğimiz de yükle Allah’ım.

Kahrında lûtfuna sığınırız Allah’ım, Celâl’inden Cemâl’ine sığınırız Allah’ım. Senden sana sığınırız Allah’ım, yalnız sana sığınırız Allah’ım.

Allah’ım Beni Allah ile aldatanlardan etme, Allah ile aldatanlara aldananlardan etme, şeytanın eylemlerimizi süslemesine izin verme. Şeytanın süslediği eylemlerimize izin verme, bize Hz. Adem’in tevbesini ver, Bize Hz. Nûh’un direncini ver, Hz. İbrahim’in imanını, Hz. İsmail’in teslimiyetini ver Allah’ım. Hz. Yakub’un dirayetini, Hz. Yusuf’un iffetini ver Allah’IM. Hz. Musa’nın celâdetini ver Allah’ım. Hz. Harun’un sadakatini ver Allah’ım. Hz. Davud’un sadasını ver Allah’ım. Hz. Süleyman’ın gayretini ver Allah’ım. Hz. Eyyub’un sabrını ver Allah’ım. Hz. Lokman’ın hikmetini ver Allah’ım. Hz. Zekeriyya’nın hizmetini ver Allah’ım. Hz. Yahya’nın şehadetini ver Allah’ım. Hz. Meryem’in adanmışlığını, Hz. İsa’nın safiyetini ver Allah’ım ve Hz. Muhammedi’in muhabbetini ver Allah’ım.

Allah’ım bize eşyanın hakikatini göster, bize hakikate itaat, batıla isyan liyakati lûtfet. Dininin derdin i derdim kıl ya rabbi. Özel dertlerimi satın al Allah’ım. Öyle Aziyz dertlere kıl ki Allah’ım dermene dönüp bakmayayım. Bana tadına doyum olmayan kerim acılar yaşat Allah’ım. İrademi inayetsiz bırakma Allah’ım, bilgimi hikmetsiz bırakma Allah’ım, imanımı gayretsiz bırakma Allah’ım. Sadakatini mesnetsiz bırakma Allah’ım. Mizacımı fıtratsız bırakma Allah’ım, ahlakımı nezaketsiz bırakma Allah’ım, hayatımı muhabbetsiz bırakma Allah’ım, ahiretimi cennetsiz bırakma Allah’ım, ahiretimi cennetsiz bırakma Allah’ım.

Allah’ım imanımı aklımın elinde esir etme ne olur. aklımı hissiyatımın elinde rezil etme ne olur. hissiyatımı şehvetimin elinde zelil etme ne olur.

Allah’ım ağlamayan gözden sana sığınırız. Sızlamayan özden sana sığınırız, kızarmayan yüzden sana sığınırız. Şirkten, küfürden, müşrikten bizi koru Allah’ım. Cahilden, gafilden, kâfirden bizi koru Allah’ım. Harama dayalı servetten bizi koru Allah’ım. Hak edilmemiş şöhretten bizi koru Allah’ım. Korkaklıktan, pısırıklıktan kıskançlıktan bizi koru Allah’ım. Hasetten fesattan, kesattan bizi koru Allah’ım. Fısktan fücurdan bizi koru Allah’ım. İftiradan ihanetten, cimrilikten kesanetten bizi koru Allah’ım.

Allah’ım benliğimizi yaktığın ateşte yakma bizi, bizi nefsimize kul etme Allah’ım, kul et nefsimizi sana Allah’ım. Bir lahza dahi bizi bize bırakma Allah’ım. Bizi kendine bırak Allah’ım. Biz bize yetmeyiz, sen bize yetersin Allah’ım. Bilmediğim izi bildir Allah’ım, görmediğimizi göster Allah’ım. Sen bildirmezsen biz bilemeyiz Allah’ım, sen göstermezsen biz göremeyiz Allah’ım. Gönlümüze huzur ver, gözümüze nûr ver, dizimize derman ver, kalbimize ferman ver. Sen ol dersen olur Allah’ım olmaz, olma dersen. Cana canan, canana can, kalbe ferman ver Allah’ım. Al işte uzattık ellerimizi, ne olur bırakma bizi. Sen bize yetersin ama biz bize yetmeyiz. Allah’ım bırakma bizi, tut elimizi.

Amin, ve selamün alel murseliyn, velhamdülillâhi rabbil alemiyn el Fatiha.



ESMA DERSLERİ (ALLAH) (9-1)

$
0
0

ALLAH

Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi. Düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni.

Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Rabbim hayırlısıyla başlat, hayırla başlat, hayırla tamamlat. Rabbim bize bizden kolay kıl güç kılma.

Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. (İsra/80) Rabbimiz beni, bizi girdiğim yere, girdiğimiz yere sana sadakatle, Kur’an a sadakatle, imana sadakatle, insana sadakatle, hakikate sadakatle girdir. Çıktığımız yerden de sana sadık olarak, Kur’an a sadık olarak, hakka sadık olarak, gerçeğe sadık olarak çıkar ya rabbi.

Rabbimiz bize bu sadakati koruyacak, taşıyacak ve yaşayacak bir kudret, bir güç, bir dirayet, bir inayet, bir ehliyet, bir liyakat lütfet ya Rabbi. Amin, ya Mu’in valhamdüli llâhi Rabbil alemiyn.

Değerli kardeşlerim kavuşturana hamd olsun, size selâm olsun Esselamü Aleyküm ve Rahmetullahi ve berekâtühu. Dertsiz ve derssiz olmuyor güçsüz olmuyor, sorumsuz olmuyor, sorunsuz da olmuyor, insansız olmuyor ama Allahsız hiç olmuyor. Elhamdülillah Rabbimiz sevdirmeseydi eğer sevemezdik, getirmeseydi gelemezdik, söyletmeseydi söyleyemezdik, öğretmeseydi öğrenemezdik. Fakat onun sevdirmesi için seven bir yüreğe, onun getirmesi için gelen bir ayağa ve o ayağa emreden bir iradeye ve söyletmesi içinde onu söyleyecek bir tefekkür, tedebbür, teakkul, tezekkür ve tefakkuha, yani zihni faaliyete, akli faaliyete ihtiyaç var.

Biz, bize verilenlerin şükrünü eda etmekle mükellefiz. Dudağın, dilin, konuşma sisteminin, nutkun, mantukun, mantığın, aklın hakkı düşünmek ve konuşmak. Kulağın, kulağı oluşturan işitme sisteminde ki örs’ün, çekicin, onların içinde yüzdüğü sıvının ve daha ötesinin hakkı dinlemek, bütün bu sistemi dinlesinler diye kurmuş. Dinlemediğiniz zaman bu sistemin hakkını vermiyorsunuz demektir. Tıpkı suyun hakkı içmek, ekmeğin hakkı yemek olduğu gibi.

Bakın, ışığın hakkını verdiğinizde bir çok şeyin hakkını birden vermiş oluyorsunuz. Aklınıza, havsalanıza hakikaten sığmaz bir ışığın hakkını. Lâmba yanıyor ve siz aydınlanıyorsunuz, ama bu lambanın bağlı olduğu bir sistem var, duya bağlanacak. Duyun arkasında bir kablo var, kablonun döşeli olduğu bir şebeke var evin şebekesi. O şebekeyi döşeyen, planını çizen mühendisler, döşeyen ustalar, çıraklar, verilen emekler, o kabloyu imal edenler, o sistemi yapanlar. O eve o şebekeyi getiren muhteşem bir ağ var dışarıda. Biz görmüyoruz belki yerin altından geçiyor, yerin üstünden geçiyor. Ama bütün onların hakkı var. O ağı döşeyenlerin hakkı ancak o ışık size gelince ödenir.

Orada da bitmiyor, o şehir akımına çeviren trafolar, trafoları yapanların, döşeyenlerin. Yüksek gerilim hatları, dağlardan tepelerden aşarak, geçerek bin bir zahmetle, emekle, bin bir terle döşenmiş olan o şehirler arası yüksek gerilim hatlarının. Yüksek gerilim hatların ın bağlandığı barajların, o barajları yapan mühendislerin hakkı. O setleri oluşturan, o türbinleri kuran, o baraja gelen suyun hakkı. O baraja su yollayan dağların hakkı, o dağlara su yağdıran bulutların hakkı, o bulutları yaratan Allah’ın hakkı. Meğer bir ışığın kaç hakkı varmış? Bir kulağın kaç hakkı varmış, bir suyun kaç hakkı varmış, bir ekmeğin kaç hakkı varmış. Tarlaya, tarlaya yağan yağmura yağmuru yağdıran buluta ve bulutu yaratan Allah’a varana dek.

Onun için hakkını vermek lazım, bilginin hakkını vermek lazım sözün hakkını vermek lazım, dinlemenin hakkın ı vermek lazım, aklın hakkını vermek lazım, duygunun hakkını vermek lazım. Ama bütün bunlar da tabii annenin hakkını, babanın hakkını, evladın hakkını, komşunun hakkını vermek lazım. Hocanın hakkını, talebenin hakkını vermek lazım da, ama en büyük hakkı olanın hakkını vermek lazım. Bizim üstümüzde en büyük hakkı olan ne anadır ne baba, ne hocadır ne koca. Bizim üstümüzde en büyük hakkı olan Allah’tır. Allah’ın hakkını vermek lazım. Ve ma kaderullahe hakka kadrihi. (Zümer/67) Allah’ı hakkıyla takdir edemediler diyor, Allah’ın hakkını vermediler. Allah’ın hakkı Allah olmaktır, Allah’ın hakkı mutlak olmaktır, Allah’ın hakkı sonsuz olmaktır, Allah’ın hakkı mükemmel olmaktır. Allah dışında ki her şeyin hakkı O’na kul olmaktır, O’nu anlamaktır, O’na ubudiyettir, O’na kulluktur.

O zaman Allah’ın hakkını vermek için Allah’ı bilmek lazım, Allah’ı bilmek için Allah’ı anlamak lazım. Anlamadan olmaz. Allah’ı anlamadan emirlerini nasıl yaşarsınız, nehiylerinden nasıl kaçınırsınız, sözlerini, kelâmını, vahyini nasıl anlarsınız. Neden sorusuna cevap vermeden nasıl sorusunu nasıl halledeceksiniz. Dahası halletseniz de neye yarar.

Dolayısıyla aklın ilk sorusu niçin sorusudur. Niçin illet sorusudur, illetini sormayan hikmetine eremez. Hikmetine ermek istiyorsanız illetine ereceksiniz, soracaksınız. Onun için ders lazım, derssiz olmaz, tedris olmadan olmaz. Aklın hakkı öğrenmektir, insanın hakkı terbiyedir ve bir ömür bir okuldur. Dünya okuldur, hayat bir öğrenimdir ve Allah bu hayatın rabbidir. Dolayısıyla eğer öğrenmek istiyorsanız her an, her dem, her yer ve her zamanda öğrenilecek bir şey vardır.

Bu derslerin amacı öncelikle b ilgi açısından 4 amacı var. Buna 4 B diyorum ben. Bilgilendir, Bilinçlendir, Birleştir, Bütünleştir. Bilgilendir ilme, bilinçlendir şuura, birleştir vahdete, bütünleştir tevhide tekabül eder.

Bilgilendir; Çünkü bilgi olmadan olmaz, bakın bilmediğiniz şeyi yapamıyorsunuz. Doğru yapıyorsunuz ama eksik yapıyorsunuz, noksan yapıyorsunuz. Yerinde, zamanında ve hakkını vererek yapamıyorsunuz. Onun için bilgi esas, onun için hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Olmaz. Onun için peygamberler sahih bilginin kaynağını göstermek için gönderilmişler, onun için vahiy bilginin önemine bir atıfla başlıyor. Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak. (‘Alâk/1) Alemle, kalem. Şuna bakınız. İlk inen 5 ayetin dominant kelimeleri, baskın, vurgulu kelimeleri hep öğrenmekle alakalı. O nedenle bilgi olmadan olmaz.

Bugüne kadar sıkıntımız bilgisine sahip olmadığımız şeyin fikrine sahip olmaya kalkmaktı. Onun içinde sıkıntı çıkıyor bakınız. Doğru bilgilenmeyi elde edemediğimiz, bilgilenme sürecini doğru bir biçimde kotaramadığımız zaman, ifa edemediğimiz zaman arkası gelmiyor yanlış geliyor. Çünkü yanlış bilginin üzerine doğru eylem bina edilemiyor öyle değil mi. Bir insan bir şeyi yanlış biliyorsa doğru yapamıyor. Nasıl olacak ki? Eylem bilginin meyvesidir kökü değil ki nasıl ters çevireceksiniz. O nedenle doğru bilmek gerekiyor.

Tabii bilginin sıfatı var; sahih bilgi. Yani her çeşit bilgi değil. Onun için sahih olmayan bilgi de var. Zaten ‘İlm olması için bir bilginin hakikate tetabük etmesi lazım hakikatle uyuşması lazım. El ‘ılmu yedıllü alâ eserin bi’ şey’i yetemeyyezü bihi an gayrih diye tarif eder Mekais lüga sahibi Farisi. İlim yanlış olanı doğru olandan ayırmaktır haydi kısaca tercüme edeyim. Evet, ilim temyizdir, ilim seçip ayırmaktır. Yani ilim nedir deseniz kısaca tarifim ilim ayırmaktır, seçmektir.

Görmekte öyle değil mi, işitmekte öyle değil mi, düşünmekte öyle değil mi. Bakınız insanın tüm havası hamsesi, 5 duyusu ve havası batınesi; aklı, muhayyilesi, muhakkimesi ve diğerleri hep sınırlayarak düşünür. Öyledir eğer El Aliym değilseniz -ki O Allah’tır- mutlaka temyiz edeceksiniz. Ne yapacaksınız göz görmek için önce lokalize eder, bir yeri seçer. Şahasal basar; Araplar öyle der; gözünü dikmeden göremez. Her yeri göreyim diyen hiçbir yeri göremez. Her yeri gören sadece Allah’tır. Çünkü O bizim gibi görme organına muhtaç değildir görmek için. Biz görme organına muhtacız, ışığa muhtacız. Onun için biz seçeriz sınırlarız. Önce sınırlar sonra görürüz.

Kulak işitmek için 50 tane ses gelse 50 sini birden duyayım derse hiçbirini duyamaz. Ne yapması lazım? İçlerinden bir tanesini seçmesi ve ona vurgu yapması lazım, ona terkiz etmesi, yoğunlaşması lazım ki işitebilsin yoksa duyar ama işitmez veya işitir ama duymaz anlamaz en azından

Evet, onun için ilim temyizdir seçip ayırmaktır. İlim tasniftir de demişler o nedenle. Doğru olanı yanlış olandan ayırmak. Zaten bunu vermiyorsa bir bilgi ilme dönüşmez. O nedenle hüküm diyoruz, hikmet diyoruz, muhakeme diyoruz. Ne demek bunlar? Bunlar birden çok alternatifi olan bir şey de, bütün alternatifleri bağlayıp bir tek şey bırakmak ortaya.

Evet, Hakem tüd dabbe, hayvanı bağladım. Bakınız hikmet kelimesinin türetildiği köke ilişkin bir cümle verirken böyle kullanırız. Lügatlarda bu örnek cümle geçer. Onun için hayvanı bağlamak. Neden? Zaten eğer bir konuda aklı bir noktaya bağlamamışsanız o konuda sizin fikriniz yoktur. Benim fikrim var demeniz için aklı o konuda bir noktaya bağlayacaksınız. Daha doğrusu kalbi akılla bir noktaya bağlayacaksınız. Kalbi akıl ipiyle hakikat noktasına bağladığınızda o veri data ilme dönüşür o zaman ilim olur, ona ilim diyoruz.

İlim ‘alemdir, İlim Alamettir, ilim ayı gösteren parmaktır. Parmak ayı gösterirken parmağa değil aya bakarlar değil mi. Onun için eğer hakkı gösteriyorsa. Onun için ilim Allah hakikatinin altına düşülmüş bir dipnottur, bir referanstır. Bakınız Allah..! Aya baktınız değil mi? Ayın içinden şu dipnotu göreceksiniz o bir dipnottur ay. Bakınız? Allah. Güneşe baktınız değil mi? Allah Allah..! ne muhteşemsin sen ey güneş dediğinizde güneş tanrı oluverir, şamaş tanrısı olur. O zaman güneşi koparmış olursunuz, bağı koparmış olursunuz, ilim olmaz. Ekmeğe tıpkı sana teşekkür ederim demeye benzer. Ekmek teşekkürü anlamaz. Ekmeğe teşekkür onu yaratılış amacı istikametinde kullanmaktır yemektir. Ama ekmeğin sahibine teşekkür, teşekkürdür.

Dolayısıyla güneşe, sen ne güzel olmuşsun demeniz hiçbir şey ifade etmez, ilim değildir. Ama seni yaratan ne güzel yaratmış, nasıl yerine koymuş, nasıl ölçüp biçmiş, ne muhteşem bir yörünge takdir etmiş. Dünyaya uzaklığını nasıl ayarlamış, biraz daha yakın olsaydın yanardık, biraz daha uzak olsaydın donardık. Nasıl koymuş oraya. Bu kütleyle nasıl da deveran ediyorsun kâinatta. Senin de eşin varmış, kâinatta eşsiz b ir mahluk yok fakat senin eşin kayıpmış. Senin gibi 400 milyar güneş var ama eşi kayıp olan bir tane sensin. Sanırım senin gezegeninde, dünyada yaşayan insanın da biraz nadirliği buradandır, eşrefiyeti buradandır, ekmeliyeti buradandır.

Dolayısıyla sen özelsin galiba ey güneş. Yani tesadüf olamazsın. Çünkü eşinin yörüngesine bakmışlar, eşinin yörüngesi boş. Güneşin bir eşi olması lazım astronomik bir kural olarak ve eşinin olması gereken uzayda ki koordinatlara bakıyorlar orası boş, başına bir şey gelmiş. Ama ne olmuş bilmiyoruz. Fakat insanın eşrefiyetinin hikmetini anlıyoruz. Çok özel bir durum var ortada.

Dolayısıyla muhteşemsin ya Rabbi, Allahuekber. İnsanı getirip koyacağı yer orası bilgilenmek lazım, bilgi olmadan olmaz. Bilginin değerini ne kadar konuşsam azdır. Özellikle dindarlık meselesinde bilgi o kadar önem kazandı ki, bilgililer dinsiz, dindarlar bilgisiz olduğu zaman belanızı bekleyin. Bu ne biçim bir beladır Allah aşkına, neden böyledir, biz neden böyle olduk. Yer yüzünde insanlığın çığırını açan bu muhteşem vahiy elimizde olduğu halde neden yer yüzünün açılmış yataklarında çer çöp gibi akıyoruz diye soruyorsanız eğer bir tek sebep söyleyecek olursam budur. Bilenler dinsiz, dinden uzak, dindar olanlarsa bilgisizse eğer işte orada kıyamet kopmuştur.

Onun için bilgiye dönüş aslında vahye dönüştür. Çünkü her tür sahih bilgi ayettir. Söyler misiniz her tür sahih bilgi ayettir. Kur’an da ayet kelimesinin geçtiği tüm yerler ayetün min ayat formunda gelen 3 tanesi hariç tüm yerlerde kasıt, varlık ayetleridir. Söyler misiniz o zaman tefsire kon u olmayan, okumaya konu olmayan, ıkra ya konu olmayan ne vardır ve nasıl ayırt edebilirim ben zoolojiyle uğraşanla tefsirle uğraşanı? Biri hayvan ayetlerini okuyor, biri Kur’an ayetlerini okuyor. Nasıl ayırt edebilirim ben. Astronomiyle uğraşanla hadisle uğraşanı ben nasıl ayırt edebilirim. Biri gök ayetlerini okuyor, biri söz ayetlerin i okuyor. Ayırt edersem olur mu, doğru olur mu. Bunu ayırdığımız anda kırılma yaşanmış zihni kırılma. Onun için bizim alimlerimize bakınız, bizim semamızın büyük yıldızlarına bakınız. İbn. Rüşt’e bakınız, İbn. Hazm. a bakınız, ibn Sina’ya bakınız, Gazzali’ye bakınız, Farabi’ye bakınız ve diğerlerine bakınız. Hazerfendir bunlar bin ilim sahibidir. Onun için biri kalkmış nota üzerine kocaman bir kitap yazmış. Biri kalkmış yeni bir enstrüman icat etmiş.ç Yahu bu hem müfessir, hem fakih, hem muhaddis, hem de oturmuş bir enstrüman çalmamış icat etmiş, yani çalmanın ötesinde bir şey bu. Düşünebiliyor musunuz. Nasıl bir şey bu? Dolayısıyla hazerfendir işte.

Bu insanlar bakıyorsunuz hem tefsirde mütebahhir, hem tıpta mütebahhir. İşin içine dalmış, girmiş. Çünkü bunları ayırt etmemiş böyle bütüncül bir akla sahip. İlim deyince El Aliym olandan tecelli etmiş olan her bir varlığın içinde El Aliym’den bir sır vardır, onu keşfetmeye çalışmış. Keşf, ahıs keşf, inkişaf. Önce almış sonra keşfetmiş, sonra inkişaf ettirmiş, onu büyütmüş, üretmiş ilmini.

Bilinçlendir. İkinci “B” miz bu. Bilgi bilinci getirmiyorsa doğumla neticelenmemiş hamileliğe benzer. Ağaç ağaçtır, dalları yaprakları vardır, çiçekte açmıştır, fakat çiçek açtıktan sonra bir don vurmuştur ve kurumuştur. Ne yapayım ben çiçeği? Çiçek meyveyi getirmek için vardır değil mi. Yani her çiçek aslında meyvenin ilk habercisidir. Eğer bilinci getirmeyecekse bilgiyi ne yapayım?

Bilinci getirmeyecekse bilgi veridir, datadır. Bilgi sahibini mütevazi kılarsa bilgidir. Çünkü insanın bilgisi arttıkça aslında bilmediğini bilir. Bilginin nihai noktası kişiye bilmediğini öğretmesidir. Allah karşısında yetersizliği öğrendikçe insan bilgilidir. İnsanın bilgisi arttıkça gerçekten mahviyet ve tevazusu artar, artması da lazımdır.

Bir bilgi ki sahibine kibir veriyorsa o bilgi şuura dönüşmemiş demektir bilince dönüşmemiş demektir, o bilgiyi hazmedememiştir demektir. Bilgiye sahip olmamış, bilgiye ait olmuş demektir. O bilgiyi mülkiyet zannediyor emanet değil anlatabiliyor muyum. Onun için mülkiyet zannettiği için de bilgiye ait oluyor, bilginin mülkiyetine giriyor. Oysa emanet olarak bilseydi eğer emaneti sahibine götürmek için yerinde duramazdı değil mi. Çünkü emanetin sahibi soracak ne yaptın emanetimi, nettin benim emanetimi diye. Onun için birleştir.

Vahdet İslâmi bilginin sahih bilginin, İslâmi bilgi diye bilgiyi ayırmıyorum sahih bilgiyi ben İslami bilgi kabul ediyorum. Bunun içine fizikte dahil, kimyada dahil, zooloji de dahil, botanik de dahil, biyoloji de dahil hepsi dahil. Onun için varlığın bilgisi ilahi bilgidir, Allah bu bilgiyi bazen eşyanın içine, bazen vahyin içine, bazen olayların içine, bazen de insanın içine koyar. Dolayısıyla nereye koyarsa koysun koyan el tektir, Allah’tır ve bilginin kaynağı Allah’tır ve bilgi mevhibe-i ilahiyedir verilmiştir. Bilgi verilmiştir. Bilginin mayası verilmiştir bu verilmiş olan mayayı çoğaltmak ta bize aittir. Onun için bu verilmiş olan bilgiyi vahdet yönünde mi kullanacaksınız, tefrika yönünde mi. Yani insanları ayıracak mısınız, birleştirecek misiniz. Birlik ve dirlik için mi kullanacaksınız yoksa ayrıştırma ve ifsat için mi kullanacaksınız.

Tersi budur fesatçılıktır ve bilgi ile fesat olur mu diyeceksiniz? Bugün e kadar fesat çıkaranlar bilgi ile fesat çıkarmışlardır. Şeytanın çıkardığı fesatta bu fesat türlerinin ilkine girer. Bilgiyi vahdet için kullananları alim sayın, bilgiyi tefrika için kullananların üstünü çizin, kim olursa olsun. Onun ne kadar biliyor olmasının hiçbir önemi yok, o bilginin amacını kavramamış. Bilginin amacını kavramayan biri ne kadar biliyor olmasının ne değeri var? Onun bildiğinden daha fazla hard diskler biliyor.

Dolayısıyla eğer bilgisini tefrika için kullanıyorsa, nedir bu tefrika? Öncelikle tefrikanın en özünde Allah ile peygamberin arasını kesip koparmak var. Onun ötesinde akılla kalbin arasını koparmak var. Duygu ile düşüncenin arasını koparmak var, dünya ile ahiretin arasını kesip koparmak var. Madde ile mananın arasını koparmak var.

Bir adam ki maddeyi kesip atıyor ve sadece manaya yoğunlaştırıyor. Onun için dünyayı bir tarafa atın sallayın gitsin. Dolayısıyla bu adam kesip koparıyor, bu adam bir bütünü koparıyor. Zorunlu kurulması gereken bağın, yani Allah’ın kurulmasını emrettiği bağı kesip koparanlar diyor ya bakara sure-i celilesinde onun gibi kesip koparıyor.

Bir zat ki sizi akıldan koparıyor, diyor ki sadece nas, sadece vahiy. O adam da Allah’ın bileştirilmesini emrettiğini kesip koparıyor. Çünkü sadece nas bunun içinde, ama cennete bu girmeyecek, bunu akledenler girecekler. Onun için Efela yetedebberunel Kur’an* (Nisa/82) ben Kur’an ı tak diye gönderdim, şak diye yapın diye göndermiyor bakınız, Nedir? Kur’an üzerinde onlar tedebbür etmezler mi, derin düşünmezler mi satırların aralarından satırların arkalarına geçmezler mi. Sadece ne dediğime değil ne demek istediğime de yoğunlaşmazlar mı. (Devam edecek)


TAFSİR LESSONS AL-BAQARAH (275-286) (20)

$
0
0

231

“Euzubillahiminesheytanirracim.”
“Bismillahirrahmanirrahim”

Dear friends, we continue our lesson with the verse 275 of Al-Baqarah.

275-) Elleziyne ye’kulunerRiba la yekumune illa kema yekumulleziy yetehabbetuhusheytanu minel mess* zalike Bi ennehum kalu innemel bey’u mislurRiba* ve ehalellahul bey’a ve harremerRiba* fe men caehu mevizatun min Rabbihi fenteha felehu ma selef* ve emruhu ilAllah* ve men ‘ade feulaike ashabunnar* hum fiyha halidun;

Those who commit usury will stand like those who have been possessed (obsessed with delusive ideas) by Satan (jinni). This is because they equate usury to trade. Whereas Allah has permitted trade and forbidden usury (in trade one pays the value of the good, but with usury one pays exceedingly more than the money originally owed. Hence, usury is contrary to the idea of unrequited helping and giving). So, whoever abandons usury after receiving admonition from his Rabb, his past belongs to him, his judgment will be with Allah. And whoever reverts to usury, they are the inmates of fire. They will abide therein eternally. (A.Hulusi)

Those who devour usury will not stand except as stand one whom the Satan by his touch Hath driven to madness. That is because they say: “Trade is like usury,” but Allah hath permitted trade and forbidden usury. Those who after receiving direction from their Lord, desist, shall be pardoned for the past; their case is for Allah (to judge); but those who repeat (the offense) are companions of the Fire: They will abide therein (for ever). (A.Yusuf Ali)

Elleziyne ye’kulunerRiba la yekumune illa kema yekumulleziy yetehabbetuhusheytanu minel mess Those who eat usury does stand like people who have been possessed, tricked and souls bought by satan.

As you remember, our last lessons were about the verses of charity, infak, help without waiting a retutn and spending for goodness. Now the topic has changed for usury in Qur’an. A connection has been established between a topic of charity and a topic of usury. Qur’an has put these two concepts, charity and usury, opposite sides and now it explains what kind of economical germ, a social virus and the source of many social negativity; this usury nightmare is. “Those who eat usury does stand like people who have been possessed, tricked and souls bought by satan.” So the usurer cannot act with the direction of his own heart.

Now here, why does a usurer, a usury devourer acts like a person possessed by demon, stand like a person whose soul is bought by satan? To understand this cause throughly, we should look at the nature of usury. The literal meaning of usury is bloating, overflowing. But the word Qur’an uses for usury is Riba. It’s real for is riba, not usury.

So what is Riba. In dictionary, the word of riba also has meanings like; increase, multiply, proliferate, grow as a whole, extend. Using the word usury as riba is just a semantic cheating. In my opinion Ottoman Empire founded this trick about the increasing debts they had to pay to western countries to explain the religious citizens. They had used the word usury instead of riba. But those who have the right mind figured out this semantic trick and realized that usury was indeed riba. From that point the word usury has become a part of language to describe riba.

The first verse arrived about usury is the 39th verse of the sure Rum. [Ve ma ateytum min riben li yerbuve fiy emvalinNasi fela yerbu indAllah* ve ma ateytum min zekatin turiydune vechAllahi feulaike humul mud’ifun; Rum/39]. In this verse the message briefly says; Allah doesn’t give you an increase for what you get from usury. Even this verse counts as the first step of usury restriction, the message hasn’t banned the usury completely but criticize the concept instead. This 39th verse of the Rum chapter has stand as a critic not as a law-bringer.

The only verse in Qur’an which comes with a restriction nature for usury is the 130th verse of Alu Imran. In this verse; Ya eyyuhelleziyne amenu la te’kulurRiba ad’afen mudaafeten, vettekullahe leallekum tuflihun; Al-u Imran/130. O you who have faith, to prove yourselves don’t consume multiplied return of usury.

This is the only verse arrived with a restriction nature for usury. That’s why Qur’an bans the concept of usury completely with this verse in Alu-Imran by using the expression of devouring multiplied return of usury. But the restriction of usury took its final shape with the verse we now come to translate.

As you know, usury is the form of income which is taken from depts as a reciprocation for outdated credits. Putting usury right against the charity is a sign that usury kills the goodness in humanity and crushes the feeling of helping people. So true, since we all see that usury is indeed destroys the virtues and wisdoms for helping people, holding the hands of poors and raising them back up.

In a society, higher the usury interests means higher the poverty and bad feelings. On the opposite side, low interest rates for usury means low poverty, rich society and heightened good feelings. That’s why it’s very meaningful that Qur’an shows charity, helping people without waiting a return; as a source of virtue and wisdom on a social aspect. Unlike usury which makes quite the opposite. Moving on.

zalike Bi ennehum kalu innemel bey’u mislurRiba This is for what? For the question of why people who devour usury stands and moves like they are possessed by satan? Because they say; “Trade is like usury.” Actually seeing usury and trade in the same page is a crippled logic. Because in trading; a commodity is bought, naturally a compensation must be given for that. And in trade person who buys that thing, gains a commodity. It might be a stuff or a service, a benefit and now it’s in his possession. Buys a stuff and owns a stuff. He now has a saying over that commodity. But there is no saying over the the usury of a debt. Person who has the loan has no saying over that loan since at one point he will give that back. That’s one.

Secondly, in trading a value is exchanged. There is no value created in usury. Only money gains over money. Also trading is an event which both sides have consent over. But usury borns from peoples necessity, their financial crisis and economical obstacles; usury is the form of opportunity born to take advantage from people like these and turning this opportunity to money. That’s why no generation would know the calamity of usury as our generation since we live with interest rates, mortgages and loan sharks everywhere. The biggest reason of usury is inflation, and the biggest reason of inflation is usury. These two give life to each other.

Think about a country, a newborn child borns with a debt that his grandchildren wouldn’t be able to pay. Usury is the reason for that. World is devided to two sections, those who take the debt and face the usury and those who give and eat the usury. Usurers are the ones who exploits the world and the others are the ones who are enslaved by that debts. Also interesting enough, usurers are the ones who devour 80 percent of worlds incomes with their population of 20 percent of the world. And the other side the left 80 percent of the world must feed these 20 percent and they must also have to live with the leftover 20 percent income.

What kind of division is this? Even a wolf wouldn’t do that if he becomes the king of sheeps. He can’t. How can we talk about justice in this world, how can we prevent hunger, how can we establish social life. That’s the reason why Qur’an bans usury completely. To establish the social justice and to prevent people to be turned into slaves in the hands of rich people.

ve ehalellahul bey’a ve harremerRiba But Allah has permitted trade and forbidden usury. fe men caehu mevizatun min Rabbihi fenteha whoever stops this right after receiving the direction of Allah, felehu ma selef previous gains stays with him and ve emruhu illallah the judgement of them is with Allah. ve men ‘ade feulaike ashabunnar And whoever turns his face from Allah’s advise, he is the one; hum fiyha halidun; who will be the companion of hell. And they will stay there forever.

Yes dear friends, like we used to express before, usury is a social virus. Scholars have handled the proofs that restrict this usury virus under two headlines.

1-Absolute proofs
2-Notional proofs

And with them, usury is devided to two sections as well.

1-Usury of interest rates which is banned by absolute proofs.
2-And other usury types that is restricted by notions and comparisons by other proofs.

In Qur’an the type of usury banned by absolute proofs is the type of usury which is taken from an interest rated loan. This type of usury was the only form in ignorance age. People who are in need was taking a loan and later he had to pay his loan with interest. The money owner, the loan shark as we may call now, the person who gives the loan was coming to the person in debt and asking him “Will you pay now with interest or should I raise the interest rates?” If the person who took the loan before couldn’t be able to pay at that time, the previous loan was raised which in that case he had to accept the previous loan plus interest with another interest rate. With that method, the capital money was multiplied several times more. After that the poors were becoming the slaves of loan shark and the money owners were using, exploiting the labor of the poors without moving a finger. At ignorance age this type of usury is called “Riba-i nesie”. Usury of raising interest rates. Walking usury.

And there’s Riba fadle which has been restricted by notional proofs. The usury type of cash-based trades. By paying cash in advance, the buyer might lower the price for bulk trading which in that case turns the interest rates to his advantage. Sometimes with a down payment he might buy the product with a higher quantity and a lower price. It’s a form of reverse usury. This type of usury is called Riba fadle. There are some hadith that restrict this riba. A famous hadith may be found in every sources for that matter.

Ez zehabu, biz zehebi. El varaku bil varaki, eshairu bishairi, el hintetu bil hintati, et temru bit temri ye dem biyet ve illa riban. Six items are counted. Gold, silver, date fruit, salt, barley and wheat. They can be changed with the same amount and with down payment. As in gold with gold, silver with silver; they can be exchanged without changing the value. If within the same product the value is changed this trading becomes usury. But there is another truth which we see by Imam Malik. He had accepted that buying a refined and workmanshipped gold bracelet with a higher gold value. Since the interest is not for the golds value but the workmanships additional value.

So these types of trading must be mutual. For this trading moral line has crossed where the point people are cheated, your trading partner has been misled and the persons product, service or money has been forcefully taken; the line has crossed where the trading ends end the unfair actions starts. If there’s an injustice, there is tyranny and oppression. The disease of usury infected trading is this. A gain without earning. Taking the peoples possessions by force.

At this point scholars has been devided as two groups. One group bans the usury completely, the others seperates the absolute usury like interest rates of a loan from other types of money transitions which in that case have no usury in them. For example, Ibn. Abbas had said that usury is only for interest rates of loans and his proofs in his books are like these. La riba, illa fin nesie. Usury is not admisible for money trading except the interest rates of a loan. The proof of this claim which is a hadith that Ibn Abbas said he had heard this from Usame bin Zeyd. But in same cases he also said that this one is among the false hadiths which are deleted from the originals later on and he had no idea about it so he pulled his claims back by saying “I didn’t know this.”.

Actually the basis of usury transactions should be like this. A person must avoid expoiting other peoples efforts and services and forcefully taking other peoples possessions at all cost. Whatever the name is for this act, it’s against the very spirit of Qur’an as well as the verdicts of it.

So, at this point it would be inappropriate to debate over which kinds of trading has usury in it or which usury is within Qur’ans verses and which are don’t. The main topic is this. People should act with morally and honestly. To whom? First of all, to himself. They should take the verdict from their hearts and consciences first. If there’s a verdict they heard from others which allows them to act against laws and honesty; they should know that Allah sees them all and nobody can decieve Allah.

276-) YemhakullahurRiba ve yurbis Sadekat* vAllahu la yuhibbu kulle keffarin esiym;

Allah destroys (income from) usury and increases (the return of) charity! Allah does not favor those who persist in their mistakes. (A.Hulusi)

Allah will deprive usury of all blessing, but will give increase for deeds of charity: For He loveth not any ungrateful and wicked. (A.Yusuf Ali)

YemhakullahurRiba Allah pulls the abundance from usury. ve yurbis Sadekat* and increase the fertility of charity. vAllahu la yuhibbu kulle keffarin esiym; Allah doesn’t like those infidels who persist in their mistakes. kulle keffarin esiym part can be translated as persistent infidels or ungreatfuls.

Why is there an intense reference here? Because if a man continues to eat usury over and over, even after hearing Allah’s open warning; it’s madness according to this verses statement. 275th verse was saying; person who stands and moves like they are possessed by satan.

It’s obvious that usurer cannot act logical. Because usurer is a person filled with greed. He cannot think how much money has the loan earned him from the person in front of him. He cannot think that he might lose money from that loan he gives. He cannot think the outcome will be for his benefit or his loss beforehand.

That’s why usurer acts with madness. He cannot use his mind. He cannot use his logic. Instincts, greed and the passion of piling is what drives him. He always hungry for winning. But his profit cannot hold any blessing. He always counts his earnings but he cannot check what this gain will add or substract from his happiness. Nonetheless this verse says; YemhakullahurRiba ve yurbis Sadekat Allah destroys (lifts) the blessing from usury and adds blessings to charities, helps without waiting a return.

Yes you might earn money, but nobody can add blessing to your earnings. Only Allah might give a blessing to your earnings. And obviously it’s proportional with the purity of that earning. Winning is not humanly virtuous all by itself. Winning the pure way, gaining a clean earning is a virtue.

People who say; “I don’t care where the money will come, let them come to me”; become the slaves of gain. They are like the slaves who are willingly give their leashes to other masters. They are the slaves of possession. The slaves of money. And that’s why they cannot act with intelligence. A usurer cannot use his mind, we just said. They only act with their instincts. Always search for more and more. He cannot be sated. Even their wallets, their accounts are full, their eyes cannot be sated. This unsatisfied nature drive them to a point of greed which they can devour the entire world without giving a thought. This greed of winning transforms and finally that people begin to appear as human shells which are completely out of moral values, people who can sacrifice his entire beings illogically and irrationally for gain; basically people who act like they are possessed by demons.

277-) Innelleziyne amenu ve amilus salihati ve ekamus Salate ve atevuz Zekate lehum ecruhum inde Rabbihim* ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun;

Those who believe and perform the necessary beneficial deeds, establish salat and give zakah will have special rewards with their Rabb. They will have nothing to fear or grieve. (A. Hulusi)

Those who believe, and do deeds of righteousness, and establish regular prayers and regular charity, will have their reward with their Lord: On them shall be no fear, nor shall they grieve. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne amenu ve amilus salihati Faithful. Yes. Faith is something we are sure of via knowledge and mind. Beginnings this verse with an addressing of faithfuls is about the attitude of humans agains usury. With all that knowledge and mind; don’t you believe that usury is a loss for humanity? If you believe this; with your knowledge and your minds you should believe that usury is bad for humanity, in fact it’s a virus in all economical theories. No form of economy sees high rated usury or any kind of usury as a contribution for economy. In most advanced countries, usury is extremely low if not non-existent. But if you check the third world countries you see that usury rates are very high, hence the people are very poor.

Even if you find the logic at this point, you may easily understand that usury is not just a spiritual disease but an earthly one as well. Right when you comprehed this reality, verse starts with Innelleziyne amenu, almost declaring this; O humans, if Allah restricts something for you, know that it is already bad for you. It’s a matter of trust for Allah. Those who trust Allah know that these restrictions are for their own goods. That’s why faith is a necessity. You shall trust Allah with infinity, so that you know those restrictions and orders are for your own benefits.

Of course, that alone is not enough. Trusting Allah all by itself is not enough. We should crown it, enhance it with actions and deeds. This is the second one ve amilussalihat do righteous deeds. Yes, enhancing the trust for Allah with actions. Turning the faith into a movement, turning it to an action. In my previous lessons, I said; if faith is the root of a tree, then the deeds are the fruits of it. Let’s continue.

ve ekamus Salate And those who raise the prays, who actualize the pray. I cannot say, those who do their prays because it cannot give the true meaning of this verse. What is “ikame” of prays? Turning the prays into reality. Raising the prays to its feet, vitalize and actualize the prays. If the prays are taken differently from good deeds, we see that it has a very different function. An actualized pray cannot be evaluated as just a good deed.

The function of praying should be wider, more spiritual. To be able to understand the real meaning of ikame for prays, we should check again the sura of Maun. In that chapter; prays, helping poors, protecting orphans, making good deeds and feeding the poors and hungry people concepts come side by side. They are intertwined. So in that sense, actualizing the pray, should be taken as moving the soul of prays into life, turning the prays into life. And moving on.

ve atevuz Zekate those who give their zekats. Zekat means purification. Cleansing is another word for it. Gaining inner wealth by exchanging from earthly wealth. As in, you shall give some of your wealth for the blessing of Allah and Allah shall add a spiritual fortune in your hearts. You will be given an inner wealth. Your souls shall be purified by giving awat from your earthly gains. You will be cleansed. This is the function of zekat. And all those;

lehum ecruhum inde Rabbihim Their fees, prizes, rewards are with their Rabb. As in, only Allah shall reward them. ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun; And most importantly, they won’t feel sorry for their past, nor anxious for their future. People who trust Allah, are the ones who won’t feel anxious about their future. And usurers live under constant fears and anxious. They cannot feel safe anytime. People who are cursed with greed, always look to the future with scepticism and never feel safe and sure for their futures. If a person is sure of Allah’s protection, he cannot be swallowed by greed. Because that man knows that a persons power is depleted, Allah’s help will always arrive. Allah is Rezzak-i Alem, The Sustainer of All Worlds.

That person knows that if he shows compassion to Allah’s people, Allah will show compassion to him. That’s why; ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun; They don’t carry the fears of future. And because they are sure about their future, no one can scare them. They cannot be bought, because they already dedicated their lives for eternal values. They sold their own beings to a one being, Allah. And since Allah bought them, no one else can even bargain for them.

They look at usurers with pity, with sad faces. Because usurers act with their instincts and passions not with their minds. Because they sacrificed their eternal happinesses for temporary joys. They cannot know and learn their own benefits. This is the reason why people who trust Allah are the ones who are sure about their futures because this trust come from their faiths.

They won’t feel sorry for their doings in the past. ve la hum yahzenun; they won’t feel sorrow. Because of their good deeds, sacrifices they did for others, their charities, their feeding the hungry and garbing the poor deeds; they won’t feel sorry. They will only say; “Good that we did all of them. We wish we had done more.” They won’t feel sorry at all, only feeling for them will be satisfaction.

Those who will taste the regret will be usurers, people who attack viciously to others goods, people who cannot be sated and devoure by greed. Those who lean the world and make the world and possession as their masters; they are the ones who will regret everything.

278-) Ya eyyuhelleziyne amenuttekullahe vezeru ma bekiye miner Riba in kuntum mu’miniyn;

O believers, abandon the excess from usury to be protected from Allah, if you are of the believers. (A.Hulusi)

O ye who believe! Fear Allah, and give up what remains of your demand for usury, if ye are indeed believers. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenuttekullahe vezeru ma bekiye miner Riba O you faithfuls, if you want to prove your claims of faith, know your responsibility for Allah and give up your gains from usury. If you want to prove your claims of faith, know your responsibility for Allah. If you know your responsibility for Allah, it’s only natural that you accept Allah’s invitation. You give up. Giving up cannot cover the meaning now. You should let go all kinds of gains based on usury. But if you submit to Allah, you shall give up those as well.

Remember, back in the days of Rasulallah; Abu-Bakir had come to Rasulallah and gave up his entire possessions for charity. Rasulallah asked him, “What did you leave to your children?” He answered, “I left them Allah and his Rasul.” A person who submits to Allah completely, who trusts Allah, who understands the gain as eternal fortune; not only gives up the incomes of usury or interest rates of loans, he can also spend his entire pure and clean possessions on the way of Allah. So where can be the challenge for a man like that to accept this invitation of Allah?

in kuntum mu’miniyn; Of course, if you really believe. This is the closing line of the verse. If you really believe, give up your incomes and gains based on usury. For a person to accept this invitation and follow it, he should first need a feature. That is the consciousness of knowing the responsibility for Allah. Because if a person knows his responsibility for Allah, he knows his responsibilities to people too. But if a person doesn’t know that, that people have no meaning for him. These two are in the same line. They are connected to each other. That’s why when Qur’an says, “Know your responsibility to Allah.”, you should also understand that you should know your responsibilities for people and possessions as well.

279-) Fein lem tef’alu fe’zenu Bi harbin minAllahi ve RasuliHI, ve in tubtum felekum ruusu emvalikum* la tazlimune ve la tuzlemun;

And if you don’t do this, know that you will have waged war against Allah and His Rasul. If you recognize your mistake and abandon it for good you can earn your right to receive your principal. (This way) you won’t wrong and you won’t be wronged. (A.Hulusi)

If ye do it not, take notice of war from Allah and His Messenger. But if ye repent, ye shall have your capital sums: Deal not unjustly, and ye shall not be dealt with unjustly. (A.Yusuf Ali)

Fein lem tef’alu fe’zenu Bi harbin minAllahi ve RasuliHI And if you don’t do this, know that you will have waged war against Allah and His Rasul.

This is a very heavy expression. Waging war agains Allah and Rasulallah. Why does Qur’an evaluate the situation like this? Allah qualifies a person who ignores the messages of “Give up usury, don’t act with usury, don’t devour other peoples rights” as a person who wages war against himself. Why? Because if a person doesn’t listen to Allah’s orders, then he automatically listens his inner instincts hence satans orders. If a person puts his tempting instincts against Allah’s orders; he deities his instincts. As in, he puts a false deity against Allah.

Naturally this action is a war against Allah. In this sense, every rejection against Allah’s orders is an action of putting tempting instincts, inner desires against Allah as a false god. This is openly waging war against Allah.

ve in tubtum felekum ruusu emvalikum If you repent, which also requires removing the wreckage of a sin. For your repetance to be complete you should clean all the negativity that a sin left behind. That means a complete repetance. felekum ruusu emvalikum then your capital is all yours. As in; if you give what you earn without your rights, if you amke amends and cover the losses of people you oppress; then your own money is yours. la tazlimune ve la tuzlemun; This way you neither oppress, nor you are oppressed.

This way you shall not do wrong by getting usury. Getting treated unjustly, let’s put this concept in these modern days. Losing money to inflation is also being wronged. Also removing other peoples wealths by using the inflation is a form of reverse usury. An unjust action for capital owners. That’s why we shall not wrong, we shall not wrong others by devouring usury. But nobody should want others to lose their wealth against inflation too. If after a trading, a person cannot pay his debt within the time range and the salesman loses money to inflation in that process; it is an unjustly action to the salesman this time, which is unpleasant like the opposite.

Neither do wrong nor get wronged. That’s why forwarded differences in inflation effected economies cannot be taken within the content of usury. This is not just for todays standarts; almost 700 years ago Razi, in his translation said; If a person buys a cloth with 10 money and sells it to 11 next month, it is a clean action. If something you bought at 10 money and after one month you want to sell it to 11 because of the monthly money difference, it is allowed.

Really at this point, the standards of todays enormous dimensions of inflation or should we say, the economy which suffers from high rated inflation; if justice and other peoples rights are wanted to be preserved, the rights and laws must be followed. This means, the restriction of usury in Islam, shouldn’t be used as a motive to diminish others wealths against inflation.

280-) Ve in kane zu ‘usretin fe neziratun ila meyseretin, ve en tesaddeku hayrun lekum in kuntum ta’lemun;

If (the indebted) is in financial hardship, then grant them respite until a time of ease. If you write it off as an act of charity, it will be better for you, if only you knew. (A.Hulusi)

If the debtor is in a difficulty, grant him time till it is easy for him to repay. But if ye remit it by way of charity, that is best for you if ye only knew. (A.Yusuf Ali)

Ve in kane zu ‘usretin If (the indebted) is in financial difficulty, fe neziratun ila meyseretin grant him time till it is easy for him to repay. Qur’an gives a moral advise to the money denders here. If the indebted are in a difficult condition, give them time till they are in ease for you to repay.

ve en tesaddeku hayrun lekum in kuntum ta’lemun; If you write it off, give up your right as an act of charity to the person indebted to you and having a hard time paying it back; it will be better for you, if only you knew.

281-) Vetteku yevmen turce’une fiyhi ilAllahi summe tuveffa kullu nefsin ma kesebet ve hum la yuzlemun;

Protect yourselves from the day when you shall be returned to Allah. v, and they will not be wronged. (A.Hulusi)

And fear the Day when ye shall be brought back to Allah. Then shall every soul be paid what it earned, and none shall be dealt with unjustly. (A.Yusuf Ali)

Vetteku yevmen turce’une fiyhi ilAllah and right after Qur’an finishes the topic of usury, the speech comes to the eternal future as always.

Why should you do all these, why will be the reason for what you have done, o human. And just like that, a window is opened right in front of your eyes and you are been watched your eternal future. It’s an invitation to think about your afterlife. It’s a call rescuing you from getting stuck in temporary lives parameters. It’s a summon for breaking the chains of your instincts and tempting self egos and desires, and by that opening your souls wings to fly away to eternity.

Vetteku yevmen turce’une fiyhi ilAllahi And fear the Day when you shall be brought back to Allah. Fear the arrival of a Day, know that day when you shall return back to Allah. summe tuveffa kullu nefsin ma kesebet That is when every soul shall be paid in full for what it has earned ve hum la yuzlemun; and there won’t be any injustice.

Qur’an remind us a day like this. It calls us to be aware of a day like this. A day which we will return to Allah. A day which every one of us shall be paid in full for what it has earned. A day which none of us will be wronged. The message here is this.

O human, don’t let your actions be limited in temporary earth life. As a human every action of yours has also a dimension exceeds that earthly realm. So do your deeds by evaluating, consider everything with an eye beyond the sight. Evaluate the value of every actions you take for Allah’s gaze. And ask this question; “What would Allah say?” If you ask this question, which you should first be aware of your responsibilities for Allah but if you manage to ask this question; only then you adjust your actions as Allah has ordered for you.

Right at this moment, the topic here has been moved to a different yet relevant one with the previous topic of usury. And it is time for the longest verse in Qur’an.

282-) Ya eyyuhelleziyne amenu iza tedayentum Bi deynin ila ecelin musemmen fektubuh* vel yektub beynekum katibun Bil’adl* ve la ye’be katibun en yektube kema allemehullahu fel yektub* velyumlililleziy aleyhil hakku vel yettekillahe Rabbehu ve la yebhas minhu shey’a*, fein kanelleziy aleyhil hakku sefiyhen ev daiyfen ev la yestetiy’u en yumille huve felyumlil veliyyuhu Bil’adl* vesteshhidu shehiydeyni min Ricalikum* fe in lem yekuna Raculeyni feRaculun vemreetani mimmen terdavne mineshuhedai en tedille ihdahuma fe tuzekkira ihdahumel uhra* ve la ye’beshuhedau iza ma du’u* ve la tes’emu en tektubuhu sagiyran ev kebiyran ila ecelih* zalikum aksetu indAllahi ve akvemu lishehadeti ve edna ella tertabu illa en tekune ticareten hadireten tudiyruneha beynekum feleyse aleykum cunahun ella tektubuha* ve eshhidu iza tebaya’tum* ve la yudarre katibun ve la shehiyd* ve in tef’alu fe innehu fusukun Bikum* vettekullah* ve yuallimukumullah* vAllahu Bi kulli shey’in ‘Aliym;

O believers, when you contract a debt for a specified time, write it down. Let a just person among you write it. And let the one who knows how to write not refuse to write as Allah has taught him. Let the one who has the liability (the indebted one) dictate. Let him fear his Rabb, Allah, and not leave anything out. If the indebted one is of limited understanding or a child, let his guardian dictate. Let two men be witnesses. If there aren’t two men, then let the witnesses be one man and two women, so if one of them forgets or errs, the other can remind. And let not the witnesses refuse when they are called upon. And do not be weary to write the debt, whether it is small or large, including its specified term. That is more appropriate and stronger in the sight of Allah and a more sound approach to prevent doubt in the future. Except when the transaction between you involves cash, then there is no blame upon you if you do not write it. And take witnesses even when you make a transaction. Let no scribe be harmed or any witness. For if you harm them, you would have harmed yourself. And be protected from Allah. Allah teaches you. Allah is Aleem over all things. (A.Hulusi)

O ye who believe! When ye deal with each other, in transactions involving future obligations in a fixed period of time, reduce them to writing. Let a scribe write down faithfully as between the parties: let not the scribe refuse to write: as Allah Has taught him, so let him write. Let him who incurs the liability dictate, but let him fear His Lord Allah, and not diminish aught of what he owes. If the party liable is mentally deficient, or weak, or unable himself to dictate, let his guardian dictate faithfully. And get two witnesses, out of your own men, and if there are not two men, then a man and two women, such as ye choose, for witnesses, so that if one of them errs, the other can remind her. The witnesses should not refuse when they are called on (for evidence). Disdain not to reduce to writing (your contract) for a future period, whether it be small or big; it is juster in the sight of Allah, more suitable as evidence, and more convenient to prevent doubts among yourselves but if it be a transaction which ye carry out on the spot among yourselves, there is no blame on you if ye reduce it not to writing. But take witness whenever ye make a commercial contract; and let neither scribe nor witness suffer harm. If ye do (such harm), it would be wickedness in you. So fear Allah. For it is Allah that teaches you.(A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu iza tedayentum Bi deynin ila ecelin musemmen fektubuh O believers, when you contract a debt for a specified time with each others, write it down. Record it.

This is the longest verse in Qur’an. And surely there must be a reason, a sign, a wisdom behind it. This verses topic is mostly on economy. It talks about recording, making a contract over timely debts. Also it is a full page. There might be questions about why the longest verse in Qur’an is about economy? Like I said, there’s a sign here. A truth which must be; a sign of Qur’an points that in the future the greatest problem of humanity will be economy, both personal and social level. It’s choice is not so unreasonable.

vel yektub beynekum katibun Bil’adl Let a fair scribe, a just person among you write it. Why a fair scribe among you? To ask this question and get an accurate answer, first you must know the era this verse sent down very well. Especially in a society which verbal culture is common and reading-writing is very limited, surely there would be some difficulties arisen. So Qur’an wants that people –which mostly are not capable of reading and writing; scholars or even readers are very scarce- to do their trading businesses on a law scale, with a fair manner. To make it happen, this long verse was sent down. ve la ye’be katibun en yektube kema allemehullahu fel yektub The scribe shouldn’t refuse to write. He should write as Allah has taught him. fel yektub he should write, he shouldn’t hesitate from writing.

Why is there an expression like this here? Because in that era, there are two sides who cannot read or write. The salesman cannot read or write, so was the buyer. And a third party was involved which was the scribe. He has no profit from that trade, no gain. And because both sides don’t know to read, they have no idea what he writes down. All transaction is based on scribes honesty. That’s why the rule of a fair scribe is a necessity. You can imagine what kinds of problems surface if there are objections. So in that time period, you should realize what a great revolution was this verse; since it made possible for true believers to trade within the range of laws and able to prevent those whole transactions to turn into social scars.

velyumlililleziy aleyhil hakku Let the indebted side dictate. It says whoever is in debt, that side should make the recording. This is the liability given to the indebted side be this verse. vel yettekillahe Rabbehu He should know his responsibility for Allah which is his Rabb. ve la yebhas minhu shey’a And not leave anything out from his debt. The indebted side should speak fairly when he dictates the scribe. Saying him everything like “I owe that much to this person.”

Normally a fair scribe should record the declaration of both sides. Because if he only writes down the indebted side, then the document becomes one sided and comes from the words of the person who is in debt. So if the indebted side dictates false statement, if he dictates less debt or more somehow, then the document seal only his words. This is the spot where the indebted side to show his debt lesser or the lending side to show his collecting more are both totally restricted.

fein kanelleziy aleyhil hakku sefiyhen ev daiyfen ev la yestetiy’u en yumille If mentally inadequate, fein kanelleziy if the indebted part is mentally inadequate sefiyhen or sefih, we can translate this as uneducated or very naive. ev daiyfen or inadequate as body, as in his age is under limits of trading. ev la yestetiy’u en yumille or in a state which renders him unable to dictate, huve then this time felyumlil veliyyuhu Bil’adl the person who is tasked to protect his benefits should dictate the document fairly. vesteshhidu shehiydeyni min Ricalikum “When all these are happening you should use two men as witnesses.” says Qur’an. One side is the buyer, other side is the tradesman or money lender in some occasions. Both unable to read or write. And then there is a scride as conduit, middle man who knows how to read and write. And now two sides are joined the transaction. Two people come to the picture in trading. These are witnesses.

fe in lem yekuna Raculeyni feRaculun vemreetani mimmen terdavne mineshuheda If there aren’t two men, then let the witnesses be one man and two women.

And here comes the part of the verse which is used by the ignorant people who don’t understand Qur’an as they should do; as an excuse to show that Qur’an says things against women rights. Right at this point all these accusations are nothing but slanders against both Qur’an and Islam. We should understand the words of this verse throughly and carefully. Only then we may see that these accusations are all but slanders, ignorant assaults and totally wrong but in fact Qur’an has made the greatest revolution. What is this greatest revolution? As you know the era when this verses sent down, women hadn’t been used in any form of legal processes. They are out of laws reach. In fact not only in that region, all world was in that state. Both eastern and western civilization in that era had counted women as non-existent socially. They were non-existent legally. They weren’t counted as humans. In that world, first time, Qur’an has chosen to include women in the legal processes. This is what needs to be taken under light, including of women into legal processes.

So should the verse be taken like “two women equals to one man”; the verse answers this claim openly and declares that it would be false and lie. The verse says; “Let two men as witnesses, if it isn’t possible to do so, then let it be one man and two women.”

At this point you will ask why? Because every order has reasons underneath. They all have wisdom. Sometimes these reasons are open, sometimes they are sealed. Sometimes the reasons come with the other or can be understood from the orders words. Like this verse. The reason of this verse resides within the order itself. As in the reason is given with the order. Why two women?

en tedille ihdahuma fe tuzekkira ihdahumel uhra so if one of them forgets or errs, the other can remind. So the other one takes her place. It’s clear, this is the reason. The following question is this, “Why is it necessary?” As in why all these are not a requirement for men but a thing for women. One woman forgets or errs, the other one corrects her and takes her place as witness.

Now it’s a well-known truth that women of that era were mostly out of trading businesses. Trading was a man-only type of occupation. Althought some women were involved with trading like Hz. Hatice, their involvements weren’t with direct contact. They hadn’t kept their accounts by themselves. They were women who give their money to other mens to gain from trading businesses. In that era no women were involved personally in the trading hence they had no knowledge about the processes if buyings and sellings.

Despite this fact Qur’an considered and started an application for the first time in that era. Involving women in trading businesses and contracts. This was a total revolution and made a deep inpact in such a patriarchic community.

With that revolution however Qur’an kept the inexperience nature of women in business for consideration and brought a term to protect the possessions and gains of people. Two women witnesses. This was not a term which puts two women as equal to one man. Why? This was a term because if one woman forgets or errs, the other woman should be present to remind her.

Let’s think about this mathematically. John, Mary and Sue are witnesses. John delivers his statement. Mary forgets so Sue steps in and this time Sue’s statement is taken. Because Mary forgets. It is then Sue’s testimony is required. And Sue delivered her statement just like John did. So in that case how many people are taken as witnesses. Two people, not three. So what kind of approach is to take this clear term and turn it into an understanding of two women equals to one man. There’s no such thing. It is there so that first one forgets, second one reminds her; first one gets wrong, second woman is there to remind her. If the first woman becomes unable to give her statement, second woman is there to deliver the truth. The expression here;

en tedille going astray, forgetting, doing wrong, getting confused, there are many meaning for this expression but mostly are in this frame. That’s why it can be used for confused, forgot, deviate, wrong even deliberately tricked. One woman replaces the other woman who tries to trick. So where is the two women equals to one nonsense in all these?

Plus we can prove this claim wrong by also using Qur’an. Chapter Nisa/15. For fornication four witnesses are required. For a person to be charged for fornication, Qur’an demands four witnesses. There is no discrimination of man and woman. All witnesses might be women or entirely men. There’s no term like “If they are all women, they must be eight women.” There’s no such thing.

Also in the second verse of Talak chapter, two witnesses are requires. Also there’s no man or woman requirements there. In these chapters the witnesses requirements are with adult natures. They all must be taken as mentally full grown. Term always comes with grown statements. Talibiyet (superiority) is a necessity so witnesses are taken from the most capable individuals. In arabic language it is usually comes with “eril” term. It is not about male or female discrimination because when “eril” term is used as plural form it includes all men and women inside and the orders and verdicts include them all.

That’s why in verse 2 of Talak, two witnesses are required but there’s no terms marked as male of female. We might come across several interesting examples in the verses of 4 and 8 of Nur chapter. Husbands and wives which don’t trust each other and slander each other with fornication claims. In that case they are called for oaths. The oaths and curses begin with male side first. He takes an oath four times saying; “I swear to Allah that I didn’t do fornication.” Four times. By the fifth times, the oath must be turned to a curse, saying; “If I did any fornication; Allah’s curse shall be upon me.

After that the wife takes over the oaths and swears four times just like the man. And for the fifth time ends the oath with a curse saying; “Allah’s curse shall be upon me.” This proces is called “Mulaene.” In fornication slanders, sides may call each others for this process. If there is a difference between man and woman that must be taken as considation; if two women would really be equal to one man; if woman’s testimony is half as reliable as man’s, then she should swear eight times for mans four oaths. But also, there is no such thing.

Also in the verse 106 of Maida, there is an expression like two witnesses from outside. Two witnesses which are not among you. So it is possible to use non-muslim individuals as witnesses. So in that case should we also say; a non-muslim man is equal to two muslim woman as well. Who can say such a thing? Who says this?

That’s why it is possible to use Qur’an for openly denying the slanders against Qur’an, because verses verdict comes with all the explanations we need. What’s it say?

en tedille ihdahuma fe tuzekkira ihdahumel uhra if one of them forgets, errs, says wrong or deflects; the other one should correct her and say the truth. ve la ye’beshuhedau iza ma du’u and witnesses shouldn’t run from the task when they are summoned. ve la tes’emu en tektubuhu sagiyran ev kebiyran ila ecelih And do not be weary to write the debt, whether it is small or large, including its specified term. This sentence carries the same meaning with the beginning sentence of this verse. Always try to write the debts with timeline, always record them.

About these expressions, from the point of fektubu in the first sentence of this verse –you must write it- or from the point of this sentences origin; scholars debate over this orders nature; whether it is a must duty or an advise. Most of the scholars have reached a conclusion of an advise nature. But I believe that according to this verse there are times that this order can be taken as a must duty and there are times which shall we take it as an advise. Because I say; it’s all about the situation. Writing down the debts with timelines have their situations. With the next sentence of this verse, these situations are explained.

zalikum aksetu indAllah The reasons, the situations of recordings. It is considered fair by Allah, that’s one. The first reason is to reach a fair ground and actualize the justice in that process. Second; ve akvemu lishehadeti It is more reliable to show as proof. Second is the proof reliability. In case of an objection, the record is the first evidence. Third; ve edna ella tertabu It is more convenient in case of doubts. To remove any doubts, to erase any suspicions. As you can see there are three reasons for it.

A debt, a trading; if there’s a slightest doubt about justice, a tiny bit of trust is needed; then writing all things down is required. But if it is possible to erase any doubts, prevent any injustice and secure the proofs with any other kind of tools, any other kinds of ways; then writing down might become unnecessary. Only then these words in this verse become advices.

If securing justice, erasing doubt and proving claims can be done by other means and there are no problems in that area, then this verse should be taken as advice. But if these three situations can only be met by writing, then this verse should be taken as an order.

illa en tekune ticareten hadireten tudiyruneha beynekum But if your trading is based on prepayment then in that case; feleyse aleykum cunahun ella tektubuha there is no sin, no consequences for you in not to writing it down, recording it.

ve eshhidu iza tebaya’tum And take witnesses even when you make a transaction. ve la yudarre katibun ve la shehiydun Let no scribe be harmed or any witness. As in there should be no harm for witnesses just because they do their duties as witnessing or no harm for scribe just because he does his job. ve in tef’alu if you do that; fe innehu fusukun Bikum if you try to harm the witnesses and the scribe, like forcing the witnesses to perjury or fraudulence or the scribe to record inaccurate informations, only you harm yourselves for result.

fusukun Bikum, fusuk, there is a word comes from the root of fisk. fusukun Bikum. The word fisk had never been used with that meaning in ignorance age. It has a neutral meaning. It means getting out of some place. But here I choose a meaning which involves that root too and use it as a result word. The result, the outcome is for your harm. Vettekullah Know your responsibilities to Allah. ve yuallimukumullah Do you realize what Allah wants to do with all these? Allah educates you, Allah teaches you. vAllahu Bi kulli shey’in ‘Aliym; Bear in mind that Allah knows everything with every detail.

283-) Ve in kuntum ala seferin ve lem tecidu katiben ferihanun makbudatun, fein emine ba’dukum ba’dan felyueddillezi’tumine emanetehu velyettekillahe Rabbehu, ve la tektumushehadete, ve men yektumha fe innehu asimun kalbuh* vAllahu Bi ma ta’melune ‘Aliym;

If you are traveling and cannot find a scribe, pledges may be taken in word. If you trust each other, let the trustee restore the pledge faithfully and let him fear his Rabb. Do not conceal what you have witnessed. Whoever conceals his testimony, indeed his heart is guilty (unable to reflect its essence; veiled from its reality). Allah knows what you do in the scope of the letter B. (A.Hulusi)

If ye are on a journey, and cannot find a scribe, a pledge with possession (may serve the purpose). And if one of you deposits a thing on trust with another, Let the trustee (faithfully) discharge his trust, and let him fear Allah, his Lord. Conceal not evidence; for whoever conceals it,- His heart is tainted with sin. And Allah Knoweth all that ye do. (A.Yusuf Ali)

Ve in kuntum ala seferin ve lem tecidu katiben ferihanun makbudatun If you are traveling and cannot find a scribe… Considering the facts of that era, including the number of people who know reading and writing were very few; you may understand the need of this verse much easier. In that case; ferihanun makbudatun a pledge may be used for that purpose.

fein emine ba’dukum ba’dan felyueddillezi’tumine emanetehu velyettekillahe Rabbehu if you trust one another, if you trust each others, felyueddillezi’tumine emanetehu let the trustee restore the pledge faithfully. He shouldn’t betray that trust. He should do what he is supposed to do. velyettekillahe Rabbehu He should realize his responsibilities for and fear from Allah. ve la tektumushehadete And don’t conceal the evidence, testimony, witnesses. ve men yektumha fe innehu asimun kalbuh Whoever conceals his testimony, and let others be hurt for it; indeed his heart is guilty.

An interesting expression, guilty heart, a sinner heart. A heart becomes a sinner. As in; satan takes over the capital of body country. If a heart becomes a sinner, it is like a mirrors dark covering is peeled off and it couldn’t show the truth anymore. It is like a hearts heaven turns into a hell. A sinner heart is the destination of a heart turns into a stone without the feelings of remorse and love.

This is the destination point of a hearts journey to become a sinner. That’s why prophet says; “iza fesedeha fesedel beden ve iza salahaha salahal beden ela vehiyel kalp.” “There’s an organ in the body, if it is good, the whole body is good, if it is corrupted, the whole body breaks. It is heart.” At this point it issafe to assume that whoever takes over the control of heart –the capital of body- it can control the entire country including suburbs like hands, feet, eyes, ears, tongue and lips. They are all in hearts disposal.

Remember when we translated the 225th verse of Baqarah, we came across a similar expression. ve lakin yuahizukum Bi ma kesebet kulubukum Allah won’t hold you responsibles for your empty oaths. But you will be responsibles for your hearts gains. This was the verse. The gains of hearts. The incomes of heart. Don’t say it is just a heart. Heart is the reactor of a nuclear plant. The power generated in that facility can destroy or vitalize an entire world. vAllahu Bi ma ta’melune ‘Aliym; Allah is aware of all things you do.

284-) Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* ve in tubdu ma fiy enfusikum ev tuhfuhu yuhasibkum BiHIllah* feyagfiru limen yeshau ve yuazzibu men yesha’* vAllahu ala kulli shey’in Kadiyr;

Whatever is in the heavens and the earth belongs to Allah (to manifest His Names)… Whether you show what is within your consciousness (your thoughts) or conceal it, Allah will bring you to account for it with the quality of the Name Hasib. He will forgive (cover) whom he wills and cause suffering upon whom He wills. Allah is Qadir over all things. (A.Hulusi)

To Allah belongeth all that is in the heavens and on earth. Whether ye show what is in your minds or conceal it, Allah Calleth you to account for it. He forgiveth whom He pleaseth, and punisheth whom He pleaseth, for Allah hath power over all things. (A.Yusuf Ali)

Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard Whatever is in the heavens and the earth belongs to Allah. Just when the chapter is about to be finished, a declaration which gives us the summary of this sura; the index of Qur’an. And these are the closing verses of it. Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard Whatever is in the heavens and the earth belongs to Allah. O human, you too belong to Allah. That’s why Allah defines the human life since all of them are belong to Allah. So if you forget why Allah puts all these rules, it’s because you belong o Allah. And don’t you forget that Allah is not only the god of heavens but god of earth as well. Allah doesn’t just stand far over somewhere, Allah is here too. Allah interferes this life too.

ve in tubdu ma fiy enfusikum ev tuhfuhu yuhasibkum BiHIllah Whether you show what is within you or conceal it, Allah will bring you to account with it. You will be hold responsible for all things you conceal or reveal.

There’s a connection to this with the topic above, the witnessing business. What can you change for Allah if you conceal a truth you witnessed before. Allah knows. But naturally this verses context is way more comprehensive than just witnessing. That’s why we should think this verse independently from the verses above and figure out that this expression is about all the actions and thoughts that human has.

feyagfiru limen yeshau ve yuazzibu men yesha’* Allah forgives whom he wills and cause suffering upon whom He wills. vAllahu ala kulli shey’in Kadiyr; Allah has power over all things.

285-) Amener Rasulu Bi ma unzile ileyhi min Rabbihi vel mu’minun* kullun amene Billahi ve MelaiketiHI ve KutubiHI ve RusuliHI, la nuferriku beyne ehadin min RusuliHI, ve kalu semi’na ve eta’na gufraneke Rabbena ve ileyKEl masiyr;

“The Rasul (Muhammad saw) has believed in what was revealed (knowledge that emerged from the dimensional depths) to him (to his consciousness) from his Rabb (the qualities of the Names of Allah comprising his essential reality). And so have the believers! They have all believed (in line with the meaning denoted by the letter B) that the Names of Allah comprise their essence, and in the angels (the forces of the Names constituting their being), the Books (all revealed knowledge) and the Rasuls… They say, “We make no distinction between (the ways in which the knowledge of Allah was revealed to) His Rasuls… We have perceived and obeyed, we ask for your forgiveness our Rabb; our return is to You.” (A.Hulusi)

The Messenger believeth in what hath been revealed to him from his Lord, as do the men of faith. Each one (of them) believeth in Allah, His angels, His books, and His messengers. “We make no distinction (they say) between one and another of His messengers.” And they say: “We hear, and we obey: (we seek) Thy forgiveness, our Lord, and to Thee is the end of all journeys.” (A.Yusuf Ali)

Amener Rasulu Bi ma unzile ileyhi min Rabbihi vel mu’minun The prophet has believed in what was revealed to him from his Rabb and so have the believers. kullun amene Billahi They all have believed Allah. ve MelaiketiHI Allah’s secret powers, they all have believed Allah’s angels. ve KutubiHI Allah’s revelations, messages. ve RusuliHI Allah’s prophets. And said; la nuferriku beyne ehadin min RusuliHI We make no distinction between one and another of Allah’s prophets. Neither they rejected the Jesus and Muhammad as prophets like Jews have done nor rejected Muhammad as prophet like the Christians have done. We know the fact of believing Muhammad means believing all other prophets as well and we make no distinction between one and another. We believe all prophets. We know that they all had taken their messages from the same source. And we know that they are chosen and sent by Allah.

ve kalu semi’na ve eta’na And they say: “We hear, and we obey: gufraneke Rabbena ve ileyKEl masiyr; we seek your forgiveness our Rabb; our return is to You.” This is a follow up of a verse we studied earlier. As you remember; ..ve in tubdu ma fiy enfusikum ev tuhfuhu yuhasibkum BiHIllah Whether you show what is within you or conceal it, Allah will bring you to account with it. According to the stories the day this verse was heard in Madina; there were deep cries in all houses in the entire city. They all came to Rasulallah and said; O Rasulallah, we are ordered to pray, so we have. We are ordered by fasting, so we have. We are ordered by zekat, so we have done. We are ordered by Jihad and we gladly lay our lives for it. But this verse says that we will be hold responsible for what we think, what we conceal within our own beings. We have some emotions, some thoughts in us that no sane person wants it in his heart even if you give him the entire earth. But we have that thoughts. They said this and Rasulallah answered;

Are you saying; semi’na ve aseyna, we heard and we rebeled like those before you? Are you saying we heard and we rebeled? They were crying because they were taking this verse seriously. Because they were taking the Qur’an seriously. They couldn’t acted as blind and deaf for the verses. They were all thinking like “How can we live this verse in our lives? That’s why the verse this house had touched was like a funeral home at that time and this was the conversation between them and Rasulallah.

That’s when Rasulallah offered them this proposition. Don’t say that. Say this. semi’na ve eta’na gufraneke Rabbena ve ileyKEl masiyr; We heard O Rabb and we obeyed O Rabb. We ask for your forgiveness o Rabb. Our return is to You. And since they were repeating these words their prays become the verse and came down to earth from heavens. This is the reason of arrival for this verse. It’s almost like a herald, a good news, this verse.

286-) La yukellifullahu nefsen illa vus’aha* leha ma kesebet ve aleyha mektesebet* Rabbena la tuahizna in nesiyna ev ahta’na* Rabbena ve la tahmil aleyna isran kema hameltehu alelleziyne min kablina* Rabbena ve la tuhammilna ma la takate lena Bih* va’fu anna, vagfir lena, verhamna, ente mevlana fensurna alel kavmil kafiriyn;

Allah will never hold anyone responsible for that which they have no capacity. What he earns (as a result of his good deeds) is for his self, and the consequences of (his bad deeds) is also for his self. Our Rabb, do not punish us if we forget or make a mistake. Our Rabb, do not place upon us heavy duties like the ones you placed on those before us. Our Rabb, do not place on us a burden we cannot bear. Pardon us, forgive us, have grace on us. You are our protector. Give us victory over those who cover the reality (disbelievers) and deny You. (A.Hulusi)

On no soul doth Allah place a burden greater than it can bear. It gets every good that it earns, and it suffers every ill that it earns. (Pray:) “Our Lord! Condemn us not if we forget or fall into error; our Lord! Lay not on us a burden like that which Thou didst lay on those before us; Our Lord! Lay not on us a burden greater than we have strength to bear. Blot out our sins, and grant us forgiveness. Have mercy on us. Thou art our Protector; Grant us victory over the unbelievers.” (A.Yusuf Ali)

La yukellifullahu nefsen illa vus’aha Good news continues via these words; Allah never places a burden greater than it can bear. No one will be responsible for the things which they have no capacity on. leha ma kesebet ve aleyha mektesebet It gets every good that it earns, and it suffers every ill that it earns. Ragip el-Isfahani says; the kesb word in first sentence and the iktisab in the second one have both different meanings. Kesb is something a human earn by himself or help others to earn. As in the good deeds you help in this life is written to you as a good deed as well. But iktisap is what you earn solely, so your wickedness is only your earning. Wickedness has a limit, it limits you with only your doings. But good deeds are limitless. You can earn gainings from other peoples good deeds you help.

Rabbena la tuahizna in nesiyna ev ahta’na Our Rabb, do not punish us if we forget or make a mistake. Rabbena ve la tahmil aleyna isran kema hameltehu alelleziyne min kablina Our Rabb, do not place upon us heavy duties like the ones you placed on those before us. Rabbena ve la tuhammilna ma la takate lena Bih Our Rabb, do not place on us a burden we cannot bear. va’fu anna, Pardon us vagfir lena, forgive us, verhamna, have grace on us. ente mevlana You are our protector. ensurna alel kavmil kafiriyn Grant us victory over the unbelievers. Grant us victory, conquest, celestial help. Amen! Vel Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn;

This pray will continue to echo over true believers tongues and help the believers to have meanings in their lives by crowning their faiths until the days are over. Because those who show faith in Allah, gain the meaning of life. And those who gain the meaning of life, realize that even joy and pain they feel have all meanings. Not just their lives, even their deaths have meanings.

I pray all of you to have meaningful lives.

Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.
“Esselamu aleykum.”


ESMA DERSLERİ (ALLAH) (9-2)

$
0
0

ALLAH

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

(9-1) den devam

Müteşabihatın varlığı da bunun içindir. Neden Allah Kur’an da muhkemat yanında müteşabihat ayetler, yani birbirini te’yid eden ikili bir sistem kurmuştur diye sorarsanız, ilk bakışta anlaşılmayan ama derin bir bakışla anlaşılacak olan nedir diye soracak olursanız, muhatabından aklını çalıştırmasını istediği içindir. Yani bana yaklaşırken kiraya verilmiş bir akılla yaklaşma. Bana yaklaşırken senin içine koyduğum, indirdiğim vahiy olan aklı kullan. Yani ben vahyi içinde ki vahiyle oku.

Onun için ne muhteşemdir değil mi Haris el Muhasibi’nin; akıl Kur’an dır, Kur’an akıldır demesi ne muhteşemdi. Bu sözü söyleyen adamın ayağı öpülür. Bir zamanlar ariflerimiz böyle sözler söylüyor ve bunu da yaşıyorlardı. Ama daha sonrakiler bu sözleri söyleyenleri ilan ettiler maalesef. İşte problem burada. Bilgi vahdete çağırıyorsa bilgi sosyal amacını gerçekleştiriyor, yok tefrikaya çağırıyorsa dedim ya o bilgi sahibinin zihnine durmuş bir taştır. Kendine hayretmemiş ki bizlere hayretsin.

Dördüncüsü bütünleştir, dördüncü “B” miz. Tevhide delalet eder. Nedir? Aslında her bildiğimiz şey parçanın bilgisidir. Dolayısıyla her bildiğimiz şeyi ait olduğu bütün içinde anlamaya çalışacağız. Yani Bilgimiz arttıkça aslında tevhidimiz artacak. Allah’ın varlığına ve birliğine olan imanımız kemale erecek bilgimiz arttıkça. Bu da nasıl olur? Sanatın içinde sanatkârı görerek, eserin içinde müessiri görerek, fiilin içinde faili görerek değil mi. Mahlukun içinde Hâlık ı görerek, O’nun tecelliyatını izleyerek. Bunu da nasıl becerebiliriz? Esma ül Hüsna aracılığı ile. El Esma ül Hüsna işte bize bunu temin eder. Yani sanatına bakarak sanatkârı görmeyi, fiile bakarak faili görmeyi, esere bakarak müesseri görmeyi temin eder.

Esma ül Hüsna bu manada vesiledir, vesile-i hakıkıyyedir, gerçek vesiledir ve biliyorsunuz 3 sahih vesile vardır, bir dördüncüsü yoktur.

1 – Allah’a ulaşmaya vesile Esma ül Hüsna dır.

2 – Duadır,

3 – Amal-i salihadır, salih amellerdir.

Üç hakiki vesile var, bu üçüne sarılan Allah’a ulaşmaya bir vesile bulmuştur. Bu üçünün dışında bir dördüncü icat eden kendini Allah’ın yerine koymuştur.

Bütünleştirmeyen bir bilgi şirke yol açar. Onun için bakınız bilgin olur, bilgiç olur, ukala olur ama alim olmaz. Her bilgin alim olamıyor. Niye? Bütünleştiremediği için, parçanın bütüne atfını göremediği için. Parça ile bütün arasında ki ilişkiyi keşfedemediği için. Parça ile parça arasında ki ilişkiyi keşfediyor ama parça ile bütün arasında ki ilişkiyi göremiyor. O parçayı bütünün içinde görse ne olur? Hakikaten parçayı bütünün içinde gördüğü zaman insan şu kanaate varıyor?

Ya Rabbi neyi yarattın, neyi nereye koydunsa o orada olması gerekir. Her şeyi merkezine koymuşsun ya Rabbi. Hepiniz merkez efendi oluyorsunuz o zaman. Eşyayı nereye koymalı? Merkezine. Peki o zaman eşyanın merkezi neresi? Allah’ın koyduğu yer. Mâ hulika leh yaratılış amacı. Bir şeyi Allah’ın koyduğu yere koymak insan için hikmettir. Allah için hikmet ise bir şeyi yerli yerinde yaratmaktır. Dolayısıyla Hakîym olan Allah bir şeyi yerli yerinde yaratır El Hakîym olan Allah’ın hikmetinin tecellisine mazhar olan insan da bir şeyi Allah’ın yarattığı yere koyar, tersi zulümdür. Zulüm bir şeyi yerinden etmektir kök manası odur. Onun için ilim bütünleştirir, bütünleştiriyorsa ilimdir.

Bu derslerin amacı 4 “B” dedim ama bu derslerin sadece bilgi yönünden amacı 4 “B” bir de eylem yönünden amacı var. Bunların birincisi aktif iyi kılmak. Bu dersler bunun için yapılıyor. Ne olursunuz bu dersleri gel otur al götür dersi olarak görmeyin, bu dersler bir değişim projesinin parçasıdır, bir dönüşüm projesinin bir parçasıdır. Mevcut halinden memnun olanın bu derslere gelmesine gerek yoktur. Peşinen söyleyeyim lütfen. Onun için sadece salonlarda dinleyen kardeşlerime konuşmuyorum şu anda canlı yayında, ekranları başında tüm kabilden Moskova’ya, Filistin’den Londra’ya varana kadar. Asya’nın kuzey taraflarında ve doğu – Batı Avrupa’nın her yerinde b izi izleme imkânı bulan kardeşlerimize de konuşuyorum.

Bu derslere eğer kendinizden memnunsanız devam etmenize gerek yok. Ama yok ben yeterli değilim, ben mükemmel değilim, tamam yetti, bitti demiyorum. Ben muhtacım benim öğrenmem lazım, benim değişmem lazım benim olgunlaşmam lazım diyorsanız ki ben nefsime öyle diyorum. İçinizde olgunlaşmaya en muhtaç olan bu kardeşiniz. Bunları size anlattığı için çok, çok iyi bildiği anlamına gelmiyor, bunları size anlatma makamında oturması hasbel kader kendini burada buldu. Siz hoca diyorsunuz, aslında o talebe, o bir Kur’an talebesi. İnşaAllah bir ümidim var hikmetin merkezinde değilim, henüz onu tam kavrayabilmiş değilim. Ama sizin aranızda olmakla hikmetin dışında da olmadığımı ümid ediyorum, sanki koridorundayım gibi. İnşaAllah bu mübarek, mücellâ ve seçkin mü’minlerin arasından rabbim beni almaz, ahiretin de koridoruna, cennetin de koridoruna sizinle beraber koyar. Böyle bir ümidim var. Onun için sanmayın ki buraya oturmakla ben size hocalık taslıyorum, ben hikmetin kaynağını bulmuşum, olmuşum, yetmişim, bitmişim.

Hayır noksanımı biliyorum, eksiğimi biliyorum, aczimi biliyorum ve itiraf ediyorum, sizi şahit tutuyorum. Rabbim her şeyi görüyor ve biliyor. Ya Rabbi noksanımızla, eksiğimizle, kluz kulluğumuzla bizi kabul et diyorum ve sadece bildiklerimi paylaşmak için huzurunuza çıkma cüreti gösteriyorum. İnşaAllah bildiklerimi paylaşırsam öyle ümit ediyor, Rabbimden öyle umuyorum ki bilmediklerimi bana öğretir. İnşaAllah yaşadıklarımı yaşatmaya çalışıyorsam Rabbimden ümit ediyorum ki yaşayamadıklarımı şu veya bu gerekçeyle yaşayamadıklarımı, yaşamakta acze düştüklerimi bana yaşatmayı nasip eder. Beni bu konuda muvaffak kılar.

Aziz kardeşlerim aktif iyi olmak bu derslerin fiili amaçlarından biri. Çünkü aktif iyi olmaksızın aktif iyilerin galip olduğu bir dünyayı kurmak mümkin değil. Pasif iyilerin geleceği olmaz. Başımıza ne geliyorsa kötülerden geliyor diyenler doğru söylemiyor onlar. Çünkü hiç kimse annesinden kötü olarak doğmadı. Yer yüzünde kötü bir bebek yoktur. O zaman kötülük sonradandır, kötülük asli değil arızidir, kötülük tabii değil arızidir.

Peki yer yüzünde her doğan İslam fıtratı üzere doğuyorsa, Allah’ın kendisi üzere yarattığı saf fıtrat üzerine doğuyorsa, Rum/30. ayetinde müjdelendiği gibi. Ne oluyor da bu kadar kötülük saçılıyor, yayılıyor, nereden çıktı bu kadar kötü?

İyiler yüzünden diyorum cevabım bu. Peki iyiler yüzünden niye kötü çoğalsın ki? Pasif iyiler yüzünden diyorum. Çünkü her kötü önce pasif iyi olur sonra aktif kötü olur. Eğer iyiler aktif iyi olsaydı kötülüğe dur derlerdi ve kötülükle mücadele ederler kötüler kötü olmazlardı. Kötüler iyi iken ele alırlar ve onların kötü olmaya giden yollarını tıkarlardı. Onlara nereye gidiyorsunuz derler, iyiliği yayarlar, iyiliğin güneşi olurlardı. Onun için pasif iyiler yüzünden oldu ve pasif iyilerin geleceği olmaz. Bunun için çok uzağa gitmeye gerek yok, Endülüs’e gidin yeter.

Geçen hafta fakir Endülüs’teydi yine, sizin yerinize de gördüm sizin yerinize de gezdim sizin yerinize de yandım sizin yerinize de içime kıymıklar battı. Sizi yüreğimde götürdüm adeta. Ama mutlaka Endülüs acısı yüreğinizde görmeniz ve bilmeniz lazım. Yer yüzünde yaşanan Endülüs medeniyeti gibi muhteşem bir tecrübe nasıl sıfırlanır dostlar. Meşhur Arap şairi Ali El Carim öyle diyor,

Yer yüzünde hiçbir ölünün arkasından, Endülüs’ün arkasından döküldüğü kadar gözyaşı dökülmedi. Duyabiliyor musunuz Yer yüzünün en büyük ve ilk üniversitelerini yer yüzüne kazandır mışız. İbn. Rüşt’ü kazandırmışız, İbn. Batuta’yı kazandırmışız, İbn. Haldun’u kazandırmışız, İbn. Hazm’ı kazandırmışız. Kurtubi’yi kazandırmışız ve yüzlerce alimi kazandırmışız. Botaniğin büyük babası, botanik biliminin en büyük kurucusu sayılan İbn. ül Baytar’ı kazandırmışız. 220 tıp aletinin çizimini yapan, bu aletlerden yarısını da ilk defa kendisi icat eden büyük alimler kazandırmışız. Yer yüzün küre olarak ilk defa haritasını yapan, kurşundan bir küre döküp o gün bilinmeyen coğrafyaları buralarda gösteren İdris’i leri kazandırmışız.

Ama ne olmuş bize de ondan sonra bu büyük tecrübe sıfırlandırmış. Şimdi camiler kilise. Gırnata da 27 camiyi ayakta, 27 tane kilise var sadece,çünkü hepsi kilise. Kurtuba Camii kebirinde yer yüzünün incisi, bakmaya kıyamazsınız 32.000 kişi kapalı alanda namaz kılıyordu caminin içi. Fakat şimdi bir kişi 2 rekat namaz kılamıyor, kıldırmıyorlar.

Nasıl olmuş bu tecrübe? Dönüp dolaşıp söz oraya geliyor evet, iyiler yüzünden. İyiler pasif olmayı kabul ettikleri anda aktif kötüler çoğalıyor. Onun için lütfen bu tecrübe bir kez yaşanır demeyin, bu tecrübe Allah göstermesin bir daha, bir daha, bir daha yaşanabilir. Eğer biz mevcut halimizde durmakta ısrar edersek, halimizi değiştirmezsek. Ama halimizi değiştirirsek Allah’ta bizim istikbalimizi değiştirir.

innAllâhe lâ yuğayyiru ma Bi kavmin hatta yuğayyiru ma Bi enfüsihim. (Ra’d/11) bir toplum kendi bünyesinde, zatında nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah o toplumum halini değiştirmez, gidişatını değiştirmez. Mevcut halimiz en iyi haldir diyen varsa o zaman bu duayı etmesin, duaya amin demesin. Ama mevcut halimiz yetmez, iyi halde değiliz, ve iyiye de gitmiyoruz diyorsa o zaman halimizi değiştirelim ki Allah istikbalimizi değiştirsin inşaAllah. Bu manada aktif iyi olmak maksadıdır bu derslerin.

İkincisi hikmete nail olmaktır. Hikmete nail olmak hiç kuşkusuz ki isabetli hüküm vermeyi yeteneğine nail olmaktır öncelikle. İsabetli hüküm verme yeteneğine nail olmak için elbette bilgilenmek gerekli, bilinçlenmek gerekli, birlemek gerekli, bütünlemek gerekli. İsabetli hüküm verme yeteneğine sahip olmak için bunlar yetmez, aynı zamanda amel gerekli, eylem gerekli. Yani bildiklerinizi yaşamak gerekli. Çünkü hikmet yaşanmayacaksa o hikmet nasıl çoğalır.

Rabbimiz; Yü’til Hıkmete men yeşâ’ (Bakara/269) Allah hikmeti dilediğine verir buyuruyor. Aslında Allah hikmeti vermeyi dileyene verir. Allah dileyene hikmet vermeyi diler. Demek ki hikmeti istemek lazım. Çünkü Yeşa’ fiili hem men i görüyor, hem hüve yi, Allah’ı görüyor. Dolayısıyla Allah hikmeti verir ama kime verir? Dileyene verir. İki faile birden bakıyor yeşa’ fiili. Dolayısıyla dileyin ki versin. Ve verirse ne olur? ve men yü’tel Hıkmete fekad utiye hayren kesiyra. (Bakara/269) kime de hikmet vermişse ona çok hayır vermiştir. Bana çok hayır ver diye dua ediyorsanız eğer, bu ayeti de bilmiyorsanız eğer aslında hikmet istediğinizi bilin yani çok hayır istiyorsanız hikmet isteyin. Hikmet istiyorsanız çok hayır istemişsiniz demektir. Onun için Hikmet hayırdır. Yeryüzünün tüm serveti hikmet satın almaz da, bir avuç hikmet yer yüzünün tüm servetini satın alır. Onun için hikmete talip olun. Ama hikmete talip olmak için hizmete ve himmete talip olun.

ve ma yezzekkeru illâ ülül elbab. (Bakara/269) bunu ancak kimler kavrar, bunun değerini ancak düşünen akıl sahipleri, muhakeme sahipleri Ulül elbab bu aslında. Yani düşünen muhakeme sahipleri, muhakemesini kullananlar ancak kavrar hikmetin değerini. O zaman yani bilgi yetmiyor, bilinç lazım, bilinci olanlar kavrar değil mi. Bir şeyin değerini bilmiyorsanız onu elde etseniz dahi elde tutamazsınız. Bir şeyi elde etmek için gayret yeter, elde tutmak için gayret yetmez bilinç, on un değerini bilmek gerek. Değerini bildiğiniz kadar muhafaza edersiniz. Onun için bakınız insanlar Kur’an ı e3lde etmeye harcadıkları emek kadar Kur’anı elde tutmaya emek harcamıyorlar. Hafız oldukları kadar muhafız olmayışlarının sebebi budur. Onun için hafız oluyorlar, iki sene veriyorlar, 1.5 sene veriyorlar, 3 sene veriyorlar ama muhafız olmuyorlar kaybediyorlar onun için neden? Değerini kavramıyorlar. Değerini kavraman ancak künhüne vakıf olmakla, anlamına ermekle olur. Evet, bu derslerin ikinci amacı o.

Üçüncü amacı sohbet geleneğini sürdürmek. Sohbet geleneği çok mühim çünkü sahabe sohbetle yetişti. Sahabe sohbetle yetiştiği içindir ki eğer biz risaletin ebedi olduğunu düşünüyorsak, inanıyorsak, iman ediyorsak -Ki risalet ebedidir- Resuller ölümlüdür, risalet ölümsüzdür bu böyledir. Onun için resuller ölür, etten kemikten yaratılmışlardır bizim gibilerdir. Doğarlar, yaşarlar, büyürler, ihtiyarlarlar, hastalanırlar ve vefat ederler. Hatta öldürülebilirler. efein mate ev kutilenkalebtüm alâ a’kabiküm. (A.İmran/144) o (Muhammed) ölür ya da öldürülürse sizler ökçeleriniz üzere gerisin geri dönecek misiniz. Diye soruyor rabbimiz. Demek ki ölme ve öldürülme ihtimali her zaman var. Nitekim Hz. Yahya ölmedi mi, öldürülmedi mi. Hz. Zekeriyya koç gibi biçilmedi mi ikiye. Hz. Yahya’nın başı kesilmedi mi. Dolayısıyla olabilir, Hz. Eyyub yatak döşek yatmadı mı, hastalanmadı mı. Peygamberlerin başına her türlüsü gelmiş.

Fakat ölmeyen nedir? Risalettir. Risalet ölmezse ne yapar? Nasıl diri olur toplumun içinde? Kimin eliyle olacak? Resul öldü, risalet yaşıyor. Nasıl yaşayacak? Evet, alimler üzerinde yaşayacak. Risalet alimler üzerinden yaşayacak. Nasıl yaşayacak? Tabii ki ilim tahsil ederek. Alim olmakta doğuştan olmuyor malumunuz. Emek vermesi lazım, ter dökmesi lazım, yürek teri, zihin teri, alın teri. Öyle kolay olmuyor iş.

Peki onlar ter döküyorlar yürek teri, zihin teri, alın teri. Fakat biz onların kıymetini bilmiyorsak Orada bir alim krizi çıkarır ortaya. Çünkü kıymetini bilmediğimiz şey üretilmez. Marifetler iltifata tabidir, müşterisiz metaa zayidir. O nedenle bu noktada sohbet geleneğimiz sürmeli. Sahabe sohbetle yetişti dostlar unutmayın. Bazen bir saatlik sohbetin verdiğini 10 ciltlik kitap veremeyebilir. Çünkü eserlerle siz kağıtlar üzerinden ilişki kurarsınız. En azından veya bilgisayar ekranı üzerinden ilişki kurarsınız vs. Ama onlar nesnedirler bakınız.

Fakat sohbette siz yürekten yüreğe ilişki kurarsınız. Ru-be Ru dur, gönülden gönüle, özden öze, yüzden yüze, dizden dize, sözden söze bir şey akar. Onun için bizim geleneğimizde hangi okulu bitirdin, nereden diploma aldın diye sorulmaz. Hangi alimin rahlei tedrisinden geçtin, kimin dizinin dibinde okudun diye sorarlar. Bu böyledir çünkü ilim ahlakıyla birlikte alınırsa ilim olur yoksa data olur. İlmi ahlakıyla birlikte almakta ancak ilmi yaşayan birinden canlı olarak almakla mümkin olur. “Ahz” geleneği budur. Onun için önce ahz edilir, sonra keşfedilir, sonra inkişaf ettirilir.

Dolayısıyla burada bir sohbet geleneği yaşıyor bizim kadiym geleneğimiz ve çağın sahabeleri olmak imkansız mı? Madem risalet ebedidir, ebedi risalet vardır, sahabeyi çağdaş etmenin yolu çağın sahabileri olmaktan geçmiyor mu? Başka türlü nasıl aktarırız saadeti bu çağa. Yoksa o zaman geçmişe övgü dizmekten başka yapacağımız hiçbir şey yok ve bu da hiç kimseye hiçbir şey kazandırmaz oturup ağıt yapmak kazandırır. Ağıt yakacaksınız, ağlayacaksınız. Ah nerde o günler diye.

Dolayısıyla kafadan kaybetmişler sınıfına sokacaksınız kendinizi çünkü o çağda doğmadınız. Bu da sizin suçunuz değil. Şimdi ne yapalım, bu çağda doğmak benim suçum değil, ben karar vermedim buna. Ben de isterdim ki elim resulün eline değsin, gözüm resulün gözüne değsin, kulağım resulün sözüne değsin, gönlüm resulün gönlüne değsin. Ben de istemez miydim onun huzurunda oturmayı.

Efendimiz de öyle buyurmuyor mu; Benden ilmi alanlar benden duymayanlara aldıkları ilmi nakletsinler. Ola ki ilmi naklettikleri kimseler kendilerinden daha derin anlayış sahibi olabilir. Değil mi?

Bu nedir? Yani beni görmeyen birileri benim huzurumda ki birilerinden daha derin anlayış sahibi olabilir. Bu bazen 50 sene sonra, bu bazen 10 sene sonra, bu bazen 500 sene sonra, bazen 1.000 sene sonra, bu bazen 2.500 sene sonra gelebilir. Efendimizin adeta mucize gibi bir ifadesi bu. Dolayısıyla bu da bunun ifadesidir. O nedenle aziz dostlar sohbet bir İslam geleneğidir. Sahabe sohbetle yetişti, sohbette insibağ vardır karşılıklı boyar. Sohbette indizab vardır cezp eder çeker, kendisine çeker ve sohbette inkias vardır.

Bakınız canlı yayınlar başladı. Bu derslerimiz şu anda canlı yayında veriliyor. Ama insanlar evlerinde ekranlarının karşısında oturup ta canlı yayında izlemek yerine buraya gelecekler, biliyorum gelecek hafta daha da yoğun olacak. Derse başlamadan yarım saat evvel tüm salonlar dolmuştu. Yani şimdi otursa da ekranın başında izlese olmaz mı? Hayır incizap vardır, cezp eder, çeker ve sohbette inkias vardır, yansır, yansıma vardır. Orada seyredenler yansımasını seyredecekler, buraya gelenler ise cezbesine, cazibesine kapılacaklar ve gelecekler. İnsibağ vardır boyayacaklar ve boyanacaklar. Kimin boyasıyla, Allah’ın boyasıyla sıbğatallah, Allah’ın boyası. ve men ahsenu minallâhi sıbga.. (Bakara/138) O’ndan daha güzel boyası olan kim vardır. Onun için Allah’ın boyası asli boyadır çıkmaz boyadır.

Geçmişin özetin i kısaca yapmak istiyorum. 8 ders yapmıştık geçen yıl. Eğer bu yıl da 8 ders yapacaksak diyorsanız işimiz var. Yani Esma ül Hüsna yı bitirmek ahirete kaldı. Değil. İnşaAllah büyüğü gitti diyebilirim, hayır demiyeyim doğru olmaz, İnşaAllah bu mukaddimenin arkasından gürül gürül önümüzdeki derste “Rab” ile başlıyoruz.

Rab ile başlıyoruz 8 derste son 2 dersi hariç hep giriş yaptık yani o girişler lazımdı. O girişlerin hepsi de şahsi internet sitemizde bulunuyor. O girişleri izlemek ve bize yetişmek isteyen kardeşlerimiz için fırsat kaçmış değil.

Bu 9. dersimiz Allah demek anlam demektir dedik değil mi, böyle çıktık yola. Çünkü varlığın yaratılış amacı anlam idi, varlık içinde hiçbir şey yoktu ki anlamsız ve amaçsız olsun. Yer çekimi kanunu yokken amaçlılık ve anlamlılık kanunu vardır onun için v arlığın kanunu değişebilir, her kanunu değişebilir. Çünkü rabbim iz bir alt kanunu bir üst kanunuyla aşar. Çünkü Rabbimiz yarattıklarının mahkumu değil hakimidir.

Ama bir kanun var ki o değişmez. Anlamlılık ve amaçlılık. Neden? mâ halakte hazâ batılâ. (A.İmran/191 Ya rabbi sen bütün bunları boşuna yani anlamsız ve amaçsız yaratmadın. Batıl kelimesi Kur’an da anlamsızlık ve amaçsızlığa tekabül eder. Onun için yaratılıştan söz eden ayetlerde ki Bil Hakk; Hakk ile yarattı. Hakk kelimesi de anlamlılık ve amaçlılığa tekabül eder. Demek ki bir şeyin Hakk olması anlamlı ve amaçlı olmasıdır. Hakikat dediğimiz de anlamlı ve amaçlı olan her şey girer. Dolayısıyla anlamsız ve amaçsız iş yapan insan aslında yaratılı8ş amacına aykırı iş yapıyor, dolayısıyla hakikate zulmediyor demektir değil mi. Onun için ma lâ yani den kaçınmanın emrinin neden olduğunu şimdi anlıyor muyuz? Ma lâ yani; yani anlamsız işleri terk etmek, boş şeyleri terk etmek..

Efendimiz mü’minin imanının kemalinden saymış Dolayısıyla bakınız ta iş oraya kadar varıyor. O nedenle Allah demek anlam demektir diyerek yola çıktık ve anlamımızı bulduk Elhamdülillah. Çünkü Allah’ımızı bulduk.

Fakat Allah’ımızı bulmuş olmamız kaybetmemizden kaynaklanmıyordu, çünkü zaten O bize şah damarımızdan yakındı. Fakat bir problem vardı Onun bize yakınlığı problem değil, bizim O’na yakınlığımız problemli. Allah sana yakın da sen Allah’a yakın mısın? Çünkü bu bir ilişki, ilişki eşleşli bir fiil, işleşli fiiller karşılıklı olur. Dolayısıyla Allah sana senden yakın da sen Allah’a yakın mısın? Sen Allah’a yakın değilsen sen kendine de yakın değilsin. Kendini unutanlar, kendin i kaybedenler, kendinin uzağına düşenler nereden çıkıyor? İşte buradan. Dolayısıyla kendini unutan neden Rabbini unutmasın ki, kendini kaybeden neden Rabbini kaybetmesin ki. Rabbini kaybettiği için kaybetmiyor, kendini kaybettiği için Rabbini kaybediyor.

Bu manada Allah demek anlam demektir deyince işte o nokta da Rabbimize daha yakın olmanın anlamını aradık ve bunun anlamını ararken Esma ül Hüsna yı uzattı Rabbimiz. İnsanın eline tut deni bundan tut. Varlığa tecelli eden, varlığa uluhiyetin, zatının tecelliyatı sıfat üzerindendir, esma üzerindendir. Al bu sana nasıl tecelli edecek. O zaman işte Hâlık olmanın, Basiyr olmanın, Semiğ olmanın, Alîym olmanın, Hakîym olmanın tecelliyatını keşfetmeye kalktık. Keşfettiğimizde anladık ki Rabbimizin her bir esmasının bizde bir yansıması var ve gerçekten yansıması var mı yoksa o yan sımaları köreltiyor muyuz. Yani Allah her esmadan bize bir kanal döşemiş fakat biz o döşediği duylara lamba takıyor muyuz. (Devam edecek)


ESMA DERSLERİ (ALLAH) (9-3)

$
0
0

ALLAH

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

(9-2) den devam)

Aslında her tarafımızı ışıtacak bir kanal, bir sistem döşemiş ama biz sisteme dahil değiliz. Sisteme dahil olmamakta da direniyoruz. Sisteme dahil olmayınca muhteşem bir potansiyel olarak atıl duruyoruz. Atıl durunca da batıl hale geliyoruz. O nedenle şimdi Hakk olacağız çünkü Hakka döneceğiz. Allah’ın esmasının, Allah’ın sıfatının bizde ki tecellilerini keşfedeceğiz inşaAllah bu manada.

Mü’minin Allah’a ulaşmak için 3 meşru vesilesi vardır demiştik; Dua, salih amel, esma ül Hüsna. Esma ül Hüsna bilinmeden Allah bilinemez, tanınamaz, anlaşılamaz. Allah’ı anlamadan da kulluk mümkin mi, kulluk yapılamaz. Dolayısıyla Allah’ı anlamak gerek. Sadece bilmek değil, marifetullah değil. Marifetullah zaten Allah’ı anlamaktır Allah’ı bilmek değildir sadece. Anlamadığınız bir Allah’a nasıl kulluk edeceksiniz. Anlarsanız eğer ne olur biliyor musunuz? Ram olursunuz. Ne demek Ram olmak? O sizin için ne istemişse sizde kendiniz için onu istemeye başlarsınız. Külli irade ile cüz’i irade tabir caizse birbirine kenetlenen iki şey gibi kenetlenir. Bakmışsınız külli irade neyi diliyorsa sizin cüzi iradeniz de sizin için onu dilemeye başlar.

O zaman sizi hayatta bedbin eden, ümitsiz eden bir şey olabilir mi? Olamaz vallahi. Kahrında hoş lutfûnda hoş noktasına orada gelirsiniz.

Hoştur bana senden gelen

Ya gonca gül yahut diken.

Ya hilatu yahut diken.

Kahrında hoş lutfûnda hoş noktasına orada gelirsiniz.

[Ek bilgi; Şiirin tamamı;

Cana cefa kıl ya vefa,

Kahrında hoş lütfunda hoş.

Ya derd gönder yahut deva,

Kahrın da hoş lütfunda hoş.

Hoştur bana senden gelen,

Ya hil’at-ü yahut kefen,

Ya taze gül yahut diken,

Kahrın da hoş lütfun da hoş.

Gelse celalinden cefa,

Yahut cemalinden vefa,

İkisi de cana safa,

Kahrın da hoş lütfun da hoş.

Ey padişah-ı lem yezel,

Zat-ı ebed, hayy-ı ezel,

Ey lütfu bol, kahrı güzel,

Kahrın da hoş lütfun da hoş.

Ağlatırsan zari zari,

Verirsen cennette huri,

Layık görür isen nar’ı

Kahrın da hoş lütfûn da hoş.

Gerek ağlat gerek güldür,

Gerek dirilt, gerek öldür,

Aşık YUNUS sana kuldur,

Kahrın da hoş lütfun da hoş.

YUNUS EMRE )]

Gönder ya Rabbi, senden değil mi canım feda. Evet, ister dirilt, ister öldür. Öyle ise o hayırlıdır. İster sat ister güldür, ister ağlat kurban olayım. Güldürürsen tebessümüm şahit olsun, ağlatırsan göz yaşım şahit olsun ya Rabbi.

Bu değil mi, hani öyle diyordu ya Hz. Eyyub AS. Şeytan bana bezginlik verdi, Ya Rabbi o bezginlikten ben şikayetçiyim. Hastalıktan şikayetçi değil.

Aman Allah’ım, ayete bakıyorsunuz hastalıktan şikayetçi değil, hastalık üzerinden şeytan bezginlik veriyor, Allah’a onu şikayet ediyor. Yani bezgin olursam senden uzaklaşırım ya Rabbi, hastalık ne ki. Dolayısıyla gülersek tebessümümüz, ağlarsak göz yaşımız şahit olsun. Onun için rızaya Ram olmak buna denir. Benim senden istediğim, senin benden istediğindir ya Rabbi. Bu kadar, Sen benden ne istiyorsan ben senden onu istiyorum onu bana lütfet.

Budur, rızaya ram oldunuz mu artık bunu dersiniz. Bunu dediğiniz anda sizi üzecek şeylerin kökünü kurutmuş olursunuz. İşte mutlu olmak budur. Yoksa haz mutlu etmez, neşe mutlu etmez, keyif mutlu etmez. Çünkü hazzın elinizden alınacağını bir an düşünmek ve aklınıza gelmesi bile mutluluğun gitmesi için yeterlidir. Ne kadar büyük keyif içinde olursanız olun o keyfin geçici olduğu aklınıza geldiğinde keyfiniz kaçacaktır öyle değil mi. Kaçan bir keyif mutluluk diye adlandırılamaz. Geçici bir haz mutluluk diye adlandırılamaz. Mutluluk yanlış tanımlanıyor, mutluluk ele girince bir daha çıkmayan şeydir. Onun için de mutluluk Allah ile irtibatlandırılmadan tarif edilemez. Eyvallah..!

Derslerde usül; 3 T. Talim, Tashih, ve Tatbik.

Talim; biraz önce söyledim ahz, keşf, inkişaf. Bizim ilim geleneğimiz almaktır. Ahz almak demektir, alırız. Özellikle de ru be ru yüz yüze alırız. İlmi canlı olarak alırız çünkü bizde ahlak önce bilgi sonra gelir, ahlaktan bilgiye gideriz biz. Yunan batı aklı ise b ilgiden ahlaka gelir. Onun için ahlaksız bilgi onlarda mümkindir, bizde ise Allah’a sığınılacak bilgidir.

Evet, efendimiz öyle dua ediyor ya Eûzü bike min ‘ilmin lâ yenfa’. Fayda vermeyen bilgiden, ilimden sana sığınırım ya Rabbi. Bu iki manaya gelir hem özünde fayda vermeyen ilim, hem de özünde faydalı ama ben öğrendim de bana faydası olmayan.

2 – Tashih, Tashih edeceğiz, bunun için ne yapacağız? Seleflerimizden istifade edeceğiz, bizden önce bilgi üretilmiş, bizden önce üretilen bilginin üstünü çizmek gibi bir hakkımız, yetkimiz yok. Bu edebimizi ve haddimizi bilmemektir. Bizden önce bu bilgiyi üreten üstatlarımıza selam edeceğiz, onların ruhuna rahmet okuyacağız. Zaten onların ruhuna rahmet okumanın en iyi yolu da onların bilgisinden istifade etmek.

Fakat bizden önce üretilmiş geleneksel bilgiyi kutsamayacağız. Ne yapacağız? Ataların ocağına sadık kalmak, ataların ocağında ki külü bugüne taşımak değil, közü bugüne taşımaktır. Külü bırakacağız közü taşıyacağız. Bunun içinde ne yapacağız tashih edeceğiz. Közün üstünde ki külleri üfleyeceğiz, küller orada kalacak külleri bugüne getirmenin ne alemi var, közü getireceğiz.

Onun içinde tashih edeceğiz tashih etmek için temyiz etmek lazım. Mesela esma dersinde de bunu yapacağız. Esma dersi bir Kur’an dersidir aynı zamanda biliyorsunuz. Evet, bundan böyle esma derslerimiz bu güne kadar olduğu gibi hep bir Kur’an dersi olarak devam edecek. Çünkü Kur’an a göre esma ül Hüsna dır bizim dersimizin başlığı. Onun için uzun ve yorucu aylar vererek Kur’an da ki esma’yı çıkarmak için gerçekten çok büyük ter döktük ve bunun için hayli emek sarfettik ve ilginçtir kişisel olarak Buhari hadisinde geçen inne lillahi tisun ve tis’ine ismen femen ahsaha fagat dehalel cenneh. Allah’ın 99 ismi vardır, kim onları ihsa ederse cennete girdi bilsin kendini hadisi şerifinde ki.

İsimsizdir bu hadis. İsim listeleri olan hadisler İbn. Mace ve Tirmizi de. O listeler çok büyük sorunlu. O sorunları daha önce geçen yol işlediğim için girmiyorum. Peki çocuğunuza dahi ismini eşinizle istişare etmeden koyamazken Allah’a insanın isim koyma yetkisi var mı? Hayır, yok. Dolayısıyla bu noktada zaten ResulAllah sahih gelen haberde bir isim listesi de koymamış. Asıl durulması gereken şey sahih haberde 99 rakamı verildiği halde neden arkasından bir liste gelmemiş olduğudur. Peygamberimizin neden orada kestiği.

İsim listeli iki rivayette çok ciddi senet ve metin sorunları içeriyor. Onun için hadis imamlarının bir çoğu cehve tadil etmiş onları, yani cehve tadilden geçirmiş onları tabir caizse ve problemli oldukları sonucuna varmışlar. Hatta müdreç diyen bir sürü alim var yani sonradan ilave edilmiştir isimler o ana hadise. Ben de o kanaatteyim. Sonradan ilave edilmese elde tek liste olurdu, sonradan ilave edilmese Buhari, Müslüm ve diğerleri o listeyi de alırdı. Sonradan ilave edilmese Tirmizi’de olan listenin 26 tanesi İbn. Mace de olmamazlık edemezdi. Sonradan ilave edilmese 26 isim Kur’an da olduğu halde o iki listede olmamazlık olmazdı. Kur’an da olmayan 26 isim de o listelere girmezdi. Dolayısıyla nereden bakarsak problemli.

Peki ne yapacağız? İşte burada tashih edeceğiz. Neyle tashih edeceğiz? Kur’anla. Çünkü Rabbimiz ismi kendisi seçer kendisine, zatına. Biz O’nun kendisi için seçtiği ismi kabul ederiz.

99 rakamının kinaye olduğu kanaati bende yerleştikten sonra tüm araştırmalarım, girişi de böyle yazmıştım. Yazdım bitirdim ve koyuldum Kur’an da usulü olan ve koyduğu usule riayet eden. Önce usül koyacaksınız, mastardan isim türetmeyeceksiniz. Mastar mastardır isim değil Adl’i Adil olarak anlamayacaksınız. Adil isimdir Adl mastardır anlatabiliyor muyum?

Fiilden isim türetmeyeceksiniz. Eğer fiilden isim türetiyorsanız tutarlı olacaksınız. Tüm fiillerden Allah’a atfedilen, izafe edilen tüm fiillerden isim türeteceksiniz. Ama Yemud fiilinden mumud ismin i türetip Yudil fiilinden, Dâll ismini haşa, Dâll saptıran demektir. Yec’alü fiilinden Ca’il ismini türetmiyorsanız tutarsızsınız Anlatabiliyor muyum. Madem Allah’a atfedilen fiillerden isim türetiyorsunuz tüm fiillerden türetin o zaman 180 i aşkın isim bulursunuz.

Eğer bunu yapmıyorsanız seçiminiz neye göre? O zaman keyfi davranıyorsunuz. Eğer ef’alullah’ı esmaullah’a çevirme hakkını kendinizde görüyorsanız Allah’ın bir fiilleri var, bir de isimleri var. Fiilleri fiilleridir, isimle fiil çok farklıdır. Allah’ın fiili, sıfatının, ismi ise zatının ifadesidir. Fiiller değişir fiiller bir yerde başlar bir yerde kesilir, çünkü fiil böyledir, teceddüt eder, yenilenir, gelişe de bilir. Ama esma öyle değildir. Esma zatından sudur eder. Onun içinde Allah kendisine isim koyar, siz fiilleri isme dönüştürdüğünüzde, ef’alullah’ı esmaullah ile karıştırmış olursunuz. Eğer bunu yapıyorsanız yapabilirsiniz, ben böyle yapıyorum ve delillerim de şudur diyebilirsiniz. Ama tutarlı olmak zorundasınız. O zaman Kur’an da Allah’a izafe edilen her fiilden isim türetmek zorundasınız.

Niye seçiyorsunuz? Yudillu var, Allah saptırırmış, Yu’azzibu var, azib desenize, makiriyn var, haydi makir de yani hile düzen kuran. Dolayısıyla bir usül koyacaksınız ve bu usule de uyacaksınız.

Ben bir usül koydum önce bu usulün kurallarını koydum. Bu kurallardan yola çıkarak ta isimleri tespit etmeye çalıştım. Teker, teker, teker baştan son a Kur’an ı taradım bu usül çerçevesinde isimleri tespit ettikten sonra saydım vallahi 99 çıktı. Ben 99 çıkmayacağına dair bir kanaat içindeydim. 99 rakamının da kesretten kinaye olduğuna itikat etmiştim. Allah ismi dışında 99 çıktı. Bu da gayet doğru, çünkü İnne lilâhi tis’un ve tis’iyne, Allah’ın 99 ismi var. Allah’ın; Bitti..! Allah ismi has, Onun da 99 ismi var. Eğer Hüve’yi deseydi Allah yerine Allah’ta 99 içine girerdi. Ama Allah’ın 99 ismi var deyince, ki bunun karşılığında 4 tane Esma ül Hüsna ayetinde de Allah geçiyor ikisinde, orada da aynı.

Dolayısıyla Allah’ın 99 ismi, yani tesbihin imamesi Allah, 99 esma ve ben bunu kesinlikle kasıtlı olarak bu rakama uysun diye yapmadım. Ve ben inanıyordum ki 99 çıkmayacak, ama çıktı, Demek ki 99 da, yani sadece mecaz değil hakikatte varmış.

İsmin verilmemesinin sebebi nedir derseniz hepimize Kur’an ın içine dalın, Rabbinizin ayetlerinin içinde onun esmasını arayın mesajıdır bu.

İsimleri kısaca sayıyorum; Bu isimleri de Kur’an da nüzul sırasına göre dizmeye çalıştım. Bu sefer başıma bir iş daha aldım mı? sen nasıl böyle bir işe girişirsin, bu mümkin mi. Kur’an da nüzul sırası. Peki bu neyi halledecek ki? Kur’an da nüzül sırasına göre isim dizmek gerçekten önemli mi?

Çok önemliydi Çünkü isimler bir eğitim vasıtası olarak kullanılıyor. Alın size önemini beyan eden bir tek cümle; El Ğaffar, El Hallâk, El Fettah isimleri sadece Mekke’de gelir. Et Tevvab, Er Rauf, Şakir, Es Selâm isimleri sadece Medine de gelir.

Haydi buyurun, Şakir isminin gelmesi için iktidar lazım. Es Selâm isminin gelmesi için önce bir kurtuluşa ermek lazım. Bir hicretle Mekke’den kurtulup Medine’nizi kurmanız lazım. Yabni onların o boyutları da var. Dolayısıyla El Fettah’ın sadece Mekke de gelip Medine de gelmemesi çok anlamlıdır. Neden? Rabbimiz fethi müjdeliyor, Rabbimiz eğer o sıkıntı içinde, o ıstırab içinde Fehhah olduğunu müjdelemese, Yani tıkanmış önlerini açacağını, Fettah’ın sadece bir kez açan değil, sürekli açan ve her çeşit tıkanıklığı açan anlamına geldiğini bildiğinizde Elhamdülillâh, Fettah olan Allah var diyen bir adamı umutsuzluğa düşürmek mümkün olur mu? Oralara geleceğiz.

Peki ayetlerin sonunda neden belli isinler gelirdi? Hakikaten çok ilginç değil mi. Bakıyorsunuz bir ayetin sonun da Aliymun Habiyr geliyor, ama Aliymun Hakiym gelmiyor, ama öbüründe de o geliyor. İsimle başında ki ayet ve ayette anlatılan mesele arasında nasıl bir bağlantı var bunu göreceğiz, bunun ayrıntılarını göreceğiz. Yani olay yine Kur’an ilmi, yine tefsir e dönecek inşaAllah. Kur’an da teker teker göstermeye çalışacağız diğerlerini. Tabii bunlar uzun çalışmalar gerektiren, çabalar gerektiren dersler olacak. İnşaAllah emeğimizin karşılığını da verecek.

Y ine Kur’an da bitişik gelen isimler var BismillahirRahmanirRahıym. Rahman, Rahiym. İnnAllahe Aziyzün Hakiym. (Lokman/27) inneHU HUvetTevvaburRahıym. (Bakara/37) Ve “HU”vel Ğafûrul Vedud. (Buruc/14) innAllâhe Kaviyyün şediyd’ül ‘ıkab; (Enfal/52) min ledün Hakiymin ‘Aliym. (Neml/6) illâ en yu’minu Billâhil ‘Aziyzil Hamiyd. (Buruc/8)

Bakınız bunların bazılarını ters çeviremezsiniz, hiç yok. 28 tane öyle gelir, mesela Aziyzül Hakiym diye ama tersi bir kere gelmez. Neden? Onu da işleyeceğiz. İkincisi birincisine atıftır da ondan orada. Asla tersi olmaz. Çün kü önce izzetin i söylemesi lazım, sonra hikmetini söylemesi lazım. İzzetini söyleyecek tenzih için, hikmetini söyleyecek teşbih için. İzzetini söyleyecek, bakın; insan, sana muhtaç değilim, önce bunu bi aklına koy sana muhtaç değilim. Ben Aziyz im, benim hiçbir şeye ihtiyacım yok. Senin bana ihtiyacın var ben im sana ihtiyacım yok. Önce bunu bir kafana koy. Şimdi dinle beni, Hakiym im hikmetimi araştır bul neden yaptığımı diyecek. Allahuekber..!

Üçüncü olarak ta tatbik. İnşaAllah bu isimler hayatımızda nasıl yer alır, nasıl hayatımızda tecelli eder, esma neye yarar birebir gündelik hayatımızda biz esmayı nasıl istihdam edebiliriz. Mesela BismillahirRahmanirRahıym Rahman ismi, Rayıym ismi birlikte bir mü’minde nasıl tecelli eder. Eh bazılarında Rahman ismi tecelli etmiştir de Rayıym tecelli etmemiştir.

Bakıyorsunuz mahlukata şefkat ve merhameti var, fakat Müslüman’a şefkat ve merhameti yok bizimkinin. Allah Allah..! Yahu kediler bile senin merhametinden pay almış, köpekler bile pay almış bağışlayın, Ama hatalı Müslüman’ lara karşı senin merhametinde bir pay yok. Çünkü Rahıym ismi tecelli etmemiş onda. Rahıym isminin tecellisinden mahrum kalmış, zavallı mahrum. Rahman ismi tecelli etmişte Rahıym ismi yok. Onun için besmeleyi hep yarım çekiyor hayatında. Bismillahirrahman, Bismillahirrahman..! E bide Er Rayıym de mübarek.

Dolayısıyla oraya da geleceğiz inşaAllah Esmayı böyle renkli canlı, heyecanlı, aşklı , şevkli, bazen de göz yaşları içerisinde tutunacağız Rabbimizin esma ipine İnşaAllah. Yüreğimizin çeperlerine tutunarak mirac edeceğiz İnşaAllah.

Rabbim düşenlerden etmesin, tutanlardan etsin. Rabbim esmayı hayatında tecelli ettirenlerden etsin inşaAllah.

Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn.

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)


ESMA DERSLERİ “ALLAH” I TANIMAK – 1

$
0
0

Resim3

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

“ALLAH” İSMİ CELÂLİ ÂDEM A.S. TARAFINDAN KONULDU.

İsm-i Celâl (Allah ismini) ilk koyan Âdem A.S. dır. şöyle ki; Cenab-ı Hakk Âdem babamıza ruhu üfleyince yerinden sıçrayıp bir ayağı üzerine gelerek bir dizini de yere koyup o vaziyette durdu ve işte bu halde iken ona Rabbisiyle ilgili büyük bir müşahede meydana geldi. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk ona konuşma imkânı lütfetti de o yüce zattan müşahede ettiği esrarı söyledi. Cenab-ı Hak ezeli ismi ile tespit ettiği bu isimlerle anılmasını irade etti. İşte bunun içindir ki güzel isimleri peygamberlerin dilinde akıtıp anılmasını sağladı. Seçkin kulları bu isimlerle O’nu zikretmeye koyuldular.

Eğer varlık âleminin efendisi Hz. Muhammed A.S. efendimize o güç getirilemeyecek müşahedesinden kendisinde meydana gelen manalar için isimler koymuş olsaydı onu işiten herkes eriyip yok olurdu. Ne var ki Cenab-ı Hakk kulları hakkında çok lütufkârdır, Allah daha iyisini bilir.

Esma-i Hüsna (Allah’ın güzel isimleri) öncesizdir, ancak bu öncesizlikten maksat onların lafzı değil manalarıdır. Lafızlar ise sonradan bu manalara konulmuştur. Çünkü her lafız arîzidir, arizî olan her şey sonradan olmadır Bilhassa seyyaliyet taşıyan lafızlar ve sesler ârizî olduğuna göre sonradan olmaları çok tabiidir. Allah en iyisini bilir.

İSM-İ CELÂL DE (ALLAH) ÜÇ ESRAR VARDIR

1 – Allah’ın yaratıklarının bir sınırı ve sayısı belli değildir. O’nu yarattığı mahlûkat çok faklıdır. İnsanlara, cinlere, hayvanlara ve başka yaratıklara ayrılmaktadır. Bu yaratıkların çoğunu insanların çoğunluğu bilmez. Bu çokluğa rağmen Allah birdir, mülkünde tektir, O’nunla beraber başka bir müdebbir (İşleri düzenleyen, önlem alıcı) yoktur, O’nun veziri de yoktur.

O yalnızdır, çok yücedir, kendi mülkünde ve mahlûkatında tasarruf eder. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında kalmaz ve hiçbir şey de O’nun kudretinin dışına çıkmaz. Her şeyi kahriyle saltanatı altına almış ve her şeyi kudretiyle kuşatmıştır. Nitekim ayette; Allah onları ardlarından çevirmiştir. (Buruc/20) der.

2 – Cenab-ı Hakk mahlûkatında dilediği gibiğ tasarruf eder, şunu zengin kılar, şunu ise fakir yapar. Şunu Azîz kılar şunu ise zelil ve hakir kılar. Şunu beyaz tenli şunu da siyah tenli kılar. Şunu meneder, şunu da ayırır. Zaman ve mekânlarda bunları dilediği gibi evirip çevirir.

Özetleyecek olursak deriz ki; Doğrusu Allah her an bir şandadır. Kendi isteği ile davranma O’na mahsustur. Mahlûkatında dilediği gibi hükmeder, dilediğini yapar. O her türlü noksanlıktan ve sonradan olma sıfatlardan yücedir ve münezzehtir. O’ndan başka İlâh yoktur.

3 – Allah çok mukaddes ve münezzehtir, keyfiyet (nicelik ve nasıllık) ölçüsüne girmez. Mahlûkatından hiçbir şeye de benzemez. Bununla beraber O’nun kuvvet ve şiddeti, kahır ve saltanatı vardır. O kadar ki eğer kendisini mahlûkatta gizleyen hicaplar olmasaydı bütün mahlûklar toz haline gelip yok olurdu. Hepsi de kayıp toz haline gelirdi. Yani Cenab-ı Hakk ara yerdeki perdeleri kaldırıp mahlûkatına tecelli etmiş olsaydı hepsi de kum, toz haline gelip yok olurdu, eserleri bile kalmazdı. O kadar ki âleme bakan biri; Şu âleme hiçbir mahlûkat gelmemiştir, burada hiç kimse yaşamamıştır derdi.

Ancak ne var ki Cenab-ı Hakk kendi rahmetiyle ve yüce hikmetiyle yaratıklara merhamette bulunmuş ezelde takdir ettiği kazasına göre onları korumuştur. Ve bu kudret ve hikmetine göre o herhangi bir mahlûku yaratmak istediğinde onu yaratmadan önce hisabını yaratmıştır.
İşte bu esrarı ancak basiret sahibi olanlar bilebilir. Sadece İsm-i Celal’i söylemekle mahlûkattan hiç birini müşahedeye ihtiyaç duymaksızın bu esrarı anlayabilir. (Ş. Abdülâziz Debbağ-El İbriz)

***********************************************************************

ALLAH KİMDİR?

Arapların “Allah”, batılıların “God” ve Farsların “Huda” dedikleri varlık. Her toplumun, kendisine has bir tabirle ona işaret ettikleri bu varlık kimdir? Ne gibi nitelik ve özellikleri vardır? Onun bizimle irtibatı nedir? Biz onunla nasıl irtibat kurabiliriz?

Beşerin düşünce tarihine bir göz gezdirdiğimizde (Allah’ın varlığına inanma) temeli geçmişten beri çok yaygın, bilinen bir şey olduğu anlaşılır. Başka bir deyimle; Allah’ın varlığına inanma tarihi, insanın varlık tarihiyle aynıdır. Bu Allah’ın varlığına inanan herkesin, O’nu aynı şekilde tasavvur ve tarif ettikleri anlamına gelmez.

Bu görüş farklılıkları, özellikle İlahi peygamberlerin, öğretilerinden faydalanmadan kendi düşüncelerine dayanarak; Allah’ı tanımak isteyenlerin arasında çoktur. Yüce Allah’ın sıfatlarını İslâm’da geldiği şekliyle açıklamadan önce dünyaca ünlü bilim adamlarının Allah konusundaki görüşlerini inceleyeceğiz. Zira bu yolla, İslâm’ın Tevhid düşüncesinin öbür düşüncelere olan üstünlüğü biraz aydınlanmış olacaktır.

SOKRAT’IN (M.Ö 399-470) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Sokrat kendisiyle yaşayan öbür Yunanlılar gibi birden fazla Allah’ın varlığına inanıyordu. Bundan dolayı felsefe tarihinde ondan aktarılanlardan şunlar anlaşılmaktadır ki; Sokrat’a göre: Saadete varmak için insanın Allah’a, onun hidayet ve yardımına ihtiyacı yoktur. Ona göre insanın kemâli ahlâkî temellere bağlı kalmakla mümkün olsa da, insan yaşamında Allah ve onunla irtibat konusuna yer verilmemiştir.

EFLATUN’UN (348-425) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Eflatun iki varlığa Allah derdi. Biri “Mutlak hayır” diğeri “Yaratan” dır. Eflatun “Mutlak (koşulsuz) hayır’ı” asıl Allah bilip ondan baba diye söz ederdi. “Yaratan’a” ise oğul derdi. Eflatuna göre “Mutlak hayır’ı” tanımak çok zor olup, hatta öbür marifetlerden sonra, gerçekleşen en zor marifettir. Bu iki tanrıyı sadece felsefe tanıyabilir. Filozoflar ruhsal, zihinsel hatta fiziki açıdan özel bir konuma sahip olan şahıslardır.

Elbette bu filozoflar da birçok aşamadan sonra elli yaşında “Mutlak hayır’ı” tanıyabilirler. Halkın genelini oluşturan diğerleri ise sonsuza dek Allah’ı tanıyıp derk etmekten mahrum olacaklardır.

ARİSTO’NUN (322-384) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Aristo’ya göre âlem her zaman var olup, hiç kimse onu var etmemiştir. Bu yüzden Aristo’nun Allah’ı bu cihanın yaratıcısı değildir. Sadece cihanı hareket ettirendir. Kendisi ise hareket etmez. Aristo’nun tanrısının, en açık niteliği (özelliği) “Hareketsiz hareket ettiren”dir. Aristo’nun tanrıbiliminde en önemli noktası şudur: Allah’a tapmak, onu sevmek, ondan yardım beklemek mümkün değildir. Aristo’nun tanrısı kesinlikle, insanın sevgisine karşılık veremez. Onun tanrının iradesi olmayıp hiçbir şey yapamaz. Sadece kendi zatını düşünmekle meşguldür.

ORTAÇAĞ HIRİSTİYANLARININ DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Batıda dinden kaçış nedenleri, bölümünde kilisenin insan-i özelliklere sahip bir tanrı görüntülemeye çalıştığını söylemiştik. Burada başka bir noktayı ekliyoruz.

Orta çağda “Allah, evrendeki diğer sebepler gibi, bir etkendir” düşüncesi yaygın idi. Allah’ı kabul edenler bu dönemde deprem, güneş ve ay tutulması gibi, olayların nedenlerini bulamadıklarından onu Allah’a isnat ederlerdi.

Bu düşünce tarzının sonucu olarak “Allah’ı bilmediklerimizin ardında aramamız gerekir. Doğal olarak bilgimiz ne kadar çoğalır, cahilliğimiz azalırsa, Allah’ın etki alanı da o kadar daralacaktır. Eğer bir gün insan bütün varlıkların doğal nedenlerini tanır ve ortaya çıkarırsa artık Allah için hiçbir şey geriye kalmayacaktır.

Bu düşünceye göre; âlemin bazı varlıkları, Allah’ın varlığının alametidir. Yani nedenleri belirlenmemiş varlıklardır. Allah’ın evrenle böyle bir bağlantısı olduğuna inananlar olduğundan

August Comte itiraz ederek diyor: “Bilim, Allah’ı kendi işinden uzaklaştırarak onu inzivada bıraktı.”

Onun bu sözden kastı şudur: şimdiye kadar halk her şeyin nedenini, Allah olduğunu zannediyorlardı. Yani Allah’ı bir cadıcı gibi bir anda karar alıp mukaddimesiz istediği olayı yaratan, bir güç simgesi biliyorlardı. Örneğin birisi hastalanıp ateşi yükseldiğinde, niçin ateşi yükseldi? sorusuna –Allah ateşi onda yarattı, diye cevap veriyorlardı. Bu sözün anlamı hiçbir doğal sebebin ateşin oluşmasında etken olmadığıdır.

Ama günümüzde bilim, ateşin sebebinin falanca mikrop olduğunu bulunca, artık Allah, bu olayın sebebi olmaktan dışarı çıktı. Bu şekilde gün geçtikçe olayların sebepleri ortaya çıkıyor, böylece de Allah’ın etken sahası daraldıkça daralıyordu. Gerçekte bu şekilde düşünenler için Allah, diğer etkenler gibi, bir etken olup, bu âlemin bireylerinden biridir.

GALİLE’NİN (1564-1642) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Orta çağdan ve bilimin göz alıcı ilerlemesiyle Galile gibi düşünürler, Allah’tan yeni görünüm ve tefsirler ileri sundular.

Galile, evreni bir atomlar topluluğu olarak görmektedir. Evreni atomlar oluşturmuştur. Evrende oluşan her şey atomların değişik hareket ve tepkilerinden (bileşimlerinden) vücuda gelirler. Bu esnada Allah’ın işi sadece atomları yaratmaktır. Atom Allah’ın kudretiyle yaratıldıktan sora artık Allah’a hiçbir ihtiyacı kalmayıp, bağımsız olarak hareket edecektir.

NYOTON’UN (1642-1729) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Nyoton’a göre, Allah’ın kâinatla irtibatı saatçinin saatle olan irtibatına benzer. Saat saatçi eliyle yapıldıktan sonra, nasıl ona hiçbir ihtiyacı olmadan bağımsız olarak hareketine devam ediyorsa, kâinatta Allah tarafından yaratıldıktan sonra, bağımsız olarak hareketine devam eder. Nyoton görüşlerine şu noktayı da eklemektedir. Zaten bu görüşüyle Niyoton, Galile ve onun gibilerden ayrılır. Ona göre Allah bazen âlemin işlerine karışır. Gezegenlerin, yıldızların hareketindeki bazı düzensizlikleri düzeltir. Buna ilave olarak Allah, yıldızların birbirleriyle çarpışmasına engel olur.

Bu görüş Allah’ın, sadece sebepleri belli olmayan yerlerde huzurunun olduğunu ve olaya karıştığını savunan, ortaçağ düşüncesinin yaklaşık olarak devamıdır. Oysa daha sonraları yıldızların fiili hareketlerinde ve birbirleriyle çarpışmamaları için Allah’ın direkt olarak olaya karışmasının gereği yoktur. Bu olay tamamen bilimsel kurallarla açıklanabilir. Bu yüzden Allah’ın fiil ve etken alanı iyice kısıtlanmış oldu.

17. ve 18. Asrın bilim adamları Galile’nin Allah konusundaki görüşünü kabullendiler. Ona göre Allah yaratılışın başlangıcında âlemi yaratarak, kendi başına bıraktı. Kâinatın, kalıcılığı için artık Allah’ın varlığına ihtiyacı yoktur. Mühendis tarafından yapıldıktan sonra evin mühendise hiçbir ihtiyacının kalmaması gibi.

İSLÂM’DA ALLAH

İslâm dininin zuhuru ve yayılmasındaki asıl delilin, o zat-ı mukaddese lâyık olduğu şekilde Allah’ı (Allah’ın hakikatini) tanıtması olduğunu biliyoruz. Yüce Allah hiçbir mektep ve inançta Kuran’ı Kerimde nitelendiği gibi, tanıtılmamıştır. Hatta önceki İlahi dinlerde bile bu nitelendirmeler gerçek kemal ve aslına ulaşamadı. Kuran’ı Kerim, beşerin dilinin gücü miktarı, Allah’ı en kâmil şekilde insana tanıtma gayretindedir.
Kuran’ı Kerimin haberine göre Allah;

* Rahmet ve nimeti geniştir. Her şeyi bilendir. (Bakara/115)

* Hesap görenlerin en çabuğudur. (En’am/62)

* Diri ve her şeye hâkimdir. (Tâhâ/111)

* Çok yüce ve uludur. (Lokman/30)

* Azamet ve ikram sahibidir. (Rahman/27)

* Sameddir. (İhlas/2)

* O ilktir (Her varlıktan önce vardır), sondur (Her varlıktan sonra vardır), zahirdir, batındır. (Hadîd/3)

* Allah müteâldir. Yani düşünüp idrak edebileceğimiz her şeyden yücedir. Asla onun hakikatini, cemâl ve celâlini olduğu gibi derk edemeyiz. (En’am/100)

* Gözler O’nu göremez; halbuki O gözleri görür. (En’am/103)

* Allah birdir ve O’ndan başka ilah yoktur. (A. İmran/108)

* O birdir. (vahid ve eheddir) (İhlas/1) (Nahl/1)

* O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. (Şûrâ/11)

* En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin. (A’raf/180)

* O öyle bir Allah’tır ki, kendinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selamet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. (Haşr/23)

* En yüce sıfatlar Allah’a aittir. (Nahl/60)

* Nereye dönersek, Allah oradadır. (Bakara/115)

* O her şeyi bilendir, (Hadîd/3)

* Her şeye kadirdir. (Bakara/284)

* Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız. (Kaf/16)

* De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” “Allah’ındır” de. O, rahmet etmeyi kendi nefsine yazmıştır. Sizi, varlığında asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Ama kendilerini zarara sokanlar inanmazlar. (En’am/12)

* O, kullarının üstünde tam hâkimdir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. (En’an/18),

* Karşı durulmaz güç sahibi (Rad/16) olmakla beraber, tövbeyi kabul eden (Mü’min/3), lütfü en bol olan (A. İmran/8), çok seven (Buruc/14), çok şefkatli (A. İmran/30), Lütuf sahibi (Mü’min/3), Rahmet sahibi (En’am/133), tövbeleri kabul eden (Bakara/37), üstün lütuf sahibidir. (A. İmran/74)

* O duaları duyup kabul edendir. (Mü’min/60)

* Allah’ın rahmet ve kudret eli açıktır, dilediği gibi (rızk) verir. (Maide/64)

* Kuran’ın tanıttığı Allah; Yaratan (Haşr/24), gökleri ve yeri yoktan var edendir. (En’am/14) Bunlardan daha üste O, Her şeyin yaratıcısıdır. (En’am/102)

O halde varlık âleminde var olan, vücuda gelen her şey, Allah’tan olup varlığı ona bağımlı ve muhtaçtır.

* O göklerin yerin Rabbidir, Arşında Rabbidir. (Zuhruf/82)

Göklerde vardır, ama gök değildir; yerde vardır yer olmaksızın, her yerde vardır O.

Nerede olursak Allah bizimledir. Yaptığımız her şeyi bilir. (Hadîd/4)

Kuran’ın Allah’ı Rab (ihtiyar sahibi, her şeyin maliki ve müdebbiridir) Âlemlerin Rabbidir. (Fatiha/2)

Ne yaratma ve saltanatta, (En’am/162) (İsrâ/111) ne Rablik (En’am/164) ve hüküm etmede (en’am/57) nede şefaat (Zümer/44) ve diğer kemâllerde onun eşi ve benzeri yoktur. Allah’ın dışında kemâlden bir şeyler alanda ancak Allah’ın izniyledir. Herkes O’na muhtaçtır, sadece zengin ve övülmeye lâyık olan O’dur. (Fatır/15)

Kuran’ı Kerim gerçekte Allah’ı tanıma ve marifet kitabıdır. Kuran ayetleri bu konuda o kadar derin ve dakiktir ki en büyük bilim adamı ve düşünür bile onun derinliğine ulaşamazlar. Kuran’ı Kerimin Allah’ı en dakik, en güzel ve en yüce şekliyle tarif etmektedir. Bu yüzdendir ki, gerçek arif, hekim düşünür, değerli müfessir İmam Humeyni (r.a) şöyle buyuruyor:

“Eğer Kuran olmasaydı mârifetullah (Allah’ı tanıma) kapısı sonsuza dek kapanmış olurdu. O’nu (Allah’ı), bu kadar olduğu kadarıyla da hiçbir kitapta, hatta İslâm-i İrfân kitaplarında bile, bulamazsınız. Onların tabirleri gibi, Kuran tabirleri bir anlıkta değildir. Kuran’da, daha başka bir şekilde ve değişik bir letafetle mevcuttur.” (Kuran, “Marifetullah babı”, s.32)

DİĞER SEMÂVİ KİTAPLARDA ALLAH

Dediğimiz gibi öbür semâvi kitaplarda Allah’ı tanıma konusunda aynı yöntemi izlemişlerdir. A.J Arberry “İslâm’da akıl ve vahiy” adlı eserinde şöyle diyor:

“Eflatun döneminde Yunan, Allah’ın varlığının deliller yardımıyla kanıtlanması konusundaki sözlerin kaynağı idi. Bu Batı insanlarının, ilk kez kendi yaratıcısını aramaya başlaması idi. “Ahd-i Âtik” (M.Ö) yazarlarının hiçbiri, Allah’ın varlığı konusunda şüphe ve soruyu gerektirecek ve kararsızlığa yol açacak, karışık bir konuyla karşılaşmadılar. Zira Sami ırkından gelen halk Allah’ı vahyin kendisinde buluyordu. “Ahd-i Âtik” hakkında dediğimiz şeyler, biraz farklılıkla “Ahd-i Cedid” (M.S) içinde geçerlidir.”

Usta”yı mütalaa ettiğimizde (Allah’ın varlığının kesin ve aşikâr) bilmek Sami kavmine ve onların dini kitaplarına özgü olmayıp, bunun Arya kitabında da Allah’ın varlığı kanıta ihtiyacı olmayan, açık bir şey olarak hesaplanmıştır.

Hindistan’ın kutsal kitapları arasında yer alan “O Panişadlar” da bazen yaratıcının varlığı ve ilk neden konusundaki sorular göze çarpmaktadır. Ama bu ibaretler çoğunlukla, ilk neden ve yaratılışın kaynağı kimdir? Sıfatları nelerdir? Konusuyla ilgilidir. Onun asıl varlığı konusunda olan şüpheyle alakası yoktur.

NUH, AD VE SEMUT KAVİMLERİNDE ALLAH’A İNANÇ

Bazı Kuran ayetlerinden, sadece İslâm peygamberinin döneminde değil hatta Nuh, Ad, Semut ve onlardan sonra gelen diğer kavimlerinde kendi peygamberleriyle Allah’ın asıl varlığı konusunda değil sadece Tevhid, nübüvvet ve miad üzerinde kendi peygamberleriyle çatıştıkları ve düşmanlık ettikleri anlaşılmaktadır. Putperestler varlık âlemini yaratan unvanıyla Allah’ın varlığını kabullenerek tasdik ediyorlardı. Putlara ise onun özel tecellileri olarak tapıyorlardı. Kendileriyle Allah arasında vasıta, şefaatçi olarak hacet ve ihtiyaçlarını karşılamaları için, putlara taparlardı.

“Sizden öncekilerin, Nuh, Ad ve Semut kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah’tan başkası bilmez. Peygamberleri, kendilerine mucizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerin ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderilenleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz. (İbrahim/9)

Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Halbuki O, sizin günahlarınızdan, bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için, sizi (Hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: Sizde bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz; siz bizi atalarımızın batmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse, bize apaçık bir delil getirin! (İbrahim/10)

Peygamberleri onlara dediler ki: “ (Evet) biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat, Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah’ın izni olmadan, bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Müminler ancak Allah’a dayansınlar.” (İbrahim/11)

“Hem, bize yollarımızı göstermiş olduğu halde, ne diye biz, Allah’a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkülde sebat etsinler” (İbrahim/12)

Allame Tabatabai bu ayetlerin tefsirinde, şu noktaya tekit eder: “Bu putperestlerin Allah’ın varlığında şüpheleri yoktu. Sadece tevhid, risâlet ve miâd konularını inkâr ediyorlardı. Hatta “Fatiri’s-Semevat” ve’l-Erz” cümlesiyle Allah’ın varlığı değil birliği kanıtlanmaya çalışılıyor.

Tebersi “Mecmeu’l-Beyan”, Seyyid Kutub “Fizlâli’l-Kuran” da ve diğer bazı müfessirler bu görüşü kabullenerek putperestlerin Allah’ın varlığını değil birliğini inkâr çabasında olduklarına inanmaktadırlar.

PEYGAMBER DÖNEMİNDEKİ HALK VE ALLAH

Birçok Kuran ayetinden, Kuran’ı Kerimin nazil olduğu dönemlerde halkın, Allah’ın varlığını ve kâinatın bir yaratıcısının vücudunu kabul ettiğini, hatta putperest Arapların bile, bir yaratıcının olduğunu kabullendikleri anlaşılmaktadır.

“Andolsun ki onlara : “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. O halde, nasıl haktan çevrilip döndürülüyorlar? (Ankebut/61)

“Andolsun ki onlara: “Gökten su indirip onunla ölümünün ardından, yer yüzünü canlandıran kimdir?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. (Ankebut/63)

“Andolsun ki onlara, gökleri ve yeri kim yarattı? Diye sorsan; “Onları şüphesiz güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı” derler.” (Zuhruf/9 – Yunus/18) Not; Kaynak; Allah’ı tanımanın önemi

*******************************************************************

GÜNÜMÜZDE ALLAH

İnsanlığın, Allah anlayışı ve inancı, tarih boyunca çeşitli durumlar arz etmiştir. Tarihte ve günümüzde insanlığı, sahip olduğu Allah inancı ve anlayışına göre dört bölümde sınıflandırmak mümkündür:

A – Allah’ın mülkünde yaşayıp O’nun nimetleriyle nimetlenmelerine rağmen, Allah’ın varlığını kabul etmeyenler. Bunların Kur’an ölçüsünde “kâfirler”dir.

B – Allah’ın bu kâinatın yaratıcısı ve rızık veren olduğunu kabullenmekle birlikte, Allah ile beraber, bir takım varlıklara, sistemlere kulluk belirtisi göstererek çeşitli ilahlara tapanlar. Bunlar Kur’an a göre “müşrik” olanlardır.

C – Allah’a ve O’nun bildirdiği gerçeklere inanmadığı halde inanmış görünenler. Kur’an, bunları “münafıklar” olarak tanıtmaktadır.

D – Allah’tan başka hiçbir ilah tanımayıp, O’na tam olarak iman edip teslim olanlar. Kur’an ölçüsünde “mü’min” olanlar da bunlardır. Günümüzde Allah’ın varlığı konusunda tartışmaya girenler pek azdır ve bunlar tarih boyunca azınlık halinde kalmışlardır. Ancak Allah hakkında esas sapma, hayatla ilgili konularda Allah’ın emirlerinin yerine başkalarının emirlerine teslim olmada ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın her devirde gösterdiği karakteristik Şirk çeşidi budur. Bunun için Kur’an-ı Kerim, insanların dikkatini bu konuda daha çok çekmektedir. “İşte Rabbiniz Allah, O’ndan başka hiçbir ilah yok. Her şeyi yaratan O’dur. O’na ibadetle kulluk edin. O her şeye Vekîldir.” (En‟am 102) mealindeki ayet bu konuya açıklık getirmektedir.

İnsanların doğru yola yönelmeleri, ancak ilah olarak Allah’ı tanımalarıyla mümkündür. Onların, Allah’ın emirlerini hayatlarında uygulamaları, ilah olarak yalnız Allah’ı tanımaları, hiçbir ortak koşmaksızın yalnız O’na ibadet etmeleri hiç unutmayacakları hakikatler olmalıdır.

Allah’ın hâkimiyeti sadece insanlara ait değildir. Her şey O’nun hâkimiyeti altındadır. Çünkü O’dur her şeyi yaratan. “Bu gerçeği kabul ediyorum ve buna inanıyorum.” demek bu hakikatin gereğini yerine getirmektir. Bu da Allah’ın emirlerini kabullenmek, sadece O’nun emirlerine teslim olmak ve bağlanmakla olur.

Müslümanlık, zahiren mü’min görünmekten ibaret değildir. Dünyada ve ahirette kesin kurtuluş, hakkıyla iman edip Allah katında geçerli olan amel-i salih ile mümkün olur. İman olmadan yani Allah’a inanılmadan yapılan işler görünürde iyi olsalar bile, ahirette geçerli değildir. Allah’ın emrettiği şekilde iyi işler yapılmadan iman hakiki olgunluğa erişemez.
Allah’ın kesin müjdesi, hakiki bir imanla, salih amel işleyerek dünyalarını değerlendiren gerçek mü’minleredir. Allah’a gerçek anlamda inanmak; Allah’ın zat ve sıfatlarına, indirdiği ve gönderdiği her hükme, O’nun gönderdiği ve istediği şekilde inanmakla mümkün olur. Yaptığımız tüm işlerin O’nun katında geçerli olması da yine O’nun rızası için yapılmasına bağlıdır.

Allah böyle bilinmeden ve O’na bu şekilde inanılmadan hakiki imana ulaşılamaz. Şüphe yok ki, Allah’a iman, O’ndan gelen her hakkı tanıyıp kabul ve tasdik etmekle olur. Bu imana yakışan şuur da, iyi veya kötü her işin karşılığının verileceğini bilmek, ömür boyu Allah’tan gelmiş olan ilahi kaideleri hakkıyla yerine getirmektir. Böyle olanlar her türlü korku ve kederden kurtulacaktır.

Bu kanun, her zaman ve herkes için geçerli olan hak yasadır. Kur’an da: “Her kim Allah’a ve ahiret gününe iman edip imanının gereğine yaraşır iyi işler yaparsa bunlara ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.” (Maide 69)mealindeki ayet bu gerçeği ifade eder.

İnsan dünyada gördüğü herhangi bir üstünlüğe bağlanıp kalmamalıdır, mükemmel gördüğü her şeye kul olmamalıdır. Yaratılmışlarda gördüğü üstünlük onu hemen Allah’ın eşsiz ve sonsuz kemaline götürmeli ve insan böylece Allah’a bağlanmalıdır. İnsan ancak bu durumda “Allah’tan başka ilah yoktur” demiş ve yaptığı işleriyle de sözünü doğrulamış olur. Çünkü gerçek Tevhid, ilahlıkta şirki yok etmektir. İlahlığı sadece Allah’a tahsis edip bu gerçeği ilan etmektir.

Kur’an da belirtilen bu Tevhid anlayışı günümüz insanlarının bir kısmı tarafından kabul edilmemekte veya yanlış anlaşılmaktadır. Allah’ın insanlık için gönderdiği İslam dini insanın hayatının her yönünü düzenleyen bir hayat nizamıdır. Allah bu nizamı insanlar hayatlarının her bölümümde uygulasınlar diye göndermiştir.

Kim Allah’ın ve peygamberinin bildirdiği esaslara uymayan bir iş yapar veya bir görüşü benimserse Allah’ın nizamına uymadığı için yanlış ve batıl içindedir. Kur’an bu gerçeği çok açık bir şekilde şöyle belirtir:

“Ey insanlar! Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” (A‟raf/ 3)

İslam’a ters düşen her şeyin haram olduğunu kabul ederek yaşayan insanlar, Allah’ı ilahlıkta tek kabul etmiş, “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” gerçeğine uymuş olurlar. Her konuda gerçeği, Allah’ın bildirdiği ilahi ölçü ile görmek ve Allah’ın nizamını öylece kabullenmek Kur’an a uygun bir Allah anlayışı olur. Bunun aksi bir iman ve anlayış İslam’a uygun değildir.

Nitekim Mekkeli müşrikler de Allah’ı ve O’nun yaratıcı olduğunu kabul ediyorlardı. Ama O’nun ilahlıkta birliğini ve tekliğini tanımıyorlardı. “İlahları hep bir ilah mı yapmış? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir”(Sâd 5) diyorlardı.

            Allah, Kur’an da kendisinin hakkı olan ilahlığı kimseye vermediğini, O’na eş ve ortak tanıyanların davalarının batıl olduğunu açıkça belirtmiştir. O halde Allah’ın birliğini tanımak, O’ndan şirk ve benzerlerini uzaklaştırmak ve O’nun dışındakilerin tamamını ilah tanımamak demektir.

Günümüzde bazı insanlar Allah sevgisi konusunda da birtakım yanlışlıklar içindedirler. Gönülde O’ndan daha sevimli hiçbir varlık olmamalıdır. Canlı-cansız, maddi-manevi Allah’tan başka herhangi bir varlığın O’nun sevgisine ortak edilmesi, herhangi bir sistem veya dünya görüşünün O’nun nizamından üstün tutulması; “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.” gerçeğine aykırıdır.

“İnsanlardan bazıları, Allah’tan başka eşler kabul eder, Allah’ı sever gibi onları severler. Mü’minler ise en çok Allah’ı severler. Zulmedenler azabı gördükleri zaman bütün güç ve kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke şimdi bilselerdi.” (Bakara 165)

Davranışlarımızın ardındaki yaptırıcı güç Allah’a iman ve O’nun yüce emirleri değil de, başka varlıkların sevgisi ve tesiri ise amellerimiz Allah katında geçerli olamaz. Çünkü bu ameller Allah için yapılmamıştır.

Sevginin doğal sonucu itaattir, yani sevilen varlığın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Allah dışındaki varlıkları sevip onlara İslam’a aykırı konularda itaat etmek, onları mabut, ilah edinmek demektir. Ayetteki “ Allah’tan başka denkler” cümlesinden maksat Allah’a isyan konusunda itaat edilen efendiler, büyükler, reisler vb. kimselerdir. Gönülde Allah gibi sevilen varlıklar isterse peygamberler veya Allah’ın veli kulları olsun durum değişmez. Çünkü Allah için sevmekle, Allah gibi sevmek aynı değildir. Allah’ı sevenler peygamberleri ve müminleri severler. Ancak Allah’ı sever gibi değil, Allah emrettiği için severler. Gönle doğan her duyguya, akla gelen her düşünceye itaat etmek, sevilen bir şeyi veya kimseyi mabut kabul etmek, onları ilahlık makamına yükseltmektir. Bu durum ise Allah’ın hakkına bir zulümdür.(Bak. Allah, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız) ( Dr. Ramazan SÖNMEZ – el-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ)
 

**********************************************************

FITRAT VE ALLAH

Kuran’ı Kerim ayetlerinden, Allah’ın varlığını kabul etmenin, ona yönelmenin ve ona tapmaya eğilimin fıtrî olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yani insanın yaratılışının temeline bırakılmıştır. Dediğimiz konunun gerçekliğini beyan eden, Kuran ayetlerini zikretmeden önce birkaç noktayı hatırlatmakta yarar vardır.

Fıtrat “fetr” kökünden olup bir şeyi uzununa bölmeye denir. Daha sonra her türlü bölmeye itlak olmuştur. Yaratılış, yokluk zulmetini parçalamak menzilesine olduğundan, bu kavramın, en önemli anlamlarından biri yaratmak, var etmektir. Bu sözcükten buluş (ibda-ihtira) manası da anlaşılır
.

Fıtrat “fi’let” veznindendir. Fi’let vezniyse türe delâlet eder. Öyleyse fıtrat lügat ta yaratılışın özel bir şeklidir. İnsan fıtratı, insanın özel bir yaratılışa sahip olduğu anlamınadır.

Görülen şu ki bu kelimeyi (fıtrat) ilk kez Kuran’ı Kerim, insan hakkında kullanmıştır. Daha önce böyle bir anlamda kullanılmamıştır.

KURAN’DA FITRAT

Kuran’ı Kerimde “fe-te-re” kökünden alınan kelimeler değişik anlamlarda kullanılmıştır. “Enam/79” “isra/51” “Taha/72” “Hud/51” “Enam/14” “Şura/11” “Mülk/3” Gibi yerlerde “yaratmak” ve “var etmek” anlamına gelir. “Futur” “Mülk/3” ayetinde (yarık), “Münfetir” ise (yarılmış) anlamında kullanılmıştır.

          “Fıtrat” kelimesi ise Kuran’ı Kerimde sadece bir yerde kullanılmıştır. Orada da “Allah” kelimesine izafi olmuştur. “Fıtratullah” İnsan hakkında ise “Fetere’n-Nase Aleyha” (Rum/30) gelmiştir.

İşte bu ayet-i şerife de ki ıstılah Müslümanların tanınmış, meşhur kültüründe “Fıtrat” teriminin ortaya çıkmasına neden oldu. Düşünürlerin, filozofların, ariflerin tanrıbiliminde (Allah’ı tanıma konusunda) ve insanbilimde (insanı tanıma konusunda) ilham kaynağı oldu.

İNSANIN İLAHİ SIFATLARI

İnsanın kemâle hidayetini, son saadetini temin etme davasını güden bir mektep insan hakkında neler düşündüğünü, onun özel tanımını hakkındaki düşüncelerini oraya koymalıdır.

İslâm’ın İlahi mektebinde de insan hakkında hem Kuran ayetlerinde, hem de Masumların rivayetlerinde birçok değişik konular gelmiştir. Bütün açılardan onları incelemek büyük ve değerli kitaplar oluşturur.

İslâm’ın insan konusundaki düşüncelerini, en iyi yansıtan kelime “Fıtrat”tır. Öyleyse İslâm’ın insan hakkındaki tarifine “Fıtrat Kuramı” adını verebiliriz.

FITRAT KURAMININ KISACA AÇIKLAMASI

Bu kurama (nazariyeye) göre:

1 – İnsan ilk fıtrat ve ilk yaratılış bakımından özel bir şekle sahiptir. Dışarıdan tahmin edilemeyen kendi iç dünyasından (fıtratından) ortaya çıkan özel tanıma ve yönelişlere sahiptir. Başka bir deyimle, insan her yazıyı eşit oranda kabul edebilecek yazılmamış bir levha ya tahta değildir. Onun batınında özel meyil ve marifetler bırakılmıştır.

2 – İnsanın, bâtıninde olan yönelişlerin (meyillerin) bazıları onun hayvani mertebesine, bazıları ise, insani mertebesine merbuttur. İnsanın, İlahi fıtratı sadece insanın, insanlığıyla ilgili olan yönelişleriyle ilgilidir. Cinsi istek gibi hayvanla insan arasında ortak olan meyillere ait değildir.

3 – Bu meyil ve düşünce tarzı insanı hayvandan ayırır. Eğer, birisi tamamen bu özellikleri kaybederse, görünüşte insanda olsa, gerçekte hayvandır.

4 – Bu bilinç veya meyiller (eğilimler)insan türüne hastır. Bu türün, bütün fertleri arasında eşittir. Belli bir zaman ve makamdaki halka mahsus değildir. Özel bir topluma, halka ve ırka ait değildir. Bütün insanlar her zaman ve mekânda, her türlü koşul altında, ona sahiptirler.

5 – Bu bilinç ve meyillerin kuvvet ve istidat yönü vardır. Yani, onları zeminesi insan varlığının temel ve esaslarındandır. Ama onun gelişmesi, canlanması, ortaya çıkması, insanın zahmet ve çabasına bağlıdır.

6 – Eğer insan bu fıtrî gerçekleri kendisinde geliştirir, canlandırırsa bütün yaratıklardan hatta meleklerden üstün olur. Kemâlin en yüce mertebesine yükselir. Ama onların ateşini kendisinde söndürürse, kendisindeki insana ait İlahi fıtratı yerine hayvani isteklerini güçlendirirse bütün hayvanlardan daha aşağı olarak cehennemin en kötü ve korkunç mertebesine düşecektir.

7- Önceden de değindiğimiz gibi insanın fıtratıyla ilgili güçlerin bazıları, tanıma ve bilinç (idrak) kavramları olup bazılarıysa meyil ve istek kavramlarıdır.

Mantıkta “ilk bedihi şeyler” diye söz edilen şeyler, fıtrî tanımaların bir kısmıdır. Hakikati arama, erdeme ulaşma isteği, güzelliği isteme, insanın fıtrî eğilimlerinin bazılarıdır.

ALLAH’I TANIMA VE ONA YÖNELİŞİN FITRÎ OLMASI

Kuran’ı Kerimin ayetlerinden anlaşılan, hem Allah’ı tanımanın hem de ona yönelişin fıtrî olduğudur. ‘Allah herkes için aşikardır’ bahsinde Kuran’a göre, Allah’ın varlığını kabullenmenin herkeste var olduğu, Allah’ın varlığının, meçhul bir konu olmadığından kanıta da ihtiyaç ve gerek duymadığını demiştik. O bölümde dediklerimizden, Allah’ı tanımanın fıtrî olduğu da anlaşılmış olur.

Fıtrat ayeti” olarak meşhur olan Rum suresi 30. Ayet özellikle, bu konuya delâlet etmektedir.

“(Resulüm) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat, insanların çoğu bilmezler” (Rum/30)

Bu ayet tam bir açıklıkla “Dinin” fıtrî olduğunu bildirmektedir. Müfessirlerin ayetteki “Din” den kastın ne olduğu hakkında iki ayrı görüşleri vardır.

A – Dinden kasıt İslâm’ın ahkâm ve maarif topluluğu özelliklede İslâm’ın temel ahkâm ve maarifidir. Bu görüşe göre dinde var olan genel şeyler -ki, onların en önemlisi Allah’ı tanıma ve ona tapmaktır- insanın fıtratında (yaratılışında) bırakılmıştır.

B – Fıtratla muvafık olan dinden kasıt Allah’ın karşısında tamamen teslim olmak ve İslâm dinin kabullenme durumudur. Zira dinin canı ve özeği Allah karşısında eğilmek, tam bir şekilde onun emirlerine uymaktır.

“Allah nezdinde hak din İslâm’dır.” (A. İmran/19)

Bu görüşe göre dinin fıtrî olmasının anlamı şudur: İnsanın yaratılışında, Allah’a tapmaya meyletme bırakılmıştır. Allah’a tapmanın fıtrî olması halinde, Allah’ı tanımanın da fıtrî olacağı bellidir. Zira insanın fıtrî olarak, bir varlığa tapmaya yönelip de onu tanımaması nasıl mümkün olabilir.

BURHAN-I NAZM (Düzen Delili)

Allah’ın varlığının aşikâr bir şey olduğunu, her insanın fıtratında, O’nun varlığına inanma duygusunun bırakılmış olduğunu demiştik. Yani insan fıtrî olarak, samimi kalpten Allah’ın varlığına inanır. Elbette bu Allah’ın varlığını kanıtlamak için başka delillerin olmadığı anlamına gelmez. Tarih boyunca Allah’a tapan insanlar tarafından, O’nun, varlığını kanıtlamak için, birçok deliller ileri sürülmüştür. Yüce Allah’ın varlığını ispat eden en sade ve açık delillerden birisi düzen delilidir. Bu delil iki mukaddimeden oluşmuştur.

A) – Evren münezzem topluluklardan oluşmuştur.

B) – Her düzenli topluluğun mutlaka bir düzenleyeni vardır.

Sonuç: Evrende var olan münezzem ve uyumlu toplulukların, bir düzenleyeni vardır.
Bu delilin muhteva ve aslını anlamak çok basittir. Hatta okuma, yazma bilmeyen birçok insan bile onu bilir. Bu evrendeki fevkalâde düzenin eserlerini görerek, düzeni var eden (yaratan) bir Allah’ın varlığını anlarlar. Ama düzen burhanını ilmi açıdan açıklamak için, ilk önce düzeni tarif ettikten sonra önceki iki mukaddimeyi açıklamamız gerekir.

DÜZENİN TARİFİ

Düzeni şöyle tarif edebiliriz: “Birbirinden farklı cüzlerin (parçaların) özel bir nicelik ve nitelikle, bir araya gelerek birbirleri arasındaki uyumdan belli bir hedefi temin etmesine düzen denir.” Örneğin saat düzenli bir şeydir. Zira onda, her biri özel nicelik ve niteliklere sahip olan, parçacıklar birbirinin kenarında yer almıştır. Ayrıca bu parçalar özel bir maden türünden olmalıdır. Bunların arasındaki düzenli ve uyumlu çalışma, saat akreplerini, zamanı doğru gösterecek şekilde harekete geçirmelidir.

DÜZENDE KAVRAMINDA BİRKAÇ ÖNEMLİ NOKTA

1- Düzeni var edenin (düzenleyicinin) hikmet ve kudreti var ettiği düzenle orantılıdır. Öyleyse söz konusu düzen ne kadar dakik ve hesaplı olursa bu, onu var edenin daha fazla hikmet ve kudretinin olduğunu kanıtlar.

2 – Düzen burhanında kâinatta baştan-başa bir düzen ve dengenin olduğunu ispatlamaya gerek yoktur. Yani kâinatın her yerinin, belirli bir düzene sahip olduğunu kanıtlamak gerekmez. Sadece “kâinatta akıl almaz dakik düzenlerin var olduğunu kabullenmemiz yeterlidir.

Başka bir deyimle; bizim bildiğimiz düzenlerden, hâkim ve güçlü bir düzenleyicinin varlığını anlarız. Kâinatın bilmediğimiz kısımlarında, düzen olsun veya olmasın bizim kanıtımızı etkilemez. Kâinatta bilip kabul ettiğimiz, düzenlerin bir düzenleyiciye kesinlikle ihtiyacı vardır. İster cihanda sadece bu düzenler var olsun, isterse bunların dışında başka düzenlerde olmuş olsun bizim kanıtlamaya çalıştığımız şeye etkisi yoktur.

3 – Düzen burhanı, “Kainat, aklı olmayan, şuursuz tabiatın sonucudur. Atomların birbirine karşı şuursuz hareketinden doğan etki ve tepki sonucu var olmuştur” düşüncesini savunanların sözlerini reddeder.

4-Tecrübe yoluyla kazanılan bilimler ilerledikçe, tabiattaki yeni düzenleri ortaya çıkarmaktadır. Buda düzen delilini daha kalıcı ve sağlam kılmaktadır. Zira tabiatın sırlarını çözen her yeni buluş, Allah’ın varlığını kanıtlamak için, yeni ayet ve deliller bilginlerin hizmetine sunmaktadır. (ihtiyarında bırakmaktadır)

Ünlü astrolog Hearşel şöyle der: “Bilim ilerledikçe ezeli ve ebedi olan Allah’ın varlığını ispatlamak için, daha güçlü ve diş kıran deliler ele gelmektedir.” (Mearif-i İslâm, s.41)

Kuran’ı Kerim Allah’ın varlığını çok açık (aşikâr) bir şey bildiği bildiğinden Yüce Allah’ın asıl varlığını kanıtlamak için açıkça delil ileri sürmez. Ama Allah’ın, varlık âleminin yaratılması, düzenlenmesi ve tedbiri konusunda hiçbir şerikinin olmadığını, bütün âlemlerin Rabbinin sadece O olduğunu kanıtlamak için, kâinattaki varlıkların hayret verici düzen ve uyumunu hatırlatarak halkı bu konuda iyice düşünmeye davet etmektedir. Kâinatta var olan her şeyi onun varlığının kanıtlamak için bir ayet ve nişane sayar. Bu ayetlerden bazılarına göz atalım.

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (A. İmran/190)

“Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır.” (Casiye/4)

Şüphesiz yerin ve göklerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suya, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır. (Bakara164)

“Kesin olarak inananlar için, yeryüzünde ayetler vardır. Kendi nefislerinde de öyle. Görmüyor musunuz? (Zariyat/20-21)

HİKMET VE ADALET ALLAH

Allah hekimdir ve onun bütün sıfatları hekimânedir. Hikmetin iki anlam taşıdığını ve her ikisinin de Allah’ın subuti sıfatlarından olduğuna dikkat etmek gerekir.

1 – Failin fiilinin, devamı ve kalıcılığı, fiilin kemâlin ve erdemin doruk noktasında olup onda hiçbir eksikliğin yolu olmaması.

2 – Failin hiçbir çirkin ve beğenilmeyen iş yapmayarak, bütün lâyık ve güzeli işleri yapma durumudur.

Birinci tarife göre “Hikmet”

Yüce Allah bütün kemâllere sahip olup, ilim ve kudreti sonsuz olduğundan her şeyi bilir, her şeye gücü yeter hâkimdir. Hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Bu yüzden onun fiilinin en kâmil, en muhkem ve en kalıcı fiil, kendisi, ise “Yaratanların en üstünü” (Saffat/125) olacağı kesindir.

İkinci tarife göre “Hikmet”

İkinci anlamda Yüce Allah’ı hikmetle vasıflandırmak, (Akıl birçok yerde kötü işi iyi işten ayırt edebilir) hakikatini kabul etmeğe bağlıdır.

Örneğin, doğru sözlü olma, emaneti koruma, muhtaca yardım etme, akla göre beğenilen ve güzel şeylerdir. Bunun karşısında, yalancılık, emanete ihanet etmek, muhtaç ve güçsüzlere zulüm etmek ise, çirkin ve kötüdür. Bu temele “Aklın anlayabileceği bir şey; iyi ve kötünün akli oluşu” denir.

Bu gerçeği kabul ettikten sonra diyoruz ki: Yüce Allah koşulsuz olarak, ihtiyaçsızdır. Hiç kimseye muhtaç değildir. mutlak olarak her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter. Güzel işleri bilir, onları yapmaya kadirdir. Aynı şekilde kötü işleri tanır ve onları terk etmeye de gücü yeter. Böyle bir varlık, kesinlikle çirkin ve kötü işler yapmayarak güzel işleri de kesinlikle terk etmez.

ADALET VE ALLAH

Allah adildir, asla zulüm etmez. Öyleyse adalet Allah’ın subuti ve zulüm ise, selbi sıfatlarındandır.

Adaletten kasıt Ali (a.s)’ın buyurduğu gibi “Her şeyi kendisine, münâsip olan makamına bırakmaktır.”

Bazen, “Hak sahibi herkese hakkını vermeğe” de adalet demişlerdir.

Bu ikincisi öncekinden daha dar anlama sahip olup, onun bireylerinden biridir. Yani (hakkı sahibine vermek) (bir şeyi kendine lâyık olan yerde) karar verme” yerlerinden biridir.

Aklın hükmüyle adalet beğenilen güzel bir iş olup zulümse çirkin ve kötüdür. Öte taraftan yüce Allah hekim olduğundan, bütün güzeli işleri yapar. Ondan kesinlikle hiçbir çirkin iş sadır olmaz. Öyleyse O adil olup zalim değildir.

Yukarıdaki açıklamadan, İlah adaletin Allah’ın hikmetinin bir özelliği olduğu anlaşılır.

-Kuran’dan şahitler-

Kuran’ı Kerimin birçok ayetinde (hekim) ismi Allah’a isnat olunmuştur.

“Şunu iyi bilin ki Allah azizdir, hâkimdir.” (Bakara/209/228…)

“O (Allah) ki; yarattığı her şeyi güzel yapmıştır.” (Secde/7)

“Rahman olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü bir çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk/3)

Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilemeyeceğimizi mi sandınız?” (Mü’minûn/115)

“Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaramadık.” (Sâd/27)

            “Biz onlara zulmetmedik, fakat, onlar kendilerine haksızlık ediyorlardı.” (Nahl/118)…

“Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.” (A. İmran/182)…

“Allah hiçbir kimseye Zulüm (haksızlık) etmek istemez.” (A. İmran/108)

TEVHİD

Tevhid ıstılahta, Allah’ı ve varlığın kaynağını bir bilmek anlamındadır. İslâm’da Tevhid dini yani; bir, eşsiz ve tek olan Allah’a inanmak ondan başka tapılmaya lâyık birinin (mabudun) olmadığını kabullenmektir. Eğer İslâm dinini bir cümlede özetlemek istersek, o cümle mukaddes “La İlahe illallah” olacaktır. Bu cümle Kuran’ın ve İslâm-i öğretilerin özetidir. Bu yüzden Kuran’ı Kerim 60 kereden fazla değişik ibaretlerle, bu yüce ve semâvi şiârı tekrarlamıştır.

“Çünkü onlara: Allah’tan başka tanrı yoktur, denildiği zaman kibirle direnirlerdi. (Saffat/35)

“İlahınız bir tek olan Allah’tır.” (Bakara/163)

“Senden başka hiçbir tanrı yoktur.” (Enbiya/87)

“Benden başka tanrı yoktur” (Nahl/2)

“Allah’tan başka ilah yoktur.” (A. İmran/62)

Saf saf dizilmişlere, toplayıp sürenlere, zikir okuyanlara yemin ederim ki, ilahınız birdir.” (Saffat/1-2-3-4)

“De ki: O, Allah birdir.” (İhlas/1)

“Allah, adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu ikrar etmişlerdir. Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilah yoktur.” (A. İmran/18)

“Senden başka hiçbir resulü göndermedik ki ona: “Benden başka ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya/25)

TEVHİDİN DERECELERİ

Tevhidin birçok derecesi vardır. Tevhidin karşısında olan şirkinde aynı şekilde dereceleri vardır. Bu dereceler şunlardan ibarettir:

ZATTA TEVHİD

Zatta tevhid yani; varlık âleminin kaynağının yalnızca bir varlık olduğuna inanmaktır. Yani bütün varlıkları vasıtayla, veya vasıtasız onun yarattığına, onu ise başka bir varlığın yaratmadığına inanmaktır.

Başka bir deyimle, zatta tevhid yani; bütün varlıkların sadece bir yaratanı olduğuna, varlık âlemini, bütün azamet ve büyüklüğüyle, çokluk ve çeşitliğiyle bir kaynağı (mebde ve menşei) olduğuna inanmaktır.

“De ki: Allah her şeyi yaratandır.” (Ra’d/16)

Elbette bu sözün anlamı, O yegâne varlık kaynağının vasıtasız direkt olarak her varlığı yarattığı anlamına gelmez. Bir varlık bir veya birkaç vasıtayla Allah’ın yaratığı olabilir. Örneğin Allah “A” varlığını yaratıp daha sonra Allah’ın yarattığı ve O’na bağımlı olan “A” da “B” yi, oda “C” yi yaratabilir. Bu örnekte de “A” vasıtasız olarak, “B” bir vasıtayla, “C “ ise iki vasıtayla Allah’ın yaratıklarıdır. Böyle bir faraziyeyi kabul etmek “Zatta tevhid” ile çelişmez.

SIFATTA TEVHİD

Sıfatta Tevhid yani; Allah’ın zati sıfatlarının –ilim, kudret, hayat gibi- zatının özü (kendisi) olduğuna inanmaktır. Allah’ın zati sıfatları kavram açısından çeşitli ve farklıdır. Ama mistak açısından hepsi bir ve Allah’ın zatının kendisi olup bir şeyden fazla değillerdir.

Gerçekte tevhidi sıfat iki konuya inanmaktır.

1-İlim ve kudret gibi sıfatlar Allah’ın zatına zait (dışında-izafi) değillerdir.

2-Bu sıfatlar Allah’ın zatında terkip ve çokluk oluşturmazlar. Sıfatın zatla bir olması üsteki iki konuyu ifade eder. Allah’ın zatı terkipsiz olup, kesinlikle terkibin yeri yoktur. Onun için cüzler düşünülemez.

FİİLDE TEVHİD

Fiilde Tevhid yani; âlemdeki varlıkların zatları bağımsız olmayıp, Allah’ın yaratığı ve O’na bağımlı olmakla beraber, onların fiilleri (eylemleri) de Allah’ın gücü ve kuvvetiyledir. Yani fiilde de, zatlarında oldukları gibi bağımsız değillerdir.

Başka bir deyimle, zatta Tevhid yani; Allah’ın zatta ortağı yoktur. fiilde tevhid yani; Allah etkenlikte (failiyyet) ve tesirde birdir.

Elbette bu, Allah’ın yaratıklarının hiçbirinin, kendi fiil ve etkilerinin olmadığı anlamına gelmez. Zira anlamı şudur “Yaratıkların fiil ve eserleri Allah’ın havl ve kuvvetinin yardımıyla, onlardan sadır olur. Dini şiar olan “La havle vela Kuvvete illa billah” dakik olarak, fiilde tevhidi beyan etmektedir.

FİİLDE TEVHİDİN İNSANIN HAYAT VE DAVRANIŞLARINDA Kİ ETKİLERİ

Fiilde tevhid; âlemin müstakil tek sahibinin ve yaratıcısının Allah olduğuna, diğerlerinin bütün sahip oldukları ve yaptıklarının ise Allah’ın yardımıyla olduğuna inanmakla sonuçlanır.

Önce; insan hiçbir şeyi ve hiç kimseyi yüce Allah’la birlikte tapmaya lâyık görmemeli, O’ndan başkasına boyun eğmemelidir.

“Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına, ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf/40)

Daha sonra; insanın bütün dayanağı ve güveni Allah’a olmalıdır. Bütün işlerinde, O’na tevekkül etmelidir. Sadece ondan yardım dilemeli, ondan başkasından korkmamalıdır. O’ndan başkasına ümit bağlamamalıdır. Hatta bütün doğal şartlar ve sebepler onun aleyhine olsa dahi, ümitsizliğe kapılmamalıdır. Zira eğer Allah isterse, bir anda durumlar değişir, işler yoluna girer.

“Kim Allah’tan çekinirse, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” (Tâlâk/2-3)

Not; Kaynak; Allah’ı tanımanın önemi


ESMA DERSLERİ “ALLAH” I TANIMAK – 2

$
0
0

ARAŞTIRMALAR 2

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

ALLAH’I TANIMAK NEDİR?

Allah’ı onun yüce isim ve niteliklerini tanıma, onun ilimsel, bireysel ve toplumsal etkisinin ötesinde insanın saadeti için çok değerli ve etkili bir şeydir. İnsanın tekâmülü Yüce Allah’ı doğru bir şekilde tanımasına bağlıdır. Allah’ı lâyık olduğu şekliyle tanımayan, güzel işler yapmaya özen gösterse de asla insan-i kemâlin son derecesine ulaşamayacaktır.

Allah’ı doğru bir şekilde tanımak nefsani kemâlin en yüce derecesi olup insani hakikate ve Allah’ın tarafına doğru yüceltir. “O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i salih ulaştırır.” (Fatır/10)

İnsanın Allah’ı tanıması huzuri tanıma ve husuli tanıma olmak üzere iki çeşittir.

İnsanın Allah’a yönelik huzuri tanıması da iki genel şekle ayrılmaktadır. Birincisi, fıtri anlayış veya fıtri olarak Allah’ı tanımadan ibarettir. Bu başlık altında daha önce incelemede bulunmuş ayeti ve fıtrat ayetinin belirtilen fıtri olarak Allah’ın tanımaya ve zayıf ve yarı bilinçli huzuri derke işaret ettiğini söylemiştir.

Huzuri tanıma ilmi; fıtri şekliyle kazanılacak/elde edilecek türden değildir ve insanın ihtiyar ve iradesi kapsamının dışındadır. Dolayısıyla doğal olarak ahlak ilmi sahasında yer almamaktadır. Fıtri anlayış insanların çoğunda salt yer ve potansiyelden ibarettir; ona sahip olan kimse, kendi çabasıyla onu yeniden eyleme ve belirsizlik halinden bilinçli huzuri anlayış merhalesine ulaştırabilir.

İkinci tür huzuri ilim ise insanın kendi aktivitesiyle ona nail olduğu ve tekâmül merhalelerini kat ettikten sonra bu açık ve bilinçli huzuri ilmin feyzin kaynağı tarafından kendisine verilme liyakatine erdiği ilimdir.

Bu huzuri ilim de aşamalıdır ve bir takım merhalelere sahiptir. Onun en son merhalesi, yaratılışın nihai hedefi ve insani kemalin en yüce gayesidir. Gerçekte insanın yaratılış nedeni de bu noktaya ulaşmaktadır. Bundan dolayı, ahlaki faaliyetler de kendi alanında bu hedefe kilitlenmeli ve insani kemalin bu noktasına ulaşma yolunda yer almalıdır.

Kur’an ayetleri ve hadisler de görme, şuhud ve bakma gibi muhtelif tabirlerle bu hakikate işaret etmekte ve Allah dostlarının diğer âlemde ona nail olacaklarına delalet etmektedir. Gerçekte ona nail olmakla onlar, ebedi saadeti elde etmişlerdir. Nitekim ayette şöyle buyruluyor:

O gün bir takım yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır.” (Kıyamet/22-23)

ALLAH’I TANIMA VE İMAN İLİŞKİSİ

Bütün ahlaki değerlerin kökü, Allah’a imandır. İslam açısından bir iş iman dürtüsüyle gerçekleşmeyene dek değerli sayılmayacaktır. İman ise bilgi ve tanımaya dayalıdır. Öyle ki bilginin eksiklik ve çokluğu doğal bir şekilde imanın eksiklik ve çokluğunda etkili olmaktadır. Her ne kadar da insanın bilgisi nitelikli ve derin olursa, imanı da o oranda nitelikli ve derin olur.

Bu iki öncülün tabii neticesi, imanın konusuna yönelik bilgi ve tanıma, ahlaki değerlerin kök ve usulleri zümresinden sayılmasıdır. İmanın az ve çok dozaja sahip mertebeli bir hakikat olması, niteliği ve gücü fazla olması oranında insanı daha fazla bir hareket ve çabaya, daha disiplinli davranışsal bir düzene sevk etmesi ve neticede insanın ebedi kurtuluş, felah ve saadetiyle ilgili olarak yüce değerler yaratması gibi bilgi ve tanıma da bu ölçüde azlık ve çokluğu olan bir dozaja sahiptir.

Güçlü olduğu oranda imanı etkileme yoluyla, daha yüce bir değer yaratır ve insanın ebedi saadetine ulaşmasında ve de hayatındaki en temel değer ve kemale varmasında derin bir etki oluşturur. Özetle daha yüce bir saadete ermek için insanın imanını daha bir güçlendirmesi gereklidir ve imanın daha çok takviye edilmesi için de edebildiğince kendi bilgi ve tanımasını artırmalıdır. Elbette bu, diğer şartların yanındaki gerekli bir şarttan ibarettir.

Allah’ı tanıma konusu, bizim ahlaki, insani ve manevi gelişimimizde etkili olan bir ilimdir. Ama onu fazla kullanma ve önemsemenin kendisinin canlı etkili ve aktif olmasındaki tesiri, tıpkı sayısal bilimler ve matematik gibidir. Eğer biz Allah’ı tanımakla ilgili felsefi, kelami önermeleri ve onun kanıtlarını bir defa okur, görür ve hatta iyi anlarsak ve gerçekte kesin deliller yoluyla Allah’ın varlığı bize açıkça ispatlanırsa, ama onu zihinde arşivledikten sonra pratikte ondan gaflet edersek gerçekte, ilahi konuları halletmişizdir. Lakin bu bilgi canlı değildir, hayat ve tekâmülümüzde göz alıcı bir etki oluşturmaktan yoksundur.

Eğer günlük ve tekrar ederek ona yönelir ve uygun fırsatlarda ona müracaat edip o bilgileri kendi bilinçli zihnimizde hazır hale getirmeye çalışırsak, doğal olarak bu durumda Allah’ı tanıma bizde canlı ve aktif olacaktır. Pratik hayatımız, davranışsal düzenimiz, manevi ve ahlaki tekâmülümüz ve insani yücelişimizde rol ifa edecektir. Günlük iş ve çabalarımıza cihet verecektir. Bu Kur’an’ın üzerinde ısrar ettiği Allah’ı tanımadır:

“Müminler saadete ermişlerdir. Onlar namazda huşu içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar zekâtlarını verirler. Ve onlar ırzlarını korurlar.” (Mü’minun/1-2-3-4-5)

Kur’an’da oldukça göze çarpan bu gibi ayetler gerçekte Allah’ı tanımanın canlı ve aktif bir halde olmasından kaynaklanan imanın canlı olması ve pratik etkisi üzerinde ısrarla durmaktadır. Bundan dolayı, bilgi ve tanıma iki açı ve kanaldan insanın tekâmülünde etki bırakabilir:

Birincisi, nitelik cihetindendir; yani insanın bilgisi ne kadar daha kesin, sağlam, aydın olur ve kuşku sarsılma, şüphe ve müphemlikten yoksun olursa ve deyim yerindeyse yakin mertebesine ulaşır ve yakîn mertebesi artarsa, bu oranda daha güçlü bir imana, yüce bir inanca ve daha geniş ve derin pratik bir bağlılığa sahip olacaktır.

İkincisi ise şundan ibarettir. İnsan elde ettiği bilgiye yönelik edebildiğince önem vermeli, defalarca ona müracaat etmeli ve kendi pratik ve günlük hayatında onun etkili olmasına çalışmalıdır. Böyle olduğu takdirde tabii bir şekilde böyle bir bilgi unutulmaya yüz tutmayacak ve içimizde canlı, aktif ve etkili bir imanı muhafaza edecektir. Bundan dolayı, bilginin mertebeleri ve ona yönelmenin tekrar edilmesinin imanın gelişimi, sağlamlaşması, kalıcılığı, ömrü ve görkemi hususlarında birçok etkisi olacaktır.

İşte tam burada Kur’an’ın neden özellikle ilim ve marifetin faziletine vurguda bulunduğunu anlıyoruz. Zira ilmin fazileti hakkında gelen ayetlerle ilgili olarak açıkça denebilir ki onun en kâmil ve açık reel örneği Allah’ın zatına, fiillerine ve sıfatlarına yönelik olanıdır. Bu bilgi, kesinlikle mutlak ayetlerdeki ilmin reel örneklerindendir. Ayrıca sadece bu çeşit ilmin kastedildiği ayetlerde mevcuttur. Onun fazilet ölçüsü ve üstünlük kriterlerinin de imana ve o kanaldan insanın davranışlarına, hareket biçimine dünyevi ve ebedi saadetine bıraktığı etki ve insanın maddi, manevi, ferdi ve toplumsal ideal ve doğru hayat ve yaşamına kaynaklık etmesidir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor:

Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet edin” (Enfal/24)

ALLAH’I TANIMANIN YOLU

Şimdi Allah’ı tanımanın mefhumu, onun iman ile ilişkisi ve taşıdığı yüce değer açıklığa kavuştuktan sonra şu soru sorulmaktadır: İnsan nasıl Allah’ı tanımaya ve bu değerli bilgiye ulaşabilir?

Bu soruya yanıt bazında bilimsel önermelerin iki türlü olduğunu söylüyoruz: Bir grup önermeler apaçıktır; salt bu önermelerin özne, yüklem ve irtibatını tasavvur etmek, insanın onu tasdik etmesi için yeterlidir. Ama bir önerme apaçık olmadığı, düşünmeye ve tahlile ihtiyaç duyduğu zaman, belirtilen tasavvurlar tek başına insanın tasdiklemesine kaynaklık edemezler. Böyle bir durumda tasdik etmeyi gerçekleştirmenin mantıklı yolu, önermenin özne, yüklem ve irtibatının tasavvur edilmesinin yanında onun ispat edilmesi için kanıt getirmemizdir.

Elbette bizim için bilgi elde etmenin yolu, akli kanıta özgü değildir. İnsanın bilgisine konu olan değişik mevzulara uygun olarak bilimsel konularda deneyimden tarihi konuları nakletmeden ve fıkhi konularda masumların sözlerinden vb. değişik başka yollardan da bazen yararlanılmaktadır. Bunların her biri kendi yerinde, kendileriyle ilgili konularda bilgi kazandırmaktadır. Ama Allah’ı tanıma konusunda birden fazla bir yol mevcut değildir ki o da akli kanıttan ibarettir.

Konu Allah’ı tanımak olduğu vakit, böyle bir konuda başkalarının ve hatta Peygamber ve yahut İmamların sözlerine dayanmamızın anlamı yoktur. Aynı şekilde duyusal deneyim yöntemiyle de bu bilgiyi elde etmek mümkün değildir. Bundan dolayı Allah’ı tanımak için mevcut olan tek yol, akli kanıt olacaktır. Açık olduğu üzere daha önce de belirtildiği gibi buradaki bahsimiz husuli yöntemle Allah’ı tanıma hakkında olup akli istidlal ve kanıt yoluyla hasıl olmayan ve kendisine ulaşma yolunun nefsin üzerinde odaklaşma, onunla cihat etme ve Allah-u Teala’ya ibadet etmeden ibaret olan huzuri tanıma yöntemi değildir.

Husuli yöntemle Allah’ı tanıma düzleminde açık ve ikna edici kanıtlar mevcuttur. Biz, burada onları beyan edeceğiz. Onlar hakkında bilgilenmek istenirse kelam ve felsefe gibi ilgili ilimlere müracaat edilebilir.

Bu alanda hatırlatmamız gereken tek şey şudur: Allah’ı tanıma kanıtları, genellikle bir takım öncüller, usuller ve varsayımlara dayanmaktadır. Söz konusu kanıtları gerçek bir şekilde anlamak, bu öncülleri anlamaya bağlıdır. Bu öncülleri de anlamak, mantık, kelam ve pratik felsefeyle irtibatlı ve haşir-neşir olmakla mümkündür. Bu yüzden, bilgisiz ve belirtilen ilimlerden bir duyumu olmayan fertler için bu konuların anlatılması ve kanıtların getirilmesi, fayda vermemekle beraber bazen zararlı da olabilir ve cevabını çabuk anlamayacakları şüpheleri zihinlerinde oluşturabilir.

O halde öğretimde öğrencinin anlama düzeyini göz önünde bulundurmalı, ilgili konuları onun idrak kapasitesi ve anlama düzeyinde riayet ederek kendisine öğretmeli ve yanıtı güç olan zor şüpheleri dile getirmekten kaçınmalıyız. Böylece Allah korusun onun hidayetine vesile olmak yerine sapmasına neden olmaktan sakınmalıyız.

Allah’ı tanımak ve ilahi marifetleri elde etmek için en iyi yöntemin velileri, peygamberlerin ve hepsinden daha iyi olan semavi kitap Kur’an’ın yöntemi ve yüce Allah’ın beyanı olduğu söylenebilir.

ALLAH’I TANIMA DÜRTÜLERİ

Hangi etken ve dürtüler, insanı Allah’ı tanıma yolunda adım atmaya ve O’nun hakkında bilgi elde etmek için çalışmaya sevk etmektedir?

A – Bütün bilimler ve insanın tüm bilgi ve tanımaları sahasında olumlu etkisi olan dürtülerden biri de hakikati isteme fıtratından ibarettir. Yüce Yaratıcı insanı öyle bir şekilde yaratmıştır ki o, fıtri olarak ve kendi içinden gerçekleri tanımak istemekte, sürekli bu yitiğini bulma düzleminde sorular sormakta, çeşitli alanlarda ve muhtelif konulardaki meseleleri halletme peşinde bulunmaktadır. İnsanın şimdiye kadarki marifet ve bilim alanındaki göz alıcı gelişiminin sırrı da budur. İnsan, günbegün daha çok dallara ayrılan felsefe, muhtelif bilimler ve değişik uzmanlık branşlarını vücuda getirmiş ve bu yoldan da icat ve keşiflere, hayatta ilerleme ve yücelmeye ulaşmıştır.

Hakikat istemi, her insanın içinde kökü olan fıtri ve cebri bir meyildir. Bunun için bazen merak güdüsü tabiri de kullanılmaktadır. Bu eğilim, hangi isimle kendisini anarsak analım, gerçekte insan hakikatinin bir parçasıdır. İnsan fıtrat ve organizmasında ve onun varlık derinliklerinde kökü bulunmaktadır. Ondan gaflet ettiğimiz vakit, gerçekte kendi insaniyetimizin bir bölümü ve varlığımızın bir parçasından gaflet etmiş oluruz. Bundan dolayı, insanın insaniyet ve insani yetkinliği, gerçekleri araştırmayı ve onları derk etmeyi gerektirmektedir. Eğer insan bu işte aksaklık yaparsa, gerçekte kendi insaniyeti darbe yemiş olur ve hayvaniyet ve ondan aşağı bir dereceye kadar alçalır.

Bundan dolayı biz daha genel, geniş ve derin olacak insanda bulunan “hakikat istemi” ve “kemal istemi” arasında bir bağ kurarak veya şöyle dersek daha iyi olur. Bu iki eğilim arasında mevcut olan gerçek bağa yönelik bilinç ve şuur vermeyle fertleri bu alanda daha çok çabalamaya ve aktif olmaya sevk edebiliriz. Çünkü hiçbir insan, eksik olmayı, hayvaniyet bataklığına sapmayı ve insaniyet ve insani kemalden uzak olmayı istemez.
Eğer hakikatleri derk etmede taksirde bulunmanın manasının bu olacağını insan anlarsa, alçalmanın önünü almak için edebildiği oranda çalışma ve çabasını artıracak bir takım sorular soracak ve yanıt istemeye veya meselelere yanıt vermeye hazır hale gelecektir. Doğal olarak en önemli köklü sorulardan biri de şu olacaktır: Evrenin bir yaratıcısı var mıdır? Eğer varsa, onun sıfat ve fiilleri nelerdir?

Elbette bu güdünün bütün fertlerde gerekli işlevi yoktur; bilakis toplumda bu dürtünün kendilerinde güçlü olduğu salt, fıtri tahrik ve hakikati isteme hedefiyle ilim, marifet ve gerçeği anlamanın peşinde gidenler sınırlı bir gruptan ibarettir. Tevhit, Allah’ı tanıma ve ilgili konular gibi marifetleri elde etmenin peşinde olan kimselerde hakikat istemi dürtüsünde eklenmesi gereken en azından başka dürtülerinde olması ve onu takviye etmesi gereklidir. Böylece bu yolda adım atmaya güç yetirebileceklerdir. Büyük bir azmi olan, hakikatleri onların başında da varlığın yaratıcısını salt hakikati anlamak ve kendi bilgisini artırmak için araştırmaya tabi tutmak isteyen kimseler oldukça azdır.

Kur’an’da birçok yerde hakka ve hakikate vurguda bulunmasının bizim sözümüze bir teyit teşkil ettiği bu özenin Kur’an’ın insandaki bu eğilimin varlığını kabul ettiğine dair delil olduğunu ve ona terbiyesel önemli bir etken sıfatıyla dayanmayı benimsediğini söyleyebiliriz. Bu yüzden aşağıdaki şu ayetlere rastlıyoruz:

Gerçek, Rabbinden gelendir, artık kuşkulananlardan olma. (Bakara/147)

Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. (Bakara/213)

Bu ayet, hakkın ne olduğu veya hangisinin olduğu hususunda ihtilaf edenlerin tümünün hakkı talep ettiklerini göstermektedir. Ve şöyle buyruluyor:

Resule indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün.” (Maide/83)

Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umup dururken niçin Allah’a ve bize gelen gerçeğe iman etmeyelim?” (Maide/84)

Hakka götüren mi uyulmağa daha lâyıktır, yoksa (tutulup) yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı?” (Yûnus/35)

Sen bize gerçeği mi getirdin yoksa şaka mı ediyorsun? dediler.” (Enbiya/55)

Yukarıdaki ayetler, insanda böyle bir eğilimin varlığını varsaymış ve böyle bir eğilimin varlığı düzleminde bu yoldan muhtelif şekillerde hak hakkında söz söylemektedir. Zira insanda böyle bir eğilim olmadığı takdirde, realitede hakka bu tip bir vurguda bulunmak manasız olacaktır.

Bu eğilimin varlığı geçidinden hakkın reel örneğin teyin edilerek kendi özel hedeflerine doğru ona cihet verilmektedir. Başka bir ifadeyle Kur’an-ı Kerim, insanda hakka yönelik fıtri iki yoldan onu takviye ve teyit etmekte ve de yönlendirmektedir.

Birincisi, bu eğilimin üzerine el koyma yolundan insanı onun varlığına yönelik uyarmak ve duyarlı kılmak, onu tahrik ve dürtmektir.

İkincisi, bu eğilime konu olan şeyin, cihetinin hakikatleri tanımaya yönelik insan hareket ve faaliyetlerinin ve onların en büyük ve yücesi olan Yüce Allah’ın varlığının daha açıklığa ve belirginleşmesine neden olan hakkın reel örneğini tayin etme ve onu tanıtma yolundadır.

B – İnsanda bulunan ve bu bahse uygun olarak kendisine işaret edilebilecek diğer bir dürtü de kendini sevmektir. Kendini sevmek, güçlü deruni bir etken rolüyle insanı kendi kemallerinin peşinden gitmeye, kendinde insani fazilet ve erdemi korumaya iter. Felsefe ve nefis ilmi açısından kendini sevmenin (veya bencilliğin ve kendine tapmanın) kısımlarından biri de bazen kendisinden “yücelik istemi” diye bahsedilen insanın aşırı bir şekilde insaniyetinin korunmasını ve hayvanlardan farklı olmayı istemesidir. İnsan yaşamı, sağlam akli temellere ve davranışları akli seçimlere dayanmalı, ideoloji ve dünya görüşü çerçevesinde, makul ve mantıklı kalıp ve standartlarda belirginleşmelidir.

Bundan dolayı insani yaşamda, insan davranışları değersel ve akli kalıplarda belirginleşmektedir. Onlar da akli tanıma ve bakışlara ve hepsinin başında yer alan Yüce Allah’ı tanımaya dayanacaktır. Başka bir ifadeyle eğer insan Allah’ı tanımazsa, gerçekte sahih ve akli bir dünya görüşüne sahip olmayacak ve makul bir dünya görüşünün olmaması sebebiyle de doğru bir ideoloji sahibi olmaktan yoksun kalacaktır. Bu surette sahih ve insani davranışlar böyle biri tarafından sergilenemeyecektir.

Bu düzlemde zarif ve aynı halde açık bir tarzda bu hakikate vurguda bulunan, bilgisi olmayan akli ve mantıki kanun ve usullere göre yaşamını sürdürmeyen kimseleri hayvanlar derecesine ve hatta hayvanlardan daha aşağı ve sapmış bir dereceye indiren bir takım Kur’an ayetlerine rastlıyoruz:
Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” (A’raf/179)

Burada Kur’an ayetlerinin iki yerde kendisine değindiği bir hakikati anımsatıyoruz. Birinci yerde şöyle buyuruyor:

“Allah katında yeryüzünde yaşayanların en kötüsü, inkâr edenlerdir. Onlar artık inanmazlar.” (Enfal/55) İkinci yerde ise şöyle buyuruyor:

Allah katında, yeryüzündeki canlıların en kötüsü gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal/22)

Şimdi eğer bu iki ayeti yan yana koyup tatbik edersek, imanın yokluğunun bir çeşit batıni körlüğün, doğru bilginin bulunmayışının ve aklı kullanmanın bir sonucu olduğu neticesini alırız. Bundan dolayı, imanı elde etmenin yolu, aklı kullanmaktır. Böylece onun vesilesiyle bizde imanın oluşmasının zemininin meydana gelmesine dönük doğru bilgiye ulaşmamız sağlanacaktır.

Gerçekte yukarıdaki ayetler gibi bu şekilde insani idraklere vurguda bulunan ve onun yokluğunu insaniyetin yokluğuyla eş ve bir bilen ayetler, bu yolla insanları düşünceyi kullanma ve hak marifetleri elde etme yolunda çabalamaya sevk etmeye çalışmaktadır. Şu ayet bunun bir örneğidir:

Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini veya kavradıklarını mı sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibi, hatta gidişçe daha sapkındırlar.” (Furkan/44)

C – Bu alanda kendisine işaret edebilecek ve bilgi elde etmeye etkili olabilecek üçüncü dürtü, hakkı tanıma, nimet verene teşekkür etme ve şükürde bulunma fıtratından ibarettir. Sağlıklı bir fıtrata sahip her insan, bir insanın iyiliğine maruz kaldığı zaman, iyilik eden şahsa karşı kendisini borçlu hisseder ve bu iyilikten dolayı ona bir şekilde teşekkür etmeyi düşünür.

Böyle bir temayülün, insan fıtratının derinliklerinde kökü bulunmakta ve uygun ortamlarda kendi etkilerini göstermektedir. Elbette bazı etkenlerin bu eğilimin etkisini engellemesi veyahut bir takım hareket ve davranışlardan ötürü insan fıtratında bir sapmanın meydana gelmesi bundan istisnadır.

İnsan bu âlemde fikir ve düşüncesi oranında ne kadar çok nimete sahip olduğu hakikatini anladığından, düşüncesinin derinliği, dikkatinin çokluğu, çok önemli ve zarif incelik ve nimetleri daha iyi derk edebileceğini ölçüsünce kendini daha çok geniş ve derin olarak nimetler içerisinde boğulmuş görür.

Doğal olarak burada insanın aklına şu soru gelir: Bu nimetler kimdendir? Ben hangi şahsın ihsanına muhatap olmaktayım?

İşte burada kendisine nimet vereni tanıyıp nimetinin şükür ve teşekkürünü eda etmesi için hakkı tanıma fıtratı onu bu alanda çabalama ve araştırmaya iten en güçlü etkenlerden biri olarak kendini gösterir. Veyahut onun için mümkün olursa, hatta bir şekilde bu ihsan ve nimetleri telafi etmeye çalışır. Gerçekte o, bu işi kendi insani görevi olarak telakki eder. Buradaki bir kusur, kendisi için deruni bir rahatsızlık, vicdan azabı ve pişmanlık getirecektir. Bu tıpkı banka aracılığıyla kendisine büyük bir miktar paranın havale edildiği bir kimsenin paranın sahibi ve havaleyi imzalayanı tanımaması gibidir. Böyle bir şahıs, fıtri olarak gücü yettiği oranda onu tanımaya çalışacaktır. Bu hakkı tanıma hissi, ya onu bulup bir şekilde bu iyiliği telafi edinceye ya da onu bulmaktan ümitsiz oluncaya kadar böyle bir şahsı rahat bırakmayacaktır.

Gerçekte bu Allah’ın insan organizmasına koyduğu fıtri ve alışılarak elde edilmeyen bir eğilimdir. Bu, insan gerçeğinin bir parçasıdır; öyle ki insan kendinde adeta bir eksiklik ve noksanlık hissetmekte ve bunu ortadan kaldırıp insaniyetini kâmil kılmak için çabalamaktadır.

Kur’an, insan organizmasında fıtri olan bu eğilimin varlığını varsaymakta ve bir etken olarak onu takviye etmeye ve yönlendirmeye koyulmaktadır.

İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?” (Rahmân/60)

Gerçekte bu, Kur’an’ın yanıtını insanın vicdan derinliklerinden talep ettiği sorular türündendir. Kur’an, bu soruyu insan fıtratını uyandırmak ve bu fıtri olan hakkı tanıma temayülünü onda aktif hale getirmek için sormaktadır. Bundan da öteye, eğer yüce Allah’ın nimetlerini hatırlatan ve nimetleri birer birer O’na isnat eden birçok ayet üzerinde biraz dikkat edersek, bütün bu ayetlerin gerçekte şu hedefe yönelik olduğunu anlayacağız:

Ayetler, insanın hakkı tanıma fıtratında terbiyesel bir etken olarak istifade etmek ve onu aktif hale getirecek, tahrik edecek ve cihetlendirecek insan şahsiyetini olgunlaştırmak ve kemale ulaştırmak istemektedir. Bir örnek olarak aşağıdaki şu ayetlere işaret ediyoruz:

And olsun ki onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, “Onları güçlü olan, her şeyi bilen yaratmıştır” derler. O, suyu gökten bir ölçüye göre indirir. Biz onunla ölü memleketi diriltiriz. İşte siz de böyle diriltileceksiniz. Her sınıf varlığı yaratan O’dur. Gemiler ve hayvanlardan binesiniz diye size binekler var etmiştir. Bütün bunlar; üzerlerine oturunca Rabbinizin nimetini anarak: “Bunları buyruğumuza veren ne yücedir; zaten bizim takatimiz bunlara yetmezdi; şüphesiz Rabbimize döneceğiz” demeniz içindir.” (Zuhruf/9-10-11-12-13-14)

Evet Yüce Allah bu nimetleri size vermiştir. Asayişte olmanız için yeryüzünü size beşik kılan O’dur. İlerleyebilmeniz için yolları da sizin için düzenleyen O’dur. Binmeniz için gemi ve bineği hizmetinize veren O’dur. Böylece Allah’ın nimetlerini hatırlamalı, O’na teşekkür etmeli, O’nu anmalı ve O’na yönelmelisiniz.

D – Hakkı tanıma yolunda insanı çabalamaya yöneltebilecek diğer bir dürtü de yüce mertebeli bir makam ve kâmil güçlü bir varlığa “yakınlaşma temayülü”dür. İnsan şu düşüncededir: Eğer varlık âlemine bir tanrı hâkimse, O’nun yönlendirmesiyle kendi kemaline ulaşabilir, O’nun buyruklarına uymayla O’na yakınlaşabilir ve rahmetinin civarında yer alabilir. Bu, O’nu tanıma gayesine dönük bir araştırma yapmak için kendi başına bir dürtüdür. Bu, gerçekte insanın fıtri isteklerinden olup onun kendisini ve kemalini sevmesinden kaynaklanmaktadır.

Birazcık bir dikkatle fertlerin günlük hayatlarında ve normal hareket, davranış ve söylemlerinde güçlü makam ve konuma sahip bir şahsa yakınlaşma ve onunla ilişki kurma temayülünü iyice hissetmek mümkündür.

Bundan dolayı, kamil mevcuda yakınlaşma temayülü, insan fıtratından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda, eğer bir varlık, bütün varlıkların üstünde ve mutlak kâmil olursa, ona yakınlaşma ile diğer varlıklara yakınlaşma kesinlikle karşılaştırılamayacaktır. Çünkü mutlak kemal mefhumunu aşkın mebde ve varlığın yaratıcısında yeniden tanımak istersek, hak ve batıl sultan ve hükümdarlarından büyük âlim ve bilginlere kadar dünyanın bütün yüce şahsiyetlerini, güzellik ve zenginliklerin tümünü göz önünde bulundurursak, o ilahi mutlak kemal ile kıyaslandığında bir şey hesap edilmeyecek ve engin bir denizin yanında küçük bir damla gibi kalacaktır.

Bu gerçeği, göz önünde bulundurarak, böyle yüce bir makama yakınlaşma ile O’nun kulları olan zahiri insani şahsiyetlere yakınlaşma nasıl kıyaslanabilir ve O’na ibadet etme ve yakınlaşma yerine diğerlerine yönelinebilir?

Bu engin düşünce, insanda derin bir dürtü canlandırmakta ve tahrik etmektedir. Bazen giderilmesi mümkün olmayan şiddetli bir susuzluk misali insanı o mutlak kemalin ardından irfan geçidinden geçip bu berrak ve tatlı sudan içerek elde ettiği marifet sayesinde susuzluğunu azaltması için arayışa sürüklemektedir. Böylece tanıdıktan sonra O’nun dergâhında bir makam elde etmek ve O’na yakınlaşmaya O’nun rahmet civarında yer almak için insan O’na ibadet etmeye ve tapınmaya koyulmalıdır.

Bu sade örneğin zikredilmesinin henüz yolun başında olan kimseler için faydalı olduğu oldukça açıktır. Ama yolu kat eden, yakınlaşma ve yücelmenin bazı merhalelerine ulaşmış kimselerin doğal olarak böyle örneklere ihtiyacı olmayacaktır.

Şimdiye kadar belirttiğimiz şeyler, bu alanda insanda etkili olan en temel dürtülerdir. Gerçi burada anımsatmalıyız ki normal ve genel halk kesiminde bu dürtülerin ateşleme ve dürtülmesi güçlü değildir. İnsanların çoğunda hakkı isteme, hakkı tanıma veya yücelik istemi veyahut aşkın bir varlığa yaklaşma dürtüsü tek başına büyük bir rol oynayamamakta ve onları Allah’ı tanıma hususunda harekete geçirememektedir.

Elbette bu değerlerin ve insani aşkın dürtülerin etkisi altında kalan insanların sayılı ve az bir kısmı bundan müstesnadır. Böyle insanlar, salt hakikat istemi, hakkı tanımak, yücelik istemi ve sadece insanların rabbi olan Yüce Allah’ın dergâhına yakınlaşmak ve orada bir makam elde etmek için çabalama ve arayışa girişmekte, Allah’ı tanıması ve O’na tapmaya doğru hareket etmektedirler.

Elbette başka dürtülerden de bahsedilebilir. Bu dürtülerin anlaşılması daha kolay, etkileri daha somut ve kazanımları daha peşin olduğu için, insanların geniş ve büyük bir kesiminde etkili ve hareket ettirici olabilmektedir. Çünkü onların fayda ve zararı veya zevk ve elemi herkes için somut ve anlaşılır olacak ve de insanların çoğunu kendi etkisiyle hareket ve çabalamaya sürükleyebilecektir.

E – İkinci tür dürtülerden biri “menfaat istemi” dürtüsüdür. İnsanlar genellikle maddi menfaatleri elde etme ve zararları önlemede çaba olup bütün hareket, çalışma, söylem ve eylemlerini bu esas üzerine düzenlemektedirler.

Böyle bir dürtünün derin olarak etkisi altında olan insan, eğer Allah’a itaat etmeyle bir takım menfaatlere ulaşabileceği ihtimalini verirse, Allah’ı tanıması ve O’na itaat etmesi için bu ihtimalin onu çalışma ve çabalamaya sürüklemesi yeterlidir.

Ama soru şudur: Bu ihtimal, nereden ve nasıl insan zihninde meydana gelmektedir?

Yanıt şudur: Peygamberlerin gelmesi ve taşıdıkları bütün vaatler ile semavi kitapların gönderilmesi, şu ihtimali insanların zihninde meydana getirmeye yeterlidir: Gerçekte, Allah var olabilir bütün işlerin başı O’nun elinde olabilir, Allah’a itaat etmek insan mal ve bedeninde veya toplumsal konularda bir takım menfaatleri peşinden getirebilir, insanın esenliğini artırabilir, toplumda cinayet, tecavüz ve hırsızlığı azaltabilir ve toplumda insanların güvenlik, huzur ve asayişini artırabilir. Nitekim Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor:

“(O) ülkelerin halkı inanıp (kötülüklerden) korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık.” (A’raf/96)

Evet bunlar ve bunlara benzer olasılık ve ihtimaller insanda “menfaat istemi” dürtüsünün -ki sürekli bu olasılık ve ihtimaller ile insanı tahrik etmektedir- onu Allah’ı tanıma hususunda araştırma ve düşünmeye, tartışma ve incelemeye, okuma ve etüt etmeye, öğretme ve öğrenmeye ve bu deruni ateşi söndürmeye koyulmasına dönük çabalamaya ve arayışa girişmesi için yeterlidir. Çünkü insan güçlü bir şekilde pozitivist olup duyusal idraklerin ve zahiri ve maddi zevklerin derin olarak etkisinde saklandığından, kesinlikle bu dünyaya ait maddi menfaatlere yönelik dikkat, diğer âleme ait manevi yönlere yönelik dikkatten çok kendisini etki altında bırakacaktır. Bu yüzden, terbiyesel düzlemde de bu etkenlerden güzel bir şekilde istifade edilebilir.

F – Bu alanda genel düzeyde derin etki bırakabilecek ikinci bir dürtü de “acıdan kaçma” veya “elemi önleme” dürtüsünden ibarettir. Gerçekte bunun bundan önce belirttiğimiz menfaat istemi dürtüsüyle birlikte bir madalyonun iki yüzü sayıldığı ve tıpkı onun gibi, insanın duyusallık eğilimi özelliğinden addedildiği söylenebilir.

İnsan dünyevi dert, acı ve azaplardan güvenlikte olmak ve bu maddi dünyada ona pusu kurmuş yırtıcı hayvanlar, hastalıklar, savaşlar ve birçok tehlikelerden kaçmak için sürekli düşünmekte, plan kurmakta ve çabalamaktadır. Bu dürtü onda o kadar güçlüdür ki en büyük insani güç, çaba, fırsat ve sermayeleri kendine özgü kılmaktadır. Öyle ki yıkıcı atom bombalarının kimyasal ve biyolojik silahların yapımındaki devletlerin ve süper güçlerin silahlanma yarışının, önemli insani güç ve yeteneklerin harcanmasının veya diktatörce hareketlere girişmenin ve insani saygınlığı ayaklar altına almanın önemli nedenlerinden birinin de karşı taraftaki düşmandan ve tehlike, acı ve zararlardan korkma dürtüsü olduğu söylenebilir. Zira bu alanda bir aksamanın olması durumunda bunların insana yönelmesi ve onun emniyetini tehdit etmesi imkan dahilindedir.

Bundan dolayı, bu güçlü bir etken olup insanın güçlü boyutlarından biridir ki terbiyesel alanlarda ve insanın tekâmülüne cihet vermede iyi bir şekilde ona yaslanılabilir. Hatta bu dünyaya özgü zahiri, yüzeysel ve maddi idraklerle uğraşı olan ve daha üstün idraklerden gafil olan halkın gazeli ve insanların çoğu hususunda insani aşkın dürtülerinden çok bu yüzeysel ve daha somut olan dürtülerden istifade edilmesi gerektiğini söyleyebiliriz.

Kur’an, “menfaat istemi” ve “acıdan kaçma” dan ibaret olan bu iki dürtünün varlığını insanda kabul etmiş ve muhtelif düzeylerde ve çeşitli alanlarda insanın yetiştirilmesi ve terbiye edilmesi için o ikisinin varlığından geniş bir ölçüde istifade etmiştir. Kur’an özellikle toplumsal boyutlarda daha çok “elemi önleme” ve “acıdan kaçma” dürtüsünü öneme haiz görmektedir. Bu türden ayetler Kur’an’da çok olduğundan detaylıca onları incelemek mümkün değildir. Ama örnek olarak ayetlerden bir bölümüne burada yer vereceğiz:

“Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek (kırbaç) vurun; Allah’a ve ahiret gününe inananlar iseniz Allah’ın cezasını uygulamada sizi, onlara karşı acıma duygusu kaplamasın. Mü’minlerden bir grup da onlara yapılan azâba şâhid olsun.” (Nûr/2)

Bu ayette acıdan kaçma dürtüsünden yararlanılmıştır. Müslümanların terbiye ve yetiştirilmesi, İslam toplumunu temizlemek ve bozulmayla mücadele etmek için üç acı etkeninden istifade edilmiştir. Birincisi, değnek yeme acısıdır. İkincisi diğerlerinin onlara önem vermemesi ve acımaması acısıdır. Üçüncüsü ise, haysiyetin gitme acısıdır ki inananlardan bir grubun seyretmesiyle zina eden şahıs hususunda gerçekleşmektedir.

Allah’a ve Elçisine itâ’at edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız, devletiniz gider. Sabredin, çünkü Allâh sabredenlerle beraberdir.” (Enfal/46)

Ve şöyle buyruluyor:

“Sebelilerin yurtlarında Allah’ın kudretine bir işaret vardır: Sağlı sollu iki bahçe vardı. Onlara: “Rabbinizin verdiği rızktan yiyin ve O’na şükredin. İşte hoş bir şehir ve bağışlayan bir Rab” denmişti. Fakat onlar yüz cevirdiler; bunun için Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik, onların bahçelerini, buruk yemişli, ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. İşte böylece, inkârlarından ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasına ceza mı veririz?” (Sebe’/15-16-17)

            Ve şöyle buyruluyor:

            “Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz? O zaman, yer, sarsıldıkça sarsılır. Gökte olanın başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz.” (Mülk/16-17)

Ve şöyle buyruluyor:

Ey inananlar, Allah’ın size olan nimetini hatırlayın, hani bir zaman size ordular gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allâh, yaptıklarınızı görmekteydi.” (Ahzab/9)

Ve bir ayette tümel bir kanun ve sünnet şeklinde şöyle buyruluyor:

Bu, Allah’ın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmemesinden dolayıdır.” (Enfal/53)

Bunlar ve birçok başka ayet, fayda ve zarardan ibaret olan bahsimizin konusu iki dürtüyü insanda varsaymış, muhtelif içtimai ve ferdi alanlarda gelişme ve yetkinlik yolunda insanın hidayete ermesi gayesiyle o ikisinin varlığından istifade etmiştir.

Bizim buradaki sözümüz şudur: Fertlerin çoğunda yaygın ve bununla birlikte derin ve etkili olan bu iki dürtüden onları çabalamaya, düşünsel ve idraki faaliyete yöneltme yolunda istifade edilebilir ve o ikisini aktif hale getirip yöneltmekle onları Allah’ı tanıma ve marifet yolunda ilerletmek mümkündür.

İnsan kendi fayda ve zararının bir kimsenin elinde olduğunu ve O’nun kendisini nimetlere boğabileceğini veya bela, acı ve musibetlere duçar kılabileceğini bilirse, yahut bunun ihtimalini bile verirse, çabalamaya ve arayışa girişecektir. Zira onu tanımak ve tanıdıktan sonra da onun lütuf, iyilik ve nimetlerine sahip olacak şekilde davranmak ve onun tarafından insana yönelebilecek öfke, gazap ve zararlardan korunmak isteyecektir. Kur’an özellikle bu düzlemde şöyle buyuruyor:

Allah’tan başka; sana ne fayda, ne de zarar veremeyecek olan şeylere yalvarma! Eğer böyle yaparsan, o takdirde sen muhakkak zâlimlerden olursun. (diye emredilmiştir) Eğer Allâh sana bir zarar dokundursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilese, O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yunus/106-107)

Kur’an İbrahim’in dilinden zarif bir ifadeyle bu hususa vurguda bulunup şöyle buyuruyor:

Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O’dur. Beni yediren de, içiren de O’dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O’dur. Ahiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum O’dur.” (Şuârâ/78-79-80-81-82)

G – Bu alanda etkili olan ve işlerliği olabilecek etken ve maddi dürtülerden bir diğeri de “ruhsal sükûnet ve huzura olan meyil” dir. İnsan Yüce Allah’a inanma ve iman etmeyle kendisi için sanki sağlam bir sığınak, çok şefkatli ve güçlü bir yar ve yardımcı, hami ve destekçi bulmuş olur. Bu insanın kendisini huzurlu hissetmesine ve kendisine güvenmesine yol açar.

İnsanların dünyasında gündemde olan ve günbegün daha fazla gündemi işgal eden önemli konulardan biri de insanların ruhsal acılarıdır. Ruhsal elem ve ıstırapları ortadan kaldırmanın ve onlarla mücadele etmenin yollarını keşfetmek ve bu vesileyle insana ve insanlık toplumuna bir hizmet etmek gayesiyle psikoloji alanında büyük çaplı araştırma ve incelemeler yapılmıştır.

Bizler ise Allah’a inanmanın ve onunla ünsiyet kurmanın inanmış bir şahıs için en büyük ruhi huzuru hediye getireceğini bilmekteyiz. Bizzat bunun kendisi, yitiklerini yani ruhsal huzurlarını bulma hususunda çaba ve arayış içinde olan insanlara bu yolda adım atmaları ve huzur veren Allah’ı aramaları ve O’nu tanımada gayret sarf etmeleri için önemli bir dürtü olabilir:

İyi bilin ki gönüller, ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d/28)

Bütün bu acı, elem ve ıstıraplara maruz kalan, önemli bir şekilde huzura temayülü olan, onu elde etmek için bütünüyle çabalamaya ve birçok bedel ödemeye hazır olan insanın her ne kadar bu hakikate inancı olmasa da bir ihtimal düzeyinde bu yoldan da huzura ulaşabileceğine, insanın çöküş ve onun ruhunun yorulmasına neden teşkil eden elem ve acılarla mücadele edilebileceğine inandığını varsayarsak, bu ihtimal, Allah’ı tanıma yolunda onun ciddiyet ve çaba göstermesine sebep olacaktır. Bazı kimseler için bu hakikat o kadar değerlidir ki bütün varlıklarını ve büyük servetlerini onu elde etmek için harcamaya hazırdırlar. Onu bulmak için bu yoldan gitmenin gerekliliğine dair zayıf bir ihtimal verseler dahi, çabalarını bu yöne kaydıracaklardır.

Elbette Müslüman bir toplumda yaşayan, iman nimetine ve ilahi lütfun sayesinde nispi bir huzura sahip olan bizler, gerektiği şekilde bu sözün mefhumunu derk etmeyebiliriz. Ama iman nimetinden yoksun olan, yaşamı anlamsız bilen, boşluk hisseden, kendileri için bir dayanak görmeyen, geleceği karanlık ve bulanık gören fert ve toplumlar, ıstırap, vahşet ve kaygılanmadan acı çekeceklerdir. Her ne kadar onlar için bütün maddi nimetler temin edilse de olması gerektiği şekilde huzura kavuşamayacaklardır. Onlar küçük olayların karşısında bile güçlükle dayanmaktadırlar. Onların mukabilinde inanmış ve Allah’ı tanıyan bir şahıs ise olayların karşısında dimdik olup kontrolünü kaybetmekten uzaktır. Nitekim bir hadiste şöyle buyruluyor:

“İnanmış kimse tufanların kendisini sarsamayacağı yalçın bir dağ gibidir.

Bundan dolayı, henüz ilahi marifeti elde etmemiş ama ciddi bir şekilde ruhi huzuru kazanma peşinde olan bir insan, en azından Allah’a tapmanın ve O’nu anmanın gönül huzuruna sebep olacağı ihtimalini verdiği zaman, bir olasılık vesilesi sıfatıyla Yüce Allah ile ilgili bilgi elde etmeye koyulacaktır.

H – Diğer bir etken de beşeri menfaat ve maslahatların kazanılmasıdır. Bozulmaya ve dejenerasyona müptela olan insanlık toplumlarının ve bazılarının bataklığa battığı toplumların tümü, acı içinde kıvranmaktadır. Reformistler ve düşünürler, bozulma ve çökmeden kurtulmak için bir yol bulmanın düşüncesindedir. Şimdi eğer insana yol gösterebilecek bir Tanrı’nın var olduğu ihtimalini verecek olurlarsa, gerçekte insanlığın yitiği olan bu varlığı bulmak için kesinlikle O’nun peşine düşeceklerdir. Bu, insanı Allah’ı tanıma hususunda çabalamaya iten güçlü bir dürtüdür. Fertler, sosyal dertleri derk ettikleri ölçüde bu meydanda çaba sarf edeceklerdir.

Elbette ilahi ve İslami toplumlarda da böyle düzensizlik ve sorunlar mevcuttur ama birinci olarak, bu düzensizlikler Allah’tan habersiz olan toplumların maruz kaldığı bahtsızlıklarla mukayese edildiğinde zikre şayan değildir.

İkinci olarak İslami toplumların problemleri de iman zaafından ve doğru tam olarak Allah’ın buyruklarına göre hareket etmemekten kaynaklanmaktadır. Bu zaaf noktalarının ortadan kaldırılması ve amelde dikkatin fazlalaşması oranında o problemler de ortadan kalkacaktır.

Bu konunun sonunda şu neticeye ulaştık: İnsanda muhtelif dürtüler onun Yüce Allah’ı tanımasına neden olabilmektedir. Onların tümel usulleri ise şunlardan ibarettir: Hakikat istemi, kemal istemi, kendini sevme, hakkı tanıma, faydayı elde etme ve zararı defetme dürtüleri Bunlardan bazıları da değişik dallara sahiptir. Bizler, onları tahrik ve takviye etme ve de onlara cihet vermeyle insanın terbiye edilmesi, yetiştirilmesi ve yücelmesi alanında faydalı bir çaba gösterebilir, onda marifet ve Yüce Allah’ı tanımayı icat edebilir ve onun gelişim ve kemaline katkıda bulunabiliriz. Not; Kaynak; “Allah’ı tanımak

*****************************************************

ALLAH’A YAKLAŞMAK, YAKÎN.

Allah’a yaklaşmanın yollarını, bu yolların konakları, varılacak makamları beş fasılda bildirilecektir.

Cenab-ı Hakkı bilme ve tanımanın anahtarı, insanın kendi nefsini bilmesidir. İrfan nuru ârifin kalbine akar En yüksek direk Allah’ı bilmektir.

Ârif olan dünyayı unutur Allah bilgisine erer ve kendinden geçerek onunla kalır. Bu suretle de her türlü korku ve üzüntüden uzak ve emin olur. Cenab-ı Hakkı noksan (selbî) sıfatlardan uzak ve emin olur. Cenab-ı Hakkı noksan sıfatlardan uzak ve kemâl sıfatlarıyla vasıflanmış olduğunu bilir. Bu bilgiler 9 madde de açıklanacaktır.

Madde 1 – Allah’ı bilmeyi ve bu bilginin önemini bildiren ayet ve hadisler;

Ey Aziz bil ki Cenab-ı Hakk kullarına kendisini bilip tanımalarını teşvik eden ve öğrenme yolunu göstererek Kur’an da birçok ayetler indirmiştir. Hz. Peygamber de Müteaddit hadislerde bunun lüzum ve önemine lüzum ve önemine işaret buyurmuşlardır.

Ayet;

Cenab-ı Hakk “Bir kimseye Nûr vermezse o hiçbir zaman nûr sahibi olamaz, nurlanamaz.” Allah işiten ve görendir. (Nûr/40)

Kutsi Hadisler;

Ey Âdemoğlu nefsini bilen gerçekten beni bilir. Beni bilen de mutlaka beni ister, beni isteyen de bulur ve dileklerine erer. O zaman gönlünde benden başkası yaşamaz.

Ey Âdemoğlu alçak gönüllü ol ki beni bilip tanıyasın. Beni görebilmek için aç kal, bana ermen için yalnızlığa çekilip ibadet et.

Ey Âdemoğlu kalbinden marifetimi yitirenin kalbi kör olur. Beni bilenin kalbinde ne hüzün ne de korku kalır.

Hz. Peygamberin Hadisleri;

Ben Allah’ı ziyadesi ile bilirim, çünkü bu bilgi kalp işidir.

Allah’ı gerçekten tanır ve bilirseniz dualarınızla dağlar yok olur.

Allah’ını en iyi bileniniz nefsini iyi bilendir.

Allah’ımı en güzel şekilde gördüm, elini iki omuzumun arasına koyunca soğukluğunu memelerimin arasında duydum. Bundan sonra göklerde ve yerde ne varsa hepsini öğrendim.

Madde 2 – Nefis bilgisi Marifetullah’ın sebebi olduğunu bildirir.

Nefsini bilen muhakkak Allah’ını da bilir.

Nefsini bilen her ilim ve marifete vakıf olur. Nefsini bilen Allah’a yakın, mutlu, bilmeyen ise ondan uzak olur.

Nefsini bilen Hakkı bilir, bilmeyen sapıklık içinde helak olur.

Nefsini bilen âlemin gizliliklerini de bilir, bu fani dünyaya önem vermez ve sonsuz kurtuluşa nail olur.

Nefsini bilen fazıldır, bilmeyen Haktan gafildir.

Nefsini bilen Allah’tan uzak kalmamış gafletten kurtulmuş ve O’nun yüksek huzuruna varmış olur.

İnsana nefsini öğreten akıl en yüksek akıldır. Allah’a yakîn olma yolunu seçmek hikmetin en üstünüdür.

Nefsini bilmeyen Allah’tan gafildir O’nu bilemez.

Cenab-ı Hakk Davud (AS) a “Nefsini bil ki beni bilesin” diye buyurmuş. Davud (AS) da Ya rabbi, nefsimi nasıl bileyim ve seni nice tanıyayım? Diye sormuş. Allah’ta ona; “Nefsini aciz, zayıf ve fani olduğun u bil ki benim kuvvetli, kudretli ve Bâki olduğumu bilesin ve ondan beni benimle bulasın.” Diye cevap vermiş.

Madde 3 – Marifet-i Mevlânın (Allah’ı bilme) en yüksek dilen ve gaye olduğunu bildirir.

Marifetullah gönülde bir nurdur, Allah sevgisi, ruhun zaferi ve sevinç kaynağıdır. Allah’ın birliğine inanış, ona bağlanma ve huzur içinde yaşama anahtarıdır.

Marifetullah büyük bir hazinedir, O’nun sevgisi sonsuz bir zaferdir.

Allah’ı bilen uyanık ve halktan özür dileyici olur.

İlim halkın, marifet Hakkın öğretmesiyle kazanılır. Yani ilim öğrenme, marifet tanıma yolu ile elde edilir.

İlmin meyvesi marifetullahtır, marifetullahın meyvesi Allah’ın buyruklarını yerine getirmektir.

Hakkın müşahedesi (Allah’ı görme) gözle olmaz, ancak gerçek bir imana sahip kalp O’nu idrak edebilir.

En faydalı ilim marifetullahtır, bunun yeri de uyanık kalptir. Allah’ın birliğini tanımak marifet, O’nun benzeri bulunmadığını bilmek hakiki tevhiddir.

İrfanın hakikati, eşyanın hakikatlerine nüfuz etmek ve eşyayı zatında olduğu gibi görmektir. Marifetullah, Allah’ın her varlıktan önce ve her şeyden sonra olduğunu, içte ve dışta görünenin, her şeyi bilen, her işinde hâkim olan ve bütün yaratıklara bol rızıklar ihsan edenin O olduğunu bilmektir.

Allah’ın kullarına en büyük ihsanı 2 şeydir;

Biri marifetullah diğeri muhabbetullahtır. (Allah sevgisi. Marifetullah gönülde nûr, ışıktır, muhabbetullah Allah’tan gayri sevgileri yakan bir ateştir. Allah’ı bilmek O’nu daima anmakla hayat bulmaktır. Allah’ın zikrinden uzak kalmak, O’nu unutmak cehalet karanlığında kalmaktır.

Marifetullah hakikati Allah’ı dille zikretmek, sevgisini kalpte yaşatmak ve bu gayretle huzuruna gitmektir. Marifetullah canda bir inançtır ki bütün vücut organları onunla rahata erer ve gönülde bir hayattır ki ruh onunla mutmaindir, huzur içindedir.

Marifetullah gönül âleminde güneş gibidir, akıl aya, ilim de yıldızlara benzer. Marifetullah öyle bir cevherdir ki arşın altında bulunan her şey onunla aydınlanır.

Madde 4 – Ârifin masivayı (Allah’tan gayrisini) unutup Hz. Mevlâ’yı bulduğunu bildirir.

Ârif odur ki hiçbir iş ve faaliyet onu Allah ile meşgul olmaktan alıkoyamaz ve bir an bile Allah’ın huzurundan ayrılıp gafil olmaz.

Ârif odur ki kendisi susar ve Hakk onun sırlarından söyler. Ârif odur ki masivayı bırakıp yalnız bildiğiyle (Allah ile) meşguldür.

Ârif odur ki kendi tedbirini bırakır Hakkın tedbirine sarılır, onu bekler, ona önem verir. Ârif odur ki hiçbir şeye üzülmez, her ne olsa sevinir.

Ârif odur ki derin ve devamlı düşüncesiyle melekler alemini aşar. Ârif odur ki irfanını mutluluğunun sermayesi bilir ve onu ehli olmayan, anlamayan kimselere söylemekten çekinir ve tiksinir.

Ârif odur ki Allah’tan gayrisine ısınmaz ve başkasını hatırından bile geçirmez.

Ârif odur ki kendi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarında yok eder, ta ki O’ndan gayrisini bilmeyip O’nunla söyleyip, O’nunla işite.

Abid’i yaşatan su ve ekmek, ârifi yaşatan ise irfan nurudur.

İlim nehirdir, Hikmet denizdir, Âlimler nehirleri tavaf ederler (çevrelerinde dolaşırlar) Hikmet sahipleri denizlere dalarlar. Ârifler ise kurtuluş gemilerinde gezerler.

Ârif odur ki Allah’ın sırlarını ehli olmayana anlamayana açıklamaz. Sevinç ve acılarını kimseye söylemez.

Madde 5 – Ârifinin kendi vücudundan fâni olup Allah ile bekâ bulduğunu bildirir.

Bu kulun cismi dünyada kalbi ahirete bağlıdır. Manevi alanda günbegün ilerledikçe dünyadan yüz çeviren ve bu yüzden halk tarafından kınanan bu kimsenin, yüksek âleme karşı özleyişi artar ve ölümü arzulamaya başlar. Vakta ki vadesi gelir gül ve reyhan kokuları içinde ve cennetle müjdelenen ruhu uçar ve hoş nefsi sevinerek bu oyuncak dünyayı bırakıp Allah’ın yakınına varır. Fakir ve zayıf olan nefis için orada büyük mülk ve sonsuz nimetler vardır. O Allah’tan rahmet, şefkat, selâm ve anlatılması imkânsız ikram ve lütuflar görür. Bu daimi devlet ebediyen elden çıkmaz.

Bir hadisi şerifte denilmiştir ki Dünyada muhakkak bir cennet vardır onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennette marifetullahtır.

Beyt;

Bugünkü cenneti irfana dâhil olsa uşşak,

Yarın ki yad olan huri veya gılmanı neylerler.

Madde 6 – Ârifin korku ve hüznünden emin ve kurtulmuş olarak ve Allah’a ısınarak huzur ve rahat içinde şen ve neşeli yaşadığını bildirir.

Ârifin Allah ile arası iyi olduğu için halk ile de arası iyidir.

Ârif cismini Mevlâ’sının rızasına vakfedip rahata ermiştir. Ârifin Halk ile muamelesi Hakka uymak içindir. Ârifin bütün arzuları yok olmuş ki onun hiçbir muradı kalmamıştır.

Ârifin bir alameti de bazen seni öyle karşılar ki sanki onun en yakın dostu sensin. Bazen de sana öyle bir yüz çevirir ki sanki seni ne biliyor, ne tanıyor. Nitekim Hz. Peygamber de ev halkıyla sohbette iken ezan sesini duyar duymaz yerinden öyle bir fırlardı ki sanki onlarla konuşan o değildi.

Madde 7 – Zahid ehliyle İrfan ehlinin yani iyi insanlarla Allah’a yakın olanların farkını bildirir.

Zahid gezici, ârif uçucudur.

Âlim söylediklerinin aşağısında, ârif onların üstündedir.

Ârif marifeti ehlullahtan başkasına söylemez. Susması en iyi sözdür.

Zâhidin ibadeti alâka iledir, ârifin ki zevkledir.

Zâhid ahireti ârif Mevlâ’yı ister.

Zâhid nefsiyledir, ârif Allah’ı iledir.

Zâhidin zikri dili ile, ârifinki kalp ve canıyladır.

Zâhidin kalbi sebeplerledir, ârifin ruhu Allah iledir.

Mü’minin bakışı Allah’ın nuru ile, ârifin ki Allah iledir.

Mü’min Allah’ın ipine, ârif Allah’a tutunur.

Ârif cismini ruhuna, ruhunu da Allah’a feda etmiştir. Zâhid nefsiyle halka bakıp düşman kesilir ve üzülür,

Abidin kuvveti su ve ekmekte, ârifin kuvveti Allah’ı anmaktadır. Gafilin kıblesi Altın ve gümüş, ârifin kıblesi ise Rahîm olan Allah ve O’nun nurudur.

Madde 8 – İrfan ehlinin yüksek şanını ve irfanlarının kemâlini bildirir.

Cenab-ı Hakk kendini bilir, O’ndan başka hiç kimse kendisini bilemez. Ârifler Hakkı yine Hakk ile bilirler ve her şeyde Hakkı görürler.

Ârifler dünyayı geçici bir hayal olarak görür ve bu sebepten ona bağlanmazlar, Allah’tan başkasını istemezler.

Ârifin kalbi Allah’a dönüş ve varışta sürati şiddetli rüzgârlardan ve göz kamaştırıcı şimşekten daha hızlıdır.

Madde 9 – Cenab-ı Hakkın sıfat-ı selbiyeden (eksik sıfatlardan) münezzeh, kemâl ve sübut sıfatlarıyla muttasıf olduğunu kâinat zerrelerinin hepsi âlemin bütün cüzleri, tüm yaratıkların ve insanoğlunun iş ve halleri O’nun kudret ve tedbiriyle idare edildiğini bildirir.

Cenab-ı Hakk birdir, ortağı ve benzeri yoktur. Yemek, içmek, giyinmek, uyumak âdetinden doğmaktan ve doğurulmaktan münezzehtir. Yerde ve gökte, solda, sağda, yukarıda, aşağıda değildir. Cihetten ve mekândan münezzehtir. Suretten şekilden, organdan, renkten münezzehtir. Varlığının başı ve sonu yoktur, varlığı kendisindendir başkasından değildir. Korku, keder, hastalık gibi değişikliklerden kısaca bütün eksikliklerden münezzehtir.

Bu âlem yokken O vardı, istese âlemi bir anda yok eder ve yine var eder, O’na hiçbir şeyin gücü yetmez. Her şeye O hükmeder, başkasından zarar ve fayda görmekten münezzehtir. Bütün insanlar Mü’min olsa ve daim ibadet etseler O’na bir fayda vermediği gibi, hepsi kâfir ve kötü olsalar da O’na bir zarar gelmez. Bunlar sıfat-ı selbiyedir ki Allah bunlardan arınmıştır, münezzehtir.

Not Kaynak; E. İbrahin Hakkı-Marifetullah/Cilt1/s.152-161

*********************************************************

ALLAH’A YAKINLIK

Mânevi bir hal içinde bulunduğun zaman başkasını isteme. İster daha altını, ister daha üstünü, hiçbir makam arzu etme.

Padişah kapısına geldiğinde hemen içeri girmeyi isteme, zorla içeri alınıncaya kadar bekle. Kendi isteğinle değil zorla içeri alınmalısın. Tekrar tekrar istemelisin, pek nazlı da olma.

İçeri girmek için mücerret izinle de yetinme, seni tecrübe için olabilir, belki de padişah tarafından deneniyorsun. Koşma, bekle ta ki seni zorla içeri alsınlar. Bu şekilde içeri alınman senin için bir fazilet olur, padişah tarafından sana bir ikram olur.

Saraya bu şekilde girdikten sonra seni kimse tekdir edemez. Tekdir sana ancak yapacağın kusurdan dolayı gelir. O seni bizzat içeri aldıktan sonra korku da olmaz. Padişahın yaptıklarından mes’ul olmazsın. Ancak kendi isteğinle yaptığın şey sonunda mes’ul duruma düşersin. Yaptığın hareket neticesi sana taarruz vaki olur.

Bu makamda senin için iyi olmayan şey kendi arzunla hareket etmendir. Sabrın azlığı, edebe riayetsizliğin, bulunduğun hale rıza göstermemen senin için hiçte iyi olmayan hareketlerdir.

Saraya girmek sana nasip olursa başını önüne eğ gözlerini etrafta gezdirmekten sakın Edepli, terbiyeli olarak verilen her hizmet ve vazifeyi yapmaya çalış. Daha fazla yükselmeyi isteme.

Ayet: “ Onlara verdiğimiz dünyalıklara gözlerini çevirme, (Hicr/88) onları tecrübe etmek için, dünya süsü olarak kadın verdik. Rabbın sana verdiği rızık, hem hayırlı hem de devamlıdır. Allah-ü Teala, bu ayetle seçkin Peygamberine edep öğretiyor, dolayısıyla bize.

– Halini muhafaza et, verilene razı ol. Buyrulmasındaki Murad:

– Sana verdiğim pek çok hayır, peygamberlik, ilim kanaat, sabır, İslam dini üzerindeki saltanat ve o yoldaki mücadele senin için en büyük nimettir. Ötekilere verdiklerimden daha iyi ve güzeldir.

Bütün hayır, haddi bilmekte ve ona razı olmaktadır. Bununla beraber başkalarının hiçbir şeyine göz dikmemektedir. Başka bir şeye iltifat etmemektedir. Çünkü o baktığın ve arzu ettiğin şey üç kısma ayrılır. Birincisi, senin nasibin olmasıdır. İkincisi başkasının nasibi olma ihtimali. Üçüncüsü, ne senin ne de başkasınındır. İhtimal ki; Allâh-ı Teâlâ, onu bir tecrübe vasıtası olarak yaratmıştır.

Baktığın şey her ne ise. Eğer o, sana nasip olmuşsa ihtirasa düşüp ardından koşsan da gelir koşmasan da. İstesen de gelir, istemesen de. Bu hale göre, mutlaka onu elde etmek için çırpınman ve edebe uymayan bazı hareketler yapman sana yakışmaz. Bu hal, ilim ve akıl ölçüsüne vurulursa hiç de sevilen bir şey olarak meydana çıkmaz.

Eğer o şey, başkasının nasibi ise çırpınman niçin? Çünkü o şey sana hiçbir zaman gelmez.

Yine o şey, ihtimal ki hiç kimsenin nasibi değildir, fitne ve tecrübe için yaratılmıştır. Böyle olduğuna göre, akıllı olan kimse nasıl nefsi için, böyle bir fitneyi ister. Ve kendine celb etmeği arzu eder?

Bu izahlardan anlaşılıyor ki; Bütün selamet ve iyilik, manevi hali muhafazada ve haddi tecavüz etmemededir. Avuç içi kadar dar yerde de kalsan, geniş sahalara da çıksan, her ikisi de sana göre müsavi olmalı ve yukarıda anlattığımız halini ve edebini muhafaza etmeğe çalışmalısın. Başını önüne eğ. Çok edepli ol. Daha da üstün vazife görmeğe çalış. Çünkü padişaha en çok sen yakınsın, senin kabahatin de çabuk görülür. Bu sebepten senin için tehlike daha fazladır.

Bulunduğun halin daha üstüne ve daha aşağısına geçmeği isteme. Orada sabit kalmayı, baki olmayı arzu etme. Bulunduğun vazifenin şeklini değiştirmeğe yeltenme. Böyle bir şey yapmağa senin bir salahiyetin yoktur. Böyle bir şey yaparsan nimetleri inkâr yolunu tutmuş olursun; bu ise, dünya ahirette sahibini utandırır.

Sonuna kadar, anlattığımız şeyleri yapmağa çalış. Neticede öyle bir hale gelirsin ki, o halde senin için bir makam verilir. Seni ondan hiç ayırmazlar. Sen de onun, Allah tarafından bir vergi olduğunu anlarsın. Böyle oluşun delili ve beyanı meydandadır, bunu bilir ve o halin devamına çalışırsın. Veliler için haller vardır. Ebdal için makamlar vardır. Ve sana hidayeti Allah nasip edecektir. (Ş. Abdülkâdir Geylâni-Fütuh-ül Gayb)

************************************************************

Devam edecek


TAFSİR LESSONS ÂLİ İMRAN (001-025) (21)

$
0
0

231

“Euzubillahiminesheytanirracim.”
“Bismillahirrahmanirrahim”

Dear fellows, today we come to a new stop for our journey in Qur’an’s country. Today we will continue our lesson with a new chapter. Sura of Al-u Imran.

The Al-u Imran chapter has taken its name from a family we have encountered in 33 verses. Hence the name, Al-u Imran means Imran’s family. According to the stories the “Imran” name is the name of the father of Moses and Aaron. It’s also the name of the grandfather of Mary, mother of Jesus. That’s why the family includes Jesus, Mary –his mother-, Hanne –her mother-, so with that family tree it also includes the prophets Zachariah and John the Baptist.

So whether the name is taken for the father of Moses and Aaron, or the grandfather of Mary, based on the event we will see in this chapter, it’s obvious the need for this name.

The chapter of Al-u Imran has Madina origin. Both in Otto, Ibn Abbas and Cafer chronologies, this chapter has come as the third after Baqarah and Enfal chapters. So the arrival and origin of this verse has no debate over it.

According to the records, the first 83 verses came down at the ninth year of Hejira, when the Necran Christians had visited the Islam country. That year had a reputation in history as Am-ul Mufit, The Year of Ambassadors. A large group of Christians in Necran came to Rasulallah when they had learnt that a country was founded by an Islamic prophet and the entire Arab Peninsula was included.

This team was a 64 people group. There were several famous religion scholars in it. These scholars were also the administrators of the Necran country. These people came to Rasullallah and they talked, debated for a few days in prophets masjid. They exchanged their thoughts and ideas. The most focused topic was of course the position of Jesus in Christianic ideology.

Some of the people in that group were taking Jesus as a part of holy trinity, as in one of the three elements of god, some were thinking him as the son of god.

Also some were mentioning him with the Holy Spirit and announcing Jesus as a god. So there wasn’t a consensus between themselves as well.

Rasulallah had argued with them about the origin of Jesus and finally the group gave up. But they didn’t give a straight answer to Rasulallah when they were asked to submit to Islam either. So Rasulallah invited them to Mulaene, a cursing. “Let’s each of us wish for a curse of Allah for the other. Whichever of us is on the path of truth for the ones who is gone astray.” Naturally with the warnings of sane and educated individuals from the group, they backed down from that invitation of mulaene. Because there were many scholars in that group which realized that Rasulallah was indeed a prophet of Allah. So they warned the Necran group saying; “A community which took a curse from a prophet surely gets it.

Rasulallah hosted the Necran group in Madina for days. They performed their religious prays and duties in prophets masjid with their own ways. Rasulallah hosted them with all his hospitability and sent them off after a few days. They accepted the sovereignty of Islam over their country and with that agreement the visit was ended.

Of course there might be some disagreements for the stories that indicates the reason of arrival for the first 83 verses was this. Because there were some verses among them which talk about or point the jews as well. It’s possible that those verses came down right after the battle of Badir or some during the battle.

The content of this chapter is about warning the Muslims for a danger we may call, “Becoming Christianic-minded”. As you remember the Sura of Baqarah was warning us about the dangers of becoming jew-minded. While we were translating Baqarah, we learnt the dangers of becoming jewminded, step by step with solid historical facts. And now, muslims has been warned about the dangers of falling into christianic mentality.

One of the biggest manifestation of the christanic-minded danger is interpreting the basic reference and main sources of religion, wrong. As in causing a falsification, a corruption in semantics. Haven’t the christians misinterpret some words and sentences in Bible, when they falsely give Jesus a godlike position. The ideology of three; the belief of trinity which we see it as a shirk; the father, son and holy spirit mentality; don’t you know that it is a belief manifested from the semantic corruption of some verses in Bible?

So while Qur’an wants us to pay attention to this fact, it warns us about closed meaning, figurative approaches. So we may name this tendency of misinterpreting the words or meanings of texts, corrupting the verses meanings unintentionally or intentionally which leads people to understand Allah’s words (mostly the closed meaning verses, the speeches which cannot be understood at first look, verses which point out signs of the unknown or the verses which tries to simplify the meanings of a difficult subject with humans simple words) totally wrong and false at the end; as the tendency of becoming christian-minded.

That’s why Qur’an handles the situation with a verse, the seventh verse of this chapter to establish a seperation for the entire Qur’an. In that verse the verses are seperated as closed meaning, figurative and open meaning, literal. The most obvious answer to the question of why this topic has been processed in this sura; is because it contains a warning for muslims against the dangers of falling into christianic mentality.

“Bismillahirrahmanirrahim”

1-) Eliif, Laaam, Miiiym;
1-) Eliif, Laaam, Miiiym. (A.Hulusi)
1 – Elif, Lam Mim, (A.Yusuf Ali)

We had made the tafsir of these “Hurufu Mukadda”, (Private Letters) in the first verse of Al-Baqarah. Now I want to dedicate the explanation here to the lesson we had studied there and move on without further information. And yet, it would be appropriate to give a short summary.

Eliif, Laaam, Miiiym; You may see this as “A-B-C” or “Elif-Be-Te-Fe”. Almost one fourth of the entire Qur’an’s chapter, the suras begin with these kind of letters. They are called “Huruf-u Mukadda”, “Private Letters” and they must be read seperately. As in letter by letter like they are a sentence on their own. That’s why they are also called private.

According to one explanation, these lettes are actually an explanation saying; “O humans, the text you hold in your hands, the text which Allah addresses you by, they are made from these letters. Look, Allah informs you the celestial message with these letters.” According to this aspect, if you put all suras which begin with Mukaddaat together, you see that they are always with one, two, three, four or five. They varies between one and five. Five at most, one at least.

An interesting coincidence since al words in Arabic language have one to five letters in it. They are either one lettered, two, three, four or five lettered words. You cannot find a single word which includes more than five letters in it. You might think about the message here like this then.” Here is the celestial speech, comes with a form of this languages form. Allah chose this language, this speech as a tool, a path to deliver the message to the entire humanity.”

One of the proofs for people who defend this aspect is; all chapters begin with Huruf-u Mukadda, also have references to revelations, Qur’an and celestial speech. There might be an opposition for this though. Because there are several chapters which talks about revelations and celestial messages but don’t start with these private letters. There are more than a few in fact. So it is possible to use the deductions of Caliphs Abu Bekir, Omar, Otto and Ali for this particular idea. “Every book has a secret, a mystery, a code, a key. Qur’an’s code, key is these letters.” Allah knows best. This chapter of Alu-Imran starts the speech with the introduction of Allah right after private letters. There are information about the celestial identity which says this.

2-) Allahu la ilahe illa HUvel Hayy’ul Kayyum;

He is Allah; there is no god or godhood, only ‘HU’ (the Name HU denotes the Absolute Essence, which can never be conditioned or limited by the corporeal worlds and/or any concepts. It is usually followed by another Name to signify the quality that becomes manifest through HU, in regards to the relevant topic), Hayy (life itself) and Qayyum (everything finds life and subsists with HU). (A.Hulusi)

Allah. There is no god but He,-the Living, the Self-Subsisting, the Supporter of all. (A.Yusuf Ali)

Allahu la ilahe illa HU Allah. There is no god, only Allah. El Hayy’ul Kayyum; So who is this Allah? Allah is the source, the foundation of life and existence. It’s an identity. This verse informs us about the celestial identity. Our Rabb begins with an introduction of Himself while addressing us, talking us. This way, we are able to understand the existence behind those words; the being who talks to humans,opens a dialogue with us. And we realize that Allah is the one who has no partners, no visual, no similar and Allah is the unique source and foundation of Allah life and existence.

So the message here is this. “You, the humanity which has met these text through the history, don’t you forget that you are also in this existence, your foundation is also Allah. Your sources belong to Allah. So don’t just act like you meet a random speech in front of Allah’s words. Don’t ignore while you read and listen the words of Allah. Don’t you ever forget that the existence who addresses you, who talks to you, who converses you is the source and foundation of all lives and existence, including yours.”

3-) Nezzele aleykel Kitabe Bil Hakki musaddikan lima beyne yedeyhi ve enzelet Tevrate vel Inciyl;

He, as the very reality itself, revealed what is in your hands (disclosed in your consciousness), the Book (knowledge of the reality and sunnatullah) confirming the Truth from the past. He had also revealed the Torah (knowledge disclosed to Moses) and the Gospel (knowledge disclosed to Jesus). (A.Hulusi)

It is He Who sent down to thee (step by step), in truth, the Book, confirming what went before it; and He sent down the Torah (of Moses) and the Gospel (of Jesus) … (A.Yusuf Ali)

Nezzele aleykel Kitab; Allah sent down the Book to you step by step. Bil Hakki musaddikan lima beyne yedeyh This book, this truth which stands the tides of time, which confirms all truth from the past, this celestial message… It is Allah who sent down to you step by step, one after another. The lima beyne yedeyh expression here has a literal meaning of between two hands, as in right in front of you, but if you add it to the whole verse the expression gains a metaphorical meaning of “All truths above time and space is also in the content of Qur’an.” More than it’s only about the old testaments, the message has a wider meaning which includes all the revelations from the past and the aspect of their permenancy.

In fact this expression doesn’t just points to a time period in the past. It is the opening of something right in front of you. As in the closest thing to a person. So what should we understand from this then? “All the essences of past revelations, all the permanent nature of the messages timeless truths has reached to you. and this book contains all of them. It is Allah who sent down such a revelation to you. ve enzelet Tevrate vel Inciyl; This meaning we discussed until now is proved by this last sentence. Allah had sent down Torah and Gospel as well.

Tora is the Hebrew name of law, hence the name. It is also called Pentatoc. Accoring to old greek language it means first five books. Today we called Tora as the first five books of Bible. We see the Tora for that five books within Bible.

Also when Qur’an talks about Tora, the message is directly about that section. Otherwise the Bible which contains Old and New Testaments isn’t called the Tora since it contains the 39 books which belongs to the entirety of Isrealian prophets. Qur’an never calls it Tora anywhere in its verses. It is referenced as Book. But we know that here Qur’an points the direction of the first five books of Bible when it mentions Tora.

Gospel name comes also from a greek origin of the word evangelic or evangelos which also has a meaning of herald in the same language. As you know the Gospel is the name of the first writings which was collected after the 60. year of Jesus’s death. But if you ask that this Gospel is the truth Allah mentions in Qur’an, then I say it is obvious that Gospel mentioned in these verses are nothing but the truths revealed to Prophet Jesus.

4-) Min kablu huden lin Nasi ve enzelel Furkan* innelleziyne keferu Bi ayatillahi lehum azabun shediyd* vAllahu Aziyz’un Zuntikam;

As HUDA for people (to guide them to the reality, to show them the right path). He also revealed the Furqan (the ability to distinguish right from wrong, the good from the bad). Certainly, those who cover and deny the signs of Allah (the manifestations of His Names) will have severe suffering. Allah is the Aziz, the Zuntaqim (enforces the consequences of actions without any sympathy). (A.Hulusi)

Before this, as a guide to mankind, and He sent down the criterion (of judgment between right and wrong). Then those who reject Faith in the Signs of Allah will suffer the severest penalty, and Allah is Exalted in Might, Lord of Retribution. (A.Yusuf Ali)

Min kablu huden lin Nas In the past, Allah sent down the truth as a guide o humanity. ve enzelel Furkan Allah also revealed the Furkan.

Furkan is a feature of revelations. Not just Qur’an. It’s a feature of all revelations and Qur’an is also included. So it’s not just specific for Qur’an. This Furkan feature is used for both Qur’an, Gospel and Tora and other revelations. So it has a feature of including all Allah’s messages. What is this feature then? It’s the criterion of differentiating the right from wrong, good from bad, true from false, hakk from superstitions, beautiful from ugly. That’s why all revelations have this feature. And since Qur’an has Furkan, it becomes the first and foremost feature. And also the reason why one of the other names of Qur’an is Furkan.

innelleziyne keferu Bi ayatillahi lehum azabun shediyd For those who deny Allah’s messages, they will have severe sufferings. vAllahu Aziyz’un Zuntikam; Allah is Aziyz (Exalted in Might) and Zuntakiym (Lord of Retribution)

Dear friends, our Rabb introduces the revelations in this verse. In fact he has been revealing His identity since the last verse. We understand from these verses that what form of Allah we have been addressed, how has Allah addressed us. We also realize these verses have big blessings for us. These verses show us the true meanings of Allah’s taking notice of us humans, turning to us and sending us messages.

Of course we also see here with metaphorical expressions of people who become alienated from revelations and how great suffering they will meet, a horrible catastropy they will fall. Actually coming this verses end with a form of Aziyz and Zuntikam, as in introducing Allah as Aziyz’un Zuntikam; shows us two distinctive names of Allah. Allah being Aziyz means even the entire humanity unite against Allah’s words, even they all rebel against Allah, Allah wouldn’t lose anything from His might. Nothing can shake Allah’s might. Allah also is Zuntikam Lord of retribution, owner of revenge.

To be accurate, it’s not revenge as we come to an understanding in our lives. Those are obviously metaphorical expressions. These words are used to simplify the truths of the unknown and truths of Allah’s being for simple human minds. Otherwise it is impossible to describe these names with their full meanings. But it is clear that revenge holds the meaning of punishment, retribution by its nature.

So here, Allah expresses, He will punish those who betray Allah and defy the messages, the revelations.

5-) InnAllahe la yahfa aleyHİ shey’un fiyl Ardi ve la fiys Sema’;

Allah! Nothing in the heavens (the dimension of consciousness – angelic realm – the quantal dimension; the essence of matter) and the earth (dimension of matter – the body – the earth) is hidden from Him (because He comprises the essence of everything with His Names. Concepts such as hidden or apparent apply only to ‘things’ or thingness)! (A.Hulusi)

From Allah, verily nothing is hidden on earth or in the heavens. (A.Yusuf Ali)

InnAllahe la yahfa aleyHİ shey’un fiyl Ardi ve la fiys Sema’; and after this, Allah wants us to take attention to His identity and orders us: Nothing is hidden on earth or in heavens from Allah. Nothing on earth or in heavens is a secret for Allah, hidden from Allah.

This expression in this verse gains a very different meaning within this group of verses which talks about Allah. According to this, not only the actional attitude of humanity for revelations is revealed and accounted for but the heart and mind are also within Allah’s gaze. If nothing is hidden on earth or in heavens from Allah then how can a man hide his attitude about the speech of Allah from Him? This attitude whether in his heart or in his mind or in his behaviours; Allah surely knows about them all. And continues.

6-) HUvelleziy yusavvirukum fiyl erhami keyfe yesha’* la ilahe illa HUvel Aziyz’ul Hakiym;

It is HU who shapes (forms, programs) you in the womb (mother’s womb – in Arabic rahim; the productive mechanism within your essence: rahimiyyah) as He wishes. There is no god, only HU, the Aziz, the Hakim. (A.Hulusi)

He it is Who shapes you in the wombs as He pleases. There is no god but He, the Exalted in Might, the Wise. (A.Yusuf Ali)

HUvelleziy yusavvirukum fiyl erhami keyfe yesha’ who shapes you in the wombs as He pleases. Why is it needed for an expression like this. Remember the entry of this chapter. First verses indicated that Allah is the source of existence, right? Both the source and fountation of exitence. So now, Allah as the source of life and existence explains how He creates here. As in how is Allah El Hayy, El Kayyum? How is Allah be the source of life and Absolute Life. This verse explains this fact.

HUvelleziy yusavvirukum fiyl erhami keyfe yesha‘ It is Allah who shapes you in the wombs as He pleases. la ilahe illa HU Yes, here it is again. There is no god, only Allah. And Allah is vel Aziyz’ul Hakiym; Exalted in Might. Above all imperfection, the perfect one. Allah is Mighty and all Might comes from Allah. Even all existence go against Allah, nothing is lost in Allah’s might. But also, there is wisdom for everything Allah does.

So if you ask a question like this; why did Allah create people who go against Him, who rebel Him, who disobey His orders, who turn their backs to Allah even Allah shows the mercy to face them; why did Allah create man who have this attitude of pushing Allah away? Here is the answer. Because Allah is Hakiym. Allah has wisdom. If there is no evil, can goodness be known? If there is no uglyness, what would be the value of beauty? You cannot appreciate the light if there is no darkness.

7-) HUvelleziy enzele aleykel Kitabe minhu ayatun muhkematun hunne Ummul Kitabi ve uharu muteshabihat* fe emmelleziyne fi kulubihim zeygun feyettebiune ma teshabehe minhubtigael fitneti vebtigae te’viylih* ve ma ya’lemu te’viylehu illAllah* ver Rasihune fiyl ilmi yekulune amenna Bihi kullun min indi Rabbina* ve ma yezzekkeru illa ulul elbab;

It is HU who has revealed to you the KNOWLEDGE (Book). Some of its signs are clear (open and net commands) and comprise the basis – foundation of the knowledge (Book) – and some of it is allegorical (metaphoric and symbolic expressions). Those with deviation (ulterior motives, distorted thoughts) in their hearts, judge with the allegorical verses, interpreting them for the purpose of causing provocation. Only Allah knows their (true and precise) interpretation. Those who are grounded in knowledge (deep contemplators) say, “We believe, all of it is from our Rabb.” And none can discern this except those who have reached the essence (the intimates of reality through whom Allah hears, sees and speaks; ulul albab). (A.Hulusi)

He it is Who has sent down to thee the Book: In it are verses basic or fundamental (of established, clear meaning); they are the foundation of the Book: others are not entirely clear. But those in whose hearts is perversity follow the part thereof that is not clear, seeking discord, and searching for hidden meanings in it, but no one knows its interpretation except Allah. And those who are firmly grounded in knowledge say: “We believe in the Book; the whole of it is from our Lord:” and none will grasp the Message except men of understanding. (A.Yusuf Ali)

HUvelleziy enzele aleykel Kitab Again Allah is the one who sent down to you the Book. This part came exactly like this before as you remember. But here we see it again. Especially for the prophet first reader of this verse and following him, all the old and modern readers of this verse. It says again; Allah is the one who sent down to you the Book. You should put yourselves for the “you” part in this verse and think like these verses came down for “you.” Like you are the ones who take the verses. You are directly in contact with Allah and Allah is in contact with you. If you see the situation with this heart, with this state of mind, you’ll see that your perception becomes different.

minhu ayatun muhkematun hunne Ummul Kitab Some of its verses are clear and absolute. ve uharu muteshabihat And some of its verses are, muteshabih. We should stay on this topic for a while. Muteshabih.

Muteshabih means similar. Look alike, similarity. But this classification is used in only one place in Qur’an and it is this verse. In fact this verse we have been reading is one of the key texts in Qur’an. This particular expression… This sentence is one of the key text to realize the true meaning of Qur’an. If a person is willing to approach this celestial message, if he is willing to put this text to a classification; he should take this expression in this verse unders serious consideration.

There are some key texts in Qur’an to help people opening the truths to humans. This text is one of the keys, the first one in fact. This sentence gives us the seperation between Muhkem (Clear) and Muteshabihat (Unclear).

Muhkem, clear, strengthened, clarified, absolute. We just translate muhkem. We open it, open its meaning and translate. But there’s also a muteshabih. Not with a single meaning, not clear, hard to understand with first glance or never to be fully comprehended alone. Those are muteshabih. So what do we do with those verses? We use Te’vil.

Clear verses give us the answer for “What does Allah say?” It’s their purpose. But unclear verses always comes with questions like, “What’s the message of Allah here, what should we understand from it?” And right at that time we should be able to explain Allah’s intented message there. This is what te’vils difference from simple translations. Clear verses explanation lays on the literal semantic areas. Unclear verses explanation is morely in lexical semantics territory.

For these unclear verses, or the verses which involve symbolic or alegoric expressions, we can say that they are the Windows opening to the unknown. You can seperate the text into two sections. The side which forces people minds, challenge their comprehensions; more truely the side which cannot penetrate peoples doubtful mind blocks and gush out from the minds withour fully absorbed. It’s two sides. Almost like one side faces the earth and the other side looks at the greatest of the greatest. This dimension which exceeds the norms of texts, this is the dimension of muteshabih, unclear. We can seperate these verses in three sections.

1-The symbolical expessions. The expressions about Allah, angels, djinns, devil, heaven or hell. All relevant verses may be included this section. They gain unclear verse titles because of their being the keys to unknown natures. Unknown involves the truths beyond humans simple comprehension. The verses about these topics. As in the verses about Allah, angels, djinns, heaven, hell or afterlife, their jobs are limiting the truths of the unclear to a level of humans simple comprehension. They turn the truth to human language. Or we can say, they translate a far beyond language to a human tongue.

Of course in that process, the chosen words are from humans language. The images created are from humans material natures. The things people already be known to them. Like to describe heaven, the garden word is used. But people at least know that the metaphorical garden here has no similarity with a simple garden as we know it. Not with a leaf, not with a tree or water as we come to realize. A garden beyond humans capacity, a garden we cannot compare with anything. That’s why these expressions are only symbolic, metaphorical. We should understand that these particular words are chosen only to appeal our comprehension, only to simplify the uncomprehensible truths to limited human minds. Beyond that, they are in the territory of unknown, impossible to grasp the full potential of the truth.

2-Second type of unclear verses is the imaginative expression of a difficult thought. As in an ungraspable concept. For example; the creation of universe. Knowledges beyond our minds horizon. To be able to explain such an existence, a person should push his mind to the limit. So naturally it is impossible to describe such expressions via the things humans are familiar with.

That’s why when Qur’an describes truths, existences like these it uses the anaphor methods like it does for the creation of universe. Qur’an uses anaphoric expressions. The creation of existence, the story of Adam. The manifestation of first people, Allah’s actins over existence and the relation between Allah and people fall under this category.

All these are difficult to explain. They are high and hard thoughts. So naturally it is not possible to fit these thoughts into simple linguistic terms. That’s why it is inevitable to use metaphors to reach the limits of spoken language as well as readers minds. This is the second type of unclear verses.

3-Third type is explaining a simple thought with the enrichments of a language which is called belagat (eloquence). You may come across verses like these. Mainly it is easy to understand an idea with a few and clear words, concepts people may grasp without any effort. But Qur’an may use a mighthy language, an incredible style, a high declaration at that moment. This is one of the method Qur’an uses to address people and deliver the message. So as you can see unclear verses can be collected under these three categories. And all the verses in Qur’an are either muteshabih (unclear) or muhkem (clear) verses.

fe emmelleziyne fi kulubihim zeygun Why did Qur’an make a classification like this. The classification of clear and unclear verses… Qur’an doesn’t explain this just that we know. Actually making this seperation Qur’an wants us to notice a faith problem. This problem is no other that becoming christian-minded itself. Giving other meaning to celestial messages than it’s intended one, abusing the message, blurring the speech. This is another method of corrupting. You may call this the corruption of commentary.

There are two distinct methods are used to destroy celestial messages. It’s either destroying the text itself or pulling the meaning to other sides and giving the celestial messages false meanings, meanings that Allah doesn’t want us to fall into. This is the method Qur’an is warning us here, this second type of corruption and it says;

fe emmelleziyne fi kulubihim zeygun Those with deviation in their hearts, those who have bent, corrupted hearts, feyettebiune ma teshabehe min they go after the muteshabih parts. People who have deviation in their hearts, they go after the unclear parts of celestial messages. Why is that? Sometimes to expoit. Sometimes to abuse. Sometimes because it doesn’t go with their business or just plain they don’t like the message itself. Their inner selves don’t like what the message says. Sometimes they think themselves as a riot against Allah. Because they want to revolt. Also there are some devious hearted people go after the unclear verses because it doesn’t go with their agenda. Whatever the reasons may be, there are always those types of people come throughout the history. Their role is to corrupt the sources of references for faith and belief, even today there are people who undertake this hideous task.

feyettebiune ma teshabehe minhubtigael fitneti vebtigae te’viylih So why they go after these unclear parts; to create sedition. Simply to plant the seeds of corruption in society. Or to make their own Te’vil. Qur’an brings forward these two agenda. To create sedition and to make different Te’vil. What is the reason for Te’vil in this situation? Like I counted before, maybe they have their own plans or they simply don’t like the message itself. Their choices wouldn’t go with Allah’s choice. They are either politically or economically in contradiction with Allah’s orders. Allah’s message. That’s why they choose the way of corrupting the meaning of message instead of trying to destroy or deny it. They bend, they warp, they distort. But where is the real distortion in this scenario? In their hearts. Because those who have distorted eye sight, cannot see the truth right.

And this is the reason why they search the fault, the error, the distortion in what they look, not in their eyesight. They should look for it in their hearts. People who approach the truth with a warped heart, cannot see its nature. Qur’an doesn’t show the truth to people who appoach it with a distorted heart. That’s why Qur’an is shifaa-ul lil mu-minin, cure for those who show faith to itself.

…ve la yeziyduz zalimiyne illa hasara; Isra/82. We reveal Quran, healing and grace for those who believe! But this only increases the frustration of the wrongdoers. Qur’an only increases the harm and frustration of those who have distorted hearts.

ve ma ya’lemu te’viylehu illAllah No one but Allah knows its Te’vil. In other words, we cannot comprehend the truths with their full potential since Allah reduced them to metaphoric expressions, allegoric words in order to make them understandable for mere human minds. Trying to make all those mighty truths fit into our limited mind worlds is impossible. We can only comprehend these truths with similarity principles.

For example we understand heaven as the garden metaphor. Out minds can make way to understanding the concept of heaven by using this abstraction. Beyond that our mind capacity must be more than current state. Beyond that, our minds either go to heaven and see for themselves our need to explore the concept with other ways. Some truths of the unknown are beyond humans grasp.

So we have no choice but to understand the concept with metaphors. We cannot have the capacity to go further than that. We only see the simple copies. It’s not the same as the original. The original is something else entirely. This is the truth that wants to be told here. ve ma ya’lemu te’viylehu illAllah no one but Allah knows its true te’vil, true form.

ver Rasihune fiyl ilmi yekulune amenna Bihi kullun min indi Rabbina those who are grounded in knowledge say: “We believe in the Book, we believe it entirely. kullun min indi Rabbina the whole of it is from our Rabb. They don’t show any hesitation? Why? Because they observe the situation with faith.

Faith is a pre-knowledge. People who have no pre-knowledge of faith and try to reach the celestial messages, surely cannot handle the weight of the truths in these texts. That’s why faith is a necessity in all this. Faith gives humans a front knowledge. With that knowledge, a person may read the subtexts in this text. He can be one with the truths. With the help of celestial messages, a transaction starts with these words and human heart. This is only possible with faith. This is also the reason why Allah starts this text with introducing Himself. Allahu la ilahe illa HUvel Hayy’ul Kayyum; The words starts with that. If you have no faith, if you have no pre-knowledge, the necessary tools, you cannot establish a connection with celestial messages in your hearts and you cannot open your hearts to the very secrets of holy words.

ve ma yezzekkeru illa ulul elbab; The most beautiful expression about the truth came at last at the end of the verse. Only the people of deep understanding may notive these heavy truths. Yes, these truths we have been told since the beginning of this verse, these classifications of truths, the truths we should open ourselves and download to out mind worlds; only the men of deep undertandings have this potential to fully grasp the concept.

8-) Rabbena la tuzig kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lena min ledunKE rahmeten, inneKE entel Vehhab;

“Our Rabb, after giving us guidance (enabling us to recognize and discern the reality) do not turn our consciousness (back to the illusory identity – ego based existence), and bestow your grace upon us from your Self (ladun; the potential of the Names comprising my essence). Most certainly you are the Wahhab.” (A.Hulusi)

“Our Lord!” (they say), “Let not our hearts deviate now after Thou hast guided us, but grant us mercy from Thee; for Thou art the Grantor of bounties without measure. (A.Yusuf Ali)

Rabbena Our Rabb! Right here, the celestial mesage of Qur’an turns into a pray rising from humans language to Allah’s domain. It almost like Allah teaches us to pray and what should we want from Him. We learn the needs of ours from Allah again. And we also learn something else. We realize the problems we encountered above are mainly a heart problem, a faith problem and to avoid them, we use this pray.

Rabbena la tuzig kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lena min ledunKE rahmeten O our Rabb, after giving us guidance, after making us reach the right path, don’t let our hearts deviate, lost their ways. ve heb lena min ledunKE rahme and bestow your grace upon us from your Self inneKE entel Vehhab; For you are Wahhab, The Grantor of bounties without measure. This is the reason why we ask from you a part of your unlimited and unconditional blessing. This blessing we have asked for is nothing but the constant truth in our hearts, since you are the one who can turn hearts.

Heart means fickle. It cannot stay in one place for long. It’s nature is not constant. The revolution comes from the same root. Always in motion, so we can assume that the power of heart doesn’t have a center. This power is difficult to pinpoint. If you search for people we can see this fact. Some peoples hearts are in their egos. Some are in their stomachs. Some peoples hearts look for their minds for power and some search for their souls. Other peoples hearts may have more terrible places, like down as in lust.

That’s why the real message here is the pray. The linguistic root, foundaton meaning of heart points out this fact. But beyond that I want you to pay attention to the pray, what should we ask from Allah. Moving on.

9-) Rabbena inneKE camiun Nasi liyevmin la raybe fiyh* innAllahe la yuhliful miy’ad;

“Our Rabb, you will surely gather mankind in a period of whose coming there is no doubt. And never will Allah fail to fulfill His promise.” (A.Hulusi)

“Our Lord! Thou art He that will gather mankind together against a Day about which there is no doubt; for Allah never fails in His promise.” (A.Yusuf Ali)

Rabbena inneKE camiun Nasi liyevmin la raybe fiyh Our Rabb, you will surely gather mankind together in that Day which there is no doubt. innAllahe la yuhliful miy’ad; for Allah never fails in His promise

After teaching us this pray, our Rabb shows us the way of how to call for Allah, how to approach the revelations rightly and how to possess a heart like this. And it is time to learn about people who choose denial because they lack these features. Here Allah says;

10-) Innelleziyne keferu len tugniye anhum emvaluhum ve la evladuhum minAllahi shey’a* ve ulaike hum ve kudunnar;

Certainly for the deniers neither their wealth nor their children will benefit them against what becomes manifest from Allah. They are fuel for fire. (A.Hulusi)

Those who reject Faith,- neither their possessions nor their (numerous) progeny will avail them aught against Allah. They are themselves but fuel for the Fire. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne keferu Those who cannot have these hearts, those who reject Faith; len tugniye anhum emvaluhum ve la evladuhum minAllahi shey’a neither their possessions nor their children will benefit them, help them against Allah. The verse says, no possessions, no children, no wealth, no position basically nothing from earth may help a person to stand against Allah. Those who leave Allah will fall into the pull of materials, o friends. Those who leave Allah falls into earthly stuff. And when someone is pulled by materials, that things always pull you further from Allah. That’s why you should hang on to Allah’s blessings, Allah’s mercy with your hearts all the time. That’s the only way of saving yourselves if or when you fall in to earths pull. So that you avoid being lowest of the low (estel-i safilin)

It is like being caught to a flood. A human is like a ship, a heart is like a ship in fact. All the things in this world is an ocean. If the water stays out of the ship, destination doesn’t change. And water is good for the ship if used properly. Like the wealth and position a person have may help him go further if used properly. But if the water is in the ship, surely the ship will sink.

If the world gets into the heart, if the possessions, positions fall into hearts, if money, gold, silver or any kind of earthly gains find their ways to heart; it is the same meaning as the water finds its way to ship. It is the first step of sinking. The souls who hold on to Allah rises. The bodies who hold on to stuff, falls. That’s why your bodies stay on earth with all materials. If you improve, if you work with your souls side, that you may be able to save yourselves from earths pull. Only then you may find peace among great souls. ve ulaike hum ve kudunnar; Those who fall into earthly stuff, they are the fuel for fire.

This is a metaphoric expression like the one above. This verse is among the muteshabih (unclear) verses. Them, being the fuel of fire. Neither can I describe what kind of fire this is nor any of us comprehend. But we are told that this truth is like a material on earth, a burning thing and that’s it. But what kind of fire will it be? Nothing like we have seen before, that’s for sure. This fire will be a catastropy that we have never encountered before. But in our mind world, in our living material concepts, this high truth can only be described with these words. So we take these words as they are and comprehend the situation as it is.

But the people of knowledge, people who have deeper understanding, they don’t downsize the truth to simple metaphors even they are also told the situation with the same simple words. They don’t forget that the real truths have a higher degree, higher value. They don’t think about the simple earthly fire as we know it when they hear the word “fire”. They can see the deeper truth behind those words and comprehend the concepts.

Here, Qur’an gives us an example about the people who treat the celestial message like they are blind and deaf, people who cannot reach the holy revelations as they should. The example is from our history and this historical fact is about the era of pharaohs.

11-) Kede’bi ali fir’avne velleziyne min kablihim* kezzebu Bi ayatina* feehazehumullahu Bi zunubihim* vAllahu shediydul ikab;

(Their course) is just like the dynasty of the Pharaoh and those who came before them. (They had) denied our signs (the manifestations of the Names). And Allah seized them in their error. Allah is severe in recompense (severe in enforcing the due consequence of an offence; shadid al-iqab). (A.Hulusi)

(Their plight will be) no better than that of the people of Pharaoh, and their predecessors: They denied our Signs, and Allah called them to account for their sins. For Allah is strict in punishment. (A.Yusuf Ali)

Kede’bi ali fir’avne velleziyne min kablihim Yes. Their course as in the people who are described above as the rejectors of Faith and people who turn their backs to Allah and pulls back to the earths glamours life of vanity. Their course is just like the dynasty of the Pharaoh and those who came before them.

Qur’an makes a comparison here. Just like Qur’an pulls this example of pharaohs who live hundreds, thousands years ago to the people of Qur’ans first readers in seventh century, we also may pull these examples today from the time. We may see the targets of this verse even today. Just like the groups, societies and masses we encounter today, we can compare them by their courses and the similarty of these courses with the pharaohs and other wrong pathed groups.

What did they do? What are the common features which helps us define them? How can we seperate them from others? This kezzebu Bi ayatina They denied our messages. How can one be pharaoh, how can a society become a pharaoh society. The first feature is this. kezzebu Bi ayatina They denied our messages.

So what is the result? What will happen to a society which denies the celestial messages and slander the revelations Allah sent down? feehazehumullahu Bi zunubihim And Allah seized them in their errors. vAllahu shediydul ikab; For Allah is strict in punishment.

12-) Kul lilleziyne keferu setuglebune ve tuhsherune ila cehennem* ve bi’sel mihad;

Say to the disbelievers (those who deny the reality), “You shall be defeated and gathered in hell… How wretched a resting place!” (A.Hulusi)

Say to those who reject Faith: “Soon will ye be vanquished and gathered together to Hell,-an evil bed indeed (to lie on)!” (A.Yusuf Ali)

Kul lilleziyne keferu setuglebune ve tuhsherune ila cehennem Say to those types, those people who take denial as a job, who resist on denial, say to them; setuglebune you will be defeated. Say to those infidels, those deniers, those ungreatfuls, those blasphemers who turn their backs to Allah after Allah showed His grace by addressing them, those revelation deniers; setuglebune you will be defeated.With your attitudes you will surely be defeated. You will, because you raise your flag against Allah. You become arrogant to Allah. You turn your backs to Allah’s message. You turn your backs to the truth. And the price of rejecting the truth is losing both on earth and in afterlife.

Lose what? First of all, losing yourselves. Because you cannot turn your back to Allah without turning back to yourself. You cannot deny the facts of Allah without denying yourself. That’s why a person who close his eyes to his own truths becomes a stranger to himself. Once he become a stranger to himself, he become a stranger to earth. This process finally leads him to defeat. This is the definition of defeat.

Defeat of what, then? Defeat to earth, you will be vanquished by the things you think you own. You will be defeated to position even you have a greater value than mere materials. Even you have a greated honor than your wealth or your house, your job, your car; even you have more honorable that all of them, in the end those things without any value, those dishonorable materials will defeat you. They will conquer you. Your backs will be floored in this match. You will face the defeat. Because this things you think you own, will own you at the end. The reason is because you turn your backs to Allah. Remember the words above;

en tugniye anhum emvaluhum ve la evladuhum minAllahi shey’a Neither their stuff nor their children will help them stand against Allah. This verse is like a follow-up for this truth. setuglebune ve tuhsherune ila cehennem you will be defeated and exiled to Hell. What an evil bed it is! ve bi’sel mihad; what a wreched bed, what an evil cradle it is.

Actually mihad; comes from mehd. The cradle, which is more meaningful. Because people who have a final destination as hell are spiritually in a kids level. Of course we don’t mean as a purity or innocence, they aren’t clean as a baby but their souls are not grown. Their minds are not fully developed. Their perceptions, their foresight, judgement skills are not developed. They have no sense of seperation the good from bad. Actually they have no developed skills as a soul. That’s why their destination will be thir wreched cradle. They will be bundled in that terrible cradle.

13-) Kad kane lekum ayetun fiy fieteynil tekatâ* fietun tukatilu fiy sebiylillahi ve uhra kafiretun yeravnehum misleyhim ra’yel ayn* vAllahu yueyyidu Bi nasrihi men yesha’* inne fiy zalike le ‘ibreten liulil ebsar;

The truth is there were signs for you and a lesson to be taken from the two groups who met in opposition. While one group was fighting for the cause of Allah, the others were deniers; (the believers) saw with their own eyes that (the deniers) were twice their number. But Allah supports whom He wills with His aid. Certainly there is a great lesson in this for those with insight. (A.Hulusi)

“There has already been for you a sign in the two armies that met (in combat): One was fighting in the cause of Allah, the other resisting Allah. these saw with their own eyes twice their number. But Allah doth support with His aid whom He pleaseth. In this is a lesson for such as have eyes to see.” (A.Yusuf Ali)

Kad kane lekum ayetun fiy fieteynil tekata There is a message for you in the two armies that met in combat. fietun tukatilu fiy sebiylillah One was fighting in the cause of Allah kafiretun yeravnehum misleyhim ra’yel ayn the other resisting Allah yeravnehum misleyhim ra’yel ayn They, true believers… Most of the translators say the situation here is the battle of Badir. But just as the owner of the verse wants us to pay attention to the fact, the conclusion we arrive is a fact throughout the history. The active subject of history is not with the crowds but the few, the ones who have discipline and faith. The passive objects of history are the crowds lack of discipline and faith and accept theit fate as passive crowds or groups. Yes.

So this verse brings out this fact and expresses these truths by saying; There is a sign for you in the two armies met in combat. One was fightings in the cause of Allah and the other resisting on denial.

ve uhra kafiretun yeravnehum misleyhim ra’yel ayn* they, the true believers saw with their own eyes twice their number. Faithfuls look at infidels and see them twice their number. In Badir battle it was three in fact. The infidels were three times crowded from believers. The faithfuls are just 300 people and the Meccan heathens were 1000 well-armed, well-geared army. So if you take the situation as an expression of truth above time, you may approach the concept with more understanding.

vAllahu yueyyidu Bi nasrihi men yesha’ Yes, what is the main thing here? It is about whom Allah supports, which side is accompanied by truth. That’s why Qur’an says, Allah helps whoever He wishes. You don’t need a single thing if you already have Allah’s support, if you have a shelter, an aid, a friend as Allah. If you don’t have Allah, then what can you have? At this point having Allah as your support is a gain comes from your faith, discipline and effort. It is all about your value.

inne fiy zalike le ‘ibreten liulil ebsar; Certainly there is a great lesson in this for those with insight. Of course people with insights may surely read the laws of history. They read and they see. The truth shows that even with a small number of people with true mind, the few real thinkers, even they don’t have enough to stand against big crowds at first glance, they always be victorious against the rest of people, against the big and undisciplined crowds. That’s why it is a shame for who trust only the number of people with him. It is important to be with Hall, not to be with crowd. People who choose their sides just by looking where the crowd are the ones been forgotten among active subjects, among those with faith, mind and discipline.

kem min fietin kaliyletin galebet fieten kesiyraten Bi iznillah Bakara/249 Remember the verse explained the incident of Talut and Calut. There are many incidents in history like this one. A small group of people stand victorious over many crowds with their faiths and disciplines.

14-) Zuyyine linNasi hubbushehevati minen Nisai vel beniyne vel kanatiyril mukantareti minezzehebi vel fiddati vel haylil musevvemeti vel en’ami vel hars* zalike metaul hayatid dunya* vAllahu ‘indehu husnul meab;

Beautified for the people is the desire to indulge in the pleasures of women and children, heaped up sums of gold and silver, noble horses and cattle. However these are but transitory pleasures of the world. But Allah… The most beauteous goal (to attain) is with Him. (A.Hulusi)

Fair in the eyes of men is the love of things they covet: Women and sons; Heaped-up hoards of gold and silver; horses branded (for blood and excellence); and (wealth of) cattle and well-tilled land. Such are the possessions of this world’s life; but with Allah is the best of the goals (to return to). (A.Yusuf Ali)

Zuyyine linNasi hubbushehevati Beautified for the people is to have passionate love. What is this passionate love, the targets of this desire? minen Nisai women vel beniyne kids, especially sons vel kanatiyril mukantareti minezzehebi vel fiddati wealth in the forms of gold and silver vel haylil musevvemeti horses, high-priced and favorite horses vel en’ami herds and flocks vel hars lands, terrains, crops… All of these are beautified for the people is to have passionate desires and love. Qur’an says this.

In fact these were the targets of that eras desirable objects.You may transfer them to our days and change or multiply them by looking at your desires. zalike metaul hayatid dunya All those are earths temporary values. All those listed above are earths temporary values.

vAllahu ‘indehu husnul meab; but with Allah is the best of the goals. Really; which future do you want? Choose which future is really for you, then you may measure the worths of everthing whether they are really worthy or not. If your measure of worth is your lust, then you should read this verse again. Because you will surely find your greatest values among the things listed above. An important anecdote hubbushehevat the love of lust; the verse talks about a passionate desire. A passionate love. But in reality this is not love, this is by all means, desire. Friends; desire chains you, love sets your free. That’s why here the topic is about the things that put your hearts in chains, things that bind your hands, block your minds with invisible ropes; basically earthy desires for the things like women, kids, stuff or wealth. This desires are the ones which turn a person completely blind to truths including his eternal future. They tune a persons priorities to temporary future and make him sacrifice this eternal happiness for small earthy price. This verse is a danger sign for all these.

15-) Kul eunebbiukum Bi hayrin min zalikum* lilleziynettekav inde Rabbihim cennatun tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha ve ezvacun mutahharetun ve ridvanun minellah* vAllahu Besiyr’un Bil’ibad;

Say, “Shall I tell you of something even better than all of this? For those who are protected in the sight of Allah there are Paradises underneath which rivers flow, they will reside therein eternally. There they will have pure spouses (this could also denote the spouse of consciousness; a perfect body free from any ailment) and the pleasure of Allah. Allah, as the essence of His servants, is the Basir. (A.Hulusi)

Say: Shall I give you glad tidings of things far better than those? For the righteous are Gardens in nearness to their Lord, with rivers flowing beneath; therein is their eternal home; with spouses purified; and the good pleasure of Allah. For in Allah’s sight are (all) His servants,- (A.Yusuf Ali)

Kul eunebbiukum Bi hayrin min zalikum Say, “Shall I tell you of something even better than all of this? lilleziynettekav inde Rabbihim cennatun tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha For the righteous, for the ones who know their responsibilities for Allah are Gardens in nearness to their Rabb, with rivers flowing beneath; therein is their eternal home; ve ezvacun mutahharetun with pure spouses ve ridvanun minellah* and more which is the greatest of all, the pleasure of Allah. vAllahu Besiyr’un Bil’ibad For in Allah sees all His servants,

Allah’s sight including all His servants or a persons actions are all seen by Allah; these are in the domain of the word basiyr. There is a unity here. That’s why I translate it as a whole. Seeing something completely, not just the visual outside actions but the intentional inside ideas as well. Not just bodies but the hearts as well. Allah sees not just material actions, Allah sees the content of minds as well. Sees and decides the fate accordingly.

We also see in this verse a form of simplyfing an unknown concept for human minds . In this verse people are informed with gardens with rivers flowing beneath and pure spouses. Actually those are all metaphors for unclear concepts. They are all truths of the unknown but they are reduced to simple words so that people may understand with their limited perceptions.

16-) Elleziyne yekulune Rabbena innena amenna fagfir lena zunubena ve kina azaben nar;

They will say, “Our Rabb, we have indeed believed. Forgive us our faults and protect us from burning (suffering).” (A.Hulusi)

(Namely), those who say: “Our Lord! we have indeed believed: forgive us, then, our sins, and save us from the agony of the Fire;”- (A.Yusuf Ali)

Elleziyne yekulune Rabbena innena amenna fagfir lena Our Lord! we have indeed believed: forgive us, zunubena forgive our sins ve kina azaben nar and save us from the agony of the Fire. Very clear. Moving on.

17-) EsSabiriyne ves Sadikiyne vel Kanitiyne vel Munfikiyne vel Mustagfiriyne Bil eshar;

(They are) the patient ones, loyal, content (in submission with the comprehension of their servitude), they give (to the needy) and ask for forgiveness for their inadequacies in the early morning (the process of awakening). (A.Hulusi)

Those who show patience (firmness and self-control); who are true (in word and deed); who worship devoutly; who spend (in the way of Allah); and who pray for forgiveness in the early hours of the morning. (A.Yusuf Ali)

EsSabiriyne Patient ones; people who show patience agains challenge ves Sadikiyne loyal to their promises of faith,people who submit to Allah and won’t bow down to anything or anyone, vel Munfikiyne people who spend in the way of Allah, vel Mustagfiriyne Bil eshar; who pray for forgiveness in the early hours of the morning. Or like Ibn. Mansur explained in his Lisan-Arap book, this also means from heart, from soul, from the depth of a persons essence. People who ask for forgiveness from the depths of their souls, hearts and essences. What about all those people then? Like the verse above actually, Allah sees them. Allah sees them all.

O our Rabb, we show faith to you. Forgive us, forgive our sins and protect us from the suffering of fire. People who say this, who show patience, resistance, show loyalty to their faith, who bow down only to Allah and spend in the way of Allah, people who ask for forgiveness from the depths of their hearts with honesty. vAllahu Besiyr’un Bil’ibad; Allah sees them. Allah sees them all.

Dear friends, there is another truth revealed here. It’s asking for forgiveness from Allah. I should pass many stories come from Rasulallah about early times for now because of the time situation. But we should remember the saying of Rasuallah, “I ask for forgiveness from Allah 100 times a day.”

In fact this is knowing one’s place. Tevbe, forgiveness.. Asking forgiveness from Allah. This is another meaning of; “I know my place, o Rabb.” This is a confession of a person to realize his position. If we search the situation more closely, the real reason surfaces. This is a person’s path for knowing himself. By asking forgiveness, one also means; “I know myself, o Rabb.”

A person who says “estagfirullah”, a person who asks for forgiveness from Allah, also says “I know myself, O Rabb.” He admits his limits to Allah. He confesses his potential about knowing his place. A persons journey for learning Allah starts with knowing his place at first. This is the truth explained here. This is the message here.

18-) ShehidAllahu enneHU la ilahe illa HUve, vel Melaiketu ve ulul ‘ilmi kaimen Bil kist* la ilahe illa HUvel Aziyz’ul Hakiym;

Allah knows with certainty that none exists other than He. He is HU, there is no other, only HU… And (so do) the forces (potentials) of His names (angels; compositions of qualities that manifest through the knowledge of reality) and those of knowledge (those who possess this knowledge also know, and thus testify to this reality) and maintain themselves in accord with this truth… There is no god, only HU, the Aziz, the Hakim. (A.Hulusi)

There is no god but He: That is the witness of Allah, His angels, and those endued with knowledge, standing firm on justice. There is no god but He, the Exalted in Power, the Wise. (A.Yusuf Ali)

ShehidAllahu enneHU lâ ilâhe illâ HUve Allah knows with certainty that none exists other than He. This is the exact verse. Allah is the witness that none exists other than He. vel Melaiketu ve ulul ‘ilmi kaimen Bil kist* His angels, and those endued with knowledge, standing firm on justice acting only with justice, they are also witnesses, la ilahe illa HUvel Aziyz’ul Hakiym; There is no god, only Allah. And Allah is the owner of Power and Wisdom. Allah is witness, angels are witnesses, people of knowledge who stand firm on justice are witnesses on this truth; says Qur’an.

If you take this truth about knowing Allah as a follow up on people who know themselves, who ask for forgiveness like we described above; then this knowledge must be built over a foundation of faith like this. As in, knowing yourself is only possible if you build your truth on a firm faith foundation like this. If not, if the foundation is not like this one, than the person eventually forgets his limits. When he does, he might think himself as something more. He might even claim that he is a god.

Of course he wouldn’t say; “I’m a god, I’m a deity.”, but act like one. He acts like a god. He even tries to do Allah’s job. Tries to interfere Allah’s domain. Tries to interfere Allah’s message. Not only turns his back to Allah’s message, he might go far to create his own message and put it over Allah’s.

19-) Inned Diyne ‘indAllahil Islam* ve mahtelefelleziyne utulKitabe illa min ba’di ma caehumul ilmu bagyen beynehum* ve men yekfur Bi ayatillahi fe innAllahe seriy’ul hisab;

Indeed, the religion (system and order) in the sight of Allah is Islam (the whole of creation is in a state of submission, whether conscious or unconscious of the qualities of the Names)! Those to whom a Book (knowledge) has been given, have fallen into division after this knowledge, because of jealousy and ambition. And whoever covers the existence of Allah in His signs (which are the manifestations of His Names) indeed Allah is swift in reckoning (Allah instantly puts into effect the consequences of one’s actions; sari-ul-hisab). (A.Hulusi)

The Religion before Allah is Islám (submission to His Will): Nor did the People of the Book dissent there from except through envy of each other, after knowledge had come to them. But if any deny the Signs of Allah, Allah is swift in calling to account. (A.Yusuf Ali)

Inned Diyne ‘indAllahil Islam Then these truths complete one another. What is the only religion in the domain of Allah. It’s Islam. Islam may be used for 3 meanings. Close, peace and submission. It’s submission to Allah totally and salvation. Redemption. Of course people who submit to Allah find inner peace too. His war ends and his inner peace takes over. His heart tastes the peace. A person who realize himself and finds his inner peace, reaches his salvation. And moving on.

ve mahtelefelleziyne utulKitabe illa min ba’di ma caehumul ilmu bagyen beynehum* Those to whom a Book has been given, have fallen into division after this knowledge, because of jealousy and ambition. Yes, out of jeaously, they diset from the proofs of truths. They started to argue their faiths. ve men yekfur Bi ayatillahi fe innAllahe seriy’ul hisab; Whoever denies Allah’s message, whoever chooses to ignore Allah’s message fe innAllahe seriy’ul hisab; He should know that Allah is swift in reckoning, his account will be called soon.

20-) Fein haccuke fe kul eslemtu vechiye Lillahi ve menittebean* ve kul lilleziyne utul Kitabe vel ummiyyiyne eeslemtum* fein eslemu fekadihtedev* ve in tevellev fe innema aleykel belag* vAllahu Basiyr’un Bil’ibad;

If they argue with you say, “My face is in submission to Allah; so are those who follow me!” Ask those to whom the knowledge of reality and sunnatullah has been given and the illiterate ones (those who are unaware of this reality; the dualists), “Have you also accepted Islam?” If they submit they would have accepted the reality. But if they turn away, your duty is only to inform. Allah, as a result of His Names comprising His servants, is the Basir (evaluates). (A.Hulusi)

So if they dispute with thee, say: “I have submitted my whole self to Allah and so have those who follow me.” And say to the People of the Book and to those who are unlearned: “Do ye (also) submit yourselves?” If they do, they are in right guidance, but if they turn back, thy duty is to convey the Message; and in Allah’s sight are (all) His servants.

Fein haccuke fe kul eslemtu vechiye Lillahi ve menittebean If they argue with you, say; “I have submitted my whole self to Allah.” ve menittebean and those who follow me also submitted. ve kul ask them lilleziyne utul Kitabe vel ummiyyiyne eeslemtum those who are entrusted with the revelations and those who are ignorant to the truth. As in ask to the people of the book and the heathens eeslemtum “Have you also submitted yourselves to Allah?”

This is Islam. The other name of the constant values of humanity. That’s why Islam cannot be called a property for a single society. Islam is the name of all truths for humanity throughout the entire history and all prophets are Islam prophets. All the religions described by all prophets was indeed Islam. So people who have submitted themselves to Allah completely are called muslim, because Islam is submission.

fein eslemu fekadihtedev The verse continues, If they do, is they have also submit themselves to Allah completely, then they have also found savalation, they are in the right path. ve in tevellev fe innema aleykel belag If they choose the ignore, turn their backs, then your duty is only and only informing them. vAllahu Basiyr’un Bil’ibad; Allah sees all His servants.

21-) Innelleziyne yekfurune Bi ayatillahi ve yaktulunen Nebiyyiyne Bi gayri Hakkin ve yaktulunelleziyne ye’murune Bil kisti minen Nasi febeshirhum Bi azabin eliym;

As for those who deny the existence of Allah in His signs (the manifestations of His Names), and kill the Nabis against the will of the Reality, and kill those who enjoin justice, give them the tidings of a severe suffering! (A.Hulusi)

As to those who deny the Signs of Allah and in defiance of right, slay the prophets, and slay those who teach just dealing with mankind, announce to them a grievous penalty. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne yekfurune Bi ayatillahi ve yaktulunen Nebiyyiyne Bi gayri Hakkin After declaring this truth, Qur’an turns its face to Jews; which have a criminal record for killing the prophets sent to them Innelleziyne yekfurune Bi ayatillahi Those who deny Allah’s verses, messages ve yaktulunen Nebiyyiyne and kill the prophets without mercy Bi gayri Hakkin without mercy, relentlessly ve yaktulunelleziyne ye’murune Bil kisti minen Nasi and kill those who teach just dealing with mankind febeshirhum Bi azabin eliym; give them the tidings of a severe suffering.

There is a subtle irony here. Because they are in waiting for a heaven of their own. But you give them tidings of hell. Because they slaughtered their own prophets, o Muhammad. It’s not unusual for them to deny you. Not surprising at all. Because they stoned, killed, cut down, choked their own prophets which come among them.

22-) Ulaikelleziyne habitat a’maluhum fid dunya vel ahireti, ve ma lehum min nasiriyn;

They are the ones whose deeds will be worthless both in this world and the eternal life to come. There will be no helpers for them. (A.Hulusi)

They are those whose works will bear no fruit in this world and in the Hereafter nor will they have anyone to help. (A.Yusuf Ali)

Ulaikelleziyne habitat a’maluhum fid dunya vel ahireti, Those who act like that, who turn their backs to celestial message, those who play deaf against the Allah’s verses; this verse is for them. Ulaikelleziyne habitat a’maluhum fid dunya vel ahireti, They are those whose works will bear no fruit in this world and in Afterlife. How can it be possible if a man turns his back to celestial messages and still develops a peaceful philosopy independent from Allah? You cannot create a peaceful thinking without Allah, only religions may create a conscience ideology. No form of other ideologies may create a conscience concept independent from Allah. ve ma lehum min nasiriyn; There will be no helper for them.

An example for this, me friends. Think about a human, who wants to take a small orphan girl under his wings and raise her. At first you may think this is an action to be impressed, right? A poor, orphan, homeless girl and this man chooses to take her into his home and care for her. But can you still have the same feelings if you manage to look that mans heart and see these intentions? “I should raise this girl then use her for my own amusement.” What can you say if you have the power to listen to this mans heart and hear this intentions? Your reactions must be something like; “What a disgusting behaviour!”

So what makes you change your thoughts about the situation from a seen noble action to this disgustion behaviour? It’s the distinction comes from knowing the intention. And Allah knows all the intentions.

23-) Elem tera ilelleziyne utu nasiyben minel Kitabi yud’avne ila Kitabillahi li yahkume beynehum summe yetevella feriykun minhum ve hum mu’ridun;

Have you not seen those who were given a share of the revealed knowledge; they are invited to the revelation of Allah, that a judgment be made between them, but then some of them turn away and leave. (A.Hulusi)

Hast thou not turned thy vision to those who have been given a portion of the Book? They are invited to the Book of Allah, to settle their dispute, but a party of them turn back and decline (the arbitration). (A.Yusuf Ali)

Elem tera ilelleziyne utu nasiyben minel Kitabi yud’avne ila Kitabillahi li yahkume beynehum Have you not seen those who were given a share of the revelations? They are invited to the Book of Allah, to settle their dispute. summe yetevella feriykun minhum ve hum mu’ridun; but then some of them turn away from Allah’s message. But they were invited to Allah’s book earlier. As in they were called to settle their disputes by using Allah’s book. This is a historical reference.

24-) Zalike Bi ennehum kalu len temessenen naru illa eyyamen ma’dudat* ve garrehum fiy diynihim ma kanu yefterun;

This is because they think, “The fire will not touch us except for numbered days.” Their invented delusive belief is a betrayal to their religion. (A.Hulusi)

This because they say: “The Fire shall not touch us but for a few numbered days”: For their forgeries deceive them as to their own religion. (A.Yusuf Ali)

Zalike Bi ennehum kalu len temessenen naru illa eyyamen ma’dudat* Do you know why they behave like that? Because they say; “The fire will not touch us except for numbered days.” Why such a twisted idea? ve garrehum fiy diynihim ma kanu yefterun; For their forgeries deceive them as to their own religion.

They were slandering Allah. Why they fall into a twisted ideology? Because they were in thoughts that they are the chosen society. They named a irrelevant value like race which a person has no right to choose his own as a superiority reason. They fall into a celestial race mentality. This is the simplistic, most vulgar materialism. Because measuring a value, a humans value with something a human has no right to choose is nothing but a simple materialism.

25-) Fekeyfe iza ceme’nahum li yevmin la raybe fiyhi ve vuffiyet kullu nefsin ma kesebet ve hum la yuzlemun;

So how will it (their state) be when we gather them together in a period that is sure to come, and the results of their deeds are given without any injustice! (A.Hulusi)

But how (will they fare) when We gather them together against a Day about which there is no doubt, and each soul will be paid out just what it has earned, without (favor or) injustice? (A.Yusuf Ali)

Fekeyfe iza ceme’nahum li yevmin la raybe fiyhi Let’s check their destiny, destination. iza ceme’nahum li yevmin la raybe fiyhi when we gather them together in that day which there is no doubt ve vuffiyet kullu nefsin ma kesebet and each soul will be paid out just what it has earned ve hum la yuzlemun; and there will be no injustice for anyone. What will they do then? Then we will see their claims are really true. We will see how those “The fire will not touch us except for numbered days” saying, putting the holy race mentality up front every chance people; how will they pay the price of turning their backs to prophets messages? We shall see them all.

All thanks to Allah who sent these messages without limitation.

Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.
Esselamu aleykum.”



ESMA DERSLERİ “ALLAH” I TANIMAK – 3

$
0
0

ARAŞTIRMALAR 3

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

HZ. MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI “ALLAH”

“TANRI”DAN “ALLAH”A

“İnsan gibi düşünen bir TANRI”dan, “ALLÂH” anlayışına!

İnsanoğlu, asırlar ve asırlar boyunca, karşılaştığı pek çok olayın üstesinden gelememenin aczi ile bir yerlere, bir şeylere sığınma, bir şeylerden medet umma duygusu içinde, aklı erebil¬diğince çeşitli nesnelere tapınma hissi duymuştur.

Bu tapınma, medet umma, başarı isteme gibi duygular da doğal olarak insanı çeşitli tanrı kavramlarına yönelmeye ve onlardan arzuları doğrultusunda bir şeyler umut etmeye itmiştir.

Bu arayış içindeki insan, kendisinde güç vehmettiği, arzuladıklarını verebileceğini sandığı çeşitli nesneleri bir tanrı olarak varsaymaya başlamış ve böylece de tanrılara tapılma dönemine girilmiştir.

Tapılacak tanrıları önce yeryüzünden seçen insanoğlu, bu kabulleniş içinde, kâh madenlere, kâh nebatlara, kâh da hayvanlara tapınma yoluna gitmiştir.

Daha sonraki aşamada, yeryüzündekilerin bir tanrı değil, kendisi gibi bir ölümlü olduğunu fark edince; Nebi ve Resul’ler tarafından yeryüzünde yaşayan bu varlıkların tanrı olamayacağı kendilerine idrak ettirilince, bu tanrılarına tapmaktan vazgeçmişlerdir… Ancak ne var ki, bu defa da semâda bulunan, tanrı kabul ettikleri varlıklara yönelmişler ve çeşitli etkilerini fark ettikleri yıldızlara tapınmaya koyulmuşlardır.
İnsanoğlu neyin üstesinden gelememiş, neyin sırrını çöze¬memiş ise, o, insan için bir bilinmez güç olarak kalmış ve onda bir “tanrılık” kavramı kabul edilmiştir.

Oysa yerde veya semâda bir tanrı fikri günümüz bilimsel verilerine tamamıyla ters düşen, varsayımdan başka bir şey değildir… Nitekim bu bilimsel gerçekliğe ters düşen varsayım, Kur’ân-ı Kerîm tarafından da Kelime-i Tevhid ile, “tanrı yoktur” ifadesiyle reddedilmektedir.

Asırlar ve asırlar öncesinde ateşe ve yıldızlara tapınarak, “tanrı” mevhumu ile kendini kozaya hapseden insanoğlu; daha sonraki devirlerde de yetiştikleri çevrelerin şartlandırmaları ile tefekkürden uzak bir biçimde yaşam sürmelerinin pahasını “tanrılarına” köle olmak ve bununla kendilerini tatmin etmek suretiyle ödemişlerdir.

Kozalarını günden güne daha kalınlaştırmak ve daha içinden çıkılmaz hâle getirmek suretiyle!

Hz. Muhammed (aleyhisselâm), Mekke’de kendisinin “ALLÂH RASÛLÜ” olduğunu açıkladığı zaman, sadece KÂBE’de 360 farklı tanrıyı sembolize eden, 360 tane PUT bulunmaktaydı. İnsanlar, her biri ayrı bir görev yapan 360 tanrıyı simgeleyen bu putlara tapınarak tatmin olma yolu içindeydiler.

Düşünemiyorlardı yerde ya da semâda bir tanrı olamayacağını!.. Çünkü henüz evrenin gerçek boyutları hakkında bir fikirleri yoktu!

Yeryüzünde ya da semâda bir yıldızda oturup, Dünya’yı ve Dünya üzerindeki insanları yöneten; kâh onların işlerine karışıp, kâh da onları kendi hâllerine bırakıp imtihan eden; yukarıdan insanların davranışlarına bakıp, onları tanımaya çalışan ve nihayet hoşuna giden işler yapanları cennetine, emirlerine uymayanları da cehennemine yollayacak olan bir tanrı!

İşte bu vehim içindeki insanoğlunun o yeryüzündeki ya da semâdaki tanrısına yaranmak, onun gözüne girmek için, yapmadığı saçmalıklar kalmıyordu.

Hatta Hz. Ömer’in ifadesiyle, kurabiyeden, tanrılarını sembolize eden putu yapıyor; önce onun karşısına geçip tapınıyor; sonra da oturup, afiyetle o tanrıyı temsil eden putu yiyorlardı… Ve hatta, vehmettiği, var sandığı tanrıya yaranmak için sekiz yaşındaki kızını diri diri mezara koyup üzerine toprak atarak, onu ölüme mahkûm ediyorlardı!

TANRI-İLÂH; birimin ötesindeki, tapınılan varlık anlamına gelir. Övülen, yüceltilen, büyütülen ve bütün bun¬ların karşılığında da kişiye istek ve arzuları istikametinde bağışlarda bulunacağı umulan varlıktır TANRI!

O tanrı, sana birtakım emirler verecek; sen de onun emir¬lerine uyarak onun gönlünü edeceksin, ki seni cennetine soksun, sana sayısız dünya güzellikleri bağışlasın; ya da kendi hür aklın, hür iraden ile ona karşı gelmek suretiyle onun düşmanlığını kazanacaksın, o da bu yüzden senden intikam alıp, seni türlü türlü azaplara düçar edecek!

İşte insanlar, bu yanlış, bâtıl ve ilkel düşünce ve inanç içinde tanrılara taparlarken; Hz. Muhammed (aleyhisselâm), “ALLÂH RASÛLÜ” olduğunu, almış olduğu vahiy sonucu olarak açıklayıp; artık insanların tanrıya tapmaması için elinden gelen gayreti göstermeye başladı.

“TANRI YOKTUR SADECE ALLÂH VARDIR” mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hz. Muhammed’in vurguladığı bu gerçek,
KELİME-İ TEVHİD şeklinde formüle edilmişti.

Neydi, KELİME-İ TEVHİD’in mânâsı?

İslâm Dini’nin temelini, “LÂ İLÂHE İLLÂLLÂH” sözünün mânâsı oluşturur.

Lâ ilâhe illâllâh” ne demektir?

Bu söz basit olarak ele alınırsa;

TANRI yoktur sadece ALLÂH vardır” anlamında değerlendirilir.

Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak.

Lâ ilâhe”de; “”, yoktur; “ilâhe”, “TANRI” demektir; yani, “Lâ ilâhe”, “tapınılacak tanrı yoktur” demektir.

Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim;

Kelime-i Tevhid, “Lâ ilâhe” ile başlıyor… Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor:

Yoktur tapılacak varlık!” yani “lâ İlâhe!

Akabinde, bir açıklama geliyor.

İllâ”=“sadece”, “ALLÂH” vardır!.. “İLLÂ ALLÂH” yani “sadece ALLÂH!”

Burada özellikle vurgulamamız gereken son derece önemli bir husus vardır.

Dinde, tefekkürden uzak bir biçimde ezbercilikle yetişmiş, etiketi ne olursa olsun, bazı taklitçi kişilerin içine düştüğü, son derece önemli bir yanılgı vardır.

“Lâ ilâhe illâ ALLÂH” uyarısını, halkın anladığı Arapçanın sıradan kurallarıyla yorumlamak suretiyle, çok büyük bir hataya düşmektedirler!

             Şöyle ki. “Lâ recülün illâ Âli” dendiği zaman, bu ifade dilimize “Âli’den başka er kişi yoktur” ya da “Âli gibi er kişi yoktur” veya “Er kişi olarak Âli gibisi yoktur” tarzlarında çevrilebilir.

             Oysa “İLL” kelimesi “ALLÂH” kelimesiyle yan yana kullanıldığı zaman bu asla “ALLÂH gibi bir tanrı yoktur” şeklinde anlaşılamaz… Yani, “başka bir tanrı-ilâh vardır ama o ALLÂH gibi değildir” şeklinde yorumlanamaz. Çünkü “Allâh” isminin işaret ettiği anlam, böyle bir yaklaşımı temelden reddeder!

Ayrıca bir de şu hususu iyi anlamak gerekir;

KÂNE” yani “İDİ” eki, nasıl “ALLÂH” isminin işaret ettiği anlam yanında, genel kullanım mânâsını yitirir; geniş zaman kavramına dönüşürse; aynı şekilde “İLL” kelimesi de “ALLÂH” ismiyle yan yana gelince, genel kullanım alanı dışına taşıp “SADECE” kavramıyla anlaşılır!

Önce “KÂNE” sözcüğüne bir misal verelim; “KânAllâhu ğafûrur rahıyma” dendiği zaman; bunu, nasıl “ALLÂH ĞAFÛR ve RAHIYM İDİ” diye çeviremezsek; “ALLÂH” isminin işaret ettiği özellikler, geçmiş zamanla kayıtlanmaktan berî ise.

Aynı şekilde; “İLLÂ ALLÂH” dendiği zaman da, “illâ” kelimesinin asla “başka” ya da “gibi” anlamlarına anlaşılmayıp; “sadece” anlamıyla idrak ve kabul edilmesi zorunludur!

Zira “ALLÂH” isminin bize işaret ettiği varlığın özellikleri, kendi dışında bir mevcut kabul etmediği gibi, hele hele, Varlığı yanı sıra başka bir vücud sahibinden söz etmeyi hiç kabul etmez!

İşte bu sebeplerledir ki, gerek “İLL”, gerek “KÂNE” ve gerekse de bu türden, zaman ve vücud ifade eden kavramları “ALLÂH” ismiyle yan yana gördüğümüzde, bunları genel kullanımda anladığımız mânâda değil, “ALLÂH” isminin işaret ettiği kavrama uygun bir anlamda anlamak mecburiyetindeyiz.

Bunu yapmadığımız takdirde, ortaya çıkacak olan kavram, ötemizde, hatta evrenin ötesinde bir TANRI yani İLÂH kavramı olacaktır!

İşte bu gerçeği göz önüne almış olarak; bu noktayı ince bir dikkatle kavramaya çalışırsak fark ederiz ki; “Tapılacak tanrı yoktur, sadece ALLÂH vardır!

Bu cümleden birinci mânâ olarak açığa çıkan gerçek şudur:

Tapılacak tanrı yoktur”… Evet, burada, kesin olarak, tapılacak bir öte tanrı olmadığını vurguladıktan sonra, “İLLÂ ALLÂH” diyor.

           “İLL” kelimesi, yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere genel kullanım itibarıyla, “ancak” manasına anlaşılabileceği üzere; buradaki özellik dolayısıyla, “SADECE” anlamında kul¬lanılmıştır.

Evet, “İLL” kelimesi, “ALLÂH” kelimesiyle bir arada kullanıldığı zaman, kesinlikle “SADECE” anlamında algılan¬mak zorundadır, zira “ALLÂH”tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, “ALLÂH” ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nispetle tarif edilsin!.. Bu hususu da geniş şekilde “HZ. MUHAMMED NEYİ OKUDU?” isimli kitabımızda açmaya çalıştık.

İşte bu gerçek dolayısıyladır ki, “İLL” kelimesi “ALLÂH” ismiyle yan yana kullanıldığı zaman bunu daima “SADECE” kelimesiyle tercüme etmek zorundayız.

Nitekim bu mânâ İngilizceye tercüme edilirken “There is no God BUT ALLÂH” şeklinde değil; “There is no God ONLY ALLÂH” Şeklinde tercüme edilmelidir… Ki böylece, İslâm Dini’nin getirmiş olduğu VAHDET, TEKLİK inanç veya düşünce sistemi fark edilebilsin.

Evet, sadece “ALLÂH” vardır ki, “rO ALLÂH, tapılacak bir tanrı değildir” anlamı mevcuttur bu açıklamada… Çünkü başta, kesin olarak “LÂ İLÂHE” yani “tapılacak TANRI yok¬tur” hükmü veriliyor!

Öyle ise “ALLÂH” İsmi ile İşaret Edilen, insanın dışında, ötesinde ve hatta bu var gördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!

Bu takdirde “tapınma” nedir, “kulluk” nedir?

Tapınma” ve “kulluk”.

Burada öncelikle üzerinde durmamız gereken konudur “tapınma” ve “kulluk”; bu kelimelerin anlamı nedir?

            “TAPINMA” kelimesi bir “tanrıya” bağımlı olarak kullanılır. Tapınılan ve tapan ikilisinin mevcudiyetine bağlı olarak “tapınma” olayı söz konusu olur.

Sen” varsındır... “Sen”in bir de “tanrın” vardır!.. Ve sen, bu tanrına tapınırsın!.. Yani “tapınma” denilen olay, iki ayrı varlık arasında geçerli olan bir davranış türüdür… Tanrıya, gökteki veya yerdeki herhangi bir tanrıya inanan kişinin, bu mânâda ortaya koyduğu çeşitli davranışlara verilen isimdir “tapınma”… “Sen”in ona yönelik yaptığın fiiller!

Nitekim Kelime-i Şehâdet’teki “ABDU HÛ” kelimesi, “Abdiyet-kulluk”un “Hüviyete” yani “”ya zorunlu olarak yapılmakta olduğunu açık seçik göstermektedir.

KULLUK” kelimesinin anlamına gelince;

Birimin, varoluş gayesine ve programına göre, davranış ortaya koyuşunun adıdır “kulluk”.

Nitekim Zâriyat Sûresi’nin 56. Âyetin de bu gerçek şöyle vurgulanmaktadır:

BEN CİNİ VE İNSİ YALNIZCA (Esmâ özelliklerimi açığa çıkarmak suretiyle) KULLUK ETMELERİ İÇİN YARATTIM!” (Zâriyat: 56)

Elbette ki, “ALLÂH” adıyla işaret edilenin, bu gayeyle yarattığı varlıkların, varoluş gayeleri dışına taşmaları asla mümkün değildir! Çünkü bu âyette bir hüküm ve sonucuna işaret edilmektedir.

Ayrıca burada hemen şu âyetle işaret edilen mânâyı dahi hatırlamalıyız:

…HAREKET EDEN HİÇBİR CANLI YOKTUR Kİ ONUN ‘Bİ’NASİYESİNDE (alnında-beyninde var olarak/beyninden) TUTMUŞ OLMASIN (Fâtır’ın beyni programlaması)…” (Hûd: 56)

Nitekim Fâtiha Sûresi’ndeki, “Sana kulluk ederiz”in anlamı; “Senin bizi varediş gayene ve programlamana göre ne gerekiyorsa onu yerine getirmek suretiyle görevimizi yaparız” demektir bu anlamda.

Ayrıca, “KUL KÜLLÜN YA’MELU ALÂ ŞAKILETİHİ” deniyor âyeti kerimede. Yani:

DE Kİ: ‘HERKES YARATILIŞ PROGRAMI (fıtratı – şâkılesi) DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYAR!’…” (İsra’: 84)

FÂTIR”ın kendi dilediği mânâlara uygun sûretleri ve bu sûretlerin birimlerini, varediş gayesine uygun olarak şekillendirmesi sonucu; onların da fıtratları (varediliş programları) gereği bu fiilleri ortaya koymaları, kulluklarıdır.

Özde, tâat ve ma’siyet farkı olmaksızın tüm birimlerin tüm davranışları, kulluklarıdır.

Kulluğun türüne ise “tâat” veya “ma’siyet” adları verilmiştir ki; yukarıda izah ettiğimiz üzere, hepsi de esasen kulluktur.

Yedi semâ (yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar), arz (bedenler) ve onların içindekiler O’nu tespih eder (Esmâ’sının özelliklerini açığa çıkaran işlevleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar)! Hiçbir şey yok ki, O’nun Hamdı olarak, tespih etmesin! Fakat siz onların işlevini anlamıyorsunuz!..”

(İsra’: 44) Âyeti, varlıktakilerin tümünün, anlatılan biçimde kulluklarını yerine getirdiklerini ifade etmektedir.

Bir diğer ifadeyle; birimin, kendi özünü ve orijinini tanıma çalışmalarının, faaliyetlerinin adıdır “tâat” olan kulluk!.. Kendi özündeki hazineden mahrum kalmaya ve pişmanlıklara dönük olan fiillerin adıdır “ma’siyet” olan kulluk!

Netice… “Kulluk”; varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır… “Tapınma” ise, bir birimin, var sandığı bir “tanrıya”, dilediği bir biçimde yönelerek, zamanın belli bir bölümünde prestij etmesi ve ondan bir şeyler ummasıdır.

Sonuç…

TANRI”YA TAPINILIR; “ALLÂH”A KULLUK EDİLİR!.

Peki öyle ise… “ALLÂH”a “kulluk” neden ve nasıl yapılmaktadır?

Bunu anlayabilmek için önce “ALLÂH”ın “AHAD” oluşunun mânâsını kavramak gerek!

ALLÂH”ın “AHAD” oluşunu şayet iyice idrak edersek, görürüz ki (basîretle), bir ALLÂH, bir de de yanı sıra kâinat gibi iki ayrı yapı mevcut değildir!

Yani, bir “ALLÂH” var, bir de âlemler mevcut; değil!

Başka bir deyişle; bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir “TANRI mevcut” anlayışı, tümüyle bâtıldır!

Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, bir TANRI değildir!

Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, AHAD’dır!

Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, sonsuz mânâlara sahip olup, her an bunları seyir hâlindedir!

Bu “SEYR”in mahalli de, “Esmâ âlemi”dir!

ZÂT’ı itibarıyla Vâhid-ül AHAD… Sıfatları itibarıyla HAYY, ALİYM, MÜRİYD, KAADİR, SEMİ’, BASIYR, KELİYM’dir.

Kendisinde bulunan özellikleri itibarıyla, sayısız mânâlara sahiptir ki; bunların bir kısmı gene Hz. Muhammed tarafından “Esmâ ül Hüsnâ”da açıklanmıştır.

Efâl âlemi” denen fiiller âlemi ise… Buna, “tüm varlıklarıyla, o varlıkların algılayabildiği evren” de denebilir.

Efâl âlemi” denen fiiller âlemi, yani meleklerin, cinlerin ve insanların da içinde yer aldığı kâinat ise bu varlıkların algılama araçlarına, duygularına göre mevcut olup; ALLÂH’ın “İLMİNDE”, ALLÂH’ın “İNDÎNDE” mev¬cut “İLMÎ SÛRETLER”dir.

Ya da başka bir ifade tarzıyla, var olan her şey, hakikatte “İLMÎ SÛRETLER”dir… “Ki bunlar asla vücud kokusu almamışlardır” hakikat ehline göre…

Kısacası, yaşadığımız kâinata ait olarak bilinen her şey, gerçekte vücud, varlık sahibi olmayıp; sadece ve sadece “ALLÂH’ın İLMİNDE” mevcut, basit anlayışımıza indirgenmiş ifadesiyle “hayal olan” varlıklardır!

İNSAN, hangi devirde yaşarsa yaşasın; beş duyu ile algıladığı verilere dayanarak, hangi ilme sahip olursa olsun, varlığın ORİJİNİNİ-HAKİKATİNİ asla hissedemez!

Beş duyu ilmi, sizi makrokozmosta ya da mikrokozmosta sayısız uzaylara ve boyutsal evrenlere sürükler!.. Beş duyu ilmiyle yıldızlardan galaksilere, galaksilerden karadeliklere, karadeliklerden akdeliklere, akdeliklerden yeni evrenlere sürük¬lenir; hep ÖTEDE BİR TANRI yanılgısı içinde yaşar gider¬siniz!

“RUH İNSAN CİN” isimli kitabımızda, günümüz insanının “UZAYLI VARLIK” dediği, eski dildeki ifadesiyle “CİN” denen varlıkların, insanları aldatma ve gerçekten saptırma yollarını anlatırken, bu yollardan birinin de çeşitli “Din’den” veya “HAKK’tan” görüntülerle, fikirlerle, insanı “ALLÂH”tan mahrum etmek olduğuna değinmiştik… Bilvesile, burada da aynı noktaya mevzumuz yönünden değinmek istiyorum…

UZAYLI” sanılan bu varlıklar ya da İslâm’daki adıyla “CİNLER”, iki konuda kesinlikle yetersizdirler ve ilişkide oldukları insanları da bu iki konudan daima uzak tutmaya çalışırlar… Ki bu iki konu; ALLÂH’ın AHAD oluşu ve KADER konularıdır!

Zaten, KADER olayı, ALLÂH’ın AHAD oluşunun doğal sonucudur!

İslâm’ın “Tevhid” inancı, yani Hz. Muhammed’in açıkladığı inanç sistemi; TAPILACAK TANRI OLMADIĞI, ALLÂH’ın AHAD olduğu ve bu yüzden bir TANRI’nın mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde hep, insanın bilfiil kendi çalışmalarının, yaptıklarının karşılığını alacağı şöyle vurgulanır:

İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır!” (Necm: 39)

Muhakkak ki siz o feci azabı tadıcılarsınız! Yaptıklarınızın sonucundan başka bir şey yaşamazsınız!” (Sâffât: 38-39)

…Yaptıklarınızdan başkası ile cezalandırılmazsınız (yaptıklarınızın sonuçlarını yaşarsınız)!” (Yâsiyn: 54)

Her birinin, yaptığı amellerinden (oluşan) dereceleri vardır. Tâ ki onlar, haksızlığa uğratılmaksızın amellerinin karşılığını tam görsünler.” (Ahkaf: 19)

Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü üzere; insan, Dünya’da yaptığı çalışmalarının karşılığını göreceğine göre, acil olarak ilk yapması gereken şey ölüm ötesi yaşamın ne olduğunu araştırarak “ALLÂH”ın ne olduğunu idrak etmektir… Zira, “DİN” konusunun temel taşı, “ALLÂH” kavramıdır.

Öncelikle ve kesinlikle şunu belirtelim ki, kim “ALLÂH” isminin mânâsını anlamamışsa, mevcudatın yapısını öz değeriyle bilmesine asla imkân yoktur!

Esasen, evrenin ve insanın yapısını dahi, ancak, “ALLÂH”ın ne olduğunu anlayabildikten sonra kavramak şansına sahibiz. Aksi hâlde, lokalize değerlendirmelerle yetin¬mek zorunda kalacak ve konunun özünden mahrum olacağız! …..

Beş Duyudan kayıtsız Düşünelim!

Bize göre, yani beş duyulu birimlere göre, içinde yaşadığımız bir evren; ve gene bize göre makro-mikro sayısız âlemler mevcuttur… Ancak dikkat edelim, bütün bunlar, hep, gözle algıladığımız verilere göre, böyledir!

Oysa…

Şu içinde bulunduğunuz mekânı alsalar, tavanını açarak, altmış milyar defa büyütme kapasitesi olan elektron mikroskobunun lâmına oturtsalar…

Ve sonra da siz geçip o mikroskobun üzerinden, az önce içinde bulunduğunuz mekâna baksanız…

Acaba ne görüyor olacaksınız?..

Bir milyar defa büyütme ile biz bir cismi değil, o cismin atom bileşenlerini görürüz!.. Hele, bu sayı 60 milyara ulaştığında… Gözümüzde bütün insanlar, eşyalar, koltuklar, yazıhaneler veya odadaki diğer cisimler tamamıyla kaybolacak; beynimizin vereceği hüküm tümüyle değişecektir!.. Ve…

Gayrı ihtiyarî ağzımızdan şu sözler dökülecektir; “Aaa, burada hiçbir şey yokmuş!.. Şuraya bak, sadece atomlar-dan, onların çevresinde dönen elektronlardan başka bir şey göremiyoruz!.. Peki nereye gitti bunca insan ve eşya!??”

Bu konuşmayı yapan beyin, az önce, mikroskoba bakmadan evvel, burada insanlar ve eşyalar var diyen beynin ta kendisidir! Beyin aynı beyindir de, değişen sadece algılama boyutu ve algılama aracına getirilen ek kapasitedir!

Demek ki beyin önce, mevcut algılama aracına göre çeşitli şekillerde ve insanların varlığına dair hükümler verirken; algılama aracının kapasitesi genişletildiği anda, bu hükmünü değiştirerek, burada atomlardan, çekirdek etrafında dönen sayısız elektronlardan başka birşey yok şeklinde yargıya var-maktadır!..

Acaba, biz, bu güçlendirilmiş mercekler dizini ile yani elek-tron mikroskobu ile yaşamak, böyle doğup böyle ölmek zorunda olsaydık… Şimdi hâlâ, bugün varlığını iddia ettiğimiz şeylerin mevcudiyetini iddia edebilecek miydik?.. Yoksa, üzerinde yaşadığımız Dünya’nın, uzayın ve algıladığımız her şeyin, atomların bileşmesinden meydana gelmiş tek bir yapı olduğunu mu savunacaktık?..

Şayet beynimiz; altmış milyar büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu yerine, on trilyon defa büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu ile evrene bakmak duru¬munda olsaydı; biz, gene ayrı ayrı cisimlerin, insanların varlığından söz edebilecek miydik?..
Yoksa, algılayacağımız, mevcut, bölünmez, parçalanmaz, süregiden sonsuz, sınırsız TEK mi olacaktı?..

Şayet anlatmak istediğim bu hususu size ulaştırabildimse…

Geldiğimiz bu noktada size izaha çalışacağım şey şudur:

GERÇEKTE, mevcut olan tek, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK’tir!.. AHAD’dır!.. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da makro planda kendisinin dışında hiçbir şey olmayan “ALLÂH AHAD”dır!

Ancak biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz... Çünkü, beynimiz kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte!..

Oysa beyin, kesitsel algılama araçlarının yani beş duyusu-nun son derece sınırlı değerlendirme kapasitesiyle kayıtlı kalmasa… Bu sınırlar içinde algıladığı verileri, yalnızca, evren-deki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek kabul etse…

Sonra derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden, daha nelerin mevcut olabileceğini tespit edebilse… Ve sonra, onların yapısal derinliklerine doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel öz ile karşılaşsa… Ve nihayet kendi “ben”liğinin dahi o evrensel “öz” içinde “yok” oluşunu fark edebilse…

İşte bu işin çok önemli birinci yanı!

Konunun ikinci önemli yanı da şurası…

Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, “AHAD” yani sınırsız-sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şâmil bulunduğuna göre; bu takdirde, O’nun varlığı yanı sıra var olabilecek ikinci bir varlık, nerede, hangi BOYUTTA veya hangi başlangıç noktasında O’nun varlığına bir sınır çizerek, kendine yer açabilecektir?!!

“AHAD ALLÂH” dışında var kabul edilecek ikinci bir varlığın, TANRI’nın yeri neresidir?..

ALLÂH”ın içinde mi, yoksa dışında mı?!!

Allâh”ın Tecellisi Yoktur!

Düşünebildiğimiz ve düşünemediğimiz her noktada, tüm özellikleri ile sadece kendisi var olduğuna göre; TECELLİSİ DE OLMAZ!..

Tecelli”; görünme, belirme, açığa çıkma gibi anlamlarda kullanılır…

Oysa, bütün bu ifadelerden anlaşılan, iki ayrı varlıktır!

Hâlbuki biliyoruz ki, var olan TEK’tir ve olup biten her şey O “TEK”te olup bitmektedir!

Bu durumda “O”nun “tecelli”sinden söz edilebilir mi?..

Tecelli” kelimesi, ifade yetersizliğinden dolayı kullanılmakta olan bir kelimedir. Hakiki mânâda, karşılığı yoktur!

Zira, gerçekten bir tecellinin var olabilmesi için, önce bir merkez, bir öz, bir cevher olması ve buradan da “tecelli mahalline” uzanan ya da yansıyan mânâlar olması icap eder!.. Mesela, Güneş’in merkezinden uzaya yayılan ışınlar gibi…

Yani, “ALLÂH”ın da bir merkezi olmalı ki, oradan “tecel-li” eden mânâlar kabul edilebilsin!.. Bu muhaldir!

ALLÂH”ın bir merkezi, lokalize olduğu bir yeri mevcut değildir ki, oradan herhangi bir yere tecellisinden söz edilebilsin… Tecelli için, bir çıkış merkezi gereklidir… Çıkış noktası olmadığı zaman ise “tecelli” kelimesi anlamını yitirir!

TECELLİ” kelimesinin bu kabulleniş ve anlatım ötesin-deki gerçek anlamı ise şudur:

Allâh” adıyla işaret edilenin, ilminde, isimlerinin özel-liklerini seyir sırasında, bu isimlerin mânâlarının Efâl âlemi olarak seyrine verilen ilmindeki projeksiyonun adıdır.

Geçmişte çeşitli zâtlar tarafından “tecelli” kelimesi kullanılmıştır. Bizim de 1967 senesinde çıkan bir kitabımızın adı “TECELLİYÂT”tır. Bu da genel kullanım içinde yer almıştır. Ayrıca, bu konuyu kavramaya istidat ve kabiliyeti olanları öz anlama yaklaştırabilmek için gene böyle yardımcı kelimelere gerek duyulur.

Evet, bu hususu da böylece vurguladıktan sonra şimdi beraberce araştırmamıza devam edelim… “ALLÂH”a tapınılır mı?.. “ALLÂH”a kim tapınacaktır?.. Hz. Muhammed’in, “ALLÂH” ile ilgili olarak, bir soruya verdiği cevabı hatırlayalım burada:

ALLÂH var İDİ ve O’nunla beraber hiçbir şey yok İDİ!

Bu tanımlamayı duyanlar, Hz. Muhammed’in “İlmin kapısı” olarak nitelendirdiği Hz. Âli’ye koşarak sözcükleri aynen naklediyorlar ve ondan bir açıklama bekliyorlar…

Hz. Âli şu öz cümle ile cevap veriyor:

“El an kemâ kân!”

Bu cümleyi şöyle tercüme edebiliriz:

Hâlâ, o andaki gibidir!

Bu ilk anda anlaşılan yönüyle demektir ki; “O anda öyle idi, o andan bu an’a kadar geçen zamanda hiçbir şeyi değiştirmedi; hâlâ da öyledir!..”

Veya konuya biraz daha vukuf sahibi bir kişi olarak, şöyle de bakma imkânına sahip olabiliriz:

El an” ifadesindeki “el” Arapçadaki anlamıyla “harfi tarif”tir… Yani İngilizcedeki “The” kelimesinin karşılığıdır. “Rastgele bir şey değil, herkesin bildiği bir şey” anlamında olarak kullanılır.

Mesela “kitap” dediğinizde, herhangi bir kitap anlaşılır… Ama bu kitap kelimesinin başına “el” ya da “The” kelimesini getirdiğiniz zaman, bu, sizin ve karşınızdakinin bildiği, üzerinde mutabık olduğunuz bir kitap anlamına gelir.

İşte buradaki “an” sözcüğünün başına “el” gelmesi, o bilinen mahut “an” anlamını getirir… Dolayısıyla da yukarıdaki cümleyi şöyle anlayabiliriz:

İçinde bulunduğumuz an, O işaret edilen ‘an’dır!

Yani, yaşamakta olduğumuz “şu an”, “ALLÂH”ın var olup, “O”nun yanı sıra hiçbir şeyin var olmadığı “an”ın ta kendisidir!
Esasen burada kesinlikle bilmemiz zorunlu olan şu husus da vardır: “Zaman” kavramı; yaratılmış, yani sonradan olmuş mahlûklar için geçerli olan bir kavramdır.

Yaratılmış olanların başı-sonu, geçmişi, hâli ve geleceği vardır… Oysa “ALLÂH” geçmiş ve gelecek zaman kavramlarından münezzehtir!…. (A. Hulusi/Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”-17/30)

*********************************************************

ALLAH’I BİLİMSEL OLARAK TANIMANIN YOLLARI

Bilim insanlık için büyük bir miras. Yapılan her araştırma, bu mirasın değerini sürekli olarak artırıyor. Yapılan her araştırma ile insanlık, doğada bulunan hayranlık uyandırıcı çalışmaların farkına varıyor. Küçük olsun veya büyük olsun, dikkatle baktığınızda, pek çok sistemin hayranlık uyandırıcı bir şekilde işlediğini göreceksiniz.

Belirli bir yaratıcı gücün varlığına pek çok insan, inanabilir veya inanmayabilir. Ancak bütün insanlığın ortak bir aklı vardır. İnançlar farklı olabilir ancak ortak akıl insanları ortak bir sonuca götürecektir. Eğer küçücük bir ortamda sürekli düzenli işleyen bir sistem varsa, orayla ilgilenen bir aklında bulunması gerekir. Bilim sadece elle tutulabilen ve gözle görülen verileri incelemek değildir. Akli yargıların kesin olarak hem fikir olduğu konular, bilimin çerçevesindedir.

Peki, insanoğlu, kendi kanaatini özgür bırakırsa gerçekten doğada var olan simetriyi ve estetiği göremez mi? İşte bu noktada görmek, bilmek ve incelemek bilimin alanından geçer. Doğru bir açı ile görüp bakarsak, tüm bu simetrinin ve düzeni bir hâkimi olduğunu anlarız.

Canlıları daha yakından incelediğimizde, onlarda var olan olağanüstü yapıların detaylarına daha yakından baktığımızda, çok önemli gerçekler ile karşılaşıyoruz. Tüm bu varlıkların deneme yanılma sonucu elene elene oluşma ihtimali yoktur. Kaldı ki deneme yanılma sonucu oluşsa bile doğada biz bu varlıkların kalıntılarına rastlamamız gerekir. Oysa ne mikro düzeyde ve ne makro düzeyde doğadaki fosillere ve kalıntılara baktığımızda, günümüzde soyu devam eden canlıların atalarına rastlıyoruz ve bu canlılarda en ufak bir bozulma yok.

Yaratıcımız Allah, bizleri kendisine bilimsel olarak inanmamızı istiyor. Hatta öyle ki var olan bu yaratılışa kayıtsız şartsız değil de, bilimsel araştırmalar ile ulaşmamızı istiyor. Bu konuyu Kuran ayetine Yüce Allah şu şekilde belirtiyor:

Kim Allah ile beraber ona ilişkin geçerli kesin bir kanıt (burhan)ı olmaksızın başka bir ilaha taparsa, artık onun hesabı Rabbinin Katındadır. Şüphesiz inkâr edenler kurtuluşa eremezler. (Mü’minun/117)

Kesin kanıtlar üzerine, bilimsellik üzerine Yüce Allah’ın varlığına ulaşmak, Allah’ın başlıca istediği hususlar arasındadır. Peki, sizler Yüce Allah’ın varlığına ne kadar bilimsel olarak ulaşıyorsunuz?

Günümüzdeki gelenekçi anlayış, insanları yobazlığa ve bağnazlığa sürükledi. Ancak Yüce Allah’ı doğru tanımak gerekir. İnsanlar eğer Yüce Allah’ı bilimsel olarak tanıyabilirler ise, gerçekten Yüce Allah’ı çok sevecekler ve O’nun emirlerini tutkulu bir şekilde uygulayacaklardır. Zaten Allah, insanlığın faydasına olmayan ve bilimsel olmayan bir konuyu emretmez.

ALLAH’IN VARLIĞI BİLİMSEL OLARAK YA DA AKIL YOLUYLA ISPAT EDİLEBİLİR Mİ?

Hayır, edilemez. Başta bilimsel metotlar olmak üzere hiçbir rasyonel argüman Allah’ın varlığını ispat etmez, O’nun (Şanı En Yüce) varlığına işaret ederler. Bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir. Bu noktada hikmetin gerektirdiği durum, “akla kapı açmak fakat iradeyi elden almamaktır.” Yani insan, Allah’ın varlığının akla uygun olduğunu görmeli fakat iradesi elinden alınmışçasına, ister istemez Allah’ın varlığına inanmak zorunda kalmamalıdır. Kalmamalıdır ki başka hikmetlerin yanı sıra, dünyanın bir sınav meydanı olabilmesinin bir anlamı bulunsun. Bu ise, Allah’ın varlığının ispat edilememesini gerektirir.

Ayrıca belirtelim ki, bilim Allah’ın yokluğunu da ispat etmez. Onun yaptığı sadece Allah’ın varlığı argümanının akla uygun olduğunu söylemekten ibarettir.

Dolayısıyla bu soruya verilecek temel cevap, Allah’ın ispat olunabilir değil ancak hissedilebilir bir gerçeklik olduğudur. Hissetme için ise bilimsel metotlardan çok daha fazlasına ihtiyaç vardır. İnsanı oluşturan maddi ve manevi parçaların bütününü içeren çok daha geniş bir argümanlar yumağına. Fakat biz burada onlara girmeyip, Allah’ın varlığını bilimsel olarak ispat edilemez kılan nedenler konusunda bazı düşünür ve bilim adamlarının görüşlerine bakalım:

1 – “Akıl bu konuları şanına yaraşır şekilde incelemekten acizdir. Nitekim şöyle demişlerdir: İnsanların aklı ve bilgisi sınırlıdır. Yüce ALLAH ise sonsuzdur. Sonlu olanın sonsuz olana ulaşması ise imkânsızdır.” (FAHRÜDDİN RAZİ, Tefsir-i Kebir, 1, 157)

2 – “Sınırlı olan akıl, sınırsız olanın Zatını kapsayıp kuşatamaz. Akıl kuşatamadığını -dolayısıyla sınırlayamadığını- kavrayamaz. Kavraması için mutlaka sınırlaması gerekir. Her ne ki sınırlıdır, o Allah olamaz. Bu yüzden de “Her ne ki aklına geliyor, o Allah değildir” demişlerdir.” (İSLAMOĞLU, ALLAH, 31)

3 – “Allah” bilgi nesnesi kılınamayacak kadar yüce olduğundan, bilgimiz O’nu kuşatamaz. Kuşatamadığı için de O, bilgi nesnesine dönüştürülemez. Böyle demekle O’nun bilinemez değil, insan bilgisi tarafından kuşatılamaz olduğunu söylemiş oluruz. Fakat O, Esmasıyla ve Esmasının varlıktaki tecellileri ile bilinir. O, Zatıyla idraklerin ötesinde bir el-Batın, sıfatlarıyla göz önünde bir ez-Zahir’dir. O’nun her yönüyle bilinebilir ve kavranabilir olduğunu söylemek, O’nun hiçbir biçimde bilinemez olduğunu söylemekle aynı kapıya çıkar.” (İSLAMOĞLU, ALLAH, 56)

4 – “Kant’a göre, Tanrı, inancın değil de bilginin konusu olsaydı insanın özgürlüğünden söz etmek mümkün olmazdı.” ( YARAN, Tanrı İnancının…, 43)

5 – “Bugün hakkında hiçbir kavram oluşturulamadığı için Tanrı’dan uzak durulması gerektiği sanılıyor. Oysaki gerçekte bu, O’nun yeniden keşfedildiğinin bir işaretidir. ‘Tanrı’nın niteliği hakkında aklım karışıyor’ (I am confused as to what God is) dediği zaman kişi bilmeden St. Thomas’ın ‘Hikmetli Sözler Kitabı’ ile ilgili şerhinde kullandığı kelimeleri tekrar etmektedir. St. Thomas, bu kelimeleri, Tanrı’nın ne olmadığı konusunda bilgisini geliştirerek Tanrı’nın var olduğunu söylemek durumuna düşen kişiyi tarif ederken kullanmıştır. Bu konuda kişinin aklına gelen ve ‘dır’ yüklemiyle ifade edilen ne olursa olsun, Tanrı’yı tam ifade etmez. Çünkü biz sadece hissedilebilir, sonlu objelerin varlığını tasarlayabiliriz.” (GİLSON, Ateizmin…, 62)

6 – “Şimdi, Allah’ın varlık delilleriyle ilgili her değeri kesin olarak reddeden zamanımızın insanları için seslenerek onlara şunu sormakta bir sakınca görmüyorum: Siz neyi bir ispat olarak isimlendiriyorsunuz? Bilimsel ispat deneysel ya da matematikseldir. Bir deney, bir hipotezi doğrulamak maksadıyla başvurulmuş ya da provoke edilmiş bir gözlemdir. Deneysel bir doğrulama hissedilebilir bir algılama objesidir ve mademki teolojik bilginin objeleri, tanım itibariyle fizik ötesi bir düzene aittirler, o halde bunlar beş duyuya ait algılardan kaçarlar.” (GİLSON, Ateizmin…, 119)

7 – “Biz Tanrı kanıtını hem her yerde görürüz hem de hiçbir yerde göremeyiz.” (DAVIES, Tanrı ve…, 148)

8 – “Tanrı varsa ve yeryüzünü gerçekten yaratmışsa, onu Euclide geometrisi üzerine kurmuş, insan zekasına ancak üç boyutlu kavrayabilecek gücü vermiştir. Bununla beraber eskiden de şimdi de -hatta en kalburüstü olanlar arasında- yeryüzünün ve daha da genişleterek bütün evrenin yalnız Euclide ilkelerine dayandığını şüpheyle karşılayanlar, hatta Euclide’e göre yeryüzünde mümkün olmayan iki doğrunun kesişmesinin belki sonsuzluğun bir yanında gerçekleştiğini düşünenler çıkıyor. Azizim aklım bunlara ermedikten sonra Tanrı’yı nasıl anlayabilirim? (DOSTOYEVSKİ)” (Akt: DÜZ, Dostoyevski, 142)

9 – “Pek çok filozof hala, Tanrı’nın var oluşu ispatlanamazsa, O’nun hakkında konuşmanın da anlamlı olmadığını kabul etmektedirler. Bununla birlikte bu, birkaç nedenden dolayı savunulabilir bir konum değildir. İlk olarak Tanrı kavramı delille ispatlanabilir bir kavram türü değildir. O, aşkın bir gerçeklikle ilişkili olabildiği kadarıyla açık empirik gözlem düzeyine indirgenemez. O, empirik doğrulamanın ilişkili olduğu kavramlardan farklı bir anlam katmanına aittir. Ve gittikçe artan bir şekilde bilinmektedir ki, Tanrı kavramından daha az sorunlu olan kavramlar bile bir zamanlar düşünüldüğü gibi bu yöntemle doğrulanamazlar. Bu, basitçe bizim gerekli testleri gerçekleştirebileceğimiz araçlara sahip olmayışımızdan değil, aksine bizzat kavramların yeterli biçimde, kapsamlı doğrulamayı neyin oluşturacağını söylememize izin verecek şekilde tanımlanmayışları nedeniyledir. Biz şu belli delilin, belli bir iddianın ‘lehinde söz ettiğini’ ve diğer delilin de ‘aleyhinde söz ettiğini’ bilebiliriz, ancak kuşkuya neyin bir son vereceğini söyleyemeyiz.” (KING, Tanrı’nın…, 143)

10 – “Tanrı’nın varlığını kanıtlamak ya da çürütmekte kullanılacak bilim temelli her savın sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bilimde Tanrı’yı aramak, içindeki küçük oyuncuları görmek için televizyonu açmaya benziyor.” (UNWIN, Tanrı’nın…, 37)

11 – “Ben hala Evrenin nasıl işlediğini, niye o şekilde işlediğini ve neden var olduğunu anlamaya çalışıyorum. İlk iki amaçta başarılı olabilmemiz konusunda mantıklı bir olasılık var sanırım ama Evren’in neden var olduğunu bulma konusunda o kadar iyimser değilim (HAWKING).” (M. WHITE, J. GRIBBIN, Stephen…, 323)

12 – “Tanrı’nın varlığına ilişkin bir argümana bilim yalnız başına kanıtlar sunamaz. (…) İlahi varlığın keşfedilmesi deneyler ve denklemlerle değil, bunların ortaya koydukları yapıların anlaşılmasıyla gerçekleşir.” (FLEW, Yanılmışım…, 145)

13 – “Tanrı’nın varlığına inanıyorum. Tanrı’nın varlığını etrafımdaki her şeyde, özellikle de bir bilim adamı olarak yürüttüğüm çalışmalarda açıkça hissedebiliyorum. Öte yandan Tanrı’nın varlığını, bir hipotezin doğruluğunu ispat ettiğim şekilde ispat edemem.” (Prof. S. L. BERSANEK)” (H. MARGENAU, R. A. VARGHESE, Kosmos…, 136)

14 – “Evren’deki hassas ayar tek başına bize Tanrı’nın sıfatları hakkında bir şey söylemez. Bunu başka yollardan anlarız. Fakat Evren’deki hassas ayar O’nun var olduğu, dünyayı yarattığı ve bundan dolayı da Evren’in bir gayesi olduğu sonucuna varmamıza yardımcı olur. Evren’i, düşünen varlıkların yaşayabileceği bir ortam olarak çok hassas bir dengede yarattığını anlarız.’

Antropik kanıtın ikna ediciliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?’ diye sordum;

Matematiğin bize iki artı ikinin dört ettiğini söylediği anlamda kati değil.’ dedi Collins. ‘Antropik delil daha ziyade kümülatif bir argüman. Doğa sabitlerinin ve kanunlarının sıra dışı hassas ayarı, güzellikleri, keşfedilebilirlikleri, algılanabilirlikleri; bütün bunlar birbirine kuvvet vererek Tanrı hipotezini sahip olduğumuz en makul seçenek durumuna getiriyor. Diğer bütün teoriler, bu bütünlüğü açıklamada yetersiz kalıyor.’ ” (STROBEL, Hani…, 197)

Kaynak; Bilim Hakkında.com

***********************************************************************

ALLAH İSMİNİN MANALARI

Allah isminin beş manası, vasfı vardır ki Allah’ın gayrı hiçbir şeye müşabih olmadığına işaret ederler.

1 – Kıdem; O evvelin de evvelidir sonradan olmamıştır hep vardır.

2 – Bekâ; Sonradan da sonradır, hep olacaktır.

3 – Vahdaniyyet; Eşsizdir, şeriki yoktur, nazîri yoktur, her şeyin müsebbibidir. Her şey ona muhtaçtır, “Ol” deyince olur ve yine O’nun emri ile ölür.

4 – Muhalefetün li’l-havâdis;O yaratandır ve yaratıklarına benzemez.

5 – Kıyam bi-nefsihî; varlığı Zatıyla kâimdir, hiçbir şeye muhtaç değildir. (T. Bekir Bayraktaroğlu- Esmaü-l Hüsna/43)

******************************************

            “ALLAH” İSMİ HAKKINDA.

Öğrendiğime göre bazı isimlerin anlamları birbirine karışmıştır. Bu da bir ismin diğer bir isme güç ve kuvvet vermesi içindir. Bunlardan bazıları birçok isimlerin anlamını ihtiva ederler. Burada cüz-i isimler asli isimlerin hükmü altına girmektedir. Asli, yani temel isimlerin bir ismine de aslın aslı denilir ve burada son bulur. Bu adların ilki Allah adıdır. İşte bu isim ilâhi isimlerin başlangıcı ve ilkidir.

İkincisi ise er Rahmân adıdır ki bu isim 2. Rütbede sayılır. Bunlardan her birinin diğer bütün isimler üzerinde etkisi ve şümulü bulunmaktadır.

Şimdi bütün güzel isimlerin sözü edilen iki ismin kapsamına girdiğini öğrenmiş olduğu takdirde bilmelisin ki bu isimlerden her birinin ayrı ayrı özel durumu bulunmaktadır. Ne var ki bütün isimler aynı itibarda ve özel durumda olmayıp bir diğer ismin şümulüne girmiş olurlar. Şimdi sizlere bu isimlerden her birinin özel itibarının neler olduğunu açıklayalım.

Hak Tealânın adı ancak vücudu müretteb yani tertip edilmiş, düzenlenmiş isimlere girmiştir. Yoksa izafi idam yani lafzen silinerek veya yok edilerek ve sarfen, yani vücudatı değiştirilen veya dağıtılan ikinci rütbede vücut bulamayan adlara girmiş olurlar. Nitekim müretteb veya tertipli olanların özel adları olduğu gibi vücudu bulunmayanların da özel adları vardır.

Hak tealânın adının yok edici veya idam edici adları şunlardır; El Mâni’, el Kâbıd/z, el Mümîd, el ‘Alîm, el Bâtın, el Mübtelî, es Semî’, el Azîz, el Ğanî, el Müzil, el Afûv, el Kebîr, el Mütealî, el İlâh, el Vâris, el Vâkî, er Râtık, er Refî’, Zül-Arş, el Mümtahin, ZülCelâl, el Kuddûs, el Cebbâr, el Mütekebbîr, El Ahâd, es Samed.

Yukarıda geçen adların tümü Yüce “Allah” adının özelliklerindendir. Bu adlara hiçbir zaman Rahmân adı girmiş olmaz. Ancak itibarî olarak ikinci rütbede olan adlara Rahman adı dâhil olur.

Rahmân adına gelince bu ad ancak ilk rütbede vücut bulan adlara girer. Bu adlar şunlardır; er Rabb, er Rahmân, er Rahîm, el Mâlik, el Muhît, el Kadîr, el Hakîm, et Tevvâb, el Mufaddıl, el Basîr, Zül-fazl, el Velî, en Nasîr, el Vâsi, el Bedî’, el Kâfi, er Raûf, eş Şedîdü-lAzâb, el Karîb. El Mucîb, es Serîü-l Hisâb, el Habîr, El Bâsıd, el Hayy, el Kayyûm, (Bu iki isim Rahman isminin azametli özelliğidir) el Hamîd, el Müstena’im, el Vehhâb, el Câmî’, el Muksıd, Mâlikü-l Mülk, el Muîz, uzak bir yönden el Hakem, ve diğer bir yönden en Nasr, el Hayy, el Vekîl, el Mürsil, es Sâdık, eş Şâkir, el Fâtır, el Kâhir, el Kâdî, el Muğîs, el Kâdir, el Fâlık, el Latîf, el Bârî, el Hâdî, el Muğîs, ed Darr, en Nâfi el Kavîy, el Hafîz, el Mücîd, el Vedûd, el Fa’âl, e4l Hâfız, er Râfî’, el Müdebbir, el Kahhâr, el Vakîy, el Velî, el Mennâr, el Kefîl, el Mükrim, el Muktedir, el Cenân, el Bâkî, el Mu’ti el Fatık el Bâis, el Hakk, el Mevlâ, ez Zekîy, el Vâfî, en Nûr, el Mübîn eş Şâfî el kerim, el Muhsin, el Mubdî, et Tahîr el Fettah, el Allâm, eş Şekûr, Züt-tûl, el Mümtahîn, er Rezzâk, el Metîn, el Berr, el Mu’nî, Zü’l-Celâli ve’l-ikrâm ez Zâhir, el Müheymin, el Cebbar, el Hâlık el Bârî, el Musavvir (bu isim hüküm yönünden pek azametlidir. Ez Zârî, zü’l Mearic, eş Şedîdü’l Batş.

Yukarıda açıklanan isimlerden başka Allah’a nispet edilen isimler çok fazladır. Böyle olmasının sebebi nedir? Çünkü İlâhi rahmet Rahmân adındaki özelliğe binaen gazab, hiddet ve öfkeyi az da olsa geçmiştir. Bu da ancak azametli isim olan Allah adına yaklaşmak veya ulaşmakla değil ona tabi olmakla ve ona yetişmekle mümkün olur. (A. Süleyman et Tilmsânî-Esma-i Hüsna/10-11)

******************************************************************

PEYGAMBER DİLİNDEN BAZI DUALAR

1 – “Allah’ın adıyla, Allah’a tevekkül ediyorum. Allah’ım! Sapıtmak ve saptırılmaktan, alçalmak ve alçaltılmaktan, zulmetmek ve zulmedilmekten, bilgisizlikten ve bilgisiz bırakılmaktan Sana sığınırım.” (Tirmizî)

2 – “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalplerimizi tâatine çevir.” (Müslim)

3 – “Allah’ım kalbimi aydınlık kıl, lisanımı, kulağımı, gözümü, ardımı, önümü, üstümü, altımı aydınlık eyle. Allah’ım, nurumu büyüt.” (Buharî-Müslim)

4 – “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalbimi dininin üzerinde sabit kıl.” (Tirmizî)

5 – “Allah’ım! Senden yararlı bilgi, hoş rızık, kabul edilmiş amel isterim.” (İbn Mace)

6 – “Allah’ım, yaptığım şeylerin şerrinden ve yapmadığım şeylerin şerrinden Sana sığınırım.” (Müslim)

7 – “Allah’ım, cehennem fitnesinden ve cehennem azabından, zenginliğin ve fakirliğin şerrinden Sana sığınırım.” (Ebû Davud)

8 – “Allah’ım, nimetinin elden çıkmasından, afiyetinin ters dönmesinden, ansızın azabına uğramaktan ve her türlü gazabından Sana sığınırım.” (Müslim)

9 – “Allah’ım, Senden sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve beni Senin sevgine ulaştıracak ameli isterim. Allah’ım, Senin sevgini bana nefsimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle.” (Tirmizî)

10 – “Allah’ım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlıktan ve cimrilikten Sana sığınırım. Kabir azabından Sana sığınırım. Hayatın ve ölümün fitnesinden Sana sığınırım.” (Müslim)

11 – “Allah’ım, Senden rahmetini icap ettiren şeyleri, mağfiretini gerektiren şeyleri, bütün günahlardan esen kalmayı, bütün iyilikleri ganimet olarak kazanmayı, cennete nail olmayı ve cehennemden kurtulmayı isterim.” (Müslim)

12 – “Allah’ım, işimi koruyan dinimi ıslah et, geçimimi sağlayan dünyamı ıslah et, dönüp varacağım yer olan ahiretimi ıslah et. Hayatı her hayrı artırmama vesile eyle, ölümü bütün kötülüklerden kurtulmama çare eyle.” (Müslim)

13 – “Allah’ım! Dünyada ve ahirette Senden esenlik isterim; Allah’ım, dinim, dünyam, ailem ve malım konusunda Senden af ve esenlik isterim. Allah’ım, ayıplarımı ört. Korkularımdan beni emin eyle. Önümde, ardımda, sağımda, solumda, üstümde olanlardan beni koru. Altımdakilerden de Senin azametine sığınırım.” (Ebû Davud)

14 – “Allah’ım, hatamı ve cahilliğimi, işimde aşırılığımı ve benden iyi bildiğin şeylerimi bağışla. Allah’ım, ciddimi ve şakamı bağışla, hataen ve kasten yaptıklarımı bağışla. Bütün bunlar bende vardır. Allah’ım, yapıp ileriye gönderdiğim ve yapmayıp geriye bıraktığım; açıkladığım ve gizlediğim şeylerimi ve benden daha iyi bildiğin şeylerimi bağışla. İleriye süren ve geriye bırakan Sensin. Sen her şeye kadirsin.” (Buharî-Müslim)

15 – “Gökleri ve yeri yaratan, görünen ve görünmeyeni bilen, her şeyin Rabbi, meliki ve sahibi olan Allah’ım! Senden başka ilah olmadığına şahidim. Nefsimin kötülüğünden, şeytan ve ortaklarının şerrinden Sana sığınırım. Nefsime bir kötülüğün gelmesinden veya Müslümanlara karşı bir suç işlemeye onu itmesinden gene Allah’a sığınırım.” (Tirmizî)

16 – Allah’ım! Kalplerimizi birleştir. Aramızı düzelt ve bizi kurtuluş yollarına ilet. Bizi karanlıklardan aydınlığa çıkar ve büyük günahların açığından da gizlisinden de uzaklaştır (Ebu Davud)

17 – Allah’ım! Senden bana teslim olmuş bir kalp ve doğru söyleyen bir lisan lütfetmeni niyaz ediyorum (Tirmizî)

18 – “Allah’ım! Öfkenden rızana; cezandan affına sığınırım. Senden yine sana sığınırım. Sana övgüyü saymakla bitiremem. Sen kendini nasıl övdüysen öylesin.” (Müslim)

19 – “Allah’ım! Dalalete (sapıklığa) düşmekten veya (başkalarını) dalalete düşürmekten, hataya düşmekten veya (başkasını) hataya düşürmekten, zulmetmekten veya zulme uğramaktan, cahillik etmekten veya cahillikle karşılaşmaktan, sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd)

20 – “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, huşu duymayan kalpten, kabul olunmayan duadan doymayan nefisten sana sığınırım.” (Müslim)

21 – Allah’ım! Bize imanı sevdir ve onu bize güzel göster. Küfürden, fasıklıktan ve isyandan nefret ettir. Bizi doğru yolda olanlardan eyle (Hâkim, Da’avat 1868).

22 – Allahım! Dinî-dünyevî hayatım ile ailem ve malım için Senden bereket ve sağlık niyaz ediyorum (Hâkim, Da’avat 1902).

23 – Allahım! Senden bana teslim olmuş bir kalp ve doğru söyleyen bir lisan lütfetmeni niyaz ediyorum (Tirmizî, Da’avat 23).

24 – “Başka bir ilâh yok, ancak Allah var. O’nun şerîki yoktur. Mülk O’nundur, hamd de O’nundur. O her şe¬ye kaadirdir. Allah’ım, Senin verdiğine engel olacak da yoktur, vermediğini verecek de yoktur. Ve servet sahi¬bi olanlara servetleri sana karşı bir menfaat veremez. Ya¬ni servetine güvenerek sana âsî olanları o servetleri kurtaramaz.” Buhârî, Ezân, 155

25 – “Allah’ım, benim kalbime nur ver, benim kulağıma nur ver, benim gözüme nur ver, sağ tarafıma nur ver, soluma da nur ver, benim önüme de nur ver, arkama da bir nur. Nurumu çoğalt, nurumu çoğalt, nurumu çoğalt.” (Buhari)

26 – “Allah’ın, ismiyle kapıdan çıkıyor ve O’na güveniyorum. Kötülüklerden dönme gücünü de, iyiliklere sarılma gücünü de veren yalnız Allah’tır.” (Cami’üs Sağir)

27 – “Allah’ım! Yolumu şaşırmaktan ve savrulmaktan, küçük düşmekten ve düşürülmekten, haksızlığa uğramaktan ve uğratılmaktan, kaba hareketlerden ve kaba hareketlere itilmekten, isyan ettirilmekten sana sığınırım.” (Cami’üs Sağir)

28 – “Ulu Allah’a tövbe ediyor, günahlarımın bağışlanmasını O’ndan diliyorum. O tüm varlıklara hükmetme gücünü elinde tutan ölümsüz diridir.” (Cami’üs Sağir)


ESMA DERSLERİ 1 –“ALLAH’I” ZİKRETMEK IV

$
0
0

Resim4

KUR’AN A GÖRE ZİKRİN FAYDA VE MÜJDELERİ

1 – O hâlde beni zikredin (anın – düşünün) ki sizi zikredeyim. Şükredin bana (değerlendirin beni), sakın küfretmeyin (hakikatiniz ve varlığın hakikati olduğumu inkâr etmeyin). (Bakara/152)

2 – Unuttuğunda Rabbini (hakikatin olan Esmâ mertebesini) zikret (hatırla)! Ve de ki: “Umarım Rabbim beni kurbunda (mâiyet sırrının yaşandığı Tecelli-i Sıfat mertebesi. {İnsan-ı Kâmil, Sıfatların tecellisi bahsi; Abdülkerîm Ciylî. A.H.}) olgunluğa erdirir. (Kehf/24)

3 – Bir de sayılı günlerde (hac bayramı 2./3./4. günleri) Allâh’ı zikredin (tekbir getirin). (Bakara/203)

4 – Onlar (öze ermişler) ayakta, otururken ya da yanları üzere uzanmışken Allâh’ı anıp (hatırlayıp), semâların ve arzın yaratılışını (günün getirisi ölçüsünde evren ve derûnu ya da beyin indînde bedenin yeri ve özelliklerini) tefekkür edip; “Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın! Subhan’sın (yersiz ve anlamsız bir şey yaratmaktan münezzeh, her an yeni bir şey yaratma hâlinde olansın)! (Açığa çıkardıklarını değerlendirmemenin getireceği pişmanlıktan) yanmadan bizi koru” (derler).(A. İmran/191)

5 – Onlar ki iman etmişlerdir ve şuurları Allâh’ı hakikatlerinde olarak hatırlayıp hissetmenin tatminini yaşar! Kesinlikle biline ki, şuurlar Bizikrillâh (Allâh’ı, Esmâ’sının işaret ettiği anlamlar doğrultusunda hakikatinde HATIRLAYIP hissetmek) ile mutmain olur! (Ra’d/28)

6 – And olsun ki, Rasûlullâh’ta sizin için mükemmel bir örnek yaşam vardır! Allâh’ı ve sonsuz geleceği umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler (hatırlayanlar) için! (Ahzab/21)

7 – (Onlar o) Ricaldir ki, kendilerini ne ticaret ne de (dünyevî) alışveriş Allâh’ın Zikri’nden (hakikatlerini hatırlamaktan engelleyip), salâtın ikamesinden (hakikatini yaşamaktan) ve zekâtı vermekten (kendisindekini karşılıksız paylaşmaktan) alıkoymaz! Onlar, kalplerinde (şuurlarında açığa çıkan içsellikteki hakikat) ve gözleriyle görecekleri (âfakta müşahede edilecek dışsal gerçeklik) nedeniyle, dönüşülecek süreçten korkarlar. (Nur/37)

8 – Allâh’ı çok zikreden (hatırlayan) erkekler ve zikreden kadınlar var ya, işte Allâh onlar için bir mağfiret ve azîm bir ecir hazırlamıştır. (Ahzab/35)

9 – Elbette ki Allâh zikri (hatırlanışı) Ekber’dir (Ekberiyeti hissettirir)! Allâh ne hâlde olduğunuzu bilir. (Ankebut/45)

10 – Ey iman edenler! Allâh’ı çok zikredin! Sabah – akşam (devamlı) O’nu tespih edin! (Ahzab/41-42)

11 – Rabbini nefsinde, haddini bilerek, hissederek ve gizlice, gösterişsiz, sesini yükseltmeden, sabah – akşam zikret, hatırla ve derinliğine düşün! Gâfillerden olma! (A’raf/205)

12 – (Endişeli ortamda) salâtın edâsından sonra, ayakta veya otururken ya da yanlarınız üzere uzanmışken (sürekli) Allâh’ı zikredin. Zikrettiğinizle doyuma ulaştığınızda salâtı ikame edin (yaşayın – yönelişin tam hakkını verin, zikirle girmiş olduğunuz hissediş ile). Kesinlikle salâtın, belli vakitlerde yaşanması, iman edenlere yazılmıştır. (Nisa/103)

13 – İman edenler için, Allâh’ın zikri (hatırlanışı) ve Hak’tan inzâl olana bilinçlerinin huşû duyması vakti gelmedi mi? Ki daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar (ibadetleri âdete dönüşmesin, çalışmalarını düşünerek hissederek yapsınlar)! Onların (İsrailoğullarının) üzerlerinden uzun müddet geçmişti de (ibadetleri âdete dönüşmüştü), bu yüzden kalpleri katılaşmıştı (yaptıklarını düşünüp hissedip yaşamadan, âdet diye yapmaya başlamışlardı)! Onlardan (Yahudilerden) çoğunun inançları bozuktur! (Hadîd/16)

14 – Bunun yanı sıra Rabbini çokça an ve sabah akşam O’nun şanının yüceliğini hisset. (A. İmran/41)

15 – O salât tamamlandığında arzda yayılın, Allâh’ın fazlından talep edin ve (el Esmâ’sıyla hakikatiniz olan) Allâh’ı çok zikredin (HATIRLAYIN) ki kurtuluşa eresiniz! (Cuma/10)

16 – Rabbinin ismini zikret (hatırla) ve her şeyden kesilip sırf O’na yönel! (Müzzemmil/8)

17 – Sabah – akşam Rabbinin ismini zikret (hatırla)! Gecenin bir kısmında O’na secde et; O’nu tespih et – gece içinde uzun şekilde. (İnsan/25-26)

18 – Kesinlikle iman edenler o kimselerdir ki, “Allâh”ı anıp düşündüklerinde onların şuurlarında ürperti olur (o azamet yanında kendi acziyetlerini düşünmekten); onlara O’nun işaretleri okunduğunda, onların imanlarını arttırır (düşünebildikleri oranda)... Onlar Rablerine tevekkül ederler (hakikatlerindeki El Vekiyl isminin, gereğini yerine getireceğine iman ederler). (Enfal/2)

19 – Arafat’tan hep birlikte akıp dönerken, Meşari Haram’da (Müzdelife) Allâh’ı zikredin. O’nu, hidâyetinin sizde açığa çıktığı kadarıyla zikredin. Muhakkak ki bundan önce siz (hakikatten) sapmışlardandınız. (Bakara/198)

20 – Hac ibadetinizi bitirince babalarınızı anma (âdetinizdeki) zikrinizden çok daha şiddetli şekilde Allâh’ı zikredin. (Bakara/200)

21 – Rabbinin ismini zikredip (hatırlayıp) bilfiil salât eden (yaşayan) kurtulmuştur. (A’lâ/15)

22 – Onlar ki, “Allâh” anıldığında o anlam şuurlarında haşyet oluşturur… Kendilerine isâbet edenlere sabredenler ve salâtı ikame edenlerdir. (Hac/35)

KUR’AN A GÖRE ZİKİRSİZLİĞİN CEZA VE TEHDİTLERİ

1 – Allâh kimin derûnunu İslâm’ı kavrayacak şekilde genişletti ise, o Rabbinden bir nûr üzere değil midir? Allâh’ın zikrinden (hatırlattığından) kalpleri kasavetlenene (içleri sıkılıp bunalanlara) yazıklar olsun! İşte onlar apaçık şekilde (hakikatten) sapmayı yaşamaktadırlar! (Zümer/22)

2 – Kim (dünyevî – dışa dönük şeylerle) Rahmân’ın zikrinden (Allâh Esmâ’sının kendi hakikati olduğunu hatırlayarak bunun gereğini yaşamaktan) âmâ (kör) olursa, ona bir şeytan (vehim, kendini yalnızca beden kabulü ve beden zevkleri için yaşama fikri) takdir ederiz; bu (kabulleniş), onun (yeni) kişiliği olur! (Zuhruf/36)

3 – İkiyüzlüler Allâh’ı aldatmaya kalkarlar, (oysa) Allâh, hilelerinin sonucunu kendi aleyhlerine oluşturur! Salâta kalktıklarında üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş olsun diye; Allâh’ı da çok az hatıra getirirler. (Nisa/142)

4 – Şeytan, içki ve kumar türleri ile aranıza düşmanlık ve kin yerleştirmeyi, sizi Allâh zikrinden ve salâttan engellemeyi murat eder ancak… Artık vazgeçtiniz değil mi? (Maide/91)

5 – Şeytan (yalnızca beden olma fikri) onlara yerleşti de, onlara Allâh’ın zikrini (hatırlatılan hakikatlerini, bedeni terk edip Allâh Esmâ’sıyla var olmuş yapılarıyla {şuur} sonsuza dek yaşayacaklarını) unutturdu! İşte onlar Hizbüş Şeytan’dır (şeytanî fikir yandaşları – kendini yalnızca beden sananlar)... Dikkat edin, muhakkak ki Hizbüş Şeytan (kendini yalnızca beden sananlar) hüsrana uğrayanların ta kendileridir! Mücadele/19)

6 – Ey iman edenler… Mallarınız da evladınız da sizi Allâh’ın zikrinden (Hakikatinizi hatırlamaktan) meşgûl edip (gereğini yaşamaktan) alıkoymasın! Kimler bunu yaparsa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir! (Münafikun/9)

7 – Kim Rabbinin zikrinden (hatırlattığı Hakikatinden) yüz çevirirse, onu gittikçe şiddetlenen bir azaba sokar! (Cin/17)

**************************************************************

ALLAH (C.C.) ZİKRETMENİN FAZİLETİ,

Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“Siz beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakIn nankörlük etmeyin.” (Bakara/152)

Sabit-ül Bünnanî (R,A.) der ki “Ben Rabbimin beni ne zaman anacağını biliyorum.» Dinleyenler bu söz karsısında irkilerek «bunu nasıl biliyorsun» diye sorarlar. Sabit-ül Bünnanî: «Ben O’nu ne zaman anarsam o da beni o zaman anar» diye karşılık verir.

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“Ey iman edenler Allah’ı sık sık anın.” (Ahzab/ 41)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“…. Arafat’tan indiğiniz zaman Allah’ı “Mes’arul haram” da anın. O size nasıl hidayet verdiyse siz de O’nu zikredin» (Bakara/198)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“ … Hacc görevlerinizi bitirince atalarınızı andığınız kadar, hatta daha hararetli bir dil ile Allah’ı anınız» (Bakara/200)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

Bu derin düşünceliler ayakta, oturarak ve yanları üstü uzanmışlarken Allah’ı anarlar ve ey Rabbimiz, sen bütün bu varlıkları boşuna yaratmadın, seni böyle bir isnattan tenzih ederiz, o halde bizi cehennem azabından koru.» diyerek göklerin ve yerin yaratılışı hakkında enine boyuna düşünceye dalarlar.” (Al-i Imran/191).

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“ … Namazı kılınca ayakta, oturuyorken ve yan üstü uzanmışken Allah’ı anınız.» (Nisa/103)

Ibn. Abbas (R.A.) yukardaki ayeti tefsir ederken: «Yani gece gündüz, denizde karada, evde, yolda, varlıkta, darlıkta, sağlıkta hastalıkta, gizli açık her zaman ve her yerde Allah (C.C)’i anınız.»

Ulu Allah (C.C) münafiklari:

«Allah’ı çok az anarlar» diye kınamaktadır.” (Nisa/142)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“ … Rabbini, içinden yalvararak ve çekinerek, yüksek sesle konuşmayarak sabah-aksam an da gafillerden olma.» (A´raf/205)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“ … Allah’ı zikretmek, hiç şüphesiz, en büyük ibadettir” (Ankebut/45)

Ibn. Abbas (R.A.) yukardaki ayeti hakkında der ki. «Bu ayeti iki türlü anlamak mümkündür;

1) Allah (C.C)’in sizi anması, sizin O’nun anmanızdan daha önemlidir.

2) Allah (C.C)´i anmak, geride kalan her türlü ibadetten üstündür.» Buna dâir deha birçok ayetler vardır.

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

… Gafiller arasında Allah (C.C)’i anan kimse, kuru otlar arasındaki yeşil otlar gibidir

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Gafiller arasında Allah (C.C)’i anan kimse, cephe kaçakları arasındaki savaşçı gibidir

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

Ulu Allah (C.C) söyle buyurur: “Beni andığı sürece, dudakları benim adımla kıpırdadıkça ben kulum ile birlikteyim.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Kulun islediği ameller içinde, ona Allah (C.C)’in azabından en kurtarıcı olanı, Allah (C.C)’i anmaktır”

Sahabeler «Cihâd da mi bunun ayarında değil» diye sorarlar. Peygamber’imiz (S.A.S) onlara:

“Düşmana vura vura kılıcın kırıldıktan sonra yine bir kılıcı vura vura kırmak ve bir üçüncü kılıcı, yine düşmanla vuruşa vuruşa kırmak durumu dışında Cihâd bile onun ayarında değildir.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Cennet bahçelerinde gezinmek isteyen kimse ulu Allah’ı sık sık ansın.”

Peygamber (S.A.S) efendimize «en faziletli amel nedir?» diye sorarlar. Peygamber (S.A.S)`imiz “Allah (C.C)’i anan dilin kurumadan can vermendir.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Sabah-aksam Allah (C.C)’in adını an ki, sabah ve aksama günahsız giresin.

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Sabah aksam Allah (C.C)’in adını dilden düşürmemek. Allah (C.C) yolunda düşman iie vuruşurken kılıç kırmak ve mali cömertçe dağıtmaktan daha faziletlidir.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Ulu Allah (C.C) buyuruyor: “Kulum beni içinden anınca ben onu içimden anarım. Beni kalabalık arasında anarsa ben de onu daha hayırlı bir kalabalık içinde anarım. Bana bir karış yaklaşırsa ben de ona bir dirsek boyu yaklaşırım. Bana bir dirsek boyu yaklaşırsa ben de ona bir kulaç yaklaşırım. Bana doğru yürüyünce ben ona doğru koşa koşa giderim.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Yedi kimse var ki, Allah (C.C), başka hiç bir gölgenin bulunmadığı günde onları Arş’ının gölgesi altına alır. Bu yedi kimseden biri. Yalnız başına iken Allah (C.C)’i anarak O’nun korkusu ile gözleri yaşarandır.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Beni İyi dinleyin. Size amellerinizin en hayırlısını, Rabbinizin katında en temiz olanı, size en yüksek, derece kazandıranı, kâğıt ve altın para dağıtmaktan sizin İçin daha hayırlı olanı, düşman ile karşılaşıp onun boynunu vurmaktan veya boynunuzu ona vurdurup şehit olmaktan sizin hesabınıza daha faydalı olanı size söyleyeyim mi?”

Sahabeler: “Bu amel nedir, ya ResulAllah (S.A.V)” diye sorarlar. Peygamber (S.A.V)´imiz «Allah (C.C)’i dilden düşürmemektir» diye cevap verir.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Ulu Allah (C.C.) söyle buyuruyor: “Beni anmaktan benden bir şey istemeye fırsat bulamayanlara, isteyenlere en değerli bağışı sunarım.”
Fudayl (r.a.) der ki: «Öğrendiğime göre ulu Allah (C.C.) söyle buyurur: “Ey kulum, beni sabahtan sonra bir saat ve aksamdan sonra bir saat anarsan, ikisi arasında gecen zaman parçalarında sana kâfiyim.”

Âlimlerden biri der ki: Ulu Allah (C.C.) söyle buyurur:

“Kalbine nazar atfettiğim zaman benim zikrimin orada baskın olduğunu gördüğüm kulun bütün karar ve davranışlarına yön vermeyi üzerime alır, onun sözdaşı ve yakîn olurum.”

Hasan-ül Basrî (r.a.) der ki: «Allah (C.C.)’i anmak iki türlüdür: Birincisi: Allah (C.C.) ile aranda kalacak şekilde gizli olarak O’nu anmandır. Zikrin bu çeşidi, ne kadar güzel ve üstün derecelidir. Bundan daha değerlisi de Allah (C.C.)’i, O’nun haram kıldıkları ile karşılaşınca anmaktır.”

Rivayete göre Allah (C.C.)’in adını ananlardan başka herkes susuzluk içinde dünyadan ayrılır.

Muaz Ibni Cebel (R.A.) der ki. «Cennetlikler sadece Allah (C.C.)’i anmadan geçirdikleri bir saate hayıflanırlar.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

Bir oraya gelerek Allah (C.C.)’in adını anan kimselerin melekler çevresini kuşatır, onları rahmet bürür ve Allah (C.C.) da onları yanındakiler arasında anar.

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Bir araya gelerek Allah (C.C.)’in rızasından başka hiç bir şey beklemeden O’nun adını ananlara gökten «Günahlarınız bağışlanmış olarak kalkınız, kötülükleriniz iyiliklere dönüştürülmüştür.” diye seslenilir.

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Bir yerde oturup da Allah (C.C.)’in adını anmayan ve Peygamber’ine salat-ü selâm getirmeyen bir grup. Kıyamet Günü bu davranışı karsısında hayıflanmak zorunda kalır.”

Hz. Davud (A.S.) ulu Allah (C.C.)’a söyle dua eder. “Allah’ım! Beni senin adını ananların meclisinden geçip gafillerin arasına katılmaya giderken görünce ayağımı kir, bu bana tarafından bağışlanmış bir nimet olur.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“İyi bir toplantıya katılmak, mü´minin iki milyon kötü toplantıda kazandığı günahı giderir.”

Ebû Hureyre (R.A.) der ki. «Gök halkı içinde Allah (C.C.)’in adı anılan kimselerin evlerini, yıldızları birbirlerine gösterir gibi gösterirler.»

Süfyan Ibni Üyeyne (R.A.) der ki; “Mü`minler bir araya gelip Allah (C.C.)’in adını andıkları zaman gerek şeytan ve gerekse dünya onların yanından kaçar. Şeytan dünyaya; «Görüyor musun, ne yapıyorlar» diye hayıflanır. Fakat dünya şeytana «Bırak yapsınlar, yoruldukları zaman. teker teker hepsini enselerinden tutup sana getiririm.» diye karşılık verir.

Ebû Hureyre {R.A.) bir gün çarsıya girer ve: «Peygamber (S.A.V) efendimizin mirası camide bölüşülürken sizi burada görüyorum» der. Bu sözleri duyan esnaf ve halk çarsıyı pazarı bırakıp camiye koşuşurlar, fakat bölüşülen bir miras göremezler. Bunun üzerine Ebû Hureyre’ye: «Biz camide bölüşülen bir miras göremedik» derler. Ebû Hureyre onlara: «Peki, ne gördünüz» diye sorar. Onlar da «Allah (C.C.)’in adını anan ve Kur’an okuyan kimseler gördük» derler. Ebû Hureyre onlara: «işte Peygamber’imizin mirası budur» diye karşılık verir.

Amesin Ebû Salih’ten onun da Ebû Hureyre ve Ebû Hudri’den (R.A) rivayet ettiklerine göre;

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Allah (C.C.)’in kulların amellerini yazanlar dışında yeryüzünde devamlı dolasan bir grup meleği vardır. Bunlar bir araya gelerek Allah (C.C.)’in adını anan bir mü’min grup görünce birbirlerine «Aradığınız burada, gelin» diye seslenerek bir araya toplanırlar ve gökyüzüne yücelinceye kadar bu grubun etrafını sararak beklerler.

Göğe çıkınca, Allah (C.C.) onlara: «Kullarımı ne ile meşgul iken bıraktınız» diye sorar, onlar da «Sana hamd ederken, seni noksan sıfatlardan tenzih ederken ve seni yüceltirken yanlarından ayrıldık» diye cevap verirler.

Ulu Allah (C.C.): «Peki, onlar beni gördüler mi» diye sorar, melekler: «hayır» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «Peki beni görseler ne yaparlar» diye sorar. Melekler de: «Seni görselerdi, hamdleri, tesbihleri ve seni yüceltmeleri, daha kuvvetli olurdu.» diye cevap verirler.

Allah (C.C.) onlara sorar. «Peki, hangi şeyden çekinerek bana sığınıyorlar?» Melekler «cehennemden» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «Cehennemi gördüler mi» diye sorar. Melekler «Hayır» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «Peki cehennemi görseler ne yaparlardı» diye sorar. Melekler de «Cehennemi görseler ondan daha çok kaçınırlar, daha çok nefret ederdi» diye cevap verirler.

Allah (C.C.) onlara: «istedikleri nedir» diye sorar: Melekler «Cennet» derler. Allah (C.C.) onlara: «Peki, hiç gördüler mi» diye sorar. Melekler: «Hayır» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «Peki, cenneti görmüş olsalardı, davranışları ne olurdu?» diye sorar. Onlarda: «Eğer cenneti görselerdi, ona karşı daha güçlü bir arzu duyarlardı» derler.

Bunun üzerine Ulu Allah (C.C.) meleklere: «Sizi şahit tutuyorum ki, onların hepsinin günahlarını bağışladım» der. Melekler «aralarında falan kimse de vardı, o zikretmek için değil, başka bir amaçla aralarına katılmıştı» derler. Ulu Allah (C.C.): «Onlar öyle bir topluluktur ki, onlar ile birlikte oturan bedbaht olmaz.»

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Gerek benim ve gerekse benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli söz «lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike lehu (Allah’tan başka ilâh yoktur, tektir, ortağı yoktur)» sözüdür.

Bir kimse günde yüz kere “la ilahe illallahu vahdehu lâ serike lehül mülkü ve lehul hamdü ve huve alâ külli sey’in kadir” (Allah’tan başka ilâh yoktur, tektir, ortağı yoktur. Varlığın mülkü O’nundur. Hamd O’na mahsustur, o her şeye kadirdir)» derse on köle Azad etmiş gibi olur, amel defterine yüz iyilik yazılır ve kötülüklerinin yüz tanesi de silinir, o gün aksama kadar bu sözler onun şeytandan koruyucusu olur. Ondan daha fazla bu sözleri söyleyenlerden başka hiç kimse onun yaptığından dana üstün bir ibadet ile Allah (C.C)’in huzuruna gelmez.»

Peygamber’imiz (S.A.S.) buyuruyor ki:

“ … Düzgün bir şekilde abdest alıp arkasından basını göğe dikerek “Eşhedü en lâ ilahe illallâhu vahdehu lâ serike lehu ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu” (Allah’tan başka ilâh olmadığına. O’nun tek ve ortaksız olduğuna. Muhammed’in O’nun kulu ve Resul’ü olduğuna şehadet ederim)» diyen bir kulun önünde cennetin bütün kapıları açılır ve dileğinden içeri girer.» İ. Gazalî/Kalplerin Keşfi-317-322)

*******************************************************

“İnsanın kalbine zikir yerleşince daha durmaz. Çarşıda, pazarda alışveriş yaparken kalp ‘Allah’ der. Siz istemeseniz de çalışır. Nasıl ki mideniz sizin elinizde olmadan gıdaları hazmediyor, siz uyurken bile işine devam ediyorsa, içine zikir yerleşen kalp de öylece zikreder. Bunun sevabını yalnızca Allah bilir.’’ (Seyyid Abdülbaki)

***************************************************************

İLAHİ

Allah emrin tutalım,
Rahmetine batalım,
Bülbül gibi ötelim,
Allah Allah diyelim.

Allah adı uludur,
Emrin tutan kuludur,
Mü’minlerin yoludur,
Allah Allah diyelim.

Allah adı dillerde,
Sevgisi gönüllerde,
Şol korkulu yerlerde,
Allah Allah diyelim.

Ölüp kabre varınca,
Melek sual sorunca,
Rabbin kimdir deyince,
Allah Allah diyelim.

Kocayuben göçmeden,
Teneşire çıkmadan,
Melil melil bakmadan,
Allah Allah diyelim.

Yunus seyredip gezer,
Ölüm tedbirler bozar,
Görmek istersen dîdar,
Allah Allah diyelim.
(Yunus Emre)

******************************************************************************************************************

Hz. Peygamber Efendimiz, Kâbe ye girdiği zaman üç yüz atmış tane put vardı. Bunları sildi süpürdü ve dışarıya attı. O, elle tutulan gözle görülen bu putları atmakla ilâ yevmil kıyam izinden gelen bütün inanmış mü’minlerin gönlünü de temizlemiştir.

“Gönül de bazen puthâneye benzer. Gönlünü Hak’tan: gayri olan sevgileri doldurma ki, orasını bir puthâneye benzetmeyesin.”

Kişi ister padişah ister âlim olsun, gönlünü zikrullah ve muhabbetullah ile bezeyip temizlemezse yani ilâhî marifetten, zikirden ve Allah sevgisinden uzak kalırsa o gönül put hane gibi olur. Çünkü Hak’tan gayri olan sevgiler, o gönlü put haneye döndürür.

“Gönlü put haneye dönen kişinin ne huzuru ne neşesi ne de aşkı ve şevki vardır. Çünkü o kişi, süfli işlerin peşindedir.”

Dışarıdan bakarsanız, o kişi boylu poslu, kelli felli, akıllı uslu bir insandır, ama onun gönlü perişandır ve put hane gibidir.

Gerçi bilerek ya da bilmeyerek bütün eşyaya sevgimiz, sonunda Allah’a dayanır. İnsan bilse de bilmese de her neyi severse farkında olmadan Allah’ı sever. Sevgi Allah’a aittir. Eşyadan yansır, varlığın tamamını kapsar. Bunu bilmek ya da bilmemek söz konusudur. Yüksek idrake erişildiği zaman her ne olursa olsun sevilenin Allah olduğunun farkına varır. İşte o zaman arif, cümle varlıkta Hakk’ı müşahede eder.

Temaşa eyledim kevn-i mekânı nûr-ı vahdetle,

Görünen cümle eşyadan hemîn Mevlâ imiş bildim.

(Şemseddîn-i Sivasî)

Put ise, gerçek olmayan sevgi demektir. Altın, gümüş, şan şöhret, makam mevki’ v.s. hep puttur.

Bu konuda tevhidin babası olan Hz. İbrahim (a.s.)’ın Allah’a yalvarışı, duası vardır. .

“Ey Allah’ım! Ufûl eden,’sönen, bugün var yann yok olan sevgilerden benim gönlümü kurtar. Gelip geçici sevgilere kaptırma, gönlümü onlarla doldurma.” (Enam/77)

Evi seversin yanıverir. Altını, gümüşü seversin hırsız girip çalıverir. Rütbeyi makamı seversin, benim mevkim makamım şudur dersin, dilin kemiği yoktur bir yanlış söz söylersin toplumda değerin düşüverir. Senelerdir senin etrafında olan insanlar, çekilip kayboluverirler. Bunlar gerçek sevgi değil; ancak mâsivâdır. Bununla ilgili pek çok güzel sözler vardır. Bir kâmil şöyle der:

“Padişah inmez saraya hâne ma’mûr olmadan”

Gönülhânesi, ma’mûr olmadan padişah yani Allah (c.c.) gönle giremez. Gönül sarayına eğer padişahı da’vet ediyorsak o saray padişaha layık olmalıdır yani gönlü mâsivâ denilen sevgiden arıtıp durulmalıyız.

Gönül nasıl temizlenir, terfi’ ettirilir?

Diyelim ki, evinizin önünde bir bahçe ve bahçede bir erik ağacı var. Siz bu ağacın ekşi eriğini, olgun ve tatlı erik yaparak beğenilen, sevilen, lezzetli, halkın itibar ettiği bir erik olmasını istiyorsunuz ve bu ekşi erikten kurtulalım diyorsunuz. Ne yaparsınız? O eriğin üstünde olan tatlı bir eriğin aşısını vurursunuz.

Aşıyı da herkes yapamaz. Onun da ehli olması lâzım. Ustaya: “Usta, gel de şu benim ağacı ne olur aşılıyıver,” der, arkasında önünde gezip peşinde koşarsınız. Sonunda onun gönlünü yaparsınız ve usta gelir. Senin bahçendeki ekşi erik ağacına bir tatlı eriğin aşısını yapar. O aşı tutar, artık senin bahçendeki erik ağacı ekşi değil; tatlı meyve vermeye başlar. Bunun gibi insanın da aşılanması lâzımdır. (Halveti zikir)

“ALLAH” ZİKRİNDEN GAFİL OLMAK

ResulAllah (sa.) şöyle buyurmuştur.

Kim bir yere oturur ve orada Allah’ı zikretmezse bu kendine Allah’tan bir hasret ve nedamet olur. (Ebu Davud)

ResulAllah (sa.) şöyle buyurmuştur.

Herhangi bir topluluk bir meclisten Allah’ı zikretmeden kalkarsa, mutlaka sanki eşek lâşinden kalkmış gibi olurlar ve bu onlar üzerinde hasret ve nedamete dönüşür. (Ebu Davud)

ResulAllah (sa.) şöyle buyurmuştur.

Allah’ı zikretmeden fazla konuşmayın çünkü Allah zikredilmeden yapılan çok konuşma kalp için bir kasvettir ve insanların Allah’tan en uzak olanı da kalbi kasvetli olandır. (Kenzu’l-ummâl)

Kim zikrin tadını alır, Allah’ı zikretmek suretiyle nasıl kalp huzuruna ulaşıldığını, o anda kalbinden perdelerin nasıl kaldırıldığını anlarsa, o Allah Tealâyı sanki başgözüyle görüyormuş gibi olur.

Aksine kim de dünyaya yönelir çoluk çocuğa, mala mülke karışır, Allah’ı unutursa o kişi de bulduklarını sanki yitirmiş gibi kalır, kendisiyle kalbi arası perdelenir. Bu haslet onu ateşe ve her türlü şerre götürür. Bunlar ise o kimse için hasret ve nedamet demektir. Hasret ve nedametler katmerleştiği zaman artık kurtuluş ümidi kalmaz.

ResuAllah söz konusu hasret ve nedameti en iyi şekilde ortadan kaldıracak bir ilaç koymuştur. Bunu her hâle uygun düşecek ve gaflet zehrine panzehir etkisi yapacak bir zikir koymak suretiyle yapmıştır. ResulAllah bu zikirlerin faydalarına dikkat çekmiş, bunlar yapılmadığı zaman onların yerini hasret ve nedametlerin dolduracağını beyan buyurmuştur.

İbadetin Allah’ın kulları üzerinde hakkı olduğuna inanmak

İnsan yaratıldığında içine şanı yüce olan yaratıcısına karşı bir “meyl” konulmuştur. Bu meyl farkı edilmesi çok zor bir duygudur. Ancak ona uygun ve mahal(mazinne, hakkında zannedilen) bulunan şeyle idrak edilebilir. Sağlıklı vicdanların kabul edeceği üzere, ona layık ve mahal olan şey de, Allah Tealâya ibadetin O’nun kulları üzerinde bir hakkı olduğuna inanmaktır. Çünkü O; insanlara nimetler vermiş, amellerinden dolayı da sorumlu tutmuştur. Bu durumda kim iradeyi ve Allah Tealânın kulları üzerinde hakkının sabit olduğunu inkâr ederse, yahut mücazatın bulunmadığını iddia ederse, o kimse fıtri safiyyetini kaybetmiş bir dehri (Tabiatperest, materyalist) demektir. Çünkü o kendi yaratılışı sırasında özüne yerleştirilmiş bulunan fıtri meylin mahallini kendi aleyhine olmak üzere bozmuş, onun naibini, halefini, yerini dolduracak şeyi ifsat etmiştir.

İnsan ruhunda nurani bir letafet vardır, bu yapı itibarıyla Allah’a meyleder.

Eğer bu meylin esasını öğrenmek istersen bil ki; İnsan ruhunda nurani bir letafet vardır bu yapı itibarıyla –aynen demirin mıknatısa doğru meyli gibi- Allah’a meyleder. Bu vicdan (sezi) yolu ile elde edilen bir sonuçtur. Kendi letafetleri üzerinde dikkatlice düşünen ve her letafeti kendi özelliği ile kavrayan herkes bu nurani letafeti ve yapı itibarıyla onun Allah Tealâ’ya doğru meyledişini mutlaka kavrar.

Bu meyle ehl-i vicdan; “Zat-ı muhabbet” derler. Bu –aynen diğer duygularda olduğu gibi bir duygudur.

İnsan süflî bir meşgale içerisinde olduğu zaman uyuşturucu kullanmış gibi olur.

İnsan, süflî letafetler içerisinde kendisini kaybetmiş bir halde ise, o zaman bedeninde uyuşturucu kullanmış bir kimse gibi olur; ne soğuğu ne de sıcaklığı hisseder. Süflî letafetlerin etkinliklerini kaybetmesi halinde, nesemenin parçalarından pek çoğunun dağıl¬ması, özellik ve kuvvetlerinden birçoğunun noksanlaşması sonucu doğar. Etkinliğin kaybolması ya ıztırarî ölümle olur. Ya da nefsanî ve bedenî riyazetler gibi ihtiyarî ölümle ve acayip yollara tutunmak suretiyle olur. Bu durumda o, kendisinden uyuşturucunun et¬kisi kaybolan kimse gibi olur; uyuşturucuyu aldığı sırada hiç hissetmediği şeyleri duymaya başlar.

İnsan Öldüğünde, Eğer Allah’a Yönelmiş Halde Değilse, O Bahtsızın Biri (Şaki) dir:

İnsan öldüğü zaman, Allah’a yönelmiş bir halde değilse, yönelmeyişi basit bir cehalet ve halis bir yoksunluk sebebiyle ise o, insan türünün kemâl hali itibariyle bahtsızın biri (şakî) dir.

Kendisine orada bulunan bazı şeyler açılmış olabilir; fakat kabiliyetinin bulunmayışı sebebiyle inkişâf tam olarak gerçekleş¬mez, bunun sonucunda şaşkın ve çaresiz bir halde kalır. Allah’a yönelmeyiş hali, ilmî ve amelî melekelerinde ona ters düşen bir halin bulunması sebebiyle ise, bu halde çekişine olur; nefs-i natıka tarafı Ceberut âlemine doğru çeker, neşeme ise kazanmış olduğu ters düşen hal ile birlikte süflî âleme doğru çeker. Bu durumda nefsin cevherinden doğan ve üzerine yayılan bir ürperti (vahşet, yalnızlık) hali ortaya çıkar.

Muhtemelen bu durum, bazı olayların -ki bunlar ürperti (vahşet) suretleridir- surete bürünmesini gerektirir. Bu aynen, safra mizaçlı birinin uykusunda ateş ve alev görmesi gibidir. Bu, nefsin bilinmesi hikmetinin ortaya koyduğu bir esastır. Yine bu hal, Mele-i a’lâ sakinlerinin öfkeli bakışlarını doğurur ve bu, me¬leklerin ve ihtiyar sahibi diğer zevatın kalplerine o kişiye azap et¬meleri ve elem vermeleri şeklinde ilhamlara dönüşür. İşte bu, insanların nefislerinde doğan düşünce ve insiyakların sebeplerini bilmenin gerektirdiği bir esas olmaktadır.

Kısaca; Ceberut tarafına doğru meylin bulunması; bağını süflî zulmetlerin istilasından çözmeyi temin edecek amellerin ge¬rekliliği; bu amellerin terki sebebiyle sorgulanma; her kişide ken¬disini gösteren insan türüne ait hükümler, kuvvetler ve ondan kaynaklanan sonuçlar mesabesindedir. Bu durum, türlerin yaratı¬cısı olan ve âleme varlık veren Allah’tan küllî maslahata uygun düşecek şekilde böyle takdir edilmiştir; insanların üzerinde anlaşmaları ve kendiliklerinden üstlenmeleri, insanlar arasında geçerli bulunan merasimler böyle olduğu için öyle değildir. Bütün bu ameller, aslında Allah Teâlâ’ya doğru cezbedilen -sözünü ettiği¬miz- nuranî letafetin hakkının verilmesi; onun gereklerinin tam olarak yerine getirilmesi, eğriliklerinin doğrultulmasıdır.

Ancak, bu mana çok incedir ve bu nükteyi çok az kimse kav¬rayabilir. Bu sebeple hakkın; bu mana neye meyletmiş, neye yö¬nelmiş ve neye doğru yanaşmışsa, ona nisbet edilmesi gerekir. Sanki bu, bir başka cihete meyleden nefsin bazı kuvvelerini belir¬lemektir. Sanki bu yukarıda geçen “Allah’a meyleden nuranî letafetin hakkının verilmesi” sözümüzün bir özeti gibidir.

İlâhî şeriatlar, işte bu sırrı, insanların fıtrî bilgileriyle kolay-ca anlayabilecekleri basit bir ifadeyle açıklayarak inmişlerdir. Bu konuda sünnetullah, anlaşılması zor manaları, o manalara uygun misalî kalıplara koyarak indirmektir. Meselâ, bizden birinin, rüya¬sında tamamen soyut olan bir manayı, âdeten o soyut şeyden ayrıl¬mayan, ya da dengi ve benzeri bulunan bir şeyin suretinde görme¬si ve böylece algılaması gibi.
Denildi ki: İbadet, Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki bir hak¬kıdır. Buna göre, Kur’ân’ın hakkı, ResulAllah’ın (s.a.) hakkı, efen¬dinin hakkı, anne babanın hakkı, akrabalık hakkı.., bunlar da ona kıyas edilmelidir. Aslında bütün bunlar, kişinin kemâle erebilmesi için uyması gereken nefsinin yine kendisi üzerindeki hakkıdır. Dolayısıyla nefsine zulmederek onları yerine getiremezlik edemez. Bu haklar, esasen kişinin kendi nefsine ait bir hak olmakla birlikte, muamelede bulunulan ve talep hakkı olan kimselere nispet edile¬rek (meselâ ana baba hakkı gibi) isimlendirilmiştir. Bu itibarla, sakın ola ki, zahirleri üzere anlayanlardan olmayasın; aksine işin hakikatini gören ve ona göre hareket edenlerden olasın. (Ş. Veliyyullah Dihlevi-Hüccetullahi’l Bâliğa/C-1 253-255)

***********************************************************

ALLAH İSM-İ CELİLİ İLE ZİKRETMEK

İnsan çok boyutlu bir yapıya sahiptir. Bir yönü ile dünya ile ilgiliyken, diğer bir yönü ile berzah âlemi ve ahiret ile ilgilidir. Bir taraftan dünyevi işlerinin idaresi ile meşgulken diğer taraftan ahirete yönelik hazırlıklar yapabilmektedir. Kalbinde hem nefsine ait bir sevgisi varken hem de ailesine, toplumuna aynı değerleri taşıdığı kişilere de sevgi duyabilmektedir. Kendi içinde aynı anda pek çok derdi, tasayı, nefreti, sevgiyi, ilgiyi, arzuyu, ihtirası, sıkıntıyı ve sorunu taşıyabilmektedir.

İnsan çok boyutlu yapısı gereği aynı anda birden fazla hatta bazen çok daha fazla manevi hastalık sahibi olabilmektedir. Kişide riya, ucb, kibir, haset, uzun emellilik, haramlara karşı umursamazlık, rızık endişesi, gaflet, yalan söyleme gibi manevi hastalıklar aynı anda beraber bulunabilmektedir. Böylesi durumlarda tedavi daha zorlaşmakta ve düzelmek için daha fazla çaba harcanması gerekmektedir. Bu daha fazla murakabe ve muhasebeyi gerektirdiği gibi daha fazla ibadet, riyazet ve virdi de gerektirmektedir.

Amellerde asıl olan az da olsa devamlı olmalarıdır. Her gün yapılan zikirler insanın manevi hayatı için çok büyük önem arz etmektedir. Her gün ısrarla belirli sayılarda En-Nûr ismini vird edinen Müslümana –ihlaslı olması ve kendisi için nimetlere ulaşmasına engel maddi manevi maniler olmaması durumunda-doğruyu ve yanlışı görüp kalp nuruna sahip olma nimeti bahşedilir. El-Hadi ismi ile doğru yolu bulmak ve çocuklarının da doğruyu bulup serkeş olmamaları nimeti istenilir. El-Bedi ismi ile Allah’ın yardımına nail olmak, maddi ve manevi güzelliklere kavuşmak arzulanır. El-Baki ömür uzunluğu ve sağlıklı olmak, El-Varis uzun ömür, bol makam, şeref ve rızık sahibi olmak, Er-Reşid güzel ahlaka sahip olmak, kötü alışkanlıklardan korunmak, Es-Sabur ise başladığı işi kolay bitirmek, sinirini yenmek ve sabırlı olmak gibi nimetlere kavuşmaya vesiledir.

Yapılan her ibadetin insanın kalbi ve ruhunun derinlikleri üzerinde tesiri vardır. İbadet ve ameller kişinin imanını ve ahlakını doğrudan etkilediği gibi, imanın kuvvet bulup güçlenmesi de amelleri ve ahlakı doğrudan etkiler. Bunlar çok iç içe geçmiş mertebelerdir. Zikir de bu etkiye sahip bir ameldir. Allah’ı zikretmek insanın kalbini, ruhunu, ahlakını, imanını ve amellerini etkiler bir özelliktedir. Zikir ile oluşan manevi haller, ruhta bir genişliğe ve kalpte bir nurlanmaya sebep olur. Bu durum insanın ahlakında, insanlarla ilişkilerinde, sözlerinin tesirinde, dünyevi olaylara karşı sabrında bir artış doğurur.

Yüce Allah’ın her bir isminin ayrı bir manası ve kalp üzerinde ayrı bir tesiri vardır. Vird olarak belirlenip, her gün tekrarlanmaları halinde süreç içerisinde etkileri görülmeye başlanır. Vird ile Allah’ın c.c. esmasının tekrarlanması aslında Yüce Allah’tan c.c. istekte bulunmak demektir.

ALLAH ismi celili tüm isimlerden farklı, hepsinden üstün ve hepsini kapsayıcı bir özelliktedir. Allah ismi şerifi Cenabı Hakkın Celal ve Cemal tüm isimlerini kendisinde toplamıştır. Bütün isimler Allah isminde gizlenmiştir. Diğer isimler Allah isminin sıfatları konumunda olup, onun bir kısım özelliklerini açıklar vaziyettedirler. Allah ismi ise hiç bir isme sıfat olmaz. O zat ismi olup, Yüce Allah’ın c.c. tüm isim ve sıfatlarını içine alan özel bir isimdir. Durum böyle olunca Allah ismi şerifi ile yapılan zikrin faydaları da tüm isimlerden hasıl olan faydaları içine almıştır. Allah ismi şerifini vird edinen kişi hangi esmaya ihtiyacı varsa ondan gelecek faydayı görür. Birden fazla manevi hastalığı olan ve birden fazla tecelliye ihtiyacı olan hepsini birden bu ismin bereketi ile görür.

Allah ismi; ruhi hastalıklardan, kalp katılığından, küfürden, maddi ve manevi bataklıktan, nefsin istek ve arzularından kurtulmak, düşmanlarını yenmek, merhamet sahibi olmak, Allah’ın istediği şekilde hayat sürmek, son nefeste imanlı ölmek, kalbin nurlanması, imanlı olması ve şifa bulmak, güç, kuvvet ve rızık kazanmak, gizli sırlara, irfanî bilgilere vakıf olmak, hem dünya, hem de ahiret saadetine ermek gibi pek çok faydaları içinde barındırır.

***************************************************

“ALLAH” ZİKRİ HAKKINDA BİLİNMESİ GEREKENLER.

Lafza-i Celal zikrinin gizli olarak çekilmesinde karşılaşılan en büyük problem, bu zikri çeken kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanmasıdır. Bu durumda kişi zikirden lezzet duyamadığı gibi boşu boşuna zikir çektiği duygusuna da kapılabilir.

Öncelikle şunu belirtelim ki, gizli zikir çok faziletli ve kazançlı olduğu için şeytanlar bu konuda çok vesvese verirler. Zâki ile haddinden fazla uğraşırlar. Bunlara aldanmamak gerekir. Hele bir de buna ilaveten Lafza-i Celal zikri, bizzat Allah’ın zatını zikir olduğu için, ayrıca bunun üstünde daha faziletli bir kelime olmadığından, şeytanların hücumları kat kat artmaktadır.

Yukarıdaki gibi bir probleme sahip olan kişilerin, yani gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanan kişilerin, önce bu zikre şeytanların ne kadar düşman olduklarını bilmeleri gerekir. Ayrıca bu zikri çeken kişilerin kafalarına şeytanların olmadık düşünceleri vesvese yolu ile attıklarını, bu yüzden zikir sırasında gönüllerini huzursuzlukla, hoşnutsuz duygularla doldurduklarını da unutmamalıdırlar. Lafza-i Celal zikrinde Allah’ın rızası gizlidir. Şeytanlar bunu çok iyi bildiklerinden bu zikre adeta savaş açarlar.
Şu kesindir ki, kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanması, şeytanların vesveseleri ile olan bir haldir. Bu hale zerre kadar değer verilmemelidir, yani bu hal sebebiyle gizli zikirden vazgeçmemek, onu ihmal etmemek gerekir. Böyle bir konuda sıkıntısı olan kişiler, aşağıda önerdiğimiz bir yolla Lafza-i Celal zikrini çekerlerse problemlerini kolaylıkla aşabildikleri gibi gizli zikirden büyük bir zevk de alacaklardır. Ayrıca Allah’ın (c.c.) izniyle bu zikri en faziletli bir şekilde çeken kişiler grubuna yükseleceklerdir:

Lafza-i Celal zikri sırasında önemli olan şey, içeriden Allah kelimesini ‘sesle söylemek’ değildir. Sesi ölçü olarak gördüğümüzde çekilen tespihin hızına yetişmemiz imkânsızdır. İlkyazımızda da belirttiğimiz gibi gizli zikirde tespih elimizden geldiğince hızlı çekilir, döndürülür. Daha doğrusu tespihi ne kadar hızlı çekersek zikrimiz o kadar faziletli ve bereketli geçer, amacına da ulaşır. Temel ölçümüz, tespihin çekilişteki sesinin ‘Allah’ diye zikrettiğini kabul etmektir. Bunun yanında içimizin de (kalbimizin veya tespihi tutan elimizin üzerinde bulunduğu letaif noktasının) bu tespih çekiliş sesi ile birlikte ‘Allah’ kelimesini zikrettiğini düşünmektir, kabul etmektir. Kısacası tespihin çekiliş sesi ile içimizin bir uyum, ritim halinde Allah’ı zikrettiğini düşünmemiz, kabul etmemiz gerekir.

Tespihin çekiliş sesi ile içimizin bir uyum ve ritim halinde Allah’ı zikrettiğini düşünmemiz büyük bir konsantrasyonu gerektirir. Onun için gözler kapatılır. Bütün dikkat tespihe ve tespihin üzerinde olduğu manevi organ üzerine teksif edilir. Hiçbir şey düşünülmez. Sadece Allah’ın zatının huzurunda olduğu duygusu korunmaya çalışılır.

Bu öyle bir ayardır ki, önceleri bu konuda bazı sıkıntıların yaşanması pek tabiidir. Zira sofi her tespih çekişte kendisini içten de ‘Allah’ diye bir sesi söyletmek zorunda hisseder. Hâlbuki tespihin devredişi çok hızlıdır. Her tespihte ‘Allah’ diye bir sesi söylemek imkânsızdır. Daha doğrusu böyle içten yükselen bir ses vardır ama bu sesten ziyade kalbinden veya tespihin üzerinde olduğu letaif noktasından gelen bir ‘uyumdur, ritim’dir. Bir iç monolog (iç konuşma) değildir. Bu uyum ve ritim Allah lafzını söylüyormuş diye kabul edilir. Daha doğrusu hiçbir kuşkuya kapılmadan içten yükselen böyle bir uyum ve ritimle çekilen tespihin sesinin birlikte ‘Allah’ diye zikre koyulduğu düşünülür. Yani tespih taneleri çekilirken onunla beraber içimizden yeknesak bir tempo ile ruhumuzdan yükselen sese benzer bir yapıda ama daha hızlı olan bir uyum ve ritim söz konusudur. Burada en açık olan şey, daha doğrusu olması gerekli olan şey, bizim tespih çekerken böyle bir uyum ve ritimle Lafza-i Celali de zikrettiğimize inanmamızdır.

İşte Lafza-i Celal zikri vücut tarafından özümsendiğinde değişik organlarda bu sözünü ettiğimiz uyum ve ritim bizzat sezilmeye ve duyumsanmaya da başlar. Yani organlar tıpkı titreşimdeki cep telefonu gibi akıl almaz bir hızla, yani farkına varılan bir uyum ve ritimle zikre geçerler. Buna sultani zikir dendiğini belirtmiştik. Bu durum için elimizde tespih olmasına da gerek yoktur. Zikir yapmadığımız halde gün boyunca bu sultani zikir bazı organlarda açıkça hissedilir. İşte böyle güzel bir hal yaşayan sofi fırsatı ganimet bilmelidir. Boş zamanlarında veya bir işle meşgulken dilini damağına yapıştırarak kendince bu çeşitli organlarında varlığını açıkça hissettiği sultani zikre bilinçle iştirak etmelidir. Çünkü zikir bilinçli olarak çekilmedikçe amaca ulaştırmaz. Bu sultani zikir yardımıyla yapılan gizli zikir, tespihle yapılan zikirden kat kat daha hızlıdır. Hem de çok faziletlidir. Çünkü bu sırada kişinin vücudu tüm hücreleri ile birlikte çok hızlı bir tempo ile Allah’ı zikretmektedir. Bunun için çok şey yapmaya gerek yoktur. Dil damağa yapıştırıldıktan sonra tüm vücudun Allah’ı zikrettiğini düşünmek, bu düşünce ile içinde oluşan uyuma, ritme kendini bırakmak yeterlidir.
Sultani zikre ulaşmamış kişiler de bu yolla, yani dilini damağına yapıştırarak zikrederlerse kısa zamanda büyük kazançlar elde ederler. Ama bu onlara çok zor gelecektir. Bu yol ilk zamanlarda pek kullanışlı değildir. Onun için böylelerine herhalukarda elde bir tespihi (küçük de olabilir) düşürmeden zikretmek daha yararlıdır.

İmam-ı Rabbani Hazretleri peygamberimizin risaletten önce dili damağa yapıştırmak suretiyle gizli zikir yaptığını belirtmektedir. Nitekim peygamberimiz Mekke’den Medine’ye hicret sırasında saklanmak amacıyla sığındıkları Sevr mağarasında Hz. Ebubekir’e de bu zikri talim eylemişlerdir.

İnsan dışındaki bütün canlı ve cansız varlıklar, yaratılışları istikametinde kendi dilleri ile zikir halindedirler. Mikro âlemde maddenin en küçük parçası atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar sınırsız bir hızla dönerek bu zikir halini gerçekleştirirken; makro âlemde dünya gerek kendi ekseni gerekse güneşin etrafında yaptığı dönüşlerle ayrı ayrı zikirlerde bulunur. Güneş sisteminin belli bir yörüngede Vega yıldızına doğru akışı da başka bir zikir halidir. Bitkiler ve hayvanlar da zikirden asla gafil değillerdir. Yalnız bu dünyada imtihana tabi tutulmakta olduğu için insanların büyük bir kısmı zikirden uzak bir hayat yaşamaktadır: “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı tespih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile O’nu tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O kullarına karşı Halîm ve Gafûr’dur ( İsrâ suresi, 44).”

Şiir sanatında sevdiğim bir kavram vardır: İmge. İmge hayalden farklı bir kelimedir. Hayal yaşadığınız şeyleri veya gelecekte yaşayacağınız şeyleri kafamızda canlandırmamızdır. İmge ise hayali tıpkı modern ressamlarda olduğu gibi değiştirmedir. Hayali gerçek hayatın kanunlarının ve alışılmışın dışında, bambaşka bir kompozisyonla yeniden kurmadır. Picasso’nun resimlerinde başın yanında kolların bitivermesi gibi.

Sultani zikir büyük bir devlettir. Böyle bir devlete eren sofinin bundan çok iyi yararlanması, bunu çok iyi değerlendirmesi gerekir. Özellikle uyurken başını yastığa koyduğunda yukarıda söylediğimiz egzersizi daha da genişletebilir. Kendisini mezarda çürümüş, tamamen toprak olmuş kabul ederek (böylece fenafillâhın egzersizleri olan murakabe-i vahidiyyeti de yapmış olur) her zerresinin zikre geçtiğini düşünür. Atomun çekirdeği etrafında elektronların sonsuz bir hızla zikrettiğini hayal eder. Mezarındaki toprakla birlikte bütün dünya cansız maddeleriyle beraber zikirdedir. Onların her bir atomu tıpkı sofinin elindeki tespih gibidir. Çekirdekler, tespih daneleri hükmünde olan elektronlarını çevresinde sonsuz bir hızla döndürmektedirler. Hatta bu imgeye atomun yapısına benzeyen gezegenlerin ve yıldızların kozmik hareketlerini de katar. Böylece Allah’ın (c.c.) zatı huzurunda bütün evrenin cansız varlıklarının koro halinde zikre koyulmuş olduğunu imgeler. Artık vücudu veya toprağı, maddenin en küçük yapı taşından ta galaksilere kadar her şeyin zikir halinde olduğu bu âleme intibak etmiş olur. O da evren korosuna kendince katılır. Bu muhteşem tabloya sofinin tamamen toprak olmuş bedeni de bir ritim ve uyumla renk verir.

Cansız varlıklarda rızık, geçim endişesi olmadığı için onlar her daim zikirdedirler. Zikirden hiç gafil kalmazlar. En küçük yapı taşları, sözünü ettiğimiz tarzda yüce Allah’ı zikrederler. Çünkü iradeleri tamamen Allah’a (c.c.) bağlıdır. Allah ise şanını en mükemmel şekilde zikrettirendir. Sonra sırasıyla bitkiler ve hayvanlar gelir. Bitkiler tevekküllerinden yerlerinden ayrılmazlar. Hayvanlara göre zikre daha bir tutkundurlar. Çünkü iradeleri hayvanlara göre daha bir azdır, daha bir Allah’a bağlıdır. Hayvanlar zikirde insanlardan öndedirler. İnsan kadar bir iradeye malik olmadıkları için yüce Allah onlara zikir nimetini daha çok tattırmaktadır. İnsanların bazılarına zikir hiç nasip olmaz.

Şeytanlar hiçbir zaman bizden uzak değillerdir. İleri manevi hallerde varlıkları da görülebilir. Onlar duman halinde tüm bedeni, organları sararlar. Letaiflerde nurların görülmesinde olumsuz etkilerde bulunabilirler. Sultani zikirle birlikte yapacağımız daimi zikirler onların bellerini de kıracaktır.

Tasavvuf ve tarikat yolunun bazı temel esasları vardır. Bunlara uymadıkça zikir devleti pek ele geçmez. Geçse de zikirden lezzet alma nimeti pek bulunmaz. Bunlardan ikisine çok dikkat etmek gerekir: Birincisi nefsi her şeyden, herkesten küçük görmedir. Bu sayede başkalarından gelen kötülükler hoşnutlukla karşılanır. Nefse her kötülük az bile görülür. Bu da zikirde bu yoldan gelebilecek nefsani ve şeytani vesveselerin önünü tıkar. Zira başka zaman değil de tam ibadet sırasında nefis ve şeytanlar vesveseleri ile bu damarı çok kullanarak ibadetteki huzuru ve ihlâsı zedelerler. İkincisi dünyayı kalpten çıkarmadır. Dünya herkese başka türlü hitap eder. Çünkü herkes başka bir nimetine tutkundur. Ama para bu farklılıkları genellikle biraraya getirir, birarada toplar. Onun için zekât ve sadaka vermeye azami derecede dikkat etmek gerekir. Bu yolun, yani Nakşibendiyye tarikatının başında bulunan Hz. Ebubekir’in (r.a.) gerektiğinde her şeyini İslam dini için fedadan kaçınmaması boşuna değildir. Zekât ve sadaka verme gönlün dünyaya düşkün olmasını önler. Gönlü Allah’a bağlar.

Bu iki noktaya dikkat eden kişide Allah’ın izni ile zikir çekme aşk haline gelebilir. Özellikle gizli zikirde karşılaşılan büyük problem, yani bu zikri çeken kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanması sorunu Allah’ın izni ile bu sayede çözüme kavuşur. İnsanların çoğu başkalarıyla kavgalarını ve dünyayı (parayı) Allah’la aralarına perde koydukları için Allah’ı gönül huzuruyla zikredemezler. Allah’ı zikretmek isteseler bile bu böyle bir durumda onlara nasip olmaz.

‘Lafza-i Celal zikrinde’ kişi canlı veya toprak olmuş bedenini ve evrendeki cansız maddelerin atomlarını zikir halinde canlandırırken ‘Kelime-i tevhit zikrinde’ ise insanın kendi bedenini, tüm evreni Allah’ın zatı karşısında yok etmesi amaçlanır. Ölüm insan için bunu sağlar, kıyamet de tüm evrenin yok oluşunu gerçekleştirecektir. İnsan ölünce tüm bedeni toprak olacaktır, kıyamet kopunca da tüm evren yıkılacak, maddenin en küçük parçası olan atomlar bile dağılıp aslı olan yokluğa dönüşecektir. Baki kalan sadece yüce Allah’ın zatı olacaktır. İşte Kelime-i tevhit zikri çekilirken bu esasa çok dikkat etmek gerekir. Zikir sırasında Allah (c.c.) dışında her şeyi yok bilmek gerekir. Onların faniliklerini göz önüne getirmek bu açıdan yararlıdır. Yine kendimizi mezarda çürümüş, tamamen toprak olmuş gördükten sonra evrenin büyük bir patlama ile yokluğa karıştığı imgesini gözümüzün önünde canlandırabiliriz. Bu hayalden sonra Allah’ın zatının ezeli ve ebedi olduğunu, baki kaldığını düşünmek gerekir. ‘Yeryüzünde olan her şey fanidir, ancak celal ve ikram sahibi olan Rabbinin zatı bakidir. (Rahman suresi, 26-27).’

Lafza-i Celalin hızlı çekilmesi gerektiğini belirtmiştik. Kelime-i tevhit zikrini de hızlı çekmek çok yararlıdır. Çünkü bu şekilde çekmek kişiye büyük bir coşku verir. Coşku da aşkı doğurur. Bir zikir aşkla çekildi mi kişiyi Allah’ın izni ile ileri makamlara ve hallere ulaştırır. Tespihi hızla çekme dolayısıyla ‘la-ilahe’ tespihin bir tanesine, ‘illallah’ diğerine denk düşebilir. Ama yine de bu iş kişiden kişiye değişebilir. Aslında tespih böyle bir anda sayıyı belirleyen bir alet değil, coşku sağlayan bir unsur olur. Elbette Nakşibendiyye tarikatında Kelime-i tevhit zikri kalple çekilmez. Kişinin kendi duyacağı bir ses ayarıyla zikredilir. Virtte doğal olarak sayıyı korumak hâkim olduğu için zikirde tespih taneleri o kadar hızlı çekilemez. Ama sayısız zikirde coşkuyu artırmak için eldeki tespihi dediğimiz veya dilediğimiz tarzda kullanabiliriz. Zikrin o zaman tadına doyum olmaz.

İnsanın tek başına yalnız havas bilgileri ile (Allah’ın şu güzel ismini şu kadar çekersen şu faziletlere sahip olacaksın tarzında bilgiler…) zikre yönelmesi beraberinde büyük itikadi yanlışlıklar ve sapmalar da getirebilecektir. Zikir ehil birisinin, mürşid-i kâmilin rehberliğinde çekilmedikçe insana yarar kadar zarar da verebilir. Tabii bu sözünü ettiğimiz şey, Laza-i Celal (Allah), kelime-i tevhit gibi zikirleri çokça çekme ile ilgilidir. İnsan kararında oldukça, mürşid-i kâmilsiz, kendisi de yalnız başına zikir edinebilir. Bir takım haller yaşadığında bir mürşid-i kâmile danışabilir, başvurabilir. Esma-i Hüsna zikri de mürşid-i kâmile başvurmadan kişinin kendi isteğiyle çekilebilir. Ama yine de Esma-i Hüsnada da ihtiyatlı olmak lazımdır. En azından tasavvuf ve tarikat kültürünü hazmetmek gerekir. Tasavvuf ve tarikat kültürünün de temelini her an tövbe ve istiğfar halinde olma, nefisle mücadele etme, onu her daim küçük görme ve Allah rızasını amaç olarak kabul etme oluşturur. Çünkü şeytanlar hiçbir fırsatı kaçırmaz. Kılavuzsuz yola çıkanları çeşitli tehlikeler bekleyebilir. Örneğin yaptığı zikirle dualarının kabul edildiğini gören birisi istidraca düşebilir. Benliği güçlenip kendisinde olmayan çeşitli büyüklükler görebilir, kibire ve ucuba kapılabilir. Çünkü zikrin neticesi birtakım haller yaşanmaya başlayacaktır. Bunların bazısı Rahmani bazısı da şeytanidir. Bunları insanın yalnız başına birbirinden ayırması imkânsızdır. Birbirlerine çok benzerler. Farkına varmadan şeytanın oyuncağı olabilir. Bunlar da insanı ebedi helake, pişmanlığa götürmeye yeter. Ayrıca vesveseye de düşebilir. Hele içinde bulunduğumuz çağda insanlar gerekli dini ve itikadi bilgilerden bile yoksunken onların ellerine verilecek böyle bir havas bilgisi Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinin gereği ve amacı dışında zikredilmesine yol açacaktır. Onun için zikir yoluna gireceklerin bir mürşid-i kâmilin himayesine girmesi en doğru yoldur. Nefis tezkiye olmadıkça zikir, özellikle Esma-i Hüsna zikri ona yarardan ziyade zarar verecektir. Çünkü böyle bir kişi Allah’ın güzel isimlerine hep nefis hesabıyla bakacaktır. Bu da onu manevi olarak zarara sokacaktır. Hâlbuki Esma-i Hüsna zikrini çekmenin temel amacı Allah’ı övüp yüceltme veya O’nun güzel ahlakıyla ahlaklanmadır. O’nun rızası dışında her şey nefis hesabınadır. Allah’ın rızası dışında kendisine bir hedef çizen ve bu konuda Esma-i Hüsnadan umut bekleyen kişi ise yoldan çıkmıştır. Nefis ve şeytanlar onu aldatmıştır. Allah (c.c.) bu durumlara düşmekten bizleri korusun. Âmin. Evet, şu ayet-i kerime bu kişilere hitap etmektedir: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, ayet 180).”

Rabıta ve zikrin feyziyle kısa zamanda kalp ve letaif noktaları açılarak ilahi (kırmızı, sarı, beyaz, yeşil, siyah, bunların karışımı değişik tonlardaki renkli) nurlar görülebilir.

Biz ilk zamanlarımızda bu nurlara karşı çok meraklı idik. Tabii varlıklarını kitaplardan okurduk. Acaba gerçekten görebilecek miyiz, diye kendi kendimize söylenip dururduk. Bizden önce bu yola girenlere, ileri derecede zikir çekenlere bu ilahi nurları görüp görmediklerini sorardık. Onlar nedense konuşmak istemezler, Nakşibendiyye yolunda her şey gizlidir, sırlar söylenmez, kabilinden cevaplar verirlerdi. Dedikleri doğruydu. Bir insanın durduk yerde hallerini etrafa anlatması edebe aykırıdır. Tasavvuf ve tarikat yolu ise baştan sona edeptir. Bir de o kişinin gurura, ucuba düşmesine neden olabilir. Bu da telafisi mümkün olmayan büyük zararlar getirebilir. Ayrıca nazar tehlikesi de bunun cabasıdır. Allah her birimizi bu afatlardan korusun. Âmin.

Kuran-ı Kerim’de yüce Allah, pek çok yerde ‘böbürlenenleri’ ve ‘övünenleri’ sevmediğini beyan buyurmuşlardır (Hadid suresi 23, Lokman suresi 18, Nisa suresi 36, Kasas suresi 76, vb.)Tasavvuf ve tarikat yolu nefsi ezmek ve hiç etmek sanatıdır. Kişi bu yolda kendisinde çok az da olsa bir varlık gördüğü zaman anında manevi ilerlemesi durur, çeşitli sıkıntılar yaşamaya başlayabilir. Bu büyük tehlikelere karşın Allah’a sığınarak ve sadatlardan manevi himmet dileyerek insanların bu konulardaki meraklarını gidermek, onlara tavsiyelerimizin daha etkili olması için, ayrıca onları rabıta ve zikre teşvik etmek gayesiyle yaşadığımız tecrübelerden birazcık da olsa kısaca bahsetmek istiyoruz:

Gerçekten sultani zikirde tüm vücudun veya bazı organların hücreleri titreşimdeki cep telefonu misali akıl almaz bir hızla zikretmektedir.
Gerçekten kalp ve letaifler açıldığında bu noktalardan, daha doğrusu göğüsten, ibadetler sırasında (namaz ve zikir gibi) çok büyük hazlar alındığı gibi gözler kapalı olduğunda değişik renklerdeki nurlar da görülmektedir.

Gerçekten değişik renkteki nurlar görüldükten epey bir zaman sonra saydam bir nur halesi, daha doğrusu nur kalesi insanı kuşatmaktadır. Bu insanı şeytanlara karşı korumaktadır.

Böyle nimetleri kullarına bahşeden Rabbimize kelimeleri adedince şükürler, hamd u senalar olsun.

Sofiler rabıta ve zikirlerine dikkat ederlerse kısa zamanda bu söylediğimiz halleri yaşayacaklardır. Tabii tasavvuf ve tarikat yolunda bu halleri yaşamak önemli değildir. Bu konuda vesveselere düşmemek de gerekiyor. Çünkü insan bunlarla da imtihan edilebilir. İnsan bir ömürde bu halleri yaşamasa bile Allah’ın (c.c.) rızasına erebilir. Önemli olan da budur. Bu tür halleri yaşayan kişilerin de Allah’ın rızasına erdiğini düşünmek doğru değildir. Son nefeste imansız gitme tehlikesi peygamberler dışında herkes için geçerlidir. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s) de dediği gibi Allah (c.c.) ahrette bizleri yaşadığımız manevi hallerden sorguya çekmeyecektir. Önemli olan Allah’ın emir ve yasaklarını (şeriatı) yerine getirip Allah’ın rızasına ermedir. Rabıta ve zikirde amaç, Allah rızasıdır. Hal elde etmek değildir. Böyle bir isteğin kalpte olması bile bir fitnedir. İmtihan konusudur. Allah’ın rızası ile araya giren aşılmaz bir perdedir. Allah hepimizi bu tür afatlardan korusun. Âmin.

Özellikle rabıta sırasında insan nefsini çok ezmeli, kendini toprak misali yok bilip sadatlardan gelecek feyze ve nura talip olmalıdır. Aslında bu bütün ibadetlerde, hatta yaşamın her anında böyle olmalıdır. Onları rabıtada görmek istemek gibi bir duygu her şeyden önce bir edepsizliktir. Böylelerinin rabıtanın nuru ve feyzinden de bir nasipleri olmaz.

Allah fazl u ikramıyla bizlere son nefese kadar zikrini ve mürşid-i kâmile yapılan rabıtayı sevdirsin ve bizlere her daim rızasını nasip eylesin. Âmin. (Muhsin İyi)

**************************************************

MÜNACAT – 1

Âlemlerin Rabbi sensin Allah’ım,
Bana Hz. Âdem’in tövbesini ver.
Ey Vedud olan büyük Allah’ım,
Bana Hz. Nuh’un direncini ver.

Celalinden cemaline sığındım,
Allah’ım Sen’den Sana sığınırım.
Yalnız Seni sevdim Seni andım,
Bana Hz. İbrahim’in imanını ver.

Ey seven, sevindiren ve sevdiren,
Sevgi var et sonsuz hazinenden.
Ben Seni layıkıyla övemem,
Bana Hz. İsmail’in sevgisini ver.

Gönüllerin mutlak hâkimi Sen’sin.
Ben isteyen Sen ise verensin.
Her canlının zikrettiği Sen’sin,
Bana Hz. Yakub’un dirayetini ver.

Zatını hamd ile aciz olduğum,
Sana sığınıp Sana tutundum.
Yardan da serden geçemiyorum,
Bana Hz. Yusuf’un iffetini ver.

Açtım elim kovmazsın diye geldim,
Kanadı kırık bir kuş gibiyim.
Yarım bırakılmış düş gibiyim,
Bana Hz. Musa’nın celâletini ver.

Ey kalplerin ve gönüllerin sahibi,
Varlığım Senin varlığının şahidi.
Sonsuz sevgi selinle sevindir bizi,
Bana Hz. Harun’un sadakatini ver.

Kulluk edemedim lutfuna geldim,
Sen Rabbimsin diye Seni sevdim.
Ben isteyenim Sen ise verensin,
Bana Hz. Davud’un sadasını ver.

Aklımı hissimin elinde hor etme,
Yüreğimi derdim içinde kor etme,
İman etmeyi yüreğime zor etme,
Bana Hz. Süleyman’ın gayretini ver.

Kul kulca ister Sen ise verensin,
Yoğu var varı yok edensin,
Sen ki, ihtiyaçları giderensin,
Bana Hz. Eyyub’un sabrını ver.

Halim arzuhalim, duruşum duam.
Sensizsem neyim var Senle ne gam.
Ayırma beni yüce Kur’ân’dan
Bana Hz. Lokman’ın hikmetini ver.

Aklımı nefsimle rezil etme,
Hissimi şehvetle zelil etme,
Beni kötü nefsime kul etme,
Bana Hz. Zekeriyya’nın hizmetini ver.

Hesap gününde Kur’ân-ı şahit kıl.
Zora düşer Seninle olmayan akıl,
Bizi kitabına uyanlardan kıl.
Bana Hz. Yahya’nın şahadetini ver.

Hasetten, fesattan, kesattan uzak tut,
Nifaktan, fısktan, fücurdan uzak tut,
Şirkten, küfürden, müşrikten uzak tut,
Bana Hz. Meryem’in adanmışlığını ver.

Sen ki, Ehad’sın, Vâhid’sin, Samed’sin,
Sen hiçbir şeye muhtaç değilsin.
Sen teksin, birsin, sevindirensin,
Bana Hz. İsa’nın safiyetini ver.

İmtihan potasında erit bizi,
Sonsuz sevgi selinle sev bizi,
Sevdir, sevindir, mutlu et bizi,
Bana Hz. Muhammed’in muhabbetini ver.

Bilmediğimi bildir, görmediğimi göster.
Sen veresin kul ise kulca ister,
Cana can, kalbe ferman, derde derman ver,
Bana Hak Yolu’nun sevdasını ver.

Abdullah Yaşar Erdoğan


ESMA DERSLERİ 2 – “HÛ” VE AÇIKLAMASI

$
0
0

Resim1

{{(“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.)}}

KUR’AN DAN BAZI AYETLER;

1 – Fetelakka Ademü min Rabbihi kelimâtin fetâbe aleyh* inneHU HUvetTevvaburRahıym; (Bakara/37)

Âdem, Rabbinden (beynindeki Esmâ mertebesi boyutundan) gelen ilim ile -kelimeler- (yapmaması gerekeni fark edip, kendisinden açığa çıkan vehmine tâbi olma hatasını itiraf edip) tövbe etti. Tövbesi kabul edildi. Şüphesiz ki HÛ; O, tövbeyi kabul edip Rahıymiyeti ile bunun güzel sonuçlarını yaşatandır.

2 – Fein amenû Bi misli mâ amentüm BiHİ fekadihtedev* ve in tevellev feinnema hüm fiy şıkak* feseyekfiykehümüllahu ve HUves Semiy’ul ‘Aliym; (Bakara/137)

Eğer onlar da, sizin O’na iman ettiğiniz kapsamda iman ederlerse, hakikate giden yolu bulmuş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, parçalanmış ve dar kafalı olarak kalırlar. Onlara karşı Allâh sana yeterlidir! “HÛ”; Es Semi’dir, El Aliym’dir.

3 – Allâhu lâ ilâhe illâ HÛ* elHayy’ül Kayyûm.. (Bakara/255)

Allâh O, tanrı yoktur sadece HÛ! Hayy ve Kayyum (yegâne hayat olan ve her şeyi kendi isimlerinin anlamı ile ilminde oluşturan – devam ettiren)

4 – HUvelleziy yüsavviruküm fiyl erhami keyfe yeşa’* la ilâhe illâ HUvel Aziyz’ul Hakiym; (A. İmran/6)

Sizi rahimlerde (ana karnında – Rahıymiyetinde – varlığınızı oluşturan Esmâ mertebesinde) dilediği gibi şekillendiren (oluşturan – programlayan) “HÛ”dur! Tanrı yoktur sadece “HÛ”; Aziyz’dir, Hakiym’dir.

5 – ŞehidAllâhu enneHÛ lâ ilâhe illâ HUve, vel Melâiketü ve ulül ‘ılmi kaimen Bil kıst* lâ ilâhe illâ HUvel Aziyz’ül Hakiym; (A. İmran/18)

Allâh şehâdet eder, kendisidir “HÛ”; tanrı yoktur; sadece “HÛ”! Esmâsının kuvveleri olanlar (melâike) ve Ulül İlm de (ilim açığa çıkardığı mahaller) bu hakikatin Hak oluşuna şehâdet eder, Adl’i kaîm kılarlar. Tanrı yoktur, sadece “HÛ”; Aziyz, Hakiym’dir.

6 – Kul ya eyyühenNasü inniy Rasûlullahi ileyküm cemiy’anilleziy leHU mülküs Semavati vel Ard* lâ ilâhe illâ HUve yuhyiy ve yümiyt*(‘Araf/158)

De ki: “Ey insanlar… Kesinlikle ben hepinize gelmiş Allâh Rasûlü’yüm… Semâların ve arzın mülkü ‘HÛ’nundur! İlâh yoktur sadece ‘HÛ’! Diriltir, öldürür! Bu yüzden iman edin, Esmâ’sıyla nefsinizin dahi hakikati olan Allâh’a ve Ümmî Nebi olan O Rasûl’e ki O, Esmâ’sıyla nefsinin dahi hakikati olan Allâh’a ve O’nun bildirdiklerine iman eder. O’na tâbi olun ki hakikate erdirilesiniz.”

7 – Ve in cenehu lisselmi fecnah leha ve tevekkel alellah* inneHU HUves Semiy’ul ‘Aliym; (Enfal/61)

Eğer barışa yanaşırlar ise, sen de ona (barışa) yanaş! Allâh’a tevekkül et (Allâh’ı vekîl tut = El Vekiyl isminin kuvvesine yönel)! Çünkü O,Semi’’dir, Aliym’dir.

8 – HUve yuhyiy ve yümiytü ve ileyHİ turce’un; (Yunus/56)

“HÛ”! Diriltir ve öldürür! O’na rücu edeceksiniz (Hakikatinizin, Esmâ’sıyla yaratılmış olduğunu Hakk-el yakîn yaşayacaksınız)!

9 – Kalu eta’cebiyne min emrillâhi rahmetullahi ve berakâtühu aleykum ehlel beyt* inneHU Hamiydun Meciyd; (Hud/73)

Dediler ki: “Allâh’ın hükmüne mi şaşıyorsun? Allâh’ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir ey hane halkı! Muhakkak ki O, Hamiyd](EL HAMİYD… Açığa çıkardığı evrensel kemâlâtı “Veliyy” ismi kapsamında açığa çıkardığı âlem sûretlerince seyredip değerlendirendir! Hamd yalnızca kendisine aittir!)’dir, Meciyd’dir.”

10 – Ve inne Rabbeke HUve yahşüruhüm* inneHU Hakiymun Aliym; (Hicr/25)

(Babaları) dedi ki: “Daha önce kardeşini (Yusuf’u) size güvenip emanet ettiğim gibi (şimdi de) onu size güvenip emanet mi edeyim? Koruyucu olma itibarıyla Allâh en hayırlıdır! O, Erhamur Rahıymiyn’dir.”

11 – Kale Rabbiy ya’lemul kavle fiys Semai vel’ Ard* ve HUves Semiy’ul ‘Aliym; (Enbiya/4)

(Hz. Rasûlullâh): “Benim Rabbim semâda ve arzda konuşulanı bilir… O, Semi’dir, Aliym’dir” dedi.

12 – Ve lâ ted’u meAllâhi ilâhen âhar* lâ ilâhe illâ HU* küllü şey’in halikün illâ vecheHU, leHUl hükmü ve ileyHi türce’un; (Kasas/88)

Allâh yanı sıra tanrıya (dışsal güce) yönelme! Tanrı yoktur, sadece “HÛ”; Her şey (şey’iyeti itibarıyla) yoktur sadece O’nun vechi (mevcuttur)! Hüküm O’nundur… O’na (hakikatiniz olan Esmâ mertebesinin farkındalığına) döndürüleceksiniz!

13 – Lev eradAllâhu en yettehıze veleden lastafa mimma yahlüku ma yeşau, subhaneHU, HUvAllâhul Vâhid’ül Kahhâr; (Zümer/4)

Eğer Allâh bir çocuk edinme irade etseydi (olmasını kesin arzulasaydı), elbette yarattıklarından dilediğini süzüp seçerdi… Subhan’dır O! “HÛ” Allâh Vâhid, Kahhâr’dır!

14 – Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh* innAllâhe yağfiruzzünube cemiy’a* inneHU “HU”vel ĞafûrurRahıym; (Zümer/53)

De ki: “Ey nefslerinin hakkını vermede israf etmiş kullarım (benliğinin hakikatini yaşamak yerine ömrünü bedensellik yolunda harcamış olan)! Allâh Rahmetinden ümit kesmeyin! Muhakkak ki Allâh bütün suçları (tövbe edene) mağfiret eder… Muhakkak ki O, Ğafûr’dur, Rahıym’dir.”

15 – Fa’lem ennehu lâ ilâhe illAllâhu vestağfir li zenbike ve lil mu’miniyne vel mu’minat* vAllâhu ya’lemu mütekallebeküm ve mesvaküm; (Muhammed/19)

Gerçek buysa bil ki, Lâ ilâhe illAllâh (Tanrı yoktur; sadece Allâh); kendi zenbin (beşer yanının getirdiği perdelilikten kaynaklanan kusurlar), iman eden erkekler ve iman eden kadınlar için mağfiret dile (bağışlanmaları için Hakikati kavramalarına çalış)! Allâh dönüp dolaştığınız yeri (hâllerinizi) de, varıp sonsuz yaşayacağınız yeri de bilir!

16 – Yes’eluhu men fiysSemavati vel’Ard* külle yevmin HUve fiy şe’n; (Rahman/29)

Semâlarda ve arzda ne varsa O’ndan talep eder; “HÛ” her “AN” yeni iştedir!

17 – LeHU mülküsSemâvati vel’Ard* yuhyiy ve yumiyt* ve HUve ‘alâ külli şey’in Kadiyr; (Hadîd/2)

O’na aittir semâların ve arzın mülkü… Diriltir ve öldürür! O, her şeye Kaadir’dir.

18 – “HU”vel’Evvelu vel’Âhıru vezZâhiru velBâtın* ve HUve Bi kulli şey’in ‘Aliym; (Hadîd/3)

“HÛ”dur, Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın (“HÛ”dan gayrı olarak hiçbir şey yoktur)! O Bi-küllî şey’in (Esmâ’sıyla her şey’i yaratmış olan olarak) Aliym’dir (Bilen’dir şeylerin tamamını)!

19 – “HU”velleziy halekasSemâvati vel’Arda fiy sitteti eyyamin sümmesteva ‘alel’Arş* ya’lemu ma yelicu fiyl’Ardı ve ma yahrucu minha ve ma yenzilu minesSemâi ve ma ya’rucu fiyha* ve HUve me’akum eyne ma küntüm* vAllâhu Bima ta’melune Basıyr; (Hadîd/4)

O, semâları ve arzı altı süreçte yaratan, sonra da arşa istiva edendir! Arza gireni ve ondan çıkanı; semâdan inzâl olanı ve onun içinde urûc edeni bilir… Nerede olursanız O sizinle (hakikatinizin Esmâ ül Hüsnâ’sıyla varolması sonucu) beraberdir! (Mâiyet sırrına işaret). Allâh yaptıklarınızı (yaratan olarak) Basıyr’dir.

20 – Yuliculleyle fiynnehari ve yulicunnehare fiylleyl* ve HUve ‘Aliymun Bi zatissudur; (Hadîd/6)

Geceyi gündüze dönüştürür, gündüzü de geceye dönüştürür! O, sadırların zâtı olarak (içlerindekilerin Esmâ’sıyla hakikati olarak) Bilen’dir!

21 – “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* ‘Âlimulğaybi veşşehâdeti, “Hu”verRahmânurRahıym; (Haşr/22)

“HÛ” Allâh, tanrı yok, sadece “HÛ”! Gayb ve şehâdeti daimî bilendir! “HÛ”, Er Rahmân (tüm El Esmâ özelliklerini mündemiç olan) Er Rahıym’dir (tüm El Esmâ özelliklerini açığa çıkaran – o özelliklerle Efâl âlemini seyrinde yaşamakta olan).

22 – “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir* SubhânAllâhi ‘ammâ yüşrikûn; (Haşr/23)

“HÛ” Allâh, tanrı yok, sadece “HÛ”! Melik’tir (efâl, oluşlar âleminde mutlak hükmü yürüyen), Kuddûs’tür (yaratılmışlığa ve kevne ait nitelenmelerden, yaratılmış kavramlardan münezzeh), Selâm’dır (yaratılmışlarda yakîn ve kurb hâlini oluşturup mâiyet sırrını açığa çıkartan), Mu’min’dir (iman açığa çıkartarak hakikatini müşahedeye yönelten), Müheymin’dir (gözetip himaye eden, muhteşem azametini seyirde yaratılmışlığı kaldıran), Aziyz’dir (karşı konulması imkânsız olarak dilediğini yapan), Cebbâr’dır (iradesini zorunlu kabul ettiren), Mütekebbir’dir (Mutlak yegâne Kibriyâ {eniyeti} olan)! Allâh, onların ortak koştukları tanrı kavramlarından Subhan’dır!

23 – “HU”vAllâhul Hâlik’ul Bâri’ül Musavviru leHUl’ Esmâ’ül Hüsnâ* yüsebbihu leHÛ mâ fiysSemâvâti vel’Ard* Ve “HU”vel’Aziyz’ul Hakiym; (Haşr/24)

O Allâh, Hâlık (mutlak yaratan – Esmâ özelliklerini fiile dönüştüren), Bâri (her yarattığını, zaman ve özellik olarak tüme uyumlu tafsile getiren), Musavvir (sonsuz mânâ sûretlerini açığa çıkaran); Esmâ ül Hüsnâ O’na aittir! Semâlarda ne var ve arzda ne varsa Allâh’ı tespih (ortaya koydukları işlevle Esmâ özelliklerini açığa çıkararak kulluk etmeleri) içindir; “HÛ” Aziyz’dir, Hakiym’dir.

24 – Kul HUvAllâhu Ehad; (İhlas/1)

De ki: “HÛ Allâh EHAD’dır! (son – sınır kavramsız TEK’tir)”

25 – Ve lem yekün leHÛ küfüven ehad; (İhlas/4)

“O’na hiçbir küfuv (denk) olmadı! (hiçbir düşünülen O’na denk özellikler açığa çıkaramaz.)”

********************************************************

(S. KONEVİ’den)

Bilinmelidir ki hüviyet, ilâhlığın/ilâhiyyet sırrıdır. O celâl ve kemâl özelliğiyle yegâne ezeli mevcuttur.

Hüve/ O Allah’ın kullarını; De ki O/Hüve. (İhlas/1) ifadesiyle kendisine davet ettiği ilk kelimedir. Böylelikle sadece bu zamirle ifade tamamlanmıştır. Bunun ardından ise “Allah” demiştir.

“Allah” bütün harfleri ve vad’i hakikatleriyle zât-ı ahadiyete delâlet eden özel, kuşatıcı isimdir.

Bu isimde ki hüviyet sırrı, onun mürekkep harflerin hükümlerinden soyutlandıktan sonra zuhur etmesidir. Bunun nedeni bu isim “ağyar” dan tam anlamıyla mücerretliği ve eserlerin hakikatlerinden münezzehliğinin gücüdür. Her ne kadar “Hüve/O” he ve Vav harflerinden meydana gelmiş olsa bile bu isimde sabit harf “He” dir. Çünkü vav harfi, “Allah” kelimesinin sonunda düşmüştür. Ayrıca “Huma/O ikisi “ ve “hum/onlar” ifadesinde olduğu gibi ikilikte ve çoğulda bu harf düşer. Böylelikle He harfi, sıfatların silinmesi nispet ve izafelerin düşmesiyle “mutlak ahadiyet” e delâlet etmek üzere sabit kalmıştır.

Bilinmelidir ki Hüviyette ki “He” evvellik mertebesinin, ulûhiyette ise âhirlik mertebesinin sahibidir. Binaenaleyh bu harfin hüviyette bir başlangıcı, Ulûhiyette ise bir nihayeti vardır. Bu durum pek çok sırlara ve değerli manâlara işaret eder.

Bunlardan ikisi, hüviyetin manâlarından ehl-ikeşf in kalplerine yayılan “reca” kokularıdır. Şöyle ki; Varlığın merkezi, devridir. Böylelikle nihayet bidayetin aynıdır. Aynı zamanda rahmet her şeyden önce geldiği gibi, her şeyin dönüşü de O’nadır.

Bu önemli sır ve bilgilerden biri de, hüviyetin celâli ve O’nun bütün isimlere üstünlüğüdür. Şöyle ki; Zat’a ait “Hüviyet” zamirinden ibaret olan “He/O” nin aslı, merfuluktur. Bu durum mutlak üstünlüğün kemâlinin kendisi nedeniyle kendisine ait olmasına işaret eder.

Bir harfin mecrur ve mansub olması ise, İrab harekelerini kabul edişi cihetinden ortaya çıkmıştır. Bu ise bu harfin bütün sıfatları, hükümleri, na’tları, nispetleri, izafeleri, lâzımları, layıkları, arazları içerdiğine işaret etmektedir.

Hüviyetin üstünlüğünün gücü –Ki üstünlük hüviyetin aslıdır- Vav harfini istilzam etmiştir. Çünkü vav harfi, zammenin kardeşidir ve çoğul zamiri vav harfine nispet edilmiştir. Bunun yanı sıra vav harfi mahreç mertebelerinde harflerin özelliklerini içerme ve ihata etme özelliğine sahiptir. Vav, He nin bâtını, harekesi de onun harekesinin aksidir. Bunun yanı sıra her iki harf te “devri” dir. Çünkü “He” nin harekesi ve mahreci ehl-i keşf’e göre kalbin yakınında göğsün bâtınındandır. Nefes onunla/he uzar ve bütün harflerin mahreçlerine uğrayıp iki dudağın zahirine ulaşır.

Bunun ardından nefes ihâta edici ve kuşatıcı dönüşünde bütün harflerin hükümleriyle boyanmış olarak, adeta şimşek hızıyla kendisinden ortaya çıktığı asla geri döner. “Vav” ın harekesi ise “He” nin harekesinin zıddıdır. Çünkü vav iki dudak arasından ortaya çıkar sonra göğe doğru uzanır. Böylelikle vav da daha önce belirtildiği gibi bütün harflerin mahreçlerine uğrar. Bunun ardından ise kendisinden ortaya çıktığı iki dudağa geri döner.
Binaenaleyh He nin hareketi, gayb âleminden şahadet alemine doğrudur. Çünkü onun zatı başlangıç/mebde mertebesinden olmasını gerektirir. Buna karşın vav ın hareketi ise şahadet âleminden gayb âlemine doğrudur.

Buna göre her iki harfte, harflerin varlıklarının hakikatlerini çıkışta ve girişte kaynak ve varış mertebelerini de içerir ve kapsar. Her iki harfte hem hakikat ve hem de mânâ olarak birbirlerine intibak eder. Bunların arasında ki uyum bir dairenin başlangıcının son una uyumlu olmasına benzer. Her iki harfte bütün mukaddes ve ruhani harflerin hakikatlerini kendilerinde toplarlar. Söz konusu harfler ilahi isimlerin maddeleridir. Bu harflerin bir kısmı –farklı konumlarına göre- diğer bir kısmı ile birleştiğinde, bunların birleşmesi ve bir araya gelmesinin eserlerinden ruhanî ilim sahipleri için bir takım tasarruflar meydana gelir. Bu tasarruflar cismanî, rûhani, melekûti, süfli, ve ulvi âlemlerdedir.

İnsan nefesinin zahiri telaffuz edilen bütün harflerin maddesi olduğu gibi aynı şekilde Nefes-i Rahman’ın zahiri de bütün varlık harflerinin maddesidir. Varlık söz konusu Nefes-i Rahman ile ayakta durur/kaim, O her şeyi ayakta tutar/Kayyûm. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur O kendisiyle beraber başka birinin var olmasından yücedir ve hüküm sahibidir. (A. İmran/6)

Cüneyd-i Bağdadî den şöyle bir olay rivayet edilmiştir. Birisi Cüneyd’in huzurunda hapşırmış, ardından da El-Hamdülillâh/Allah’a hamd olsun demiş. Bunun üzerine Cüneyd adama; “Hakkın söylediği gibi “hamd âlemlerin Rabbi’ne mahsustur/ El Hamdülillâhi Rabbil âlemin de” demiş.

Adam şöyle karşılık vermiş; “Âlem nedir ki Allah ile birlikte zikredilsin”

Cüneyd şöyle cevap vermiştir; “Şimdi öyle söyle, çünkü yaratılmış kadime bitiştiğinde, yaratılmıştan geriye bir şey kalmaz.”

Buna göre birinci ifade Allah’a fani olup, çokluğun perdelerini görmeyen ve de “izzet” çölünde kendinden geçmiş kimsenin makamıdır.

İkinci ifade ise (Cüneyd’in sözü) Tahkik sahibi Kâmilin makamıdır. Bu makam” fena”da yedi mertebenin tavırlarını/etvarü-l meratisi-s seb’a aşıp ezeli ve ebedi olarak; “Her şey yok olucudur, ancak O’nun vechi bâkidir. (kasas/88) ifadesinin hakikatini hakka-l yakîn idrak etmenin ardından Hakkın bekâ” sı ile bâki kalan kimsenin makamıdır. Çünkü insan başlangıçta “zikre değer bir şey” (İnsan/1) ve gerçekte/nefsü-l emir bir varlığa sahip değildi ki o varlıktan “fani” olsun. Aksine faninin varlığı vehim ve hayal mahsulüdür. Binaenaleyh kişi işin gerçeğini keşf edip şunu müşahede ettiği için hayal ortadan kalkmıştır. Her halükarda “fani”, bâki olan ise “bâki” olmaya devam eder.

Bu durumda insan hakkın lisanı ile “Hamd âlemlerin rabbi Allah içindir” der. Bu ifade (her şeyi kendinde) içeren ve kemâl özelliğinde ki hakikatin varlık mertebelerine seyredişini dile getirir.

Allah hidayet edendir. (S. KONEVİ/Esma-i hüsna şerhi)

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

(AHMED HULUSİ) den

“HÛ’vAllahulleziy la ilahe illâ HÛ”! İster vahiy yollu gelsin, ister bilinç yollu üzerine eğilinsin, algılanan her “şey”in hakikatinin derûnu… Öylesine ki; Ekberiyet tecellisi sonucu önce “haşyeti”, sonucu olarak da “hiç”liği yaşatır ve bu yüzden de O’nun hakikatine erişilemez! “Basîretler ona ulaşmaz!” Mutlak bilinmezliğe ve kavranılmazlığa işaret ismidir! Nitekim “ALLÂH” dâhil tüm isimler ““ya bağlı geçer Kurân’da!

“HU ALLAHu EHAD”,

“HU’ver Rahmanur Rahıym”,

“Hu’vel’Evvelu vel’Ahıru vez’Zahiru vel’Batın”,

“HU’vel Aliyyül Azıym”,

“HU’ves Semiy’ul Basıyr” ve Haşr Sûresi’nin son üç âyeti gibi!

Bu arada şunu da bir diğer okunuş şekli itibarıyla fark ederiz ki, isimlerin öncesindeki “HÛ” ismi işaretiyle önce tenzih vurgulaması yapılır, sonra da söz edilen isimlerle teşbihe işaret edilir. Bu da hiçbir zaman gözden kaçırılmaması gereken bir işarettir.

“Külle yevmin Huve fi şe’n” (55/29) ayetinde, dikkat ederseniz “HÛ” ismi var.. “ALLAH” ismi geçmiyor! “” ismi, cüz’ün özündeki Teklik boyutu değil mi? İşte O, Teklik boyutu, her an cüz’lerdeki tasarrufu oluşturmakta. Oluşumun kaynağı O!

“HÛ” nun mânâsı; Çokluk görüntüsünün ardındaki, Öz’deki Teklik boyutudur.

İşte Arapçadaki “” kelimesi, varlığın özündeki bir boyutsal öteliğe işaret eder; niteliksiz ve niceliksiz bir yolla!

Sayısız “nokta”ların Hâlik”i olup; “nokta”lar indinde “nükte” olan ““!?

İlminde “nokta”dan yarattıklarını, hayal hammaddesiyle var kılan “HÛ”!?

Ve bütün bunlardan “GANΔ olana işaret eden, “HÛ”!

Soru: Şehâdet, “HÛ”ya bağlanırsa, o şehâdetin izahı yapılabilir mi? Şayet yapılamaz ise Allah nasıl şehâdet eder?

Cevap: Şehâdet kesrete ait bir kavramdır. Kesret sûretlerinden şehâdet etmektedir. “Atan bendim” deki gibi… “” ya yapılmayan şehâdetle tenzihiyet olmaz.

Soru: “Abduhû ve Rasûluhu”, yani Abdullah ve Rasûlullah dediğimizde,

” isminin kulu ve Rasûlü olmakla Allah isminin kulu ve Rasûlü olmak arasındaki anlam farkı nedir?

Cevap: Birisi Allah’ı Hüviyetinde bulmayı anlatır. Öteki, Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olmayı. “HU” kelimesi, Kurân’da, sabit tek bir mertebeye değil, içinde geçtiği konunun mahiyetine göre, değişik mertebelere işaret eder.

Âyet sonundaki bu tanımlama daima “” denerek Allah adıyla işaret edilenin tenzih yönüne; Esmâ adıyla da teşbih yönüne işaret ederek OKU’yanda tevhid bakışını oluşturmak amacını gütmektedir Allahu âlem. “” dan sonraki, pek çok âyette geçtiği üzere Türkçedeki noktalı virgül anlamındadır, bize göre.

Mutlak Zât’a işâret. : ismi, hüviyeti Zât’a işaret eden isimdir ki birçok yerde önce “” denerek hüviyeti Zât’ın âlemlerden ve tüm mânâlarla kayıtlanmaktan berî olduğu vurgulanır, sonra O’nda açığa çıkan bir özelliğe işaret eden isim belirtilir, sözü edilen konuya bağlı olarak.

“Hû” İsmiyle İşaret Edilip, Fark Edilmesi Gereken Gerçek.

Arapça’daki “HÛ” kelimesi, varlığın özündeki bir boyutsal öteliğe işaret eder; niteliksiz ve niceliksiz bir yolla!

“HÛ”nun mânâsı; “çokluk” görüntüsünün ardındaki, Öz’de¬ki Teklik boyutudur. Hatta… “HÛ” ismi, “Nokta”nın var olduğu Ahadiyete işaret eden isimdir!

” ismi, cüzün özündeki Teklik boyutu değil mi?..

İşte O, Teklik boyutu, her an birimlerdeki tasarrufu oluşturmakta… Oluşumun kaynağı O!..

Yani, şu parmağımın ucundaki hayatiyet ve canlılık, koldan gelen damarların getirdiği enerji ve kan ile kaîm!.. Bu parmağın hareketini, bu hareketi, koldan gelen hareket simgesinin netice¬si oluşturuyor. “HÛ” kelimesinin mânâsı bir anlamıyla “O” demektir!.. Bir diğer anlamıyla da “Zât’ın hüviyetine” işaret eder.

Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, “zâhir” kelimesi kapsamına girer… “Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey!

Bunların, sana göre tümü, “O”dur!.. Yani, bunların hepsi de -ki bu çokluk kavramı sana göredir- “O” dediğin varlıktır! Yani, “HÛ”!.. Düşünmeye çalışalım…

“Ben” dediğimiz özümüzü fark etmeye çalışalım… Maddenin özüne yönelip “zoom”lama yapalım…

Molekül-atom-nötron-nötrino-kuark-kuanta boyutlarına inip, düşünebildiğimiz her şeyi parçacık-dalga boyutunda hissetmeye zorlayalım kendimizi…

İşte bu yaptığımız, bir boyutsal “zoom”lama veya “Mi’râc”tır! Şunu fark edelim ki;

Bize göre sonsuz olan evren, bir anda, “nokta”dan var olmuş bir açı, “<”! Sonsuzluk düzleminde, bir noktadan meydana gelmiş bir “<” -açı-! “Evren” kelimesiyle ya da “evren içre evrenler” tanımla¬masıyla anlattığımız her şey bu açıda –“<”- yer almakta!.. Bu “<” açı ve dayandığı “nokta” ise, anlarından bir andaki yaratışı “” ismiyle işaret edilenin!..

Sayısız “an”lardaki, sayısız “nokta”lardan, yalnızca bir “an”daki bir “nokta”dan yaratılmış “evren içre evrenler”den birindeyiz!..

“İnsan-ı Kâmil” ya da “Hakikat-i Muhammedî” isim-leriyle işaret edilen ise o “nokta”dan var olan varlık! “NOKTA” ise bir “nükte”!.. Sayısız “nokta”ların Hâlık’ı olup; “nokta”lar, indînde, “nükte” olan “” adıyla işaret edilen!.. İlminde, “nokta”dan yani heyulâdan yarattıklarını, hayal hammaddesiyle var kılan “”!.. Ve bütün bunlardan “ĞANİYY” olana işaret eden, “”!.. İşte “” ismiyle işaret edilip, müslümanların fark etmesi istenen Hakikat!.. …….

HU” ismi Allah’ın, tenzih itibariyle Ahadiyetin Gaybına işaret ederken teşbih itibariyle de arzda(bedende) açığa çıkmış “Halife”ye işarettir. (Ahmed Hulusi)

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

“H Ü V E”

B i s m i l l a h i r r a h m a n i r r a h i m

İlâhî kudretin bu dünyada bilinen isimleri olduğu gibi bilmediğimiz nice âlemlerde ve ilâhî âlemde de tatbikata konulmamış, zuhur bulmamış nice isimlerinin olduğu hakikattir. Gerçekte bütün isimlerin Rabbimizin zatına ait olduğu aşikârdır. Kudret-i ilâhîyenin zatiyyetini işaret eden isimlerin bilinmesi mümkün olmadığından Rabbimiz bir lütuf yaparak isimden münezzeh bir nokta olan Hüve zamirini işaret buyurmuşlardır.

Gerek bu dünyada gerekse ilâhî âlemlerde hangi isimlerin fiili icrada olduğunu bilemiyoruz. Zuhur yapmış ve yapmamış namütenahi isimlerin sahibi olan Hüve’yi hiçbir isim tam olarak tarif ve tavsif edemeyeceğinden, zatiyyet-i ilâhîye Hüve’yi işaret buyurmuşlardır.

Hüve zâttır, nübüvvet Allah ismine bağlıdır; velâyet ise Hüve’ye bağlıdır. Hz. Muhammed (s.a.v) Hatemen Nübüvvet olarak Hüve’yi daima hususiye de tutarak Allah ismini zikretmiştir.

Sevgili Efendimiz Kur’an-ı Kerîm’de pek çok yerde Hüve zamirini belirterek Hüve’nin hususiyetleri ile ilgili bilgiler vermiştir. Kur’an’da Hüve kendini zamir olarak hususiye de tutmuştur. Yani Hüve zamirdir, ondaki hakikat ise zâtîyeti ilâhîyedir.

Hüve’nin tam tatbikat ismi Allah ismidir. Hatmül Velâyet ise, velâyet icabı Hüve’yi zikreder. Peygamber Efendimiz Hatmül Velayet sırrı ile lütfetmiş olduğu Hüve sırrının Allah’ın arzuyu ilâhîsi ile zamanı geldiğinde açılacağını işaret etmişlerdir. Hüve’nin dünyada velâyet sırrı ile tatbikatta olduğu bilinmektedir. Hüve noktası yanlışı reddetmez; doğrultur, düzeltir; ondaki rahmeti görür; yanlıştan doğruyu çıkartır.

Vacib ul-Vücûd kelimesinin Hüve anlamında yazıldığını görmekteyiz. Ancak Vacib ul-Vücud bir isimdir. Hüve isim değildir. Hüve, İsimlerden münezzeh olarak Allah’ın zatiyyet-i hüviyetini işaret eder. Hüve’nin göründüğü gönül noktası olarak Hz. Muhammed (s.a.v) in verdiği bir karar Allah ismi tarafından tatbikata koyulmaktadır. Ancak, Allah ismine itiraz edenlere bir mühlet verilmektedir. Hüve’nin göründüğü risalet noktasına itirazı ise Allah ismi kabul etmemektedir. Kur’an’ın anlatımı ile bütün peygamberlere yapılan itirazlar Hüve’ye itiraz şeklinde sayıldığı için makbul tutulmamıştır.

Nitekim kendisine itiraz eden hanımını Lût Peygamber bağışlanmasını istemesine rağmen Allah onu bağışlamadı ve helâk olanlardan oldu. Çünkü o itiraz Hüve’ye karşı yapılmıştı. Yine Nuh Peygamberin oğlu da babasına itiraz etmişti. Babasının oğlu için Allah’tan bağışlanma istemesine rağmen Allah kabul etmedi. Çünkü o itirazın aslında Hüve’ye yapıldığı görülmektedir.

Maide sûresi 78. âyetinde,

“Lü’ınelleziyne keferu min beniy israiyle alâ lisani davude ve ıysebni meryeme zalike bima asav ve kanu ya’tedune.”

“Benî İsrail’den küfre düşenler Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın lisanı üzere lânetlenmişlerdir. İsyan ettikleri ve saldırgan oldukları için böyledir.” buyrulmaktadır.

Haşr sûresi 22-24. âyetlerinde,

“Hüvallahülleziy lâ ilahe illa hu alimü’l ğaybi ve’ş şehadeh hüve’r rahmanü’r rahıym hüvallahülleziy lâ ilahe illa hu el melikü’l kuddüsü’s selamü’l mü’minü’l müheyminü’l aziyzü’l cebbarü’l mütekebbir sübhanallahi ‘amma yüşrikun hüvallahü’l haliku’l bariyü’l müsavvirü lehü’l esmaü’l husna yüsebbihu lehu ma fiy’s semavati ve’l ard ve hüve’l aziyzü’l hakiym”

“Hüve’dir Allah ki Hüve’den başka ilah yoktur alimidir gaybın ve şahid olunanın Hü ve’dir er Rahman er Rahim ‘Hüve’dir. Allah ki Hüve’den başka ilah yoktur. El Melik’tir, El Kuddüs’tür, Es Selam’dır, El Mümin’dir, El Müheymin’dir, El Aziz’dir, El Cebbar’dır, El Mütekebbir’dir. Sübhandır. Allah Şirk koştuklarından. Hüve’dir Allah, el Halik’tir, el Barî’dir, el Müsavvir’dir. Hû’nundur esmaül hüsna. Tesbih eder Hû’yu semavatta ve arzda olanlar. Ve ‘Hüve’dir el Aziz, El Hakim…” buyrulmaktadır.

Hadis: Resûlullah (s.a.v) seferden dönerken, uğradığı her tümsekte üç kere tekbir getirir, arkadan da: “Lâ ilahe illallahu vahdehu la şerike leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir.

(Allah’tan başka ilah yoktur. Hû tekdir, ortağı yoktur, mülk Hû’nundur, hamd Hû’yadır. Hüve her şeye kadirdir) dönüyoruz, tevbe ediyoruz, kulluk ediyoruz, secde ediyoruz, Rabbimize hamd ediyoruz.

Allah va’dinde sadık oldu, kuluna yardım etti. (Hendek Harbi’nde) müttefik orduları tek başına helâk etti” buyururdu. (İbnu Ömer Kütübü Sitte Hadis No: 1834)

Hicr sûresi 25. âyetinde,

“Ve inne rabbeke hüve yahşürühüm innehu hakiymün aliym”

“Ve muhakkak ki Rabb’in ‘Hüve’ onları haşreder ve muhakkkak Hû Hakîm’dir. Alîm’dir.”

Al-i İmrân sûresi 18. âyetinde,

“Şehidallahü ennehu la ilâhe illâ hüve velmelaiketü ve ülül’ılmi kaimen bilkıstı la ilâhe illâ hüvelaziyzülhakiymü”

“Şehadet eder Allah illâ ‘Hüve’den başka bir ilâh olmadığına ve melekler ve kıst (adalet) ile kaim olan ilim sahipleri de. İllâ ‘el Aziz’, ‘el Hakîm’ ‘Hüve’den başka ilâh yoktur.”

Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdular ki: “Duaların en faziletlisi arefe günü yapılan duadır. Ben ve benden önceki peygamberlerin söyledikleri en faziletli söz, ‘lâ ilahe illallahu vahdehu la şerike leh lehü’l’mülkü ve lehü’l-hamdü ve Hüve ala külli şey’in kadir. (Allah’tan başka ilah yoktur, Hû tektir, Hû’nun ortağı yoktur, mülk Hû’nundur, hamd Hû’ya aittir. “Hû” her şeye kadirdir) sözüdür.” (Amr İbnu Şuayb an Ebihi an Ceddihi Kütübü Sitte Hadis No:1863)

Bakara sûresi 255. âyetinde,

“Allahü la ilâhe illâ hüve’l hayyül kayyum”

“Allah… ‘El Hayy’, ‘el Kayyum’ ‘Hüve’den başka ilâh yoktur.” buyrulmaktadır.

Resûlullah’a (s.a.v), “Kur’an-ı Kerim’deki en büyük âyet hangisidir?” diye sorulduğunda şöyle cevap verdi:” “Allahü lâ ilâhe illa hüvel hayyül kayyum/ Allah el-Hayy”el-Kayyum” “Hüve’den başka ilâh yoktur. (Ebu Davud)

Hiçbir isim O’nu tam olarak ifade edemez. Nitekim ilâhî yaratıcıyı çeşitli isimlerle ilâh edinmişlerdir. Hüve kendisinin hiçbir isimle tahdit edilemeyeceğini böylece bildirmektedir. (ELL HACC HÜSEYİN VEDAD)

*******************************************************************

“Hu”

Hu”, Allah’a kavuşmak, maksada ulaşmaktır. Hu; İsm-i A’zâm’dır, Altı Esma’nın tercümanıdır. Evliyanın kalp gözünü açan Hu’ dur.

Hu” demek; “ben Sen’ den geldim, Sen gönderdin, yine Sana döneceğim”, “Allah’a kavuşmak” demektir. Hu, sana kavuşacağım. Hu, hedefe kavuşmaktır…..

Hu esması bir ateştir; bir aşktır; bir deryadır.”

Bu açıklamamızdan sonra “Hu” esmasının bir özelliğini daha değinelim. “Hu” esmasını okurken çok dikkatli olmak lâzımdır. Eğer usulünce okunursa insanın içini yakıverir. Çünkü o, bir ateştir. O halde nasıl okumalıyız? Ağız açık olmalı, dilin ucu üst dişlerin dibine yapışıp göbekten “Hu” diye okunmalıdır….

Allah sevgisinin bir zerresi, her kimin gönlüne düştüyse o bütün vücûdu istilâ ve işgal eder. Zira aşk kelimesi, bize Selçuklular zamanında Farsçadan gelmiştir. Fars kökenli olan bu kelime, Farsça ‘da “Işk” olup “Sarmaşık bitkisi” demektir. “Sarmaşık bitkisini diktiğin zaman o binayı nasıl çok kısa zamanda kuşatıp kapsarsa aşkın bir zerresi de insan denilen âbide-i ilâhîyenin gönlüne düşünce bütün vücûdu yakar tutuşturur.

Usûlüne riâyet ederek kalbin üstüne okunan “Hu” ismi, dervişe çok büyük aşk ve muhabbet temîn eder; yanıklık verir. Böylece derviş kesretten vahdete iner ve gönlü yanar. Çünkü “Hu” mazhar-ı külldür. O heptir. Allah nedir? Allahu Allah, Allah külldür. “Allahu halûku külli şeyin” dir. Hu esmasına devam etmekle bunun zevki nereye varır? Bunu da yine Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin dörtlüğüyle ifâde edelim:

Üçüncü Hüvallah dersin okur

Garip bülbül gibi durmayıp şakır

Kendi vücûdunda bula gör Hakk’ı

Erişir canına feyz-i Hûda’nın

Aşkın bir zerresi, bir anda hücreleri tutuşturuverir. Onun için Selçuklular, ışk olarak aldıkları kelimenin telaffuzunu daha da güçlendirmişler ve aşk demişler. Aşkın Arapçası muhabbettir. Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Allah onları sevdi; onlar da Allah’ı sevdi.“(Maide Suresi Ayet 54)

“İmân edenlerin Allah’a sevgileri, muhabbetleri çok şiddetlidir.” (Bakara Suresi Ayet 165) buyrulur.

Bu gerçeği, Niyâzî Mısrî Hazretleri şu güzel sözleriyle ifade etmiştir:

Gir sema’a zikr ile gel yane yane Hu deyu

Er sefâ-yı aşk-ı Hakk’a yane yane Hu deyu

Hep erenler Hu ile kaldırdılar can perdesin

Açtılar gözlerin andan yane yane Hu deyu

Gördüler Hu kaplamış hep on sekiz bin âlemi

Feyz alırlar cümle Hu’dan yane yane Hu deyu

Zât-ı Hakk’ı buldular buluştular bu Hu ile

Dost göründü her taraftan yane yane Hu deyu

Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar

Kuntu kenzin haznesinden yane yane Hu deyu

(Niyazi Mısri) (AHMED-İ DEVRAN KARSEVİ)

**********************************************************

(DÜCANE CÜNDİOĞLU) dan.

“HU” ESMASI HAKKINDA

Sûfi dervişler niçin Hû diye diye zikredip dururlar? Zikir meclislerinin vird-i zebanı niçin hep Hûdur?

Bil ki bu, uzun bir zaman boyunca ve herhangi bir surette dile gel(e)memiş bir sorunun ifadesidir. Öyle ki sorunun makam-ı hakikîsi, çoğunluk tarafından fark da, zikr de edilmemiştir.
Fark edilseydi, acaba önümüzde sadece lafzen değil, mânen de zikredilip hatırlandığını gösterir alâmetler bulunmaz mıydı?

Demek ki sorulmamış bir soru var elimizde; kıymetini bilmemiz, şefkatle üzerine katlanmamız gereken bir soru. Özenle sorulmalı bu yüzden. O denli özen gösterilmeli ki hayreti mucib olmalı, şaşkınlığa yol açmalı, aramızdan şaşakalanlar çıkarsa şayet, onları hâllerine terk etmeli de şaşkınlığın tevlid ettiği şevk-i tefahhus (curiosité) zail olmadan hemen yaklaşmalı soruyu dile getiren yârin diline. VE dahi cevabını bulmak için değil, aramak için, evet sırf aramak için, ilk kez olsun, bir kez olsun dile gelmiş, diliyle gelmiş şu sevgiliye merhaba demekten kaçınmamalı.

Hû’nun anlamının, nicedir mahcub (perdeler arkasında) bulunmasından ötürü fark edilmediği ve bu gerekçeyle üzerindeki perdenin kaldırılmaya çalışıldığı mı söylenmek isteniyor?

Hayır! Bilâkis Hû, o kadar açıkta, o kadar açıklıkta ki, üzerinde o denli parlak ışık huzmeleri var ki öylesine bildik lâfızlardan sayılıyor ki görüldüğü, bilindiği ve dahi tanındığı için kimse tarafından fark edilmeksizin hâline bırakılıyor.

Hû’nun gizlenmek için açığa çıktığı unutulduğundan, Hûnun açıklanmaya, açık kılınmaya ihtiyacı olduğu asla ama asla düşünülmüyor. Her daim telâffuz ediliyor ve lâkin telâffuz edilen her defasında kavranılmadan kalıyor. Herhangi bir sorunun konusu kılınamamış olması da bu yüzden.

Sorarsak her hâlde şöyle bir cevap alacağız: Hû, Arapça’da üçüncü tekil şahıs zamiri ‘o’ karşılığında kullanılan hüvenin kısaltılmışıdır ve ‘Allah’ demektir. Dervişler de hû çekmek suretiyle Allah Teâlâ’yı zikretmiş, böylelikle O’nu anmış olurlar. Binaenaleyh arada pek bir fark yoktur.

Bu cevapla yetinilmeyip ismi var iken niçin bir zamir aracılığıyla Allah Teâlâ’nın anıldığı sorulur da biraz daha tafsilât istenirse, muhtemelen şöyle bir açıklamayla karşılaşılacaktır:

Arapça da biz gibi çoğul zamirler nasıl tâzim ve tekrim (ululamak) için kullanılırsa, gaib’e (uzağa) işaret eden zamirler de aynı maksatla kullanılır. İsm-i zat olan Allah adı yerine, bu ismin yerini tutan O (hüve) zamiri tazim ve tekrim maksadıyla kullanılır, vs.

Hû (hüve), esma-i hüsnâ listeleri arasında yer almıyor; zira hüve —zahire nazaran— bir isim değil, aksine zamir, üstelik zamir-i gaib! Acaba “Hayy’dan gelen Hû’ya gider” deyişinde geçen Hû, tıpkı “Allah’tan geldik, dönüşümüz yine O’nadır” kavl-i keriminde olduğu gibi zamir olarak mı kullanılıyor?

Cevap vermekte acele etmeyelim de biraz daha düşünelim. Meselâ “Edeb yâ Hû!” ifadesinde geçen ve zahirde “üçüncü tekil şahıs zamiri” olarak kullanıldığı sanılan Hû’ya nasıl olup da nida edatı olan yâ (=ey) ile hitap edilebiliyor? “Ey sen!” denildiği gibi, burada da “Ey O!” deniliyor olabilir mi? Türkçe de kaba bir ifade biçimine bürünmüş olan “Yok yahu!” tabirindeki Hû da sanırım bu kullanımların yanına yerleştirilebilecek bir haysiyette değil.

Soruyu belirgin kılmak için konunun etrafında dolanmayı sürdürelim ve soralım:

Dervişler “Hû, Hû” diye zikrederlerken, hakikaten gayba veya gaibe işaret ediyor olabilirler mi? Eğer böyle ise, cevap verilmeli değil mi, aynı zamanda bu dervişler niçin Hû’yu karşılarına almaktan kaçınmayıp kendilerini bile bile “yâ Hû” diye seslenen münadiler hâline getiriyorlar?

* * *

Son bir değini: İhlâs Suresi Kul hüve Allahu ehad… diye başlıyor ve meâl sahiplerinin çoğunluğu bu ifadeyi, “De ki: O Allah birdir” şeklinde Türkçeleştiriyorlar. “O Allah” terkibinde geçen ‘o’ zamirinin istikameti, ne gariptir, tıpkı ‘Bu kitap’ veya ‘Şu kalem’ terkiplerindeki işaret zamirlerinin kullanımında olduğu gibi kendisinden sonra gelen sözcüğe (Allah lafzına) doğru. Oysa mezkûr surede geçen hüve (o), işaret zamiri değil, şahıs zamiri. Şahıs zamirleri ise, işaret zamirlerinin aksine kendilerinden önce geçen isimlerin yerini tutarlar.

Bu durumda, nasıl oluyor da zahiren şahıs zamiri durumunda olan hüveye (=o), hiç düşünmeden “Bu Allah”, “Şu Allah” gibi işaret zamiri mânâsı verilebiliyor da “O Allah” deniliyor.

Cevabı bilmiyoruz, zira soruyu bilmiyoruz. Soruyu öğrenmeye başladık, belki bir gün cevabı da öğrenebiliriz! Ne diyelim, nasib yâ Hû! Yani, sadece edebimizi değil, nasibimizi de artır yâ Hû!

Akl-ı kasırhanemizce nasib edeb’e tekaddüm eder göründüğünden, o halde bize önce nasib, sonra edeb ihsan eyle yâ Hû! Kime yalvaralım, hâlimizi kime arz edelim; burada senden başkası yok ki yâ Hû!

* * *

Tekrarlamak zorundayız: Uzun bir zaman boyunca ve hiçbir surette sorulmamış bir soru var elimizde. Hû’nun anlamını bilmediğimiz kesin. Anlamını idrak etmediğimiz, edemediğimiz bir şeyin ehemmiyetini nasıl idrak edebiliriz? Elbette edemeyiz.

Demek ki biz Hû’nun sadece anlamından değil, ehemmiyetinden de haberdar değiliz.

Soru cevaptan önce gelir. Sorulmamış bir sorunun cevabı olabilir mi? Olamaz. Demek ki önce cevapsız bir soruyu dile getirmek, yani önce sorunun konusunu fark etmek zorundayız.

Hû sorusu, uzun bir zaman boyunca ve hiçbir surette sorulmamış bir sorudur. Bu hususa işaret edildi. Hû fark edilseydi, muhakkak ki zaman içinde herhangi bir sorunun konusu haline gelmiş de olurdu. Olmadı. Sorunun konusunun ortada olmadığı söylenemez; zira Hû hep ortadaydı, O her yerdeydi ki hâlâ da öyledir.

Hüvenin hüviyeti fark edilmediği içindir ki bir türlü soru konusu olamadı. Hû hiç dile gelmedi, denemez, dile geldi; fark edilmeden dile geldi ve zaten bu nedenle bir sorunun konusu olamadı. O hâlde denebilecek olan şudur: Hû fark edilmeksizin ve tabiatıyla soru suretine bürünmeksizin dile geldi.

* * *

Şimdi Hû’dan bahs edeceğiz, yani onu bahsimize mevzû kılacağız. Bahs, lügatte, bir şeyi aramak maksadıyla toprağı eşelemek, kazmak demek olduğundan, biz de Hûnun toprağını eşeleyecek, özünün, etrafındaki curufâttan ayrılmasını sağlayacağız. Bahsimizi birlikte gerçekleştirdiğimizden Hû’yu sadece bahsin değil, isteşlik bildiren mübahasenin de mevzûu (konusu) haline getireceğiz. Aradığımızı bulursak, bulduğumuza birlikte atf-ı nazar eyleyeceğiz; yani sadece mübahase ile yetinmeyip “karşılıklı bakmak” anlamına gelen münazaraya da koyulmuş olacağız. Görevimiz bahs u münazara. Çünkü Hû’nun özü, uzun zaman boyunca bahs u münazara mevzûu yapılmadı.

[Batılıların diyalektik adını verdikleri ilmin bizim geleneğimizdeki karşılığı, yaygın olarak kullanılan İlm-i Cedel değil, Âdab’ul-Bahs ve’l-Münazaradır; yani soruşturulacak konuyu, toprağı kazar gibi lafız, kavram ve yargı yığınları arasından seçmek, ayıklamak ve sağlam sorularla yola koyulmak (=mübahase); ardından da soru konusu haline gelmiş özün ne olduğuna, hakikatine bakmak (=münazara).]

* * *

Hûnun özünü merak ediyor muyuz? Hayır! Etseydik sorardık. Oysa bu soru henüz soruluyor. Merak edebilmemiz için, bilmediğimiz bir şeyle karşılaşmalıyız; daha açıkçası karşılaştığımız şeyi bilmediğimizi bilmeliyiz.

Bilmediğimizi nasıl bilebiliriz? Bilmediğimizi bildiğimizden nasıl emin olabiliriz? Şaşmakla elbette. Şaşan ve şaşıran kişi, bilmediğini bilen kişidir. Bilirse kişi şaşmaz; zira bilen kişi şaşmaz. O hâlde elimizde şaşmaktan (hayretten) başka hiçbir ölçüt yok. Şaşarsak, şaşırabilirsek, bu takdirde merak da edebiliriz. Merak edersek sorarız, yani bizi şaşırtan o şey neyse, ona daha da yaklaşmak isteriz. Bilinç düzeyinde bilinecek nesneye yaklaşmanın biricik yolu soru sormaktır çünkü.

Hûnun özüne yaklaşmak için soru sormayı sürdürmeliyiz. Böylelikle onun ne olduğunu değil sadece, ne olmadığını da bilmeye çalışmalıyız.

* * *

İhlas Suresi’nin girişindeki hû, işaret zamiri değil, burası açık. O halde —daha önce işaret edildiği üzere— şahıs zamiri olması gerek. Oysa burada hû’nun öncesi yok. Çünkü sure şöyle başlıyor:

De ki: O. Sormak gerekmez mi: Hangi O?

Zamir, adı üstünde, isimle mukayyet olan, ismin yerini tutan demek. Hâlbuki metinde zamirden önce geçen bir isim yok! Buradaki hû, hangi ismin yerini tutuyor, bu meçhul! Surenin girişindeki cümle, bir isim cümlesi. Hûnun bu cümlenin öznesi olduğu ne malum, belki de yüklemi!

Metnin bir soru üzerine nazil olduğu ittifak edilmiş bir mesele. İlk muhatabların “O nedir?” (Mâ hüve?) diye sordukları ve bunun üzerine bu surenin inişiyle mezkur cevabın verildiği bilinmekte. Bu durumda, o nedir, sualinin cevabı şöyle olmaz mı: O o’dur, O Allah’tır, O birdir.

Hû’dan bahs etmeyi sürdürelim: Sorudaki Hû ile cevaptaki Hû acaba aynı Hû mu? Acaba cevapta geçen Hû, ‘o’ anlamına gelen bir zamir olmayabilir mi, tıpkı “Edeb yâ Hû!”, “Nasib yâ Hû!” deyişlerinde geçen Hû’nun ‘o’ anlamına gelen bir zamir olmadığı gibi?

Hûnun özünü, hâlâ kendisine atf-ı nazar edecek kadar açıklığa getirebilmiş değiliz. Toprağı eşelemeye devam etmeli, Hûnun yüzünü bize göstermesi, gösterebilmesi için çapalamayı sürdürmeliyiz. Yunanca on to (var/varlık) sözcüğünü karşılamak maksadıyla Arapça da önce hüve ve hüviyet, sonra vücut ve mevcut sözcüklerinin kullanıldığını hatırlayalım. Meselâ “varlık olarak varlık” veya “var olması bakımından var olan” karşılığında İslâm Felsefe ve Kelâmında kullanılan terim şudur: min-haysu-hüve-hüve.

* * *

Bahse şimdilik son vereceğiz ve bulduğumuza kısaca şöyle bir nazar atfetmekle yetineceğiz: “Edeb yâ Hû” deyişinde geçen Hû, “Vücud/Varlık” anlamına gelir ve kabaca Bizi terbiye eyle ey VARLIK demektir. Sûfiler “Hû! Hû!” diye zikrederlerken gayba ve gaibe değil, bilâkis her yerde varlığını duydukları, duyumsadıkları Varlık’a işaret ettiklerini ve Varlık, Varlık, Varlık diyerek VARLIK’a ve VARLIK’ın birliğine şehadette bulunduklarını yakînen ve iyanen bilmekte idiler. Bilmeyen onlar değil, biziz. Hâl böyleyken, kime yalvaralım, hâlimizi kime arz edelim, burada senden başkası yok ki ey VARLIK! (DÜCANE CÜNDİOĞLU) http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com.tr/2012/11/hu.html

********************************************************

HÜVE İSMİ ŞERİFİ.

Bil ki bu isim ehli tasavvuf katında tahakkukun nihayetinden haber vermektedir. Zahir ehline göre ise sözün tamamlanması için habere ihtiyaç duyan mübtedadır. Tarikat ehline göre ise hiçbir şeye ihtiyaç duymamaktır. Zira “Hüve” ismi şerifi tam bir cümle anlamı ifade etmektedir ve kendisine bağlanılacak veya kelime/kelimeler grubu takdiri gibi başka bir şey söz konusu olmaksızın tam anlam ifade eden bir kelamdır/cümledir. Zira bu Kurbiyetin hakikatlerinde onların/ariflerin helak olması ve Hakk zikrinin onların sırlarını istila etmesidir Böylece onların kalplerine başka bir şey girmemektedir her beyandan uzak durup bununla yetinirler.

İ.Ebubekir İbn Furek şöyle der; “Hüve” kelimesi iki harftir “ha” ve “vav” harfleri. “Ha” harfi boğazın en son noktasından çıkar ve mahreçlerin en sonuncusudur. “Vav” ise dudaktan çıkar ve mahreçlerin ilkidir. Buna göre “Hüve” sözcüğü her sonradan olanın O’ndan başladığına ve her şeyin sonunun O olduğuna ve O’na işaret etmektedir. Allah (Kur’an da) “O ilktir sondur.” (Hadid/3) buyurmaktadır.

İşaret ehlinden birisi şöyle dedi Allah Teâlâ “Hüve/O” sözüyle sırları açan, “O” isminin dışındaki diğer isimlerle ise kalpleri açandır.

Denilmiştir ki Âşıkların keşfi “Hüve/O” sözüyle, Müheymin kulun keşfi “Allah” lafzaî celaliyle, Âlimlerin keşfi “Ehad” sözüyle, Akıllıların keşfi “Samed” sözüyle, Avam’ın keşfi ise “Lem yelid ve lem yûled Ve lem yekün leHÛ küfüven ehad.” Buyruğuyladır. (Abdülkerim Kuşeyri/ Şerh-i Esmâillahil Hüsnâ)

**********************************************************

“HU” VE AÇIKLAMASI

“Hû” Sûfilere göre, Allah’ın zatına işaret eden ismidir. Arapça ‘da üçüncü tekil şahıs zamiri olan Hû (hüve) ilk tasavvuf kaynaklarında, cem’ halini yaşayan sâlikin tevhid anlayışını ifade etmek amacıyla “Hû bilâ Hû” ifadesi içinde kullanılmıştır.(1) Baklî de bu ifadeyi “aynü’lcem’ makamı” anlamında yorumlamıştır.(2)

Muhyiddin-i Arabi Hz.leri’ne göre “”, hiçbir varlığın müşahede edemeyeceği Allah’ın mutlak gayb ve sır olan zatına işaret eder ki, bu da Hadis-i Şeriflerde ifade edilen ihsan makamının karşılığıdır.(3)

Hüviyyet-i mutlak, sırrı vücûd, gaybı mutlak, amâyı mutlak” gibi tabirlerle de vücud mertebelerinin ilki olan bu makama işaret edilir. “” bazı mutasavvıfların lâhût, ceberût, melekût ve nâsût şeklinde sıraladıkları varlık mertebelerinin ilki olan ve künhi zâta tekabül eden lâhût mertebesidir.

Bu mertebe, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının bâtını ve hakikatidir. Necmeddin-i Kübrâ Hz.leri’nin telakkisine göre Allah’ın ismindeki elif ve lâm, harfi ta’riftir. Lâm harfinin şeddeli olması, tarifte mübalağa içindir. Dolayısıyla Allah’ın isminin aslı “he” harfidir. Böylece canlıların alıp verdikleri her nefeste Allah’ın ismi olan “he” sesi vardır. Alınan her nefesteki “he”nin kaynağı kalp, verilen nefesteki “he”nin kaynağı ise arştır. “Hû” kelimesindeki “vav” ise ruhun ismidir.(4)

Kelâm âlimi Fahreddin er-Râzî gerek tefsirinde, gerekse “Levâmi’u’l-beyyinât” adlı eserinde konuyu tasavvufi bir anlayışla yorumlamıştır. Râzî’ye göre İhlâs sûresinin ilk üç kelimesi “Hû, Allah, ahad” üç makamı ifade etmektedir: “Hû” mukarrebûnun makamı olup makamların en yücesidir. Buna göre bizatihi var olan sadece O’dur. O’nun dışındakiler mümkün varlıklardır ve yok hükmündedir.

İkinci kelime olan “Allah” Ashâbı yemîn’in makamıdır. Bu makamda olanlar Hakk’ı ve halkı mevcut bilirler. “Ahad” ise, Vâcibü’l-Vücüdun birden çok olabileceğini düşünen Ashâb-ı Şimâl’in makamıdır. [5] Aynı müellife göre bu üç kelimeden “Hû”, Kur’an’da nefs-i mutmainne [6] mukarreb ve sâbık [7] diye anılanların mertebesine işaret eder. Allah “muktesıd” [8] diye anılan Ashâb-ı yemîn’in mertebesidir. Bu aynı zamanda nefs-i levvâme mertebesidir. “Zâlimün linefsihi” [9] olan Ashâb-ı şimâl, ise nefs-i emmâre sahibidir. Râzî bu üç kelimeyi Şeriat, Tarikat ve Hakikat, mertebelerine de tatbik eder.( 0)

İlk dönem sufilerinin kelime-i tevhidi ve Allah ismini zikir maksadıyla tekrar ettiklerini bilinmekteyse de “Hû” nun aynı zamanda tekrar edilmesi özellikle tarikatların teşekkülünden sonra yaygınlık kazanmıştır.

Sûfilere göre zikrin en faziletlisi Allah’ı bir şey isteme anlamı taşımayan bir ifadeyle anmaktır. Bundan dolayı talep anlamı taşımayan ve Allah’ın zati ismi olan Hû da en faziletli zikir telakki edilmiştir.

İmam Ali’nin çok defa “Ya hû, Ya men Hû, Lâ ilâhe İllâ Hû” diye zikrettiğinin sebebi kendisine sorulduğunda “” nun İsmi-Azam olduğunu söylediği rivayet edilir.

Gazzali’de Lâ ilahe İllallâh avamın tevhidi Lâ ilâhe İllâ hû havassın tevhidi olduğunu söyler.

Allah hangi isimle zikrediliyorsa o ismin feyz ve tecellileri istenir. Mesela Kerîm ismi ile ihsan Şâfî ismi ile şifa umulur. “Hû” ismiyle yalnız O’nun zatı istendiğinden bu ismin tecellisi kâmil bir keşiftir.

Seyr-i sülüklerini Allah’ın bazı isimlerinin belli sayıda tekrarlamak suretiyle gerçekleştiren tarikatlerde (Tarık-ı Esma) sâlik nefsi emmare mertebesinde “Lâ ilâhe İllallâh”,Nefsi Levvame mertebesinde “Allah” Nefsi Mülhime de “HÛ” ismiyle zikir yapar. Böylece sırayla tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve Tevhid-i zat makamlarına ulaşır.

Mutasavvıf şairlerin “Hû” kelimesi ile biten şiirlerinin bir kısmı ilahi olarak bestelenmiştir “Hû” kelimesi tarikat folklorunda çeşitli anlamlarda yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Mesela Dervişler birbirlerine hitap ve cevap amacıyla “” derler Tekkeye girmek isteyen kişi izin almak için “Destur” der, içeriden “Hû” sesi gelirse girebilir. Tekke hayatında geniş bir uygulama alanı bulan gülbankler “Hû” diye sona erer. “Ya Hû”, “Bu da geçer Ya Hû”, “Hoş gör Ya Hû”, “İllâ Hû”, “Edep Ya Hû” çekmek mutasavvıfların yanında halkında çok sık kullandığı ifadelerdir.

Allah’ın yetkinliğini, yüceliğini, aşkınlığını dile getiren “Hû”, “O” sözcüğü içeriğinde ki genellik nedeniyle Allah’ın insanlar tarafından bilinmeyen bütün yönleriyle, evrende ki bütün tecellileriyle tanıtmayı ve onaylamayı amaçlar.

Bu bedenle ünlü düşünür İman-ı Gazzali “Mişkatül- envar” adlı eserinde avam’ın (sıradan insanlar) tevhidinin Lâ ilahe İllallâh (Allah’tan başka ilah yoktur sadece Allah vardır), Havassın (Bilgeler, sûfiler) tevhidinin “Lâ ilâhe İllâ Hû” (O’ndan başka ilâh yoktur.” biçiminde olduğunu belirtir. Buna göre “şey” ler O’nun yansımasıdır, her şey O’nda başlar, O’nda biter.

Arap abecesindeki “He” harfinin iki gözlü biçiminden esinlenen bazı sûfîler “” sözcüğünden “Allah’ın her şeyi gören gözleri”, “İki tarikat büyüğünün birleşmesi”, SÛfînin Allah’ta fani olması” gibi simgesel anlamlar çıkarırlar.

Tarikatlarda “” sözcüğü ile yapılan ve “HÛ” çekmek diye adlandırılan zikir çok yaygındır. Örneğin Mevlevilikte Mürit “Destur” diyerek izin ister, içeridekiler “Gir” anlamına “Hû” diyerek karşılık verirler. Sema ayini sonunda da ”Dem-i Hz.Mevlâna, sırrı Şems-i Tebrizî, Kerrem-i İmam Ali, Hû diyelim” denilerek ayine katılanlar uzunca bir “Hû” çekerler. (11)

Kur’an okumada, zikirde, ezan okumada, kamet getirmede, namaz kılmada, cenaze de, nefes vermede, getirilen tekbirlerde mevcuttur (Cenaze defninde 15 defa evde 15 defa yerde, 15 defa kabirde, 15 defa da cenazeyi defnettikten sonra evde okunan Kur’an ın sonunda çekilen tekbirlerde “” çekilir.

İnsan ister istemez “Hû” ile meşgul olmaktadır Müslüman biri “” olmadan ibadet yapamaz. Kur’an okumanın sonunda okunan surelerin sonunda getirilen tekbirlerin (AllahuEkber) içinde “” çekilir ve adedi 15 tir. Günde 5 vakit okunan ezanlarda (Allahu Ekber) ezanın tekbirlerinde müezzin “” der. 5 vakit farz namazların evvelinde getirilen kamette de çekilen “Hû” ismi şerifidir

24 saatte kılınan namazların tamamında toplam olarak 229 defa tekbir söylenir. Ve bu tekvirlerde “Hû” çekilir. Ramazan da teravih namazında 20 rekâtta çekilen “Hû” sayısı 105 adettir. Teravih namazında hoca cemaate 105 defa “” çektirir. “Hû” her çekilen tekbirlerin içindedir. Namaz içinde çekilen her tekbirin (Allahu ekber) içinde 1 adettir.

Kur’an okumanın sonunda çekilen tekbirlerin her birinin içinde 5 er defa “” vardır. AllaHû ekber AllaHû ekber Lâ ilâhe illallâHû VallaHû ekber AllHû ekber ve lillâhil hamd)

Sabah ve akşam namazlarının ardından diyanet işleri başkanlığının görevlileri olan hocalar, el Haşr suresinin 22., 23, ve 24. Ayetlerinde 6 şar defa “” çekerler Tüm Müslümanlar da ferdi olarak bu ayetleri okurlarken 6.şar defa “” çekerler.

Rivayete göre insanda 24 saatte 24.000 nefes vardır. Her nefesi alıp verişlerinde insanoğlu Müslüman olsun olmasın her gün 24 saatte 24.000 defa “” çeker ama o çektiği “” dan gafildir. Çünkü dinini iyi bilmediklerinden dolayı bilmediklerine düşmanlık etmektedirler.

İnsanın her nefesi son nefestir. Bir nefes insana ömründe bir kere gelir, ikinci gelen nefes başka nefestir. Bunlar teşbih gibi bir biri ardınca dizilmişlerdir. Bu nefesler üzerine memur olan melek, her nefes insandan ne hal üzerine çıkarsa, mühürler ve saklar. Rûzi ceza da meydana çıkarılarak mühür açılınca ne hal ile mühürlenmişse o hal ve kıyafette zuhur eder.

Bir kimse erginlik çağına girdikten sonra, ölünceye kadar kaç nefes alıp vermişse, her nefesten sırasına göre on beş kere sual eder. buyuruldu. (12)

Aziz değerli ruh kardeşim sakın nefeslerinden gafil olup zarar ziyana uğrama. Nefeslerinin her birini bir inci mercan gibi bil, değerlendirmeye gayret et. Bir günde 24 saat vardır ve 24.000 kere nefes vardır. Her nefes bir kitap ve bir dosyadır bir gün içerisinde ki nefes kitaplarının sayısı da 24.000 dir. Her kitabın içinde de 15 hesap vardır. Bu sebeple 24.000 nefesi 15 ile çarparak hesap edersek bir günde Cenab-ı Hakk kullarına ” 360.000 defa hesap soracaktır. Bu hesaplar nefes, kitap ve dosyaları kıyamet günü tek bir kitapta toplanarak Cenab-ı Hakk; “Ala kitabını oku” buyuracağı gün o kitap ta sunulacaktır. (13) Çünkü bu nefesler bir daha geri gelmez bilmiş olasın. Hiçbir bilim ve ilim mensupları “Hû” yu inkâr edemez. “Hû” çekmek belirli bir topluluğa ait değil aksine bütün yaratılanlara mahsustur. Çünkü “Hû” ayeti kerimelerle sabittir. Kur’an ı kerimde “Hû” esmasının geçtiği nice ayetler vardır. Uzun süre diye ayetleri buraya yazmıyoruz. (Kadiri – Tasavvuf)

1 – Zeccac say/438

2 – Meşrebül-ervah say/282

3 – El Fütuhar say/128

4 – Tasavvufi hayat say/141 Türkiye Diyanet vakfı İslam ansiklopodisi c-18, say/ 260

5 – Mefatihül- Gayb xxxıı – 179

6 – El Fecr/27

7 – El Vakıa/101

8 – Fatır/32

9 – Fatır/32

10 – levaimül beyyinat say/111

11 – Büyük larousse cilt 11 – say 5405

12 – Miftahül Kulûb say / 307

13 – İsra/14

http://www.gavsulazam.de/turk/tasavvuf/hu.htm

**********************************************************


ESMA DERSLERİ (10-1) RAB

$
0
0

Rab

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi. Düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Amin, amin, ya muin.Değerli dostlar bugün esma dersimizin 10. sunda birlikteyiz. Bir araya getiren Allah’a, Rabbe hamd olsun bizi burada bir araya getirdiği gibi inşaAllah yarın büyük günün ardından cennetinde de bir araya getirir. Bizi burada bir araya topladığı gibi büyük ailemizin dağılmış kafalarını bir araya toplasın, dağılmış yüreklerini de bir araya toplasın ve insanlık ailemizin kayıp çocuklarını yuvalarına toplasın.

En önemlisi de bu galiba. Bunun için öncelikle bir yuvamızın olması gerekiyor, göreceğimiz bir menzilin olması gerekiyor. Tabii ki yuvamızı kendi, ellerimizle yıkmamamız gerekiyor, abâd ve imar etmemiz gerekiyor. İnsan kendi eliyle yuvasını yıkar mı derseniz yıkar. Kendi eliyle kendini yıkan insan yuvasını yıkmaz mı? Bunun içinde şuur gerekiyor tabii bunun içinde insanın emaneti taşıma liyakati gerekiyor, bilinç gerekiyor. Ama hepsinden öte bunun için rabbin rububiyetinin tecellisini görmek ve bu tecellinin değerini bilmek gerekiyor.

Bugün, Esma ül Hüsna da esma listesinin ilk sırasında yer alan Rab sıfat ismini göreceğiz inşaAllah. Rab; Allah’ın çok özel bir sıfatı mastar aslında lügat olarak, önce lügavi bir çerçeve çizeyim ondan sonra mevzuya gireriz. Kısaca anlamı terbiye etmek, yalın kat anlam bu, ıslah etmek, yetiştirmek, bakmak, göz kulak olmak, açılımları bunlar. Terbiyenin tarifi ise bir şeyi ilkel halinden alıp aşama aşama kemaline doğru ulaştırmak. Bir şeyi bidayetinden nihayetine doğru aşama aşama ulaştırmak.

Tabii bir şeyi dedim, bu bir şeyin içine her şey girer mi? Her şey girer, onun için Rab ismin in tecellisinin dışında kalan bir varlık bulunmamaktadır. Birazdan buna geleceğiz.

Rabbül veled, Arapların kullanımında çocuğu terbiye eden kişiye deniyor. Toprağı terbiye edip ıslah ettiği için yağmura veya yağmur yüklü buluta rabab’ deniliyor. Rabab’tül ediym; deriyi tabakladım manasına geliyor çünkü deriyi terbiye etmiş oluyorsunuz. Aynı kökten kullanılıyor. Bu kök anlam genişleyerek sahip olmak, babalık etmek manasına ulaşıyor. Aynı dil ailesinden Aramice ve Akad’ca da Rab; Ulu büyük anlamına geliyor. Hz. İsa’nın dilinden bunu çok duyuyoruz, Rabbi diyor Hz. İsa. Aramca; Hz. İsa’nın konuştuğu dil, dolayısıyla incilin dili. Hz. İsa’nın dilinden rabbi dediğinde babam manasına geliyor. Tabii bu b ir mecaz baba mecazı aslında büyüğü çağrıştırıyor. Onun için bu mecazı hakikate çeviren Hz. İsa’nın salikleri, müntesipleri on u babanın oğlu olarak isimlendiriyorlar. Dolayısıyla Hz. İsa oluyor Tanrının oğlu. Yani mecaz cahillerin elinde hakikate dönüşünce Tevhidden şirk çıkartıyorlar. Onun için mecazı cahillerin eline ya vermemek lazım, ya veriyorsanız istismarını önlemek lazım. Dolayısıyla İsevilerin teslisçi Hıristiyanlığa “evrilmelerinin” sebebi Hz. İsa’nın dilinde ki Rab, büyük, ulu, yüce manasına gelen, yine baba manasına gelen Rab mecazının hakikate hamledilmesi.

Aslında Yahudilikte 3 tür tanrı anlayışı var ve bu 3 anlayış tanrıya verilen 3 isimden yola çıkar. Rabbilik anlayış, elohist anlayış, yahvist anlayış denir bunlara. Rabbilik anlayış tanrıya Rab diyenler. Elohist anlayış tanrıya ilah diyenler ve yahvist anlayış da tanrıya yahve, ya hüve, ey O olan, yani isim vermeyenler, tanrı isimsiz olan, tanrı adlandırılamaz diyen anlayış. Dolayısıyla Hz. İsa’nın mensubu olduğu damar Musevi damarı, rabbilik anlayış damarı. İşte Hz. İsa’da Rab diye yalvarıyor fakat dediğim gibi teslisçi Hıristiyanlık bunu istismar ediyor.

Bizde de maalesef bazen halk dilinde kötü bir alışkanlık var. Allah baba diyorlar haşa. Bu aklı başında bir Müslüman’ın söyleyeceği bir laf değil. Zaten aklı başında hiç kimseden de böyle bir şey duymadım. Allah hakkında birazcık fikri olan böyle bir şey konuşmaz. Ama bunu daha çok İslam’la pek alakası olmayan, İslami bilgiyi hiç almamış insanlarda görüyorum ve bazı eli kalem tutanlar da bunu ciddi ciddi, sanki Müslüman’ların bir teziymiş gibi işleyebiliyorlar gariptir. Bir Müslüman böyle bir cümle kuramaz. Çünkü Allah hakkında cinsiyet caiz değildir, Allah erkek veya kadın değildir ki, öyle bir şey yoktur. Onun için Allah hakkında cinsiyet çağrıştıran hiçbir şey kullanılmaz. Cinsiyet noksanlığa delalet eder. Öyle değil mi?

Cinsiyet yaratılmış olmaya delalet eder. Niye? Çünkü cinsiyet ikişerli olmaya delalet eder, zevce delalet eder. Ne ki yaratılmış o zevceyn veya zıddeyn’dir. Ne ki yaratandır O tektir. doğmamış ve doğurulmamıştır. Lem yelid ve lem yûled. (İhlas/3) aslında doğmamış ve doğurtmamıştır. Neden doğurtmamıştır diyor orada; Lem yelid diyor, lem telid değil. Lem telid gelseydi o zaman doğurmamıştır dememiz lazım. Ama lem yelid; doğurtmamıştır. Niye? Çünkü Allah’a babalık isnat edilerek bu şirk işleniyor. Bu vahyin indiği çağda da bu şirk işleniyor ve daha çok bunu yapanlar da kendilerini Hz. isa’ya nispet eden Hıristiyanlar. Onun için ihlas suresinin bu ayetleri Hıristiyanlığın Allah’ı baba olarak gören şirkini ret içindir. O nedenle müennes olarak değil de müzekker olarak geliyor lem yelid. Eğer müennes gelseydi lem telid gelecekti, yani ana değildir olacaktı. Ama Lem yelid gelince baba değildir manasına geliyor. Dolayısıyla doğurtmamıştır diye tercüme etmemiz daha doğrudur. Meali şerifte de zaten böyledir.

Rabbüd darr; ev sahibi anlamına geliyor. Aslında yalın kat bu manaya gelse de evi düzenleyen, çeken, çeviren, bakımını üstlenen manasını taşıyor.

Rabib ve Rabibe de Kur’an da da geçiyor ve rebaibükümüllatiy fiy hucuri.. (Nisa/23) hücrelerinizde yani hanelerinizde yetişmiş olan üvey evlatlarınız. Rabaib; Rabibenin çoğulu. Kim bunlar? sonradan evlendiği hanımın önceki kocasından olan çocukları, rabib ve rabibe. Onun için Kur’an bir hanımın önceki eşinden olan çocuklarını sonraki kocasının yanında getirir yetiştirirse Muharramata dahil oluyor. Çünkü bu muharramat ayetinden bir parça, bir cümle. Yani kimler mahremdir, Namahrem değil. O babalığın kızı değildir ama o hücrede yetişiyorsa o hanede o babalığa mahrem oluyor, na mahrem olmuyor.

Bu çok ilginç ben bunu evlatlık için bir hukuki zemin olarak değerlendirmiştim. Evlatlık alma hususunda Müslümanlar sıkıntı yaşıyorlar ve bu sıkıntı da geleneksel fıkhın mahremiyet düzeyinde evlatlığa bir açıklama getiremeyişi. Oysa ki İslam’da bir yetimi, kimsesiz, sahipsiz bir çocuğu alıp büyütmekten daha güzel daha büyük sevap olabilir mi? Yani bunu nasıl yasaklayacaksınız. İslam tarihi yetimlerin destanı ile doluyken. Dolayısıyla sırf mahremiyet meselesine getirip de orada çıkmaza sokmayı ben İslam’ın maksatlarıyla uyuşur bulmuyorum. Bu işin çıkar yolu olmalı ve bunun çıkar yolu da Muharramat ayetidir, Muharramat ayetinde ki bu cümledir. Eğer o babadan olmadığı halde hanımının önceki kocasından olan kızı hücrede, hanede evde yetişmiş olmayı hukuki bir mesnet kabul ediyorsa Kur’an, yani hükmü ona göre belirliyorsa hanede yetişmiş olmak evlatlık içinde hükmü ona göre belirleyen bir zemin olabilir. Olmalıdır da Yeter ki o evlat alındığında o haneye gelsin, o hanede büyüsün, kendisini o haneye ait bilsin o hükmü değiştirir, naçizanemde bu kanaatin vardır.

Onun için böyle bir meseleden dolayı yer yüzünün en büyük problemlerinden biri olan ve daha da büyüyeceğe benzeyen sahipsiz çocuklar meselesini, anneli babalı yetim ya da annesiz babasız yetim çocuklar meselesini Müslüman’ların bir krizi haline getirmektense, Müslüman’ları geleceğin sahipsiz çocuklarının anne ve babaları konumuna taşıyan böyle bir yaklaşımı ben ihtiramla karşılarım, hürmetle karşılarım. Dolayısıyla meseleyi çıkmaza sokmak değil, meseleyi çözmek esastır ve İslam’ın da maksadı merhamettir, adalettir, rahmettir öyle değil mi, iyiliktir özünde budur.

Rabbe; Terbiyesi altına evlat verilen üvey anne için kullanılıyor. Rab isminin lügavi çerçevesini işliyoruz, bunları zikretmek durumunda hissediyorum kendimi kusura bakmayın lütfen. Aramızda ilmi seviyesi her türde olan insanlar var. Bizi şu anda TV ekranların ın başında izleyen insanlar arasında ilmi seviyesi her türde olan insanlar var. İçlerinde Arapça bilenleri, Arapçayla hemhal olanları, ilim sahibi olanları, alim olanları var. Onlar içinde, onları da dikkate alarak burada konuşmak zorunda hissediyorum kendimi. Onun için kardeşlerimin hepsi; Bizi bunlar çok fazla ilgilendirmiyor diyebilirler. Ama onlar bazı yerlerde sabretmek durumundadırlar, çünkü şu anda bizi izleyenler arasın da ilim sahibi tipleri de onlara hitap ederken sabrediyorlar, bu karşılıklı oluyor. On un için bu kadar çeşitli, bu kadar seviyesi farklı bir kitleye eğer bir ders anlatıyorsanız hakikaten zorlanırsınız.

Burada kimi esas alacaksınız? Eğer en yüksek seviyeden hitabı esas alırsanız o zaman o seviyede olmayanlar ne yapacaklar. Yok en düşük seviyeden alırsanız, tutarsanız çıtayı o zaman diğerleri ne yapacaklar. Onun için biz gelin ara sıra onlara selam verelim, ara sıra öbürlerine selam verelim herkes kendi payını alsın inşaAllah.

Kelime aynı yolu izleyerek yönetmek, toplamak çoğaltmak anlamına ulaşıyor. Er Ribbe, 10 kişilik, 10.000 kişilik cemaat anlamına geliyor Arapçada. Er Rab Rab: Yaban ineği sürüsü için kullanılıyor. Kök kelimede iki “b” bir araya geliyor Ra b b. Bu çok ilginçtir, Arap dilinde bir özelliktir bu, eğer bir kelimede iki harf aynı harfse o zaman birbirine girme anlamı, birbirine dahil olma anlamı, vurgusu var. Onun içinde bir şeyin bir şeye ilavesi vurgusunu katıyor bu.

İlk kelimenin harekesi kesra olunca, altında esire olunca başın ı eğmiş oluyor kelime. Onun için bu manaya aynen yansıyor. Ribbii..! Ribb, Rabb değil de Ribb olursa Allah’a rabbe boyun eğen manasına geliyor. Ribbiyyun; Kur’an da aynen böyle geçer, Allah’a rabbe boyun eğenler. Fakat ilk kelimenin harekesi, Damme olursa, ötre diyorsunuz ya başını kaldırmış oluyor. Damma; failin harekesidir öznenin harekesidir. Dolayısıyla o zaman başını kaldırıyor az ve nadir olana delalet ediyor, az olana. Onun için Rubbe, yani rubbe edatı ihtimal bildiren, azlın ve nadirliğe delalet ediyor rubbe. Rabbe, Ribbe, Rubbe. Bakınız harekeler manaya nasıl yansıyor. Hareke altta olursa bağını eğdiriyor, hareke üstte olursa başın ı kaldırıyor, ortada olursa mefuliyete delalet ediyor, yani öyle bir şey. Daha doğrusu mef’ulün üzerinde fiil gerçekleştiren bir fail olduğun u gösteriyor. Mutlaka mef’ul isteyen, onun için mef’ulsüz Rabb ismi olamazdı. Eyvallah..! Rabb olması için mutlaka bir merbub olması lazım. Allah’ın Rabb sıfatı tecelli etmesi için varlığın, mahluklatın yaratılması lazım. Eyvallah buradan bu sonucu çıkarıyoruz. Bir mef’ul şart. Mef’ul olmadan Rububiyetin gerçekleşeceği mahlukat olmadan Rabliği olmaz. Bu sonuca varıyoruz, Gördünüz mü aslında lügavi çerçeve çokta alimleri, bilginleri ilgilendiren şey diye atmamak lazımmış kenara. Nazari çerçeve;

Rabb ismi Allah’ın eşsiz terbiyesini, hem mahlukatı terb iyeye cevap verecek şekilde yaratmasını, hem de onlar üzerinde yönetici ve otorite olmasını ifade ediyor.

İki mübalağa unsuru taşıyor, birinci biraz önce söyledim iki “b” birden geliyor, Ra b, b. Bu mübalağa un suru. İkincisi Rabb aslında mastardır fakat fail ismi olmuş, özne olmuş. Arapça da böyle bir kural var. Mastardan özne türetilir yani mastar özne yerine kullanılır daha doğrusu. Peki mastar özne yerine kullanılırsa ne olur? Rabb mastar, terbiye etmek aslında yalın kat. Fakat terbiye eden manasına kullnıyoruz.

Peki bir Arap bu kalıbı niye kullanır? Eğer işi adı olmuşsa işini öyle iyi yapmış, işinde öyle meşhur olmuş, işinde öyle sağlam olmuş, işinde öyle şöhret kazanmış, işinde öyle kemale ermiş ki işi adı olmuş, yani terbiyeyi öyle güzel yapmış, terbiye de öyle mükemmel olmuş, terbiyesiyle öyle şöhret olmuş ki işi ismi olmuş. Eyvallah..! Oturdu mu? işi adı olmuş, Rabb olmuş.

Onun için Arapça da mastar işte öyle isim oluyor, fail oluyor. Fail ismi yerine kullanılıyor. Burada da böyle, böyle bir mübalağa vasfı var yani terbiyesini mükemmel yapan, muhteşem terbiye eden, eksiksiz terbiye eden, terbiye işinin ondan güzel kimsen in yapamadığı zat demektir. Amenna ve saddakna, başkası söylenebilir mi?

Bazı alimler Rabb ismini Seyyid, Malik, Müslih, Mabud, müdebbir gibi isimlerin eş anlamlısı saymışlar. Buna itirazımız var. Neden? Bir kere mutlak manada eş anlamlılık yoktur çünkü ihtilaf-ul esma tedıllü ‘alâ ihtilaf-ül mana isimlerin kelimelerin farklılığı anlamın farklılığına delalet eder, farlı ise farklıdır.ç Onun için Arap dilinden ikisi eş anlamlı olan iki ayrı kelime bilmiyorum. Bana hangi örneği verirseniz verin size bir farklılığını söylerim. Yani öyle gibi durur işte Ke’sb e bardaktır kû’d de bardaktır ama ke’sb dolu bardaktır. İçi dolu ise ke’s denir boş veya dolu olduğunu bilmeyiz kû’d dediğimiz zaman. Bakınız ud’ ud’ da oturdur iclis’te oturdur. Fakat yatana otur denilmek için ud’ud’ denir, ayaktakine otur denilmek için iclis denir. etae de geldi dir, cae de geldidir ama genellikle galibiyetle biri manevi için eta, öbürü de maddi geliş için ifade edilir. Yani öyle birbirinin aynı iki kelime yoktur. Şek te şüphedir gayb de şüphedir, mirye de şüphedir, şüphe de şüphedir. Fakat dördü de ayrıdır.

Taberi ve Kurtubi de seyyit, malik ve Müslih anlamına almışlar oysaki taşın seyidi olmaz seyyid insan için olur öyle değil mi. Dolayısıyla seyyid birebir anlam karşılığı olamaz. Öte yandan Allah’ın Malik vasfı Rabb ismine değil, El Melik ismine daha yakışır öyle değil mi. Hepsinden öte eğer Rabb demek Malik demek olsaydı Kul e’ûzü BirabbinNâs, Melikin Nâs, İlâhin Nâs. (Nas/1-2-3) diye ardı ardına gelmezdi. Eğer Rabbünnas Melikunnas ile eşit olsaydı iki ayrı ayete ihtiyaç yoktu değil mi. Demek ki insanlığın rabbi ayrı bir şey demek, insanlığın Meliki ayrı bir şey demek. Fark olmasa iki ayrı ayet olmazdı. Özetle bu manalar olsa olsa Rabb isminin asli değil tali manaları olabilir. Rabb ismin in asli manasına tekrar döndük, terbiye eden, yalın kat manası.

Elhamdülillâh heleki terbiye eden. O Bir düşünsenize Allah terbiye işini ben sizin terbiye işinizi sizi yönetenlerin üzerine yıktım dese, yetkimi devrettim dese..! Verilmiş sadakamız varmış, ne yaparlardı bizi, iktidar değiştikçe terbiye de değişirdi düşünsenize. Allah Allah..! adamı deliye döndürürler, toplumu deliye döndürürler, çığırından çıkarırlar düşünsenize.

Hele ki terbiye işini üstlenmiş..! Niye? Bunun için Elhamdülillâhi Rabbil alemiyn, sırf bunun için hamdin tamamı alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Alemlerin Rabbi, ilâhı değil, Rahman’ı değil, Rahiym’i değil, Rezzak’ı değil,i Hallâk’ı değil Rabbi. Niye çünkü bizi terbiye ederken çıkar üzerine kurmaz çünkü hiçbir ihtiyacı yok. Baba terbiye ederken eh neslini devam ettirecek, var bir çıkarı olmaz mı. Anne terbiye ederken bak bak falanın oğlu, falanın kızı ne terbiyeli diyecekler. Öğretmen terbiye ederken ücret alıyor, maaş alıyor, mürebbi terbiye ederken işi o da onun için.

Ya Allah terbiye ederken? Hiçbir çıkarı yok. İnsan ne rakibidir, ne hasmıdır, ne hısımıdır. kuludur. Yaratsa bıraksa ve dönüp bakmasa kimin ne demeye hakkı var? Yine de sonsuz hakkı vardır kulu üzerinde yine de ödeyemez kulu hakkını, sırf yaratmış olmasının hakkını ödeyemez. Bir de Rabb olmanın hakkını nasıl ödesin. Dolayısıyla Allah’ın Rububiyeti zatına hamletmiş olması ve Rabb olması başlı başına bir teşekkür vesilesi olur. Hamdin tamamı Alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur Elhamdülillahirabbil alemiyn.

Bu lügavi çerçeveden çıkan sonucu Allah’ın rububiyetini anlama babında Kur’an da ki referanslarını da göstererek şöyle özetleyeyim.

1 – Terbiye ve bakımını üstlenen ihtiyacını da giderir. Öyle mi, birinin terbiyesini üstlenen onun ihtiyacını da giderir. Bebeğin terbiyesini anne üstlenmişse onun ihtiyacını da giderir. Fakat bebeğin ihtiyacını anne giderir de kimin verdiği ile giderir. Rabbin rububiyeti ile eğer anneye bebeği emzirecek alet edevatı vermeseydi, o sütü vermeseydi, o muhteşem sistemi kurmasaydı nasıl verecekti, nereden verecekti, nereden getirecekti. O zaman anne de bebeğini emzirirken Elhamdülillahirabbil alemiyn demek durumunda, aynen öyle. Rabbin rububiyetinin annede ki tecellisidir. Süt verme eylemi ve o eyleme ilişkin tüm o muhteşem cihaz. Birazdan ayrıntısına geleceğim, onun ayrıtlısına geldiğimde Allah’ın rububiyyetinin nasıl mucizevi bir sistem olduğunu, o rububiyetin nasıl mucizelere medar olduğunu göreceğiz inşaAllah.

Terbiye eden ihtiyacını giderir değil mi, onun için Rabbimiz terbiyesini üstlendim diye ihtiyacını da gideriyor. Madem Rabbim, ihtiyacı da bana ait. Terbiyesi için gerekli olan şeyleri verendir. Şuara/77-80. ayetler, Kureyş/3-4 ayetlerdir delili.

2 – Terbiye eden terbiye ettiğini gözetimi ve denetimi altında tutar. Tutar mı? tutar. Tutması lazım mı?Lazım. Gözetim ve denetim altında tutmayacaksa terbiyesini üstlenmesinin bir gereği yok. Ama insan şöyle demeye getiriyor; Tamam ya Rabbi rububiyetinin bir kısmı mutlaka benim üzerimde tecelli etmeli, çünkü senin rububiyetinin tecellisi olmasa nefes alamam. Senin rububiyyetinin tecellisi olmasa toprağı ekemem, senin rububiyyetinin tecellisi olmasa su içemem çünkü su olamaz, çünkü bulut yağmur yağdırmaz, çünkü deniz buhar vermez, toprak meyve vermez, ektiğini yetiştirmez. Senin rububiyyetinizin tecellisi olmasa şu gökte deveran eder bu muhteşem cisimler birbirine çarpar ve mahvolurdu. Senin rububiyyetinin tecellisi olmasa hücrelerim birbirini dinlemez komşu olmaz kaos oluşurdu. Senin rububiyyetinin tecellisi olmasa içtiği su hücrelerime bir enerji olarak yansımazdı. Yediğim lokma hücrelerime bir enerji olarak yansımazdı. Senin rububiyyetinin tecellisi olmasa şu güneş ölüm alameti olur, sağlık ve hayat alameti olmazdı, işareti olmazdı. Senin rububiyetinin tecellisi olmasa ya Rabbi bir an bile ayakta kalamazdım, bunlara evet ya Rabbi.

Ama oradan ileri gitme Allah’ım senin rububiyyetinin tecellisi burada kalsın, mesela davranışlarıma lütfen müdahale etme bizim siyasete hiç karışma, hele para kazanırken bana asla yaklaşma ya Rabbi. Yani rububiyyetini oraya kadar seviyorum ama oradan öte sevmiyorum demek ne kadar büyük küstahlık. Yani şimdi o zaman dürüst olmak lazım, tutarlı olmak lazım.

Aman Allah’ım insan Rabbine ne kadar nankörlük yapıyor. Buna rağmen rabbini eksik etmiyor iyi mi? Ey insan Rububiyyetimi kestim senden demiyor kesse zaten varlığı kalmaz.Demek ki şefkat ve merhameti işte böylesine Rabb ça bir şey, Nisa/1, Maide/117 delil.

3 – Terbiye eden terbiye ettiğinin büyüğü ve otoritesidir, doğru mu? Doğru terbiye ediyorsa üzerinde bir otorite kullanması lazım, çocuklarını, bebeği terbiye ediyorsunuz, otorite kullanmıyor musunuz. O bilmez ki, bebek bilmez ki. Sobaya doğru yürürken ateşe doğru yürürken, uçuruma doğru yürürken nasıl anne yüreğinden çırpınmaz, nasıl kendini canhıraş çığlıkla kaldırıp ta atmaz bebeğinin üstüne yavrum diye.

Peki bunu yavrunun lehine mi aleyhine mi değerlendireceğiz? Elbette ki lehine, hangi anne kınanabilir yavrusunu tehlikeden koruduğu için, böyle bir şey insanın aklından geçer mi. Mesela bir anneyi uçuruma doğru emekleyen bir bebeğin üstüne atlayıp ta oradan aldığı için sen bebeğin özgürlüğünü kısıtlıyorsun diyecek biri var mı? Çok komik oldu değil mi gülünç oldu yani. Sen bebeğin özgürlüğünü kısıtlıyorsun. Ne özgürlüğü? Uçuruma yuvarlanma özgürlüğünü. Bakın hiç gitmedi, yakışmadı.

Peki Allah’ın bizi terbiyesine gelince, Allah’ın bizim için sınırlar koyması, biz ateşe yürürken aman kulum ateşe gidiyor tutayım da ateşe gitmesin diye nebiler göndermesini, kitaplar göndermesini, yasaklar ve sınırlar koymasını niye garip karşılar bazıları, burada garip olan nedir?

Ha..! şöyle bir şey söyleyebilir ama o bebek, o bilmez. Ama biz bebek değiliz. Annenin bebeğe göre aklının ilerlemiş olmasıyla Allah’ın, Aklı kül ünün insana göre farkını nasıl kıyaslarım ben Allah aşkına. Kıyas kabul eder mi? Allah’a göre biz bebekten de bebeğiz. Ne gördük ki. Alemleri yaratanın 15 milyar yaşında olan şu bildiğimiz tek alem, daha kaç alem var onu da bilmiyoruz. Allah’ın “tecrübesi” yanında insanın bildiği nedir ki.

Bittik değil mi, Allahuekber dedik orada. O zaman ey insan ne olur yapma bunu ma ğarreke BiRabbikelkeriym. (İnfitar/6) Seni, bu kadar cömert olan Rabbine –Rabb gelince onu hemen italik yapın ki zihninize yüreğinize değsin. BiRabbikelkeriym. BiHallakıhel keriym, Biilahikel keriym deyin, BiRahmanıkel keriym deyin, BiRahiymikelkeriym deyin, BiRezzakıkelkeriym deyin veya BiRabbikelkeriym. Rabb ismine özel vurgu.- Bu kadar cömert olan Rabbine karşı senin böyle nankör eden ne ey insanoğlu. Delili Şura/10.

4 – Terbiye edenin terbiye ettiği üzerinde nesi vardır? Hakkı vardır. Var mıdır? Bunu kim inkar edebilir ki Allah aşkına. O zaman çocukları annesiz doğurtmamız gerekiyor. Yani anneleri yok edeceğiz. Var mı böyle bir sistem? O zaman terbiye edenin terbiye ettiği üzerinde hakkı vardır. Terbiye ne kadar büyükse hakta o kadar büyüktür. Allah’ın terbiyesi ne kadar büyükse hakkı da o kadar büyüktür. Fecr/15-17 ayetleri bunun delili.

5 – Terbiye ettiğinden itaat ve kulluk beklemesi Allah’ın hakkıdır. Ne hakkı, hak neyi doğurur ona geldik. İtaat ve kulluk beklemesi Allah’ın hakkıdır. Demek ki Allah’a itaat ve kulluğumuz aslında bizim ona yaptığımız bir şey değil, O’nun bizim üzerimizde ki hakkıdır. Yani Rabbimizin hakkını kullukla ödemiş olmuyoruz, sadece hakkını ikrar etmiş oluyoruz. Bu çok mühim. Zaten hakkın var ya Rabbi dediğimizde hakkım helal olsun diyor. Yeter ki inkâr etmeyelim. Ödememizi istemiyor çünkü Allah’ın hakkı ödenmez, borç borçla ödenmez. Allah’ın hakkını ödemek için alacağınız her nefes bir hak. Kullandığınız dil bir hak. O’nun vermediği bir dil bulun, onunla ödeyin. O’nun vermediği bir beden bulun onunla ödeyin. O’nun yaratmadığı b ir hava bulun onu soluyarak ödeyin. O’nun yaratmadığı bir zaman bulun onu kullanarak ödeyin bulabilirseniz. Bulamayacaksanız eğer Allah’ın hakkını ödemek mümkin değil. Hakkını itiraf eden ödemiş sayılacak. Hatta sadece ödemiş değil bir de üstüne ödül alacaktır. Eyvallah..! İşte böyle, Rabb olmak böyle bir şey.

6 – Her varlık en sonunda kendini terbiye edenin huzurunda toplanır. En’am/38. Bu kon uda çok ayet var da ben sadece örnek olarak bire tanesini aldım. Yani ahiretin varlığı Allah’ın huzurunda toplanmamız da Allah’ın rububiyetinin bir gereğiymiş. Hani Rabb isminin 3. ve son manası da toplamak bir araya getirmekti ya o köke aynı zamanda bir atıftır bu.

Allah’ın Rabb oluşunun sırrı nedir? Sevgidir. Allah’ın Rabb oluşunun sırrı “Allah” ismi içinde gizlidir. Allah imside sevgiye delalet eder. Daha önce esma dersinde görmüştük onun için geçiyorum. Dolayısıyla Hud/90. ayetine bakınız diyorum sadece. Anne baba evladını beklenti için terbiye eder. Çünkü terbiyesiz bir evladın anne babasına laf gelir öyle değil mi. Bakıcı bebeğin terbiyesini ücret karşılığı üstlenir. Öğretmek talebenin terbiyesini görevi olduğu için üstlenir. Fakat Allah kulunun terbiyesini onu sevdiği için üstlenir. İşte onun için rububiyetin tecellisinde iman ve inkar, hakk ve batıl, iyi ve kötü ayırt edilmez.

Onun içindir ki Kul e’ûzü BirabbinNâs – Melikin Nâs – İlâhin Nâs. (Nas/1-2-3) İnsanlığın rabbi olması, insanlığın ilahı olmasından önce gelir. Niye? Çünkü herkesin Rabbidir, inananların ilâhıdır. Allah’tan başkasını ilah biliyorsa, lâ ilâhe illAllah deniyorsa onun ilahı başka bir şey. Ama Lâ ilâhe illAllah demeyenin de Rabbidir. Rabb isminin şumulüne girmeyen bir varlık yoktur. Firavun da girer Musa’da. Nemrud’da girer İbrahim’de. Firavun Rabb olduğunu iddia ederek Rabb isminin tecellisi dışında kalmış değil, kalsaydı var olmazdı sadece küstahlık yapmış oldu o kadar. Küstahlık yapmış olduğuyla kaldı.

Rabb isminin kapsamı bütün bir varlığı tepeden tırnağa kuşatır, içten dışa kuşatır. Eyvallah..!

Gelelim Kur’ani çerçeveye. Yoruluyor musunuz? Ben yoruluyorum. Size anlatmaktan değil anlamaktan dolayı yoruluyorum. Anlamak adamı çok yoruyor bitiriyor. Onun için demiş ya; Ya aklım ermeseydi, ya elim erseydi. Onun için demiş ya Konfüçyüs; Cehalet saadettir. Yani yarım söylemiş affedersin iz, eşekler mes’uttur diye bitirseydi tamamlanacaktı cümle. Yani hakikaten insanın bazen eline bir çöp alıp Ömer gibi; Nolaydım, keşke bir çöp olaydım diyesi geliyor. Anlamak yoruyor bilmek yoruyor, mesuliyet yoruyor. Rabbe muhatap olmak yoruyor, Rabb isminin tecellisinin en azami üstünde göründüğü varlık kim? İnsan. İnsan olmak yoruyor.

Kur’ani çerçeve; Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak. (‘Alâk/1) Yaratan Rabbin adına oku. Yaratan Rabbin adıyla oku. Yaratan Rabbin adına, dikkat buyurun. Bu ilk inen ayet. İlk inen ayette ilk kullanılan sıfat Rabb sıfatı. Esmanın hepsi bir tarafa, Rabb sıfatı daha ilk ayette muhatabın yüreğine nazil oluyor. Yaratan Rabbin adına.

Demek ki yaratması rububiyetinin bir gereğiymiş diyorsunuz bir. Okumak ve okumamı kolaylaştıran tüm araçlar rububiyetin bir gereği imiş. Akıl rububiyetinin bir gereği imiş. Daha doğrusu akıl rububiyetinin bir tecellisi imiş, irade rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Okumamı temin eden varlık rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Okuyacağım varlık rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Yani bu emrin müştemilatına giren her şey rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Oradan onu anlıyorsunuz. Ikra’ Bismi Rabbik. Eyvallah, Bismi ilâhik değil buyurun lütfen. (Devam edecek)


ESMA DERSLERİ 3 – er RAB (10-2)

$
0
0

Rab

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

[(10-1) den devam]

Allah’ın 99 ismi vardır denilen hadiste İnne lillahi fis’aten ve tis’ıyne ismen Femen ahsaha dehalel cenneh. Allah’ın 99 ismi vardır bunları ihsa eden cennete girdi bilsin kendisini denilen hadiste Allah’ın 99 ismi deniliyor, ince bir ayrıntı Allah’ın. Eğer Allah’ın denilmeseydi Allah dahil 99 aramamız gerekirdi Allah ismi. Ama Allah ismi; ismi has, gerisinde eğer bu rakama hakiki, bir mana yükleyeceksek, sayısal bir değer yükleyeceksek Allah ismi dışında 99 isim aramamız lazım. Dolayısıyla Allah ismi dışında Rabb vahiyden ilk geçen sıfattır, vahiy sürecinde ilk. Sadece vahiy sürecinde mi? Hayır, nüzül sürecinde öyle de Mushafta da öyle, peki mushafın en son ismi nedir? Kul e’ûzü BirabbinNâs, Melikin Nâs, İlâhin Nâs, Min şerril vesvâsil hannâs, Elleziy yüvesvisü fiy sudûrin Nâs, Minel cinneti ven Nâs. (Nas) son sıfatta yine Rabb.

Demek ki rububiyyetiyle başlıyor rububiyyetiyle bitiyor. Neden? Vahiy O’nun rububiyyetinin en büyük tecellisidir, altını çiziyoruz. Eğer Rabbimizin Rabliği olmasaydı vahyi indirmezdi. Demek ki vahyin iniş amacı Allah’ın terbiye etmesidir, bunu anlıyoruz oradan. Vahiy rububiyetin tecellisi ise vahyin iniş amacı da ilahi terbiye olarak görüyoruz.

Allah ismi Kur’an da 2697 kez gelir. Rakamlarla önce bir izah edeyim. Rabb ismi ise Kur’an da 962 kez gelir. 1/3 kadar yaklaşık, ama Allah isminden sonra en çok kullanılan isim Rabb ismidir.

4 yerde Devlet başkanı manasında Hz. Yusuf döneminde ki Mısır melikine atfen kullanılır. Yusuf/23. ayette ise tevriyeli kullanılır kale me’azâllahi inneHU Rabbiy ahsene mesvay. (Yusuf/23) Yusuf dedi ki; Allah’a sığınırım, yani heykelek dedi kadın, haydi gelsene dedi, Yusuf dedi ki Allah’a sığınırım. O benim rabbimdir. Ahsene mesvay beni ne güzel terbiye etmiştir, yetiştirmiştir, iyilik yapmıştır yani. Şimdi O benim Rabbimdir derken kimi kastetti. inneHu Rabbi. Muhatap zannetti ki efendisi için kullandı fakat kendisi kastetti ki, Allah’a sığınırım diyor zaten O benim Rabbim. Bu daha yakışık almaz mı. Bir peygamber nihayetinde unutmayalım, onun için burada tevriyeli kullanıyor.

Tevriyeli kullandığı böyle bir yer de var. Naziat/24 te ise Firafun kendisi için kullanmış ene Rabbukümül’a’lâ. (Naziat/24) Ben sizin en büyük Rabbinizim, ben Rabbinizim ve en büyüğüm. İki şekilde de anlaşılabilir. Niye rabbinizim diyor dikkat buyurun, ilahınızım diyemiyor çünkü biliyor gökleri kendisinin yaratmadığını, yerleri kendisinin yaratmadığını. Herkeste biliyor. Peki niye Rabbinizim diyor ve rububiyyete ortak çıkıyor? Çünkü Allah’ın Rububiyyetinin yeryüzünde hükümran olmasını istemiyor, sıkıntısı orada. Müşriklerin sıkıntısı neyse Firavun un da sıkıntısı da aynı şey.

Diyeceksiniz ki bugün aynı sıkıntıyı duyan kesimler yok mu? Var, hemde çok. İnsanlık tarihi boyunca sıkıntı rububiyyetle ilgili. Genellikle uluhiyetle ilgili sıkıntı yok. Eski Yunanda da bakınız. Onun için Tanrılar tanrısından söz ediliyor, yani en yüce bir tanrı var. Fakat O’nun insan hayatına müdahalesine iş gelince orada duruyor.

İşte ilk ivmeyi kazandıran, ilk vuruşu yapan tanrı, ondan sonra emekliye ayrılan haşa tanrı, böyle bir tez işleniyor. Dolayısıyla batıda da maalesef zihinlerde olan tanrı anlayışı genellikle bu. Müstean olan, mutlak olan, eşya üzerinde hakim olan bir Allah anlayışı çok zayıf, zayıf olduğu için eşyanın Rabbi gibi davranmaya başladılar.

Bakın sıkıntı burada biz elimize geçirdiğimiz şeyin içinde ki ilahi sanatı keşfetmeye, onun içinde ki yasaları keşfetmeye çalışırken mutlaka on un rabbinin Allah olduğuna iman ederek yapmaya çalışırız. Bizim bilim öğrettiğimiz çağlarda da böyle yapmışız Endülüste bilim üretirken, Bağdat’ta bilim üretirken, Semerkant’ta Buhara’da bilim üretirken, İstanbulda bilim üretirken bunu böyle düşünmüşüz böyle yapmışız. Ama bu iş batıya geçtikten sonra, yani bizim bıraktıklarımızın üzerine batı ilave etmeye başladıktan sonra sıkıntı burada gerçekleşmiş.

Nedir? Eşyanın rabbine saygı duymadan bilim üretmek. İşte orada iş çığırından çıkmış. Eşyanın Rabbine saygı duyarak bilim ürettiğinizde, ürettiğiniz bilimi de, onun üzerinden ürettiğiniz eşyayı da emanet olarak görüyorsunuz. Dolayısıyla bilgiye emanet muamelesi yaptığınız için emanete ihanet etmekten korkuyorsunuz. Ama onun Rabbini inkâr edip, kendinizi Rabbin yerine koyduğunuzda artık bilgiye mülkiyet olarak bakıyorsunuz. Bilgiye mülkiyet olarak baktığınızda bilgini üzerinde her türlü işleme kendinizi ehil görüyorsunuz, yetkin görüyorsunuz. O zaman atom bombası yapmayı da kendinize meşru görüyorsunuz. Yani kitle imha silahları yapmayı da kendinize meşru görüyorsunuz. Hatta bir böcek imal ediyorsunuz ormanların tamamını yiyip bitiriyor. Bir mikrop imal ediyorsunuz ondan bomba yapıyorsunuz. Yani insanların kökünü kurutacakmış, insanlara zarar verecekmiş, masumları öldürecekmiş b unlar sizin ilgi alanınıza girmiyor çünkü bilgiye mülkiyet muamelesi yapıyorsunuz.

Bilmem problemin kökeni anlaşılabiliyor mu. Yani Rabb ismine iman edip bu ismin tecellisini şöyle kavramak, şuuruna ulaşmakla ulaşmamak arasında çok derin fark var çok büyük fark var..

Hepside birden fazla Rabb edinmeyi kınayan, Rabbe boyun eğen Rabb adamı anlamında 4 yerde. Ribbiyyun, Rabbaniyyun şeklinde.

İşin ilginci ne biliyor musunuz, Tirmizi ve İbn. Mace de gelen isim listeli hani duvarlarınızda vardır bazılarının, bazılarınız çocuklarına ezberletiyor, piyasa da radyolarda falan baya işin cılkı çıktı, suyu çıktı, ezberlenen isim listeleri var ya bu listelerden iki tane var piyasada tümü. Biri İbn. Mace listesi, biri Tirmizi listesi. Bu iki listede ki isimler arasında bir isim yok -hatta bir isim değil 26 isim yok Kur’an dan da- Rabb ismi yok. Çok ilginç. Allah’ın Kur’an da 962 kez geçen bu mübarek Rabb ismi bu iki listede yok. Nasıl olmuşta olmuş? Muhaddislerin bu iki isim listesinin ikisine birden Müdreç, hadisin aslına sonradan ilave edilmiş bir şey olarak bakmaları boşuna değil. Yani peygamberimizden gelmiş değil. Dolayısıyla yok oluşuna oradan yola çıkarak ancak açıklayabiliriz başka türlü açıklayamayız. Çünkü başka bir çok isim de yok. Kur’an da geçiyor orada geçmiyor. Orada geçen isimlerden bir çoğu da Kur’an da yok. Dolayısıyla bunu böyle açıklayabiliriz.

Rabb isminin Kur’an da geçtiği hiçbir yerde el takısıyla gelmemesi dikkat çekici gerçekten. Nasıl geliyor? El takısıyla gelmemesi Rabb isminin elbette ki nekira yani belirsiz formda gelmiş olduğunu gösteriyor. Fakat muzaf olarak geliyor, muzaf olarak geldiği yerlerde yani tamlanan olarak geliyor, isimin tanlaması. Biliyorsunuz Ahmedin kalemi diyorsunuz, Hasan’ın yeleği diyoruz, Mehmet’in ayakkabısı diyoruz bu bir isim tamlamasıdır. Tamlanan var, tamlayan var. Tamlanan Hasan, tamlayan yelek. Benim Rabbim.

Çok ilginç değil mi Rabbi, Rabbük, 242 yerde Rabbük geliyor Kur’an da. Senin Rabbin, Rabbin kulu değil, Tamlama öyle değil muzaf olarak geliyor, muzafınleh değil bu çok ilginç. Yani Rabb kendisini ona nispet ediyor, kula. Ne demek? Beni benimse ey kul, rububiyyetimi benimse ey kul, rububiyyetimi ne kadar benimsersen o kadar tecelli eder. Bu çok ince bir nokta bu çok güzel ve hassas bir nokta. 242 yerde tam rabbüke geliyor. Çoğunda da muhatap zamiriyle efendimiz kastediliyor.

Yine 243 yerde çoğul zamiriyle Rabbühüm, Rabbüküm, sizin Rabbiniz onların Rabbi. Yine aynı, benimseyin rububiyyetimi, rububiyyetime yakın olun, rububiyyetimi kendinizin bilin, benimseyin ki tecelli etsin, ayrıksı durmayın. Rabbinizin rububiyyetinin tecellisi üzerin izde görülsün, onu yüreğinize bir elbise gibi giyinin, aklınıza bir elbise gibi giyinin. Tabir caizse onu size verilmiş bir rızık gibi yiyin, hücrelerinizde rububiyyet tecelli etsin, elinizde tutmaya, gözünüzde görmeye, kulağınızda işitmeye, ayağınızda yürümeye, kalbinizde duymaya, sevmeye, aklınızda düşünmeye dönüşsün.

Dönüşürse ne olur? Benim rububiyyetimin tecellisi kalbinizde sevmeye, hissetmeye dönüşürse Allah ile sev ersin iz. Sevgin iz Allah’ın rububiyyetinin tecellisi olur. Sevdiğinize siz de Rabbin tecellisi üzerinden bakarsınız. Eğer aklınızda tefekküre dönüşürse düşünceye, o zaman Allah’ın rububiyyeti üzerinden düşünürsünüz ve o zaman gören gözünüz, işiten kulağınız, tutan eliniz, yürüyen ayağınız seven kalbiniz düşünen aklınız olur Allah. Amin.

178 yerde Rabbiym, Rabbimiz şeklinde geçiyor, Rabbiym, Rabbüne, yani da ünlemi kullanılmıyor 2 yer hariç. Ya Rabb Kur’an da 2 yer hariç hiç kullanılmıyor. 962 kullanımda 2 tane ya ile kullanılıyor, o da nedir Furkan/30, Zuhruf/88. Özelliği ne ikisi de ahirete ilişkin şikâyet babında, hemde Resulün ağzından Furkan/30 da Allah Resulü;

Ya Rabbi inne kavmittehazû hazel Kur’âne mehcura. (Furkan/30) Rabbim, bu toplum, bu ümmet bu Kur’an ı terk etti, daha doğrusu terk etti demeyelim işlevsiz bıraktı. Çünkü metruke denmiyor mehcura deniyor. Öyle değil mi metruk ta Arapça çünkü. Yani elinde Kur’an ı taşıdı ama yüreğinde taşımadı Mushafı havaya kaldırdı ama Kur’an ı havaya kaldırmadı. Mushafı öptü ama Kur’an ı öpmedi. Tecvid ile okumaya özen gösterdi ama tertil ile okumaya hiç dikkat etmedi. Yani bu manaya geliyor, metruk anlamına değil işlevsiz bırakma anlamına. Yani hummul üt tevra sümme lem yahmiluhe. Yani Tevrat’ı ellerinde taşıdıkları halde onun sorumluluğunu üstlenmeyenler aynı öyle. Oysa ki Kur’an da Rabbimizden kullara nida kullanılıyor.

Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh. (Zümer/53) Deki ey hayatını israf eden kullarım ne olur Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Elhamdülillâh, ne diyelim şimdi böyle Keriym bir rabbe.

Hazin olma gönül zinhar

Keriym Allah’ımız var,

Daima eyle İstiğfar,

Keriym Allah’ımız var.

Neden böyle? Çünkü nida uzaktakine yapılır, Allah ise yakındır şah damarından yakındır. Onun için ey..! diye uzaktakine, çünkü nida dalgın olanı uyandırmak için, intibaha getirmek için yapılır. Önce Ey..! dersin, dikkatini çekersin ondan sonra söyleyeceğini söylersin. Oysa Allah hep uyanık. lâ te’huzuHÛ sinetün vela nevm. (Bakara/255) O’nu ne uyku basar ve ne de dalgınlık. Onun için uyumayan ve unutmayan bir Allah’ımız var. Onun için sadece ahirete teallik iki yerde peygamberin dilinden gelir onun dışında, o istisnadır “ya” nidası gelmez.

Tamlanan olarak gelişi sevgi ve şefkat. Rabbimin kuluyum yerine benim Rabbim, bizim Rabbimiz. Buna dikkat çekmiştim bir daha dikkat çekmiş olayım. Neden? Eğer kul onu benimserse o da kulu benimser de onun için. Kul O’n un rububiyyetini içselleştirir ve benimserse, Rabbimizin kul üzerinde rububiyyetinin tecellisi artar. Çünkü rububiyyete şükür benimseme şeklindedir. Her şeyin şükrü o nimetin üstünden olur. Rububiyyetinin şükrünü ed ederseniz eğer o rbubiyyetini, daha fazla tecelli ettirir sizin üzerinizde. O zaman Rabliğini artmış görürsünüz, bilmem anlatabiliyor muyum. O zaman sizin üzerinizde Rabliği daha fazla tecelli eder.

O rububiyyetini farklı şekillerde gerçekleştirir. Bakarsınız Rabbinden şefkat tokadı dahi yese, benim rabbim değil mi der. Benim Rabbim dedi ya, Rabbiy dedi ya bir kere, benim rabbim değil mi. Anne çocuğuna vurur anne diye ağlar. Anne vurdu ama? Ağlatan annen? Annem diye ağlar. Ya rabbim şefkat tokadı vurursa n iye başka kapılar arıyorsun, kimin kapısına gideceksin, var mı Allah’ın kapısından başka bir kapı. Hem Allah’ın kapısından başka bir kapıya gidersen hacet giderir mi? Allah gibi muamele eder mi?

İnsanlara muhtaç etmesin Allah. Bakın en yakınınız dahi bir ihtiyacınızı gördüğü zaman gözünüzün içine bakıyor. Rabbin iz öyle şefkatli ki veriyor, sadece ve sadece verdiğine nankörlük etmeyin yeter, dönüyor bir daha veriyor. Hatta nankörlük ediyoruz bir daha veriyor. Bir daha nankörlük ediyoruz bir daha veriyor. Bir daha bir daha..! Hayran olmamak elde değil Allah’a, Rabbe hayran olmamak elde değil. Şöyle görüyorum insanları O’nu ne kadar üzecek iş yapıyorlar, O’nu üzecek iş yapanları dahi Rabliğinden mahrum etmiyor. Bakıyorum vermiş..! Ya Rabbi ne kadar genişsin diyorum. ..Vasi’un aliym. (Bakara/261) Genişsin ya Rabbi ama ‘Aliym’sin de Yani bilmediğim için geniş davranıyor değilim, biliyorum ama yine de kullarıma geniş davranıyorum. AllahuEkber. Kurban olmaz mısınız böyle bir Rabbe.

Bazen vererek terbiye eder, bazen alarak. Bazen kurt üzerin den terbiye üzerinden bazen kuzu üzerinden. Hastayı bakarsınız Doktorla rububiyyetini tecelli ettirir, bakarsınız Doktoru da hastayla terbiye eder. Aslında kim kiminle şifa buldu anlayamazsınız. Bazı hekimler vardır hastası yüzünden hidayete kavuşmuştur. Şimdi kim kimi tedavi etti bilemezsiniz. Aslında Doktor, hekim on un bedenini tedavi ederken, hastanın bedeni üzerinden Rabbimiz Doktoru tedavi eder.

Bakarsınız bazen bir evlat verir ki Rabbimiz anne babaya İllallah dedirtir. Fakat aslında onlar evlatlarını terbiye ettiklerini düşünürler, Rabbimiz evlat üzerinden anne babayı terbiye etmektedir. Bazen bakarsınız, Rabbimizin hikmeti sınırsız ve sonsuzdur. Bir özürlü evlat verir, Rabbim kolay getire böyle kardeşlerime. Onların cenneti oradadır onu söyleyeyim o yavrudadır. O yavruya bakarken o yavruyu imtihan anahtarı olarak görsünler. Rabbim bu, verir.

Hiçbirimiz için de garanti yoktur onu söyleyeyim ve böyle imtihan ettiklerine haşa sizin ne günahınız vardı, ne günah işlediniz de böyle imtihan edildiniz diyen bir adam, Allah’ın Hakîym isminin sırrını hiç anlamamış demektir. Aksine böyle bir adam şom ağızlıdır kör gözlüdür. Ölmeden kimseyi mutlu diye adlandırma, böyle söyleyen acaba sözünü Allah nasıl yedirecek bilmiyorum. Ama mutlaka yedirir bunu biliyorum. Onun için böyle bir imtihan gördüğünüzde sadece ve sadece dua edin ve ibret alın. Numuneyi imtisal ve ibreti alem ikisi de. Dolayısıyla yavru üzerinden anne baba terbiye ediliyor. Aslında yavru üzerinden anne babaya kredi açılıyor.

{{ Bu konuda insanın aklına “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise senin kendi nefsindendir.”(Nisa/79). Ayeti geliyor.

Bu ayet ışığında insanın başına gelen kötülük, fenalık ve musibetler kendimizin veya daha önceki atalarımızın hatasından kaynaklanıyor olamaz mı. Mesela yiyecek içecek ve kullandığımız şeylerdeki sunni ve zararlı şeyler, Nazar dediğimiz kötü bakışların genetiğimizdeki bozulmalara sebep olması, farkına varmadığımız zararlı enerji dalgalarının bedenimiz üzerindeki etkileri (radyasyon, manyetik dalgalar vs.) Tüm bunların sebep olacağı bozunum yüzünden sakat doğmuş bir çocuğu size Allah değil, bizim eksikliklerimiz yüzündendir. Çünkü Allah kuluna zulmetmez. Hata yapılmışsa karşılığına katlanmamız gerekmektedir bu kader sebebine, imtihan sebebine vs. bağlanamaz.}}

Parçada kötü duruyor bu ama bütünde gelin de siz bakın bir. Öyle değil mi Allah aşkına. Aynı şeyin dünyada örnekleri de var görmüyor musunuz. Şu madalya kazanan sporcuların ödediği bedeli. Eğer işi spor dünyasından çıkarın ne garip bir şey. Çalışan çocuklara karşı dünya sözüm ona çok hassas. Ama spor yapıyorsa orada akan sular duruyor. Oysa ki çalışan çocuğun katlandığı eziyet ne ki. O atletizm yapan çocukların katlandığı eziyetleri biliyor musunuz. İnanın insan çekmez onu. Öyle sıkı bir disiplin, öyle taşınmaz bir yük ki hem de yıllar boyu bu. İstediğini yiyemiyor, istediğini giyemiyor, istediği yerde bulunamıyor, günde şu kadar antrenman yapmak zorunda vs. Bedenini kırdıkça kırıyor, ezdikçe eziyor. Yani bir adama spor dışında onun çok küçük bir şeyini uygulayın işkenceden adamı içeri atarlar. Adına spor deyince bir şey falan olmuyor bakın.

Demek ki imaj ne kadar önemli görüyorsunuz değil mi. Modern dünyanın imaja yaptığı yaptırımı görüyorsunuz. Onun için işin o tarafı başka bir şey. Ama bir madalya almak için katlandıkları, ödedikleri bedellere baksanıza. Antrenman üstüne antrenman, 10 saat, 12 saat, 8 saat, 6 saat gündelik antrenmanlar ve gerçekten de insan gücünü zorlayan şeyler bunlar. Çünkü eğer rekor kıracaksa gücünü zorlaması lazım yani sınırını aşması lazım.

Peki bütün bunların sonunda aldığı ne? Madalya. Peki o madalyayı alınca hepsi bitiyor. Yorgunluk bitiyor. Bu madalya ne işe yarar? Şu darı dünyada 3 gün lük hayatta işte efendim birazcık rahat yaşıyor.

Ya ahirette ebedi madalyayı alacaksanız ne olur bu iş? AllahuEkber. O zaman ebedi madalyayı alırken o insanların dünyada işte ya buda katlanılır mı diyenlerden Rabbin huzurunda Ya rabbi beni niye mahrum ettin demeyeceği ne malum. Onun için en azından hikmetini düşünüp çenemizi tutalım derim. Doğru düşünelim, doğru yerden bakalım derim.

Rabb ismin in en güzel tariflerinden biri Kur’an da, hatta belki en güzeli Hz. Musa ile Firavun arasında ki geçen şu diyaloga dikkat edin lütfen.

..femen Rabbuküma ya Musa (Tâhâ/49) Ey Musa sizin Rabbiniz kim. Yani ne iş yapar, ne yapar bu manada soruyor kim. Verilen cevaba dikkat buyurun lütfen;

..Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. (Tâhâ/50) Rabbimiz öyle bir Rabb ki, öyle bir Allah’ ki eşyaya fıtratını verdi ve sonrada o eşyayı, o fıtratı gerçekleştirmek, o hedefi gerçekleştirmek için içine koyduğu o potansiyeli kemale erdirmek için dosdoğru bir yöne kılavuzluk etti, yönlendirdi sümme heda.

Bu kadar güzel olur ancak tarif. ..Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu her şeye hilkatini irade etti, hilkatini verdi ve sümme heda sonra ne yaptı onu, o hilkati gerçekleştirecek bir yola kılavuzladı, yönlendirdi. İşte bu.

Görüyor musunuz, bakın kâinata her şeyin içine hilkatini koydu, yaratılış amacını koydu. Tesviye budur fesevvake, sonra seni tesviye etti, yani ma hulika leh ini yükledi, yaratılış amacını yükledi. Onun için her şeyin yaratılış amacı istikametinde gider. Yeryüzün e yaratılış amacını yüklemiştir yer yüzü buna ihanet etmez. Gökyüzüne yüklemiştir, sivrisineğe bile yüklemiştir yaratılış amacını biliyor musunuz. Onun için o yaratılış amacından sapma göstermez.

Kur’an da; en yadribe meselen ma be’ûdaten femâ fevkahâ. (Bakara/26) Allah bir sivrisineği misal vermekten utanmaz. Hatta daha küçüğünü bile misal vermekten utanmaz. Niye utansın ki. Sivrisinek meğer neymiş nasıl Allah yükler hilkatini ve ondan sonra nasıl yönlendirir. Sivrisinek diyorsunuz, en küçük hesapta, hatta içimizden bazı cahiller; Allah her şeyi yarattı da şunu niye yarattı diyebilirler.

Ben başta çok yaygın okunması gereken bildirilerin çok tefsir edildiğini biliyorum. Öyle değil mi, çok özel insanlar okusun diye yazdığınız bir kitabı az basıyorsunuz. Ve özel insanlar okuyor. Ama herkes okusun diye bastığınız kitabı kampanya yapıyorsunuz binlerce, yüz binlerce, milyonlarca basıyorsunuz öyle değil mi. Sivrisinek herkesin okuması için basılmış bir kitap. Rabbimiz kampanya yapmış yer yüzünün her bir tarafında çok tefsir ediliyor, çoğaltılıyor sürekli çoğaltılıyor. Sivri sinek deyip te geçmemeniz için bilmeniz gerekiyor. 4 Tane labaratuar var bir sivrisinekte.1 – ısı labaratuarı, 2 – kan labaratuarı, 3 – Hareket labaratuarı, 4 – ışık labaratuarı. Bunları tahlil ediyor labaratuarında. 100 ü aşkın gözü var, her gözün bir merceği var bu merceği zihne bağlayan kanallar dahil. Arı peteği gibi gözü. Tam 48 tane dişi olan bir ağzı var. bisturi gibi ameliyat yapıyor, her biri bir cerrah, dünyanın en küçük cerrahları ameliyat yapıyor, önce kesiyor ama kesmeden evvel bir sıvı salgılıyor çünkü kesince kan oraya hücum edecek, kan hücum edince Allah kana da o yaratılışı vermiş oraya kan yürüyor demiş. Kan yürüyen yeri hemen tıkayacaksın. Onun için kanın içinde ki bazı unsurlar geliyor kan çıkan yeri anında askerler gibi orayı tutuyor yani o cephede zayıflık var, sur düşmek üzere, haydi oraya hücum orayı savunalım. Savunuyorlar ve kısa zaman içinde kan orada pıhtılaşıyor. Pıhtılaştıran o sistem, savunma sistemi.

Fakat sivri sineğe kim öğretti kanın bu savunma sistemini? Savunma sistemini durdurmak için önce oraya bir sıvı salgılıyor. Bu salgıladığı aynı zamanda küçük bir narkoz, lokal anestezi yapıyor ve onun için elinizi vurduğunuzda vakit çoktan geçmiş oluyor. Yani o tavanda size gülüyordur muhtemelen. Çünkü anlamıyorsunuz, işini bitirip gitmiştir ve o kısa zamanda işini bitirirken vücudunun 8 katı kan emebiliyor. Bu 200 lt. su içmeye tekabül ediyor insanda ve çatlamıyor.

Vücudu kıllarla örülü ve bu kılların her biri demin söylediğim 4 unsuru, alan reseptör gibi çalışıyor. Bir kalbi var, kapakçıkları var, atarları var, toplarları var ama 2 de ciğere benzer kalbi var kanatlara bağlı. O yüzden 500 kez çırpıyor 1 saniyede. Eğer bir makineya insanın iki kolunu bağlasalar ve bir saniyede 500 kez çırpsa mafsallarından kollar kopup gidiyor. Düşünsenize 500 kez, bir saniyede. Bu ne güç, bu ne ihtişam ve aynı zamanda işte ne işe yarar diyorsunuz.

Ne işle yarar gerçekten? Ben bedava hacamatçılar diyorum, bedava hacamat yapıyorlar ve kanı temizledikleri kanaatim vardır. Daha bilmediğimiz sırları olduğuna kalıbımı basarım. Niye? Rabbül Alemiyn yaratmışsa mutlaka bir işi vardır.

Ama en küçük işi o. Büyük işlerinden birini de ben şöyle yorumluyorum; Cennet gibi bir bahçe yaptınız, içine de cennet köşkü gibi bir köşk kondurdunuz, eksik yok. Bir eliniz yağda bir eliniz balda her şey tamam. Ama her şeyin en güzel olduğu, sizin tam lezzetin doruğunda olduğunuz bir sırada vızzz..! geldi kondu ve size ey akıllı burası cennet değil, sen yanlışsın, yanlış yerde arıyorsun, burası dünya onun için ben sana bunu hatırlatmaya geldim dedi ve bir öpücük kondurdu. Siz o öpücükle uyandınız hakikaten bura cennet değil, cennet olsa sivrisinek sokmaz. Belki sonsuz faydaları sayılırda bir tanesi de bu olduğunu düşünüyorum.

Onun için; Rabbin kimdir ey Musa? ..Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. (Tâhâ/50) Rabbi,m öyle bir Rabb dir ki, O her bir şeye yaratılış amacını yükledi ve o amacı gerçekleştirecek donanımla on u donattı, oraya yöneltti. Bakın en küçüğü bu. Ya en büyüğü? Ya büyükleri, ya şöyle göğe doğru bir baksak, ya güneşe baksak, Bakın, ihtişamına bakın. Milyarlarca yıldan beri yanıyor. Güneş kütlesi kadar bir fosil yakıtı eğer karbonik yanma ile yakmaya kalksanız güneşin doğumundan bugüne kadar ki yanma içerisinde 3 milyarda bire tekabül eden bir zamanda yanıp bitecekti. Ama ne küçüldüğü var, ne azaldığı var hala yanıyor. Çünkü nükleer yanma ile yanıyor, karbonik yanma ile yanmıyor. Bizim dünyamız da karbonik yanma ile yandı her şey.

Bakınız, oysa ki dünyamız güneşten koptu, Kur’an la da sabit. Önce birdiler ..fefetaknahüma. (Enbiya/30) biz onu ayırdık. Dolayısıyla dünya karbonik yanma ile yandı ve bizler karbonun çocuklarıyız, karbonun ekmeğini yiyoruz. Kim inkar eder külün ekmeğini, Allah’ın ekmeğini yiyoruz tabii ki. Ama yine geldik ..Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. (Tâhâ/50) Rabbim o zattır ki ey firavun her bir şeye yaratılış amacını yükledi ve onu o amacı gerçekleştirecek yola yöneltti. Güneşe amacını yükledi ve ona “sen ısıt” dedi, sen “ışıt” dedi. Emri aldı ..semi’nâ ve eta’nâ… (Bakara/285) dedi. fekale leha ve lil Ardı’tiya tav’an ev kerha. yere ve göğe yöneldi ve dedi ki ister istemeyerek, ister isteyerek rabbinizin emrine gelin. Onlar da dediler ki kaleta eteyna tai’ıyn biz isteyerek geldik. (Fussilet/11) dediler. Dolayısıyla yere bak Elhamdülillâhirabbilalemiyn, göğe bak Elhamdülillâhirabbilalemiyn.

Evet, önümüzde ki ders o alemlerin rabbidir. Ne demek alemlerin rabbi? İnşallah onu işlemek üzere bugün dersimize noktayı burada koyuyoruz. Rabbim rububiyyetinin tecellilerini üzerimizde göstersin. Rububiyyetinin şuuruna varan o bahtiyarlardan etsin ve inşaAllah O’nun rububiyyetinden aldığı terbiye ile etrafına terbiye yansıtan, o terbiyeyi ahlakında, aklında, kalbinde, davranışında toplumunda gösteren kullarından etsin.

Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn.

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)


Viewing all 327 articles
Browse latest View live