Quantcast
Channel: KURAN MEAL TEFSİR (DERLEME)
Viewing all 327 articles
Browse latest View live

ESMA DERSLERİ (11-2) 3 – er RAB

$
0
0

Rab

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

(11-1) den devam.

Milyonlarca yıldız sistemi dizmek ve her birine bir yörünge tayin etmek ve hiçbirini de başıboş bırakmamak, oluş ve bozuluşu da bir yasaya bağlamak, kevn ver fesadı bir yasaya bağlamak. Bozuluş kaos değildir onun için, kaos ayrı bir şeydir. Bozuluşta dahi bir yasa vardır, bozuluşta dahi bir düzen vardır.

Oluşta ki düzeni görüyoruz da bozuluşta ki düzeni görmüyoruz öyle değil mi, elma yere düşüyor, yediniz yediniz, yemediniz düştüğü andan itibaren bozuluş başlıyor. Allah; sayısını sadece kendisinin bildiği askerleri işe girişiyor, bakteriler. Hemen geliyorlar hatta orada oluyorlar, hazır ve nazır oluyorlar, hatta içinde oluyorlar. İçinde can var onun zaten ve hemen bakteriler parçalamaya başlıyor. Yani yer yüzünü hiçbir doğal şey kirletmez. Sizin yaptıklarınız kirletiyor yer yüzünü, Allah yer yüzünü kirletmez.

Bakınız o çürüme hemen başlıyor. Çürüme dediğimiz şey aslında bozuluştur fesad. Fakat bu fesad kaos değildir. O çürüyor nereye gidiyor? Geldiği yere gidiyor, geri elma olmak için hazırlanıyor o. Bakteriler onu parçalarına ayırıyorlar, kendi alt dilimlerine ayırıyorlar ve diyorlar ki kulli şeyin yerciun ila asli her şey aslına rücu eder haydi sen de aslına dön ve o da geldiği yere dönüyor, bire daha gelmek için dönüyor. Dolayısıyla bakıyorsunuz siz, yer yüzü kirlenmemiş çok elma dökülmüş ama eskilerini bulamıyorsunuz, attığınız çöplere benzemiyor yani görüyorsunuz.

Onun için işte Rabbül ‘alemiyn O. Oluş ve bozuluşu yasaya bağlamıştır. Yasaya bağladığı için şu uçsuz bucaksız kâinatta başıboş hiçbir şey yok, bozuluş bile bir yasaya tabi. Onun için insan maalesef Rabbin terbiyesi dışına çıktığında kaos oluşturuyor. Rabbin terbiyesi içinde olsa kaos olmayacak, anarşi olmayacak. Rabbin terb iyesini reddettiği andan itibaren ya iç, ya da dış anarşi başlıyor. Düşünsel anarşi, duygusal anarşi başlıyor. sosyal, toplumsal ve siyasal anarşiye dönüşüyor ondan sonra, bakıyorsunuz kaos başlıyor. Belki o anarşi Külliler içerisinde yani bütünü içerisinde yine ilahi bir bozuluşun yasalarına tabidir. Ama biz insan eylemleri üzerinden okuduğumuzda, insan eylemleri kaosa hizmet ettiğinde gelip kendini vuran bir silaha dönüşüyor.

Varlığa kimlik veren alemlerin rabbi a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. (Tâhâ/50) ayetini hiç unutmuyoruz. Her şeyin yaratılış amacını kendisine yükledi ve sonra o amaca ulaşmak için haydi dedi, onu doğru yola yöneltti.

Amaçlılık ve anlamlılık kanununu koyuyor. Yer yüzünde hiçbir kanun yokken anlamlılık ve amaçlılık kanunu vardı. Yer çekimi kanunu yoktu anlamlılık ve amaçlılık kanunu vardı. Henüz maddenin sakınımı kanunu yoktu ama amaçlılık ve anlamlılık kanunu vardı. Enerji = MC2 kanunu yoktu ama anlamlılık ve amaçlılık kanunu vardı. Yani varlığın ilk anından itibaren anlamlılık ve amaçlılık kanunu vardı, Allah önce o kanunu koydu. Ondan sonra her yarattığı o kanuna tabi oldu. Nedir bu? Anlamlı ve amaçlılık.

Mâ halakte hazâ batılâ. (A.İmran/191) ya Rabbi sen bunları amaçsız ve anlamsız yaratmadın ve ma halekAllâhu fiys Semavati vel Ard. (Yunus/6) Allah gökleri ve yeri anlamlı ve amaçlı, Hakk ile yarattı anlamsız yaratmadı.

O zaman insan bir şey yapıyor, niye böyle yaptın diyorsunuz? Hiç..! diyor. Allah’tan kork. Varlığın tamamı anlamlılık ve amaçlılık yasasına tabi bir tek sen mi tabi olmayacaksın. Anlamsız bir iş yapma ey insan, amaçsız bir iş yapma. Kendi kendini gösteren referanslar da anlamsız ve amaçsızdır. Niye yiyorsun? yemek için. Niye uyuyorsun? Uyumak için. Niye yaşıyorsun? Yaşamak için. Niye kazanıyorsun? Harcamak için. Hayır kendi kendini gösteren bu fiili totolojilerden de insanın kaçınması lazım. Öyle değil mi malayani diyor ya anlamsız ve amaçsız şeylerden yüz çevirmek. Dolayısıyla mü’min anlamsız ve amaçsız hiçbir iş yapmaz.

Denge kanunu koyan O ferci’ılbasare hel tera min futûr. (Mülk/3) dön de bir bak bakalım Allah’ın yaratışında b ir eksiklik bir gediklik, bir dengesizlik görüyor musun. Sümmerci’ıl basar sonra bir daha dön yetmediyse bir kez, kerrateyn ikinci kez, tekrar tekrar dön. yenkalib ileykelbasaru hasien ve hüve hasiyr. (Mülk/4) bakışın sana hüsrana uğramış bir biçimde geri dönecektir. Aradığını bulamamışlığın yani ya Rabbi senin yaratışında bir dengesizlik göremedim ben diye geri dönecektir sana.

Her yaratılanın bir anlamı var, bakın göz görmek için yaratılmıştır, onun için göz görerek terbiye olur biliyor musunuz? Göz görmeyi görerek öğrenir. Onun için doğmuş bir çocuğun gözünü 6 ay bağlayın görme hassasını yitirir. Göz görerek terbiye olur görmeyi öğrenir. Siz konuşma organlarına sahip olduğumuz için her halükârda konuşacağımızı düşünüyorsunuz değil mi? Yanlış düşünüyorsunuz..! Doğrudur, insan konuşan bir canlıdır. Fakat insanı tek başına bırakın yani konuşmayı duymasın bir başkasından, insan konuşamıyor. Bu yeryüzünde müteaddit vakalar üzerinden test edilmiştir. Ormanda kaybolan çocuklar üzerinden test edilmiştir. Onun için Hayy Bin Yakzan (İbn Tufeyl) hikayesi, romanı işte oradan esinlenmiştir. Yani konuşmak sadece v erilmiş yetilerle olmuyor, terbiye ile öğreniliyor. Görmek sadece gözün varlığıyla bitmiyor.

Sümme heda, sonra ne yaptı? İçine potansiyelini koydu a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. Sonra haydi potansiyelini gerçekleştir dedi. Siz gerçekleştirmezseniz eğer o gerçekleşmiyor. Aslında bazı insanlar sohbet ortamlarında bulunmadığı için konuşma yetilerini ömür boyu bir bebek gibi o düzeyde bırakıyorlar. Şu an da bile biz konuşma yetilerimizi geliştiriyoruz farkında mısınız yani düşünme yetimizi geliştiriyoruz. Sohbete katılmakla, derse katılmakla aslında biz büyüyoruz.

Dolayısıyla terbiye bu. Terbiye sonuna kadar devam eden bir süreç, belli bir yerde biten bir süreç değil. Eğer yaratılmış bir varlığın kapasitesinden söz ediliyorsa o kapasite sonuna kadar kullanılabilecek bir kapasitedir. Ancak ölünce kapasitemiz dolmuş olur. Yani kapasitemizin ne kadarını kullanıp kullanmadığınız ayrı bir mesele. İnsanlar kendilerine emanet edilmiş kapasiteleri bazen 0 km. rablerine hiç kullanmadan teslim ediyorlar. Bu emanete ihanettir. Kullanılsın diye emanet edilmiş bir kapasite Allah’a kullanılmadan teslim ediliyorsa b u emanete ihanet etmek demektir. Akıl da böyle, irade de böyle.

O zaman akıl ve iradesini daha fazla kullanana Allah’ın daha fazla yardım indirmesi, Allah’ın rububiyyetinin bir gereğidir. Aklını daha fazla kullananlara Allah’ın daha fazla yardım etmesi Rububiyyet yasasının bir gereğidir, rububiyyetin tecellisidir. Aklını az kullananlara ya da kullanmayanlara Allah’ın ekstra indirmemesi ve hatta pislik yağdırması. Ben söylemiyorum ve yec’alürricse alelleziyne lâ ya’kılun. (Yunus/100) akletmeyenlerin üzerine pisliği boca eder diyor.

Boca mı eder? Haşa yani Allah mi eder? Yo..! aslında yardımını keser, rububiyyet tecellisini keser, onu kesmesi pisliği boca etmesi anlamına gelir. Öbürü gider burnunu pisliğin içine sokar, o kendisi yapar aklını kullanmadığı için. Görüyorsunuz eğer aklını kullananlara rububiyyetinin tecellisi daha fazla ediyorsa daha fazla kullanın, vahyin amacı da bu değil mi, daha fazla kullanmayı öğretmek değil mi, iradeyi daha fazla kullanmayı öğretmek değil mi vahyin amacı. Aklı daha fazla kullanmayı öğretmek değil mi.

Yine ezvac ve ezdad kanunları öyle Allah’ın rububiyyetinin bir tecellisi. Ve min külli şey’in halakna zevceyni leallekum tezekkerun. (Zariyat/49) biz her bir şeyi eşli yarattık. Demek ki her ne ki yaratılmış o çiftlidir. Her ne ki yaratılmamıştır o tekdir, tek olan Allah’tır gerisi çifttir. O halde bitti, onun için;

Ey insanoğlu tek olduğunu zannetme. Buradan bu çıkıyor. Ben tekim, yani yerimi kimse ile dolduramazsın, hayır, vazgeçilmez değilsin. Bakın yer ve gök biri olmadan diğerini düşünemezsiniz. Üst ve alt, biri olmadan diğerini düşünemezsiniz. En ve boy, biri olmadan diğerini düşünemezsiniz. Erkek ve dişi biri olmadan diğerini düşünemezsiniz. Artı ve eksi, pozitifle negatif biri olmadan diğerini düşünemezsiniz. Faz ve nötr biri olmadan diğerini düşünemezsiniz öyle değil mi. Varlık böyle çift kutupluluk üzerinden yaratılmış.

Subhanelleziy halekal ezvace külleha. (Yasin/36) O Allah’ın şanı ne yücedir ki O her bir şeyi zevcli yaratmıştır. Yani yarattığı her bir şeyde Allah’ın yasasına tabi olmuştur, boyun eğmiştir, O’nun adına hareket etmektedir. Bu manada varlığın çift kutuplu yaratılmış olması Allah’ın rububiyyetinin bir tecellisidir.

Aslında dünya ve ahiret, iyi ve kötü, Hakk ve batıl, güzel ve çirkin, Adem ve şeytan bütün bu varlığın çift kutuplu yaratılışının bir gereğidir. Olmalı da. Onun için siz cehennem olmasaydı mı diyorsunuz. Cennet yaratılmasaydı diyorsunuz bunun farkında mısınız. Cehennem olmasaydı diyorsanız, cennet te yaratılmasaydı diyorsunuz demektir. Dolayısıyla varlığın çift kutupluluğunun hakikatini önce kavrayın. Şu kafirler olmasaydı, yani Allah niye kendini inkâr edecek insana izin verdi mi diyorsunuz. O zaman iman da olmazdı, mü’min de olmazdı. Şu şeytan olmasaydı, hayır, olmaz.

Dedim ya varlık böyle onun için Allah’ın rububiyyetini kavramamış demektir böyle sorular soran, böyle şeyler isteyen. Rububiyyetinin sırrına er ey insan. Rububiyyetinin sırrına er ve rububiyyeti peşinen kabul et. Allah’ın Rabb liğini peşinen kabul et ki kurtul, kabul et ki akıntıya karşı kürek çekme. Yani rüzgâra karşı kürek çekme, rüzgârı arkana al. Yaratılışın içine konulmuş olan rububiyyet rüzgârını arkana al, o zaman menzili maksude çok çabuk, çok kolay ulaşırsın.

Zaman, mekan ve hız kanunları O’nun rububiyyetinin tecellisidir. Işık hızı; sn. de 300.000 km gideceksin diye bir emir verilmeseydi, ışık bu emri almasaydı kendiliğinden nasıl bulacaktı 300.000 km gideceğini. Her ışığa eğer rububiyyet tecelli etmeseydi, her ışık kendi kafasına göre giderdi. Ama rububiyyet tecelli ettiği için, aslından emir aldığı için. Allâhu Nûrus Semâvâti vel Ard. (Nûr/35) olduğu için ışık her yerde hep aynı hızda gider.

Ve ilginçtir hızın sınırı değildir. Işık hızın dan aşağı sınır maddenin hareketidir çeşitli düzeylerde. Ama ışık hızını geçen limit üstü sınırlar, limit üstü hızlar. Ne demeli onlara? Var mı öyle hız? Var ya..! sizsiniz. Bilincinize bakın yeter. Aklınızın hızı ışıktan çok daha hızlıdır. İmanınızın hızı ışıktan çok daha hızlıdır. Şuurun hızı ışıktan çok daha hızlıdır. Onun için ışıklar birbirleri ile fotonlar üzerinden anlaşılır. Madde birbiriyle elektronlar üzerinden anlaşır, bilinçler birbiri ile psikonlar üzerinden anlaşır.

Şimdi psikon diye bir isim icat ettiler ve artık beyinlerin beyinlerle, zihinlerin zihinlerle, insanların insanlarla duygu üzerinden bu birim üzerinden irtibat kurduğunu keşfettiler. Onlar hiç söylemeden biz bunu keşfetmiştik, biz buna iman etmiştik. Zaten sevmek böyle bir şey, sevilmekte böyle bir şey, özlemekte özlenmekte böyle bir şey. Sen onu özledinse bil ki o da seni özledi, kim bilir belki o seni özlediği için sen onu özledin. Onun için ben diye başlama istersen. Hatta şöyle de diyebilirsin, özledim, o beni özledi öyle de diyebilirsin mahsuru yok yani.

Ararken buldun kendini değil mi, ben arıyorum da diyebilirsin o beni arıyor da diyebilirsin. Eğer arayan Allah ise seni mutlaka bulur. Onun için ben andım diyorsun değil mi, ben Allah’ı zikrettim. Şöyle de diyebilirsin; Allah beni zikretti, Allah beni andı şu anda deyin bakalım tüyleriniz nasıl diken diken oluyor. Allah beni andı..!

Peki kim kimi andı? Pes ya rabbi, eyvallah. Dolayısıyla Fezkürûniy ezkürküm.. (Bakara/152) siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim. …nesullahe feensahüm enfusehüm (Haşr/19) onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu. Onlar Allah’ı unuttular, Allah ta onlara kendilerini unutturdu kendilerini unutunca Allah’ı dünden unuturlar. Şah damarından yakın olan şah damarını unutursa..! Dolayısıyla zaman, mekan ve hız kanunlarını koydu.

Alemlerin rabbi bitkilerin de Rabbidir değil mi. Ağaçlar meyveyi insanlar yesin diye değil nefsini devam ettirmek saikiyle yaparlar verirler. Sen yemişsin, yememişsin o bilmez ki, on un haberi yok. Fakat ağacı yaratan ve ağaçta meyveyi yaratan seni de yaratan olduğu için O bilir. O bilir meyveyi senin yiyeceğini, yemen gerektiğini.

Gül insan koklasın diye açmaz. Bünyesine Rabb olan Allah’ın yerleştirdiği varlığını devam ettirme idame ettirme kaygısıyla açar. Çünkü çiçek verdiği zaman arkasından tohumda verir, tohumu vermek için çiçeği verir. Fakat sen o anda alırsın ve koklarsın. Yani Allah’ın onun bünyesine yerleştirdiği rububiyyet tecellisinden sen öyle istifade edersin. O kendi varlığını devam ettirir sen de ondan istifade edersin. Her ikisi de rububiyyetin bir tecellisi olur. Daha neler..!

Arı benden toz alsın diye açmaz, fakat arı da gelir ondan toz alır. Arıyı yaratanla gülü yaratan aynıdır insanı da yaratandır. Arı da balı yaparken biraz fazla yapayım da insanoğlu yesin diye yapmaz. Fakat arıyı yaratan insanı da yaratan olduğu için, insanın ihtiyacını bildiği için arıya fazla yapma yeteneği yüklemiştir, Rabbül ‘alemiyndir O çünkü.

İnsan cenneti hatırlatan tabii güzellikleri görünce Allah’ın hangi sıfatını hatırlar? Rabb sıfatını hatırlar. Doğrusu bu yurtlarında nice ibret bulunan Sebe halkı için de geçerliydi. Sağdan ve soldan boylu boyunca uzanan cennetler gibi b ir tabiat hal diliyle sanki şöyle diyordu Sebe’/15. ayetin mealini okuyorum; Rabbinizin size bahşettiği rızıktan nasiplenin.

Rabbinizin” size bahşettiği. Evet, İlahınızın değil, Allah’ın size bahşettiği değil, ayetlerde gelen esmalar çok önemlidir. Bir ayette bir hadise hangi isimle anlatılıyorsa o isme dikkat o anlatılan hadise o isimle doğrudan tecelli ilişkisine sahiptir. Rabbinizin size bahşettiği rızıklardan nasiplenin, ama O’na olan şükrünüzü de eda edin.

Demek ki asıl şükür rububiyyetin tecellisine şükürdür. Bizim şükretmekle görevli olduğumuzu söyleyen ayetlerde geçen ismin Rabb olması boşuna değil. Elhamdülillahirabbil ‘alemiyn. Rububiyyetinden dolayı hamd olsun sana ya Rabbi. Evet, hele ki Rabb sin ya Rabbi demektir. Eyvallah!

Bitkilerin koku üretimi Rabbül‘alemiyn’in alemlere olan rububiyyet tecellisinin küçük bir örneğidir. Gül, ıhlamur, hanımeli, yasemin, kekik, adaçayı..! Farkında mısınız hepsi bir koku deposu aromatiktir bunlar ve hepsi de uçucu yağlara sahiptir ve üretirler. Nerede üretirler Allah aşkına? Siz hiç toprak kokladınız mı? siz hiç kokladığınız toprakta adaçayı kokusu, gül kokusu, yasemin kokusu, ıtır kokusu, kekik kokusu, hanımeli kokusu, ıhlamur kokusu aldınız mı? isterseniz aynı toprağa şöyle yan yana yasemini, ada çayını, hanımelini, ıhlamuru, kekiği şöyle yan yana ekin hepsi de aynı toprakta büyür, hepsi de kendi kokusunu verir, kendi kokusundan asla vazgeçmez.

Kimliğini kokusunda saklayan bitkiler yüze yakın farklı kimyasal bileşik kullanıyorlar. Toprakta olmayan koku bitki de nasıl olur, her bitki kokusunu kendi kimya laboratuarında üretiyor. Bitki özü ile kabuk arasında ki salgı bezinde altın karışımın formülü var, oraya yazmış formülünü. Dolayısıyla aldığı ışığı sentezlediğinde topraktan aldığı mineralleri o formül üzerinden hassas terazi ile tartıyor. Öyle mikron üzerinden yani nano teknoloji yanında halt etmiş affedersiniz. Mikron üzerinden tartıyor kendi terazisinde hangi elementten ne kadar katarsam bu koku oluşur.

            Siz hiç ada çayı gibi kokan hanımeli gördünüz mü, ya da ıhlamur gibi kokan gül gördünüz mü? Ya da kekik gibi kokan yasemin gördünüz mü? Kokmazlar. Niye? Rabbül ‘alemiyn’in tecellisi öyle tecelli etti ona. Onun için hangi toprağa ekerseniz ekin hep o kokuyu görürsünüz onda. Ama güçlü almışsa güçlü, güçsüz almışsa güçsüz. Ama o kokuyu görürsünüz. Kokan her bitkinin hafızasında ki kendi kokusunun altın formülü yazılıdır o formülü asla unutmazlar. Toprağı, ışığı ve suyu havayı koku imalatında hammadde olarak kullanırlar.

Hiçbir laboratuarda aslı gibi koku üretilememiştir. Onun için aroma özlerini toplayıp ondan imal etmeye çalışıyorlar. En iyi parfümler de yine doğal kokuların karışımıyla elde edilen parfümler. Sentetik olanlar asla aslının yerini tutmuyor, tutamıyor. Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban. (Rahman) o halde Rabbinizin hangi bir nimetini yalanlarsınız.

Yaprak mucizesine ne dersiniz, Rabbül ‘alemiyn’in küçük fabrikaları. Şuna bakınız her yaprak bir kimliktir, her bitkiyi yaprağından tanırsınız. Onun için karıştırmazlar kimliklerini birbirlerine. Fakat her yaprak küçük bir enerji üretim fabrikasıdır. Fotosentez yolu ile aldıkları ışığı ve karbon dioksiti yerler, bize oksijen verirler. Siz bu işlemi endüstriyel olarak imal etmeye kalktığınızda bir servet ödüyorsunuz.ç Ama hiçbir şey ödemeden ağaç size bedava yapıyor. Siz uyurken karbon dioksit üretiyorsunuz, o siz uyurken oksijen fabrikası çalışıyor imal ediyor gündüz size veriyor.

Aslında gece sizin rölantiye çekilmeniz şu dünyada ki karbon dioksit – oksijen oranları yüzündendir. Bu oranlar da size göre ayarlanmıştır adeta. Ve her yaprak çok ilginçtir kendi bulunduğu ortamda neyi üretecekse ona göre dizayn ediliyor. Onun için çölün ortasında artık yaprak olmaktan vazgeçiyor, kaktüsün dikeni oluyor ve bakıyorsunuz ılıman bir yerde yaprak saklarken sıvıyı, çölde kendisi saklamaya başlıyor artık. Çöl kaktüsünün aynı zamanda devenin bitki karşılığı olduğunu anlıyorsunuz. Devenin hörgücünün içine yedek suyunu yerleştiren Allah, çölde ki kaktüsün içine de yedek suyunu yerleştirip kendi tabanını, kendi kökünü sulayacak sulama sistemini içine koyduğunu görüyoruz. Ve Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban. (Rahman) diyorsunuz.

Evet, şimdi anlıyor musunuz En’am/59. ayetini; ve ma teskutu min verakatin illâ ya’lemüha. (En’am/59) hiçbir yaprak düşmez ki O bilmemiş olsun. Gel de yaprağı görmeden geç..! Eskiden gazele gazel diye, zibil diye bakardım, bu ayeti keşfettikten sonra asla gazele zibil diye bakamadım. Bir yaprak düşerken hemen Allah hatırıma geliyor. Bu yaprağı da mı biliyorsun ya Rabbi, bu düşen yaprağı da mı? Evet… Demek ki fabrikanın aslında ömrünü biçiyor ve bir fabrika daha kapandı bir yaprak düşüyorsa bir oksijen fabrikası daha kapandı yepyenisi çıkmak üzere.

Yere göğe, dağa taşa, kuruya yaşa, kurda kuşa hikmet nazarıyla bakana düşen Hz. İbrahim’in dediğini demektir. İz kale lehû Rabbuhû eslim, kale eslemtü liRabbil Alemiyn. (Bakara/131) hani rabbi ona teslim ol demişti o da alemlerin rabbine teslim oldu, Rabbi ona demişti, Allah ona dememişti. Niye teslim olması gerekir insanın, niye Müslüman olması gerekir insanın dostlar? Rabbül’alemiyn olduğu için. Terbiyesinin karşılığıdır bizim Müslüman olmamız. Eyvallah..! O her şeyin ilahıdır ama insanın, özellikle de Rabbin Nâs, Melikin Nâs, İlâhin Nâs. (Nâs/1-2-3) İnsana olan terbiyesinin karşılığını insandan teslimiyet olarak ister.

Görüyorsunuz Müslüman olmak Rabbül’alemiyn in rububiyyet tecellisine insanın verdiği cevaptır, hadise budur. Zira Allah’ın hakkını teslim etmenin en emin yolu O’na teslim olmaktan geçer. Öyle değil mi Allah’ın hakkını nasıl teslim edeceğiz Allah’a? O’na teslim olmakla. Bu da Rabbül ‘alemiyn oluşunun hakkıdır.

Korktuğumuz için mi teslim olduk O’na? Hayır. Sevgisini yitirmekten dolayı teslim olduk Habil gibi; Beni öldürmek için el kaldırsan bile ben seni öldürmek için elimi oynatmayacağım. Çünkü ben Alemlerin Rabbi Allah’tan korkarım diyor. Alemlerin Rabbi Allah’tan Maide/28. ayeti. Ben alemlerin Rabbinden korkarım. Yani işlenen her günah Rabbin rububiyyetine yöneltilmiş bir tecavüzdür. Rabbin rububiyyet tecellisine bir ihanettir. Demek ki işlenen günahlar da rububiyyet tecellisine yönelik bir ihanettir. Biz ayette ki geçen isimden onu anlıyoruz. Evet, alemlerin Rabbi.

Korkunun kulu olmak iradenin intiharıdır, korkuyu kulunun terbiyesi için kullanır. Korku iradeyi esir eder. Ve ma teşâune illâ en yeşâAllâhu Rabbül’alemiyn; (Tekviyr/29) Alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Peki Alemlerin Rabbi olan Allah neyi dilemiş? Bizim dilememizi dilemiştir. Yani siz dilemeniz gerekir çünkü Allah sizin dilemenizi diledi demektir bu ayet. O zaman Rabbül‘alemiyn niye geçti ayette? İradeyi kullanmakta Alemlerin Rabbinin rububiyyet tecellisine b ir sadakattir. İradeyi kullanmadığımızda Alemlerin Rabbinin rububiyyet tecellisine ihanet etmiş olurmuşuz. Eyvallah..!

Ayetlerde geçen esmadan yola çıkarak okumalar yapıyoruz dostlar dikkat buyurun. Fakat O bizim dilememizi diledi bu yüzden irade verdi O’nun irade vermesi iradeyi kullanacak akıl, muhakeme, vahiy O Alemlerin Rabbinden indirilmedir Vakıa/80. Biz bu ayeti o alemlerin Rabbinden indirilmiş bir gök sofrasıdır diye de anlayabiliriz. Alemlerin rabbinden, altını çiziyorum. Yani vahiyde alemlerin Rabbinin rububiyyet tecellisi imiş. Eyvallah..! Ve hepimizin bunun karşısında alemlerin Rabbinin sofrasından ruhunu doyuranların andı.

Kul inne Salatiy ve Nüsükiy ve mahyaye ve mematiy Lillâhi Rabbil alemiyn. (En’am/162) De ki tüm isteğim ve arzum ve Nüsükiuy, tüm ibadetlerim ve mahyaye ve mematiy ölümüm ve dirilişim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’a armağan olsun. Bu bizim andımız, Müslümanların andı. Bu and da da ayet nasıl bitiyor? Lillâhi Rabbil alemiyn. Niye böyle? Çünkü alemlerin Rabbi O. Rububiyyet tecellisine teşekkürünüz böyle olur. varlığınızı O’na adayarak ancak teşekkür edebilirsiniz.

Cenneti görünce mü’minlerin atacağı sevinç çığlığının nasıl olduğunu duydunuz mu? Yunus/9-10. ayetinde biz bunu görüyoruz.

Da’vahüm fiyha subhanekellahümme ve tehıyyetühüm fiyha Selâm* ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. (Yunus/10) onların duaları, davaları, iddiaları, çığlıkları, sevinç naraları nasıl olacak? Orada; Allah’ım seni tesbih ederim, senin şanın ne yücedir. ve tehıyyetühüm onların hoş geldinleri nasıl olacak? fiyha Selâm hoş geldiniz, yani sonsuz mutluluk ve huzur müjdesi sizindir. ve ahıru da’vahüm ve yine onların buna karşılık mukabeleleri ne olacak? enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. hamd olsun alemlerin Rabbi olan Allah’a.

Neden? Cennete girince bile hamd olsun alemlerin Rabbi olan Allah’a diyeceğiz, Alemlerin Rabbi..! Dikkat buyurun, ayetlerde ki esmaya dikkat edin. Cennette alemlerin Rabbinin rububiyyetinin tec ellisidir de ondan. Vahiy on un rububiyyet tecellisi, cennet O’nun rububiyyet tecellisi, dünya O’nun rububiyyet tecellisi, insan O’nun rububiyyet tecellisi.

Şu varlığınıza bakın, hücrelerinize bakın, toprak O’nun rububiyyet tecellisi, bitkiler O’nun rububiyyet tecellisi, hayvanlar O’nun rububiyyet tecellisi..! Eyvallah..! Alemlerin Rabbine hamd olsun onun için. Çünkü alemler O’nun rububiyyet tecellisidir.

O arşın Rabbidir. Arş; taht manasına gelir. Evin tavanı ve çardak türü gölgelikler için de kullanılır. A ra şe yükseklik ve yücelik manasına geliyor. Şİ’r, Şa’ara. Bakınız iştikâku-l Ekberde aynı üç harf. A-re-şe. Şe-‘a-ra. Şa’ar, saça Şa’ar derler niye? Bedenin en üstünde bulunduğu için en yüksekte duruyor ya onun için. Peki Şiir niye şiirdir? Sözün en üstünde durduğu için şiire şiir denmiştir. Şuur niye? İnsanın iç fakültelerinin ürettiği en yüksek değer şuur olduğu için. Yani bu 3 harfi yan yana gördüğünüz her kelimede onu kullanırsınız. Şiar ne demek peki? Ki sembol Kur’an da sembol manasına gelen şiar, yani sembol ne demek? Bir yerde en yüksek görünen şey semboldür Onun için öyle denmiş. Arş oradan taht manasına gelir.

Fakat Allah için kullanıldığında mecazdır yönetim, hüküm makamı demektir. Ve alemler kelimesi gibi dikkat buyurun hassas bir nokta; Esma ül Hüsna içinde yalnızca Rabb ismi ile izafet halinde gelir. Çok ilginç, alemler 42 yerde başka hiçbir isme izafetle girmiyor tek izafet içinde geldiği isim alemlerin Rabb ismidir. Aynen arş ta öyle. Rabbül arş; 6 yerde Arşü Rabbik, bir yerde. Bir yerde Arş-u Hu, bir yerde zül arş şeklinde geliyor. Göklerin ve yerin Rabbi arşın Rabbi. Onların yakıştırdığı her şeyden münezzehtir. Zuhruf/82; Allah kendisinden başka ilah olmayan muazzam arşın Rabbidir. Neml/26. De ki hem 7 göğün hem de muazzam arşın Rabbi kimdir. Mü’minun/86, De ki Allah bana yeter O’ndan başka ilah yok,ben hep O’na güvenmişimdir çünkü O Muazzam arşın Rabbidir. Tevbe/129 gibi birçok ayette arşın Rabbi.

Kur’an da ki bu kullanımlar arşın rububiyyetle olduğunu söylemiyor mu. Arşın rabbi diyorsa arş rububiyyetle alakalıdır. O zaman arşı nasıl anlayacağız? Yani Allah’ın hükmetmesini, Allah’ın üzerinde bulunduğu o hükümranlık yetkisini nasıl anlayacağız? Terbiyesinin bir gereği olarak. Allah ne hükmetmiş, ne emretmiş, ne nehy etmişse onunla bizi terbiye eder. Dolayısıyla Rabbül ‘alemiynin terbiyesinin, rububiyyetinin bir tecellisidir hükmetmek. Onun için Allah’ın hükmüne karşı gelmek Allah’ın terbiyesine karşı gelmekmiş, biz oradan bunu çıkarıyoruz öyle değil mi.

Arşın rabbinin insan üzerinde ki emeğine ne demeli? Arşın Rabbi tüm otoritesini kullarını terbiye etmek için kullanıyor, böyle murat ediyor. Terbiye etmek emek vermektir. O kullarına emek vermek ve verdiği emeği kulları üzerinde görmek ister değil mi. Hz. İnsan’ın şerefine yönelik her saldırı arşın Rabbinin emeğine saldırıdır. İnsanın izzet ve şerefini ayaklar altına almaya bizzat kendi kendisinin dahi hakkı yoktur değil mi. Arşın Rabbi darılır. İnsanın hatasına bakıp onun üzerini çizmek, arşın Rabbinin emeğini yok saymaktır. Onun için tekvir hastalığına tutulan Müslümanlara ithaf olunur. Allah’ın emeğini yok saymaya kimsenin hakkı yoktur. Allah’ın emeği var. Değil insanın manasında, maddesinde dahi olan emeğine Allah resulü ayağa kalkıyordu değil mi. Bir Yahudi cenazesi geçerken Resulallah ayağa kalkmış, etrafındakiler “Ama o bir Yahudi ya ResulAllah” deyince; insan değil mi, yani sanki Allah’ın emeği onda yok mu dercesine mukabelede bulunmuştur. Ne muhteşemdir, Allah’ın emeğine saygı. Ya Allah’ın emeğinin fiziki tarafı değil metafizik tarafına ne demeli?

Arşın Rabbi bir kez peygamber göndermekle yetinmek yerine binlerce peygamber göndermiş, emek vermiş yani. Değil başkalarından insanın kendi hata ve günahlarına bakıp kendisinden umut kesme hakkı bile yoktur. Arşın Rabbinin emeğine hakaret olur. Zira arşın Rabbi kalpleri evirip çeviren yegane Rabdır, otoritedir. De ki; Allah bana yeter, O’ndan başka ilah yok ben hep O’na güvenmişimdir çünkü O muazzam arşın Rabbidir. Yani hükmetme makamının Rabbi, hükümranlığın tek otoritesi. Allah otoritesini insanı terbiye etmek için kullanıyormuş, insana emretmekten zevk almak için değil. Yani Allah’ın insan üzerinde yürüttüğü otoritenin arkasında da ilahi şefkat ve rububiyyet var.

Göklerin ve yerin Rabbi, bu ikisi arasındakilerin Rabbi de O’dur. O göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbidir. O halde yalnız O’na kulluk et ve O’na kulluk ederken dirençli ve sebatlı ol. Hem adı O’nunla birlikte anılmaya değer başka birimi var. semiyya diye geçiyor ya (Meryem/65)

Onun terbiyesine küçük bir örnek vereyim, mağara arkadaşları, ashab-ı kehf. Onlar göklerin ve yerin Rabbinin kendi rableri olduğunun bilinci içinde imtihanlarını verdiler ve şöyle diyorlar; Ayeti kerimeyi mealen veriyorum; Şu bir gerçek ki onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi mağara arkadaşları, ashab-ı kehf. Ve biz de onların doğru yolda olma bilincini artırmış ve yüreklerini imanda sabit kılmıştık. Küfre baş kaldırdıkları zaman aralarında şöyle konuşmuşlardı. Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Dikkat buyurun, bizim Rabbimiz göklerin ve yerin rabbidir. Asla O’nu bırakıp ta ilah diye başkalarına kulluk etmeyiz. Doğrusu eğer böyle yaparsak asıl o zaman Haktan uzaklaşıp haddi aşmış oluruz.Kehf/13-14.

Evet, göklerin ve yerin Rabbi olduğunu bilirseniz neyi bilirsiniz? O gök beni altında barındırıyor, o yer beni üstünde tutuyor. Göğe ve yere bu kadar minnet borçluyum da ya göğün ve yerin Rabbine ne kadar minnet borçlu olmalıyım. Bunu dedirtecek bize. Onun için Kur’an da defaten O’nun göklerin ve yerin Rabbi oluşu vurgulanır.

Bu vurgunun başka bir açılımı daha var. Gökler bakıyorsunuz uçsuz bucaksız, o kadar güçlü ki. Düşünebiliyor musunuz, sadece sizin galaksinizde 400 milyar güneş sistemi var. Sizin galaksiniz gibi şu an için ölçülen evrende 400 milyar galaksi var. Aman ya Rabbi diyorsunuz. Ne kadar küçüğüm ya Rabbi bu kâinat içinde. Şöyle güneşin gezegenlerini yan yana diziyorsunuz en büyük gezegeni görünce dünya yanında görünmüyor bile. Satürn e bakıyorsunuz, Uranüs’e bakıyorsunuz, Neptün’e bakıyorsunuz, bir de güneşinize bakıyorsunuz güneşin yanında dünya futbol topunun yanında mikrop gibi kalıyor.

Şimdi daha diğer güneşlere bakıyorsunuz, Allah Allah, meğer bizim güneşimiz diğer güneşlerin yanın da güneşin yanında dünyanın kaldığı kadar kalıyormuş. Toplu iğne başı kadar yok. Peki Ya Rabbi bu kadarcık küçük bir cürmüm var benim şurada sen benim üstümde ne kadar emeğin var ya Rabbi. Şu uçsuz bucaksız kâinatta benim üzerime ne kadar emek vermişsin ya Rabbi. Ya benim üzerime bu kadar emek vermişsen benim dışımda şu kâinatta tanımadığım ne emeklerin var senin ya Rabbi. AllahuEkber..! Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban. (Rahman)

Dolayısıyla işte göklerin ve yerin Rabbi vurgusunun kazandırdığı birkaç nükteyi sadece vurguladım. Birçoklarını almışım ama vakit doldu onun için

Subhane Rabbis Semâvati vel Ardı Rabbil ‘Arşi ‘amma yesıfun. (Zuhruf/82) göklerin ve yerin tabi, arşın Rabbi, onların yakıştırdığı her şeyden münezzeh ve Berîdir ayetini okuyarak ben de bu derse son vereyim.

Göklerin ve yerin Rabbi, bizi emeğine ihanet edenlerden değil, sadakat gösterenlerden kılsın. Arşın Rabbi emrine kalbimizi mutî kılsın, arşının altında bizi rububiyyetinin tecellileriyle doyursun inşaAllah.

Önümüzdeki ders insan ve insan soyunun Rabbi ile Rabb isminin son dersine geldik. İnşaAllah Rabb ismi ile Kur’an da yer alan dualarla önümüzdeki dersi bitireceğiz. Ondan sonra diğer esmaya geçeceğiz Allah nasip eder ömrümüz olursa.

Rabbim rububiyyetine gereği gibi kullukla karşılık veren kullarından etsin. Amin, Vel Hamdu Lillâhi Rabbil ‘alemiyn. (Saffat/182) ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. (Yunus/10)



ESMA DERSLERİ (12-1) 3 – er RAB

$
0
0

Rab

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi. Düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Amin, amin, amin.

Aziz dostlar 12. esma dersimizdeyiz ve Rabb isminin 3. dersindeyiz. İlk dersimizde Rabb isminde Rabb olan Allah’ı ve Rabb isminin lügavi karşılıklarını görmüştük. Daha sonra ki dersimizde alemlerin Rabbi ne demek, alemler ne demek ve yerin ve göğün rabbi, arşın rabbi ve bunların Kur’an da ki karşılıklarını görmüştük. İnşaAllah bugün insan ve insan soyunun Rabbi konusuyla Rabb ismine devam edeceğiz.

Hz. İnsan. Biz hazret diyince aklımıza hemen falan veya feşmekân geliyor, ama insanın hazret olduğunu unutuyoruz. Gerçekten de insan Rabbimiz için bir hazrettir, çünkü Ahsen-i takviym üzere yaratmıştır, çünkü Allah’ın şah eseridir. Allah mahlûkat ağacının hem tohumu hem meyvesi kılmıştır insanı. Bu tohumu ve bu meyveyi anlamadan mahlûkatı anlayamayız. Onun için irfan ekolümüz insana küçük alem; El ‘alem-üs suğra demiştir mikro kozmos ve aleme de, kâinata da El ‘alem-ül Kübra, makro kozmos demişlerdir. Gerçekten insan küçük kozmostur, kâinatı sıkın, sıkın ve özünü çıkarın insan olsun. İnsanı açın, açın kâinat kadar büyütün kâinat olsun.

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

Şeyh Galip

            Şeyh Galip ne güzel söylemiş değil mi. Kendi zatına dön doğru bir gözle, güzel bir gözle bak. Bak bakalım ne göreceksin. Eğer Allah’ın gör dediği yerden bakarsan zübde-i alem olduğunu, alemin özü olduğunu görürsün. Ve Merdüm-i dîdeyi ekvân kâinatın göz bebeği olduğunu görürsün. Onun için insanın göz bebeğine Arap dilinde iki karşılık vardır. Hadgat-ul ayn, insan-ul ayn. Gözün insanı, göz bebeği demektir. Gözün insanı.

Demek ki insanda kâinatın göz bebeğidir. Allah kâinatın göz bebeğine çöp batmasını ister mi. Ama insan kendi elleriyle kendi gözünü çıkarabiliyor. Yani insan kendi kendine batabiliyor. Kâinatın göz bebeğini Allah koruyor, tıpkı gözü koruduğu gibi. Göz kaç korumaya sahip baksanıza. Önce b ir göz çukuru hem de çok kavi. Muhteşem bir malzemeden göz çukuru. Harika bir geometrik şekle sahip, oyulmuş, içine muhafaza edilerek konulmuş. Ondan sonra bir göz kapağı, gelecek tehdit ve tehlikelere karşı. Daha sonra kaş çıkıntısı, daha sonra kaşın kendisi. Alından inen terler yana aksında göze kaçmasın diye. Kaç tane koruma altına alınmış..! Gözü yaratan yaratmış ta bir de gözü koruma altına almış. Yani ben yarattım sen de koru, ben verdim sen de koru dememiş, korumuş ta. Bizim baş gözümüzü böylesine koruyan yürek gözümüzü korumaz mı.

Peki biz neden korumayız? Allah’ın koruduğunu biz niye korumayız, Allah’ın sakındığını biz niye sakınmayız. İşte Rabbim bizi bizden sakınıyor, bizi, bizim şerrimizden de koruyor. Bizi sadece başkalarının şerrinden değil, bizi kendi şerrimizden de. Kendi şerrimiz de var mı? Allah aşkına bu suali sormaya gerek var mı? İnsanın kendine verdiği zararı başkaları insana veremez. Görmüyor muyuz insan haddini aşarsa, yatağından çıkarsa, sınırını geçerse, kendini unutursa neler yapıyor, nasıl vahşileşebiliyor. Kendi türüne karşı insanın yaptığını başka hiçbir şey yapmıyor. O nedenle insan böyle bir varlık, Ahsen-i takviym. Lekad halaknel’İnsane fiy ahseni takviym. Sümme radednahu esfele safiliyn (Tıyn/4-5) biz insanı en güzel kıvamda yarattık. Yani kemâle ulaşabilecek bir kıvamda yarattık. Fakat getirdik start noktasına, başlangıç noktasına koyduk ki bu kıvamı kendi gayretiyle kazansın diye. Ondan sonrası kendi gayretine ait. Çünkü irade verdik, akıl verdik, donattık onu, bu irade ve aklı kullanarak kendi çabasıyla Allah’ın içine koyduğu kıvamını bul dedik. Daha ne yapsın.

            Evet, Hz. insan, kâinatın göz bebeği dedik. İnsanın Hz. İnsan olması Rabbin rububiyyetinin bir tecellisidir, çünkü Rabbin rububiyyetinin varlık içinde en büyük tecellisi insanadır. Cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insan. İnsan alem-i melekûtla alem-i Mülk arasında ki muhteşem varlık. Bir tarafıyla alem-i ervaha, alem-i melekûta ait, hatta onu geçen bir tarafı var, onu geçen onu aşan. İşte meleklerin insana secdesi bu. Melekleri aşan bir tarafı olmasaydı melekler insana secde ile emredilmezdi. Bundan daha büyük insana bir şeref olabilir mi? Eğer bir insanın büyüklüğünü veya insan türünün büyüklüğünü ifade edecekseniz b undan daha güzel bir cümle kurabilir misiniz.

Ama bir tarafıyla da Alem-i Mülke ait. onun için onda madenlerden bir cüz var. Yani elementer kökeninden getirdiği madenleri temsil ediyor yine. Tabiatta, kâinatta olan 155 elementin hemen tamamına yakını, -tamamı demiyorum- insanda da var. Onun için insan da bakınız bu elementlerin bir çoğunu görürsünüz, minerallerin bir çoğunu görürsünüz. Demir var, kurşun var, çinko var, fosfor var, bakır var, var var var. İnsanda yok tok. Dolayısıyla kâinatta ki taşları da temsil ediyor, madenleri de temsil ediyor.

Dahası? Bitkileri temsil ediyor. Onun için beynin en alt katında soğancık var. Soğancık tıpkı bitki soğanı gibidir ve insanda ki bitkiyi temsil eder. Onun içinde en öldürücü yer orasıdır ense kökü. Eğer ağır bir biçimde vurulursa ölür, biraz az vurulursa bayılır. Yani insanın bitki tarafına dokunulduğunda gidiyor.

Ve insanın hayvan tarafı. Zaten canlı varlık olarak insan olmadan önce beşer idi, oraya geleceğiz ve ruh üflenince insan oldu ve ondan sonra insan tarafı. Yani insan kendinden aşağı mertebelerde ki tüm varlıkları da temsil ediyor. Belki Rabbinin huzurunda namaza durduğunda kıyamda iken elemen ter tarafını rabbine teslim ediyor, dağlar gibi duruyor, taşlar gibi duruyor kıyamda iken. Rükûda iken hayvani tarafını temsil ediyor yani teslim ediyor Allah’a ve secde de iken bitkilerin ağzı yerdedir onun için oradan beslenirler. Secdede iken de bitkileri temsil ediyor yani insan şunu diyor ben her tarafımla sana teslimim ya Rabbi. Beni var ederken geçirttiğin tüm süreçlerimle sana teslimim. Sana teslimiyetimi ilan ediyorum diyor. Dolayısıyla hz. insan oluyor. Rabb olan Allah’ın şah eseri oluyor.

Hayatı ve ölümü yaratan Allah sizin de Rabbinizdir önden giden atalarınızın da rabbidir. Altını çizdiğimiz nokta Rabbinizdir. Ayeti kerime de Duhan/7-8. ayetlerinde Rabb isminin geçiyor olması bizim dikkatimizi çeken nokta. Yani Allah’ın esmasından başka bir isim kullanılmıyor Rabb ismi kullanılıyor, hayatı ve ölümü yaratan Rabb mış.

O zaman buradan ne anlıyoruz? Hayat ve ölümün kendisi, Rabbin rububiyyetinin tecellisi için vardır. Kesin sonuç bu. Yani neden hayat vardır sualini sorun, neden ölüm vardır sualini sorun alacağınız cevap Rabbinin rububiyyetinin tecellisi için. Demek ki hayat ve ölümün her türü, hayatın tüm mertebeleri ölümün tüm mertebeleri, unutmayalım hayat tek mertebe değildir. Cansız diye baktığımız varlıkların kendine ait bir hayat mertebesi vardır. Bitkilerin kendine ait bir hayat mertebesi vardır, hayvanların kendilerine ait bir hayat mertebeleri vardır. İnsanların kendilerine ait bir hayat mertebeleri vardır, meleklerin kendilerine ait birer hayat mertebeleri vardır. Alemi ervahta ruhların kendilerine ait bir hayat mertebeleri vardır ve tabii ki Hayy olan Allah’ın hayat mertebesi, tüm hayatları yaratan, kuşatan mutlak hayattır.

Görüyorsunuz hayat mertebesi tek değildir. Dolayısıyla insan dünyaya gelmeden önce bir başka mertebede hayattadır. Dünyaya geldiğinde bu hayat mertebesi değişir, öldüğünde bir başka mertebede hayata kayar. Şehidin hayat mertebesi ile şehit olmayanın, hayatını Allah’a şahit kılmayanın. Şehit sadece savaşta ölen değildir, hayatını Allah’a şahit kılmayanın hayat mertebesi aynı değildir. Aynı olmadığı için ki Allah yolunda yaşayıp Allah yolunda ölenlere ölüler demeyin der Kur’an. Onların hayat mertebesi diğer ölülerin hayat mertebesiyle aynı değildir. Dolayısıyla hayatın mertebeleri vardır, ölümün de mertebeleri vardır.

Aslında ölümün mertebeleri hayatın mertebeleridir. İkiye ayırmak bile gereksiz belki. Ölüm dediğimiz hadise bir geçiş noktası onun için onun için hayatın farklı mertebelerine biz ölüm diyoruz. O nedenle hayatı ve ölümü yaratan Allah sizin de Rabbinizdir. Niçin yarattın Ya Rabbi? Rububiyyetimin tecellisi için.

Elementer gelişim süreci, insanın ilk gelişim süreci. İnsan sudan başlayan bir süreçle yaratılmaya başlandı biz bunu Kur’an dan anlıyoruz değil mi. ve ce’alna minelMai külle şey’in hayy. (Enbiya/30) Hayy canlı olan her varlığı biz sudan kıldık. Ama şüphe yok ki suyun da bir başlangıcı var. Aslında onun da başlangıcı sanırım ateş. Külün ekmeğini yiyoruz demiştim ya, dünya sönmüş bir volkan, külün ekmeğini yiyoruz. Gördüğünüz her şey, volkan dediğiniz şey de ateşin geriye kalan kısmı. Kül dediğiniz şey de onun geriye kalan kısmı.

Neyin ekmeğini yediğimize bakar mısınız. Rabbimizin yaratıcı kudretine bakar mısınız, ihtişamına bakar mısınız. Neden neyi çıkarıyor bakar mısınız. Ölüden diriyi çıkarmak daha mı şey. Ateşten hayatı çıkarmak..! İşte Allah bu. Rububiyyet böyle tecelli ediyor. Buda aslında varlığın terbiyesidir. Ateşi terbiye et hayat olsun, bir volkanı terbiye et volkanik b ir gök cismini terbiye et, üzerinde insanı misafir eden muhteşem bir misafirhane, dünya olsun. İşte bu. Allah’ın rububiyyet tecellisi küresel bazda böyle tecelli ediyor. Kâinat bazında nasıl tecellileri var kim bilir ki, nasıl bilebiliriz ki

Elementer gelişim süreci aslında Kur’an da çok güzel özetlenir değil mi. Emriyonun gelişim süreci, doğum sonrası maddi ve manevi gelişim süreci. 3 başlık altında ele alacağım. Elementer, embriyolojik yani anne karnında ki gelişim süreci ve doğduktan sonraki gelişim süreci.

Elementer gelişim sürecinin ilk ifadesini isterseniz Kur’an dan okuyalım Enbiya/30. ayeti; İnkârda ısrar eden o kimseler görmezler miki gökler ve yer başlangıçta birleşikken kâneta retkan biz onları ayırdık fefetaknahüma. Bu bilgiyi Allah’tan başka bize kim verebilir? üstelik 1.400 yıl evvel. Bu bilgi olarak dünyada yeni bir bilgi. Ama Rabbimiz bunu 1.400 yıl evvel gök ve yer bitişikken, yani yer yüzü kendi sistemi içinde ki diğer cisimlerle bitişikken sonradan ayrılmış, Rabbimiz ayırdık diyor. Ama bunu Rabb olarak ayırıyordu tabii o önemli. Ve hareket edebilen her canlıyı sudan var ettik. İşte o cümle bu ayetin devamı. ve ce’alna minelMai külle şey’in hayy. (Enbiya/30)

Buna rağmen hala inanmayacaklar mı, hala inkâr edecekler mi. Yani nasıl nankörlük yapabilirsin ey insan, böyle ince ince seni gergef gergef dokuyan Rabbine nasıl nankörlük yapabilirsin. Ne süreçlerden geldin geçtin, bu emeğe nasıl saygısızlık yaparsın. Küçücük bir emek görüyorsun da ona saygısızlık yapmaktan utanıyorsun, yüzün kızarıyor öyle değil mi. Mesela akşama kadar birini çalıştırsan da milletin içerisinde vermiyorum desen diyebilir misin. Hangi haysiyet sahibi bunu yapabilir. Bunu yapsanız kim kınamaz sizi. En yakınlarınız bile kınamaz mı, ayıplamazlar mı.

Pekiğ bir günlük emeği bile inkâr edemiyorsanız ya bu kadar zamanlara sığmaz, dehr içine terleştirilmiş, adeta sonsuz zaman içine yerleştirilmiş böyle bir ilahi emeği nasıl İnkâr edebilirsin ey insan. Bu ne büyük bir nankörlük olur değil mi.

Evet, beşerin elementer gelişim süreci Kur’an da farklı lafızlarla ifade edilir. Bu O’nun rububiyyetinin bir gereğidir aynı zamanda. Nedir? Min türabin, topraktan. Adem kırmızı toprak demek zaten edım, edem denir, kök manası odur toprak. Havva da hayat demektir. Dolayısıyla toprak ve hayat. Zaten şöyle bakın, nerenize bakarsanız bakın ucu toprağa dayanır. İster anne karnında ki gelişim süreci, spermadan başlayalım; o da topraktan süzülüp geliyor. Yediğiniz her şey, ister karbonhidrat olsun, ister vitamin olsun, ister mineral olsun, ister diğer şeyler olsun hepsi topraktan. Et yiyorsunuz o da topraktan. Çünkü etini yediğiniz hayvan da topraktan besleniyor. Yani gerek anne karnında ki, hatta döllenme öncesinde ki, döllenme sonrasında ki tüm emriyolojik süreç mudga, aleka ızam ve gerek doğduktan sonra ki. 3 kg. doğuyor 80 kg oluyor. Nereden aldı bu geri kalanı? O 3 kg.ı da zaten topraktan almıştı yani Adem. İşte topraktan Ademsiniz topraktansınız..!

Havva neden can? Aslında Adem ve Havayı b irleştirin insan olsun. İnsan da öyle değil mi cisim ve can= ben. Adem ve Havva, cisim ve can. Peki 3. unsur? Ruh. Onu da Allah üflüyor. Havva, hayat, oradan gelir. Hayy. Hatta yılan da hayye demektir, o da hayat manasına gelir. O sembolik şeyler Tevrat ta anlatılan yılan. O da Hayy. Aslında o da semboldür, simgedir canlılığın simgesidir. Onun için tıbbın simgesi yılandır canlılığın hayatın simgesidir. Yani nereden bakarsanız sembolik okumayla da baksak oraya o kapıya çıkıyor.

Elementer gelişim süreci min türabin, topraktan, min salsalin, sulanmış topraktan su katılmış topraktan çamur diyoruz biz ona değil mi. Min tıynin; su katılmış süzülmüş topraktan. Min tıynin lâzip; konsantre olmuş topraktan, içinde artık organizmaların ürediği topraklar. Min hamain mesnûn, min salsalin kelfahhar pişirilmişin, işin içine ateşte girdi. min salsalin kelfahhar; ve kurutulmuş topraktan. İçine rüzgâr da girdi.

Evet hayat 4 şeyden mürekkeptir diyen kadiym irfan işte onun için söyler. Toprak, su, ateş, hava. Dolayısıyla nereye dönerseniz dönün varlığın hepsi birbiriyle alakalı. Yani varlığı oluşturan ana unsurların herhangi birine sırtını dönemezsin ey insan diyor.

İbrahim ateşe atıldı da ateş İbrahim’i niye yakmadı? Çünkü tanıdı. 4 unsurdan biriydi tanıdı. Birbiriyle kavga hiç etmediler ki, tanışıktılar onun için kardeşine geldi. Gel kucağıma dedi ve rabbimiz de ona emretti.

ya naru kûniy berden ve selâmen alâ İbrahiym. (Enbiya/69) ey ateş İbrahim’e serin, selamet ol. Sadece serin ol deseydi belki donduracaktı. Selâmet ol deyince mutedil serinlikte ol onu üşütme de demiş oldu.

Evet böylesine bir elementer gelişim süreci, bu O’nun rububiyyetinin gereği. Neydi terbiye? Bir şeyi basit halinden alıp mürekkep haline doğru, kemaline doğru yürütmek değil mi, terbiyenin tarifi buydu. Rabb olan Allah’ta en büyük terbiyeci olduğuna göre bir şeyi basit halinden alıp onu aşama aşama kemale doğru ulaştırmak hadise bu, terbiye bu.

Onun için Rabbimizde işte insanı basit halinden aldı aşama aşama terbiye ederek onu kemaline doğru, ama insanın içine kemal haritasını yerleştiren de O, yazan da O, bunun formülünü yazan da O. Biz formülleri yazamıyoruz, yazılmış formülleri keşfedersek seviniyoruz, kâşif oluyoruz. Büyük bir iş yapmış gibi de seviniyoruz. Ama biz formül yazamıyoruz formüller O’na ait, yazılım O’na ait, ana yazılım O’na ait, levh-i mahfuz O’nun elinde, ana yazılım O’nun elinde. Vahiyde oradan iniyor, insanın ana yazılımı da oradan iniyor, kâinatın ana yazılımı da oradan iniyor, insan davranışlarının yazılımı da oradan iniyor, tarihin yasaları da oradan iniyor, sosyolojinin yasaları da oradan iniyor, kâinatın yasaları da oradan iniyor.

ve len tecide lisünnetillâhi tebdiyla. (Feth/23) o yasalara Kur’an Sünnetullah diyor ve onlarda bir değişme bulamıyoruz. Sadece biz bunu keşfediyoruz. Keşfettik mi de çok büyük bir iş yapmış gibi oluyoruz.

Ve Allah sizi topraktan yaratmıştır. Sonra bir damlacık hayat suyundan, sonra size birbirinize eş olacak cinsel bir kimlik vermiştir. Hiçbir dişi ne O’ndan hamile kalabilir, ne de doğum yapabilir. Fatır/11.

Ayete bakar mısınız lütfen, yani bu ayeti teker teker tefsir etmeye kalksam bu dersin tamamını bu ayete ayırırdım. Onun için size havale ediyorum Fatır/11. i ve geçiyorum.

Yine şu ayette öyle; Sizi toprak türünden yaratması O’nun mucizevi işaretlerinden biridir. Kur’an da toprağa ilişkin tüm ifadeler çok ilginçtir belirsiz nekira olarak gelir. Min türabin, nin hamain mesnûn, min salsalin kelfahhar, Min tıynin, min tıtnin lâzib. Hiç içinde marife gelen bir ibare gördünüz mü belirlilik takısıyla gelen? Hepsi belirsiz Ne demek? Sizin bildiğiniz gibi değil, o sizin bildiğiniz toprak gibi değil, bambaşka bir işlemden geçiriliyor, aklınızın ermeyeceği bir işlem. Öyle değil mi? Amenna ve saddakna ya Rabbi..!

            Bakınız Kur’an da bir hususun müfredatının alt alta yazıldığın da ortaya çıkan lügavi hususiyetlerinden ne sonuçlara varıyoruz. Yani dili bilmenin ve dili doğru kullanmanın sonucudur, tefsir bundan bağımsız asla olamaz. Rabbimiz insanın elementer yaratılış süreçlerini zikredecek ve Kur’an da hepsi marife değil nekira olarak, belirsiz olarak gelecek. Bunun anlama kattığı şey nedir? İşte budur.

İnsan soyunu kastederek siz diye başlayan şu ayet insanoğlunun tüm gelişim süreçlerini bir arada dile getiren belegat şahikasıdır. Sizi önce toprak türünden, sonra bir damla hayat suyundan, sonra da döllenmiş yumurta hücresinden yaratan O’dur. Sonra bebek olarak meydana gelmenizi dilemiştir. Sonra olgunluk çağına erişmeniz ve ardından da yaşlanmanız için yasa koymuştur. Süreç dışında bir şey kalmadı bir tek ayet, Mü’min/67. ayeti tüm süreçleri; hem elementer, hem embriyolojik anne karnı, hem de daha sonrasında ki tüm süreçleri bir tek ayette özetledi çıktı.

Beşeri gelişim sürecine girelim, burada fazla takılmayalım daha çok konuşacak şeyimiz var. ikincisi beşeri gelişim süreci Rabb ın rububiyyetini burada da görüyoruz, rububiyyet kesintisiz. Rububiyyet çok çeşitli rububiyyet sonsuz tecellilere sahip ve Rabbin rububiyyeti orada da gözüküyor.

İnsanlık önce beşer idi. Beşer iki şeyden cisim ve candan oluşur. Önce beşer idi. Beşeri oluşturan işki ana unsur nedir ceset ve can. Alem-i Mülke ait ceset ve Hayy dan neşet eden can. Öyle değil mi. Ceset bizi maddi varlıklara bağlıyor, can ise bizi hayat sahibi varlıklara bağlıyor onlarla müşterek.

Peki bizi insan yapmak için bu iki unsur yeterli mi? Değil, bizi canlı yapmak için yeterli orada hayvanlarla müştereğiz. Tüm can sahibi varlıklarla orada müştereğiz. Onların iki unsuru var.

Peki insan insan olmak için üçüncü bir unsura ihtiyaç duyuyor. Neydi o? Ruh. İşte halife orada seçildi. Halife atanmasıyla ruh üflenmesi arasında bir ardışıklık vardır. Ruh üflenmeden halife atanmaz. Dolayısıyla Ve iz kale Rabbüke lilmelâiketi inniy ca’ilün fiyl’Ardı hâliyfeh. (Bakara/30) Hani Rabbin meleklere demişti ki ben yer yüzünde bir halife atayacağım. Halife; Kalfa halifeden bozmadır. Hani şu inşaatları yapan kalfa var ya o halifeden bozmadır. Yer yüzü inşaat alanıdır, Allah insanı yer yüzü inşaatından harika bir bina yapsın diye kalfa olarak seçmiştir, yer yüzünün halifesi. Onun için halifelik yer yüzüne nispet edilir, izafe edilir, Allah’a izafe edilmez. Kur’an da halifetullah ifadesine rastlamasınız. halâife fiyl Ard (Fatır/39) ifadesine rastlarsınız, yer yüzünde halife seçtim.

İnsanlık önce beşer idi dedik en sonunda halife oldu. Melekler nereden bilmişti insanoğlunun kan dökeceğini, fesat çıkaracağını? Melekler öyle dediler değil mi. Ya Rabbi sen yer yüzünde kan dökecek fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın veya atayacaksın yer yüzüne? ve nahnu nüsebbihu BihamdiKE ve nükaddisüleKE? (Bakara/30) Biz seni hamd ile takdis edip dururken sen kan dökecek birini mi atayacaksın demişlerdi. Nereden bilmişlerdi melekler? Allahu alem melekler gaybı bildikleri için söylemiyorlardı bunu. Çünkü melekler gaybı bilmez, gaybı Allah bilir. Peki nereden bilmişlerdi? Birkaç ihtimal var;

1 – Melekler tahmin etmişlerdi, sadece tahminlerini söylüyorlardı.

2 – Melekler insandan önce yeryüzün de halife olan cinlerden, görünmeyen varlıkların davranışlarına bakarak bilmişlerdi. Ben bu ikisini de çok isabetli bulmuyorum.

3 – Cisim ve cana sahip olan beşer zaten yeryüzünde vardı, henüz ruh üflenmemiş ve insan olmamıştı. Beşer olarak, bakınız hayvan değil, o ayrı. Beşer canlılar içinde sureti böyle, ama henüz insan olmamış. Onun için özel bir suret, yine özel bir dizayn. Fakat insan değil. İşte canlılar kategorisinden bir kategori, onların en iyisi. Dolayısıyla ona baktılar ama çok vahşi, zaten ins vahşinin zıddıdır karşıt kelimelerdir. Vahşilikten çıkınca insi olur, ünsiyet kespeder. Ünsiyet kespetmeyen yekdiğeri ile güzel ilişkiler kurana insiyet kespetti denir. Bir başka türünün öbür üyeleri ile arasında sıcak dostluk geliştiremeyen vahşidir. Dolayısıyla insiyyet kespetmeden evvel vahşi idi. Ne zaman insi oldu? Ruh üflen ince insi oldu. Onun için Araf/11 ayetine geliyoruz böylece.

Ve lekad hâlâknaküm sümme savvernaküm sümme kulna lil melaiketiscüdu liAdeme, fesecedu illâ ibliys. (‘Araf/11)sizi biz yarattık, size bir suret giydirdik, suret verdik, sonra meleklere dedik ki Adem’e secde edin. Melekler secde ettiler, iblis etmedi.

Tefsir geleneğimiz biraz da Yahudi geleneğinin etkisiyle Adem’i bir ferd zanneder, böyle bir mutlak yoruma gider. Adem’i bir fert zannedince de Adem’in çocukları nasıl çoğaldı sorusuna başka cevap bulamaz, biraz yüzü kızara kızara da olsa ne yapalım, çözüm de yok sanki Allah çözümsüzlüğe mahkûmmuş gibi. Adem’in kızlarıyla Adem’in oğullarını everirler. Oysa ki bu sembolleri sembol olarak okuduğumuzda ve Kur’an ı da yüreğinden okuduğumuzda ayetleri şöyle geçmiş geleneklerin bizim zihnimizde ki ön yargılarını bir tarafa bırakarak okuduğumuzda A..! Araf suresi ne diyor burada; sizi biz yarattık, size bir suret verdik ve sonra meleklere emrettik Adem’e secde edin.

Ya Rabbi; Adem’i biz yarattık, Adem’e suret verdik, meleklere emrettik Adem’e secde edin deseydi ayet tamam buradan bu sonucu çıkarmayacaktık. Veyahut ta sizi biz yarattık, size bir suret verdik sonra meleklere dedik ki size secde edin. Ama siz, siz Adem, Adem siz, siz gelince Ya Rabbi yani bize şunu mu diyorsun; siz Adem’siniz, Adem sizsiniz.

E..! Öyle diyorum kulum da metin önünde, benim kelâmım önünde, kelâma baksana. Ü

            İtiraz; Ya..! Adem topraktan yaratılmadı mı, Adem değil biz de topraktan yaratıldık, biz Adem’iz ve topraktan yaratılıyoruz. Biraz önce söyledik zaten, halen yaratılıyoruz. Buraya gelirken de yaratıldık, şu anda da yaratılma devam ediyor. Yani muhteşem fabrika devam ediyor. külle yevmin HUve fiy şe’n. (Rahman/29) O her an iş başında dır, her an yaratmadadır. Onun yaratması kesildi mi? O’nun yaratmasının bir an kesintiye uğraması söz kon usu olabilir mi. Onun için ‘Araf/11 ayeti bize söylüyor. Ayette; siz Adem’siniz, Adem sizsiniz.

Ruh ta onun rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Dikkat buyurun Ruh Allah’ın hangi isminin tecellisidir diye sorun kendi kendinize, Rabb ismi ile karşılaşacaksınız. Bakalım mı?

Sana Ruh’tan soruyorlar yes’eluneke anirRuh. (İsra/85) kul irRuhu min emri Rabbiy. De ki o; min emri Rabbiy. Min emri ilahi, min emri Rezzaki, min emri Hâllakî değil, Min emri Rabbiy Rabbimin emrindendir, Rabbimin işlerindendir. Ondan size çok az bir bilgi verilmiştir ayetin devamında. Çok sınırlı bir bilgi verilmiştir. Rabbimin emrindendir, Rabbimin işlerindendir Ruh.

Demek ki Ruhun üflenmesi Allah’ın rububiyyetinin üflenmesidir. Rububiyyet Ruh suretinde tecelli etmiştir. Yani Rabbimiz insanda rububiyyetinin en yüksek tecellisini göstermektedir. İşte budur. İçinde Ruh olan her şey ilahi terbiye ile alakalıdır. Ruhu olan her şey Allah’ın Rabb ismi onda tecelli etsin diyedir.

Vahiy ruhtur, Nahl/2. ayetini açın bakın Yünezzilül Melaikete Bir Ruhi. (Nahl/2) melekleri ruh ile birlikte indirir. Ne demek melekleri ruh ile birlikte, ruh ile indirmek? Melekleri vahiyle indirdi. Eyvallah.

Yine öyle değil midir Kadr/4 ayetinde; Tenezzelül Melâiketü ver Rûhu fiyha Biizni Rabbihim min külli emr. Melekler vahiy ile birlikte o gece inerler de inerler. Dolayısıyla vahiy yanlarında olduğu halde. Vahiy ruh imiş, vahiy terbiye imiş. Vahiy Rabb olan Allah’ın rububiyyetinin insana bir tecellisi imiş.

Ya Rabbi niye vahiy indirdin? Size Rabliğimi göstermek için kullarım.

Ya Rabbi bize niye vahiy indirdin? Rububiyyetin sizde tecelli etsin diye kullarım. Sizi terbiye edeyim diye kullarım. Sizi kemâle ulaştırayım diye. İçinizde yerleştirdiğim yaratılış amacını gerçekleştirmek için kullarım. Bunu anlıyoruz.

O zaman şunu da söyleyelim mi vahye sırt dönmek Allah’ın terbiyesine sırt dönmektir. Ben senin terbiyeni reddediyorum demektir. Haşa ve kella. Hafizanallahu iyyaküm. Allah sizi de bizi de bundan muhafaza etsin. Evet, ben senin terbiyeni reddediyorum..! Bu ne cüret..! böyle diyen birine Allah niye baksın. Allah onların yüzüne bakmayacaktır kıyamette diyor ya A. İmran suresinde. Onun yüzüne bakmayacaktır, onunla konuşmayacaktır diyor. AllahuEkber..! Aynen böyle, onun yüzüne bakmayacaktır, onunla konuşmayacaktır.

Evet, Allah’ı darıltmamak lazım, Rabbi darıltmamak lazım, Rabbi kırmamak lazım, gücendirmemek lazım. Allah gücenirse işte felaket orada başlar. Onun için Rabbimizi gücendirmemek lazım.

(devam edecek)


ESMA DERSLERİ (12-2) 3 – er RAB

$
0
0

Rabbi

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

(12-1 den devam)

Rabbimiz, adı üstünde, daha ne olsun. O kadar emeğini inkâr ederse insan, yere göğe sığar mı, sığacak neresi vardır insanın. O zaman git kendine bir alem yarat ta orada yaşa demez mi, dese haksız mı.

Üçüncü süreç embriyolojik gelişim süreci. Gerçekten mucizevi bir süreç. Embriyolojik gelişim süreci dişi yumurta hücresinin erkek spermini kabul etmesi tıbben bir mucizedir ve bugün bu mucize açıklanmış değildir. Çünkü vücut yaratılış icabı kendine yabancı olan her şeyi reddeder, kabul etmez. Onun için bakınız kan grubu diye bir şey var onun için ilik tutmazsa veremiyorlar çünkü reddediyor. Onun içinde ilik tutması lazım, DNA sı, RNA sı şifresinin tutması lazım. Ama çok ilginçtir bakıyorsunuz kendinden olmayan bir şeyi, spermayı yumurta kabul ediyor. Hücre zarından girmemesi lazım, zarı delip girememesi lazım ama giriyor.

Orada Allah’ın rububiyyeti tecelli ediyor, orada Allah’ın ilahi müdahalesi tecelli ediyor. İşte o ilahi müdahale tek tek tecelli ediyor aslında. Yani külle yevmin HUve fiy şe’n. (Rahman/29) Her an yaratmada olan rabbimiz, her an her insanın var oluş sürecinde devreye giriyor her zaman olduğu gibi.

Ayeti dinleyelim; Mü’minun/13-14 En sonunda onu karar kılacağı rahimde yer tutan bir hayat tohumu kıldık. Daha sonra o hayat tohumundan döllenmiş hücreyi yarattık. Hemen sonra döllenmiş hücreden cenini yarattık ve ceninden de kemikleri yarattık. En sonunda kemiklere kas giydirdik. Sonuçta onu bağımsız bir varlık olarak inşa ettik.

Ey vallah..! Ne diyeyim ben tefsire gerek var mı? İnsanın maddi ve manevi her türlü halinde Onun rububiyyetinin tecellilerini şu Kur’an pasajından daha iyi ne izah edebilir. En nihayet varlık bilgisinin en son sınırı Rabbine aittir. Evet, esmadan Rabb geliyor ve elbet ağlatan da O’dur, güldüren de O’dur. .. HUve adhake ve ebkâ. (Necm/43) .. HUve emate ve ahyâ. (Necm/44) öldüren de O’dur hayat veren de O’dur.

Yine erkek ve dişi çiftleri yaratan da kesinlikle O’dur. Rahme atıldığı zaman bir meni damlasından yaratan da odur ve elbet öteki hayatı yaratmakta O’na düşer. Yine zengin eden de O’dur, rızkı sınırlayan da O’dur.

Aman Allah’ım, Ya Rabbi, bir şeyde ne çok şey söylüyorsun. Yani şunu mu demek istiyorsun; Yaratışım ne kadar rububiyyetimin tecellisi ise rızkı çok verip az vermek, bazılarınızı fakir, bazılarınızı zengin etmek de rububiyyetimin yani bazılarınızı fakir olarak terbiye ediyorum, bazılarınızı zengin olarak terbiye ediyorum. Bu bir terbiye biçimidir. Aman bu ikisi arasında fark olduğu zehabına kapılmayın. Bazılarınızı varlıkla terbiye ediyorum, bazılarınızı yoklukla terbiye ediyorum. Hepsi terbiyemin, rububiyyetimin farklı yansımalarıdır. Niye beni öyle terbiye ettin de onu öyle terbiye ettin diyorsan bunun sırrını ahirette göreceksin. O zaman görünce şaşıracak ve kendin için en iyi terbiyenin o olduğunu anlayacaksın.

Eyvallah..! İyi ki vermemişsin ya Rabbi. Verseydin senaryoyu seyret ey kulum deseydi ve vermesi halinde ne olacağının senaryolarını açığa çıkarsaydı, aman aman ya rabbi aman..! istemiyorum, istemiyorum. O zaman şimdi isteme be kul, şimdi isteme. Olmasıyla olmaması senin için bir değilse Allah’ı tanıyamamışsın demektir.

Doğumdan sonra ki maddi manevi gelişim süreci; Mü’min/67 ayetten devam edelim; Sonra bebek olarak meydana gelmenizi dilemiştir. Sonra olgunluk çağına erişmeniz ve ardından da yaşlanmanız için yasa koymuştur. Ne ki kiminize ölüm daha erkek tattırılır, kiminize de sonu yasa ile belirlenmiş bir süreye ulaşmanız için zaman tanınır ki belki aklınızı başınıza alırsınız.

Eyvallah..! Hepsini söylüyor, yani bazılarının ömrü neden kısa, bazılarını neden çocukken alırsın ya Rabbim? Biraz önce zengin fakir meselesinde söylediğim şeyin aynı. Senaryo iki kulum, eğer senin ömrünü uzatsaydım seyret şunları, bak yapacağın şeylere. Aman ya Rabbi..! Sen ne büyüksün sana nasıl teşekkür edeyim beni çocukken aldığın için. Kaç kişiye merhamet etmişsin ya Rabbi, kaç kişiye Rahmet etmişsin.

Dolayısıyla aman büyük konuşmayalım. Rabbin rububiyyetini göz ardı ederek ne hayatı, ne ölümü, ne varlığı, ne yokluğu, ne zengini ne fakiri, ne iyiyi ne kötüyü anlayamayız dostlar. Ne cenneti, ne cehennemi anlayamayız dostlar.

Bu süreçte, doğum sonrası sürecinde her organ rububiyyetin tecellisidir değil mi. a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. (Tâhâ/50) her şeye yaratılışını yükledi sonra onu yaratılış istikametinde yürü diye yola bıraktı, yola yöneltti. Mesela insan gözü; İnsan gözünü bilir misiniz, gözlerimiz var ama üzerinde çok düşünmedik. İnsan gözünün görme yeteneği doğuştandır. Fakat doğduktan sonra 6 ay bir bebeği görmesini engelleyin kör olur. Allah Allah,.! Göz de rububiyyetin tecellisine muhtaç, terbiye olmak istiyor, görme terbiyesi ile ancak görüyor. Görmenin bir kısmını öğreniyor. Eğer onu yok ettiğinizde görme yetisi yok oluyor.

Konuşma yeteneği; Ses tellerin var ağzın var, dilin var, ses çıkarma yeteneğin var, nefes borun var, nefesin var yani ses çıkarmaya yarayışlı tüm organların var. konuşmak için yeterli mi? Rububiyyet tecellisini göz ardı ederseniz asla. Bütün bunlar olduğu halde bir bebeği ormana bırakın 20 yaşında ormandan alın insan konuşması adına hiçbir şey olmuyor.

Aman Allah’ım, ne demek bu? Rabbin rububiyyet tecellisi olarak konuşmayı öğreneceksin, konuşma terbiyesine muhtaçsın ey insan. Konuşan birini duyacaksın, şimdi konuşmayı Allah’ın öğrettiğine dair anladık mı? Peki ilk insana nasıl öğretti? Ey vallah..! sensin ya Rabbi, sensin öğreten.

Öylemi? Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak (A’lak/1) yani o öğretti değil mi, ‘alleme BilKalem. (A’lak/4) Allemel’İnsane ma lem ya’lem. (A’lak/5) insana bilmediğini O öğretti, ma lem ya’lem bilmediğini. Dolayısıyla sadece bilgi öğretmeye değil, yeteneklerimizi öğretmeye de ilahi rububiyyetin tecellisine bağlıyoruz. Bakın benim konuşma hastalarım var onun için öğrenmeye, rububiyyetin tecellisine muhtaç değilim diyemiyorsunuz yine muhtaçsınız.

Rububiyyetin daha ne çok tecellisi var başka tecellilerine de şöyle bir bakalım. Anne ve bebek ilişkisi bunu ele alalım. Aş erme denilen bir tabir vardır Anadolu da bilirsiniz değil mi. Anneler iyi bilirler aşerme. Anne hamile kaldığında aş erme başlar hem anne hem de rahminde ki bebek için mucizevi bir koruma sistemidir aş erme, koruma sistemi. Nasıl korunuyor? Kışın ortasında dut, erik, karpuz ister. Haydi bakalım buldun güzelliğini, bul bulabilirsen.

Şimdi daha buluyorsunuz, ya bundan 30 – 40-50-100-1000-10.000…’ sene, insanoğlu yaşadıkça vardır. O zaman nasıl bulurlardı acaba. O zaman da bilge hanımlar saklarlardı bunları. Her mahallenin bilge hanımı olurdu, bilge annesi. O çocuklarının anası değil mahallenin, şehrin anasıydı. O hanımlar çok azaldı. Ne olur içinizden de ben sadece yavruların anası değilim bu şehrin anasıyım. Bu şehrin anasız babasız kaç yavrusu varsa hepsinin anasıyım diyen yiğit hanımlar çıkmalı.

Evet, Aş erme mucizevi bir koruma sistemi. Dut, erik ve karpuzu kışın ortasında niye ister? Aslında bebeğin o anda A, B, C vitaminlere ihtiyacı vardır onun için ister. Fakat vitaminlerin hangi meyvede, hangi sebzede hangi vitaminin bulunduğunu uzmanı bilir. Bunun bilgisine sahip olmayan okumayan bilmez. Vücut nasıl biliyor da hangi meyvede hangi vitamin olduğunu direkt onu istiyor? a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. (Tâhâ/50) her şeye yaratılıştan amacını yükledi sonra da onu en doğru yola yöneltti. Bu ayeti hatırlıyoruz. Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban. (Rahman) O halde rabbinizin hangi bir nimetini yalanlarsınız. Çünkü onlarda ki vitamini kendi bilmese de beden biliyor. Rabbin rububiyyet tecellisi işte böyle.

Rububiyyetin annede ki tecellilerinden biri de anne sütüdür. Teknolojinin bu kadar ilerlemesine rağmen henüz bu teknolojiyle anne sütüne benzer bir besleyici gıda icat etme imkanı şu anda mümkin gözükmemektedir. Hatta gelecekte de imkansızdır. Neden mi? söyleyeyim; Anne sütü ağız denilen o ince sıvıyla başlar ilk elde, ağız derler ona o sütte değildir, süt öncesidir. Çünkü o anda süt gelse eğer bebeğin midesi onu kaldıramaz.

Anne sütü hem besleyici hem koruyucu, hem tedavi edicidir ilk andan son ana kadar. Hem besleyici, hem koruyucu, hem tedavi edici. Hıfzı sıhha içindir, hastalıktan korur, hastalandığında da bebeği tedavi eder. Anne sütü annenin çocuğun gelişimine göre 4 haftalık anne sütünün bileşimleriyle 8 haftalıkken ki anne sütünün bileşimleri farklıdır. 12 haftalıkta ki daha farklıdır. Bileşimi değişmektedir canlı olarak. Bebeğin ihtiyacına göre anne sütünün bileşikleri değişir, değerleri sabit değildir. Bebeğin gelişimine paralel olarak gelişir.

Burada soru şudur sütün muhtevasını bebeğin ihtiyacına göre ayarlayan kimdir. AllahuEkber…! Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban. (Rahman) o halde rabbinizin hangi b ir nimetini yalanlarsınız.

Bütün bunlar olup bitiyor da farkında b ile değiliz görüyor musunuz, nenelerimiz de farkında değildi, onların neneleri de farkında değildi ama 10.000 lerce yıllık insanlık, belki milyonlarca yıllık insanlık tarihinde bu hep böyleydi, bu mucize hep böyle devam etti. Bu mucizenin sahibi de Rabbimizdi, Allah’dı. EyVallah.

Rabb ismi ebeveyn de tecelli etmeli ki ebeveyn terbiye ile mükelleftir, evladın terbiyesi. Ya eyyühelleziyne amenû ku enfüseküm ve ehliyküm naren ve kudühenNasu velhıcaretu (Tahrim/6) ey iman edenler iddianızda samimi iseniz bunu ispat edin. Bunun ispat yollarından biri de kendinizi ve bakmakla yükümlü olduğunuz kimseleri yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz. Eyvallah.

Bu Rabbin rububiyyetin insanda ki tecellisinin Allah’a şükrüdür, Rabbe şükrüdür. Madem benim rububiyyetim sizde tecelli etti, siz de bu tecelliden yavrularınızı nasip tar edin, onlardan esirgemeyin, onları terbiye edin. Rabden terbiyeyi öğrenin, terbiye edin. Öğrenmek budur zaten, insan öğrenen bir varlık olarak yaratıldı unutmayın. O zaman bu öğrendiğiniz şeyleri sizin de terbiyesi ile yükümlü olduğunuz kimselere uygulayın. Biz aynı zamanda Rabden rububiyyetin nasıl olduğun u, usül ve üslubunu da öğreniyoruz değil mi.

Evlatta tecelli etmelidir Rabbin rububiyyeti .. enişkürliy ve livalideyk. (Lokman/14) bana şükredin anne babanıza şükredin. Şuna bakın evlatta ki rububiyyet tecellisi anne ve babanın terbiyesine dahil olması, onların terbiyesini kolaylaştırması, onların terbiyesine açık olması. Zaten bir nimete teşekkür öyle değil mi o nimetten istifade etmektir, teşekkürün ilk hali o nimeti olduğu gibi, yani yerli yerince kullanmaktır. Akla teşekkür aklı kullanmaktır, iradeye teşekkür iradeyi kullanmaktır öyle değil mi. Göze teşekkür gözü doğru kullanmaktır, kulağa teşekkür kulağı doğru kullanmaktır. Dinlemeyi ve görmeyi doğru yapmaktır. Bunlar şükürdür, fiili şükürdür bunlar.

Senin Rabbin diyor. İsra/23. ayet öyle başlıyor. Senin Rabbin ana babaya iyilik etmeyi emreder. Niye senin Rabbin? Senin ilahın değil senin Rabbin. Çünkü rububiyyetin bir tecellisidir de onun için anne baba. Anne babanın varlığı Allah’ın rububiyyetinin bir tecellisidir onlara iyiliği emreder. Onlardan biri ya da ikisi senin yanındayken yaşlanırsa sakın onlara Üff..! bile deme ve onları azarlama, aksine onlara gönül okşayıcı sözler söyle. Ey vallah. Bundan ötesi yok Üf bile deme. Yan Kur’an da dövme ayeti yok, babanı ananı dövme demeye gerek yok, üf..’bile deme dedikten sonra o söylenmiştir.

Bütün bu emir ve yasaklar da Rabbin rububiyyetinin bir ifadesidir. yani Allah neden emreder, neden nehy eder. Tüm ilahi emir ve yasakların sebebi nedir diye sorarsak b ir tek cevabı var Rabbin rububiyyetinin tecellisi olduğu içindir, Rabb terbiye etmektedir, sınırlar koymaktadır.

Canımızı mı sıkıyor bu? Allahınızın aşkına özgürlük teslimiyettedir. Nefsini ne kadar köle etmişsen o kadar özgürsün. Nefsinin istediği şeyleri yapmak özgürlük değildir köleliktir. Batıda özgürlüğün tarifi böyle yapılıyor canının istediğini yapmak. Canının istediğini yapmanın bizde ki karşılığı köleliktir özgürlük değildir. Özgür olan canının istediğin i değil doğru olanı yapar. Birçok iyiliği insanın canı istemez, birçok kötülüğü de ister. Ne yapalım şimdi, keyfine göre yaşa, takıl kafana göre, canının istediğini yap.

Böyle mi? Bu cennettedir ..cenneten ve hariyra. (İnsan/12) Cennet ve hariyr, ipek değil, cennet v e sonsuz özgürlük. O cennettedir. Onun için sonsuz özgürlüğü dünyaya taşımaya kalkan ahireti zımnen inkâr ediyor demektir. Böyle madalyonun bir arka tarafı var. Onun için o cennettedir. Bütün emir ve yasaklar Rabbin rububiyyetinin tecellisidir. O halde Rabbinizin hangi bir nimetini inkâr edersiniz. Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban. (Rahman)

Rabbin rububiyyetinin en keskin tecellisi akil baliğ olma hadisesidir. Ünlü misak ayetinde esma içerisinde sadece Rabb isminin kullanılması tesadüf değil. Ayetin Mealini vereyim; Ve Rabbin Rabbin Adem oğlunun sulbünden onların nesillerini çıkardığı her zaman. Onları kendileri hakkında tanık kıldı, şahit kıldı. elestü BiRabbiküm. (A’raf/172) Ben sizin Rabbiniz değil miyim. Elestübi ilahiküm değil elestü BiRabbiküm: Ben sizi terbiye eden değil miyim, Ben sizin Rabbiniz değil miyim. Onlar da; Belâ dediler, kesinlikle evet ve biz buna şahidiz dediler.

İşte bu, misak budur aslında Ayeti kerimede ki Rabbin Adem oğlunun sulbünden onların nesillerini çıkardığı zaman ifadesini akil baliğ olma olarak anlamak en doğru anlamadır onun için öyle anlamak lazım. Onun için efendimiz 3 kişiden kalem kalkar diyor Rufial Kalem an selas üç kişiden kalem kalkar. Kim? (Uyanıncaya kadar uyuyandan), akil baliğ oluncaya kadar çocuktan, akıllanıncaya kadar deliden. Dolayısıyla akil baliğ olma aslında Rabbin Ademoğlunun sulbünden zürriyetini alması. İşte akil baliğ olduğunda ben sizin Rabbiniz değimliyim diyor artık. Eğer ondan sonra bu suale hayır cevabı verecek bir hal ve davranış varsa, yani insan Rabbinin sözünü dinlemiyorsa bu hal ile sen benim Rabbim değilsin manasına geliyormuş, Allah bunu böyle alıyormuş biz buradan böyle anlıyoruz haşa. Ne dehşet bir şey değil mi, yani sen benim Rabbim değilsin, Allah’ı Allah’ın emeğini inkar.

Öğrenebilme yeteneği Rabbin en büyük rububiyyet tecellisi. Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak. (A’lak/1) Oku yaratan Rabbin adına. elleziy halak. O insanı yarattı Halekal’İnsane min ‘alak. (A’lak/2) insanı A’lâktan yarattı, alakadan yarattı. Sevgiden ilgiden yarattı.

Kur’an da A’lak bir kez geçer, Alaka 4 kez geçer. Diğer geçtiği her yerde alaka geçer, bir tek burada a’lak geçer. Onun için oradakiler embriyolojik süreçteki emriyoya delalet ederler, burada ki ise alaka ve ilgiye, sevgiye delalet eder. Çünkü insana mahsus bir alaktan söz ediliyor burada. Oysa embriyodan yaratılmak insana mahsus değildir, tüm canlılar embriyodan yaratılırlar öyle değil mi. Embriyolojik süreçte embriyo diğer canlılarla ortak olduğumuz bir nokta. İnekte öyle, at ta öyle, deve de öyle, diğerleri de öyle.

Dolayısıyla insana mahsus bir şey olmalı Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak. Halekal’İnsane min ‘alak. Burada insana özgü bir şey olmalı. İnsana özgü embriyo olmayacağına göre burada insana özgü olan sevgiden yarattı. Biz bunu Rum suresinde ki ayetten de anlıyoruz. Ve min âyâtihi en haleka leküm min enfüsiküm ezvacen liteskünu ileyha ve ce’ale beyneküm meveddeten ve rahmeten. (Rum/21) O kendi cinsinizden eşler yaratmış ve aramıza da meveddet yani sevgi ve merhamet koymuş.

Dolayısıyla o ayetle bu ayeti birleştirdiğimizde Rabbin rububiyyetinin tecellisini bir kez daha görüyoruz. Öğrenmek te Allah’ın rububiyyet tecellisidir. Ben öğretmen olarak gönderildim diyor ya Allah resulü Bu iftu muallimen ben öğretmen olarak gönderildim.

Demek ki rabbin rububiyyeti en çok Allah resulü üzerinde tecelli ediyor. Onun öğretmenlik vasfı da Rabbin rububiyyetinin tecellisi. Öğretmenler, hocalar, imamlar kulaklarınız çınlasın. Lütfen. Rabbin rububiyyeti en fazla sizde tecelli etmeli, titremelisiniz Rabbin rububiyyeti karşısında. Hocalar, imam ve öğretmen olarak ayırmamak lazım, hocalar dirilince toplum dirilir, hocalar ölünce toplum ölür. Hocalar ölü yıkayan değil diri yıkayan adamdır.

Burada istenen kulluktur değil mi, kölelik değil. Allah bizden kulluk istiyor. Kölelik ayrı bir şey onun için kulluk kölelik değildir. Evet, kulluk kölelik değildir. Çok ilginçtir Abid ile ibad formu farklı gelir. Abid 4 kere gelir gerisi onlarca kez de ibad gelir. Abid geldiği zaman orada anlarız ki iman etmemiş kullara sesleniliyor. 4 yerde geldiğinde de Allah’ın sonsuz merhametine delalet eder. ve ma ene Bi zallamin lil ‘abiyd. (Kaf/29) Yani ben bana ihanet etmiş kullarıma asla zulmetme ihtimalim yoktur. Allahuekber. Zaten zulmetmemiş kullarına Allah’a zulüm mümkin mi, kendine zulmetmiştir tabii ki. Yani verdiği emeğe haksızlık etmiş kullarıma diyor zerre kadar zulmetme ihtimalim yoktur. Dört yerde de benzer formlarda gelir.

Kulluk kölelik değildir dedim, yani ubudiyet. Nedir ya? Kulluk şereftir. Onun için kul bu manada abd insan manasına gelir köle değil. O nedenle hiçbir efendi kölesinin iradesini tam kullanmasını ister mi? İradesini tam kullanan köle, köle olur mu? O zaman efendi de efendi olmaz. Efendi ile köle ilişkisi bitmiştir orada. Peki Allah insana iradeyi veren değil midir? Verdiği iradeyi tam kullanmasını isteyen değil midir. Biz Allah’ın kölesi olsaydık Allah insandan iradesini tam kullanmasını ister miydi. O zaman irademizi az kullanınca kızan Rabbimizin niye kölesi olalım. Biz kuluyuz ve kulluk şereftir. İnsanın Rabbe kul olması, Allah’ın insan üzerindeki Rablik hakkıdır.

Ey insanlık sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki takvaya ulaşabilesiniz. Rabbinize kulluk ediniz ki. Bakara/21. Misal 1 – Namaz üzerinden bizi terbiye eder yani kulluğumuzun tüm formları terbiye içindir. Namaz terbiyedir, Allah’ın rububiyyetinin bir tecellisidir. Namazın bizzat kendisi bir terbiyedir. Bakınız namazım kaçar diye endişe ediyorsunuz terbiye oluyorsunuz, aslında kontropiye de duruyorsunuz yani hep diken üstündesiniz. Nedir? Hep ayıksınız demektir, diken üstünde olmak o, uyuklamayın, kendinizi kaybetmeyin, kendinizde olun, bilinçli olun, hep bilinç halindesiniz, zamanın farkındasınız çünkü namaz var. namazla terbiye ediyor müthiş bir terbiye.

Ondan sonra namazın içinde terbiye ediyor, namazın içinde gelen vesvese bir terbiyedir. Alın size terbiye içinde terbiye. Bakalım yenilecek mi, yenecek mi. Bakalım şeytanın sahnesinde müşteri mi olacak yoksa kapıyı çarpıp bileti de yırtıp çıkacak ve bir daha senden bilet almıyorum ey şeytan mı diyecek. Seyircisi olan oyun bitmez, sen şeytanın seyircisi olursan şeytanın da oyunu bitmez Dünyada en büyük sinema tek yani sinema arşivi şeytanındır. Olmayan filmi yok, yeter ki siz seyredin birini çıkarır b irini koyar. Siz seyretmezseniz eğer dükkanı kapatır gider başka müşteri arar. Onun için vesvese böyle bir imtihandır. Vesveseye kapı açmayacaksın, seyretmeyeceksin, seyircisi olmayacaksın. İşte namaz bir terbiyedir, namazın içinde ki vesvese de ayrı bir terbiyedir.

Randevuya riayet terbiyesidir namaz, Allah ile randevu. Rabbim; Randevulaşmıştık kulum niye gelmedin, seni bekledim niye gelmedin, sohbete gelecektin niye gelmedin, benimle sohbet edecektin özlemedin mi yoksa. Ama ben seni özledim ben seni hep zikrettim ama sen beni niye zikretmedin kulum…! Allah ile beş kez sohbet etmek..! değil mi.

Falanca artistle sohbet ettim diye hava atıyorlar hayranları. Falanca aktörle işte elim eline değdi, onun bulunduğu salonda ben de vardım falan diye hava atıyorlar. Allah ile sohbet edeceksin ve hava atacaksın, atacaksan bunun havasını at, Allah ile sohbet et. Dolayısıyla namaz bu.

Misal iki İnfak. İnfak üzerinden terbiye eder. İnfak edersiniz ettiğiniz adam döner sizi üzer.

(Devam edecek)


TAFSİR LESSONS ÂLİ-İMRAN (050-080) (23)

$
0
0

231

“Euzubillahiminesheytanirracim.”
“Bismillahirrahmanirrahim”

Dear friends; in our last lesson we had studied the 49th verse of Alu Imran. In these verses we had studied, muslims are been warned about the dangers of becoming christianic minded. Those verses especially arrived during the ninth year after the Hejira, also known as the year of ambassadors, when the christian administrators and religious mans of Necran state visited the Madina; so the verses shows us the typical behaviour patterns of christians how they idolized and deitified their prophets. And we have been warned against this form of idolization. Now we will continue the translations on those warnings.

50-) Ve musaddikan lima beyne yedeyye minet Tevrati ve li uhille lekum ba’dalleziy hurrime aleykum ve ci’tukum Bi ayetin min Rabbikum fettekullahe ve etiy’un;

“And I come confirming what was before me (the original uncorrupted) of the Torah (revealed to Moses)… And to make lawful (halal) for you some of what was forbidden to you (through distortion). I have come to you with a sign – miracle from your Rabb. Protect yourselves from Allah and obey me.” (A.Hulusi)

(I have come to you), to attest the Torah which was before me. And to make lawful to you part of what was (Before) forbidden to you; I have come to you with a Sign from your Lord. So fear Allah, and obey me. (A.Yusuf Ali)

Ve musaddikan lima beyne yedeyye minet Tevrati ve li uhille lekum ba’dalleziy hurrime aleykum I have come to you, to confirm the Torah which was before me. It’s actually a follow-up to the previous verse. From Jesus’s speech. Why am I sent, why am I chosen to be a prophet for the sons of Israel who became Jewminded. And as an answer these words came. Tora; Ve musaddikan lima beyne yedeyye minet Tevrat I have come to you, to confirm the Torah, confirm the truths of those verses which was before me ve li uhille lekum ba’dalleziy hurrime aleykum And to make lawful to some of the things that were forbidden to you before.

The verse talks about the truths came to Jesus from Tora. That means some of the truths were corrupted, forgotten or seized to exist. That’s why Jesus mentioned himself as a reminder of the truths of Tora, truths that were forgotten or deliberately covered.

This is a sign for this. The prophethood is an unseperated concept. No real prophet can falsify the previous prophets. But does the opposite. He confirms. He confirms all the previous messages and every prophet who took these messages from the same source. Also every prophet delivers the same celestial truth with confirming the previous truths. That’s prophet Jesus acted like the Prophet Muhammad, confirming the previous celestial messages and delivers the truth to the community.

And this action proves that the position of prophethood is not something derived or fabricated. Also we understand from Jesus’s expressions that some Jewish religion experts had restricted somethings and showed them as a part of the religion. That’s why Jesus seperated those applications from the real religion. This action shows us that Jesus is also a muceddit. Like every prophet, a muceddit is the returner of the true and pure path.

In fact Moses revitalized Abraham’s message. And Jesus revitalized Moses’s message. Muhammad revitalized the messages of all the previous prophets. That’s why all prophets are called silsilet-ul Musaddikin. That means unlike philosophers; all prophets are like a group that confirms one another. Philosophers are silsilet-ul Mukezzibin. They falsify one another. This is the real proof that prophethood is different than philosopher. As does the religion isn’t some thought process like a simple philosopy.

ve ci’tukum Bi ayetin min Rabbikum And again I brought message from your Rabb. Jesus says; “I brought a message from your Rabb.” In this sentence there is an objection to the Christianic mentality, especially Paul Christianism which claims that Jesus is both a god and the son of god. We are looking to Jesus who says; “I brought message from your Rabb.” The Jesus, Qur’an describes; not a Jesus who claims a godhood but a Jesus who says, “I brought a message from your Rabb.” Fettekullah Then fear Allah, know your responsibilities in front of Allah. ve etiy’un; and follow me.

51-) InnAllahe Rabbiy ve Rabbukum fa’buduh* haza siratun mustekiym;

“Allah (with His Names) is most certainly my Rabb and your Rabb! So become conscious of your servitude to Him and live accordingly. This is the straight path.” (A.Hulusi)

“It is Allah Who is my Lord and your Lord; then worship Him. This is a Way that is straight.'” (A.Yusuf Ali)

InnAllahe Rabbiy ve Rabbukum Prophet Jesus continues here; “Allah is both my Rabb and yours. fa’buduh then worship Allah and Allah alone as you should. haza siratun mustekiym This is sirat-i mustakiym. This is the true path. As you remember my friends, there was another chapter which talks about sirat-i mustakiym. Fatihah. There was IhdinasSiratal’mustakiym; Deliver us to the right path, deliver us to sirat-i mustakiym. That was our pray and we learn the deeper and detailed meaning of true path from the following verses. Siratalleziyne en’amte aleyhim; The way of those on whom You have bestowed Your Grace, whom you have chose to reach the honesty, truth and faith. Gayril’magdubi aleyhim; Ve laddaaalliyn. (Amin) Not to these two groups path. They are of those whose (portion) is not wrath, and who go not astray.

Right at this point, we should remember the translations we had made back in Fatihah. If we look the last sentence of Fatihah, we see how Rasulallah chose to explain these words. Those whose portion is wrath as in the sons of Israel. And those who go astray as in the community of Jesus which become christians. We learn these two classification from Rasulallah. And now we begin to understand the meaning of becoming christianic minded more throughly.

Christianic mentality is, turning love into unhealthy passion and idolizing what or who you love. If we chose to deliver the meaning from the prophethood perspective, becoming christianic minded is idolizing the prophet.

The opposite was becoming jewminded. We see it with details in the chapter Baqarah. And if we look at it from the same prophethood concept, becoming jewminded is, insulting the prophet. Sons of Israel who becam Jewminded, they stoned their prophets, even killed them. In fact, remember that Jesus was a prophet sent to them. This is the message here. He was a prophet sent to the community of Jews. He was a prophet rose among them. But just like the previous prophets they insulted Jesus, humiliated him, slandered him even tried to murder him.

What have the christians do then? Quite the opposite. They idolize thm. In the name of exalting, they have turned him into a god. Both groups are the victims of ifrat and tefrit. One side as becoming jewminded and the other side as becoming christianic minded. Allah describes one side as those whose portion is wrath and the other side as those who go astray.

magdubi aleyhim addaaalliyn. the attitude of those who meet Allah’s wrath. The attitude of jews, the attitude of those who insulted the prophets. And the other side; the attitude of those who go astray. The attitude of idolizing, over glorifying the prophet. That’s why in one of the hadiths, Rasulallah said these words.

“Don’t make me supernatural, don’t overflow me, don’t turn me into a superhuman like christians did for Jesus, son of Mary. Instead, say this. Abduhu ve Resuluhu Allah’s worshipper and prophet. Say the worshipper, let it be an answer for those idolizers. Say the prophet, let it be an answer for those who mock their prophets, ignore them, insult them. They overlook the aspect of prophethood with their hostile jewish attitudes and they see the prophets as a cable line. Be balanced. That’s why as the poet says;

(Muhammad is a human but not a regular human. He is like a diamond, or a ruby) He is a stone but not a regular one he is valuable.

52-) Felemma ehasse ‘Iysa minhumul kufre kale men ensariy ilAllah* kalel Havariyyune nahnu ensarullah* amenna Billah* veshed Bi enna muslimun;

And when Jesus sensed their denial of the truth, he asked, “Who will help me in the way of Allah?” His disciples answered, “We are the helpers of Allah… We have believed in accord with the letter ‘B’ (that the essence of our being comprises the Names of Allah); witness this with your essence! We are in submission to Allah.” (A.Hulusi)

When Jesus found unbelief on their part he said: “Who will be my helpers to (the work of) Allah?” Said the disciples: “We are Allah’s helpers: We believe in Allah, and do thou bear witness that we are Muslims.” (A.Yusuf Ali)

Felemma ehasse ‘Iysa minhumul kufre when Prophet Jesus sensed their denial of the truth kale men ensariy ilAllah he asked “Who will help me on the way of Allah.”

We came to another scene. Up above there were messages of Jesus for his community. And now Jesus addresses the “ferisi” a group among jews who betrayed the messages of him and denied his position as a prophet, ignore Jesus’s words. So Jesus asked there.

men ensariy ilAllah Who will help me on the way of Allah. The literal meaning of these words are like this. “Who will be my helpers of Allah?” men ensariy ilAllah kalel Havariyyune Apostles, people in white; in hebrew apostle means who dressed with whites. That’s why apostles, who accepted the prophet Jesus, who stood with him, a group of brave and faithful put their entire lives on table and said; nahnu ensarullah We are Allah’s helpers.

Now if we just take these two sentences from the entire verse, we may accidently leave a book opened to a false meaning. Because according to the words above, there is a person who is asking “Who are the helpers of Allah?” and there are people now answering, “We are Allah’s helpers.” If we take these two sentences seperated from the verse it may open a twisted path to Jesus’s false godhood. A rough and corrupted translation may lead to a disaster like this. So to prevent that Apostles also say these words too. amenna Billah We put our faith to Allah veshhed Bi enna müslimun; You Jesus, witness us that we put out faiths to Allah. We are muslims.

We had said that Islam is the name of all constant values of humanity. As we see here once again that Islam is above time and space. That’s why Jesus is a Muslim. Moses is a Muslim. Abraham is a Muslim. Noah is a Muslim. All those who have chose to follow them are Muslims. May the greetings of holy be upon them. That’s why Islam isn’t the name of a belief system for a single community. According to Qur’an every person who dedicated his life to Allah is called a muslim. Apostles continue their prays.

53-) Rabbena amenna Bi ma enzelte vetteba’ner Rasule fektubna ma’ashahidiyn;

“Our Rabb, we have believed in what You have revealed (Jesus) from your reality (essence) and we have followed your Rasul, so register us among the witnesses (of the truth).” (A.Hulusi)

“Our Lord! we believe in what Thou hast revealed, and we follow the Messenger. then write us down among those who bear witness.” (A.Yusuf Ali)

Our Rabb Bi ma enzelte vetteba’ner Rasul We believe the prophet, we believe what You have revealed the Messenger. As in Jesus, The Bible that has revealed to Jesus and all the orders and restriction in Bible. fektubna ma’ashahidiyn; so register us among the witnesses.

Witnesses… Witnesses of the prophethood of Jesus and the process of revelations reaching to humanity. And register among witnesses. Witnessing to what? Every martyr is a witness. People who put their lives to prove their faiths are called witnesses.And in that time they are martyrs. That’s why they were asking from Allah to be counted among the witnesses. Because they were, they witnessed the revelations, they experienced the warm feelings of revelations passing among them, they were the first knowers of those truths. That’s why they were witnesses. In that sense we should remember a hadith of Rasulallah. “Every prophet has their apostles.” In fact every apostle is the one who witnesses the revelations, verses and they put their lives for those truths. After explaining this, Qur’an now points out another happening.

54-) Ve mekeru ve mekerAllah* vAllahu hayrul makiriyn;

They schemed, and received a scheme from Allah in response. Allah is the best of schemers. (In order to eliminate the discloser of the truth they resorted to secretly contriving against him, but through the very same method Allah overcame them, by making their schemes result against them.) (The original word used here to denote scheme is ‘makr.’ Essentially, makr is the undertaking of an action, which separates one from Allah, yet the person is unaware of this and assumes he is not harmed by it so he continues to engage in it. Eventually he falls even further away from Allah, or the actualization of the forces of the Names within his essence, which is by far the greatest punishment one can incur.) (A.Hulusi)

And (the unbelievers) plotted and planned, and Allah too planned, and the best of planners is Allah. (A.Yusuf Ali)

Ve mekeru ve mekerAllah They plotted. They plotted against Jesus. ve mekerAllah Allah broke their plots. What was the plot they set up? As you know the were trying to murder Jesus. Since they became Jewminded, they tried to kill Jesus just like they had done to the other prophets who came before. They plotted but Allah also plotted.

Rashit Riza, explains this plot and how it was crushed in his translation. The one who betrayed Jesus was someone among the apostles; Judas the traitor. He was bought. Romans and the ferisi Jewish rabbinate made him talk with bribe. They had learned Jesus’s location. They came but Roman soldiers had no information regarding Jesus’ description. Judas was in agony at that moment, burning with the fire of betrayal in his conscience. He regretted his decision. At the last moment he introduced himself as Jesus and they took him instead. He paid the price of his betrayal by crucifixiation. Just like that, Allah crushed down, destroyed their plots, their machinations. They thought, they got rid of Jesus by hanging him but in fact they didn’t. vAllahu hayrul makiriyn; Allah plans the best, Allah is the best of planners.

I said they thought they crucified him, because in Bible, that has been the story. The Bible writers for some reason chose to give false information regarding to this added incident. But Qur’an teaches us the real incident with its full disclosure. Also in Barnabas Bible, the incident is described just like Qur’an said. Again in the verse 157 of Nisa Chapter; ve ma kateluhu ve ma salebuhu ve lakin shubbihe lehum Nisa/157. The verse says; “They didn’t kill him or crucified him, the other was shown as a look alike.” This verse confirms the incident is as Rashit Riza described. Or better yet, that explanation of him confirms this verse and explains it better. That’s why we have believed that Jesus wasn’t crucified.

The crucifixiation incident was in fact a Hindu story passed from Hinduism to Christianity by Paul and some other Bible writers. The same story also comes to life in Hinduism. According to Hinduism man borns with sin. And to cleanse the sins of manking a god named Krishna was born, a god without a father or god’s son according to the point of view. In the end, he was crucified for the sins of man as a redemption.

What a coincidence that he also has puncture wounds in his hands and feet. The myth of Krishna in Hinduism was carried to Christianism without touching a single point. That’s why in Christianic mythology the crucifixiation of Jesus is exactly like that.

Adam had done a sin and casted out from heaven. That’s hy every human borns with this sin and as guilty according to christian mentality. And because every human borns with this sin, god wants these people to be cleansed. If god chooses to burn people because of their guilt, that would be an opposition with his grace. And if god chooses to forgive people for this sin, this time it wouldn’t be just. There was no possible way out from this situation until Jesus came. Jesus borned without a father from Mary because Jesus was in fact the god who transform himself as a child. He came to earth as Jesus. So according to christianic mythology, the person who was crucified was god himself. With this way, god sacrificed his son –yes, they also cannot answer that Jesus was the son of god or the god himself- to absolve people from this sin. That’s the phylosopy behind the crucifixiation in christianic mentality. Only explanation as you see.

The myth of Krisha in Brahmanism was carried to christianity without touching a single line. That’s all about it.

55-) Iz kalAllahu ya ‘Iysa inniy muteveffiyke ve rafiuke ileyYE ve mutahhiruke minelleziyne keferu ve cailulleziynettebeuke fevkalleziyne keferu ila yevmil kiyameti, summe ileyYE merciukum feahkumu beynekum fiyma kuntum fiyhi tahtelifun;

And recall when Allah had said, “I’m going to cause you to die (that is, they will not be able to assassinate you through their secret schemes, I will cause you to die when your time comes)… I’m going to raise you to myself (enable you to experience the supremacy of your essence); I’m going to purify you by removing you from among the deniers of the reality (disbelievers) and until Doomsday I’m going to place those who follow you above those who deny the reality. In the end, your return is to Me. I will judge on matters over which you differed between each other.” (A.Hulusi)

Behold! Allah said: “O Jesus! I will take thee and raise thee to Myself and clear thee (of the falsehoods) of those who blaspheme; I will make those who follow thee superior to those who reject faith, to the Day of Resurrection: Then shall ye all return unto Me, and I will judge between you of the matters wherein ye dispute. (A.Yusuf Ali)

Iz kalAllahu ya ‘Iysa That’s when Allah had said; “O Jesus, inniy muteveffiyke I will be the one who will take you ve rafiuke ileyYE and raise you to Myself. ve mutahhiruke minelleziyne keferu I will clear you from those who reject faith ve cailulleziynettebeuke fevkalleziyne keferu ila yevmil kiyameti, I will make those who follow you, who listen to you, superior to those who insult you, who reject faith, to the Day of Resurrection. I will make them superior and above. summe ileyYE merciukum Then you shall all return to Me, feahkumu beynekum fiyma kuntum fiyhi tahtelifun; then I will judge between you of the matters wherein ye dispute.

Truths revealed in this verse, prove the truths I explained above. From the Rabb of All Worlds’ words, “I will give you your death. When we open the meanings further we see a translation with takdim and tehir. As in first, “Raise you to my level.” then “Give you your death.” These two words might switch places. Also some translators choose to explain this part as “I will raise you to my level with your body.” There are various versions and explanations on this subject.

The verse is pretty obvious though. There is no need to search for takdim and tehir. First part is “Give you your death.” and the second part is “Raise you to my level.” It’s very clear. And no other reason for to think otherwise. Why then the explanations have varied to a point; “Raise you to my level, then I will take you, give you your death.”?

There are some hadith which opens to path to this form of translation. These hadith couldn’t coexist with this verse, there were no meaning collaboration. That’s why some translators chose to fit their translations to hadith by using takdim and tehir. But it shouldn’t have been done because if the verse is clear, the translation of hadith must be revised. The meaning which should be processed and explained was the hadith, not the verse. Because at this point it’s clear that Jesus would die, he would meet his death. Also the verse 117 of Maida talks about the death of Jesus too. So not only here but also other verse backs the fact that Jesus had indeed met his death.

At this point, the mentality which chooses to resist on not killing Jesus, is based on a hadith which we see in both Buhari, Muslim and Tirmizi. In that hadith, Jesus will come to earth once again, he had raised to heavens and one day he will return to earth. He will invite people to Islam, he will break the crucifix, silence the church bells and clear all the false thoughs and actions from his religion, turn people to Islam again and only after all those he will meet his death.

I think we should look at this explanation from this perspective. If the story is true and we accept the fact that it was indeed Rasulallah’s message. We should search and find the deeper meanings from the text. Even if we take the message as absolute, the meaning should be taken as the real message will return to earth.

We should see the explanation as those who claim to be christians and corrupted the very nature of the religion will find the true path and purpose of belief. And just like the hadith says, “The sun will rise from the West.”, the followers of Jesus who show their faith to him will turn to Islam and refresh their perspectives by finding the true path of Islam.

The meanings of these hadiths should be taken as this. Also the explanation of Jesus’ death and his soul raised to Allah’s level, we should know that the soul is eternal. But the idea of raising him with his body, that’s against sunnetullah, Allah’s way. According to sunnetullah, what happens on earth, stays on earth.

…ve len tecide lisunnetillahi tahviyla; Fatir/43

That’s why if we adapt these hadith to the verses, the conclusion we reach is this. Jesus was raised to Allah’s level and the longevity of his community will be long an done day those who corrupted the messages of him will find their path to the real truth and save themselves from destruction.

56-) Feemmelleziyne keferu feuazzibuhum azaben shediyden fid dunya vel ahireti, ve ma lehum min nasiriyn;

“But as for those who deny the reality, I will subject them to severe suffering both in this world and the eternal life to come. And they will have no helpers.” (A.Hulusi)

“As to those who reject faith, I will punish them with severe agony in this world and in the Hereafter, nor will they have anyone to help.” (A.Yusuf Ali)

Feemmelleziyne keferu feuazzibuhum azaben shediyden fid dunya vel ahireti, But as for those who deny the reality, I will subject them to severe suffering both in this world and the eternal life to come. ve ma lehum min nasiriyn; And they will have no helpers.”

57-) Ve emmelleziyne amenu ve amilus salihati feyuveffiyhim ucurehum* vAllahu la yuhibbuz zalimiyn;

And those who believed in ‘their essential reality’ and engaged in the necessary practices, the results of their work will be given to them in full. Allah does not like the wrongdoers! (A.Hulusi)

“As to those who believe and work righteousness, Allah will pay them (in full) their reward; but Allah loveth not those who do wrong.” (A.Yusuf Ali)

Ve emmelleziyne amenu ve amilus salihati As to those who believe and work righteousness, those who prove their faiths feyuveffiyhim ucurehum* Allah will pay them (in full) their reward vAllahu la yuhibbuz zalimiyn; Allah does not like the wrongdoers! Just like Allah doesn’t like tyrants, Allah doesn’t like tyrany as well. Removing Jesus from humanity is a tyrany. Slandering him is a tyrany. Idolizing Jesus as the christians have done is a tyrany. Also slandering him and his mother like the lies of fornication is a tyrany. That’s why Allah doesn’t like tyrants.

58-) Zalike netluhu aleyke minel ayati vez zikril hakiym;

This knowledge contains signs (pertaining to past events that are unknown to you) and wise remembrance (revealing the wisdom of those events). (A.Hulusi)

“This is what we rehearse unto thee of the Signs and the Message of Wisdom.” (A.Yusuf Ali)

Zalike all these netluhu aleyke minel ayati are the messages we informed you vez zikril hakiym; and they are the Message of Wisdom.

59-) Inne mesele ‘Iysa indallahi kemeseli Adem* halekahu min turabin summe kale lehu kun feyekun;

“Indeed, the formation of Jesus in the sight of Allah is like that of Adam (if the formation of Jesus is like that of Adam, then the formation of Adam is like that of Jesus. This is the angle from which we should approach this topic). He created him from dust, then said to him ‘Be’ and he was (the creation of man by breathing the spirit [the activation of the forces of the Names] into that which is formed by dust – a molecular structure – is the same as breathing the spirit into a molecular structure formed in the mother’s womb). (A.Hulusi)

The similitude of Jesus before Allah is as that of Adam; He created him from dust, then said to him: “Be”. And he was. (A.Yusuf Ali)

Inne mesele ‘Iysa indallahi kemeseli Adem The similitude of Jesus before Allah is as that of Adam. Those who have been surprised of Jesus, those who say “Jesus borned without a father.” and by that idolizing him. Qur’an asks them, “What will you do for Adam then?” Adam; not only he had borned without a father, but without a mother too. If you declare Jesus as the son of god just because he borned without a father, what will you do about Adam then? What kind of logic is this? How can those christianic religious experts see Jesus as a god because of his lack of a father but declare Adam as a disgrace just because a single sin he had committed? This is the declaration of this verse. halekahu min turabin Allah formed him from the dust. summe kale lehu kun feyekun then said to him: “Be”. And he was.

Here, it is said that borning fatherless cannot be a sign of godship. If borning without a father would grant a person to become a god; than what would borning without a father and a mother grant that person? That’s why you should make this comparison. And the verse continues.

60-) ElHakku min Rabbike fela tekun minel mumteriyn;

This is the Truth from your Rabb, so do not be of those who doubt! (A.Hulusi)

The Truth (comes) from thy Lord alone; so be not of those who doubt. (A.Yusuf Ali)

ElHakku min Rabbike This is the Truth from your Rabb. Which truth? The one explained above. The whole truth, especially about Jesus. Because these facts were nowhere to be found those days, no book had written about them. Truths that could never be known and transfered those days, truths that couldn’t be revealed unless they came from the actual source. Only the truths that can be known by Allah. That’s why the message here says, “This is the Truth from your Rabb.” fela tekun minel mumteriyn; so don’t be of those who doubt.

To understand completely of this verse, we should remember the background of the arrival of these verses compilation. There was a great debate between Rasulallah and the Christianic group selected among leaders, priests and religious figures of the 64 ambassadors who came from Necran; they were arguing in Masjid-i Nebevi, the mosque of Rasulallah. The debate was about Jesus, his birth, his godhood and the relations with Allah.

There were also some Christian scholars in the area, some Arabic leaders who were christians back then. Rasulallah debated not only the foreigner christian leaders but some local religious figures which were initially Arabs but chose to convert this Christianism. There was an amazing debate going on in Rasulallah’s mosque. Rasulallah one side and all the leaders on the other. So while the debate was going on, these verses sent down one after another as truths, so that Rasulallah informed the group with those truths. According to the stories we read, they finally gave up.

After this final proof, they gave up. Because about this comparison with Adam and Jesus, the christian ambassadors couldn’t find an argument to back their claims. They couldn’t find a proof to defend their trinity ideology. That’s why Rasulallah said the final words in that debate.

61-) Femen hacceke fiyhi min ba’di ma caeke minel ilmi fekul te’alev ned’u ebnaena ve ebnaekum ve nisaena ve nisaekum ve enfusena ve enfusekum summe nebtehil fenec’al la’netallahi alel kazibiyn;

Whoever disputes this reality after this knowledge has come to you, say, “Come, let us call our sons and your sons, our women and your women, ourselves and yourselves, and pray; may the wrath of Allah be upon those who lie about the reality.” (A.Hulusi)

If anyone disputes in this matter with thee, now after (full) knowledge Hath come to thee, say: “Come! let us gather together,- our sons and your sons, our women and your women, ourselves and yourselves: Then let us earnestly pray, and invoke the curse of Allah on those who lie!” (A.Yusuf Ali)

Femen hacceke fiyhi min ba’di ma caeke minel ilmi If anyone still disputes with you about this after the knowledge has come to you fekul tell them te’alev ned’u ebnaena ve ebnaekum Come. Let’s gather our sons and your sons ve nisaena ve nisaekum our wives and your wives ve enfusena ve enfusekum Our people and your people. Let’s gather people who follow each party and let’s in front of them, upon their heads summe nebtehil with earnest pray and beg. fenec’al la’netallahi alel kazibiyn; Let’s invoke the wrath of Allah on those who lie. This request was sent by Allah via Rasulallah. So when he was asked to deliver this request Rasulallah told these words to the letter. He called them to mulaene. Cursing. “Whoever is the lying party, let’s pray that curse should be upon them. Are you in for this cursing?”

According to the historical records there was 14 people in this 64 ambassadors group. Among the council of 14 which were highly educated; one of them immediately warned the others. “There have been no community in history escape the wrath of Allah if they curse with a prophet. They all perished.” He said. “Don’t you ever do that.” This individual was the brother of the Necran State’s leader, also one of the greatest scholars. With that warning they gave up. They refused the cursing and replied. “O Muhammad. We accept to pledge our loyalty to you. We will pay our taxes. Our state is in your protection from now on. We accept to pay our fines and taxes but in return leave us be in our religion.” So Rasulallah let them with their beliefs. They were free to do their religions beliefs and paid their taxes to the Islamic state at the same time.

62-) Inne haza lehuvel kasasul hakk* ve ma min ilahin illAllah* ve innAllahe leHUvel Aziyz’ul Hakiym;

Indeed, this is the truth of the matter. Godhood is an invalid concept; only Allah! In truth, Allah is HU, the Aziz, the Hakim. (A.Hulusi)

This is the true account: There is no god except Allah. and Allah – He is indeed the Exalted in Power, the Wise. (A.Yusuf Ali)

Inne haza lehuvel kasasul hakk Indeed, this is the truth of the matter. The verse says this. This is also an interesting proof in Qur’an methodology, tafsir methodology. This pattern seperates Qur’an’s stories from Qur’an’s interests. There are stories in Qur’an. Historical facts, stories from the back. And there are topics.

The biggest debates of these days are those stories in Qur’an and their historical accuracy. Were those events really occured in the past or not. I think those debates are unnecessary. Because their existence in the past are not the real points Qur’an wants to give, it’s the topics, concerns. Those stories are present for examples. That’s why there is no necessity for their accuracy through history. But you can understand that those events really occured back then from the verses like these in Qur’an.

In fact Qur’an seperates them. Inne haza lehuvel kasasul hakk In other verses or other stories you may see this expression by the beginning or the end. Nahnu nekussu aleyke nebeehum bil Hakk.. Keyf/13. Expressions like this. They all come with the word El Hakk. So what does that tell us? This points out three things.

1-This story is well known. Even with the crude details. The story is well known by the readers of that age.

2-This incident is known wrong, with false assumptions. Or missing parts. We may notice these types of stories from the expressions we catch from the beginning or at the end. Stories that are known falsely.

3-This is the truth. As in the verse explains the mistake. You read the true version of this story, excluding the false parts. Because these are verses, revelations for humanity.

This is why there is a warning sign here. Inne haza lehuvel kasasul hakk* This is the truth of matter: There is no god except Allah. ve ma min ilahin illAllah* There is no god, only Allah. ve innAllahe leHUvel Aziyz’ul Hakiym; and Allah is indeed the Exalted in Power, the Wise.

63-) Fein tevellev fe innAllahe Aliym’un Bil mufsidiyn;

If they turn away (from this truth), indeed Allah knows the corrupters (enforces the consequences of it). (A.Hulusi)

But if they turn back, Allah hath full knowledge of those who do mischief. (A.Yusuf Ali)

Fein tevellev fe innAllahe Aliym’un Bil mufsidiyn If they turn away, despite all these, despite the fact that Allah informed them with the truth they still choose to turn back; they should know that Allah knows the corrupters, mischief makers.

Story ends and another call comes. Another topic. A new one. The call of unity. Because first the claims were proven. As in the falses were revealed. This method also shows us the way of Qur’an, the uslubullah. How can a truth be informed to a person or a community? We learn the method from here. First reveal the falses of the group you wish to inform. After revealing the falses of them, after proving your truths, Qur’an calls them to this truths and says;

64-) Kul ya ehlel Kitabi te’alev ila kelimetin sevain beynena ve beynekum ella na’bude illAllahe ve la nushrike Bihi shey’en ve la yettehize ba’duna ba’dan erbaben min dunillahi, fein tevellev fekulushhedu Bi enna muslimun;

Say, “O those to whom the knowledge of reality has come, let us come together on a common understanding, let us not consider servitude to anything other than Allah, let us not associate any partners (live in duality) to Allah, our essential reality; let not some of us deify (take as gods besides Allah) others of us (like Jesus).” If they turn away from this then say to them, “Bear witness that we are of those who have submitted to Allah.” (A.Hulusi)

Say: “O People of the Book! come to common terms as between us and you: That we worship none but Allah; that we associate no partners with him; that we erect not, from among ourselves, Lords and patrons other than Allah.” If then they turn back, say ye: “Bear witness that we (at least) are Muslims (bowing to Allah’s Will).” (A.Yusuf Ali)

Kul ya ehlel Kitabi te’alev ila kelimetin sevain beynena ve beyneküm Say: “O People of the Book! We should meet on the common grounds between us and you. I invite you to this mutual terms. ella na’bude illAllahe We won’t worship anyone but Allah. This is the first rule of our mutual term.

As you can see this call is valid even today. This is the call for unity confederation. The call of unity and it involves all. The person who replied to this call comes under the banner of unity. That’s why the call has been valid since it first made. That’s why we don’t call people to us. We call them to unity. Because we are also called to unity. That’s why no one should say; “Come to me.” On the contrary, we should say, “Come to yourself, come to your senses. Return to yourself, your essence, because you may see the unity in your essense. You see the unity in your fitrat. You see the signs of celestial marks in your creations bases then you will understand.” This is the exact unity call. O, the people of the book. Let’s come to the mutual terms. Term number one. We won’t worship anyone, but Allah.

ella na’bude illAllahe ve la nushrike Bihi shey’en We won’t give godhood to anyone but Allah ve la yettehize ba’duna ba’dan erbaben min dunillahi, We won’t accept other gods besides Allah fein tevellev fekulushhedu Bi enna muslimun; If they still turn their backs after all these, them tell them; “Witness that we are indeed Muslims. We submit the Allah’s call. Those who submit to Allah should come to this call. So tell that you follow this call. As in “We cannot follow you anymore. We are invited by Allah, we come to Allah’s invite, not yours.” So that they should know this fact too. So that they should realize that you don’t invite them to you, to your community; but in fact you invite them to Allah’s call. They realize you are not only inviting them to Allah’s mutual call but you also come to the same invitation. That’s why you should come to the same invitation of Allah.

65-) Ya ehlel Kitabi lime tuhaccune fiy Ibrahiyme ve ma unziletit Tevratu vel Inciylu illa min ba’dihi, efela ta’kilun;

O those to whom the knowledge of reality has come, why do you argue about Abraham? The Torah and the Gospel were revealed after him (hence they narrated the situation). Do you not have the intellect to realize this? (A.Hulusi)

Ye People of the Book! Why dispute ye about Abraham, when the Torah and the Gospel Were not revealed till after him? Have ye no understanding? (A.Yusuf Ali)

Ya ehlel Kitabi lime tuhaccune fiy Ibrahiyme Again the verse steps in to another topic related to the previous ones. The call of Abraham to the truth. O The People of The Book lime tuhaccune fiy Ibrahiym Why do you argue about Abraham ve ma unziletit Tevratu vel Inciylu illa min ba’dihi Both Tora and Bible were revealed after him. Yes.

Christians were saying “Abraham is ours.”. Jews were saying, “No, Abraham is ours. We won’t give him to you.” Qur’an asks at this point. “Why do you argue over Abraham. Both Tora and Bible revealed after Abraham. How can Abraham be either of your property then?” That’s why Islam’s mutual call is to the Unity as a message and Abraham as a person. As in; “If we should unite over one person, let’s unite over Abraham. Because Abraham was carrying the flag of Unity.”

Both three religions have come from the roots of Abraham. Then what is the problem among them? The problem was the issues we talked above, don’t give godhood to another one. We shouldn’t worship anyone but Allah. This was the message because this was exactly the main problem. Especially to Christians because they are the ones who fall into this wrong assumptions. Also both they and jews were putting their rabbis and priests as gods or the middle mens to gods. This is the meaning of this verse.

Ittehazu ahbarehum ve ruhbanehum erbaben min dunillahi.. Tevbe/31

“They took their rabbis and priests as Rabbs besides Allah.” the verse says. When this verse had come down,Hatem bin Adyy, once a christian priest then convert to Islam came to Rasulallah and asked. “O Rasulallah Christians and Jews haven’t been worshipping their rabbis and priests as gods.”

Rasulallah answered; “No worshipping isn’t about bowing down. They put restrictions to things and people follow their rules. They give free pass to the things are really restricted and people follow their rules. This is godhood and worshipping.” If a person decides what is restricted and what is not; and if people follow their rules and leave Allah’s orders; those who follow him accept the godhood of that person. According to Rasulallah’s description.

efela ta’kilun; Both Tora and Bible sent down after Abraham; have you no understanding. Do your heads won’t work? Can’t you even think this fact? When you say; “Abraham is ours, not yours.”, can’t you even see that Abraham is before your time. Abraham was before both Tora, Bible and Qur’an. That’s why Qur’an asks here? “Have you no understanding?”

66-) Ha entum haulai hacectum fiyma lekum Bihi ilmun felime tuhaccune fiyma leyse lekum Bihi ‘ilm* vAllahu ya’lemu ve entum la ta’lemun;

(It is bad enough) you argue over things about which you have little knowledge, but why do you argue over things about which you have no knowledge? Whereas Allah knows, and you know not! (A.Hulusi)

Ah! Ye are those who fell to disputing (even) in matters of which ye had some knowledge! But why dispute ye in matters of which ye have no knowledge? It is Allah Who knows, and ye who know not! (A.Yusuf Ali)

Ha entum haulai hacectum fiyma lekum Bihi ilmun (Let’s say) You argue over the things you have little knowledge felime tuhaccune fiyma leyse lekum Bihi ‘ilm but why do you argue over things about which you have no knowledge. Look at this expression of Qur’an. Let’s accept that you fight over the things you already know even by a little. So in what sense you argue over the things that you have absolutely no idea of? This words are for a community or should we include ourselves? Is it for people who debate over everything? Haven’t we also done the same thing today? Even we discuss over the things that we lack knowledge of and think that arguing with uneducated people leads to nothing at the same time?

felime tuhaccune fiyma leyse lekum Bihi ‘ilm* vAllahu ya’lemu ve entum la ta’lemun; But Allah knows what you don’t know. You don’t know what? You have no idea how catastrophic it would be to argue over the things you don’t know about. You have no idea what a great loss it would be if you argue with uninformed people. But Allah knows the depths of this loss for these talks. That’s why Allah warns you.
67-) Ma kane Ibrahiymu yahudiyyen ve la nasraniyyen ve lakin kane haniyfen muslima* ve ma kane minel mushrikiyn;

Abraham was neither a Jew nor a Christian… But he was of those (hanif) who did not believe in a god (external deity) and was aware that only Allah existed (the concept of oneness) and had submitted to Him (knew that Allah had absolute administration over their existence). His comprehension was free from duality! (A.Hulusi)

Abraham was not a Jew nor yet a Christian; but he was true in Faith, and bowed his will to Allah’s (which is Islám), and he joined not gods with Allah. (A.Yusuf Ali)

Ma kane Ibrahiymu yahudiyyen ve la nasraniyyen Abraham was neither a Jew nor a Christian. ve lakin kane haniyfen muslima* but he was a hanif (a true faithful), a real muslim in all senses. Like I said before the name muslim isn’t about one community; every person who believes the constant values of humanity is a muslim. That’s why the prophet Abraham wa also a muslim. ve ma kane minel mushrikiyn; and he wasn’t with those who shirk Allah or give godhood to someone else. A subtle hint for christians here. How can you try to own Abraham. Also for Jews as well. Ezra who came after the arrival of Tora; Jews have given him a celestial position a godlike power in their minds. They call him the second Moses. In some senses they raise them to a godly position.

That’s why these words are for both communities. You shirk with your attitudes. Abraham had jumped into fire just for not to shirk. So how can you try to relate to him? What kind of resemblance can you have with Abraham? He had laid his life to avoid shirk and you run into shirk in every chance you have.

68-) Inne evlenNasi Bi Ibrahiyme lelleziynettebe’uhu ve hazen Nebiyyu velleziyne amenu* vAllahu Veliyyul mu’miniyn;

Indeed, the closest ones to the truth with Abraham are those who follow his understanding, this Nabi (Muhammad saw) and those who believe in him. Allah is the Waliyy of the believers. (A.Hulusi)

Without doubt, among men, the nearest of kin to Abraham, are those who follow him, as are also this Prophet and those who believe: And Allah is the Protector of those who have faith. (A.Yusuf Ali)

Inne evlenNasi Bi Ibrahiyme lelleziynettebe’uhu Indeed among men, the nearest of kin to Abraham, are those who follow him. Yes, being a next of kin is not about having a father-son relation or saying him as your relative. That’s why Abraham had prayed for his own father at first. But Allah told him not to pray for him, so he gave up. But Abraham prayed for his unborned children and their bloodlines which would come thousands years time, he prayed for the followers of his faith and Allah accepted that pray. That’s why today Hacc is the living answer for that call, for that pray.

ve hazen Nebiyyu velleziyne amenu as are also this Prophet and those who believe; they are the ones who stay close to Abraham. vAllahu Veliyyul mu’miniyn; Allah is close to all believers. As in those are the ones who are close to Abraham; that prophet and those who follow him. Allah is close to all faithfuls who follow Abraham, Muhammad, Jesus or Moses.

69-) Veddet taifetun min ehlil Kitabi lev yudillunekum* ve ma yudillune illa enfusehum ve ma yesh’urun;

A group of those to whom the knowledge of reality has come, wanted to lead you astray, but they cannot lead anyone astray other than themselves. Yet they do not realize this. (A.Hulusi)

It is the wish of a section of the People of the Book to lead you astray. But they shall lead astray (not you), but themselves, and they do not perceive! (A.Yusuf Ali)

Veddet taifetun min ehlil Kitabi lev yudillunekum* It is the wish of a section of the People of the Book to lead you astray they want to lose your path. ve ma yudillune illa enfusehum but they cannot lead anyone astray other than themselves ve ma yesh’urun; Yet they do not realize this.

Every corrupter, only corrupts himself at the end. In fact every denier gives the greatest harm to himself with his denial. But they cannot even realize that. It’s their calamity. It’s their great disaster. Devil, they know about the devil. Also they know what the devil does as bad. But humans cannot be crafty as the devil because he cannot understand what they do are evil. That’s why some people cannot even act as the devil even their actions have the potential to be otherwise.

70-) Ya ehlel Kitabi lime tekfurune Bi ayatillahi ve entum teshhedun;

O you to whom the knowledge of reality has come, even though you bear witness to the reality, why do you deny the existence of Allah in His signs (the manifestations of His Names)? (A.Hulusi)

Ye People of the Book! Why reject ye the Signs of Allah, of which ye are (yourselves) witnesses? (A.Yusuf Ali)

Ya ehlel Kitabi lime tekfurune Bi ayatillahi ve entum teshhedun; You, the people of the Book. Why do you reject the verses of Allah, even you bear witness to them? Why do you resist on denial?

71-) Ya ehlel Kitabi lime telbisunel Hakka Bil batili ve tektumunel Hakka ve entum ta’lemun;

O you to whom the knowledge of reality has come, why do you hide the Truth within falsity and conceal the Truth while you repeatedly know of it? (A.Hulusi)

Ye People of the Book! Why do ye clothe truth with falsehood, and conceal the truth, while ye have knowledge? (A.Yusuf Ali)

Ya ehlel Kitabi lime telbisunel Hakka Bil batili You People of the Book! Why do you cloth the truth with falsehood ve tektumunel Hakka ve entum ta’lemun; why do you conceal the Truth while you have knowledge?

Qur’an asks and asks constantly. It says you conceal the truth, you cloth the truth with falsehood. As you can see, clothing the truth with falsehood is something like mixing the white with black and having the grey, mixing the truths with superstitious. Yes, this is shirk. Shirk is a company. The mutual place where the truth stays with false. It doesn’t matter in this company who owns the greatest share. Even you give the 10 percent to falsehood and 90 percent to the truth. It still doesn’t matter. You cannot say, “It’s only 10 percent of falsehood, what’s the harm in that?” It’s like putting 10 percent of dirt into 90 percent of honey. Can you eat that? Even a spoonful of dirt makes the entire honey inedible.

Shirk is dirt. I’m not saying this, beg pardon. Qur’an says this. Ya eyyuhelleziyne amenu innemel mushrikune necesun.. (Tevbe/28) Shirk is filth. That’s why you cannot say; “It’s still 90 percent honey, it’s still clean. What’s the harm of that 10 percent filth. You can still eat most of it.” You cannot say that, because that would be the real shirk. Once they become one in the same pot, there was no clean anymore. Everything become worthless. Also they commit a second crime. Concealing the truth.

Dear friends, changing the truth is a felony all by itself. And concealing it is another altogether. In fact every corrupter of the truth is also a concealer. Because the corrupted truth is no longer a truth. A truth clothed with falsehood is no longer valid. That’s why knowing the real truth gives you a responsibility of delivering it. If you know the real truth and choose not to deliver it, not to say it to another; (Allah forbids) it’s like becoming a partner in crime, hiding a criminal, concealing a crime. That’s why concealing the truth knowingly is making wrong to the Hakk. But this verse was talking about the prophethood of Rasulallah. They had knowledge about the arrival of prophet but they were trying to conceal it knowingly.

72-) Ve kalet taifetun min ehlil Kitabi aminu Billeziy unzile alelleziyne amenu vechen nehari vekfuru ahirehu leallehum yerci’un;

A group of those to whom the knowledge of reality came said, “Go to the believers and tell them, ‘we have believed in what has been revealed’ then reject it at the end of the day (by saying you thought about it and realized it was not possible). Thus, maybe they too will (follow you and) abandon their way.” (A.Hulusi)

A section of the People of the Book say: “Believe in the morning what is revealed to the believers, but reject it at the end of the day; perchance they may (themselves) turn back; (A.Yusuf Ali)

Ve kalet taifetun min ehlil Kitabi aminu Billeziy unzile alelleziyne amenu vechen nehari A group of the People of the Book said this. aminu Billeziy unzile alelleziyne amenu vechen nehari At the beginning of the day, go tell the believers, faithfuls that you also believe. So-called smart ones were giving tactics. Tell them you believe, you show faith. Of course the faith here is not a real one but a simple show.

So why all the trouble, who did they say that they believe? vekfuru ahirehu At the end of the day, deny the message. Look at this tactic. One of satans tactics for sure. Acting as they accept you at first. Which one? In fact this story is from el-Esam, a story we read in that book delivered by Razi. According to that story this is what happened back then. At the beginning of the day they were calling some of the newly arrived verses as true because they were also in Tora, the Jews holy book. They were confirming their truth. But they were calling some other verses, verses that cannot be found or backed by Tora as fake. As you can see their scale wasn’t Allah. And when someones scale is not Allah, their calls for something as true or false don’t mean anything.

But of course this is something beyond that. The message we read i this verse is; at the beginning of the day, you tell them you believe what was brought down and at the end of the day, deny it. That makes them think; “This man… He has logic, if he was like the others, if he was with prejudice; he would completely deny all the messages. But he say true as the truth and false for the fakes.” This is completely a conception tactic. They were showing themselves like they accept some part of them and deny some other part.

First we should look at this persons loyalty to Allah. Because the problem is him confirming Allah’s messages or denying them. This is not about some other persons words. This person denies Allah’s messages, right? Then his approval for some of the verses doesn’t mean anything. If he has denial in him, even for a small part; then his confirmation doesn’t work for anything. Because the problem of that person is his relations, his connections with Allah. This is the real meaning of submission to Allah.

A while back, we had talked about being a Muslimun. We had talked about the submission of Abraham, submissions of apostles. What does this submission express? Accepting Allah’s messages completely. Is this message from Allah. All right, then I have nothing more to say. If Allah says this, it’s true. That’s why whenever we read Qur’an, we say; “Sadakallahul azim”. It means “If Allah said this, then it’s true. Because faith is only the preliminary knowledge. If you approach to Qur’an without it, you understand things completely different. When you approach it with faith, the message become something different entirely. With faithful eyes you percieve a verse in one meaning, but with unfaithful eyes what you percieve becomes something else.

I’m not saying that you should try. Because looking with unfaithful eyes is impossible for a true believer. But you also don’t have to try yourselves. Look at the unfaithful peoples and their behaviours against Qur’an. That’s why Hudellil Muttekin Qur’an is a salvaton for muttakis. For those who look at it with faith. For those who have a faithful heart, it’s salvation. Not for the others though. It raises the infidels denials and believers faiths.This is important. That’s why Qur’an says; …shifaun ve rahmetun lil mu’miniyne, ve la yeziyduz zalimiyne illa hasara; (Isra/82) Remedy for true believers and raises the frustration of those who wrong themselves. This is the expression of Qur’an for itself.

That’s why dear friends, our point of view to Qur’an is important. Approaching to Allah’s verses from a right angle is important. If you behave picky, if you try to accept what you think is good for you, but deny what you don’t like even for a little, remember this falls into the same category of shirk as I described before. No one should be picky with Allah’s speech. Because submission is not this. Submission is surrendering to everything which comes from Allah. Not to the things what you find agreeable.

What did the satan do? Satan never denied the existence of Allah. He never denied the greatness of Allah either. He said; “I swear on your greatness, o Rabb.” Yes, satan believes the greatness of Allah. He believes that Allah is the creator. But that wasn’t the problem. The real problem was his envy, his jealousy, His immoral behaviour. He disobeyed one order of Allah. And he also had a reasonable and logical proof for doing it. He had said; “I never bow down to anyone except Allah.” A logical reasoning as you can see.

leallehum yerci’un; So, those people what were they hoping for? They were saying; “At the beginning of the day tell them you believe, act like you believe. But at the end of the day deny the message; what was their purpose of doing it? leallehum yerci’un; Maybe they can turn some of them around. As in they were doing it to corrupt the beliefs of true believers, turn them back from their faiths. Look at their wicked intentions.

73-) Vela tu’minu illa limen tebi’a diynekum* kul innel huda hudAllahi, en yu’ta ehadun misle ma utiytum ev yuhaccukum inde Rabbikum* kul innel fadle Bi yedillahi yu’tiyhi men yesha’* vAllahu Vasi’un ‘Aliym;

“Do not believe those who do not follow your religion!” Say, “Guidance is the guidance of Allah (involves the realization that the Names of Allah comprise one’s being). Do you oppose because the like of what has been given to you is given to another, or because they are going to prevail over you (with what has been given to them) in the sight of your Rabb?” Say, “Most certainly, bounty is in the hands of Allah, He gives it to whom He wills. Allah is the Wasi, the Aleem.” (A.Hulusi)

“And believe no one unless he follows your religion.” Say: “True guidance is the Guidance of Allah. (Fear ye) lest a revelation be sent to someone (else) like unto that which was sent unto you? or that those (receiving such revelation) should engage you in argument before your Lord?” Say: “All bounties are in the hand of Allah. He granteth them to whom He pleaseth: And Allah careth for all, and He knoweth all things.” (A.Yusuf Ali)

Vela tu’minu illâ limen tebi’a diynekum this words are also belong to them. They were saying; “Do not believe those who do not follow your religion!” This is the problem, right here. In fact I see this problem even today, among the people who call themselves Muslim. Don’t believe to the people who doesn’t follow your religion. As in your issues are not Allah’s book, not Allah’s religion; it’s all about the religion image you drew in your mind, the religion you created by yourself and deny everyone who doesn’t follow your religions patterns. Condemned them to hell, drag them into the pits, because in your heads they are all infidels. Unfortunately this disease is still around these days.

This is called taassup. A muslims becoming jewminded, a muslims becoming the victim of turning into a christianic mentality. Pushing the person from himself if that person doesn’t follow the religion patterns in his mind; if he doesn’t believe the sect, his group, his ecole, his cult; basically if he doesn’t follow his road. Antagonizing him. Blaming him with, tadlil, with blasphemy, with infidelity. Even trying to send him to hell. That’s that. They were the ones who said this words. “Don’t believe anyone unless they follow your religion.”

kul innel huda hudAllah And this should be the answer to them. Tell them; “True guidance is the guidance of Allah.” en yu’ta ehadun misle ma utiytum This is one of the challanging verses to translate in Qur’an. All scholars both old and new ones, have agreed the hardship of this verse and its meaning. Razi, one of those scholars who processed this verse most, explains about five kind of deals. Five types of translations, so to speak. I will deliver one of them to you, one I think is the most accurate. en yu’ta ehadun misle ma utiytum the like of what has been given to you is given to another. We should bind this with the following sentences.

ev yuhaccukum inde Rabbikum or do you oppose because they force you to engage an argument before your Lord?” Because of the proofs they brought, you say things like “Don’t believe them, don’t believe anything they say.”

We should add all things together now. en yu’ta ehadun misle ma utiytum Do you oppose because the like of what has been given to you is given to another, ev yuhaccukum inde Rabbikum or because they are going to prevail over you in the sight of your Rabb?” Is this why you behave muslims so badly? This is an expression of total envy. As in both jews and christians never claimed that the message of the Qur’an and Rasulallah are nothing but empty superstitious words. No, they believe the origins but the satans instincts are at work here. Just like the envy of satan to Adam, they couldn’t accept the fact that the truths that once were in their possession and responsibility was given to another. The logic here is “If it comes, it should come from and by us, nobody else.

That’s why they were waiting the prophet among themselves. If the prophet had come from their groups they would accept him. Then again there were other prophet which came among them but they still stoned them to death anyway. We had studied similar verses explaining this situation, “They had sent their own prophets to their death, O Muhammad. What wouldn’t they do you?” This was meaning of the warning to Rasulallah from the Rabb of All Worlds.

At that point they were acting like that because of their jealousy. Why? Because of their chauvinism, racism. They wanted to show their faith to a national god, a national prophet and a national book. Not Allah. That’s why they still want to nationalize the god. “If he’s not from us, even he is the best, even full of miracles, we won’t give a care.” This is completely a beduin behaviour. “Might be from the mud, if it’s us, it’s us.” You may see the same behaviour pattern even today. “It might not worth a thing, but if it is among us, then it’s the best for us.” This logic. Or for a woman. “Woman, don’t care what kind, it must be a woman only.” Making something a part of an –ism. This is a jewish logic. Looking for quality, asking for the value, searching for the real truth. Those must be the real criterias, right? But there the jews were doing quite the opposite. If he would be among us, we would follow him. But since he’s not then we don’t care. Basically those who had thoughts like these had never believed Rasulallah completely.

The example is interesting for this particular situation. There was a leader among non-believers. A leader from the clan of shems. They had a relative bond from the grandfather of Rasulallah. Hashim the grandfather of Rasulallah and Abdusshems the grandfather of other clan were brothers. They shared the same blood. Utbe was saying other heathen leaders; “Why on earth are you opposing him. He’s someone among us. If he succeeds we may eat the same bread with him. If he conquers we share his glory, we glorify him. If he’s not than we might hit him too.” This was the logic. That’s why they never be among true believers. Because with an approach that corrupted, one can never see the light of faith.

One of the men among Museylemet-ul Kezzaba walked into the room of Museyleme, their leader. This is quite interesting, we read this story from Taberi. The man from Ben-i Hanife clan walked into the room and asked Museyleme; “You declared your prophethood, am I right?”

Museyleme answered; “Yes, I’m a prophet.”
The man replied; “Eshhedu enne Muhammeden Resulallah..!” Take notice, the man was standing in front of Museyleme and saying that Muhammad was the prophet of Allah. And then he adds these words. “Ve eshedu enneke kezibun. “Again I swear that you are nothing but a fraud.

Remember that those days Museyleme was a brutal leader, he was cutting down anyone who oppose him. Such a terror. But than the man add these words too. “Even I believe that Muhammad was the real and loyal prophet of Allah and you are only a fraud. The lying son of Ben-i Hanife is better than the truth of Kureysh for me, so I will fight alongside with you.

“And he did and died like that.” said Taberi. Here! That’s how an angry racism make you fall like that. This is what we called a blind taassup. He sweared that Muhammad is the real prophet, the deliverer of the real truth, but he fought with Museyleme instead and died for him. That’s what blind following make you do. kul innel fadle Bi yedillahi Tell them; “Most certainly, bounty is in the hands of Allah. yu’tiyhi men yesha’ Allah gives it to whom He wills. vAllahu Vasi’un ‘Aliym; Allah is the Wasi, (without limits) the Aleem (knows all).”

74-) Yahtassu Bi rahmetiHI men yesha’* vAllahu zul fadlil aziym;

“He specifies His grace (from whom He wills) to whom He wills! Allah is the Azim, the possessor of bounty.” (A.Hulusi)

For His Mercy He specially chooseth whom He pleaseth; for Allah is the Lord of bounties unbounded. (A.Yusuf Ali)

Yahtassu Bi rahmetiHI men yesha’* Allah gives mercy to whom He wills. You might notive the mercy here is the prophethood. Allah chooses the person to deliver the celestial message. vAllahu zul fadlil aziym Allah is the Lord of unlimited bounties. So why, you people of the book; think it’s not possible. Do you think Allah is unable to choose to whom He wills? Do you have the power to choose instead? Do you really want to antagonize Allah? Do you think you should have the authority to choose the prophet? If you can’t accept that simple fact, how could you call yourselves faithfuls? It’s like a declaration for them.

75-) Ve min ehlil kitabi men inte’menhu Bi kintarin yueddihi ileyke, ve minhum men in te’menhu Bi diynarin la yueddihi ileyke illa ma dumte aleyhi kaima* zalike Bi ennehum kalu leyse aleyna fiyl ummiyyiyne sebiyl* ve yekulune alAllahil kezibe ve hum ya’lemun;

Among the people to whom the knowledge of reality has been given is he who, if you entrust him with a great amount (of wealth), he will return it all to you as is. And among them is he who, if you entrust him with a single dinar (gold), he will not return it to you unless you constantly stand over him and demand it. (This is because of their thought) “The illiterate ones who are in opposition to us (who are ignorant of the reality) have no rights over us.” They deliberately lie about Allah. (A.Hulusi)

Among the People of the Book are some who, if entrusted with a hoard of gold, will (readily) pay it back; others, who, if entrusted with a single silver coin, will not repay it unless thou constantly stoodest demanding, because, they say, “there is no call on us (to keep faith) with these ignorant (people).” But they tell a lie against Allah, and (well) they know it. (A.Yusuf Ali)

Ve min ehlil kitabi men inte’menhu Bi kintarin yueddihi ileyke Qur’an has a sensitive and interesting style. It doesn’t swipe them all. Qur’an never swipes all people. If there are stones in rice, it seperates the stones. Yes. It never throws away the entire batch just because there are a few rocks in it or cook the entire batch just because the stones are a few. This attitude shows us the humility and manners. “Don’t behave an entire group, race or religion like they are all the same. There are men of virtues among them, men of ethics.” This example is set for this attitude.

Among the People of the Book are some who, if entrusted with a hoard of gold, yueddihi ileyk they will pay it back with full. ve minhum men in te’menhu Bi diynarin la yueddihi ileyk and there are others, who, if entrusted with a single coin, they will not repay it. illa ma dumte aleyhi kaima unless you demand it constantly. If you want your money back, you should constantly remind them.

zalike Bi ennehum kalu leyse aleyna fiyl ummiyyiyne sebiyl* So why do they do that? Their claims are because, “Who are in opposition to us, who are not from among the people of the book have no rights over us.” This is their claims. Especially you can see a similar form in Tora for this claim. You cannot open a credit with interest rates for the people among themselves. But you can open interest rated credits for people that are not from you. As in you can eat their money with multiple interests but you cannot do that to your own people.

Like I said, such a national god, such a national religion. If the person is among you, you should act with manners, with virtue, with ethics. But the person is someone from outside, none of these virtues, manners and ethics are needed. Virtue and manners are for everyone and you should act like that everywhere. Whatever religion to person in front of you believe, even if he doesn’t believe any religion. Virtue and ethics are constant. What’s good for you is good for others and what’s bad for you is bad for others in the same scale.

ve yekulune alAllahil kezibe ve hum ya’lemun; By doing that, do you know what they do? They slander Allah knowingly. They deliberately lie about Allah.

76-) Bela men evfa Bi ahdihi vetteka feinnAllahe yuhibbul muttekiyn;

Indeed, he who stands by his word and protects himself, undoubtedly Allah loves those who are protected. (A.Hulusi)

Nay, – Those that keep their plighted faith and act aright,-verily Allah loves those who act aright. (A.Yusuf Ali)

Bela men evfa Bi ahdihi vetteka Indeed, whoever stands by his word and protects himself, know his responsibilities to Allah feinnAllahe yuhibbul muttekiyn know well that Allah loves those who have the consciousness of responsibility.

77-) Innelleziyne yeshterune Bi ahdillahi ve eymanihim semenen kaliylen ulaike la halaka lehum fiyl ahireti vela yukellimuhumullahu vela yenzuru ileyhim yevmel kiyameti ve la yuzekkiyhim* ve lehum azabun eliym;

As for those who sell their covenant and promise to Allah for a small price; they have no share in the eternal life to come. Allah (not an external deity, the actualization of the forces of the Names within their essence) will not speak to them, look at them or purify them during the period of Doomsday. There is severe suffering for them. (A.Hulusi)

As for those who sell the faith they owe to Allah and their own plighted word for a small price, they shall have no portion in the Hereafter: Nor will Allah (Deign to) speak to them or look at them on the Day of Judgment, nor will He cleans them (of sin): They shall have a grievous penalty. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne yeshterune Bi ahdillahi ve eymanihim As for those who sell their covenant and promise to Allah semenen kaliylen for a small price. Those who sell their promises to Allah for a small fee.

Please pay attention to this part, their covenants to Allah. What is that promise, the covenant to Allah? First thing comes to mind is the self awareness of a person when we say the promise to Allah. Because a person become alienated to himself, to his nature is the treason to his promise to Allah. A person becomes a stranger to himself, corrupts his nature and naturally corrupts his enviroment. Corrupting his nature is stepping outside the Islam’s zone. Losing the nature of his mind, losing the balance. Letting bad feelings, bad thoughts seep into his heart and rotting it.

So when the nature is corrupted, the blasphemy follows. Because superstitious is not natural. Hakk, the truth is natural. Supertitious is synthetic, Hakk is authentic. That’s why when we see he word covenant here, the first thing we should understand is the fitrat that Allah created for us. Pure and clean fitrat. So corrupting that fitrat is treason to that promise.

So those who break their promises; ulaike la halaka lehum fiyl ahireti They won’t have a share in afterlife. Morely; vela yukellimuhumullahu Allah won’t talk to them. Allah will be upset for them. Allah won’t even look their faces. vela yenzuru ileyhim Allah won’t look at them. Not talking, not looking, not caring. What is that supposed to mean? It means being left out, being without Allah. Offending Allah, that’s what it means.

yevmel kiyame At the Day of Judgement, Allah won’t look to them. ve la yuzekkiyhim worse yet, Allah won’t clear them, purift them anymore. ve lehum azabun eliym; And that will be the greatest suffering for them. Their penalty will be severe sufferings.

78-) Ve inne minhum le feriykan yelvune elsinetehum Bil Kitabi li tahsebuhu minel Kitabi ve ma huve minel Kitab* ve yekulune huve min indillahi ve ma huve min indillah* ve yekulune alAllahil kezibe ve hum ya’lemun;

There are some among them who talk by perverting the meaning (to mean something else) of the knowledge of reality, so that you think it is revealed knowledge. (Whereas) what they say is not revealed knowledge. They say, “It is from Allah,” but it is not from Allah! They deliberately lie about Allah. (A.Hulusi)

There is among them a section who distort the Book with their tongues: (As they read) you would think it is a part of the Book, but it is no part of the Book; and they say, “That is from Allah,” but it is not from Allah. It is they who tell a lie against Allah, and (well) they know it! (A.Yusuf Ali)

Ve inne minhum le feriykan yelvune elsinetehum Bil Kitabi There is among them a section who distort the Book with their tongues: li tahsebuhu minel Kitabi ve ma huve minel Kitab* you would think it is a part of the Book, but it is no part of the Book; ve yekulune huve min indillahi they say, “That is from Allah.” ve ma huve min indillah* but it is not from Allah. ve yekulune alAllahil kezibe ve hum ya’lemun It is they who tell a lie against Allah, and they know it!

79-) Ma kane li besherin en yu’tiyehullahul Kitabe vel Hukme ven Nubuvvete summe yekule lin Nasi kunu ibaden liy min dunillahi, ve lakin kunu Rabbaniyyine Bima kuntum tuallimunel Kitabe ve Bima kuntum tedrusun;

It is not possible that Allah should give a human the knowledge of the reality, authority and Nubuwwah, and he would say to the people, “Leave Allah and serve me!” On the contrary, he would say, “In compliance with the teachings of the knowledge of the reality and the practices you engage in, be of those who are conscious of their servitude to their Rabb.” (A.Hulusi)

It is not (possible) that a man, to whom is given the Book, and Wisdom, and the Prophetic Office, should say to people: “Be ye my worshippers rather than Allah’s”: On the contrary (he would say) “Be ye worshippers of Him (Who is truly the Cherisher of all): For ye have taught the Book and ye have studied it earnestly.” (A.Yusuf Ali)

Ma kane li besherin en yu’tiyehullahul Kitabe vel Hukme ven Nubuvvete summe yekule lin Nasi It is not possible that Allah should give a human prophethood, the authority of truth and wisdom and he would say to the people, kunu ibaden liy min dunillah “Leave Allah and serve me!” It’s not possible. Not a single prophet who was given this responsibility said their communities something like, “Leave Allah and worship me.”

ve lakin kunu Rabbaniyyine Bima kuntum tuallimunel Kitabe ve Bima kuntum tedrusun; On the contrary. They say; Be a worshipper of Allah. Be a man of Allah.” They learn the celestial message to it’s all depths and deliver it the others. As in Allah educates them and they educate others. They deliver Allah’s revelations, Allah’s manners to people.

80-) Ve la ye’murekum en tettehizul Melaikete ve Nebiyyiyne erbaba* eye’murukum Bil kufri ba’de iz entum muslimun;

He (the aforementioned one of knowledge) would not ask you to take the angels, or the Nabis as your Rabbs either. Why would he ask you to deny your reality after you have submitted to Allah? (A.Hulusi)

Nor would he instruct you to take angels and prophets for Lords and patrons. What! would he bid you to unbelief after ye have bowed your will (to Allah in Islám)? (A.Yusuf Ali)

Ve la ye’murekum en tettehizul Melaikete ve Nebiyyiyne erbaba* Nor would they tell you to take angels and prophets for gods. eye’murukum Bil kufri ba’de iz entum muslimun; Why would they ask you to deny your reality after you have submitted to Allah? If you show submission to Allah completely, no prophet, the heir of prophets, no scholars or no trusted men can instruct you to deny your truths.

Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.
Esselamu aleykum.”


ESMA DERSLERİ (12-3) 3 – er RAB

$
0
0

Rabbi

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Hatta bazen daha kötüsü yaşanır arkanızdan vurur. İşte merhametten maraz doğar diye bilgiç bilgiç konuşanlardan olacak mısınız olmayacak mısınız haydi bakalım alın size terbiye. Servet zaten bir terbiye aracıdır, bir de servetiniz üzerinden sizi terbiye eder, infak ettiğiniz, yardım ettiğiniz üzerinde de bir de sizi terbiye eder.

Tamam ya Rabbi..! Hz. Ebu Bekir öyle yapmamış mı; besledi, fakirdi Mıstah bin Usese fakirdi, yoksuldu akrabasıydı da. Besledi büyüttü gözünü oydu. Hz. Aişe’ye yapılan iftirayı en çok yayanların başında Mıstah Bin Usese geliyordu. Oysa Hz. Ebu Bekir sürekli onun rızkını temin eden insandı.

Hz. Ebu Bekir’e çok dokundu bir daha dedi ona zırnık yok. Rabbimiz ayeti gönderdi, bunun yakışıklı bir tavır olmadığını söyledi. Hz. Ebu Bekir Rabbine döndü; Ya Rabbi bundan sonra iki kat vereceğim söz veriyorum..!

Ne muhteşem bir terbiye bu, ne büyük bir güzellikle karşı karşıyayız farkında mısınız. İnsan bu kadar yüceltilir ancak, bu kadar güzelleştirilebilir.

Misal üç; İki mü’minin arasını bulmak istersiniz dayak yersiniz. Yani bu dayak illaki elden şiddet değil yani zarar verir size. Ya ben ara bulmak istiyorum ama bak o da o da memnun olmuyor. Ara bulmak istemeniz ilahi terbiyenin bir gereği. Ama imtihanın ikincisi gelir onlar üzerinden imtihan eder bakalım bi,r daha ara bulmak mı diyecek mi demeyecek mi. Demez ise kazanır. Ey vallah! Diyelim ne olacak İlahi rububiyyetin tecellisi b öyle gerçekleşsin de biz de yiyelim ne olacak diyorsa tamam kazanmıştır. Allah zaten ona onu dedirttirecektir.

Bazen çocuğunuzu siz terbiye edersiniz. Fakat aslında çocuğunuz üzerinden Allah sizi terbiye eder. Yahu bu çocuk benim mi falan dersiniz ara sıra. Yerde durmaz, gökte sanki. Bir an durmaz, her işi şer. Aslında Allah çocuğunuz üzerinden sizi terbiye ediyor. Ya Rabbi estağfirullah, tövbe Ya Rabbi falan derseniz belki azaltırsınız. Dolayısıyla o terbiyeyi aldığımızda, o mesajı aldığımızda mesele bitmiştir. Onun için terbiye sınırsızdır.

Kulluk bir lütuftur ücret beklenmez öyle değil mi. Ubudiyet bir lütuftur aslında, Allah’a kulluk bir lütuftur buna ücret mi isteyelim yani, bizi kulluğu kabul ettin ya ya Rabbi. Yetmez mi ödül olarak. Bunun bir de karşılığını mı bekleyeyim. Karşılık değil o verdiği de ihsanıdır zaten, lütufkârdır O, Lâtif olandır.

İslam’ın kök manasını biliyor musunuz, dün akşam asya der de söyledim. Cahiliye Arabı İslam kelimesini hangi manada kullanırdı. Bizim bildiğimiz Kur’an da ki manasıyla hiç kullanmadı. Cahiliye arabının İslam kelimesini kullandığı mana şu alacaklıya borcunu gönül rızasıyla tam olarak ödemek. İslam’ın cahiliye de kullanılan manası buydu. Peki Din’in kök manası nedir? Borç. İkisini birleştirelim; Allah’a borcunu ödemek, İslâm bu.

Peki Allah’a borcunu insan ödeyebilir mi, her nefes borç, her an borç. Borç borçla ödenmez ki. O zaman nedir? Rabbimiz; Borcunu itiraf et ödenmiş kabul edeyim. Bir de üstüne cennet vereyim. İşte bu.

Rabb tüm peygamberlerin ve salihlerin dilinde ki isimdir. Adem Rabbine karşı geldi ve ibaya kapıldı değil mi ve ‘asa Ademu Rabbehu feğavâ. (Tâhâ/121) Adem Rabbine. Demek ki aslında Adem oğlunun Allah’a isyanı rububiyyete isyan manasına gelir. Yani her işlenmiş günah, Rabbin rububiyyetine karşı bir isyan manasına gelir.

Adem Rabbinden kelimeler alıyor dikkat buyurun Fetelakka Ademü min Rabbihi kelimâtin fetâbe aleyh. (Bakara/37) Rabbinden, Rabb olan Allah’tan. Çünkü tevbe de Rabbin rububiyyetinin tecellisidir.

Demek ki günah Rabbin rububiyyetine yönelik bir suç, ama tevbe de Rabbin rububiyyetinin bir tecellisi. Yer yüzü tevbenin ödülü, günahın bedeli değil. Kur’an da ki sıralama bu. Tevbe ettikten sonra yeryüzüyle ödüllendiriliyor adeta. Ama Hıristiyanlıkta günahın bedeli.

Trajedi burada başlıyor işte. İnsanlığın kökünü Hıristiyanlık trajedi olarak görüyor. Çünkü trajedi. Hem cennete koyacaksın, hem de yasak koyacaksın. Hem cennete koyacaksın hem de şeytanı sokacaksın, yılanı sokacaksın. Hem cennete koyacaksın hem de imtihan edeceksin. Trajedi bu. Onun için tiyatro batı da gelişti. Aslında eski Yunandan beri var, eski Yunanistan’da da trajedinin kaynağı yine tanrılarla insanlar arasında ki savaştan kaynaklanıyor. Yunan Tragedyası. Roman da batıda onun için gelişti, trajediye dayalıdır.

Bakınız bizde söz sanatları farklı gelişmiştir, bizde trajedi yoktur. Bu manada insanın hakikatle çatışması yoktur uyumu vardır. İnsan uyum üzerine inşa edilmiştir, ama Hıristiyanlıkta insan çatışma üzerine. Onun için ilk günah doktrini ve İsa’nın çarmıhta gerilmesi, insanlığın günahına keffaret hikayeleri. Geriye kalan böyle geliyor ve en sonunda papa pius hepsini öldürün diyor 30.000 kişilik bir yerleşim merkezinde. Tanrı günahsız olanları seçip ayırmayı iyi bilir diyor hepsini öldürün. Bu kadar. Tanrıya seçip ayırtacaksın yani sen hepsin i öldür..! Bu trajedidir, bizde yoktur bizde düzen vardır, bizde uyum vardır kopuş yoktur bu önemli.

Hz. Nûh Rabbe şöyle dua etmişti, Rabbim demişti; Rabbim..! Ben kavmimi gece gündüz davet ettim, ne ki benim davetim onları uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Nûh/5-6.

Hz. İbrahim kavmine; Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir demişti Enbiya/56. Rabbiniz. Yine Rabb. Rabbi hakkında İbrahim ile tartışan birinden bahsediyor ayeti kerime, o Nemrut’tu tabii. Hz. İbrahim; Benim Rabbim hayat veren ve öldürendir dedi. O da cevap verdi ben de hayat verir yahut öldürürüm. Yani yine Rabbim, benim Rabbim. Hayat ve ölüm Rabbin rububiyyet tecellisidir demiştik değil mi. Nemrut küstahça nefsinin ateşine öylesine yanmıştı ki İbrahim i ateşte yakmaya kalktı. Aslında İbrahim’i ateşe atmadı imanı ateşe attı Nemrut. İmanın yakmayacağını bilemedi. Çünkü ateşin de bir Rabbi vardı onu bilemedi. Rabbi bilemedi.

Ve izibtelâ İbrahiyme Rabbühû Bikelimâtin feetemmehünne. (Bakara/124) Rabbi İbrahim’i kelimelerle sınadı ve o da o sınavın tamamını geçti, tamamladı. Rabbi İbrahim’i sınadı. Sınayan hep Rabdir, sınanmak rububiyyetin bir tecellisidir, imtihanların tamamı rububiyyetin tecellisidir. Onun için başımıza bir imtihan geldiğinde, hastalık olarak, kayıp olarak, azaltma olarak, acı olarak, yoksulluk olarak, sıkıntı olarak, huzursuzluk olarak, geçimsizlik olarak her ne olursa..!

Geçimsizlik deyince hemen hanımlara bakıyorum özür dilerim erkeklere de bakayım. Dolayısıyla her ne olarak gelirse gelsin Rabbin imtihanı olduğunu bileceğiz ve onun bir terbiye unsuru olduğunu bileceğiz, inanın imtihanı fırsata çevirmek mümkin.

Krizler fırsattır, her imtihan bir fırsattır. Eğer verirsek imtihanda sınıf atlayacağız, neden imtihanı bir kayıp olarak görelim ki. Rabbim benimle ilgilendi değil mi, rabbimin ilgi alandayım. Böyle düşünmek yok mu? Rabbin beni unutsaydı ya? Sahabe öyle düşünürmüş biliyor musunuz. Haydi hanım ResulAllah’a gidiyoruz demiş. Niye gideceğiz? Ayrılacağız. Yahu bey seninle gül gibi geçinip gidiyoruz, Allah aşkına ne var ki aramızda. Tam merdivenden inerken ayağı takılmış aşağı kadar yuvarlanmış. Tamam hanım vazgeçtim demiş. Ne oldu? 6 aydır farkında mısın başımıza hiç üzücü bir iş gelmiyor. Allah’ı biz unuttukta Allah’ta bizi unuttu mu diye kaygı ettim. Onun için Rabbim bizi hatırlasın diye başımıza imtihan açacaktım, şimdi unutmadığını gördüm haydi vazgeçtim. Dolayısıyla Allah beni hatırladı diye düşünmek..! Böyle bakmak yok mu? Böyle bakmazsak ne değişir ki zaten belanız iki kere bela olur, üç kere bela olur. beşe katlanır, yüze katlanır ve altında kalırsınız, hayat üstünüze biner. Oysa hayatın üstüne binmek lazım.

Yusuf kıssası rububiyyetin tecellisi idi. Hz. Yakub rüyasını tabir ederken oğlu Yusuf’a seni rabbin seçti diyordu Yusuf/6 ayetinde. Rabbin seçti. Niye? Yusuf suresi baştan sona terbiye edilmeyi ele alır, çünkü Yusuf kıssası terbiye kıssasıdır. Allah’ın bir insanı terbiye etmesi. Kuyulara ayılmak, köle diye satılmak, ondan sonra zindanlara düşmek, iftiralara uğramak ve Mısır’a sultan olmak. Allah terbiye ederse ne olur. Haydi buyurun, işte bu Dolayısıyla Rabb bu.

Hz. Musa’nın hayatı rububiyyetin mahza bir tecellisidir başka bir şey söyleyebilir miyiz? Yusuf kıssasında Kur’an da nakledilmesi aslında ey Mekke nin Yusuf’u Muhammed. Sen şimdi Mekke’nin Yusuf’usun ama bir Medine’n olacak. Kardeşlerin seni kör kuyuya atmaya çalışıyorlar, Rabbin seni kuyudan çıkarıp Mısır’a sultan edecek bir gün senin Mısır’ın olan Medine’yi göreceksin. Bu değil miydi mesaj Medine’nin ismi dahi yoktu o zaman ama öyleydi işte.

Hz. Musa’nın hayatı rububiyyetin mahza tecellisi. Rabbim dedi. ben kendime kötülük ettim. Rabbi inniy zalemtü nefsiy fağfir liy feğafere leh. (Kasas/16) Ne olur beni affet. Rabbim demişti hani bahşettiğin nimet hakkı için suçlu ve haksız kimselere bundan böyle asla arka çıkmayacağım demişti Kasas/17. O Mısır’lıyı öldürme hadisesinde ki kaza yumruğunda.

Benzer bir yakarışı kaçak olarak geldiği Medyen’de de yapmıştı. Meyden’de Prens Musa; Habeş ordusunun muzaffer komutanı olarak Habeşistan’dan dönmüş. Firavun ölünce yerine geçecek 3 kişiden biri. Fakat öyle bir hadiseler yumağı oluşuyor ki kendisini kaçak bir suçlu olarak Medyen’de bir çeşme başında buluyor. Yorgun ve bitkin günlerdir gündüz saklanıp gece yol alarak gelmiş Medyen’e ve her şeye muhtaç, tüm eli kolu dökülmüş ResulAllah’ın Taif’ten dönüşünde olduğu gibi. Sıfır noktası, bittim ya Rabbi noktası.

Terbiyeyi görüyor musunuz, orada öyle bir duası var; Rabbim diyor bana bahşetmiş olduğun bu tür bir hayra öylesine muhtacım ki, her tür hayra öylesine muhtacım ki. O kızlarla karşılaşıp ta o süreç başlayınca Kasas/24. ayet.

Evet n ihayet Hz. Peygambere Mü’minun suresinin sonunda şu dua telkin edilir. İmdi, ey bu vahyin muhatabı Rabbim de, bağışla, merhamet et zira merhamet edenlerin en hayırlısı sensin.

Sapmış kavimlerin rububiyyeti inkâr ettiklerini biliyor muydunuz. Tüm helak olmuş kavimlerin problemi rububiyyeti inkâr problemi. Mesela Nûh kavmi; rububiyyeti inkâr problemi. Nû dedi ki ey kavmim ben sapıtmış değilim aksine ben alemlerin Rabbi tarafından seçilen bir elçiyim. Size Rabbim in mesajlarını tebliğ ediyor ve öğüt veriyorum ve bu sayede rahmete nail olasınız diye içinizden bir adam eliyle Rabbinizden size bir bildiri gelmesinde şaşılacak ne var. A’raf/61-63. Rabbim, Rabbiniz yani sıra sıra Rabb Rabb geliyor ayeti kerimelerde.

Hûd kavminin sorunu rububiyyetleydi, Rabbin rububiyyetiyle. Hûd dedi ki ey kavmim ben aklı kıt biri değilim, bilakis ben alemlerin Rabbinden, dikkat buyurun; alemlerin Rabbinden bir elçiyim size Rabbimin mesajlarını tebliğ ediyorum, zira ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim. Ne yani sizi uyarsın diye içinizden bir adam eliyle Rabbinizden size bir bildiri gelmesine niçin şaşırıyorsunuz. Rabbim, Rabbim, Rabbiniz..! dikkat buyurun lütfen esmaya dikkat edin. Onun için rububiyyetle sorunları var.

Hz. İbrahim’in kavminin de rububiyyetle sorunu vardı. Bir gece karardığında bir yıldız gördü ve haykırdı; Benim Rabbim bu. Rabbim..! Problem Rabbiyle çünkü. Kavmin problemi Rabbin rububiyyetiyle. Fakat yıldız batınca dedi ki kale lâ uhıbbül afiliyn. (En’am/76) ben batanları sevmem. Sonra ayın doğuşunu görünce işte Rabbim bu dedi. Yani kıssa böyle devam ediyor. Hz. Lût’un kavmi de öyle. İnsanlar içerisinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz, bu şekilde Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bir yana mı bırakıyorsunuz. Rabbinizin sizin için..!

Firavunun sorunu da öyle, onu biliyoruz değil mi ene Rabbukümül’a’lâ. (Nâzi’at/24) diyordu, ben Rabbin izim, ben en büyüğüm, ben si,zin büyük Rabbinizim. Firavun; Gökleri kendisinin yaratmadığını bilmiyor muydu, herkes bilmiyor muydu. Ben gökleri yarattım dese kim inanırdı Allah aşkına. Demek ki yer yüzünde insanın hakimiyetine soyunmuş ve bu manada Allah’ın rububiyyetine rakip olarak görüyor kendisini Demek ki tüm şirklerin problemi bu.

Yahudilerin ve Hıristiyanların sorunu da rububiyyetle biliyor musunuz İttehazû ahbarehüm ve ruhbanehüm erbaben min dûnillâh. (Tevbe/31) Yahudiler ve Hıristiyanlar din adamlarını ahbarlarını ve ruhbanlarını Allah dışında Rabler edindiler. Görüyor musunuz sorunları Allah’ın rububiyyetiyle. Hani onlar tek bir kelimeye çağrılmışlardı değil mi. … ya ehlel Kitabi te’alev ila kelimetin sevain beynena ve beyneküm ella na’büde illAllâhe ve lâ nüşrike Bihi şey’en ve lâ yettehıze ba’duna ba’dan erbaben…(A.İmran/64) Bazımız bazımızı Rabler edinmeyelim gelin bir ortak çağrıya, gelin bir ortak kelimeye. Nedir o; Lâ ilâhe illallâh, gelin, tevhide gelin diye bir çağrı yapıyor Kur’an.

Arap müşriklerinin problemi de rububiyyetle idi. Ve eğer dönüp sorsan müşriklere gökleri ve yeri yaratan kimdir ve güneşle ayı emre amade kılan kimdir diye hiç tereddütsüz diyecekler ki ..le yekulünnAllâh. (Ankebut/61) elbette Allah’tır. Demek ki gökleri yeri yaratan kimdir diye müşriklere sorsan Allah’tır diyorlar. Peki sıkıntı ne, sorun nu, niye müşrik oldular? Allah’ın gökleri ve yeri yarattığına inanıyorlar da insanın hayatına karışmasına karşılar. Hayatımıza karışma, bizim Rabbimiz olma diyorlar.

Aslında modern şirkin, modern cahiliyenin problemi de bu değil mi. Modern, seküler cahiliye de bunu demiyor mu. Aslında çoğu Allah’a inanıyor bakıyorsunuz, Hatta içlerinde namaz kılanları bile var. Niye kılıyor anlamakta mümkün değil tıpkı hacceden müşrik gibi. Ve Allah’ın hayatına müdahil olmasına karşı, reddediyor, Allah’ın hayatına müdahil olmasını reddediyor, Allah’ın rububiyyetini reddediyor. Onun içinde karıştırma Allah’ı canım diyor, onu işe karıştırma. Ticarete Allah’ı karıştırma, siyasete Allah’ı karıştırma.

Olur..! Emriniz olur. Yarat bir hayat alanı karıştırmayalım. Allah’ın yarattığı hayat alanını Allah’tan mı kaçıracaksın, becerebilir misin bunu, yapabilir misin bunu. Seyrani ne demişti Tanzimat padişahı AbdülMecid’e? Seni sürerim demişti ve sürmüştü de zaten tanzimata olan muhalefetinden dolayı.

Bozmak mümkin ise aklın bikrini,

Boz da bakir iken dul gönder beni.

Aklımın bekâretini yani düşünce özgürlüğüme eğer engel olmak mümkünse diyor, haydi becer bunu.

Hakkın mekânından özge bir mekân,

Bulmak mümkin ise bul gönder beni.

Beni süreceğin yer Allah’ın mekânı değil mi diyor, Halep’e sürdü nitekim Halep’te Allah’ın mekânı değil mi Allah’ın yarattığı yer değil mi. Eğer beni sürmek istiyorsan bir yere gerçekten Allah’ın yaratmadığı bir yer bul diyor. Muhteşem..! İşte bu. Dolayısıyla modern cahiliyenin de problemi bu.

Aslında soru şu; Rabbimizin rububiyyeti bazen imtihan olarak geliyor musibet olarak geliyor ve bizi üzüyor. Bizi üzen bu musibetler aslında ahirette bizi sevindirebiliyor. Yani dünyada üzen musibetler ahirette sevindirmek için geliyor. Şimdi gerçekten bu musibet mi nimet mi. Kişinin zarar olarak gördüğü musibetler aslında kâr. Şairin dediği gibi;

Dermen arardım derdime,

Derdim bana derman imiş,

Bürhan arardım aslıma,

Aslım bana bürhan imiş.

Öyle değil mi, derdiniz dermanınız oluyor.

Rabb ismin in birlikte geldiği isimlerden iki isim var. Biri Rahıym, biri Ğafur. Selâmün kavlen min Rabbin Rahıym. (Yasin/58) Neden Rabbin Rahıym? Bu neden böyle gelir? Rahiym olan bir Rabb den onlara sonsuz mutluluk ve Selâmdır. Böyle bir Selâm sözü var Allah’ın Selâm sözü, mutluluk sözü.

Nasıl bir Rabb? O nasıl bir Rabb? Rahiym olan bir Rabb. Neden Rahiym olan. Rabb ismi ile yan yana kullanınca zaten anlaşılıyor. Terbiyeye muhtaç olmasaydı terbiye edilmezdi. Terbiyeye muhtaç olan Rahmete muhtaç olandır.

Aynı zaman da Ğafur ismi, Sebe/11 de Rabbinizin size bahşettiği rızıktan nasiplenin O’na olan şükrünüzü de eda edin. İşte size tarifsiz güzellikte bir yurt, ve tarifsiz bağışlayıcı bir Rabb. Ve Rabbül ğafûr, tarifsiz bağışlayıcı bir Rabb.

Öyle değil mi, kusuru olmasaydı terbiyeye ihtiyacı olur muydu. Kul kusurludur, insan kusurludur, kusurludur ki Rabbimiz de terbiye ediyor. Peki ne olacak? Kul kusurlu olacak, Rabb affedecek. Kul kusur işleyecek, Rabb affedecek. İşte burada da ve Rabbül Ğafur, O. Bağış kusurlular için. Mesela Mekke de müşriklerin ağır işkencesi altın da kendilerine dayatılan söz takıyye yaparak söyleyen ve daha sonra da hicret eden müminlerden bahseden ayet şöyle biter; Çünkü senin Rabbin o ağır acının ardından elbette tarifsiz bağışıyla, eşsiz Rahmetiyle muamele edecektir. (Nahl/110)

Mekke bir terbiye mektebi değil midir. Mekke’yi biz işkence mekânı olarak görürüz değil mi? Değil, aynı zamanda terbiye mektebidir. Mekke okulunu okumasalardı Medine nimetini görürler miydi, göremezlerdi. O zaman Mekke’yi sadece kötülük odağı olarak görmeyelim bir terbiye mektebi olarak görelim.

Aynı zamanda cennet ve Cehennem de öyle değil mi. Bakınız cennet; Rabbin rububiyyetini bir sonucu. Terbiye ettiği insanı cennet için terbiye ediyor değil mi. Çünkü Cennete insan Kâmil olarak giriyor, nakıs olarak girmiyor. Çünkü Cennet güzelliğin üretildiği merkez. Peki Cehennem ya? Cehennem niye Rabbin rububiyyetinin? İnan ben öyle inanıyorum. Cehennem Rabbin Rububiyyetinin bir tecellisi. Dünyada terbiye olmayanları ahirette yoğun bakım ünitesine alıyorlar. Yoğun bakım ünitesi. Çünkü hafif bakımda tedavi edilmeyince yoğun balkıma. kale azâbiy usıybu Bihi men eşa’. (A’raf/156) azabıma sadece dilediğim kimseleri uğratırım, isabet ettiririm. ve rahmetiY vesiat külle şey’. Ama rahmetim var ya her şeyi kuşatmıştır. Allah’ın rahmetinin her şeyi kuşatması ne demek, cehennemi de kuşatmış mıdır. Her şeye cehennem hariç midir, dahil midir? Dahildir.

Evet, şimdi Rabb olan Allah’a Kur’an da Rabb ismi ile yapılan dualardan bir demetle ellerimizi açalım bir dua edelim, dersimize son verelim.

Rabbimiz, ey Alemlerin rabbi, ey arşın Rabbi, ey göklerin ve yerin Rabbi, ey bu ikisi arasında kilerin Rabbi. Ey doğuların ve batıların Rabbi, ey dağın ve taşın Rabbi, ey kurdun ve kuşun Rabbi, ey mü’miniyle kafiriyle bütün bir insanlığın rabbi, Ey Musa’nın ve Firavunun, ey İbrahim ve Nemrud’un rabbi. Ey benim Rabbim, ey bizim Rabbimiz hamdimiz sana mahsustur. Zira insan sana mahsustur.

Rabbimiz seni tesbih eder, seni tekbiyr eder, seni tazim eder, sana Adem’in dili ile yalvarırız. Rabbimiz biz kendi kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan kesinlikle kaybedenlerden oluruz. Bize acı ya Rabbi, bizi bağışla ya Rabbi bize merhamet et ya Rabbi, bizi bize bırakma ya rabbi, bizi kendine bırak ya Rabbi.

Sana Nûh AS. dili ile yalvarıyoruz, Rabbim hakkında bilgim olmayan bir şey istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen büsbütün kaybedenlerden olurum diyordu Hz. Nûh. Biz de diyoruz ki bizi bağışla ya Rabbi, bize merhamet et ya Rabbi, bizi kaybedenlerden etme ya Rabbi, bizi kazananlardan et ya Rabbi.

Sana İbrahim’in dili ile yalvarıyoruz, Rabbim demişti İbrahim Ailemi yetiştirdiğim bu mekânı emin bir mekân kıl. Biz de diyoruz ki Rabbim ailelerimizi yetiştirdiğimiz mekânları emin mekânlar kıl, evlerimizi cennetin şubesi kıl cehennemin şubesi kılma ya Rabbi.

Sana Yusuf AS. ın dili ile yalvarıyoruz. Rabbim benim için hapis yatmak, bunların beni çağırdıkları günahtan daha hayırlıdır demişti. Sen zalimlerin tuzaklarına karşı beni korumazsan, hilelerine kapılır da kendini bilmezlerden biri olup çıkarım demişti. Biz de Yusuf AS. gibi zalimlerin bizi çağırdığı günahtan bizi korumanı istiyoruz koru ya Rabbi, muhafaza et ya Rabbi, bizi her türlü isyandan, her türlü tuğyandan koru ya Rabbi. Bizi sama muti et ya Rabbi asi etme ya Rabbi.

Ya Rabbi Rabbim demişti yine doğrusu iktidarı bana sen bahşettin, yine sen öğrettin bana olayların doğru yorumunu. Ey gökleri ve yeri yoktan var eden hem bu dünyada hem de öte dünyada yarim yardımcım sensin. Canımı varlığımı sana adamış biri olarak al ve beni iyiler arasına kat. Biz de Hz. Yusuf gibi dua ediyoruz canımızı sana teslim olanlar arasında al ya Rabbi. Canımızı sana teslim olmayanlar arasında alma ya Rabbi. Biz tam seni razı etmiş olarak sana kavuşalım ya Rabbi. Cenneti hak ettiğimizde sen canımızı al ya Rabbi.

Sana Musa’nın dili ile yalvarıyoruz; Rabbim demişti Musa; ben kendime kötülük ettim ne olur beni affet. Yine Rabbim demişti Musa dileseydin bu zalimleri ve beni daha önce helâk ederdin, şimdi içimizde ki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin, bu senin sınamandan başka bir şey değil onunla dilediğini sapıklığa terk eder, dilediğini de doğru yola yöneltirsin. Sensin bizim Velimiz, o halde bizi bağışla bize merhamet et. Çünkü sen bağışlayanların en hayırlısısın. Böyle demişti Hz. Musa. Biz de yalvarıyoruz onun diliyle ya Rabbi biz kendimize kötülük ettik sen bize iyilikten başka bir şey etmedin. Biz kendimize kötülük ettik sen bizi affet ya Rabbi. Zulmümüze mani ol ya Rabbi. Kendimize yaptığımız zulmü engelle ya Rabbi.

Ya Rabbi içimizde ki beyinsizler yüzünden bizi helâk etme, içimizde ki inkârcılar yüzünden bizi helâk etme, onları da sana kul et ya Rabbi. Ya Rabbi bizi doğru yola ilet bizi yanlış yola iletme. Ya Rabbi bizi yönelttiğin doğru yolu bize göster, görmeyi nasip et ya Rabbi.

Yine Rabbim demişti Hz. Musa; Benden kabul et adağımı, çünkü sen her şeyi işiten her şeyi bilensin demişti Hz. Meryem’in annesi Hane. Biz de hayatımızı sana adamak istiyoruz ya Rabbi bizi bizden kabul et, bizi bize bırakma, bizi sana bırak ya Rabbi.

Sana Zekeriyya’nın diliyle yalvarıyoruz. Rabbim demişti Zekeriyya sana dua edipte eli boş kaldığım hiç olmadı. Biz de ya Rabbi gerçekten dua edersek elimiz boş kalmaz biliyoruz. Ya Rabbi dua kalbin seninle konuşmasıdır, ne olur duamızı seninle konuşmaya tebdil et ya Rabbi. Ahvalimizi hayra tebdil et ya Rabbi, ellerimizi boş bırakma ya Rabbi.

Sana Mü’minlerin diliyle yalvarıyoruz ya Rabbi. Rabbimiz, bütün bu gökleri ve yeri anlamsız ve amaçsız yaratmadın, yücelikte eşsizsin, bizi ateşin azabından koru, bizi ateşin azabın dan koru, bizi ateşin azabından koru. Rabbimiz sen kimi ateşe mahkûm edersen kesinlikle rezil etmiş olursun ve onun için bir yardımcı da bulamaz. Rabbimiz bizi Rabbinize iman edin diye imana çağıran bir davetçiyi duyduk ve hemen iman ettik. Rabbimiz bizim günahlarımızı bağışla, bize merhamet et, kötülüklerimizi ört ve canımızı erdemlilerle birlikteyken al ya Rabbi. Rabbimiz Elçilerin aracılığıyla yaptığın vaadi bize bahşet ve kıyamet günü bizi mahcup etme, rezil etme, hazil etme, zelil etme. Senin huzurunda yüzümüzü kara çıkarma ya Rabbi, çünkü sen vaadinden asla caymazsın.

Sana Taif dönüşü kan revan içinde kalıp alemlere rahmet olduğu halde alemler içinde bir karış yer bulamayan Muhammed AS. ın diliyle yalvarıyoruz. İlahi Kuvvetimin tükendiğini sana arz ediyorum, gücümün azaldığını, insanların gözünde küçük düştüğümü sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, ey alemlerin Rabbi, sensin ezilmişlerin Rabbi, sensin benim Rabbim. Beni kimlerin eline bıraktın Allah’ım. Bana gaddarlık yapan yabancıların eline mi yoksa davamı ipotek edecek bir düşmana mı. Eğer sen bana gücenmezsen kesinlikle çektiğim hiçbir şeye aldırmıyorum. Lâkin iyiliğin beni rahatlatacaktır. Senin Nûruna sığındım karanlıkları aydınlatan Nûruna. Gelecek azabın bana ulaşacak öfkenden kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyorum. Sana sığındım ya Rabbi yeter ki razı ol, beni bir lahza benimle baş başa bırakma ya Rabbi. Bizi bir lahza bizimle baş başa bırakma ya Rabbi. Güç sendendir kuvvet sendendir. Allah’ım, Rabbim sensin senden başka kulluk edecek kapımız yoktur.

Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn. Amine amin ya muiyn Vel Hamdu Lillâhi Rabbil ‘alemiyn el Fatiha..!


ESMA DERSLERİ – 3 – er RAB (A)

$
0
0

A. Hulusi

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

“Rab” Ne Demektir?

Ef`al mertebesi dediğimiz mertebede tasarruf eden, ef`al mertebesini meydana getiren, mutlak varlıktır. Allah`tır!

Evet, “RAB” terbiye edici, mürebbi anlamındadır. Ancak, bir annenin çocuğunu, bir öğreticinin öğrenciyi terbiyesi gibi bir terbiye asla anlaşılmamalıdır; çünkü bu tür anlayış, tam bir bataklığa saplar insanı!.. Çünkü bu anlayış, neticede bir sen ve bir de seni terbiye eden, senden ayrı, yukarıda ikinci bir TANRI anlayışına sürükler seni!

“RAB” kelimesindeki terbiyeyi nasıl anlayacağız öyle ise?
            “RAB” Rububiyet mertebesi sahibi olan anlamındadır. Rububiyet ise ilahi isimler diye bildiğimiz Esma-ül Hüsna`nın, hükümlerini aşikâre çıkartma özelliğidir.

Meseleyi bu şekilde anladığımız zaman, görürüz ki, senin Rabbin, senin varlığında bulunan, varlığını meydana getiren ilahi isimlerden başka bir şey değildir!. Ancak bu ilahi isimler, sende “bir terkip hükmüyle ve boyutlarıyla” aşikare çıkar ki; bu çıkış da, senin birimsel manadaki varlığının kaynağı ve ta kendisidir.

Evet sen, terkibin hükmüyle; terkibini meydana getiren isimler ve bunların ağırlık oranları itibariyle, Rabbinin kulusun ve varlığının sıfatları ve zatı itibariyle de Allah’tan gayrı bir varlık değilsin.

Zatını ve sıfatlarını tanıdıktan sonra, senden zuhur eden tüm manaların da ilahi isimlerin neticesi oluştuğunu müşahede edebilirsen, işte o zaman, sana hakikati tanıma yolu açılır. Ve sen, kendini, benliğin itibariyle, tüm varlıkta çeşitli suretler ve manalar şeklinde tanırsın.

İnsanın “rabbını” bilmesi; “insan” ismiyle kastedilen varlığın, “İlahi isimlerin bir terkibi” olduğunu bilmesidir!

Her “insan“, ismi altında, mutlak olarak hükmünü yerine getiren Hak`tır!
Senin rabbın, sendeki manaların terkibiyet halidir!

Senin Rabbınla, Ahmed`in Rabbı hem ayrıdır, hem aynıdır!.. Terkibiyetleri yönüyle ayrıdır; terkiplerin mahiyeti yönüyle aynıdır!

Rabbını bilen, isimleri yönüyle, Allah`ı bilmiş olur. Yani, isimlerin manaları yönüyle Allah`ı bilmiş olur! Yani isimler mertebesinde, Allah`ı bilmiş olur! Halbuki, “Allah” ismi ise, zat, sıfat, esma ve ef`al mertebelerinin tümünü içine alan bir isimdir. Oysa burada “Rabbı” bildiğin zaman, esma mertebesi itibariyle bilmiş oluyorsun! İsimleri bilmek hasebiyle, Allah`ı bilmiş oluyorsun! Her ne kadar isimlerin manaları, o benliğe, o hüviyete ait ise de; o benliği ve hüviyeti, isimleri perdesi arkasından müşahede edebiliyorsun!
            Peki, isimler perdesi arkasından değil de, bizatihi sıfat mertebesiyle bilmek nasıl olur?

Terkibiyetin; terkibiyetinden doğan huy ve karakterin ve tabiatın; tabiat kaydı altında bulunman söz konusu olduğu sürece, sıfat mertebesindeki benliğini bilebilirsin fakat bu, bilgiden öteye geçmez!

İşte bu sebepledir ki, “rabbını bilen” “Allah`ı bilmiş” olmaz!

Rabbını bilmesi, bir kişinin cehennemden kurtulmasına yol açmaz! Rabbını bilmesinin ötesinde; kendi rabbının hükmü altından çıkabilmesi zarureti söz konusudur!..

Rabbının hükmü altından çıkabilmesi de, rabbını bilmesi, rabbının ötesinde Allah adıyla işaret edileni bilmesi; ve Allah`ın hükümleri gereğince, Rabbının kaydından kurtulması gerekir!

Rabbini Fark edip Allah`ı Bilmezse?

Bilgi yoluyla rabbını biliyor. Bilgi yoluyla rabbini bilmesi sebebiyle de tasavvuftaki, tarikattaki “küfür hali” dediğimiz hal meydana geliyor! Fakat Rabbini bilmesine rağmen, rabbinin hükmüyle hareket etmesi, onu cehennemden kurtarmıyor; bu küfür haliyle giderse cehennemi kalkmıyor!

Çünkü, rabbini biliyor, ilahi hükümleri kabullenmiyor! İlahi hükümleri yerine getirmediği için de, kendi geleceğini elleriyle hazırlamış oluyor ve bu halden dolayı da neticede cehennemde duraklıyor!

Ama o, Rabbini bilmenin ötesinde Allah`ı da kabul ederse; Allah`ı tasdik etmenin neticesi olarak da kendindeki hükümlere rağmen, ilahi hükümlerle hareket ederse ki; o ilahi hükümlerle hareket etmek suretiyle, kendini ancak rabbani kayıtlardan kurtaracaktır. İşte ancak bu takdirde, neticede cennete gidebilir! Aksi takdirde, mutlaka ve mutlaka cehenneme uğrayacaktır! Başka türlü meselenin çözülmesine imkân yoktur.

Bize zaruri ve elzem olan iki önemli husus var. Bu mevzuları düşünürken, her an bu iki hususu kesinlikle nazarımızdan uzak etmeyeceğiz. Bir an için dahi bu şuuru kaybetmeyeceğiz.

Birincisi; bu varlık bir bütündür, bir tümdür, bir mekanizma gibi işlemektedir. Her mahalde kendi konumuna göre hükmünü icra etmektedir.

Dışardan buraya müdahale eden bir ikinci varlık söz konusu değildir.

İkinci ana husus; bu âlemde, kâinatta hangi isimle isimlenirse isimlensin, isimlerin müsemması olan varlık ilahi isimlerin manalarının yoğunlaşmasından, manaların kuvveden fiile çıkmasından başka bir şey değildir. Bu kuvveden fiile çıkış dolayısıyla da hangi nesneye bakarsak bakalım, biz o baktığımız nesnede, ilahi isimler ve bu ilahi isimlerin manaları olması sebebiyle de Allah`ın “VECH“ini görmek durumundayız!

“Vechullah” demek, yani Allah`ın “vechi” demek, Allah`ın isimlerinin manaları demektir. “Yüz“den murad ilahi isimlerin manalarıdır. Yani, Allah`ta mevcut bulunan manaları müşahede etmek demektir; “Vechullahı” görmek demek!
            Esma-ül Hüsna`da bildirilen isimler veya bunun dışında, ismi o listede, o sıralamada sayılmamış olan isimler kuvveden fiile çıktığı anda, “vechullah” adıyla anılır.

Yani, Allah`ın yüzü! “Allah`ın yüzü” isim mertebesidir. İsimler mertebesidir. İlahi manalar, isimler mertebesidir ki şuur gözüyle görülür.

İdrak fiil değil, bir manadır! İdrak, denen şey, bir fiil değildir, bir manadır. İdrak denen şeyi, ne elle tutabilirsin ne gözle görebilirsin. Kısacası, idrakin, 5 duyu ile tespiti mümkün değildir. İdrak bir manadır. Manadır ki, manayı görür! Mana olan idrakin gördüğü de manadır!.. Yani, ilahi isimlerin manası!

Dolayısıyla senin her idrak ettiğin şey, eğer ona sonradan konmuş olan ismi kaldırırsan, ilahi isimlerin manalarından oluşan bir terkibi mana olup, onun ötesinde bir varlığı yoktur.
           Şimdi bu durumdan ortaya ne çıkıyor?.. Ortaya şu çıkıyor; Allah`ı görmek veya Hak`kı görmek denen şey, bir idraktan, bir ilimden başka bir şey değildir!..

İdrak dediğin şeyin aslı, ilimdir!.. Yani, manaların ne olduğunu bilme, yaşama, hissetme, kendinde bulma ilmi! Yoksa bir nesne, bir cisim değildir ki, bu manalar, gözle görülsün!…

Senin, gözle görüyorum dediğin şey bir hayalden başka bir şey değildir!..

Şimdi buradan ince bir noktaya daha kayıyoruz.

Gözle görüyorum dediğin şey, bir hayalden başka bir şey değildir!..

Hakiki görme, idraktır, ilimdir!..

Bunun basit bir misalini verelim. Televizyona bakıyoruz, ekranda çeşitli insanlar veya çeşitli nesneler görüyoruz. Ekranda gördüğümüz şeyler gerçek midir, değil midir?.. Ekranda gördüğümüz şeyler görünüşü itibariyle gerçektir, aslında öyle bir şey o anda ekranın üstünde var mı, yok; görüntü var ve o görüntü, bir başka görüntünün buraya ulaşmasıdır! Yerinde mevcut!..işin o tarafını bırakalım. Gördüğümüz üzerine gidelim.

Şimdi bizim görüyorum, hükmünü verdiğimiz, görüyoruz, dediğimiz şey, gözün aldığı ışıkları göz sinirleri dediğimiz sinirler vasıtasıyla beyne ulaştırmasıdır. Beyne görüntü ulaşmaz. Beyne bir elektrik mesajı bir bioelektrik impuls ulaşır. Beyin bu mesajı çözer ve manasını ya anlayabilir ki; gördüğünü anlayabilmesi için daha evvel kendisinde o konuda bir bilgi olması gerekir. Aksi takdirde manasını anlayamaz. Bir görüntü var der, fakat görüntünün manasını anlayamaz.

İşte beyinde oluşan ve neticede dolayısıyla Ruha da yansıyan manadır. Bilfiil görüntü değildir!.. Dolayısıyla, bir şey değildir!..

Temelde, 5 duyuya göre madde var kabul edilir ise de, aslında madde 5 duyuya yani kesitsel algılama araçlarının kapasitesine göre vardır. Dar bir değerlendirme skalasına göre, madde vardır!
             Eğer geniş açıdan bakarsak, geniş bir skala ile bakarsak, geniş bir değerlendirme mekanizmasıyla bakarsak, “madde” diye bir şey yoktur.
Sen, bugün, gözünün kesitsel kapasitesi dolayısıyla evleri, binaları, dağları v.s. görüyorsun. Eğer bundan çok daha hassas bir göze sahip olsaydın, o zaman uzaydaki yıldızları seyrettiğin, aralarındaki boşlukları gördüğün gibi; bu defa atomları görecektin, içindeki boşluklarını görecektin; ve senin hissiyatını da o gördüklerin etkileyecekti!.. Ve o gördüklerine göre hüküm verip, değerlendirme yapmak durumuna gidecektin!..

Öyleyse, alemlerde mevcut olan şeyler, hakikati ve aslı itibariyle sadece ve sadece manalardır!.. Çeşitli ilahi isimlerin manalarıdır!..

Bu manaların değişik terkipler almasının sonucunda oluşmuş olan dar skalalar, yani maddesel görüntüyü meydana getiren görüntü araçları, ancak ve ancak “İnsan” adıyla anılan varlığın, kendi aslını ve hakikatini anlamasına ve hakiki varlığın özelliklerini seyretmesine vesile olması amacıyla yaratılmış örnekleme nesnelerdir.

Yani, gördüğünü değerlendir ve gördüğüne nispetle daha neler olabileceğini düşün, tefekkür et ve buradan da kendini tanıma yoluna git denmektedir!..

Kendini, derken hakiki manada kendini demek istiyoruz!.. Evvela Rabbını tanı; kendin kabul ettiğin varlığının mahiyetini anla; ne olduğunu, nasıl meydana geldiğini, aslının ve hakikatinin ne olduğunu idrak et. Buradan da külli manada kendini bulma ve tanıma yoluna git!..

Ama mesele bu söylendiği kadar basit değil!.. Bunun için gerçekten kişinin kendini vermesi lazım! Gerçekten kendisi için en değerli şeyin, bu konu olması lazım! Sırf bu için var olması lazım! Niye? Çünkü bu varlık, tek bir mekanizma ve her dişli, kendi kanununa tabi!

Zanna ve hayale yer yok bu mekanizmada!..

Mekanizma dişlilerden, dişlilerden, dişlilerden oluşuyor!.. Arada bir tek hayali dişli yok!.. Hepsi birbirine bağlı, birbirinin başını ve sonunu meydana getiriyor!..

Mutlak olarak senden ne çıkarsa, o çıkanın bir sonraki neticesi gene dönüp sana gelecek.

Ancak Allah kendisi, kendisini görür!.. Ne anda, hangi anda sen “Allah`ı gördüm“, “Allah`ı duydum” dersin, o senin kendi hayalinde sana açılan Rabbındır!..
            “Allah”tan, “Nefs”inden

“Hayr Allah`tan, şer nefsindendir” ayetinde anlatıldığı üzere, ismin manasını oluşturması sebebiyle o fiil hayırdır, Allah`a aittir; fakat terkibiyet hükmünden çıkması dolayısıyla nefse bağlıdır!.. O fiilin çıktığı faile bağlıdır!.. O fiilin çıktığı faile bağlı olması hasebiyle de, o failde terkibiyet hükmü dolayısı ile var olduğu için; yani o faile, yani onun nefsine aittir! Allah`a ait değildir!..

• Nefis, tümüyle Rabbın zuhuru!

Daha evvel anlattık! Dedik ki: “Nefis” dediğimiz, “nefs” kelimesiyle kastedilen şey, sende mevcut olan “Rububiyet” hükmü olan “esma terkibin“dir!

Yani, terkibin mahiyetinin ve hakikatinin Hak olması; ve birimsel manada da bu Hak`tan terkib oluşu dolayısıyla; “nefs” adıyla kastedilmesidir dedik. Yani, “nefs“ten murad Rab`tır. Nefsine tabi olan Rabbına tabi olmuş olur!.. Ki bu da onun tabii zikri olur. Demek ki bir fiil gördüğümüzde, bu fiil, terkibiyet hükmünden çıkıyorsa ki; genellikle böyledir, dolayısıyla o fiil nefisten gelmektedir!.,

Rab ve Rububiyet Hükümleri Üzerine..

Rabbım, beni terbiye eden, yönlendiren, belli bir olgunluğa, kemale sürükleyendir. Rabbımdan çıkan kemaldir!.. Ancak, Rabbımdan çıkan mutlak kemal, Rabbimin kemalidir!..

Benim Rabbımın kemali ile senin Rabbının kemali birbirlerinden farklıdır ve icabında birbirine ters görünür!.. Fakat

RabbıMın kemali, RabbıNın kemali hep gene Allah`ın kemalidir.

Şimdi, “Rabbım” kelimesiyle kastetdiğim şey, “benim varlığını meydana getiren, ilahi isimlerin manalarının herhangi bir terkibidir“.

Ben” diyen bir kişi, bu “ben” kelimesiyle “kendi isimler terkibini” söyler. Bu terkibi, mahiyet itibariyle ilahi isimlerin manalarından başka bir şey değildir. Bu ilahi isimler de Allah`a ait olması hasebiyle senin varlığın Allah`a aittir!..

Ancak burada isimlerin manaları, bir mahalde değişik bir terkiple, bir diğer mahalde de daha değişik bir terkiple meydana gelmiştir.

Bu yüzden dolayıdır ki “A” kişisi Allah`tandır, “B” kişisinin de Rabbı Allah`tır!.. A kişisi de “kesinlikle Rabbım kemal üzeredir” der!.. B kişisi de “muhakkak ki Rabbım kemal üzeredir” der!..

Fakat ikisinden çıkan davranışlar, birbirine zıttır!.. Bu zıddiyeti meydana getiren şey, birindeki ilahi manaların değişik bir terkiple meydana çıkması, ötekinde ise daha değişik bir terkiple meydana çıkmasıdır.

Peki herkes, her varlık böylece Rab’ının hükmünü yerine getiriyorsa, her varlık cehenneme mi gidecektir?. Veya Rabbın hükmünü yerine getirmek, niçin cehennemi meydana getirir?.. Her varlık cehenneme gidecek mi; ikincisi, cehenneme niçin gidecek? Üçüncü bir şık, daha önemli bir soru, insan niçin cehenneme gidecek?..

• Her varlık, Rabbının hükmünü yerine getirdiği halde cehenneme gitmeyecek!..

Bunlardan sadece insan, cehenneme gidecek!.. Her varlık cehenneme gitmeyecek, çünkü her varlık rabbinin hükmünü yerine getirme durumundadır; ancak bunun ötesinde, Allah`ı bilme özelliği onlarda yoktur!.. Yani, ilahi isimlerin manalarının o mahaldeki oluşumu anında, Allah`ı bilme özelliği dediğimiz özellik, o mana terkiplerinin oluşumunda mevcut değildir!.. Bu mevcut olmayışı sebebiyle de, o Rabbinin hükmünü yerine getirir ve böylece de kemalini ortaya koymuş olur, geçer gider!..

İnsan ise cehenneme uğrar!.. Cehenneme uğramasının, cehennemde olmasının veya cehennemde sürekli kalacak olmasının sebebi nedir? Çünkü insan, her varlık gibi, Rabbinin hükmüne uymak üzere meydana gelmiştir. Ancak, bu meydana gelişinde, diğer varlıklardan farklı olarak, kendisinde Allah`ı bilebilme özelliği de mevcuttur!.. Terkibi itibariyle!..

“Her insan öldüğü zaman hakikatı görür“den murad, kendindeki ilahi varlığı müşahede eder demektir!.. Kendindeki ilahi varlığı müşahede etmesine rağmen, dünyadaki yaşantısında, o ilahi varlığa ulaşamamış olduğu için; kendi Rabbı hükmü altında, kayıtlı kaldığı için, manevi cehennem meydana gelir.

Cehennem zindandır!.. Sicciyndir. Manevi cehennem, kişinin kendini meydana getiren ilahi isimlerin terkibi olarak kalması ve bu terkibin özünde bulunan kendini bilebilme hasletini ortaya koyamamasındandır!.. Azabı, yanmasının sebebi de kendisinde mevcut olan bu haslettir. Terkibinin oluşturduğu huy tabiat ve şartlanmalardan kendini, Allah`ın ahlakıyla ahlaklanmak suretiyle kurtaramaması, neticede cehenneme gidişine yol açar!..

Kişi terkibiyetinin hükmünden çıkarsa, manevi manada cehennem diye bir şey kalmaz.

Dünyada iken cennete girmişlerden olur. Terkibiyetinin hükmünden çıkması lazım!.. Çünkü terkibiyeti onun Rabbıdır! Terkibiyetinden doğan huylarla, karakterle, tabiatla varolduğu sürece, Rabbın hükmündedir! Rabbına tabidir!.. Benim huyum bu, benim yapım bu, gibi görüşlerin ifadesi benim rabbim böyle emrediyor demektir.

Bu konuya tasavvufta şöyle değinirler.

Nefsin hakikatı Rububiyettir!.. Nefis, rububiyet mayasından meydana gelmiştir. Nefsin rububiyet hakikatından meydana gelmiş olması demek, ilahi isimlerin manasının oluşturduğu terkiple senin “nefsim” dediğin şeyin aynı olması demektir.

Esasen ben nefsimin istediklerini yapıyorum, demen senin, “benim terkibimin gereği olan fiilleri ortaya çıkartıyorum“, demektir. Ben nefsimin istediklerine karşı çıkamıyorum, reddedemiyorum, mücadele edemiyorum demek, “ben terkibimin gerektirdiği gibi yaşıyorum” demektir ki, bunun tabii sonucu cehennemdir!

Terkibinin kaydı altında olduğun için üzüleceksin, sıkılacaksın, karşılaştığın olaylar sana azab verecek! Başka türlü değişmesine imkan yok!..

Dışardaki, ikinci bir varlığın da seni affetmesi, bağışlaması diye bir şey söz konusu değil!.. Çünkü suç böyle bir varlığa karşı işlenen bir suç değil!..

Suç, senin kendi nefsine zulmetmen!.. Kendi nefsine zulmetmen de nefsinin hakikati olan rububiyet kemalini, uluhiyet kemaline tebdil etmemen!..

Nefse zulmetmenin manası, nefsinin hakikatı olan Rububiyet kemalini, Uluhiyet kemaline genişletmemendir.

Bu noktaya işaret eden Hz. Rasulullah, bunun için:

Allah ahlakıyla ahlaklanın” demiştir.

Allah`ın ahlakıyla ahlaklanmaktan mana; rububiyetin meydana getirdiği sendeki rububiyet sırlarından, rububiyet kemalinden oluşan, “nefis” adını verdiğin nesnede, ilahi hükümlerin manasını aşikare çıkartman demektir!.. Değişik ilahi isimlerin manasını aşikare çıkarmak, “Allah`ın ahlakıyla ahlaklanmak” demektir.

Kişi, Allah`a vasıl olamaz, nefsine taptığı sürece!.. Kişi, Allah`a vasıl olamaz, Rabbının kulu olduğu sürece!.. Falanca Rabbanidir derler!.. Falanca Rabbani değil, her kişi zaten Rabbanidir!.. Her varlık, her zerre Rabbanidir!..

Ancak Rabbani olmaktan çıkıp da ilahi olabilirsen, işte o zaman, Allah`a vasıl olmuşlardan olabilirsin!.. işte o yüzden de Allah`a vasıl olan bu kişiler, “ehlullah” diye isimlendirilir. Yani Allah ehli!..

Genelde, zaten herkes Rabbanidir! Rab, ehlidir!.. Yani, terkibiyetinin gerektirdiği, verdiği manayı ortaya koymaktadır!.. Rabbım, Allah`tır diyebildiğin anda, Allah`a vasıl olmuşundur. Aksi takdirde rabbın, ilahi isimlerin meydana getirdiği terkibindir.

Rabbım Allah`tır, diyebilmek için kendi terkibin olan isimlerin kaydından çıkıp, Allah`ın ahlakıyla ahlaklanman, gerekir. Ondan sonra senden çıkacak manalar senin Rabbının Allah olduğuna işaret eder!.. Aksi takdirde, Rabbım Allah`tır demen senin Allah`a vasıl olmanı sağlamaz!.. Ve sen, “Allah ahlakıyla ahlaklanmadığın” sürece, ne kadar kendini vahdette, vahidiyette, hakikatta bilirsen bil, bu sadece aldanıştır!..

Gerçekte sen, zannında ilahınlasındır; zannındaki TANRI da Allah değil, senin rabbının meydana getirdiği şeydir!.. İlahi ve Rabbani arasındaki fark budur.

Yalnız ilahi deyince, orada sanmayalım ki isimlerin manaları yok! Orada da isimlerin manaları var, yani ilahide; ilahi dediğimizde gene isimlerin manaları ile zahir olur. Zahir olur ama bu zahir oluş, isimlerin manalarının oluşturduğu terkibin zaruri olarak ortaya çıkarttığı oluş değil, oradaki akl-ı küllün, ilahi manalardan dilediğine bürünmesi suretiyle, dilediği mana ile aşikâre çıkması hükmündedir. Bu iki olay birbirinden çok çok farklı olan bir olaydır!

Rabbani, olan, kendi varlığını meydana getiren isimlerin manalarının oluşturduğu bir terkip hükmü ile ve bu terkibin tabii olarak kendisinden ortaya koyduğu davranışlarla zahir olmasıdır!..

İlahi, dediğimiz ise, kendi varlığını meydana getiren, kendi varlığının hakikati olan isimlerin manalarından, dilediği manaya dilediği şekilde bürünüp, o mana ile aşikar olandır!..

“Bürünme”, hükmü olmadığı takdirde, o Rabbani bir yaşamdır!

Bu rabbani yaşam içinde, eğer, genel ilahi emirlere ve yasaklara uyma halinde ise kişi bunun, neticesi cennettir!.. Cennet ehli olur, ancak, bu terkibiyet hükmünden kendini kurtarır, Allah`ın ahlakıyla ahlaklanırsa bütün ilahi isimlerin manasını kendisinde bulur, bunların hükmü kaydı, değil; bunlara bürünme suretiyle yaşarsa, işte o zaman Allah`a vasıl olur ve bu vasıl oluşunun sonunda da ilahi olur. Suret olarak da adı “abd“dır. Abdullahdır!. Allah`ın kuludur! Diğerleri ise Abd-ür Rahim`dir. Abd-ül Kerim`dir, Abd-ül vahhab`dır, Abd-üs samed`dir. Sadece, ilahi olan “Abdullah“tır!..

Şimdi ikinci ve ince bir husus daha var.

İlahi oldun, Allah`ın ahlakıyla ahlaklandın. “Ben Rabbımın hükümlerinden çıktım, yani Rabbani kayıtlardan çıktım. Allah`ın genişliğinde yayıldım. Bütün isimler müşahede edildi. Tespit edildi. Bunun neticesinde artık dilediğim anda dilediğim fiili ortaya koyarım. Diler o fiili yaparım, diler bu fiili yaparım.“

Böyle bir şey söz konusu mudur, değil midir?..

İlahi isimleri tümüyle kendinde bulduktan sonra, senden artık belli fiilleri yapma yolunda belli istek ve arzular sadır olmaz!.. Eskiden, senden o istek ve arzuların sadır olmasının sebebi, sende bu manaların terkip hükmüyle mevcut olması ve ağırlıklı olan isimlerin neticesinde de belli fiillerin tabii olarak oluşması idi!.. Bütün bu isimlerin manaları dengeli olarak sende bulununca, bu dengenin tabii sonucu olarak beşeri istek ve arzular dediğimiz, istek ve arzular senden meydana gelmez!.. Çünkü beşeri istek ve arzuların temelinde, terkibinin özellikleri yatar! Terkibinin özellikleri de ilahi isimlerin bir kısmının ağırlıklı olarak sendeki mevcudiyetidir. Ama sen belli bir faaliyetle, belli bir çalışma ile belli bir irfanla, bu terkibiyetinin hükmünden çıkıp, bu ilahi isimler sende dengeli olarak zahir olmaya başlayınca, bu tür istek ve arzular senden meydana gelmez!..

Bu defa sen, ilahi hükümler dediğimiz hükümlerin meydana gelmesi istikametinde davranışlar ortaya koyarsın! Fiiliyatta!.. Yani karşındakinin ebedi saadete kavuşması yolunda fiilleri ortaya koyarsan.

Karşındakinin ilahi saadete kavuşmasından mana neydi?..

Onun, kendi kayıtlarından çıkıp, Allah`a vasıl olması idi! işte onun, kendi terkibiyet hükümlerinden, kendi kayıtlarından çıkmasını kolaylaştırıcı davranışlar ortaya koyarsın sen, onun için!.. işte bu davranışları ortaya koymanda Kur`an `da,

“HAKKI TAVSİYE ETMEK” Anlamına gelen ayet ile tarif olmuştur. Hakkı tavsiye etmekten mana; senin karşındakine, bütün isimlerin hakkını dengeli olarak zahire çıkarmasını tavsiye etmektir!.. Yani, senin tavsiye edeceğin fiiller, neticede onu bu dengeli ortaya koyma haline sürükleyecektir. Bir başka manaya işaretle de “bilhak” diyor. Bu “bil hak” sözünün, başka bir anlamı da şudur. “Hak olarak” tavsiyede bulunurlar demektir.
Hakkı tavsiye edenlerden öte, bir de “ve tava sav bilhak” diyor. “Bil hakk” demek, “Hak olarak” tavsiyede bulunurlar demektir. Hak olarak tavsiyede bulunmak, esma mertebesinden tavsiyede bulunmak demektir. Esma mertebesinden tavsiyede bulunmanın manası, ona kendi Rabbını idrak ettirip bu idkakının neticesi olan fiilleri ortaya koymasını söylemek demektir!..

Ve nübüvvetin özünde yatan sırlardan bir tanesi de budur!.. Hak olarak, tavsiye etmek!.. Senin üzerine, Hakk`ı tavsiye etmekten başka bir vazife yoktur, hükmü; din nasihattır, tavsiyedir hükmü bu noktalardan gelir!.. Demek ki ilahi olduktan sonraki durum, Rabbani olduğun anlamda anladığın gibi değil!

Evet madem ki bütün isimlerle ahlaklandın, bütün isimler sende; yeryüzündeki bütün fiiller de dolayısıyla senin fiilin; öyleyse dilediğin fiili ortaya koy!.. iş öyle değil!.. Yeryüzündeki bütün fiillerin, Allah’ın fiili olması, o fiillerin meydana getiricisi olan isimlerin, Allah`a ait olması hasebiyledir!

Ama o fiiller Allah`a ait değildir!.. O fiiller, failin rabbına aittir!..

Burası çok ince bir noktadır, burayı çok iyi anlamak lazım. O terk dediğimiz fiilin sahibi hem Allah`tır, hem değildir!
Allah`tır; çünkü o fiili meydana getiren isimler Allah`a aittir. Fakat, o fiilin faili Allah değildir!.. O manaların, o mahalde, öyle bir terkip hükmüyle varolması neticesinde o fiil meydana geliyor; eğer o terkibiyet hükmü olmasa, o terkib şekli olmasa, o fiil meydana gelmeyecek! Dolayısıyla bu açıdan bakarsan, o fiil senin nefsindendi veya onun nefsindendir!..

“Rububiyet“e Gelince.

Peki Rububiyet mertebesi neresidir?.. Nerede, Rab hükmünü icra eder?..

Şehadet alemi dendiği zaman, bazılarının anladığı gibi, biz sadece madde alemini anlamayız!.. Melekut alemi denen melekler alemi de gene bu ef`al alemi içine girer. Yani Esma alemi dışında kalan alem, ef`al alemidir!..

Bu şehadet alemine, ruhlar alemi denilen alem, melekler alemi denilen alem, cinler alemi denilen alem girer; hepsi de ef`al alemi hükmündedir!..

Ef`al alemi içinde mevcut bulunan varlıkların hepsinin, Rabbı Allah`tır!..

Kısacası alemlerin Rabbi Allah ismiyle işaret edilendir! Allah, Rabbül alemindir!.. Bütün alemleri meydana getiren, yöneten, bütün aleme tasarruf eden, bütün bu varlıkların varlığını meydana getiren “Rab”dır. Rububiyet mertebesidir!..

Buradaki “Rab“lık kavramı. “Rab“lıkla kasıt nedir? “Rab“lığı meydana getiren, “Rab“lık mefhumunu meydana getiren şey, esma mertebesidir; yani Rububiyet mertebesi dediğimiz mertebe, Esma mertebesidir. İlahi isimler diye bilinen, Esma-ül Hüsna diye bilinen isimlerin müsemması, Rububiyet mertebesidir.

Bütün âlemler, ilahi isimlerin manalarının aşikare çıkışından başka bir şey değildir; ve âlemlerde, ilahi isimlerin manalarından başka bir şey yoktur.

Ancak bu aşikare çıkış, bütün isimlerin manalarının bir terkip hükmüyle aşikare çıkışıdır.

Fiiller mertebesinde, manalar mertebesinin aşikare çıkışı, terkibiyet hükmüyledir. Burayı iyi anlamak lazım.

İsimler mertebesi dediğimiz mertebede, bütün isimler tüm haldedir. Bir bütün halindedir!.. Yani, isimler arasında bir tefrik yoktur. Esma mertebesinde, tarif sadedinde, varlık “tek“dir denir. Bütün manalar kendinde mündemiç olan tek bir varlık!.. Bu tek bir varlıkta, bütün manalar, tek bir mana halinde mevcuttur.

Bu manalar aşikare çıktığı zaman, çıkış şekline göre terkipler hükmüyle ortaya çıkar! İşte bu terkipler hükmüyle aşikare çıkışı da çokluk kavramını meydana getirir!.. Çokluğu meydana getirir ama, kesretin aslı vahdettir!.. Yani, çokluğu meydana getiren isimler ayrı ayrı isimler olmasına rağmen, aynı varlığın isimleri olması hasebiyle aynı, tek bir varlıktır.

Şimdi burada bir misal verelim. Mesela bir kişiyi ele alalım; bu kişide çeşitli vasıflar var, diyoruz. Cömertlik, zeka, korkaklık, asabiyet v.s. Bu ayrı isimlerle kastetdiğimiz vasıflar hep aynı kişiye ait manalar değil mi?.. Bu manaların çokluğu o kişinin çokluğuna mı delalet eder?.. Hayır, bilakis tekliğine delalet eder; aynı kişinin değişik yönleridir! Kendinde mevcut bulunan değişik manalarıdır!

Bunun gibi, isimler, değişik isimler olmasına rağmen, tek bir mana ve tek bir varlıktır! İşte esma mertebesi dediğimiz mertebede, bu isimlerin manaları tek bir mana olarak mevcuttur! Ef`al mertebesi dediğimiz mertebede; -ki bu mertebeye dediğimiz gibi melek, cin, insan ve diğer bütün mahlukat girer-, varlıklar bu isimlerin, yani bu manaların değişik ölçülerle bir araya gelişiyle ortaya çıkar.

Mesela insan dediğimiz varlıkta, bu 99 ismin manasını çeşitli zamanlarda çeşitli ölçülerde görebiliriz. Bir hayvan dediğimizde 99 ismin manasını değil de 70 ismin manasını veya bir maden dediğimizde 30 ismin manasını görebiliriz.

Fakat her insanın, bir diğerinden farklı olması, her birinin terkibinin, değişik isimlerin, değişik ağırlıklarla ortaya çıkmasından dolayıdır. İşte bu isimler, bu manalar o kişinin Rabbıdır ve bu manaların Allah`a ait olması hasebiyle de o kişinin Rabbı Allah`tır!..

Kişinin Rabbı, o kişinin kişiliğini meydana getiren ilahi isimler terkibidir!.. Bu ilahi isimlerin manalarının Allah`a ait olması hasebiyle de kişinin Rabbı Allah`tır!..

Yani, “Rab” ayrı, “Allah” ayrı gibi, iki ayrı şeyden kesinlikle söz etmiyoruz; böyle bir şeyi kesinlikle anlamayalım!..

Allah`ın isimlerinin manalarının müşahede edildiği mertebe rububiyet mertebesidir ve bu manaların neticelerinin ef`al aleminde ortaya çıkışını sağlamakta olan da Rabdır!..

Bu arada bu konu ile ilgili olarak Hak ve Halk, Rab ve Abd gibi tabirler üzerinde de duralım bilvesile. Yeniden. bir başka yönüyle.

“Hak” nedir?.. İlahi isimlerin bütünü olan mertebenin adıdır! Yani bütün isimlerin kül halinde bulunması hasebiyle, yani esma mertebesi itibariyle Allah`a “Hak” ismiyle de hitap edilir. Zaten bizim genel olarak din hakkındaki bütün konuşmalarımız ya ef`al mertebesindendir, Rabbani bir konuşmadır; veyahut esma mertebesinden olur, “Hak“kani bir konuşma olur!.. Bunun ötesindeki konuşmalarımız zaten çok çok enderdir!

Esma mertebesinden olan konuşma nasıl olur, ilahi isimlerin manaları hakkında olan konuşmalar, “Hak“a ait Hakkani konuşmalardır!.. İlahi isimlerin manaları konuşulduğu zaman Hak`tan söz edilmiş olur.

“HALK“, bir manada halkolmuş, yaratılmış, eskiden yokken, sonradan varedilmiş manasınadır. Yani, netice olarak, ilahi isimlerin terkibiyet hükmüyle aşikâre çıktığı andaki halin adı “Halk” olur.

“Abd“, “varoluşunun gereği olan kulluğu yerine getiren” demektir. Genel manada “kul“, “köle” anlamınadır. Bu kul, köleden kasıt da; bağlı olduğu yere karşı, bağlı olduğu yerin istek ve arzularını yerine getiren demektir. Dolayısıyla “Rab” varsa, bu Rabbın rububiyetinin gereği olarak, muhakkak “Abd“da olacaktır!.. “Abd” varsa muhakkak ki bunun bir “Rab“bı vardır.

Şimdi bu açıdan sorarsak, O`nun ahlakıyla ahlaklanmak ne demektir; zira, O`ndan gayrı yoksa, O`nun ahlakı dışında da bir şey söz konusu değildir…Sendeki, RABBİNİN ahlakıdır!. Oysa, senden istenen Allah`ın Ahlakıyla ahlaklanmandır!..

• Geldik şimdi “RABBININ AHLAKI” ile “ALLAH`IN AHLAKI” ifadelerinin anlatmak istediği mana farkına..

Şimdi önce Allah hakkında, sonra da geniş şekilde rab ve Rububiyet konuları üzerinde duralım…İnsanın Rabbını tanıması, bilmesi arasında ne tür ilişki olduğu hususlarını inceleyelim.

Şimdi burada Hazret tarafından anlatılmak istenen mana şu: Senin, terkibiyet hükmünden doğan belli bir tabiatın ve duygular âlemin var. Bu senin beşeriyetin!.. Beşeriyet yanın!…

Varlık, bu bürünmüş olduğu tabiat hükümleri, duygular içinde olduğu sürece, ister istemez terkiplik oluşumunun sonucu olarak yaşamına devam eder…Bu arada tefekkür edebilir, tahayyül edebilir, seyredebilir, ancak bütün bunlarda kendi terkibiyet halini aşamaz!..

Kendi varlığının hakikatini bilir… Kendi varlığının, hakkın isimleriyle meydana geldiğini bilir…Bu bilişiyle, “men arefe” sırrı denen, “nefsinin hakikatini bilen rabbının hakikatini bilir” hükmü ile, Rabbının ilahi isimler olduğunu bilir!…Bu ilahi isimlerin hükmünün kendisinde yürüdüğünü görür…Kendisinin, bu ilahi isimlerin varlığından başka bir şey olmadığını müşahede eder!..

Fakat bütün müşahedesine rağmen, yine de tabiat ve duygular kendisinde hakimdir!.. Olaylar kendisine yön çizer, kendisi olaylara yön çizemez!…Çünkü onda hakim olan terkibiyettir!..Tabi olması hasebiyle de olaylar onun yönünü çizer.

Burada olaylara tabi olan, yarın cehennemde, tabii olarak meydana gelen olaylarla azaptadır! Burada olaylara yön çizebilen, yarın cennettedir!.. Cehennemden kurtulur, orada olaylara tabi olmaktan çıkar, çıkması hasebiyle de Allah onda her an yeni bir yaratıştadır, dolayısıyla da hali cennettir!..

Aksi halde bu kişinin, kendi nefsinin hakikatini bilmesi, kendini bilmesi demek değildir!..

Nefsinin hakikatını bilmesi rabbını bilmesidir!..

Kendi aslı ve zatı olan Allah`ı bilebilmesi için, mutlaka ve mutlaka kendi terkibiyet oluşumundan çıkması şarttır; bu da fiil aleminde olaylara yön verir duruma girmesi, tabiatının ve duygularının istediği şeyleri terk etmesiyle mümkündür!..

Tabiatının ve duygularının istediği şeylere tabi olması demek, terkibiyetinden doğan davranışların kendisinden çıkması demektir!.. Bu şartlar altında da onun bildiği, ancak terkibinin hakikatı, yani Rabbıdır. Ve bu da onun cehennemini meydana getirir!..

Olaylara tabi olmak ne demek?.. Senin belli bir terkibin var?.. Bu tabii terkibin dediğimiz şeyi beyindeki çeşitli manalara dönük açılımlar ve şartlanmalar ile alışkanlıklar dediğimiz şeyler meydana getiriyor!.. Bu şartlanmalar ve alışkanlıklarla, belli olaylarla karşılaştığın anda, o olaylara sen tabiatın istikametinde olmak kaydıyla, alışkanlığın neticesi belli bir davranış ortaya koyuyor musun, koyuyorsun!..

İşte bu ortaya koyduğun davranış, olayların sana hükmetmesi denen şeydir!.. Peki olayların bana hükmetmesi değil de; benim olaylara hükmetmem söz konusu olursa, benim ne türlü davranmam gerekir!.. Senin o türlü davranman gerekir ki, o davranış senin tabiatının veya alışkanlığının veya şartlanmanın sonucu olmayıp; ilahi düzeni veya geçerli mekanizmayı müşahede ederek, o anda senin birimselliğin açısından en uygun olan davranışı ortaya koymaktır. Senden, bir davranış çıkacak, bu davranış, mekanizmanın çalışması işlevine göre, senin yönünden, senin saadetini gerektirecek biçimde olacak!.. Alışkanlığın yönünden şartlanman yönünden değil! Böyle olmadığı takdirde , yapının gerektirdiği davranış olur ki, böylece sen olayların akışında olaylara tabi olmuş olursun!..

Dinin manası senin ebedi saadetini meydana getirecek ilahi hükümler, değil miydi?. Senin saadetin derken, senin saadetinden murad nedir?…Zatını ve sıfatını, belli terkib kayıtlarının ötesinde kendini tanıman değil miydi? Bu terkib kaydından kurtulman için de senin, terkibinin gerektirdiği davranışları terk edip, ilahi isimlerin genişliği içinde, belli davranışları ortaya koyman icap etmiyor mu?.. İşte bu davranışı, ortaya koyabilirsen, terkib zorlanmasını kırmış, terkib sınırlarını aşmış, ilahi isimlerin genişliğinde bir davranışı ortaya koymuş olursun!…

Bu ortaya koyduğun davranış, olayların sana hükmetmesi değil; olaylara karşı senin ikinci bir yön vermen şeklinde değerlendirilir!..

Senin karşılaştığın bir olay var.. Bu olay, bireysel manada herhangi bir maddi menfaatini veya dünyalık bir menfaatini sağlayacak veyahut ta seni toplumsal şartlanmaya uygun bir davranışa itekliyor…

Mesela bir arkadaşını, her görüşte “selam” diyerek selamlaşıyorsun…Bu senin normal şartlanmanın gereği olarak, yaptığın bir davranış!.. Şimdi yapılacak şey şu; gene selam vereceksin!.. Ama “Esselamu aleyküm” diyeceksin!..

Esselamu aleyküm derken “selam” isminin manasını, evvela senin idrak etmiş olman lazım!.. ”Selam” ismi, selamete çıkma manasındadır!..

“Sen“den, selamete çıkma!..Terkib kayıtlarından selamete çıkma!..

Selam isminin manası, ilahi isimlerde yüzme, gezme, o manalar içinde seyretmek halidir!.. Ancak bu da Allah`ı bilmekle mümkün olur.. Yani, sen ona “selam olsun sana” dediğin zaman, terkib kayıtlarından azade olma, kurtulma, selamete erme manasında olarak bilinçli şekilde , böyle bir temenni ile selam vermelisin!..

Bunu yaptığın zaman, bunda bir şartlanma, bir alışkanlık bir tabiat terkibi söz konusu olmayıp; şuurlu olarak ortaya koyduğun bir fiil ve karşındakine şuurlu olarak bir yönelme söz konusudur!..

Böyle davranabildiğin zaman, olaya “sen” hükmetmiş olursun!.. Şuurlu olarak!.. Kendin yön vermen kaydıyla.. Ama bu böyle olmayıp da ilk anlatılan biçimde olursa, o terkibinin gerektirdiği, şartlanmanın ortaya koyduğu bir alışkanlığın dile gelişidir..

Varlığının bu esma terkibinden başka bir şey olmadığını idrak ettiğin anda, Rabbı müşahede ediyorsun!.. Bu Rabdır! (Ahmed Hulusi)


ESMA DERSLERİ – 3 – er RAB (B)

$
0
0

318

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

ALLAH’IN RUBUBİYYETİ VE KUR’AN DA “RAB” KAVRAMININ İZAHI.

Allah’ı gereği gibi tanıyan ve kabullenen varlık, iradesini O’na teslim ederse Müslüman olur. Müslüman olmak; Mutlak Rab olarak Allah’ı kabullenmek demektir. Daha sonra insan; tutkularının, şeytanın, kötü ailenin, şirk eğitiminin, fesatçı çevre ve medyanın, uluslararası emperyalist odakların etki alanına girmek/girdirilmek suretiyle fıtratını bozar. Emretme konusunda yalnızca Allah’ı kabul edeceğine dair Allah’a vermiş olduğu sözden caymak suretiyle hem Rabbini değiştirir, hem de birçok rab türetir. Kur’an, Allah’ın rububiyyetine karşı rablık iddiasındaki varlık ve kurumları şu şekilde tanıtır.

A. VARLIĞIN KENDİSİ OLARAK:

1. İNSANIN RABLIK İDDİASI: Kur’an-ı Kerim’in bu konuda örneklemesini sunduğu en tipik kişi Firavundur. Hz. Musa’nın vermiş olduğu tevhit mücadelesinde küfrün sembolü olan bu zatın adı bile azgınlaşmayı (kulluk sınırında kalmamayı) sembolize eder. Firavun, gerek rablık iddiasında gerekse ilahlık iddiasında mutlak anlamda bir tanrılık iddia etmiyordu. Çünkü onun da tanrıları ve kutsalı vardı:

“Firavun kavminin önde gelenleri dediler ki: ‘Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır’da) bozgunculuk çıkarmaları, seni ve ilahlarını terk etmeleri için mi (serbest) bırakacaksın?’ (Firavun) dedi ki: Erkek çocuklarını öldüreceğiz ve kadınlarını sağ bırakacağız. Hiç şüphesiz biz, onlara karşı kâhir bir üstünlüğe sahibiz.” (A’raf/127)

Ayet-i kerime, Firavunun da bir ilahının olduğunu haber veriyor. Bu konuya şu şekilde bir açıklık getirmek de mümkündür. “Mısır dininin belirli vasıflarından biri de hükümdara, yani Firavuna verilen önemdir.” Firavun; tanrıların, özellikle şahin-tanrı Horos’un himayesi altındadır. Tanrının oğludur. Yaşadığı sürece tanrı Horos’la eş tutularak kendisine tanrı sıfatıyla tapınılması gerekirdi. Nitekim ölümünden sonra da tanrı Oziris’le bir tutularak yine kendisine tapınılması gerekiyordu.

Mısır’da Firavun, halkın hayatını tecessüd ettiren ve ondan sorumlu olan “Kutsal kral” veya “İlahi kral” kategorisine girer. Muhtemelen Firavunun durumu, Sümerlerde kralın durumu gibi idi. Yeryüzünde, tanrı Anu’nun temsilcisi olan hükümdar; “tanrıların kralı”, tanrılık nezdinde insanların temsilcisidir. Bundan dolayı tanrıyı ancak kral çağırabilir. Bu şekil bir açıklama tarzı her hâlükârda Firavunun da bir üst varlığa iman ettiğini gösteriyor. Esasında onun rablık iddiası, yoktan bir şey yaratma anlamını içermiyor. Daha çok; hâkimiyeti şahsında topladığını ifade eden siyasal motifler egemen söyleminde. İnsanların tüm tercihlerini yönlendirmede kendi buyruklarını referans olarak sunuyor topluma.

İşte burada insan, insaniyet vasfından çıktığını açık veya kapalı olarak ortaya koyuyor ki; Kur’an dilinde bu, rablık iddiasıdır. Sıfat olarak tağutlaşma veya Firavunlaşma da denir. Konuyu özetlersek, Firavunun rablık iddiası dini anlamda değil siyasi anlamdadır. Demek istiyor ki: “İktidarın tek sahibi benim ve bu beldede benim üstümde iktidar sahibi olmadığı gibi, kimseye de iktidar hakkında bir söz hakkı verilmemiştir.” (Prof Suad Yıldırım- Kur’an da ulûhiyet/362)

Bir kral veya Monark’ın buyruklarını genel geçer kabul edip hayatı onların buyruklarına göre düzenlemek bir tapınma, ilah değiştirmedir. Kur’an’ın evrensel mesajı şu noktada düğümlenmektedir: Rab olan Allah evreni yaratıp istirahata çekilmemiştir. “Rab” kelimesinin anlamından da anlaşılacağı üzere Allah, hayatımızın ölüme kadarki uzunluk, ayrıntılara kadarki genişlik ve her işimizde O’nun rızasını gözetmek zorunda olduğumuz derinlik boyutunda tek varlıktır.

2. Kurumları ve felsefi mektepleri rablaştırmak: Bu başlığın ifade etmek istediği mana; vahiyle bağlantısı olmayan veya vahye karşı din iddiasında olan görüşleri hayatın tek yönlendiricisi olarak kabul etmenin tevhidi tehlikesini haber vermektir.

Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ, “heva”nın ilahlaştırılmasını birçok ayette yasaklamıştır. Heva, kaynak noktai nazarıyla bireysel olduğu gibi, heva sahiplerinin bir araya gelmesiyle örgütsel ve felsefi bir şekil de alır. Örgütsel felsefi şekil veya bireysel olan, rabbani olanla çatışır, ilahi olana rağmen tercih görürse, bu durum kişileri ve kurumları rableştirmedir. Kur’an’ın deyimiyle bir tapınma biçimidir.

Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur: “De ki: Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olacak) bir kelimeye gelin. (Ki o da şudur:) Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim.” Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahid olun biz gerçekten Müslümanlarız.” (A. İmran/64)

Allah’a isyan konusunda kişi ve kurumlara itaat etmek onları rab makamına koymaktır. (el-Esas fi’t-Tefsir) Sanırım konuyla ilgili İbn Cüreyc’in görüşleri oldukça orijinaldir: Allah’a isyan konusunda birbirimize itaat etmeyelim. Bu ayetteki rububiyyetle ilgili denilir ki; “İnsanların, toplumda önderlik makamında gördüğü kişilere, komutanlara ibadet maksadı olmaksızın mutlak itaat etmeleridir. Onlar için namaz kılmasalar da onlara yaptıkları itaat onları rab edinmektir.” (Taberi)

Ayeti kerime insan özgürlüğünün boyutlarını gösterdiği gibi fikirsel dayatmanın ve zoraki itaat beklemenin de ilahlık iddiası olduğunu bize haber veriyor. Halkı Müslüman ülkelerdeki dayatmacı zihniyetin çok küçük yaştan itibaren insanlarımızı zihinsel açıdan ablukaya alıp, kendince doğrularını mutlak olarak emrettiğini iyi düşünürsek, coğrafyamızda kişi ve kurumları rab edinmenin vardığı noktaları hesap edebiliriz.

İnsan hayatıyla ilgili helal haram tayin etme yalnızca Allah’a aittir. Bu hükmün Kur’an’daki ifadesi şöyledir: “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla: ‘şuna haram şuna helal’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (Nahl/116) Allah’a iftira olur endişesiyle birçok hukukçu içtihadi konularda kesin olarak şu helaldir veya haramdır demeyi doğru bulmamıştır.

Müslümanlar, hüküm konusunda rablik taslamamak için bu kadar titiz davranırken, son dönemlerde Kur’an’la olan ilginin zayıflaması sonucunda batıl felsefi mekteplerin kendi hayatlarına egemen olmalarına karşı aynı titizliği göstermediler. İnsanlığın hayatında gittikçe etkinleşen cehalet, rab değişimine de sebep oldu. Tüm bunlara karşı duyarlı olup, gerçek anlamda rab olarak Allah’ı tanıdığımızın bir göstergesi olarak her şeyin ölçüsünün insanda başlayıp insanda bittiği, insanı aşkın hiçbir şeyin kabul görmediği ideolojilere karşı duyarlı olmak zorundayız. Aksi hâlde; hem cinsimiz olan insanları yani birbirimizi rab edinmiş oluruz.

3. Din Büyüklerini ve Toplumun Yönlendiricilerini Rableştirmek: İslam toplumunun kuruluş ve gelişim aşamasında emeği olan âlimlere ve siyaset adamlarına göreceli bir itaat vardır. Nisa Suresi’nin elli dokuzuncu ayetindeki, “itaat ediniz” emrinin Allah’a ve Resulüne izafe edilip; karizmatik önderlere gelince tekrar edilmeyip, kendinden önceki cümleye atfedilmesi bunun kanıtıdır. Kayıtsız şartsız bir bağlılıkla dini alandaki önderleri insaniyet makamından çıkarmak; onları rab edinmektir. Kur’an bu konuda bizleri uyarmaktadır:

Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler (ilah) edindiler ve Meryem oğlu Mesihi de… Oysa onlar tek olan bir ilaha ibadet etmekten başkasıyla emr olunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur, O bunların şirk koşmakta oldukları şeylerden yücedir.”(Tevbe/31)

Fonksiyonel anlamda âlimlerin ve siyaset adamlarının görevi İslam’ı tebliğ etmek ve uygulamaktır. Bu açıdan onlara olan itaat, Allah’a ve Resulüne olan itaate bağlıdır. Bu ölçü kâmil anlamda verilmediğinde, insanların bilgileri eksik olur ve itaat konusunda vahim sonuçlar ortaya çıkar. Kur’an’ın deyimiyle Allah’tan başkaları “rab edinilir.” Yukarıdaki ayette geçen “Hıbr” kelimesi Yahudi din âlimlerine verilen isimdir, çoğulu ahbar’dır. Rahip de Hristiyan din âlimi demektir. Çoğulu ruhban’dır. Kur’an’ın bu ifadesinden Yahudi ve Hristiyanların, din adamlarını tanrı veya tanrının oğlu sayacak kadar kutsallaştırdıkları anlaşılıyor.

Kişinin derdini, Allah’a değil hahama, papaza dökmesi, Allah yerine papaza yalvarması, din adamını Allah ile kul arasında aracı yapması onu tanrılaştırmak demektir. İnsan bir noktaya gelir ki; Allah’ı bırakır da kendisi gibi aciz insanı yanılmaz kabul eder. Onun her dediğine şartsız uyar. Dine aykırı da olsa onun sözünü yerine getirir. İşte Yüce Allah, böyle yapan insanları kınamaktadır.

Hatta ayeti kerimenin arka planı ile ilgili şöyle bir olay anlatılır: Resulullahın daveti kendisine ulaştığında Şam’a kaçıp Hristiyan olan Adiy b. Hatem, daha sonra kız kardeşinin gayretiyle Müslüman olmak üzere Medine’ye getirildiğinde Peygamberimiz, mescitte Tevbe Suresi’nin otuz birinci ayetini okuyordu. Adiy, ayeti kerimeyi dinleyince Hristiyanların, rahiplerine tapmadığını söyledi. Hz. Peygamber de; “Ruhbanlar onlara helali haramlaştırıyor. Haramı da helalleştiriyorlar. İnsanlar da bu hususta onlara itaat ediyorlar ki; işte bu onlara tapınmadır.” buyurmuştur. (İbn. Kesir)

Yukarıdaki ayetten anlaşılan; helal ve haram tayin etme yetkisinin mutlak anlamda Allah’a ait olduğu gerçeğidir. Fakat Müslümanlar arasında bile öyle ilginç helal ve haramlar türemiştir ki, bunların hiçbirisinin dayanağı vahiy değildir. Vahye rağmen helal ve haram tayin etmek bir şirk kültürüdür. Ayeti kerimenin kendisini ve nüzul ortamını evrensel planda değerlendirirsek görürüz ki, iktisadi, sosyal, siyasi, hukuki ve eğitim kurumlarıyla ilgili binlerce helal ve haram uydurulmakta ve bunlar daha sonra din(den) diye dayatılmaktadır.

Müslümana düşen görev, kişiler veya tüzel kişi dediğimiz kurumlar bazında da olsa helal ve haram noktasında yapılmış olan değerlendirmeleri vahye göre test etmektir. Vahiyden onay almayan hükümleri sahiplerine reddetmek gerekir. Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olan hükümlerin ilmi bir değeri de yoktur.

Gerçek olana uygun olmayan, hak esası üzerine yürümeyen, Allah’ın emirlerine aykırı bulunan, Allah’ın kanunlarına karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Âlimlerin kıymeti, onların ilmi haysiyetleriyle ve Allah’a olan kulluklarıyla orantılıdır. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ilmi haysiyetten uzak birer tagutturlar.

Şeytanlara, tagutlara, firavunlara, putlara ve haçlara tapmak nasıl bir şirk ise, âlimlere kulluk; haddinden fazla kıymet vermek, şahsi görüşlerine, heva ve nefislerine göre verdikleri keyfi fetvalarını revaçlandırmak da şirktir. Onların, Allah’ın emirlerine aykırı olan hatalarına itaati uygun görmek, kısacası; Allah ne diyor diye düşünmeden onların vahye tamamen ters olan görüşlerine uymak küfürdür. Allah’ı bırakıp başkalarına tapmaktır. Maalesef Yahudi ve Hristiyanlar böyle yapmışlar, ahbar ve ruhbanlarına rab dememişlerse de rab gibi tutmuşlar, hüküm koyucu olarak tanımışlardır.
Kur’an, Rububiyyet makamının mutlak anlamda Allahuteala’ya ait olduğunu ifade ederken (A. H. Yazır), Rabbimizin, bu makamı hiçbir varlıkla paylaşmayacağını vurgulamıştır. Buna bağlı olarak şunu söyleyebiliriz; İslam dininde âlim yeni bir din koyucusu değildir. O, fonksiyonel anlamda peygambere vekâlet eden kişidir. Lafzî ve kevnî ayetleri okumak, tefsir etmek ve onlara göre pratik yapmak suretiyle İslam’ı yaşanabilir hâle getiren üstün bir insandır. Fakat bu üstünlük; ne kadar âlim, takva sahibi ve ihlaslı da olsa insaniyet vasfı ile sınırlıdır. Kendi insani varlık sınırını aştırarak onlara peygamber gibi muamelede bulunmak veya insanüstülük vasfı vermek kişiyi İslam dairesinden çıkarır.

B. Varlıkların Sayısı Olarak:

Âlemin yaratılışında, sevk ve idaresinde bir otorite çatışmasının imkânsızlığını Kur’an’daki birçok ayetten öğreniyoruz. Şu ayeti kerime, otorite çatışması olsaydı ortaya çıkacak olan vahim neticenin nasıl olacağını bize haber vermektedir: “Eğer (yerde ve göklerde) Allah’tan başka ilahlar olsaydı (yerin göğün düzeni bozulur) fesat/anarşi meydana gelirdi…” (Enbiya/22) Evrendeki düzen ve her şeyin sünnetullaha uygun bir şekilde devam eden seyri, mutlak anlamda rab olarak Allah’ın hâkimiyetini göstermektedir. Tüm bunları göremeyip, fıtratlarına yabancılaşan birçok kişi sayısal olarak da çok ilahlılığı kabullenmişlerdir. Kur’an bize, bazı insanların sayısal anlamda rab edinme biçimlerini de haber vermektedir.

1. Monoteizm dediğimiz inanç biçiminde ilah sayısı birdir. Fakat bu bir olan varlık hem sayısal birliği ifade eder hem de Allah’ın dışında insanın ürettiği bir varlık da olabilir. Bu açıdan tevhidle monoteizm birbirinden ayrı ayrı şeylerdir. Tevhidin ekseninde Allah ve O’nun yaratmada, kanun koymada, isim ve sıfatlarında tekliği, eşsizliği ilkesi vardır. Tek olarak tapınılan herhangi bir varlık monoteizmin özünü oluşturur. Bu, bir insan, hayvan, tabiat gücü veya somut bir varlık olabilir. Fakat aynı şeyleri tevhidin tanımı için söylemek mümkün değildir.

Kendisini sayısal anlamda tek ilah olarak tanıtan Firavun, monoteist/Allah dışı tek tanrıcıl inancın tipik bir örneğidir. Onun bu iddiası Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde hikâye edilir: “Firavun dedi ki; ‘Ey meclis sizin için kendimden başka ilah tanımıyorum…” (Kasas/38) Hatta kendinden başka birisi tanrı olarak tanınırsa bunu yapanlara kaşı terör estirip işkence yapacağını ve zindana atacağını ilan etmişti: “(Firavun) dedi ki; ‘Eğer benden başka birisini ilah kabul edersen seni zindana atarım.” (Şuârâ/29)

Güncel bir değerlendirme olarak izah etmek gerekirse şunları söylemek mümkündür: Allah’tan başka birisi veya herhangi bir kurum Allah’a rağmen yaratmada ve hüküm koymada mutlak yetkili kabul edilirse, bu bir rab edinme şeklidir. Dünyada da bunun temsilciliğini yapan düşünce sistemleri vardır. Düşüncenin kendisi, sahibi veya onun yapısal şekli birçok ülkede dayatılmaktadır. Gönüllü veya gönülsüz bir kabullenme varsa, emrin kaynağı kabul edilen bu monoteist biçim, tevhid dışı olduğu için uydurma bir rab anlayışıdır.

2. Dualist Rab Anlayışı:

Ya ikili bir rab anlayışının veya Allah’la beraber başka bir ilahı rab olarak kabul etmenin bir tezahürü olan dualist anlayış katıksız bir şirktir. Allah kendisiyle beraber bir başka ilahı rab edinmeyi kesinlikle yasaklamıştır. “Allah dedi ki: İki ilah edinmeyin; O, ancak tek bir ilahtır. Öyleyse benden, yalnızca benden korkun.” (Nahl/51) ayeti kerimesi dualist anlayışa bir reddiyedir. Allah’la beraber bir başka ilahın kabul edilmesi akıllı bir davranış değildir. Böyle çirkin bir anlayışa ilahi irade de kınamada bulunmuştur: “Allah ile beraber başka bir ilah edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına (yapayalnız ve yardımcısız) bırakılmış olursun.” (İsra/22) Çünkü, Allah dışında kendisine güvenilen hiçbir varlık mutlak bir kudret ve kuvvete sahip değildir. Böyle bir varlığa güvenen kişi, kendi hâline terk edilecek olursa Allah’ın lütfundan da mahrum kalır.

Hayatı yönlendirip yönetmede Allah’la beraber bir başka varlık veya kurumu mutlak otorite olarak görmek tevhidin özüne aykırı bir anlayıştır. Fakat birçok insan bunun şirk olduğunu anlayamamaktadır. Allah’la beraber, fiziki varlığı olan bir put ilah kabul edildiğinde bunu şirk olarak kabullenen birçok kişi, hüküm konusundaki otorite paylaşımını ideolojilere veya onların kurumsal biçimine verdiğinde bunun rab sayısını artırma olacağını anlayamamaktadır. Hâlbuki günümüz insanının içine düştüğü en büyük hastalık budur. Cehaletin sebep olduğu bu anlayış tedavi edilmediği sürece; birçok insanın ‘Müslümanım’ demesinin ve Müslümanlık üzere kimlik iddiasının hiçbir anlamı yoktur.

3. Politeist Rab Anlayışı:

Birçok ilahı rab olarak kabul eden politeist anlayış, beraberinde ruhi sıkıntıları da getiren çoğulcu bir inanış şeklidir. Çok ilahlılık dediğimiz politeizmi sadece putçuluk şeklinde anlamak kavramın anlam alanını daraltmak demektir. Klasik putculukla politeizmi birbirine karıştıran kişiler, çok tanrıcılığı doyasıya yaşarken kendilerini yine de çok ilahlı bir insan olarak görmezler. Onların bu yanlış anlayışlarının sebebi; Kur’an-ı Kerim’deki “rab” ve “ilah” kavramlarının anlamlarını bilmemekten kaynaklanmaktadır.

Kur’an-ı Kerim, birçok ilahı rab olarak kabul eden kişiyi ve onun ruh hâlini şu ayeti kerimede kendi mükemmel üslubuyla şöyle dile getirmiştir: “Allah bir örnek verdi: kendisi hakkında uyumsuz, geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd yalnızca Allah’adır. Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.” (Zümer/29) Ayeti kerime, bir yönüyle seküler versiyonunu gösterdiği gibi bir yönüyle de Allah’tan başka birilerini rab olarak kabullenmenin insan hayatındaki kötü izlerini temsil hâlinde bizlere sunmaktadır.

Burada, bu misalle taş ve topraktan yapılmış tanrıların kast olunmadığını açıklamakta fayda mülahaza ediyoruz. İşaret edilmek istenen, insanlara birbirinden çelişkili emirler veren ve kendilerine kulluk etmeleri için, onları kendi yanlarına çekmeye çalışan canlı mabutlardır. Dolayısıyla bu misalin taş ve topraktan yapılmış putlara ıtlak edilmesi mümkün değildir.

İşaret edilmek istenen mabudlardan biri, insanı tatmin etmesi için çeşitli heveslere sevk eden kendi nefsidir. Diğeri, kişinin kendi ailesidir, kabilesidir, milletidir, toplumudur, din adamlarıdır, liderleridir, kanun koyucularıdır, ticari ve iktisadi güçlerdir vs. Tüm bunlar insanı kendi yanlarına çekmek ve etkileri altına almak için çırpınmakla ve çoğu zaman birbirlerine ters düşen isteklerde bulunmaktadırlar. Herhangi birinin, isteği karşılanmadığında, hemen ceza vermeye kalkışırlar.

Elbette her birisinin de ceza verme yöntemi farklıdır. Biri kalbe sıkıntı verirken, diğeri zelil etmeye çalışır, başka biri ilişkileri kesmekle tehdit ederken, diğeri iflasa sürüklemekle korkutur, biri dini silah olarak kullanır, öbürü kanunlarla korkutmaya çalışır. Velhasıl; insanın bu çıkmazdan kurtulabilmesi için bir tek çıkış yolu vardır. Bu da hâlisane bir kalple tevhide sarılmaktır. Yani, sadece bir tek olan Allah’a kulluk etmek ve O’nun dışındaki her şeyden kesilmektir.” (Mevdudi, a.g.e, V, 104) Dr. Mehmet SÜRMELİ

********************************************************

“RAB”

Bu isim göğü, Beyt-i Mamur’u, sidre’yi ve Halil’i yaratmaya yönelmiştir. Ona ait gün Cumartesi, harf Ye, menzillerden ise Keyvandır.

Allah şöyle der; “De ki Rabbim benim bilgimi artır.” (Tâhâ/114). Bilginin artışı Rabb’den istenilir. Bu nedenle diğer isimlere göre âlem, daha çok bu isme muhtaçtır ve bu nedenle âleme izafe edilmiştir. Bu isim bütün yararlara ait isimdir ve 3 ana isimden biridir.

“Rabbimiz ve babalarımızın rabbi” (Duhan/8)

“Göklerin ve yerin rabbi” (Duhan/7)

“Doğunun rabbi” (Mearic/40)

“İki doğunun rabbi” (Rahman/17)

“Batının rabbi” (Mearic/40)

“ İki batının rabbi” (Rahman/17) Gibi ayetler vardır.

Rabb, vekil edinilendir, bu isim Sidre’ye yeşilliğini, çiçeklerini ve canlılığını veren isimdir. Sidre’nin ışığı ise Rabb ve Allah isminden gelir. Rahman ismi ise kokusunu kendinden vermiştir. Nitekim ayette cennetin kokusu (orf) denilmiştir ki, raiha demektir. Ağacın kökleri ise Allah isminden, zakkumu ise cehennemliklere aittir.

Allah Sidre’yi hüviyet nuruyla yüceltti , her hangi bir göz onu görüp sınırlayamaz veya betimleyemez. Ona giydirilmiş nûr, kulların amellerinin nurudur. Onun çiçeklerinin sayısı, hatta amelleri kadardır. Hatta mutluların amellerinin sayısı hatta amelleri kadardır. Ameller cennette ki her köşke veya köprüye, Sidre’nin dallarından biri girmiştir. Bu dalda ameldeki – Ki dal onun suretidir- hareketlerin miktarına göre çiçekler vardır. Dalda ki her yaprakta kulun ameli yaparken Allah karşısında ki huzuru ölçüsünde bir güzellik vardır. Dalın yaprakları ise o ameli yaparken ki nefeslerin sayısıncadır. Sidre’nin dikenleri bedbahtlara ait olduğu gibi kökleri de onlaradır. Ağaç tek, fakat kökleri dallarının verdiğinin zıddını meydana getirir. Dallar hakkında nitelediğimiz her şeyin zıddı köklerde bulunur. Bu durum botanikte (İlmü’n-nebat) sıkça gerçekleşen bir vakıadır.

Anlatılır ki Ebu Alâ b. Zehr, -ki tıbbı özellikle, otları iyi bilenlerden biriydi- Ebu Bekir b. Saiğ’den –İbn. Bacce diye tanınır- otları daha iyi tanırdı. O da otları Ebu Zehra kadar bilmese de, doğa bilgisinde ondan daha üstündü. Bununla birlikte otları da iyi bildiğini zannederdi.

Bir gün bineklerine binmişler, bir ota rast gelmişler İbn. Zehr hizmetçisine bir otu işaret ederek “bizim için kes” demiş. Bir parça almış elinde ufalamış , sonra burnuna yaklaştırmış, burnuna çeker gibi yapmış. Ebu Bekir’e şöyle demiş; “Onun kokusunun ne kadar güzel olduğuna bak” Ebu Bekir de burnuna çekmiş, koklar koklamaz burnu kanamaya başlamış. Otun kokusu nedeniyle kanayan burnunu durdurmak için yanında ki her şeyi kullanmış, fakat bir işe yaramamış. Neredeyse ölecekmiş. Ebu Alâ tebessüm ederek “Ebu Bekir aciz kaldın” deyince Hizmetçisine “o otun köklerini çıkar” demiş. Hizmetçi kökleri getirdiğinde ona “Ebu Bekir Bunları kokla” demiş. Onu koklayınca kan kesilmiş. Bunun üzerine ot bilgisinde onun üstünlüğünü anlamıştı.

Bu ağaçla Beyt-i Makdis ehli insanların en mutlusudur. Nitekim Mehdi ile en mutlu olacak insanlar ise Kûfelilerdir. Mekkeliler ise Hz. Peygamberle insanların en mutlusudur. Kur’an ehli ise Hakk ile insanların en mutlusudur. Mutlu insanlar bu ağaçtan yediklerinde gönüllerindeki kin sökülüp atılır. Yapraklarına şöyle yazılmıştır. “subbûhun, Kuddûsun Rabbül-melâiketi ve’r-ruh” Münezzehtir, mukaddestir Meleklerin ve Ruhun Rabbidir.”
Ademoğullarının amelleri bu sidre’ye ulaşır, bu nedenle de Sidre-i Münteha (Bitiş Sidresi) diye isimlendirilir. Hakkın orada büyük ve özel tecellisi vardır. Bu tecelli bakanı sınırlar, düşüneni hayrete düşürür. Yanında bir oturak vardır ki, Cebrail’e aittir. Orada gözlerin görmediği, kulağın duymadığı ve kimsenin aklına gelmeyen ayetler vardır. Nitekim peygamber orayı anlatırken Allah’ın nurunun orada kendisini kapladığını belirtmişti. Kimse onu niteleyemez. Oraya bakan kimse şaşkınlığa düşer Allah bu gökte Bet-i Mamur’u yarattı. O “Darah” diye isimlendirilir ve Kâbe’nin yönündedir. Bir rivayette; oradan bir taş düşseydi, Kâbe’nin üzerine düşerdi denilir. Bu ev o göktedir, gök ise durağan ve hareketsizdir. Bu nedenle de Kâbe’nin yönünden ayrılmaz. Çünkü Allah bu gökleri sabit ve durağan yapmıştır. Bizim için onlar evin çatısı gibidir. Bu nedenle Allah onları yükseltmiş “çatı” diye isimlendirmiştir.

Şu var ki her gökte bir felek vardır, felek göğün yıldızının –ki kendi feleklerinde yüzerler- yüzmesinin meydana getirdiği şeydir. Her yıldızın feleği vardır ve feleklerin sayısı yıldızların sayısı kadardır. Allah; “Hepsi bir felekte yüzer” buyurur.

Göklerin cisimleri (cirm) şeffaftır ve feleklerin, meleklerin meskenidir. Yıldızların yüzmesi olmasaydı göklerde varlıklar ortaya çıkmazdı. Öyleyse göklerde onlar yeryüzünde ki yollar gibidir. Yolların varlığı üzerinde yürüyenler gerçekleşir. Onlar kendileri bakımından yeryüzü üzerinde yürünme bakımından yoldur. Evin iki kapısı vardır her gün 70.000 melek oradan girer ve karşılarında ki kapıya çıkar. İlk girdikleri kapıdan bir daha girmezler. Melekler oraya doğu kapısından girer. Doğu kapısı nurların zuhur yeridir ve batı kapısından çıkarlar. Orası giden nurların gizlenme kapısıdır. Böylelikle gaypte bulunur ve hiç kimse onların nerede yerleştiğini bilemez. Bu melekleri Allah her gün hayat nehrinin damlalarından yaratır. Bu damlalar her gün hayat nehrine bir kez dalması kendisine emredilen Cebrail’in kanat çırpmasından dökülür.

Meleklerin her günkü sayısı kadar Âdemoğullarının düşünceleri meydana gelir. Mü’min olsun veya olmasın herkese günde 70.000 düşünce gelir ve onları Allah ehli bilebilir. Bu melekler Beyt-i Mamura girip oradan çıkarken Allah’ın, kalplerin düşüncelerinden yarattığı meleklerle bir araya gelirler. Onlarla karşılaştıklarında ise kıyamete kadar bağışlanma dilerler.

Kalbi Allah’ı zikretmekle mamur birinin düşüncelerinden yaratılmış melekler, bu makama sahip olmayan bir kalbin düşüncesinden yaratılmış meleklerden ayrışır. Bu düşünce gerekli veya gereksiz bir konu ile ilgili olabilir. Bütün kalpler bu evden yaratılmıştır. Dolayısıyla o ev sürekli mamurdur. Düşünceden oluşan her melek düşüncenin suretine göre meydana gelir.

Allah bu göklerde bir yıldız yaratmış, kendisine emrini vahyetmiş, Halil İbrahim’i ona yerleştirmiştir. Bu yıldız için kendi feleğinde belli bir süre kadar devam eden bir hareket belirlemiştir. En şaşılacak işlerden birisi bu hareket meselesidir. Çünkü onlar kapalı konulardandır. Çünkü etkiye konu olan şeyin iki etken arasında bulunması imkânsız değildir. Yıldıza ait böyle bir hareket iki farklı hükümden gerçekleşebilir. Birincisi zorlamalı, diğeri iradi veya doğal hükümdür.

Buna açık bir örnek verilebilir. Şöyle ki; Bir cisim üzerinde ki bir canlı iradi olarak bir yöne yönelebilir. Cisim ise başka bir yöne doğru hareket etmiştir. Canlı cismin hareket yönüne doğru veya zıddına doğru hareket eder. Böylelikle iki zıt hareket bir zamanda bir araya gelir. Öyleyse canlı üzerinde bulunduğu cisimle yol alır. Cisim ise bir başka cisim üzerinde onu götürür. Böylelikle canlı dolaylı olarak onun üzerinde yol kat eder.
Söz gelişi bir yere atılmış elbisenin üzerinde ki karıncayı düşünelim. Karınca oraya doğuya doğru yürürken biri elbiseyi batıya doğru çeker. Bu durumda karınca hareket ettiği o anda doğuya doğru hareket ederken elbisenin hareketi nedeniyle batıya doğru hareket eder. Bu karınca adına “zorlamalı” harekettir ve ona hâkimdir. Bu iki hareket bir anda birbirine karşıttır.

Bakınız, iki zıddın bu konuda bir araya geliş yönü varmıdır, yok mudur? Çünkü yıldızlar felekte – gözün görüşüne göre- batıdan doğuya hareket eder. Büyük kuşatıcı felek ise yıldızları batıdan doğuya doğru hareket ettirir. Yıldızlar içinde bulundukları anda doğudan batıya doğru hareket ederken batıdan doğuya doğru da hareket ederler. Doğuya doğru hareketini meydana getiren felek, batıya doğru hareketini meydana getiren feleğin aynıdır.

İşte bu iradede ki zorunluluk (Cebr fi’l-ihtiyar) meselesidir. Bu anlayışa göre kul seçmeye mecburdur. Bu meseleden kulların fiillerinin kim tarafından yaratılmış olduğu konusu öğrenilir. Fiiller iki güç yetirenden birisine mi, yoksa ikisine mi aittir. Her güç yetirenin fiilde özel bir yönü vardır ve bu sadece yükümlülük gerçekleşir. Ceza ve sevap meydana gelir.

Âriflerin kalplerinde bu feleğe ait bir etkiyi daha önce zikretmiş, bizden başkaları da onu zikretmişti. Biz feleğin âlemde ki oluş ve bozuluş şeklinde ki etkilerini de zikrettik. Burası rükünler ve türeyenler âlemidir. Bütün bunlar Rahman’ın nefesindendir, çünkü O varlığın sebebi olan hareketi sağlar. Asla bakınız, irade yönelimi olmasaydı – ki o manevi bir hareket ve sözdür. Lafız da bu hareket nedeniyle lafız diye isimlendirilmiştir.- varlık ortaya çıkmazdı.

Allah bu felekten Cumartesi’yi ortaya çıkartır. O ebedilik günüdür Gecesi bitimi olmayacak şekilde ahirette iken gündüzü bitimi olmayacak şekilde ikinci mahaldedir. Orada yedi gün meydana gelir ki Cumartesi de onlardan biridir. Bu da şaşılacak işleden biridir. Cumartesinin de kendilerinden olduğu günler, Cumartesi gününde meydana gelmektedir. Öyleyse Cumartesi günlerden biriyken günler kendisinde ortaya çıkar.
Bu durumun ilahi hakikatte bir dayanağı vardır. Şöyle ki; Tirmizi garip bir hadiste Hasan’dan, o Ebu Hüreyreden, o ise Hz. Peygamberden aktarır. “Allah Tealâ Âdem’i yarattı ve kendisine ruh üfleyince hapşırmış. Bunun üzerine Hak kendisine “Hamd olsun de” diye emretti. O da bunu demiş, böylelikle kendi izni ile Allah’ı övmüştür. Allah şöyle der; “Rabbin sana merhamet eder Bundan dolayı da seni yarattı”. İlave Tirmizi’ye aittir.
Tirmizi’nin hadisine dönersek şöyle devam eder; “Allah şöyle der; Âdem, şu meleklere git ve de ki; Allah’ın Selâmı üzerinize olsun.” Onlar da; “Allah’ın selâmı ve rahmeti senin de üzerine olsun.” diye selâmını almışlar. Sonra rabbine dönerek şöyle demiş; “Bu seninle onların arasında ki selamdır”. Allah Âdem’e iki eli kapalıyken şöyle demiş; “dilediğin birini seç” Âdem de şöyle demiş; “Rabbimin iki elini seçtim her ki eli de sağ ve mübarek eldir.” Allah ellerini açtığında Âdem ve zürriyei orada idi.

Âdem bir yandan avucunun içindeyken bir yandan dışındaydı Bu mesele de böyledir. Bunu incelersen Hakkın karşısında bilginin hayret konusu olduğunu görürsün. Hayret “o” dur ve “o” değildir. (Makamıdır.) Attığında sen atmadın, fakat Allah attı. (Enfal/17). Böylece başladığıyla bitirdi.
Burada orta vardır çünkü o olumsuzlama ile ki o “atmadın” ifadesidir. Bu durum şu anlama gelir “Sen, sen iken sen değildin, fakat Allah sen dir.” İşte bu bizim zahir ve mazharlar hakkında söylediğimiz sözün anlamıdır. Onların suretleri değişse bile O’nun aynıdır. Zeyd’in organları farklıyken bir olduğunu söyleriz. Onun ayağı eli değildir, o ise Zeyd derken Zeyd’in kendisidir. Zahiri, batını, görünür görünmez organlarının suretleri birbirinden farklıdır. O ise Zeyd’dir ve Zeyd’den başkası değildir. Sonra her suret ona izafe edilir ve “kendi”, “nefsi”, “bütünü”, “toplamı” diyerek sürekli Zeyd ifadesini pekiştiririz.

Bu felekte ölümün kendisi, rahatın kaynağı, sebatta hareketin hızı, süsü ve eziyeti atmak bulunur. Bu nedenle bu felek Aslan burcunda meydana gelmiştir. O doğada kendisinin zıddı, sabitlikte benzeridir.

Burada “benzerler zıddır” diyen hata etmiş midir, etmemiş midir anlaşılır. Yıldız burca yerleştiğinde hükmü karışır mı? Bu durumda toplamın o ikisinden her birine ait olmayan bir hükmü var mıdır yok mudur? Yoksa menzilin ve burcun hükmü kendisine yerleşen yıldıza baskın mı gelir. Ya da yıldızın hükmü burca mı baskın gelir, Ya da onlardan birisi hükümde çoğunluk diğeri azlıkla nitelenerek iki hüküm birden mi ortaya çıkar?
Bize göre onlardan birisi diğerinde hüküm sahibi değildir Onların toplamı hüküm sahibi ise bu hüküm, hükme konu olan şeyde ortaya çıkar. Her birinin söz konusu hükümle, hükme konu olan şeyde bir gücü vardır. Çünkü bu “Hüküm”, “toplama” diye isimlendirilen bir halde her ikisinden birden çıkmıştır. Nitekim aynı şey yıldızlar arasında ki bitişmelerde gerçekleşir. Bu da bir bitişme türüdür ve bir araya gelme değil, bir menzile yerleşmedir. (İbn. Arabi-Fütühat-ı Mekkiye-9/99-104)

*****************************************************

ALLAHIN “RAB” İSMİ

Yüce Allah’ın rahmet sıfatının tecellisinin tüm âlemleri kapsaması onun Âlemlerin Rabbi (Rabbu’l-Âlemîn) sıfatını al-masındaki hikmette çok açık olarak görülür. İlâh olmanın in-sanlar karşısında ve onların dünyasında anlaşılabilir yönü, Yüce Allah’ın Rab sıfatıyla açıklanmıştır.

Ulûhiyyetin kendisine isnat edildiği o Yüce Varlık, in¬sanla ilişkisini Rab sıfatı ile kurar. Rab, sözlük anlamı itiba¬riyle sahip, efendi, yönetici, terbiye edici ve nimet verici gibi manalara gelmektedir. Buna göre varlığın hakiki mânâ da sahibi sadece Allah’tır. Çünkü her şeyin yaratıcısı, yokluktan varlık âlemine geçireni O’dur. Bundan da anlaşılmaktadır ki, rubûbiyyetin en başta gelen vasfı, yaratmadır. Yaratan da el¬bette yarattıklarının sahibi, efendisi, idarecisi, terbiye edicisi ve nimet vericisidir. Bütün bu sıfatların kendisinde toplandığı yegâne varlık da ulûhiyyetin isnâd edildiği Yüce Allah’tır. Dolayısıyla kulluğun tek mercii O’dur. Hamd ve övgü sadece O’nadır. Yalnız O’na ibadet edilir. Yalnız O’ndan yardım istenir.

Rab kelimesini bir şeyi ıslah etme, ziyade etme, geliş¬tirme, inşâ etme, çoğaltma anlamında kullanınca kaynağı ve °zü var olmakla birlikte ulaşacağı sınırlar dikkate alındığın-kemâlini elde etmemiş olan şeyleri, halden hale geçirerek (derece derece) bu kemâli elde etme durumuna yükseltmek an¬lamı kastedilir.

Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili adlı tefsirinde Rab kelimesinden türemiş olan terbiye kelimesini “bir şeyi kademe kademe tedrîcen kemâline ulaştırmaktır” diye tarif etmekte¬dir. Ziyade etme ise bir şeyi bir şeye ekleyerek çoğaltmak demektir. İnsanın ilk yaratılışı üzerine ilâve edilerek gerçek-leştirilen eğitime de ziyade etme denir.

Bu anlam, Kur’ân’da 970 kere geçen Rab kelimesinin kul-lanılışından ortaya çıktığı gibi, şu ayette de açıkça ifadesini bulur:

“(Halkı yaratma)da dilediği artırmayı yapar.” (Fatır/1) Allah vücudun tüm organlarını yaratır (halk eder). Da¬ha sonra bunlarda dilediği kadar artırım yapar. Bu eğitim anlayışı da insanın davranışlarının iki aşamada yaratıldığının kabul edilmesini gerektirmektedir.

Kur’ân, Allah-insan ilişkisinde eğitime özel bir Önem vermiştir. Onun bu tutumunu içinde geçen “Rab” kelimesinde ve bu kelimenin kullanılışı, yeri ve gayelerinde görebiliriz. “Rab”, terbiye manasında mastardır. Kur’ân’da her şeyi kemâline ulaştıran Allah’ın güzel isimlerindendir. Rubûbiyet (terbiye edicilik) sıfatı ise, ilâhî sıfatların en büyüğüdür, mübalağa kastı ile “mürebbî” yerine kullanılmıştır. İsm-i fai¬lin yerine mastarın kullanılması, failin fiili tam bir kemâl ile gerçekleştirdiğini gösterir.

Buna göre “Rab”, terbiyenin bütün gereklerine sahip, en mükemmel ve en kuvvetli bir ter¬biyeci demektir. Terbiye ise, bir şeyi kademe kademe tedricî ile kemâline ulaştırmaktır. Âlemin her kısmında terbiye ve tekâmül kanunlarının her an cereyan ettiği görülmektedir.

“Rab” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de ulûhiyyeti belirtmek için en çok kullanılan kelimedir. 970 defa kullanılmıştır. Aynı zamanda, Kur’ân-ı Kerîm’de 2799 defa zikredilen Allah kelimesinden sonra en çok tekrarlanan kelime olmuştur. Ge-nellikle Kur’ân-ı Kerîm’de geçen dua ve niyazlarda, Allah Teâlâ kendisine isim olarak “Rab” kelimesini almıştır. Dua esnasında, kendisini “Rab” kelimesi ile özellikle tesmiye et¬mesi, mü’minlere, Allah’ın her şeyden önce bir terbiyeci ol¬duğunu hissettirmek için olması kuvvetle muhtemeldir. Bu şe¬kilde bir kullanış, mü’minlere Allah’tan ilk istenecek nite¬liğin, kendilerini te’dîb ve terbiye etmesi olması gerektiğine de işaret eder. Bu şekilde te’dîb ve terbiye vasıtası ile mü’minin en mükemmel yaratılışlı olmaya ulaşması amaçlanır.

Eğitimin bu tarifini Felâk sûresini tefsir ederken “Rab” kelimesini ele alan İbn Sînâ şöyle açıklar:

“Felâk “tan yerinin ağarması” demektir. “Felâk’ın Rab-bi” ibaresi ise Allah ile kâinat arasında yaratma ile başlayıp sonsuza kadar sürecek olan bir terbiyenin varlığı demektir. Burada terbiyeden maksat, Allah’ın varlık nurunun, mümkün var¬lık olan insandaki pasif güçleri, istidatları aydınlatmasıdır. İnsan, hayatının hiçbir döneminde bu durumdan müstağni ola-maz. Öyle ise insanın merbûb olması, sahip olduğu kabiliyet-lerinin geliştirilmesi ve iyi özelliklerinin nitelik itibariyle çoğaltılmasıdır.

Yüce Allah, Rabb oluşunu Âlem(Evren)le ilişkilendirmekle rahmetini tüm evrene ayrım yapmadan yaydığını da ilân etmektedir. Âlem sonsuz sayıda varlık kategorilerini kap¬sayan bir kelimedir. Arapçada genellikle akıl sahibi varlık¬lar için kullanılırsa da daha alt kategorideki varlıkları da kapsar. Şu ana kadar ki bilgilerimizle kavradığımız, daha sonraki bilgilerimizle kavrayabileceğimiz ve hiçbir zaman kavrayamayacağımız bütün kategoriler bu kapsam içine girer. Allah, işte bütün bunların Rabbi’dir. Onların her birini hem kendi hallerinde hem de diğerleriyle ilişkilerinde eğitir ve onları idare eder. Hiçbir din ve mezhepte, medeniyet ve felse¬fede, ıslahat hareketleri ve ihtilâllerde, bütün insanlığı içine alan böylesine yüce bir mesaj yoktur. Hatta geçmiş peygamber¬lerin öğretileri, onların hayat ve ahvâline dair bize ulaşan bilgiler de böyle bir mesaj içermemiştir.

Yahudilik Allah’a yalnızca İsrail oğullarının Rabbi ve İlâhı nazarıyla bakmaktadır. Ahd-i Atîk’in sahifelerinde ve Yahudilerce mukaddes sayılan kitaplarda, Allah’tan “Rabbu’l-Âlemin” veya “Rabbu’l-Kevn” diye bahsedilmez. Bu se¬bepledir ki, Benî İsrail peygamberlerinden Mûsâ, Harun, Davud ve Süleyman gibi herhangi biri, böyle bir mesaj getirme¬miştir. Çünkü bu din hiçbir safhasında ırk ayrımı gözetmeden, bütün insan nesli İçin rahmet ve müsâvaat dîni olmamıştır ve hiçbir zaman İsrail oğulları dışında başka bir milleti bu dine davet etmemiştir.

Hıristiyanlık İse hoşgörüsüyle davet ve insanlığa olan şefkat duygusuyla tanınır. Fakat peygamberleri Hz. İsa: “Ken-disinin ancak Benî İsrail’in yoldan çıkmış koyunlarını gütmek üzere gönderildiğini” açıkça söylemiştir. Hz. İsa, İsrail oğul-larıyla kan ve neseb bağı olmayan hastalara gözünü çevirip baktığı zaman özür dileyerek: “Ben evlâdının ekmeğini köpek-lere veren adam değilim” demişti. (İncili, Bâb 15, âyet 24; Bâb 10, âyet 6-7.) Böylece bu din de evren¬selliğin dışında kalmıştır.

Diğer Asya dinlerinin de durumu farklı olmadığı gibi hatta mezhep ayrımcılığı konusunda daha ileridirler. İnsanları bir takım sınıflara ayırmak hususunda onlardan daha zalimdirler. Hind toplumundaki paryalar, her çeşit şeref ve asaleten, eşitlikten, insan haklarından, en basit insanî esaslardan Mahrumdurlar. Onların ilim öğrenmeleri, eğitim görmeleri rûhî yüceliklere vâkıf olmaları asla caiz değildir. Vedalar’ı okuyup öğrenmek, ilâhlara kurbanları takdim etmek sadece Brahmanlar’a mahsustur. Vedalar’ı okumak hakkı Kshatriler’le Vaisyalar’a aittir. Manoşastr, Allah’ın, paryaları diğer üç sınıfa hizmet düşüncesiyle yarattığını açıkça zikreder. Bu sebeple onların dininde de bir peygamberin, velinin veya ısla¬hatçının böyle bir mesajından bahsetmek boşuna gayret ve va¬kit harcamaktan başka bir şey değildir. (Nedvî, a.g.e,, s. 432-433.)

Allah-kul ilişkisinde durum böyle olunca hiç kimsenin Allah’ı kendi tekeline alamayacağı sonucu da ortaya çıkar. Yani Allah bir milletin bir zümrenin veya belli bir grubun değil herkesin ve her şeyin Rabbi olur. Hiç kimse ona inanmakta ve onu Rabb olarak tanımakta başkalarından farklı değildir.

İslâm’da Allah ile kul arasındaki ilişki, öncelikle, Allah’ın Rabb (Eğitici), kulun ise merbûb (eğitilen) konumunda olması, eğitimin de rahmet ortamı içinde cereyan etmesi ile kurulmuştur. Evrenin yaratılışından bu yana canlı ve sürekli olan bu ilişki kulun Allah karşısındaki durumunu ve konumunu da tayin etmektedir. Buna göre eğitilen durumunda olan insan bu özelliğini sürekli hatırında tutmalı, yanlış işler yaptığı zaman bu bilinçle derhal onu terk etmelidir. Metafizik bir tavır olarak adlandırdığımız bu yöntem insanın duygusal olarak ilâhına yaklaşmasının en verimli yoludur. İlâhî Ölçüyü davranışlarla göz önünde bulundurmak gibi bir zorluğu içeren bu iş, onu yüksek değerler dünyası ile tanıştıracak, onlarla İç içe olmasını temin edecek, o oranda da zevk ve coşku ortaya çıkaracaktır.

Yüce Allah’ın insan tarafından algılanması tarzı, insan-Allah ilişkisinde son derece önemlidir. Kendisinin algılanması konusunda Yüce Allah bir sınır koymamış, bu konuda yine rahmetinin bir eseri olarak kulu kendi hâline bırakmıştır.

Bir kudsî hadiste peygamberimizin İfadesi ile, yüce Al¬lah şöyle buyurmuştur: “Ben, kulumun beni zannettiği (algıladığı) gibiyim (Beni nasıl zannediyor, nasıl bekliyorsa, öyleyim). Eğer bana bir ka¬rış yaklaşırsa, ben ona bir adım yaklaşırım; bir adım yakla¬şırsa, bir kulaç yaklaşırım; bir kulaç yaklaşırsa, on kulaç yak¬laşırım. ” Yüce Allah böyle buyurmakla kendisinin, kulun kendisi¬ni algıladığı yönde daha da ileri boyutlarda, kulun istediğine cevap vereceğini beyân etmektedir. (Abdurrahman Dodurgalı – SEVGİ PEYGAMBERİ VE YETİŞKİN DİN EĞİTİMİ)

Devam edecek


ESMA DERSLERİ – 3 – er RAB (C)

$
0
0

322

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

ER RAB

Rabb” kelimesi ” terbiye” kelimesinden türemiştir. Terbiye ise, başkasının işlerini ıslah etmek ve durumunu gözetmek demektir. Herevî şöyle der: Bir şeyi ıslah eden ve tamamlayan kimse hakkında: “Onu ıslah etti.” denilir. Allah’ın kitaplarını koruyan kimselere verilen “Rabbaniyyun” ismi de bu kökten gelmektedir.[1]

Rabb” kelimesi mâlik (sahip), muslih (ıslah eden), mabud, kendisine itaat edilen efendi gibi birçok manada kullanılır.
Rabb, terbiye manasına gelen bir masdar olduğu halde, mübalağa maksadıyla terbiye edene isim olarak verilmiştir. Masdarına da “rubûbiyet” denilmiştir ki, “çok adaletli” “addele” (adaletin kendisi) denilmesi gibidir.

İşte bu mübalağa manasından dolayı “rabb” yalnız terbiye eden ile eş anlamlı değil, aynen, “terbiye” gibi olan ve bundan dolayı zorla ele geçirme, üstün gelme, ihsan, idaresi altına alma ve tasarruf etme, öğretme, yol gösterme, teklif, emir ve yasak, teşvik, korkutma, gönlünü alma, azarlama gibi terbiye için gerekli olan bütün şeylere sahip, kuvvetli, mükemmel ve kusursuz olan bir terbiye edici demek olur. Bundan dolayı sahip ve malik manasına da gelir.

Örneğin ev sahibine “rabbü’d-dâr“, bir sermayenin sahibi-ne “rabbü’1-mâl” denilir. Bu terimde yalnızca sahip ve malik manalarından daha ziyade mana¬lar vardır. Çünkü, mudârebe/kâr ortaklığı ve selem /peşin para ile veresiye mal alma gibi alış-veriş işleri ile ilgili olduğu için sermaye sahibine “rabbu’1-mâl” denilir. Bundan dolayı mutlak anlamda “rabb” denildiğinde, yalnızca sahib veya yalnızca terbiye manaları değil, ikisine de bütün gerekli şeyler ile birlikte sahip olan, tükenmez kudret sahibi, daima var olan Allah anlaşılır.

Bunun için, Allah’tan başkasına ait olduğunu belirten bir izafet tamlaması yapılmadan başkaları için tek kelime olarak “rabb” denilemez. Tam tanınmışlığı ifade eden “er-Rabb” ve genel mana ifade eden “rabbu’l-âlemîn” gibi izafetler Allah’tan başkası için asla kullanılamaz.

Şu halde “rabb”, “rubûbiyyet” denilince, anlayacağımız ma¬na, sonsuz kuvvet ile idaresi altına alan tedbir ve terbiye edendir. “Rabb“, terbiye, bir şeyi basa¬mak basamak, yavaş yavaş olgunluğa ulaştırmaktır ki, bunun alameti seçme ve olgunlaşma olur. Âlemlerin her kısmında ise terbiye ve olgunlaşma kanunlarının hareketi, her an ve her saniye görünüyor. Bundan dolayı böyle sonsuz bir gücün Allah’a ait olduğu, dünya işlerinde şeksiz ve şüphesiz olarak okunmaktadır.

Rabb kelimesi terbiyeden gelir. Terbiye ise, bir şeyi kemâline ulaştırıncaya kadar yavaş yavaş geliştirmektir.[2] Kur’ân’da yaklaşık 846 ayette geçer. Kur’an’ı Kerim nazil olduğu dönemlerde bu kelime, Arapçada itaat olunan efendi, her hangi bir durumu düzelten kimse, bir şeyin maliki gibi anlamlarda kullanılıyordu. Kur’ân ise bu kelimeyi, o dönemde kullanılan manaya yakın olarak benzeri olmayan efendi, verdiği nimetleriyle yaratıkları ıslah eden, yaratma ve emretmenin sahibi anlamlarına kullanmıştır.[3]

Burada şunu belirtmek gerekir ki; Rabb kelimesinin mutlak ve marife olarak kullanımı sadece Allah içindir. Fakat bunun Kur’ân’da “er-Rabb” şeklinde hiç geçmemiş olması dikkat çekicidir. Allah’tan başkaları için ise, muzaf olarak kullanılması caizdir. Öte yandan bu kelime Kur’ân’da 970 kez kullanılarak, Allah (c.c) lafzından sonra en çok isti’mal edilen lafızlardan olmuştur.[4]

İbn Fâris “” ile “” harflerinin bazı esaslara delâlet ettiğini söylemektedir. Ona göre bu esaslar şunlardır:

1- Bir şeyi ıslah etmek ve onun üzerinde kâim olmak. Bu tanıma göre “rabb“; malik, yaratıcı, bakmak, büyütmek, gözetmek ve istediğini yapabilmek, yaptırabilmek, sahip olmak manalarına gelir.[5] Bir şeyin ıslah edilmesi ve onun neticeye götürülmesi için gerçek manada ona sahip olmak gerekir. Eğer gerçekten “rabb” ve yaratıcı olmasaydı bu mümkün olmazdı.

2- Bir şeyin gerekli ve devamlı olması. Bu da gösteriyor ki; Rablığın bir özelliği de bir şeyi kemâline erdirmek için, ona gerekli olan malzemeyi temin etmek, sorumluluğunu yüklenmek ve onu sürekli yapmaktır.[6]

3- Bir şeyi diğerine ilave edip bağlamak.[7] İbn Fâris’in bu üç esasının birleştiği anafîkre göre “Rabb’ın“, tertip etmek ve düzgün bir vaziyet kazandırmak manalarını ihtiva ettiği görülmektedir.

Câhiliye şiirinde “rabb” kavramı çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Bunlar kısaca şöyledir.

1- Mesuliyetini yüklenmek, ıslah etmek ve koruyup gözetmek anlamında Alkame b. Abede’nin şu beytinde görül-mektedir:

“Ben şu anda işlerimin ıslahını sana bıraktım. Senden önce birçok kefiller benim işlerimi üzerlerine aldılar da hiç bir şeyi ıslah edemediler.”[8]

Üstünlük, efendilik, başkanlık ve sözünü geçirmek manasında Lebîd de şöyle demiştir:

“Bir gün (kadınlar) Kinde’nin reisini ve oğlunu, Me’add’ın reisini, vadi ile dağ arasında helak ettiler.”

3- Malik olmak, sahip olmak manasını el-A’şâ’nın şu beytinde görmekteyiz:

“Kimi zamanlar gafletinden yararlanmam sebebiyle evin sahibini geçiyorum. Bazen de o bana karşı çekingen davranıyor. Sonra da bana sığınmıyor.”[9]

Rabb hususunda Kur’an’ı Kerim çok hassas davranır. O, bu tutumuyla adeta müşrik Araplara, Cenab-ı Hakk’ın, tanıdıkları ve ikrar ettikleri “rubûbiyet” sıfatlarından yakla¬şarak, üzerlerinde bunca hakkı bulunan Allah’ı bırakıp, hiç hakkı olmayan hayali şeylere tapmanın manasız ve haksızlık olduğuna dikkat çekmek suretiyle vicdanları uyandırmak ister.[10]

Kur’ân’ın nüzulünden önce müşrikler her ne kadar Allah’ı tanıyorlarsa da, O’nun yanı sıra, şefaatçiler olarak bir çok rabler edinmişler ve uluhiyetin ihtiva ettiği anlamı büyük ölçüde Allah’tan alarak, kendilerinin uydurdukları sözde tanrılara vermişlerdi. Halbuki “rabb” vasfı, taşıdığı asıl mana itibariyle ancak O’na ıtlak edilmeliydi. Çünkü Allah mefhumu, gerçek rubûbiyet vasfı verilmediği takdirde, fonksiyonlarını yitirmiş uzak bir hatıra şeklinde zihinlerde kalıverir.[11]

R harfini b harfine vurmakla, devamlılık ve eklemek anlamı meydana gelmektedir. Aslında kelimenin anlamı ıslahat (düzeltmek), sarılmak ve eklemektir. Düzeltmek, sarılmak ve eklemek manalanyla bu kavram, eğitim manasını içermektedir. Eğitim faaliyetinin olduğu yerde düzelme, benimseme ve gelişme vardır. Sarılma benimsemeyi, ekleme de gelişmeyi ifade etmektedir.

Rabbe” fiili sözlükte hâkim olmak, sahip olmak, kontrol etmek, besleyip büyütmek, yetiştirmek manalarına gelir.

Bazıları terbiye kelimesini rab’den türetmektedir. Reba fiilinin masdan terbiye’dir, ama rab kelimesinin masdarı terbiye değildir. Reba ‘artış’ manasına geldiği için, faize riba denmektedir. Rab ile riba, ‘artma’ manasında buluşmaktadır. Onun için ‘terbiye’nin rab’den geldiğini söylemektedirler.
Rab kelimesinin Kur’an’daki manaları:

1- Yaratma: Halik (yaratıcı) sıfatı, Allah’ın rab sıfatı içinde yer almaktadır. “Âlemlerin rabbi” ifadesinin birincil manası, “alemlerin yaratanı”dır. Rab kelimesinin ya¬ratma manasına geldiği -Hz. Yusuf un lisanından- şöyle dile getirilmektedir:

“(Rabbim! Bana iktidar bahşettin ve hadiselerin tevilini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan!” [12]

Burada rab kavramının içine (fatıtr=yaratıcı) sıfatını koymuştur. Şu ayetler de bu anlamdadır:

“Firavun, ‘Rabbiniz kim ey Musa’ dedi. Musa da, ‘Rabbimiz herşeyi yaratan ve sonra da hidayet edendir’ dedi.”[13]

Ayetlerden anlaşılacağı gibi Firavun rabb’ın ne anlama geldiğini sormuş, Hz. Musa da Rabbi tanımlarken; “Her şeyi yaratan ve doğru yolu gösteren” demiştir. Böylece rab kelimesinin içine hâlıklık (yaratıcılık) sıfatını da koymuştur. Hidayet eden, yani doğru yolu gösteren demekle de, rabbin eğiticilik manasına işaret etmiştir.

Firavun’un bu sorusu şu ayette de geçmektedir:

Firavun dedi ki: “Alemlerin rabbi dediğin de nedir?” Musa cevap verdi: “Eğer işin gerçeğini düşünüp anlayan kişilerseniz, göklerin, yerin ve arasındakilerin rabbidir.“[14]

Daha sonra Hz. Musa, Allah’ın kendilerinin ve evvelki atalarının, doğu¬nun, batının ve arasındakilerin rabbi olduğunu söylemiştir. Görülüyor ki bu ayetlerdeki rab kelimesi, ‘yaratan’ anlamına gelmektedir.

Rab dendiğinde -ilk önce- göklerin, yerin, doğunun, batının, arasındakilerin ve insanların yaratanı akla gelmelidir. Onun için Fatiha: 1/2’deki “rabbi’1-alemin” ifadesi, “alemlerin yaratanı” şeklinde anlaşılabilir. Fakat rab kelimesinin manası bundan ibaret değildir.

2- Yol gösterme: Yüce Allah’ın hidayet etmesi/doğru yola iletmesi, rab sıfatının kapsamına girmektedir. ‘Yaratıcı’ sıfatı ile ‘hidayet edici’ sıfatı, rab sıfatından doğmaktadır. Rab sıfatı, her ikisini de kapsayacak kadar geniş bir faaliyet alanına sahiptir. Hidayet etme ile rablığın ilişkisini şu şekilde ifade etmek mümkündür: Allah sadece yaratmakla kalmayıp aynı zamanda yarattıklarına yolunu ve izini de göstermekte; onları asla başıboş bırakmamaktadır. Daha açık ifade ile Allah iki tür varlık yaratmıştır:

Akıl sahibi olan varlık ve akıldan yoksun olan varlıklar. Akıl sahibi varlıkları, akıllarını, düşünme ve yeteneklerini kullanma kabiliyeti vermek suretiyle hür ve irade sahibi kılmış; akıl ve iradenin yanlış yolda kullanılabileceğinden ötürü de onlara kitaplar indirmiş, peygamberler vasıtasıyla hidayet yolunu da göstermiştir. Akıl vermeyip mesul tutmadığı varlıklara da vazifesini gösterip öğretmiştir. Bu nedenle fâtır sıfatı içerisinde hem yaratma, hem de yol gösterme anlamı vardır.

Bütün varlıkları yaratan Allah, kimilerine vazifesini, kimilerine de gideceği doğru yolu göstermiştir, ki buna hidayet denmektedir. Bu ise, eğitimin ta kendisidir. Bu durumda Fatiha: 1/2’deki “Âlemlerin rabbi” ifadesine “alemlere hidayet eden” manasına vermemiz mümkündür. Onun içindir ki Hz. Musa Taha: 20/50’de, yaratma faaliyetinden sonra -Rabb için- “Sonra hidayet edendir” demiştir. Böylece rab sıfatının iki anlamı ortaya çıkmaktadır: yaratmak ve hidayet etmek.

3- İlah: Rab kavramının diğer bir anlamı da ilah ‘tır.[15]

Ve size, ‘Melekleri ve peygamberleri rabler (ilahlar) edinin’ diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?” [16]

Buradaki ilah manasına gelen rab, sebeplerin sebebi, kulların ihtiyaçları¬nı gideren anlamını ifade etmektedir.

4- Sahip, efendi, idareci:

Rab kavramı insana izafe edildiği zaman sahip, efendi manalarına gelmektedir. Allah’a izafe edilince, sahip (mâlik) manasını kazanmaktadır. Şu ayette sahip ve efendi manalarına gelmektedir:

Onlardan kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: “Beni efendinin yanında an!” Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla birkaç sene daha zindanda kaldı”[17]

Bu ayette rab kelimesi, iki defa geçmekte ve ikisinde de siyasî erki elinde bulunduran kişi, sahip ve efendi anlamına gelmektedir.

O zaman Fatiha: 1/2’deki “Âlemlerin rabbi” ifadesine, “Alemlerin sahibi” manasını verebiliriz. İsfehânî de, Yusuf: 12/23’deki rab kelimesini, melik anlamına almıştır.

5- Eğitmek-öğretmek: Rab kelimesi rabbâniyyûn şeklinde kullanılınca, çeşitli manalara gelmektedir:

Hiçbir insanın Allah’ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra insanlara: ‘Allah’ı bırakıp bana kul olun!’ demesi mümkün değildir. Bilakis şöyle der: ‘Okumakta ve öğrenmekte oldu¬ğunuz kitap uyarınca rabbaniler olun!”[18]

Ayette geçen rabbaniler kavramı, Rabbe/Allah’a mensup insanlar demektir. Bir insan nasıl Rabbe mensup olabilir? Ayet, bunun, bilgi ile okunan ve öğrenilen kitap sayesinde, eğitim ve öğretimle gerçekleşeceğini söylemektedir. Kitabı öğrenen ve tatbik eden insan, gelişerek Rabbe mensup hale gelir.

Demek ki rab, yavaş yavaş gelişip, kemale ulaşmak veya ulaştırmak manasına da gelmektedir. Bilgi ile insanın ulaşacağı, nihaî olgunluk seviyesini ifade etmektedir. Hem o seviyeye giden gelişmenin, hem de seviyenin kendisi olmaktadır. Başka bir ifadeyle rab, hem eğitim-öğretim faaliyetinin kendisini, hem de Allah’a mensubiyetin doruk noktasını ifade etmektedir.

Rabbâniyyûn ve ribbiyyûn kavramları aynı manada olmakla beraber, bi¬rincisi ilim adamları, ikincisi ise Allah’ın erleri anlamını ifade etmektedir.

Rabbâniyyûn kavramını İsfehânî şöyle açıklamaktadır: Allah’a mensup din ve ilim adamları manasına gelen bu kişiler, ilmi, hâkim gibi geliştiren kimselerdir. Bunun anlamı, onlar bilgi ile nefislerini terbiye edip geliştirirler. Rabbani olan kişi, nefsini bilgi ile terbiye ederek geliştirdiği için ilmi, ilmi geliştirdiği için de şahsiyetini geliştirmiş olur.[19]

Râzî pek çok kişinin rabbâniyyûn kavramı hakkındaki görüşlerini nakletmektedir:

Sîbeveyh, Allah’ı bilmek ve o’na devamlı itaat etmek; Müberret, insanlara ilim öğretip, onları eğiten ve onların durumlarıyla ilgilenen kimse; İbn Zeyd “insanları eğitip yetiştiren; Ebû Ubeyde, öğrenen, öğrendiği ile amel eden, hayır yollarını başkalarına öğretmekle meşgul olan manalarına almaktadırlar.[20]

Bütün bu görüşlerle İsfehânî’nin görüşünü bir araya getirirsek, bir eğitim ve öğretim faaliyetiyle karşı karşıya kaldığımızı anlamakta gecikmeyiz. İsfehânî, kavramı eğitimin psikolojik boyutuna göre manalandırırken, diğerleri öğrenmek ve başkalarına öğretmek şeklinde yorumlayarak, onun sosyolojik boyutunu gündeme getirmişlerdir. Çünkü İsfehânî, rabbâniyyûn kavramımı açıklarken, onu, dışarıdan bilgiyi alıp kendi nefsini, yani şahsiyetini onunla geliştirip, oradan tekrar bilgiyi dışa vuran adam olarak görmektedir.

Diğerleri ise, bu kavrama, bilginin bu içselleşmiş halinden daha çok, öğrenme, öğretme ve itaat etme anlamlarını yüklemektedirler. Hepsinin ortak noktası, öğrenmek, öğretmek, geliştirmek manalarına yer vermiş olmalarıdır.

Rab kavramının içinde, öğretmek, eğitmek ve geliştirmek anlamları vardır. Bütün bunların bilgi ile olacağı gerçeği de ifade edilmiş olmaktadır. Rab kavramının eğitim ve öğretim manası ele alınınca, şu soruyu sormamız gerekiyor: İnsan, kendi şahsiyetini ve bilgiyi ne ile geliştirir? Bu sorunun cevabını şu ayette bulmaktayız:

“Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde rabbaniler olun.” [21]

Bu ayet, insanların, öğretim ve tedrisat denen eğitimle gelişip rabbe mensup kimseler olabileceğine işaret etmektedir. Gerçek vahiy olan Kur’an’ı iyice öğrenip, tetkik edip, ondaki sırları açıklamak ve başkalarına öğretmekle, hem ferdin hem de toplumun gelişimi temin edilmiş olacaktır. Genelde bu ayet, daha çok eğitimin öğretim boyutunu gündeme getirirken, şu ayet eğitim boyutuna dikkat çekmektedir:

Rabbâniyyûn ve ahbâr, onları günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten men etselerdi ya! İşledikleri fiiller ne kötüdür.” [22]

Bu sefer de, rabbânîler’in, toplumu yalan ve haram lokma yemekten menetmeleri, uyarmaları ve eğitmeleri, bu kavrama mana olarak yüklenmekte¬dir. Bu faaliyet ise, eğitimin alanına girmektedir.

Hz. Yusuf rab kavramına şu manayı yüklemektedir:

Ey Rabbim! Mülkten bana verdin ve bana olayların yorumunu öğrettin.” [23]

Demek ki rab, iktidar veren ve sosyal olayların yorumunu öğretendir. Böylece rab kelimesinin siyasî ve öğretim boyutu ortaya çıkmış olmaktadır. Yüce Allah, rablık sıfatı gereği Hz. Yusuf’u yetiştirirken, ona sosyal olguların ve olayların yorumunun nasıl yapılacağını öğretti. Bu bir öğretim faaliyetidir.

Bu üç manadan hareketle Fatiha: 1/2’deki “rabbi’l-alemin” ifadesine “Alemleri yaratan, yol gösteren ve öğretip eğiten” şeklinde mana verebiliriz.

6- Veli: Rab kavramının özünde yer alan diğer bir mana da arka çıkmak, sahip olmak manalarına gelen veli’dir. Veli kavramının sözlük manalarından hareketle rab isminin sırlarını açabiliriz: “Yanında olmak, yakın olmak, bitişik olmak, takip etmek, dost olmak, terbiye etmek, idare etmek, yola getirmek, yardım etmek, desteklemek, korumak, Allah’a yakın olmak, aziz adam” manalarına gelmektedir. Hz. Yusuf bu manaları, veli kelimesiyle rab sıfatına yüklemektedir:

Ya Rab! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin.” [24]

Bütün bu manaları Hz. Yusuf, veli kavramı ile Rabbe bağlamakta ve onun anlamının ne olduğunu göstermektedir.

Peki sahip çıkmak ne ile olacaktır? Bu sorunun cevabını da yine Hz. Yusuf vermektedir:

Beni müslüman olarak yaşat ve öldür ve beni sâlihler arasına kat.” [25]

Müslüman olarak yaşatmak ve öldürmek, salihlerle beraber olmasını temin etmek velîiliğin gereği olduğu gibi, rablığın da işlevleri arasındadır. ‘Eğitmek’ manasıyla rab, yukarıdaki işlevleri bir insana temin etmekle ona sahip çıkmış olmaktadır. Bir insanın müslüman olarak yaşayıp ölmesini ve hayatı boyunca iyi insanlar arasında yer almasını sağlamaktan daha iyi sahip çıkma olur mu? Hz. Yusuf Allah’a “Sen benim velimsin” derken, O’ndan bu isteklerde bulunmaktadır.

Yusuf: 12/101 ayetini dikkate alırsak şöyle bir durum ortaya çıkar: Rab, iktidar veren, yaratan ve insanı müslüman olarak yaşatan ve iyilerin arasına koyup, sahip çıkan velidir. O zaman tekrar Fatiha: 1/2’deki “rabbi’l-alemin” ifadesine dönersek, ibareye “Alemleri yaratan, yol gösteren, öğretip eğiten ve sahıp çıkan” manasını verebiliriz.

7- Şeref sahibi olmak: Şeref manasına gelen izzet kavramı, rab sıfatının içinde vardır.

“Senin şeref sahibi Rabbin, onların verdikleri sıfatlardan uzaktır.”[26]

Aslında eğitim insanların ruhlarını zenginleştirip şekillendirerek, kafalarına bilgi, gönüllerine sevgi aşılayarak onlara şeref vermektedir. Allah’a “âlemlerin rabbi” demek, O’nun, âlemleri yaratmakla, eğitip öğretmekle, sahip çıkmakla onlara şeref verdiğini ifade etmektir. Çünkü insanı bilgilendirip doğru davranışa yönlendirmekle, ona şeref vermiş olmaktadır. Demek ki eğitici manasıyla rab, insanları eğiterek onlara kendi şerefinden vermektedir. İzzetin tamamı Allah’a aittir, O’ndan şeref almak isteyenler, doğru bilgiye sahip olmalı ve iyi eylemler üretmelidirler. [27]

8- Af ve merhamet sahibi olmak: Bilindiği gibi cezalandırmak, affetmek ve merhamet etmek gibi eylemler, eğitimin temel öğeleridir. Bunların olmadığı yerde eğitimden bahsedilemez.

Senin affı bol olan Rabbin merhamet sahibidir. Şayet yaptıkları yüzünden onları sorgulayacak olsaydı, onlara azabı çarçabuk verirdi. Fakat kendilerine tanınmış bir süre vardır ki, artık bundan kaçıp kurtulacakları bir sığınak bulamayacaklardır.”[28]

Bu ayet bize Rabbin, affedici ve merhamet sahibi olduğunu ifade etmektedir. Allah’ın Rablık sıfatıyla ahlâklanan eğitimciler, affedici ve merhamet sahibi olmalıdırlar. Affedici ve merhamet sahibi olamayan eğitimciler, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmış sayılamazlar.

Affetmek ile merhamet bir araya gelince ne olmaktadır? Ayetin devamında bunu bulmaktayız: Yapılan yanlış davranışlardan dolayı hemen cezalandırmamak, değişme ihtimalini bekleyerek, onlara bir mühlet tanımak.

İnsanların pek çoğu değişimi hemen yapamazlar; onların ancak belli bir süreçte değişme ihtimâlleri vardır. Eğitim biliminde buna “beklenti içinde olma süreci” denmektedir. Rab, insanların bu özelliği nedeniyle, affedici yönüyle onları hemen cezalandırmamakta, merhamet özelliği ile onlara değişmeleri için mühlet tanımaktadır.

9- Korumak:

Daha önce velilik manasıyla rab kelimesine, sahip çıkma ve koruma manasını vermiştik. Demek ki eğitici manasına gelen rab, eğitim faaliyetini, ‘koruyuculuğu’ ile icra etmektedir.

Şu ayeti bu manada değerlendirebiliriz:

Halbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir otoritesi yoktu. Ancak ahirete inananı şüphe edenden ayırt edip bilelim diye, şeytana bu fırsatı verdik. Rabbin gerçekten her şeyi koruyandır.” [29]

Bilindiği gibi, bir eğitimin eğitim faaliyeti olabilmesi için, sonuçta bir imtihanın bulunması gerekir. İmtihan olmayan bir yerde, yapılan eğitimden faydalananların veya faydalanmayanların ayırt edilmesi mümkün değildir. İlâhî eğitimde şeytan, bir imtihan vesilesidir. Bu vesileler belli sorulara muhatap olmakla gerçekleşmektedir. İşte bu soruların cevaplandırılması şarttır.

Bazen bu soruyu Allah, ahirete inanan ile şüphe edeni tespit etmekte, yani ayırmakta kullanmaktadır. Bu imtihanı uygularken Yüce Allah, rububiyet sıfatı gereği koruyuculuk özelliğini kullanmaktadır. İşte Allah, yaptığı imtihânda başarılı olmaları için insanları şeytanın etkisinde kalmaktan korumak¬ta; koruyuculuk sıfatı ile onlara sahip çıkmaktadır. Bu manada ise “alemlerin rabbi”, alemlerin koruyucusu olmaktadır.

10- Dönüp varılacak yer:

Serkeşlik yapan evlat, döner dolaşır neticede yine anne ve babasının yanına gelir. Bu kapı reddeden ve içeri almayan bir kapı değildir. Teşbihte hata olmaz. rablık kapısı da, ne kadar serkeşlik yaparsa yapsın, insanın dönüp varacağı yerdir. O kapı ümitsizlik kapısı ve reddeden kapı değildir:

“Ve şüphesiz son varış yeri Rabbinedir.” [30]

“Doğrusu güldüren de, ağlatan da O’dur.” [31]

“Öldüren de, dirilten de O’dur.” [32]

Eğitimci, başvurulan makamı ifade etmektedir. Kul, derdini eğiticisi olan efendinin kapısında anlatacak, sorunlarını ona sunacak, gülüşünü de onun kapısında yapacaktır. Rab, ağlayanların dertleriyle, gülenlerin mutluluğu ile ilgilenmektedir. O’nun kapısı, hem ağlama hem de gülme kapısıdır.

Alemlerin rabbi” ifadesi; “alemlerin vardığı son nokta” şeklinde ifade edilir. “Rabbaniler olun” ifadesi, “Rabb’e varın, O’na ulaşın, O’nu son nokta olarak bilip, O’nu hedef ve amaç edinin!” anlamına gelir.

Rabbu’l-‘Âlemîn: Rabbu’l-‘âlemîn, Allah’ın sıfatıdır. Bu terkibin dilimizde herkes tarafından bilinme¬sinden dolayı tercüme edilmesine gerek yoktur. Bunu “âlemlerin rabbi” şekline sokmak mümkün ise de bunda fazla bir açıklık olmamakla beraber “lam”daki umumîlik, bilinen bir fert ile Allah’ın birliğini anlatan belirli bir isme izafet manaları noksan kalacaktır.

Bu deyimi, “bütün âlemlerin ve parçalarından her birinin bilinen yegâne rabbi” diye açıklamak ise, kısa ve öz anlatım yerine sözü uzatmak olacaktır. “Âlemlerin rabbi” demek ise bu sakıncalarla beraber aslına da uygun olmaz. Çünkü Kur’ân “rabbi’l-‘avâlim” demiyor, “rabbü’l-‘âlemîn” diyor ve bununla özellikle akıl sahibi varlıkları üstün tutarak onların dikkatini çekiyor. Çünkü “âle”, “âlemûn” gibi sağlam çoğullar, akıllı varlıklara ait olduklarından dolayı bunun meali, “bütün âlemlerin ve bütün parçalarının ve özellikle hepsinden üstün olan akıllı varlık âlemlerinin yegâne rabbi” demektir.

Bakara Sûresi’nin başında “huden lil muttakîn” (muttakîler için yol göstericidir)[33] ayetin¬den anlaşılacak olan bu öz işaretin, Kur’ân’ın inmesinin hikmetini göstermek itibariyle Fatiha’nın ba¬şında bulunması çok önemlidir.

Alemlerin rabbi denince, her insan kendi görebildiği kadar ol¬sun bütün alemlere, zihnînden bir geçit resmi yaptırır. Bunu yaptı¬rınca mutlaka terbiye kanunu gö¬rür, bu kanunun her şeyde devre¬ye girdiğine şahit olur. Demek ki biz, Rabbimizi, alemlere bakmak¬la bileceğiz. Fakat alemleri de an¬cak onunla bağlantı kurarak tanıyabileceğiz. (M.H. Elmalı tefsir)

[1] Kurtubî, Camiu’l-beyan, 1/133.

[2] Yıldırım, a.g.e., s. 83.

[3] et-Taberî, Ebû Ca’fer Mııhammed, Câmi’u’l-Beyân an Te’vili’l-Kur’ân. Mısr, 1968, 1, 141.

[4] Ulutürk, Veli, Kur an’ı Kerim Allah ‘ı Nasıl Tanıtıyor, İzmir, 1985, s. 92.

[5] İbn Fâris, Mekayisu’l-luga., II, 381, 382, el-İsfahânî, a.g.e., 269, 270; İbn Manzûr, a.g.e., I, 399.

[6] İbn Faris, a.g.e., a.y.

[7] a.g.e., II, 382.

[8] İbn Manzur, a.g.e., I, 400.

[9] el-A’şâ, a.g.e., s. 148.

[10] Ulutürk, a.g.e., s. 9.

[11] Yıldırım, a.g.e., s. 84.

[12] Yusuf: 12/101.

[13] Taha: 20/49-50.

[14] Şuara: 26/23-24.

[15] Âl-i İmran: 3/80; İsfehânî, Müfredat’ta bu manayı vermektedir.

[16] Âl-i İmran: 3/80.

[17] Yusuf: 12/42.

[18] Âl-i İmran: 3/79.

[19] İsfehânî. age, s. 184.

[20] Razi. age, VI/424-425.

[21] Âl-i İmran: 3/79.

[22] Maide: 5/63.

[23] Yusuf: 12/101.

[24] Yusuf: 12/101.

[25] Yusuf: 12/101.

[26] Saffat: 37/180.

[27] Fâtır: 30/10.

[28] Kehf: 18/58.

[29] Sebe: 34/21.

[30] Necm: 53/42.

[31] Necm: 53/42.

[32] Necm: 53/44.

[33] Bakara: 2/2.

**********************************************************

Er RAB

Rabb; yeryüzünde yarattığı her canlıyı yaratan ve yarattıklarının hayat programını çizen, her varlığın kulluk programını belirleyen demektir. Rabb, kişiye yaptığını yaptıran, yapmayıp terk ettiğini terk ettiren demektir. Rabb, terbiye eden, düzenleyen, besleyen, büyüyen, sahip olan demektir.
Rabb, kişinin hayat programını belirleyen varlık demektir. İnsanın hayat programını belirleyen kimse onun Rabbidir. İnsan kimin arzularını gerçekleştiriyorsa, kimin dediği gibi yaşamaya çalışıyorsa onun Rabbi odur. Rabb, insanın hayatına hâkim olan, hayatında etkili olan, yaptıklarını yaptıran, yapmadıklarını da yaptırmayan güçtür. Şöyle giyiniyor veya böyle giyinmemeye çalışıyoruz. Kim dedi bunu? Kimi razı etmek için böyle yapıyoruz?

Yani öyle, ya da böyle giyinirken bunun yaptırıcısı kimse, o konuda Rabbimiz odur. Moda mı? Toplum mu? Çevre mi? Âdetler mi? Töreler mi? Müdür mü? Âmir mi? Yönetmelikler mi? Yasalar mı? Yoksa Allah mı? Kim dedi böyle giyinin diye? Kimdir bize bunu yaptıran? Kimse işte, kişinin Rabbi odur.

Birine küsüyoruz yaptırıcısı kim? Allah mı? Yoksa para mı? Menfaat mi? Birini seviyoruz. Kim dedi diye? Birileriyle beraber olmaya çalışıyoruz. Kimi memnun etmek için? Filan mektepte okuyoruz. Kim dedi bunu? Evimizi şöyle şöyle tefriş ediyoruz. Kim dedi diye? Şu şu meslekleri seçiyoruz kim dedi?

Evet yaptıklarımızın yaptırıcısı kimse bizim Rabbimiz odur. Öyleyse geçen ay neler yaptınız ve kim yaptırdı bunları size? Veya dün neler yaptınız? Bugün neler yaptınız ve kim yaptırdı? Bunları düşünmek zorundayız.

İşte mü’minler bunu düşünen ve yaptıklarını Allah dedi diye yapan, Allah kitabında böyle istiyor diye yapan, Allah şu anda beni görüyor diye yapan ve yaptıklarının tümünü Allah’a lâyık olarak yapan kimselerdir.

Çünkü Allah bizim Rabbimizdir. Bizi yaratan, bizi büyütüp besleyen, bizi koruyup doyuran, bizim için yeryüzünde yasa belirleyen Rabbimiz Allah’tır. O’nun tarafından getirildiğimiz şu dünya hayatında neler yapacağımızı, neler yapmayacağımızı, O’na ait olan bu hayatımızı nasıl yaşayacağımızı belirleyen Allah’tır. Bizim günlük hayat programımızı tespit eden Allah’tır. Bizim boynumuzdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan ve çektiği yere gitmemiz gereken Rabbimiz O’dur. Gece hayatımızın nasıl olacağını, gündüz hayatımızın nasıl olacağını, aile hayatımızın nasıl olacağını, sabah kaçta kalkacağımızı, soframızda nelerin bulunacağını, nelerin asla bulunmayacağını, neleri yiyip neleri yemeyeceğimizi, nerelerden kazanıp nerelerde harcayacağımızı, çocuklarımızı nasıl eğiteceğimizi, hanımlarımızla nasıl bir münasebet kuracağımızı, onları nasıl giydireceğimizi, kılık kıyafetimizin nasıl olacağını belirleyen Rabbimiz Allah’tır.

İşte Rabbimiz sûrenin birinci ayetinde kendisinin insanların yegâne Rabbi olduğunu anlatarak kendisine sığınmamızı, kendisinin koruması altına girmemizi, kendisiyle yol bulmamızı ve tüm hayat programımızı kendisinden almamızı, kendisi için bir hayat yaşamamızı emrediyor. (BESAİRU’L KUR’AN – Ali Küçük)

****************************************************

ER RAB

Allah’ın en belirgin ve en nadide sıfatlarından biri olan Er-Rab isminin kelime manası; terbiye eden, törpüleyen, sivrilikleri kazıyan ya da göstererek ve yaşatarak öğreten gibi anlamlara gelmektedir. İlahi kitaplardan anladığımız kadarıyla insanoğlunun dünyaya gönderiliş sebebi de zaten budur.

Nitekim bunu şöyle açıklayabiliriz ki Allah, ilk insan olan Âdem (as) ve eşini, hepimizin bildiği şekliyle cennette yaratmış ve daha sonra da sembolik bir ağaca atfederek onları tüm kötülük gruplarından uzak durmaları konusunda uyarmıştır. Neticede ise onlar, o ağaca yani kötülüğe meyletmeleri sonucu cennetten uzaklaştırılmış ve dünya denilen yeryüzüne gönderilmişlerdir. Elbette ki Allah daha iyi bilir ama kanaatimizce, bunun sebebi de, insanoğlunun dünyada bazı sıkıntıları görüp geçirerek terbiye edilmesidir.

Hülasa özetle belirtmek gerekirse insanoğlu, ‘denenilen yer’ anlamına gelen dünyada, kendi kendine bazı sıkıntılar içine duçar olup, sonrada bu sıkıntılardan kurtulabilmek için çırpınacaktır. Öyle ki bu süreç, belli bir olgunluk çağına ya da ölüm vakti gelene dek, böyle devam edecektir.
İşte bu zaman diliminde de insan, kendi kendine olgunlaşıp, gerçeğin ta kendisini anlamak durumunda olacaktır. Zira bu hakikate turab denilmektedir. Bunun anlamı ise maddenin kendi kendine oluşumudur. Bu kelimenin dilimizdeki tam karşılığı toprak demektir ki insanoğlu, öncelikle toprağı andıran mevcudiyet şekliyle yaratılmış, sonra da çocukluk ve gençlik devreleri ile birlikte mal mülk sahibi edindirilerek kaya şeklinde irileştirilmiştir. Zira bu aşamadan sonra da, ona bazı sıkıntılar yüklenilerek ufalanması sağlanmış ve tıpkı toprak gibi pişirilerek olgunlaşma yoluna sevk edilmiştir.
İşte insanlığın, sırasıyla yaşadığı bütün bu aşamalar, o mükemmel sanatkâr olan Allah’ın, Rab sıfatının yani eğiticilik ve terbiye edicilik özelliğinin tezahürüdür ki Allah, fazlasının altında ezilip kalmasın diye, bu süreçte insana taşıyabileceği kadar sıkıntı yüklemiştir. Ama diğer taraftan hakikati daha çabuk kavramasını istediği bazı seçkin insanlara da, erken yaşta ve daha fazla çile bahşetmiştir ki onların bu gerçeği daha çabuk kavrayıp insanları, bu gibi konularda uyarmalarını istemiştir. İşte bu seçkin insanlarsa, şüphesiz ki peygamberlerdir. Nitekim bu konuda, en son nebi olan Muhammed (as)’ın “en çok dert ve ıstırap peygamberlere yüklenmiştir” şeklindeki ifadesi, bu tezi doğrulayıcı bir beyandır.

Zira toplumlar arasından seçilen bu peygamberler, Allah’ın rab sıfatının bir diğer özelliğidir ki bu işlevi ise Allah, belirli aralıklarla uygulama sahnesine koymuştur. Öyle ki insanların yanlışlara meylederek tıkanma noktasına geldiği zamanlarda, toplum içinden birinin, numune şeklinde seçilerek Allah adına doğruyu anlatması ve tüm toplumu ilgilendiren doğruları beyan etmesi kesinlikle şarttı. Zira öyle olması gerekiyordu ki, şüphesiz Allah da öyle yapmıştır. Nitekim Allah, peygamberlerini işte bu sebeple göndermiş ve onlar kanalıyla toplumların ıslahını sağlamıştır. Nihayetindeyse bu durum, rabbimizin terbiye ediciliğinin bir başka şeklidir.

Özetleyerek kısaca şunu belirtelim ki Allah’ın Rab sıfatı, bize kimin ne olduğunu ve akıbetinin ne olacağını, en güzel şekilde öğretmektedir. Dilerim hepimiz, bu gerçeği bu dünyada öğrenenlerden oluruz. Zira bu dünyada öğrenmeyenlere diğer âlemde bu gerçek, çok acı bir şekilde öğretilecektir. (Mehmet Akif UÇAR)

*********************************************************

“RAB”

Allah isminin özel bir sıfatıdır. Kelime manası olarak Rab; en temel anlamı ile ”terbiye etmek” demektir. Terbiye eden, ıslah eden, yetiştiren, Mürebbi (İlahi hidayetinin yolunu öğreten) manasındadır.

Buradaki terbiye etmek; bir annenin çocuğunu, bir öğretmenin öğrencisini terbiye etmesi ve yetiştirmesi manasından daha farklıdır. “Rab” isminin manasındaki terbiye; bir şeyi ilkel halinden alıp, aşama aşama hidayetine (Hakk ile Batılı ayırt eden doğru yola) ulaştıran anlamındadır, ve tüm varlıklar için geçerlidir.

“RAB”, Rubûbiyet mertebesi sahibi olan anlamındadır. Rububiyet, sözlük manası olarak, Cenab-ı Hakkın bütün zaman ve mekanlarda her türlü varlığa muhtaç olduğu şeyleri vermesi, tedbir, terbiye, malikiyet ve besleyicilik keyfiyeti olarak tanımlanmaktadır.

Rububiyet hakikati, Cenab-ı Hakkın Rab isminin manasından kaynaklanır. Rab ismi ise, her bir parçası ayrı bir âlem olan kâinatta, bütün varlıkların terbiye edilmesini ve zerrelerden yıldızlara kadar bütün âlemlerin mükemmel bir düzenle hareket ettirilmesini sağlar. Cenab-ı Hak, her şeye bir kemal noktası belirlemiş ve o nihai noktaya ulaşmak için o şeye bir meyil vermiştir. Bütün varlıklar da, o kemal noktalarını kazanmak için şevkle hareket etmektedirler. İşte, kâinatta zerrelerden galaksilere kadar her varlık taifesinin tek başına ve toplu olarak, hedefleri olan kemal noktaya olan hareketleri esnasında, Cenab-ı Hakkın onlara yardım etmesi ve manileri def etmesi, onun terbiyesinden, Rab isminden ve onun rububiyetinden kaynaklanmaktadır.

Firavun, ”Sizin Rabbiniz kim, ey Musa?” dedi.

Musa, ” Rabbimiz, her şeye hilkatini ( yaratılış özelliklerini ) veren, sonra onlara yol gösterendir” dedi. (Taha 49 ve 50)

Bir başka manada Rubûbiyet ise “ilâhî isimler diye bildiğimiz Esmâ ül Hüsnâ’nın hükümlerini aşikâre çıkartma özelliğidir. Yani Esma ül Hüsna içerisindeki isimlerin, anlaşılıp idrak edilmesi ve insanda tecelli ederek açığa çıkmasıdır. İnsanın Rabbi, varlığında bulunan, varlığını meydana getiren ilâhî isimlerden başka bir şey değildir! Ancak bu ilâhî isimler, insanda bir terkip hükmüyle (birleştirme, bir araya getirme) ve boyutlarıyla aşikâre çıkar ki; bu çıkış da, insanın varlığının kaynağı ve ta kendisidir.

Zâtını ve sıfatlarını tanıdıktan sonra, insanda ortaya çıkan tüm manaların da, ilâhî isimlerin neticesinde oluştuğunu görüp anlayabilmek, insana hakikati tanıma yolu açar. Ve insan, kendini, benliği itibarıyla, tüm varlıkta çeşitli sûretler ve mânâlar şeklinde tanımaya başlar.

İnsanın “Rabbini” bilmesi; “insan” ismiyle kastedilen varlığın, “İlâhî isimlerin bir terkibi” olduğunu bilmesidir!

“RAB” kelimesi aynı zamanda sahip olmak, babalık etmek manasında da kullanılmıştır.

Hz. İsa “ Ya Rabbi“ diye hitap etse de, bu mana yanlış anlaşılmış, cahil anlatımlarla İsa’nın babası olarak yüce Allah manalandırılmıştır. Buradaki insanların yanlışı daha sonra Kuranı Kerim’in “İhlas suresinde” açıkça anlatılmıştır. “Lem Yelid Velem Yuled” ayetinde Allah “ doğmamış ve doğurtmamıştır” olarak açıklanmıştır.

Ayrıca “RAB” kelimesi, yönetmek, toplamak, çoğaltmak, karşılıksız terbiye eden ve ihtiyaçları karşılayan manalarına da gelmektedir.
Kelime yapısı olarak “RAB” terbiye etmek manasında mastar olsa da, “RAB” isminde özne olarak kullanılmıştır. Bu Arap dilinde şu şekilde yapılanır. Herhangi bir mastara konu olan eylem, eğer eylemi mükemmel şekilde yapıyor ise mastar “isim” olur.

Bu manada terbiye etmek mastarı; “Terbiye eden” şekline dönüşmüş, “Terbiyesini mükemmel (muhteşem ) yapan” anlamında kullanılmıştır.

Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır. O’nun izni olmaksızın, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte o, Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na kulluk edin. Hala düşünmüyor musunuz? (Yunus/3)

KURANÎ ÇERÇEVEDEN “RAB” İSMİ :

Kuranı Kerim’in indiriliş sırasına göre ilk suresi olan Alak suresinin ilk ayetinde Allah : “ Yaratan Rabbinin adıyla oku! “ buyurur.

İndirilen ilk ayette “Rab” ismi mevcuttur. Ve yine son inen ayetler olan Nas suresinde de:

De ki: ” Cinlerden ve insanlardan, insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Melik’ine, insanların İlah’ına sığınırım. “ diye vahyedilir. Bu son vahiyde de Rab ismi anlatılırken Vahyin yani Kuran’ın indiriliş amacında esasın ”ilahi terbiye” olduğu aşikârdır. İlahi terbiye ise Allah’ın ”Rab” ismi ile tecelli bulur.

Kuran’da Allah ismi 2697 kez, Rab ismi ise Allah isminden sonra en fazla geçen isim olarak 962 kez geçer.

Peygamberimiz Esma’ül Hüsna ile ilgili hadisinde , ”Allah’ın 99 ismi vardır. Kim bunları ezberleyip benimserse ( ihşa etmek ) cennete girer” buyurmuştur. Bu hadiste Esma’ül Hüsna sayısı 99 olarak verilmiş olsa da, isim olarak tek tek belirtilmemiştir. Daha sonra Hadis âlimleri İbni Mace ve İbni Tirmızi’nin derlediği hadislerde listeler verilmiştir. Bu listelerde birbirlerinden farklı olup, ”Rab” ismi içermezler. 99 ismin sayısının verilip, isimlerin verilmemesi, insanın bu isimleri manaları ile beraber Kuran içerisinde arayıp bulması içindir.

Rab ismi de, Allah isminden sonra Kuran’da en çok geçen isim olduğundan, Esma’ül Hüsna içerisinde dâhil olmalıdır. Rab ismi diğer isimlerin birçoğundan farklı olarak ” -el ” ismi ile geçmez. Geçtiği ayetlerde tamlanan olarak geçer. Rabbuke, senin Rabbin, benim Rabbim veya Rabbuhum, Rabbukum, sizin Rabbiniz, onların Rabbi şeklinde geçer. Bunun manası bu ayetlerdeki Rab ifadesini okuyanın, uzak bir Allah ifadesinden kurtulup, dualarında kullandığı yakınlık ifadesi olan ”Ya Rabbi – Rabim” nidası ile benimsemesi içindir. Nihayetinde Rabbi’ni benimseyen müminde Allah’ın rububiyeti tecelli edecektir.

Yine ”Rab” ismi, Kuran içerisinde ”– ya” ( Ya Rabbi ) nidası ile sadece iki yerde geçer.

Peygamber,Ya Rabbi ! Kavmim şu Kuran’ı terk edilmiş bir şey haline getirdi.” dedi. ( Furkan 30)

Onun ( Muhammed’in ) ”Ya Rabbi!” demesine and olsun ki, şüphesiz bunlar iman etmeyen bir kavimdir. ( Zuhruf 88 )

Bu iki ayette de Peygamberin dilinden şikâyet anlamında kullanılmıştır.

ALEMLERİN RABBİ (RABBÛL ALEMİN)

Kuran’da 42 kez geçer. İsim tamlamasına giren, Âlem ile izafet tamlamasına giren tek isim “Rab” ismidir. Âlem, varlıkların tümü, ya da varlıkların ait oldukları âlemlerin her birine verilen özel isimdir. Sayısı ancak Allah katında bilinen kadar âlemler vardır.

İnsan olarak içinde yaşadığımız evrende bazıları görünür, bilinir. İnsanlar âlemi, hayvanlar âlemi, bitkiler âlemi, yıldızlar âlemi bu âlemlere birer örnektir. Yine varlığı Kuran’da belirtilen ama gerçek bilgisi Allah katında saklı olanlardan ise, Melekler âlemi, Cinler âlemi, Ruhlar âlemi gibi âlemleri biliriz. Tabi yine sadece Allah katında bilinen, var olan nice başka âlemlerde mevcuttur. Fakat bunların bilgisi insan bilgisinin üstündedir. Çünkü İnsan bilgisi, Allah’ın insana öğrettiği bilgi miktarı kadardır. Yani sınırlıdır. Sınırsız olan ise sadece yüce Allah katında olan bilgidir.

Zaten Âlem kelimesinin köküne baktığımızda, kelimenin Arapça olmadığını görürüz. Arapçanın ait olduğu Sami dil ailesindeki, başka dillerden ve muhtemelen Süryanice veya İbranice ’den alınmış bir kelime olduğu söylenebilir. Arapça olsa idi âlemler ifadesi “Alaim” olarak belirtilebilirdi. Oysaki Âlemin kelimesinin tam manası ; “Sonsuz zaman” manasına yakındır. Buda sonsuz sayıda âlemin Rabbi, ve sonsuz sayıda Âlemin bilgisinin Allah katında olduğuna işaret olabilir.

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’adır. (Fatiha/1)

Semaları ve arzı altı günde yaratan, muhakkak ki sizin Rabbiniz Allah’tır. Sonra arşa istiva etti. Gündüz, onu süratle talep eden (takip eden) gece ile örtülür. Ve güneş ve ay ve yıldızlar O’nun emrine musahhardır (boyun eğmişlerdir). Yaratma ve emir O’nun değil mi? Âlemlerin Rabbi mübarektir, şanı yücedir ” (Araf/54)

(Musa A.S): “Eğer yakîn (hasıl ederek) inananlarsanız; (O), göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir.” dedi. (Şuara/24)

ARŞIN “RABBİ”

Yüce Allah’ın göklerden öte bir Arş makamında rububiyet tecellisi ile tüm varoluş ve kâinatı yönetir. O makam onun bilgisinde olan, insanın bilmediği bir makamdır. Orada tüm iş ve oluşlar, Tüm yaratılış ve tüm kâinat ve onlara ait kurallar yönetilir. Yani Rububiyetinin yönetim yeridir. Arş makamının da Rabbi Allah’tır.

”Göklerin ve yerin de Rabbi olan arşın Rabbi, onların vasıflandırdıkları şeylerden münezzehtir.“ (Zuhruf/82)

”O Allah ki, arşıl azîm’in Rabbidir. O’ndan başka İlâhyoktur” (Neml/26 )

De ki: “Yedi kat göklerin Rabbi ve arşil azîmin Rabbi kimdir?” ( Müminun/86)

”Bundan sonra eğer onlar dönerlerse, o zaman onlara şöyle de: “Bana, Allah yeter (kâfidir), O’ndan başka ilâh yoktur. Ben, Allah’a tevekkül ettim (güvendim). Ve O, azîm arşın Rabbidir.“ (Tevbe/129)

İNSANIN VE İNSAN SOYUNUN “RABBİ”

İnsan Allah’ın şaheseridir ve onun için Hazrettir ve Hazreti İnsan olarak nitelendirilir. Allah mahlûkat ağacının hem tohumu hem de meyvesi kılmıştır insanı. İnsanın anlamadan diğer hiçbir şeyi anlayamayız. Onun içim İlim ekolümüz insana “küçük âlem” kâinata da “büyük âlem” demiştir. Kâinatın küçülmüş, sıkılmış ve özü çıkarılmış hali insandır. Aynı zamanda insanın açılmış ve büyütülmüş hali kâinattır.

İnsan Kainatın gözbebeğidir. Çünkü Allah’ın rububiyetinin en büyük tecellisi insandadır. Âlemi Meleküt ile Âlemi Mülk arasındaki muhteşem varlıktır. Hatta bir tarafında Melekleri aşan vasfa sahip olan varlıktır insan. Kuranda Meleklerin insana secde etmesi istenmiş olması bundandır. Diğer bir tarafıyla da madde âlemine aittir.

Elementlerin tamamına yakınını vücudunda taşır. Canlı varlık olarak ta hem hayvan, hem de bitki özelliklerini taşır. Yani âlemlerin çoğunun özellikleri temsil eder, taşır. Tüm özellikleriyle muhteşemdir ve Hazreti İnsandır. Ve insana Yüce Allah, hem hayatı hem de ölümü vermiştir.

”O’ndan başka İlâh yoktur. Diriltir ve öldürür. Sizin ve evvelki (sizden önceki) babalarınızın Rabbidir.“ (Duhan/8)

DUA

Ey güneşin ve Ay’ın Rabbi! Ey rüzgârın ve yağmurun Rabbi! Ey doğunun ve batının Rabbi! Ey gecenin ve gündüzün Rabbi! Ey yerin, göğün ve ikisi arasındakilerin Rabbi! Ey âlemlerin Rabbi! Ey benim Rabbim! Ey terbiye eden! Ey edep Veren! Ey Rabb!

Bütün kâinatın Rabbi Sensin Allah’ım; Bütün hamdlar Sanadır! Bizi bir damla sudan yaratan ve şekil veren Sensin Rabb’im! Bütün hamdlar Sanadır! Bize hayat veren; Bize ruh veren; Bize kalp veren Sensin Rabb’im! Sanadır bütün hamdlar!

Ey öncekilerin ve sonrakilerin Rabbi! Ey dünyanın ve Ahiretin Rabbi! Ey hayatın ve ölümün Rabbi! Ey her şeyi ölçüyle Yaratan! Ey yol Gösteren! Ey terbiye Eden! Ey mülkünde ortağı Olmayan!

Rabbim, bize emanet olarak verdiğin evlatlarımızı, en güzel şekilde terbiye etmemizi nasip et! Senin bizi koruyup gözettiğin gibi Rabbim; Bizim de evlatlarımızı korumamızı nasip et! Hayır için teşvik etmemizi nasip et onları! Kur’an’ı öğrenen ve öğretenlerden olmalarını nasip et Rabbim! Ayaklarının Senin dosdoğru yolun üzerinde sapasağlam durmasını nasip et!

İlim ehli olmalarını nasip et evlatlarımızın Rabbim! Evlatlarımızı ve onların soyundan gelecekleri Namaz kılanlardan eyle! Terbiye eden Adınla Rabbim; Onlara güzel bir ahlâk nasip eyle!

Edep nasip eyle evlatlarımıza Rabbim! Evlatlarımızı doğruların önderleri yap!

Ey semavatın Rabbi! Ey maşrıkın ve mağribin Rabbi!

Ey yüce arşın Rabbi! Ey bütün mahlûkatın Rabbi! Ey benim Rabbim! Sen Rabb’sın! En büyük terbiye edici Sensin Rabbim! Rabbim! Münkerden alıkoyan namazla terbiye et ruhumu benim! Nefisleri terbiye eden Oruçla terbiye et Rabb Adınla beni! Sırf Senin rızan için kılanlardan Namazını ve Orucunu sırf Senin rızan için tutanlardan eyle beni Rabb Adınla Rabbim!

Bir kapı aralanacak bir sabah belki; Belki buğulu aynalarda kaybolacak yüzüm bir sabah. Uçsuz bucaksız çöle bütün pırıltısını seren bir güneş gibi belki; Bir nur doğacak penceremden. Esrarlı bir âleme doğru çıkarken son yolculuğumda, Belki korkacağım! Ve toprağa konulurken bedenim bir gün; Orada, yalnız olmadığımı anlayacağım! İşte o gün Rabbim; İşte o gün; Tek başıma, yapayalnız gelirken senin kapına; Meleklerin “Rabbin kim?” diye sorduğunda; Bütün ruhumla Rabbim; Bütün ruhumla “ALLAH” dememi nasip et bana! Âmin! Âmin! Âmin! V’el hamdülillahi Rabbil Âlemin! (esmavedua)

***************************************************************

Rab isminin üzerimizdeki tecellisi nasıl oluyor?

Rab ismi doğrudan zata bakar rahman isminden müştak olan ve ayrılan bu isim terbiye edici manasındadır. Bu ismin terbiye ediciliğini varlıkta kıyasen ifade etmek ve sıralamak, anlatmak tam anlamı ile olması imkânı yoktur. Bu anlatım ve ifade dahi o terbiyenin altında gerçekleşecektir.
Her ne kadar Rab isminin tasarrufları tam manası ile açıklanamasa dahi nelerin bu ismin tasarrufu altına girdiğini açmak ve irdelemek de fayda vardır ki ”rab isminin varlıkta ki etkisi, doğru ifade ile tasarrufu nasıldır” dendiği zaman akılda acabalar oluşmasın.

Ama o kısma geçmeden önce yakîn kardeşimin güzel açılımına bir katkıda bulunmak istiyorum; Evet üstadın ifadesinde de olduğu gibi “Kâinatın her bir âleminde, her bir taifesinde, esma-i Hüsna’dan bir ismin unvanı tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir. Başka isimler orada ona tabidirler, belki onun zımnında bulunurlar.” “İsimler birbiri içinde görünüyor.” (Sözler/24.Soz) dir.

Zaten her bir esma ayrı bir âlemde denebilir. Efendimiz aleyhisselam için âlemlerin sultanı denirken bu isimlere en azam derecede muhatap olması ya da bu isimlerin en azam derecede tasarruf etiği bir müşahhas kıymet kazanmış olması sebebi ile de denmiş olabilir zira Esmalardan başka ya da Esmaların ortaya koyduğu sahnelerden başka bir ortam yada alem yoktur.

Her bir taifede esma i hüsnadan başka bir unvanın tasarruf etmesi ise; Mesela nimetlendiğimiz taife de Rezzak ismi en azam derecede tasarruf eder ama rızıklandığımız şeylerde tekvin- yaratma / sani- sanat / mülevin-renkler / âlim-ilim / hâkim-hüküm, sahip vs gibi daha pek çok esma i ilahiyi barındırır. Ama ön plana çıkan ise Rezzak’tır.

Çiçeklerde ise cemali esmaları müşahede ederiz onlarda ön plana çıkan cemil ismidir ki güzellikleri ile enzarı nazara sunulurlar ve onlarda da renginde dalında büyüyüp gelişmesinde ölmesinde vs safhalarında farklı farklı esmaları görür müşahede ederiz. Mesela bazı tabii kanunlarda vardır ki celali esmaları tazammun eder. Celal ya da Kahhar ve Dar isimleri ön plana çıkar ki bunlarda depremler, sellere, hortumlar, kıtlıklar vs gibi.
Gene bu oluşumlar içinde de farklı Esmaların cemi vardır ama ön plana çıkan ve başka isimlerin kendisine tabi olduğu isimler Celalin, Kahharın, Dar ın ve de belki de Müntakim’in ön plana çıktığı hadiselerdir.

Üstadın bu ifadesinin insandaki tasarrufu ise her insanda ayrı ayrı ortaya çıkar. Bir insan çok güzeldir onda cemal ismi ön plandadır kimisi sanatkârdır Sani ismi ön plana çıkar kimisi ilim ehlidir ‘Alîm ismi kiminin hafızası çok güçlüdür Hafîz ismi vs gibi bir isim ön plana çıkar ve diğer isimler ondan sonra gelir tasarruf cihetinde. Bunlar bizlerin rahatlıkla Esmalara vereceğimiz yanlardır.

Birde Celali Esmaların ön plana çıktığı kimseler vardır.

Onlarda tarih de katliamları, vahşetleri ve de iç burkucu olayların neticeleri ile anılır tanınırlar ve bunlarda da ön plana çıkan celali esma tasarruflarıdır.

Burada gene farklı bir husus; Kimde hangi esma ön plana çıkar ise çıksın ve dünya hayatında ne gibi neticeler ortaya koyar ise koysun imtihana tabii olan ruh esastır ki o haller içindeki niyeti keyfiyeti ve mayalarında ki tasarrufu kişinin akıbetini belirler. Ne Neron ne Karl ne de Marks; Neron, Karl, Marks olarak gelmeyi istemedi. Ona o kimliği ALLAH cc tayin etti ve onu o vasıf ve kimlik altında imtihan etti. Ama vicdanda ve akla sunduğu teklifler ile de sürekli ihtira etti ve sürekli imtihana tabii tuttu ve o kişilerin akıbetleri de akıl planına vicdana sunulan o sinyallere göre şekil alan meyelanına (meyline) göre netice bulacak. Çok farklı bir boyut olsa da gene esma i ilahi dairesi içinde kaderi, cüz’i iradeyi, meyelandaki tasarrufu çok geniş boyuta içine alan ciddi bir konudur.

Bütün bunların Rab ismine tabii olması hususunda ise;

Rab isminin doğrudan zata bakması ve rahman isminden müştak olup terbiye edici olması hasebi ile yani tasarruf da bulunan her esmanın tasarruf sınırlarını belirlemesi ve çizmesi sebebi ile Rab ismine bakarlar.

Rezzak ismi şerifi rızıkta ne kadar ne surette tasarruf edecek ve bunların mahiyetleri ne surette olacak gene Basir ismi hangi varlık da ne surette ve boyutta bir görme şeklinde tasarruf edecek, Semî’ ismi hangi varlık da ne surette ve boyutta bir duyuş şeklinde tasarruf edecek vs. Bütün bunların en altı limit ve en üst limit ve bu ikisi arasındaki tonlamalar veya her ne şekilde bir mahiyet içinde olması gerekiyor ise bütün onların sınırlarını belirleyen olması hususiyetlerini havi olması sair esmaları Rab ismine bakan isimler olarak gösteriyor.

Birde yakin kardeşimiz; Yani “Her ismin tecellisi, Rab isminin zımmından geliyor.” demiş; Bu ifade uzak düşüyor gibi. Yani bu şekilde ifade açılması, izahı ve doğru şekilde anlaşılmasını zorlaştıran bir ifade gibi.

Her isim zata bakan yönü ile haktır ama ALLAH cc ismi içinde haktır ve her biri ayrı ayrı tasarruf eder. Bu isimlerin varlığı ALLAH cc ın varlığı ile kaimdir ve bu isimlerin tasarrufları zata bakan yönü ile haktır ve Rab ismi, doğrudan ALLAH cc ismi içinde olan ve bu özelliği ile sonsuz tasarruf keyfiyetine sahip olan diğer tüm isimlerin o sonsuz tasarruf istidatları ile ortaya konması değil de belirli bir sınır ve daire içinde tasarrufunu düzenleyen bir isimdir Rab ismi.

Aslında bu konuda bazı satırlara da değinmek istiyor idim fakat zamanım kısıtlı İnşaAllah konunun devamında aktarmaya çalışırım. Selam ve dua ile.

*************************************************************

RAB

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hamd, yalnız âlemlerin Rabb’i olan Allah’a aittir.” (Fatiha/2) Hz. Abbas rivayet ediyor: Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu işittim: “Allah’ı Rab, İslâm’ı din ve Muhammed’i de peygamber olarak kabul eden, imanın tadını almıştır.” (Müslim, 34; Beyhakî, a.g.e., s. 73-74.)

el-Halîmî Rab kelimesinin anlamı hakkında der ki: “Rab, yarattığı her şeyi olgunlaştırıp onu takdir ettiği kemale erdirendir. Buna göre; O, spermayı bel kemiği ile kaburgaların arasından çıkarıp anne rahminde döllendiren, sonra onu bir kan pıhtısı hâline, ardından da bir et parçasına dönüştüren, sonra onu kemik hâline getiren, sonra kemiğe et giydiren, sonra anne karnında bedenine ruh veren, sonra onu başka bir varlık olarak küçük ve zayıf bir halde annesinin karnından çıkaran, sonra büyüyünceye kadar onu çocukluk ve gençlik gibi çeşitli evrelerden geçiren, ardından olgunlaştıran, sonra ihtiyarlatan ve bu dünya hayatına son veren varlıktır.

Allah’ın yarattığı bütün varlıklar böyledir. Doğar, büyür ve ölürler. Bu süreçte onları ayakta tutan ve kendilerine hayat veren O’dur. Allah kendisinin belirlediği şekilde her varlığa bir biçim vermiştir. O, insanların bedenlerini dilediği şekilde yaratan, onlara bir süre belirleyip ardından varlıklarına son verendir.”

Bana ulaşan habere göre Ebu Süleyman şöyle demiştir: “Birden fazla tef¬sir ehli kimseden rivayet edildiğine göre; “Hamd, yalnız âlemlerin Rabb’i olan Allah’a aittir.” (Fatiha/2) ayetinde geçen Rab kelimesi, efendi anlamındadır. Ancak bu anlam, eğer “âlemler” i, cansız varlıkların dışında kalanlar anlamında kabul edersek doğrudur. Zira “ağacın veya dağın vb. efendisi” ifadesi doğru değildir. Ama “insanların efendisi” doğru bir ifadedir. Şu ayet bu gö¬rüşü doğrulamaktadır: “Rabb’ine (yani efendine) dön de ona soruver: “Ellerini kesen o kadınların durumu neydi?…” (Yusuf/50)

Rab kelimesinin Mâlik (sahip) anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu durumda “âlemlerin Rabb’i (sahibi)” tamlaması doğru ve genel anlam ifade eder. Çünkü âlimlerin çoğu, “âlem” kelimesinin bütün varlıklar için geçerli olduğu görüşündedirler ve şu ayeti bu görüşlerine delil gösterirler:
Firavun dedi ki: “Âlemlerin Rabb’i nedir?” Dedi ki: “Göklerin, yerin ve bu ikisi ara¬sında olan her şeyin Rabb’idir. Eğer kesin bilgiyle inanıyorsanız (böyledir).” (Şuârâ/23-24)

Rab, düzelten, iyileştiren, düzenleyen ve ayakta tutan anlamlarına gelir. el-Herevî ve diğerleri der ki: “Bir şeyi düzelten, gereğini yerine getiren ve eksikliklerini tamamlayana Rab denilir. Bu nedenle, ilahî kitapların gerekle¬rini yerine getirerek insanları düzeltmeye ve hatalardan kurtarmaya çalışan¬lara “Rabbaniyyûn” (Rabbânîler) denilmiştir. Rab, daha çok kendisine ibadet edilen mabud anlamında kullanılır. Rab kelimesi, kabir azabını anlatan hadiste “Rabb’in (mabudun) kimdir?” şeklinde geçer. et-Tayalisî, 753. Bkz. “et-Tezkire”, Daru’l-fecr li’t-türâs, s. 116.

Bütün bu açıklamalardan sonra; Yüce Allah, rablerin Rabb’i ve kulların gerçek mabududur. O, bütün mal, mülk ve insanların maliki ve sahibidir. Bütün varlıkları yaratan ve rızıklarını veren O’dur. O’nun dışındaki bütün rabler ve efendiler, yaratamaz ve rızık veremezler. Bütün varlıklar, yoktan yaratılmışlardır. Hepsi O’nun mülküdür. Her şey O’nun emriyle var olmuştur. Allah, her şeye sahiptir. Hiçbir şey O’nun mülkünün dışında değildir.

Oysa insanlar, her şeye sahip olamazlar. Bazı şeylere sahip olsalar bile bu, sahip olamadıklarının yanında pek basit kalır. Allah bu yönüyle insanlar¬dan ayrı ve üstündür. Yaratan ile yaratılanlar mukayese edilebilir mi? Firavun “Sizin en yüce Rabb’iniz benim.” (Naziat/24) demekle, kavminin en Yüce Rabb’i olma iddiasında bulundu ve kendisinin, rablerin Rabb’i olduğunu ispat etmek istedi. Ancak Allah, buna müsaade etmeyerek onu cezalandırdı. “Böylelikle Allah (c.c.) onu, ahiret ve dünya azabıyla yakaladı.” (Naziat/25)

Rab kelimesinin terbiye (eğitme) anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. Buna göre Yüce Allah, varlıkları yaratan, onları terbiye edip eğiten, işlerini düzelten, durumlarını iyileştiren, dünya ve ahiret işlerini idare eden ve onları daima gözetendir. O, her şeyi yaratandır. O’nun dışındaki her şey ya-ratılmıştır. Bütün insanlar O’nun kuludur. O, her şeyin Rabb’idir. O’nun plan ve programı, idare ve sevki olmadan hiçbir şey düzelmez. O’nun emri olma¬dan hiçbir şey varlığını devam ettiremez. Rab kelimesi Kur’an-ı Kerîm’de eğitme ve koruyuculuğunu üstlenme anlamında şu ayette kullanılmıştır: “Kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup, koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız.” (Nisa/23)

Varlıkların işlerini düzenleyen, onları koruyup gözeten, durumlarını dü¬zelten ve iyileştiren yönüyle Rab, Allah’ın fiilî sıfatlarından; mülk sahibi ve efendi olması yönüyle de Allah’ın zatî sıfatlarından sayılır. (Kurtubi)

Bu İsmi Bilmenin Faydaları

Her Müslüman kendisi için gerçekte Allah’tan başka Rab olmadığını bilmelidir. Buradan hareketle, elinin altında bulunan, eğitim ve bakımı kendi¬sine bağlı olanlara güzel davranmalı, onları en iyi şekilde yetiştirmeye, ihtiyaçlarını karşılamaya ve işlerini bir düzene sokmaya çalışmalıdır. Böylece onları yavaş yavaş yükseltmeli, gelişmelerine yardımcı olmalı ve Allah’ın kendisini koruyup gözettiği gibi o da, onları koruyup gözetmelidir.
İbn Abbas’a, Rabbânî kelimesinin anlamı ve kim olduğu sorulunca şöyle cevap verir: “Rabbânî, insanlara büyük işlerden önce küçük işleri öğretendir.” Buna göre Rabbânî âlim, rablik ilminin gerçeğini anlayan, sıradan insanları anlayabilecekleri ve taşıyabilecekleri kadar bu ilimle terbiye eden, bu konuda daha da ilerlemek isteyenlere ise, bu ilmin incelik ve derinliklerini, hazinelerini aktarmaya çalışan kimsedir. Böylece her insan, kendisine takdir edildiği ka¬dar Allah’ın fazlından almış ve idrak etmiş olur. Bununla Rabb’ine yalvarır ve “Ey Rabb’im! Şüphesiz ben nefsime zulmettim, beni bağışla” (Kasas/16) diyerek Kur’an’da geçen diğer dualarla birlikte dua eder.

           Kendisi için Rab ismini kul¬lanmamaya ve bu isimle çağırılmamaya dikkat eder. Zira rivayet edilen sahih bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Sizden biri kölesine ve cari¬yesine, abdî (kölem) ve emetî (cariyem) demesin. Köle olan da, rabbî (efendim anlamında) ve rabbetî (hanımefendim) demesin. Köle sahibi, fetâtî (uşağım/hizmetçim) desin; köleler de, seyidî/seyyidetî (efendim) desin. Biliniz ki asıl siz, kul ve köle olansınız, Allah da sizin Rabb’inizdir. (Ebû Davud, 4975. Ayrıntılı bilgi için bkz. Kurtubî, a.g.e., 1/395-396.) (Ahmet Nazif)

          Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn.

           Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)



ESMA DERSLERİ (13-1) – 4 – er RAHMAN

$
0
0

323

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden ki, anlasınlar beni. Amin, amin, amin..!

Değerli dostlar bugün 13. esma dersimizi işleyeceğiz inşaAllah bugün esma i Hüsnadan yeni bir isimle daha karşı karşıyayız. Er Rahman. Sonsuz merhametin menbaı, sonsuz merhametin kaynağı, sonsuz merhametin sahibi.

Er Rahman; özünde merhametli demek. Sonsuzca merhamet eden mutlak merhamet sahibi anlamına gelir. Rahm kökünden türetilmiş. Rahm, rahmet, merhamet hep birbirin in yerine kullanılıyor Arap dilinde. Merhametli insan diyoruz, rahmet diyoruz, hatta yağmura rahmet diyoruz. Çünkü yağmur Allah’ın rahmetinin eseri, esasen toprağa da rahmet dememiz lazım, yere, göğe ve ikisi arasındakilere de dememiz lazım. Neden öyle dememiz lazım inşaAllah ilerleyen süreç içinde daha bir anlaşılır olacak.

Merhamet nasıl izah edilir, Allah’ın Rahman ismini anlamak için merhameti anlamak lazım. Merhameti anlamak için de şu anda çıkış noktası olarak elimizde gördüğümüz dokunduğumuz insani merhamet var. Hani Allah ismi Celâlini işlerken geçen yıl Allah hakkında düşünmeye başlamanın yönü Allah değildir demiştim. Doğru yön insandan başlamalı. Çünkü Allah hakkında düşünmeye aşkından başlarsanız halledemeyeceğiniz bir yerden girmişsinizdir demektir.

Dolayısıyla esma bize Allah’ı anlamamız için indirilmiş bir gök ipi, vesiledir gerçek vesile. Esma zihnimize inzal olmuştur Allah’ı anlamamız için. O nedenle b iz esmayı insandan yola çıkarak anlamaya başlarız, anlamamız arttıkça, kemale doğru erdikçe artık içkin olandan aşkın olana doğru geçeriz. Onun için mutlak tenzihte, mutlak teşbih de yanlıştır. Yani mutlak tenzih Allah’ı hiçbir varlıkla, hiçbir mahlukla bağlantı kurmadan mutlak olarak hayat dışı görmektir. Mutlak teşbih de Allah’ı yarattıklarına benzetmek bu da yasak, o da doğru değil. Bir denge lazım buna. Onun için esmayı anlamaya biz esmanın tecellisinden başlarız, esmanın tecellisi de varlıktır, varlıktan başlarız. Allah’ın Rahman ismini anlamak için de beşerde ki merhameti anlamakla başlarız.

Merhamet nasıl izah edilir, mesela düşünseniz merhamet etmek ne demek, insan nasıl merhamet eder iç fakültelerin izde merhamet hangi süreçler tetiklenerek oluşur hiç düşün dünüz mü bunu. Beraber düşünelim;

Merhamet güçsüz ve muhtaç olana vicdan sahibinin meyl etmesidir, önce vicdan olacak yani Rahim; merhamet eden bir de merhum merhamete muhtaç olan olacak bir de rahmet olacak. Rahmeti; rahim merhuma iletecek. Merhamet eden merhametini merhamete ihtiyacı olana ulaştıracak.

Aslında merhamet özü itibariyle bir cazibedir. Cazibe çekim demektir, cazibe kâinatın sırrıdır. cazibe sırrı eğer olmasaydı varlık olmazdı. Elektron atom çekirdeğinin etrafında dönüyorsa çekim sırrıdır. Zaten o olmasaydı eşya olmazdı madde ayakta kalamazdı. Ay dünyanın etrafında bir yörüngede dönüyorsa çekim sırrı, Dünya güneşin etrafında dönüyorsa çekim sırrı, hatta kan vücudu deveran ediyor, atar damarlar ve toplar damarlar aracılığı ile kalp kabesini tavaf ediyorsa çekim sırrı.

Bu çekim sırrını sadece statik hadiselere uyarlayamayız, aynı zamanda, dinamik insanın iradesinin içinde olduğu hadiselere de, hac bir çekim sırrıdır. Ne çekip de götürüyor bizi bu çekimin farkında olanlar anlarlar cennet gibi topraklarınız, üzerinde yeşilin bin bir tonu ormanınız var, ırmağınız var, gölünüz var, deniziniz var, dağınız var. Fakat ot bitmez, ne ormanı ne ırmağı ne gölü ne çayı olmayan yere aşık oluyorsunuz.

Nedir bu sır? Çekim sırrı, cazibe. Onun için hangi sır insanı böyle bir ömür boyu beş vakit namaza kaldırır. En sevdiğiniz çocuğunuzu şöyle bir iddiaya girseniz; baba benim için her sabah şu vakit seherde kalkar mısın? Eh hatır için bir kalktınız, iki kalktınız, üç kalktınız. Yavrum artık kalkamam kusura bakma. Ama bir cazibe koyarsa Rabbimiz, çekim sırrı kalkarsınız. Bir ömür de kalkarsınız. Yani cazibe varlığın birbiri ile irtibatını anlamamızı kolaylaştıran bir kavram olduğu gibi Allah ile irtibatını anlamamızı da kolaylaştıran bir kavram.

Merhamet bir cazibedir, onun için insanın vicdanını cezbeder. Merhamet edilmeyi hak eden bir şey gördüğünüzde, merhamete muhtaç bir olay gördüğünüzde vicdanınızı cezp eder, kendine doğru çeker ve işte o zaman içinizde bir şey harekete geçer ve harekete geçirir. Onun için merhamet cazibedir.

Merhamet vicdanın duygu ve duyulara okuduğu ezandır. Vicdan ezan okur mu? Okur ya..! dili lâl olmamışsa, kör sağır ve dilsiz değilse, aktifse vicdan ezan okur. Gazel de okuyabilir bazen, bazılarının vicdanı gazel okur yani görür, acır müdahale etmez elinden geleni yapmaz. O zaman ezan değil gazel okuyor demektir. Bazıları vicdanı ezan okuyunca duyu ve duygularına, duyuları ayağa kalkar. Namaza kalkar gibi kalkar. Onu bir vecibe bilir elinden geleni yapmayı bir vecibe bilir vicdan duyular ve duyguların kulağına ezan okuyunca.

Zıddı gadaptır rahmetin, yani öfke Türkçe de öfke dediğimiz şey gadab dediğimiz şey. Yakın anlamlıları rikkattir zaten lügatlara baktığımızda rahmetin karşılığına rikkat görüyoruz, oysa rikkat te Arapça bir kelime Rahmet de Arapça bir kelime. Rikkat aslında iç yufkalığı, kalbi yufkaltan şey, içimizi ihtizaza getiren şey. Onun için yufka gönüllülük de diyebiliriz rikkat için. Yine teatuf kelimesini eş anlamlı olarak kullanmış lügatlar, ama ben yakın anlamlılığı tercih ediyorum mutlak manada bir eş anlamlılığı kabul etmediğim için. Acıyı paylaşmaya teatuf denir. Onun için Rahmette bir acı paylaşma da vardır. İnsanın insana gösterdiği rahmet ve merhamet ile Allah’ın insana gösterdiği rahmet ve merhamet çok farklıdır oraya geleceğiz. Zaten.

Teatuf acıyı paylaşma insan bir başkasını acı içinde görünce paylaşmak ister. Aslında bunun altında şöyle bir his yatar; bir gün bu acıyı ben de yaşayabilirim. Ben, benim acımın paylaşılmasını istediğim için şimdi başkasının acısını paylaşmalıyım.

Peki Allah merhamet ederken böyle mi düşünür, bir gün ben de acı çekerim, benim acımı paylaşsın der mi, Allah için geçer mi bu.? Asla. Allah’ın merhametinin neden sadece Allah’ın Rahman olduğunu orada anlıyoruz zaten. Rahmetin menbaı, rahmetin kaynağı.

Re’fet, Rauf ismi oradan geliyor. Eş anlamlı olarak görülse de bendeniz yine yakın anlamlı olarak söyleyeceğim şefkat manasını veriyoruz biz Türkçe de. Gerçi şefkat de Arapça ama Türkçe de daha farklı bir vurgu kazanmış. Şefkat daha çok sevgiden doğan acıma hissi ile karşıdakine müdahale etme. Sonuçları da var tabii rahmetin merhametin. Hiçbir rahmet sonuçsuz kalmaz, kalmamalı. Zaten merhamet sonuçsuz kalıyorsa o merhamet değildir.

Merhametin sonucu lütuftur. Allah için Kur’an da kullanılan rahmet genellikle lütuf manasında kullanılmış. Çünkü Rabbimiz acıdığı zaman merhamet ettiği zaman mutlaka lütfeder. Zaten Rabbimizin merhameti lütuftur. Onun için merhametin, rahmetin sonucu lütuf, ikram, ihsan, iyiliktir. İyilik getirmeyen bir merhamet neye yarar.

Burada hemen şöyle bir itiraz gelebilir, ben de özellikle Allah’ı tanımayan insanlardan böyle itirazlar gördüm. Merhamet bir küçük görmedir, küçümsemedir diyorlar. Onun için merhamete ters bakıyorlar, merhamete kötü bakıyorlar. Sanki merhamet ettiğinizi küçük görüyorsunuz, küçümsüyorsunuz. Hayır. Bu sakat bir bakış açısı, yanlış bir bakış açısı, bunu reddediyoruz. Anne bebek ilişkisi rahmetin zirvesidir. Bebeğine merhamet duyan anne bebeğini küçük mü görmektedir? Küçümsemekte midir? Onu küçümsediği için mi ona merhamet duyuyor. Böyle bir şey söylenebilir mi. Hayır, merhamete muhtaçtır ama küçümsemez aksine önemser, çok değer verir öyle değil mi. Onun için merhametin merhamet edenden merhamet edilene bir küçümseme olduğuna yönelik her tür bakış açısı sakattır. O merhameti anlamamış, daha doğrusu merhameti kaynağından koparmış demektir. O hastalıklı, zehirli merhameti görüyor. Merhametin kaynağı Allah’tır, Er Rahman’dır. Rahman dan tecelli eden merhamet zehirli olmaz.

İnsan – Allah merhameti arasında, insan ile Allah arasında ki fark kadar fark vardır. İnsan merhamet gösterirken maddi manevi, dini dünyevi beklentiye girer. Biraz önce söyledim, birine acıma hissi doğduğu zaman içinizde, aslında kendi cinsinizdendir bir, kendi türünüzden. İnsan fıtraten kendi türünün zorda kaldığını görünce inisiyatifi olarak yardımına koşar. Onu yardıma sevk eden duygunun adına merhamet diyoruz. İkincisi merhamete muhtaç bir olay, bir şey gördüğü zaman ona merhamet etmek ister. Merhamet eder ki kendisi de öyle bir duruma düştüğünde kendisine merhamet edilsin. Burada da bir çıkar gözetir.

Yine insan eğer dindar ise merhamet eder ki Allah da kendisine merhamet etsin, yani yine bir çıkar vardır orada, Allah’tan bir şeyler bekler. Yine insan merhamet eder ki ahirette eline bir şey geçsin yine bir çıkar var orada. Mutlaka insanın merhametinde b ir çıkar gözetilir bu dini olur, dünyevi olur, hissi olur, fiziki olur, fiili olur ama olur. En azından etrafı merhametsiz demesin, bu ne merhametsiz adam demesin diyedir.

Peki Allah’ın merhametinde bunların yeri var mıdır? Hiç birinin yer yoktur. O zaman Allah niye merhamet eder? Niye Rahman’dır. İşte bunun üzerinde düşünmemiz lazım. Merhametin mutlak kaynağı olan Allah, Rahman olan Allah neden merhamet eder.

Rahmet Allah için kullanıldığın da bir duygu türü, bir hissediş, bir kâlp fiili değildir. İnsan için kullanıldığın da bir duygu türüdür bir hissetme biçimidir, bir kâlp eylemidir, iç eylemidir, ef’ali kulûptandır. Fakat Allah için kullanıldığın da ne bir hissediştir, ne bir duygu türüdür, ne bir kâlp fiilidir. Allah için bunlar geçmez zaten. Yani Haşa Allah’ın kâlbinden söz edilemez ki.

Dolayısıyla Rabbimiz için, Rahman’ın merhamet etmesi için merhumun var olması bile şart değildir. Eyvallah, bilmem anlaşıldı mı? Çok önemli bir cümle idi bu. Bizim merhamet etmemiz için merhamete muhtaç olanın var olması lazım. Fakat Allah’ın merhamet etmesi için merhamete muhtaç olanın var olması bile şart değildir. O zaman olmayana merhamet nasıl oluyor? Rahman olan Allah’ın merhameti yokluğa yöneldiği zaman var oluyor. AllahuEkber..! Rahman olan Allah yokluğa nazar ediyor, yokluk var oluyor, yok var a dönüşüyor ve merhamet var oluşun aslı oluyor. Rahman olan Allah’ın rahmeti, varlığın Rahmi oluyor.

Yaratılanı sevdik yaratandan ötürü diyen işte böyle demiş, bunun için demiş. Biz var olanı severiz, O sevince var olur. Biz var olana merhamet duyarız, O merhamet edince var olur. Fark çok büyük. Zira Rahman’ın merhameti dediğim gibi sadece ve sadece var olana bir lütuf değil, yok olanı var eden bir lütuftur. Eyvallah..!

Er Rahman bazı dilcilerin dediği gibi doğrudan seven anlamını taşımaz. Şimdi öyle çeviriyorlar. BismillahirRahmanirRahıym i; İşte seven ve şefkat duyan Allah’ın adıyla. Bu doğru bir çeviri değil. Çünkü Er Rahman sevgi manası taşımaz. Merhamet sevginin sebebi değil sonucudur. Er Rahman merhamet manası taşır. Sevgi manası taşıyan Allah’ın esması, ismi; Vedûd dur. Ama Allah isminin kendisi tüm kombinezonlarıyla sevgi manasına gelir. Onun için sevgi merhametten daha önce geliyor. Allah; Rahman’dır da olduğu gibi. Seven merhametlidir böyle açabiliriz. Allah Rahman’dır ı seven merhametlidir şeklinde açabiliriz. Allah ismi Şerifi tüm kombinezonlarıyla; E-Le-He, Ve-Le-He, Le-Ve-He, Le-E- He, He-Le-E, He-Le-Ve tüm dokuz kombinezon, çünkü içinde illet harfi var dokuz kombinezonuyla birlikte tüm ortak mana sevgidir. Bunu Allah kitabında da, daha önce Esmada da ifade etmiştim dersimizde. Onun için doğrudan seven manası taşımaz.

Sevgi merhametin tohumudur. Fakat şu manaya da gelmez, merhamette sevginin meyvesidir. Doğru, fakat burada iş biraz karışır. Meyve tohumu içinde taşır mı? Taşır. Her meyve tohumu içinde taşır. Dolayısıyla tıpkı insana benzer merhamet. İnsan Kâinatın varlık ağacının hem en soylu meyvesi hem de tohumudur. Dolayısıyla işte insan var olsun diye hayatı var etti. Ama varlığa insanla başlamadı, fakat insan var olsun diye. Meyve verecekti tohumu ekti. Fakat tohumu meyveden dolayı ekti. Dolayısıyla meyve tohum ilişkisi böyle bir ilişki.

Allah ismi bizzat sevgiye delalet eder demiştim, Er Rahman ismi ise merhamete delalet eder, özünde merhametli demek. Er Rahiym de işinde merhametli. Yani Rahman ve Rahiym özünde merhametli, işinde merhametli. Ona geleceğim zaten iki esma arasında ki farklar ve benzerliklere.

Er Rahman sıfatı bir sıfattır her şeye rağmen sıfattır. Çünkü Allahu Rahmanun diyebiliriz. Bizzat Allah’a sıfat olur Allah, Rahman’a mensuf olur, tanımlanan olur. Dolayısıyla sıfat mevsufun yerine bizatihi geçemez. Fakat Er Rahman’ı diğer 99 sıfattan ayıran bir özelliği var nedir o? Kur’an da bizzat Allah gibi kullanılan tek sıfattır. Onun içinde Allah yerine Rahman kullanılmıştır. Zaten müstakil olarak İsra/110. ayetinde de;

Kulid’ullahe evid’ur Rahmân* eyyen ma ted’u feleHUl Esmâül Hüsna. (İsra/110) İster Allah deyin ister Rahman deyin, hangisiyle yalvarıp yakarırsanız yakarın hepsi de Allah’ın en güzel nitelikleridir esma ül hüsnadan. Yani Kulid’ullahe evid’ur Rahmân ister Allah deyin, ister Rahman deyin.

Bu çok önemli bir şey adeta birbirine niyabeten kullanılıyor. Diğer isimlerin hepsi mutlaka ve mutlaka ya izafe edilir, ya isnat edilir, ya nispet edilir. Ama Allah ve Rahman ismi izafesiz, nispetsiz, isnatsız da gelir. Mesela Allahu Ehad. Allah tek başına gelir, ondan sonra devam eder cümle. Er Rahman, yalınkat gelmiştir Allemel Kur’ân, Er Rahmân. Ama diğer esma harfi cerlerle fiilleştirilir. Cümle içerisinde silsile tepkilere maruz kalır ve tepkiler oluşturur. Ama Rahman ismi tek başına, işte Er Rahmân da olduğu gibi tek başına gelir. Bu neyi gösterir? Rahman ismi sıfatlar içinde çok özeldir. Sıfat-ı has diyorum ben buna. Nasıl Allah ismi Has ise, Rahman da sıfat-ı hastır, vasfı hastır. Böyle bir isimlendirme doğrudur diye düşünüyorum ve sıfat-ı hastır diyorum.

Sıfat-ı has olmasını şuradan anlayabiliriz Kur’an da hiç Allah’tan başkasına kullanılmaz, zaten Allah’tan başkasına kullanılması da caiz değildir Rahman’ın. İsmi has; Allah. Sıfat-ı has; Rahman, Allah’a has sıfat, Allah’a has isim.

Rahman Allah gibi tesniye ve çoğul formunda gelmez mesela. Rahmanân gelmez, çoğulu da gelmez, Allah isminin de gelmez. İzafet ile gelmez mesela Kur’an da. Rahiym kullanıldığı bir çok yerde izafe ile gelir. Mesela Rahman ismi cer harfleriyle gelmez. Ama Rahiymun bil ‘ibad. Rahiym gelir. Kullarına Rahiymdir fakar Rahman ismi izafetle gelmez, harfi cerlerle gelmez.

Allah yerine kullanılır demiştim İsra/110 ayetinde, işte burada şu soruyu sormamızı istiyor Kur’an; Allah kimdir? Aslında Rahman isminin anlaşılmasında tıpkı Rabb ismi gibi böyle bir sual lâzım. Allah kimdir? Allah; Rahman olandır, cevabını da böylece veriyor. Allah özünde merhametli olandır, merhametin kaynağı olandır, merhametin menbaı olandır.

Rahman ile Rahiym arasında ki farklar neler? Bunu şöyle bir tadat edelim ki zihnimizde yerleşsin Rahiym ismi ile Rahman isminin farklı olduğunu anlayalım.

Öncelikle söyleyelim bazı dilciler bu ikisi arasında bir fark olmadığını söylemişler bu doğru değil. Yani bu kural olarak ta doğru değil.

1- ihtilafu’l-esma’ tedüllü ‘ala ihtilafi’l-ma’na isimlerin farklılığı mananın farklılığına delalet eder. Bir kere farklı, Rahman, Rahiym ile nasıl aynı manada olabilir, kalıbı farklı.

Rahman; sıfat-ı müşebbehedir, Rahiym; ismi faildir. Sıfat-ı müşebbehe ile ismi fail arasında dil açısından ciddi bir fark vardır.

2 – Rahman değişmezlik ve mutlaklık ifade eder. Rahiym değişkenlik ve teceddüt ifade eder.

3 – Rahman zata dönüktür, Rahiym fiile dönüktür. Yani şöyle göreceğiz Rahman ismi Rabbimizin zatına dönüktür. Mahiyet ve hüviyete dönüktür, Allah’ın hüviyetine, kimliğine dönüktür. Fakat Rahiym ismi mahlukata dönüktür. Onun için Rahman Allah’a dönüktür, Rahiym varlığa dönüktür.

4 – Rahman rahmet edene dönüktür, Rahiym rahmet edilene dönüktür bunlar temel ayrımdır.

Rabbimiz Rahmet eder, Niçin? Rahman olduğu için. Özünde merhametlidir ya, işinde de merhametlidir. İşindeki merhameti Rahiym, özünde ki merhameti Rahman ı temsil eder. Rahman olmadan nasıl Rahiym olunur? Onun için Rahman olmadan hem özünde Rahiym olunmaz, hem dışında ki herhangi bir şey merhametli olamaz. Eğer o Rahman olmasaydı varlıkta şefkat ve merhamet diye bir şey görmeyecektik. Çünkü yarattığının içine şefkat ve merhameti koymuş.

Rahmet cazibedir demiştim dikkat buyurun. Eğer madde füzyona uğramıyor ayakta kalıyor, elektron çekirdeğin etrafında biteviye tavaf ediyorsa ve biz de bu sayede dağları delebiliyor suyu içebiliyor, kumaşı biçebiliyor, tahtayı kesip masa yapabiliyorsak bu Rahman’ın rahmetinin eşyada tecellisindendir. Cazibeyi çekip alsaydı hiç bir şey yapamazdık. O zaman eşya insana secde etmemiş olurdu. İnsana secde etmesi, insanın emrine amade olmasıdır. İnsana secde etmesi Rahman’ın rahmetini yerleştirmesi. O nedenle Rahman faile bakar, Rahiym mefule bakar dedik.

İbn Abbas’ta böyle anlamış Rahman’ı ZürRahme olarak, Rahiym’i de Râhim olarak anlamış yani rahmet eden, ismi fail olarak. İbn. Cini harfte ki fazlalık diyor manada ki fazlalığa delalet eder. Bu güzel bir kural. Yani Rahman isminde kaç harf var? Rahiym ismini sayın kaç harf var. Eğer birinde dört birinde beş harf varsa beş harfli olanın manası dört harfli olandan daha ziyadedir, daha kavidir, daha öndedir. Böyle bir kural koymuş büyük dilci İbn Cini. Ki bu kural her zaman içinde gerçekten geçerlidir.

Rahman; ilginçtir içinizde Arapça okuyanlar vardır, farkındaysanız mastarın üzerine iki harf ziyadesi ile yapılıyor. Bu mübalağa vezni. Rahm, elif, nûn. Oysa bizim bildiğimiz Elif-nûn tesniye alametidir yani iki alametidir. Yani ne diyoruz iki kişi için hezenî, bakınız elif-nûn ekliyoruz heze – hezenî. Hazeni sahiran; iki sihirbaz. Sahiran; Elif-nûn ekledik mi iki manasına geliyor. Dünya dilleri içerisinde sanırım bir tek Arapça da iki formu vardır tesniye dediğimiz formun. Tüm dillerde bir tekil oluyor, bir çoğul oluyor. Ama Arapça da bir de iki formu var. Onun için Arapça da çoğul üçten başlatılmalıdır. Çünkü ikil formu zaten var.

Fakat bu ne demek? Hem mübalağa vezni Rahman, Sultan, Kur’an, Furkan, Kurban böyle bir vezin var, hem ağzına kadar dolu rahmetle mutlak rahmete delalet edecek, hem de bu vezni yaparken ikil formun unsurları kullanılacak Elif-nûn. Dı’fan manasına gelir bu. Aklına gelen en büyük rahmet ne? Onu iki ile çarp demektir anlatabiliyor muyum. Eyvallah..! Bu tesniyenin unsurlarıyla Rahman formunun yapılması, aklına gelen son şey ne onu iki ile çarp. Zaten iki ile çarptığında onu da iki ile çarpman lazım çünkü o da aklına gelmiştir. Eğer iki ile çarptınsa aklına o da geliyor demektir bir daha iki ile çarp. Onu da iki ile çarparsan o da aklına gelmiştir zaten onu da iki ile çarp demektir.

Yani sonu yok, rahmetinin sonu yok. Sen Allah’ın rahmetini hesap edemezsin, sen Allah’ın merhametinin sınırlarını asla tahmin edemezsin. Yeryüzünün etrafını tamamıyla rakamlarla donatsan gene de ifade edemezsin ey kul Allah’ın ne kadar merhametli olduğunu.

Rahman bu demektir. Belki Kur’an ı da böyle anlamak lazım. Kur’an ın içerdiği manaları sen tahmin edemezsin, onun için işte şunu bulduk, bunu bulduk, bu Kur’an’ın son tefsiri..’ geç onu geç..! İşte Kur’an ın hakkında son sözü falan söyledi, geç onu. O Kur’an dır, okudun mu? okudum. Geç onu. Kur’an diyorsun, okudum diyorsun, hiç okunmuş bitmiş olabilir mi, okunmuş bitmiş Kur’an olur mu. Makru olurdu ama Kur’an olmazdı. Kur’an olması için sürekli okunan olması lazım. Bakın 1.400 yıldır okunuyor, 1.400 yıldır tefsir ediliyor, 1.400 yıldır nazil oluyor, daha kaç 1.400 yıllar nazil olacak.

Ey Kur’an bana ne veriyorsun diye bakın, bana ne getirdin diye bakın göreceksiniz yüreğinize hediyeler dizecek, göreceksiniz sana da şunu fısıldıyorum diyecek, göreceksiniz içine girdiğiniz o kriz durumunda size kapıyı gösterecektir, önünüze ufuklar açacaktır, göreceksiniz için izde baharlar estirecektir. Çünkü o Kur’an dır. Rahman. Eyvallah..!

Dolayısıyla aklına ne geliyor 2 ile çarp. İki ile çarpma geliyorsa onu da 2 ile çarp, onu da 2 ile çarp yani nihayeti olmayan bir Rahmet, Rahmetin sonsuz ummanı. Allah böyle Rahmet sahibi.

Allah beni affeder mi acaba? Rahman’ı inkâr ettin tevbe de, istiğfar et, aklından sil.

Allah onu affetmez. Rahman’ı inkâr ettin tevbe et, istiğfar et, ağzını topla, aklını topla, kalbini topla.

Ya..! Allah beni affedemez..! Ne diyorsun, Allah’ın affından büyük günah işleme cüretinde bulunabilen var mı, yani kul böyle bir günah işleyebilir mi? Allah’ın affından daha büyük bir günah olabilir mi, sen kendini ne zannediyorsun demezler mi adama. Sen kendini ne sanıyorsun, sen Rahman’ın Rahman oluşunu bilememişsin, sen Rahman’ı kavrayamamışsın, sen Rahman üzerine düşünmemişsin, sen Rahman ismini anlamamışsın. Eğer Rahman ismini anlasaydın böyle konuşmazdın. Allah’ın Rahmet okyanusunda varlığın tüm günahlarını toplasanız ne eder ki Allah aşkına.

Dolayısıyla Rahman ismini kavramak aynı zamanda görüyorsunuz insanı tevbeye yaklaştıran, insanı istiğfara yaklaştıran, insanı Allah’a yaklaştıran bir boyut var. Zaten her esma kendisine tutunarak Rabbimize ulaştığımız yukarıdan sarkıtılmış bir ip, Feetbe’a sebeba. (Kehf/85) tutunur ve hurmanın tepesine çıkar orada ki hurmaları indirmek için. Dolayısıyla Rahman da bize arştan ip uzatmış, esmanın meyvelerini derelim diye, toplayalım diye. Eyvallah.

Rahman’ın tecellisi geneldir tahsis edilmez. Ne demek bu? Rahman sadece mü’minlere Rahmet etmez, Rahman ismi öyle tecelli eder ki sadece mü’minler bu isimden istifade etmezler, kâfirler de istifade ederler. Sadece veliler değil şakilerde istifade eder. Sadece kuzular değil kurtlar da istifade eder. Sadece güller değil dikenler de istifade eder. Sadece Musa değil Firavunda istifade eder. Sadece İbrahim değil Nemrud da istifade eder. Sadece Habil değil Kabil de istifade eder. Dolayısıyla Rahman isminin tecellisi geneldir tahsis edilemez ama Rahîm tahsis edilir. Bil mu’miniyne Rahıyma. (Ahzab/43). A’raf/156-Tevbe/117 ayeti delilidir. Bu üç ayet delildir ki Rahîm ismi tahsis edilebilir. Onun için demişlerdir ki Rahman isminin tecellisi genel, Rahîm isminin tecellisi özel Rahman ismi tüm varlığa rahmet eden, Rahîm ismi ise varlık içinde mü’minlere imanlarına özel merhamet, ekstra merhamet, imana özel.

Şöyle bir iddia da var Er Rahman dünya da, Er Rahîm ahirette demişler. Ben buna itiraz ediyorum. Allah’ın herhangi bir ismi herhangi bir zamana tahsis edilemez. Çünkü Allah için dünya ve ahiret yoktur ki, dünya ve ahiret bizim içindir. Esmanın da ahireti olmaz. O manada esma her zaman tecelli eder. Çünkü Rahman ismi öze dönükse eğer, Allah’ın hüviyetinden kaynaklanıyorsa eğer, öyle değil mi O dünyanın da Rahman’ıdır ahiretin de Rahman’ıdır.

Tabii bunu böyle diyenler biraz da ahirette biraz da kapıyı kapattıkları için. Ama işte o zaman cehennem Rahman isminin nasıl tecellisi olacak. Eğer ahirette de Rahman ismi tecelli edecekse cehenneme yoğun bakım ünitesi demek daha doğru olacaktır. Dünyada şifa bulmayanlar ahirette yoğun bakım ünitesine alınacaklardır. Rahman isminin tecellisi cehennem bile Allah’ın rahmeti olacak, yoğun bakım ünitesi olacak ve ağır hastaları yoğun bakım ünitesinde iyi edecekler, tedavi edecekler. Dolayısıyla böyle bir yaklaşım Rahman isminin şanına yakışan bir yaklaşımdır.

İrfan ehli Rahman iftikar (fakr u zaruret içinde olma, muhtaç olduğunu açığa vurma) ehlinin zikridir, Rahîm iftihar ehlinin zikridir demişler, çok hoşuma gitti onun için aldım. Rahman; İftikar; yani muhtaç olanın zikri, ben muhtacım ya Rabbi, fakr, zaruret, ihtiyacı olan. İnsan kendine bakar acziyetini görür, noksanını görür, Rahman der Ya Rahman..! Ben küçüğüm sen büyüksün, ben yetersizim sen yeterlisin, ben acizim sen ihtiyaç giderensin, ben muhtacım sen verensin, ben mukayyed im sen mutlaksın, ben kulum sen Allah’sın Ben merhumum, sen Rahmansın.

Dolayısıyla muhtacım sana der ve Rahman’ın rahmetini isteyipte aldığı rahmeti görünce bu sefer iftihar eder. Bakar ki Rahman kendisine istemeden vermiş, kendisini varlık içinde insan kılmış, yokluktan var etmiş, varlık içinden canlılar içine almış, canlılar içinden iradeliler içine almış, iradeliler içinden şuurlular içine almış, şuurlular içinden imanlılar içine almış ve kendini bilenler arasına katmış. Onu görünce artık istemeye bile utanır,zaten vermiş olduğunu görür, bu sefer ya Rahîm der ve iftihar eder. Onun için Rahman iftikar, Rahîm iftihar ehlinin zikridir diyenler güzel söylemişler.

Abdullah Bin Mübarek diyor ki, Bu kişiyi hatırladınız mı? İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin asil ve cins öğrencisi, arkadaşı derler, öğrencisidir ve hem fakihtir hem muhaddistir. Muhaddislik tarafı ağır bastığı için İmam-ı Azam’ın asil öğrencileri arasında ilk numaraya girenler arasında pek sayılmaz. İşte İmam Muhammed, İmam Ebu Yusuf, İmam Züfer gibi sıralanmaz. Fakat kendisi İmam’ın asil öğrencilerindendir ve hadiste mütebahhirdir. Biliyorsunuz onun Hacc fıkrası çok manidardır.

Birgün kafilesi ile birlikte dostları ve akrabalarıyla birlikte bir yıl hacca gitmek ister. Hac için çıktığında yolda konaklarlar. Konakladıkları yerde sabah namazına kalkıpta dışarıyı seyrederken bir manzarayla karşılaşır. Uzakta ki bir barakadan çıkan b ir kız çocuğu başını çıkarıp çıkarıp sokmaktadır. En son unda etrafta kimseciklerin olmadığına kanaat getirince fırlar içerden yola kadar gelir, Yolda yerde yatan bir karaltıyı alır ve aynı hızla içeri girer.

Üstad bu manzarayı görür meraklanır ve tabii bir şeyler de tahmin eder, hemen vekil harcını yollar şu hanede neler olup bitiyor bana öğren gel der. Gelir ki zat hanenin içinde bir sürü çocuk. Yanan bir ateşin etrafına toplanmışlar ağlaşıyorlar. Ortada da bir abla yanan ateşin üstünde ki tencereyi karıştırıyor. En sonunda sorar ne oldu, üstadımız sizin burada ne olup b ittiğini soruyor. O şuna şuna şahit olmuş, işte senşin dışarı çıkıp etrafı kolaçan ettiğini, kimsenin görmediğini zannettiğin bir anda yola çıkıp bir şey aldığını.

Artık söylemek zorunda kalır. Bunlar benim kardeşlerim biz yetimiz. Ne anamız var ne babamız. Bunlara bakmakla mükellefim ve hiçbir şeyimiz yok, hiç kimsemiz de yok. Dolayısıyla açlar ve 3 günden beri de hiçbir şey yemediler. Ağlıyorlardı, ben de yolda bir kuş ölüsü gördüm, eğer kimse görmeden alabilirsem diye baktım, gittim onu aldım getirdim onu yoldum şimdi pişiriyorum yedireceğim, susturacağım.

Gelir Abdullah Bin Mübareğe durumu anlatır vekilharcı. Abdullah bin Mübareğin kararı şudur. Hac iptal dönüyoruz. Eve dönünceye kadar lazım olacak kadar parayı ayırın geri kalan tüm parayı bu çocuklara verin. Dedi.

İşte Hac budur. Rivayet ederler ki o Hac’da Abdullah Bib Mübareği bir çok insan Kâbe’yi tavaf ederken görmüş. Aslında melekleri görmüşler. Rabbim gidemeyenlerin Haccını bazen gidenlerin Haccından daha makbul görüyor. Öyle gidemeyenler var ki Kâbe ayaklarına geliyor. Öyle gidenler var ki Kâbe onlardan kaçıyor. Onun için gidipte Kâbe kaçacağına, gidemeyip te Kâbe’nin ayağına geldiklerinden olmak her halde daha iyi bire şeydir. Bu manada aziz dostlar Abdullah İbn. Mübareği anmışken bu güzel anektodu da nakletmiş ve Rahmetle anmış olduk İşte bu o zat.

Öyle diyor Rahman; isteyene verendir. Rahîm istemeyene buğz edendir diyor. Çok hoşuma gitti benim. Niye buğz edendir? Niye istemiyor diye. Ben Rahman olduğum halde benden niye istemiyor. Onun için Rahîm istemeyene buğz edendir. Yani Allah istememizi istiyor, istememizden hoşnut oluyor. Fakat Allah’tan neyi isteyeceğimiz konusunda problemimiz var İstemeyi bilmiyoruz.

Hani zat öyle diyor ya; Ben zannederdim ki seni zikrederim. Anladım ki sen beni zikredermişsin. Öyle değil mi. Allah dediğiniz anda aslında siz Allah deyince O sizi mi anıyor, yoksa O sizi andı da siz mi Allah diyorsunuz Fezkürûniy ezkürküm. (Bakara/152) Eyvallah. Onun için Allah dediğinizde Rabbim beni andı diye arkasını getirebilirsiniz. Rabbinizin sizi anması saadet olarak yetmez mi? Aslında sizin Rabbinizi anmanız değil, felaket Rabbinizin sizi anmaması. Sizin Rabbinizi unutmanız değil, Rabbinizin sizi unutması. Ama bu birbirini getiren şeyler.

nesullahe fenesiyehüm. (Tevbe/67) Onlar Allah’ı unuttular, Allah’ta onları. Onlar Allah’ı unuttular Allah’ta onları kendi kendilerini unutturdu. Dolayısıyla ben zannerdim ki ben Allah’ı zikrederim, fakat anladım ki Allah beni zikredermiş. Ben zannederdim ki Allah razı olursa iş biter. Fakat anladım ki ben Allah’tan razı olursam Allah benden razı olur. Ben zannederdim ki benim kendim için istediklerim hayırlıdır, fakat anladım ki Allah’ın benim için istedikleri hayırlıymış.

İstemeyi bilmiyoruz, ne isteyeceğimizi de bilmiyoruz. Onun için Rabbim istemeyi öğretsin bizlere. Onun bizden istediklerini istersek doğru şeyler istemiş oluruz. Ente maksudi ve rızake matlubi maksudum sensin ya Rabbi, matlubum da, talebim de rızandır diyen ne güzel demiş değil mi. İsteyin halimdir diyenler ne güzel demişler, halim e bak neye ihtiyacım olduğunu gör ya Rabbi, zaten görüyorsun.

O nedenle istemeyi bilmiyoruz. Allah’tan Allah’ı istemek lazım, Allah’tan hidayeti istemek lazım. İhdinasSıratal’müstakıym. (Fatiha/6) onun için fatiha da bize istemeyi öğretiyor. Günde onlarca kez bize istemeyi öğretiyor çünkü istemeyi bilmiyoruz. Aslında istemeden verilecek şeyleri her gün istiyoruz, ama asıl istememiz gereken şeyleri de istemiyoruz. Oysa asıl istememiz gerekenleri isteseydik istemeden verilen o promosyonlar zaten onların ekinde geliyordu. Biz bilmediğimiz için sürekli istediğimiz şeyler zaten bize verilecekse verilecektir. Onun için ne olursunuz isterken gerçekten de ihtiyacımız olanı isteyelim.

Adamın ne istediğine bakın ihtiyacını ne kadar bilip bilmediğini anlarsınız. Rabbimizde insanın kalitesini istediği şeylerden çıkarıyor. Ona göre kalite listesi yapıyor öyle değil mi, Çocuk diyorsunuz değil mi, soruyorsunuz çocuğa oğlum ne istiyorsunuz? Ne isteyecek, çikolata isteyecek, araba isteyecek. Çocuk işte diyorsun uz. İyi de bizim yaptığımız çocukluklara ne demeli, biz de çoğu zaman öyle yapmıyor muyuz. Ne zaman büyüyeceğiz peki? Ya Rabbi, senden seni isterim. O’ndan O’nu istedikten sonra cennette gelir, dünya da gelir, ahirette gelir, gelir, gelir, gelir..!

Harun Reşit vezirine sürekli sorarmış: “Vezirim benden bir şey iste”. Vezir de aksine “sevgini isterim sultanım” dermiş. “Bir şey iste vezirim” herkes bir şey ister alırmı, ama vezire gelince vezir hiçbirşey istemezmiş, sevgin i isterim sultanım dermiş. En sonunda demişki “Be adam bir şey iste.” Aslında sultanım ben en büyük şeyi istedim siz farkında değilsiniz. Senin sevgini alırsam ben her şeyi alırım sultanım.” Eyvallah..! Bunu fark etme meselesi, bunu fark etme meselesi. Rabbimden sevgisini istersen, sevgisini alırsan ne geriye kalır ki Allah aşkına. Dolayısıyla istemeyi bilmek. Eyvallah.

Onun için Rahman isteyene veren, Rahim istemeyene buğz eden, benden niye istemedin Ve izâ seeleke ‘ıbadiy ‘anniy feinniy kariyb* uciybu da’veteddâ’ı izâ de’âni, felyesteciybû liy vel yu’minû Biy leallehüm yerşudûn. (Bakara/186) Kullarım sana benden soracak olurlarsa diyor Rabbimiz iyi bilsinler ki ben yakınım. Dua edenin duasına icabet ederim, davet edenin davetine gelirim felyesteciybû liy vel yu’minû Biy siz de benim davetime icabet edin ve bana güvenin. Bunu istiyor bizden.

Demek ki Allah ta dua ediyormuş. Biz Allah’a dua ediyormuşuz, Allah’ta bize dua ediyormuş. Allah’ın bize duası Rahmet, mağfiret, atıfet, cennet. Bizim Allah’a duamız ise niyaz. İşte bu. Dolayısıyla istemek, tüm ibadetlerin merkezi. Onun için Ed duâ muhhül- ibâdeh. Dua ibadetin iliğidir, beynidir. Onu aldınız mı ibadet beyinsiz kalır. Salât aynı zamanda dua manasına gelir. Namaz duanın ayağa kalkmış biçimidir. Onun için biz aslında tüm ibadetler üzerinden sadece dua ediyoruz. Duanın farklı şekilleridir ibadetler.

Neden? Rabbimiz özünde sonsuz Rahman ise eğer -ki öyle iman ettik- bu Rahmet nasıl tecelli edecek, eğer biz dua edersek O’nun Rahman isminin bizde tecellisine fırsat veriyoruz. Yani bir tür Rabbimize tecellini göster ya Rabbi, senin büyüklüğünü görelim diyoruz. O nedenle dua ibadetlerin beynidir ve müşriklerin Rabbimizin gazabını celbeden en büyük problemi dua etmemeleridir.

Modern müşrikler de etmiyorlar farkında mısınız. Müşrikler dua etmiyorlar çünkü Allah’ı uzak biliyorlar, duymaz, görmez biliyorlar. Kendiler duymaz, kendiler görmez. Onun içinde bir aracı veya aracılar tayin ediyorlar. feinniy kariybun denilmesi ayette bu yüzden. Zümer/3. Ayetinde olduğu gibi. Onlar; işte bu putlar nedir dişye sorduğunuz zaman liyükarribûna ilAllâhi zülfâ. (Zümer/3) bunlara, bizi Allah’a yaklaştıran aracılar diyorlar. Niye? Çünkü uzak Allah tasavvuru var. Allah’a inanıyorlar bunda problem yok. Gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan le yekulünnAllâh, Allah yarattı diyorlar bunu böyle diyorlar. Ama uzak Allah tasavvuru var onun içinde aracılar buluyorlar.

Uzak Allah tasavvuru sadece o günde kalmış bir tasavvur değil, bakınız olanca imanımıza rağmen çoğu zaman şah damarımızdan yakın olduğunu unutuyoruz. Yahu insana şah damarın dan daha yakın ne olabilir? Sana senden daha yakın olan Allah’tır. Şudur aslında senden bile saklarsın da benden saklayamazsın. Bu, Allah’ı atlatacağını zannetme ey insan. Allah’ın nazarından bir şey kaçıracağını zannetme ey insanoğlu. Kendinden saklayabilirsin de benden saklayamazsın. Şah damarından kaçırabilirsin de benden kaçıramazsın, kaldı ki şah damarından bile kaçıramazsın.

O nedenle dua işin özü ve duanın merkezinde de Rahman’ın rahmeti yatıyor zaten. Rahmeti olmasaydı hangi duayı kabul ederdi, çünkü duayı kabul etmekten onun hiçbir çıkarı yok, bizim çıkarımız var ve benim çıkarımı önceliyor. Dolayısıyla Rahman cehennemden kurtaran, Rahîm cennete nail kılandır demişler, güzel bir yaklaşım nazari çerçevede. Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Ve siat Rahmeti külle şey’in. (A’raf/156) Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Bu ayet üzerinde hiç düşündünüz mü?

Rahmet her şeyi kuşatırsa ne olur rahmet muhabbetin rahminde neşvu nema bulur. Muhabbet önce, Rahmet sonra. Muhabbetin rahminde neşvu nema buluyor rahmet. Rahmet muhabbet ağacının meyvesidir demiştim fakat her meyve tohumunu içinde taşır bunu da izah etmiştim.

Gelelim varlığa, varlık nefes-i Rahman’dır Rahman’ın nefesidir, tüm varlık oluş ve bozuluş süreci içinde deveran eder. Kevn ve Fesad. Burada ki fesad bozuluş bizim bildiğimiz manada bir kaos değildir, bozuluşta da bir kozmos vardır. Hatta şu anda içinde yaşadığımız ihtiyar alemin bozuluş safhasında olmadığına dair hiç kimse bir şey söyleyemez. Dolayısıyla oluşta kozmostur bozuluşta kozmostur, kaos değildir kaos yoktur. Dolayısıyla nefesi Rahman. Varlığın oluş ve yenilenişi Allah’ın nefes alışına benzetilmiş, bu bir mecaz. Adeta varlığı oluşa döndürmesi, nefesi vermesi. Varlığı bozuluşa döndürmesi nefesi alması gibi bir benzetme yapılmış. Bu bir mecaz ama güzel bir mecaz.

Kuşatılan her şey nedir? Ve siat Rahmeti külle şey’in. Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Bu her şeye ne girer veya ne girmez hiç düşündünüz mü. Mesela Rahman yokluğu kuşatınca ne olur? Varlık olur. Bu yüzden acı elem, ıstırap, hastalık asla şer olarak adlandırılamaz. Niye? Varlığın kökeninde Rahman’ın rahmeti varsa eğer eşyanın özünde şer yoktur. Rahmet şer olabilir mi? Eşyanın özünde onun için şer yoktur.

Peki şöyle bir sual gelebilir ilahi azapta rahmetin kuşatmasına dahil midir. İlahi azabın varlığını biliyoruz, peki o da rahmetin kuşatmasına dahil midir, her şeye dahil midir? Dahildir, kesinlikle dahildir. O zaman bunu nasıl izah edeceğiz. İlahi azab Rahmetin eseridir.

İlk bakışta anlaşılmaz gibi gelen bir şey. İlahi azab rahmetin eseridir zira Allah azabı ilke edinmemiştir, rahmeti ilke edinmiştir, tam ayeti okumanın zamanı ketebe alâ nefsiHİr rahme. (En’am/12) O kendi zatı için rahmeti ilke edinmiştir. Aslında böyle çevirdim ama mesela benzer ayetleri okuyayım size Kütibe aleykümül kıtal. (Bakara/216) Allah savaşı size farz kılındı. Bakınız Kütibe ‘alâ. Orucun farz kılınması da öyle kütibe aleykümusSıyâmu kemâ kütibe alelleziyne min kabliküm lealleküm tettekun. (Bakara/183) Kütibe ‘alâ. Peki burada ne diyor? En’am/12 de? ketebe alâ nefsiHİr rahme. Yani merhameti Allah kendine farz kıldı.

Allah Allah..! Böyle bir gazap ayeti hatırlıyor musunuz siz. Hayır, buna yakın bile yok, gazabı kendisine farz kıldı, belayı kendisine farz kıldı, cezalandırmayı kendisine farz kıldı. Ama ketebe alâ nefsiHİr rahme. Yani boynuma borç oldu manasına gelir. Yükümlülük altına soktum kendi kendimi manasına gelir.

Allah yükümlülük altına girer mi? Hiçbir varlık Allah’ı yükümlülük altına sokamaz Lâ yüs’elu amma yef’alu ve hüm yüs’elun. (Enbiya/23) O yaptıklarından mes’ul değildir ama onlar mes’uldürler, bizler mes’ulüz. Fakat Rabbimiz kendi kendisini sorumluluk altına sokarsa buna kimin itirazı olacak, itiraz etsek neye yazık. Dolayısıyla ketebe alâ nefsiHİr rahme. Kendisine Rahmeti farz kılmıştır. Söz veriyor, borcum olsun diyor rahmet.

İşte burada her şeye yeniden dönüyoruz, her şey özünde iyidir kötülük arızidir, çünkü her şey rahmetle kuşatılmıştır, rahmet iyidir. Onun içinde kötü yoktur, şer eşyanın özünde yoktur, şer eşyanın sıfatında gözükür. Ya yanlış kullanımından dolayı gözükür, ya kemalini tamamlamamasından dolayı gözükür, ya imtihandan dolayı gözükür, ya şer’i bir nehiyden dolayı gözükür. Ama asla özünden dolayı gözükmez özü itibarıyla hayırdır.

Mesela soru, aklımıza gelen en şer varlık o kötü hayvan olacak. Kötü demeye de dilim varmıyor ama zihnimizde öyle yer etmiş. Yani Allah haram kılmış etini fakat yaratmış. Önde imtihan sırrı var, o sırrı bir tarafa koyalım, imtihan sırrını hiç gözardı etmemek lazım. Bazı neyiylerin sırf sebebi imtihandır. Bu nehyin illetini tam bilmiyoruz çünkü illeti zahir bir nehiy değil. Bazen illetleri zahirdir nehiylerin orada görürsünüz. Allah şunu yasakladı şu gerekçeyle der. Ama burada gerekçesi de yok. Biz o gerekçeyi bulabilmek için çabalıyoruz, zihni faaliyet yapıyoruz. Orada işte mikroplu diyoruz şunu diyoruz. Ama o bizim bulduğumuz gerekçeler. O mikrobu yok etsek te bu yasak ortadan kalkmıyor onun için. Çünkü o bulduğumuz içtihadı gerekçe de bizim bulduğumuz gerekçedir.

Domuz dediğimiz o hayvan muhteşem bir çöpçüdür, muhteşem bir temizleyicidir, muhteşem bir çevrecidir aslında. Siz onu yaratılış istikametinin dışında kullandığınızda işte orada şer başlıyor. Şer özünde değil bu manada şer yanlış kullanımında. Ma hulika leh’ini tespit edeceksiniz önce yaratılış amacı. Bunu tespit ettikten sonra onu yaratılış amacı uğruna kullanın görün nasıl hayırlar hasıl oluyor.

Deprem, şer midir hayır mıdır haydi buyurun. Aslında deprem insan öldürsün falan diye olmaz öyle bir şey yok. Siz dağları bırakır da ekmeniz gereken toprakların üstüne, alüvyonların üstüne ev yaparsanız öyle olur. O bir öç dür. Aziyz Zü’ntikâm, toprağın da hakkını alır. Onun için İslam şehirciliğinde temel espri budur, ev yamaca yapılır toprak ekilir. Toprağın hakkı ekmektir, taşın hakkı üstüne bina yapmaktır. Siz onu bırakır da getirir ekeceğiniz yerlerde yaparsanız o zaman gökten yağmur rahmet olarak çıkar, yere zahmet olarak iner. Aslında toprağın duasına bir icabettir yağmur. Toprak dua ediyor, gök icabet ediyor, fakat toprak icabet edilen duasının karşılığını alamıyor çünkü siz üstüne asfalt dökmüşsünüz, siz üstüne beton dökmüşsünüz, siz üstünü kapatmışsınız, mahvetmişsiniz. Bunu da yaparken gözetmemişsiniz hakkını.

Avrupa da en azından bu işleri yaparken önce altına ciddi bir kaya blokaj döküyorlar, yani menfezler koyuyorlar tabir caizse. O toprağa yağacak olan yağmur yine aşağıdan alsın diye. Ama siz bunu da yapmıyorsunuz. Yani görüyorsunuz eşyaya hakkını vermediğinizde eşya hakkını alıyor, deniz hakkını alıyor, su hakkını alıyor, toprak hakkını alıyor.

Eğer yeryüzünde depremler olmasaydı şu şifa olarak kullandığınız hiçbir kaplıca olmazdı. Eğer yeryüzünde depremler olmasaydı yorgun topraklarla dinç topraklar yer değiştirmezdi. Aslında deprem nöbet değişmedir. Eğer yeryüzünde depremler olmasaydı yeryüzü patlardı, yeryüzü patlamasın diye Rabbim deprem rahmetini gönderdi. Çünkü tektonik plakalar arasında ki stres eğer periyodik olarak boşalmazsa yeryüzü bir bomba gibi, bir balon gibi gümler. Asıl felaket o zaman olurdu. Deprem yer yüzü yaşasın diye Rabbimi; düdüklü tencerenin düdüğü olarak koyduğu bir boşaltma unsuru. Şimdi rahmet mi rahmet mi, nereden baktığınıza bağlı haydi bakalım.

Yılan sokuyor hocam yılandan ürkeriz korkarız, yılanı niye yarattı ki. Afrika da yılanları toplamışlar, tahıl zehirli çıkmış. Bu sefer yılan çiftliği kurup yılan yetiştirip bırakmak zorunda kalmışlar. Aynı zamanda toprağın zehrini alan bir hayvan. Dolayısıyla her şey yaratıldığı yerde güzel, Rabbim hiçbir şeyi boş yaratmamış, her şey mutlaka bir amaca mebni. Ne demiştik? Yer çekimi yasası yokken anlamlılık ve amaçlılık yasası vardı anlamsız ve amaçsız yaratmak batıl yaratmaktır, Allah batıl yaratmaz. mâ halakte hazâ batılâ. (A. İmran/191) sen bütün bunları anlamsız ve amaçsız yaratmadın. Ve ma hâlâknesSemavati vel Arda ve ma beynehüma illâ BilHakk. (Hicr/85) Biz Hakk ile yarattık. Ne manaya geliyor anlam ve amaca mebni olarak yarattık. Dolayısıyla anlamlı ve amaçlı yaratılış Hakk ile yaratılıştır.

İşte bu noktada baktığımızda her şeye ne giriyor dedik. Bu ayetten yola çıkarak her şeye ne giriyor? Kul li men ma fiys Semavati vel Ard* kul Lillâh* ketebe alâ nefsiHİr rahme. (En’am/12) De ki sor onlara Kul li men ma fiys Semavati vel Ard göklerde ve yerde olan her şey kime aittir? Kul, cevap ver Lillâhi ketebe alâ nefsiHir rahme. Merhameti nefsine farz kılan Allah’a aittir. AllahuEkber.

Burada şimdi böyle bir cevabın gelmiş olması ço0k manidar insanın tüylerini diken diken ediyor. Neden Allah merhameti nefsine farz kılmıştır şeklinde cevap veriyor ve öncesi göklerde ve yerde olan her şey kime aittir. Bir öncekine gitmemiz lazım o zaman, orada şunu görüyoruz; Allah’ın sırat-ı Müstakîm üzere olduğunu görüyoruz. Sırat-ı müstakîm üzere olur mu, böyle bir ifade Allah için kullanılır mı?

Ma min dabbetin illâ HUve ahızün Binasıyetiha* inne Rabbiy alâ sıratın müstekıym. (Hûd/56) hiçbir debelenen canlı yoktur ki o O’nun denetimini eline almış olmasın. Arkasından da benim rabbim sırat-ı müstakîm üzeredir.

Allah sırat-ı müstakîm üzereymiş..! Peki ne demek bu Allah olup ta var ettiğinin denetimini elinde tutmasaydı doğru yola olmamış olurdu. Anlaşıldı mı, çok mühim bir şey bu. Ayet şöyle başlıyor hiçbir debelenen canlı yoktur ki Allah onun denetimini eline almış olmasın ve arkasından da benim Rabbim sırat-ı müstakîm, dosdoğru bir yoldadır. Eğer Allah olupta yarattığı varlıkların denetimini elinde tutmasaydı sırat-ı müstakîm üzere olmamış olurdu. O zaman eğer o Allah sırat-ı müstakîm üzere ise bizim de denetimimizi onun eline vermemiz sırat-ı müstakîm üzere olmak, denetimimizi O’ndan kaçırmamız da sırat-ı müstakîm den çıkmaktır. Eyvallah..! Fatiha bir kez daha anlaşıldı mı? İhdinasSıratal’müstakıym. (Fatiha/6) sırat-ı müstakîm üzere olmak iradeli varlığın denetimini Allah’ın eline, Rahman’ın eline vermesidir. Sırat-ı müstakîm üzere olmak budur aziz kardeşlerim.

Farz kıldığı rahmete ne dahildir, kendi boynuna borç kıldığı rahmete ne dahildir? Her şey..! Ayetin başında yine her şey var. Yukarıda Araf/156 da her şey vardı, En’am/12 de de her şey var her şey dahil. Soru; Varlık içinde en çok rahmete ne muhtaçtır? İnsan muhtaçtır. Cevap bu varlık içinde rahmete en çok insan muhtaçtır. Neden? Çünkü suç işleme yeteneği olan irade kabiliyeti var. Onun için kul kusursuz olmaz.

O zaman Rahman’ın rahmetinden en büyük payı alan varlık kim? Peki insanın suç işleme kabiliyetiyle yaratılması kötü bir şey mi? Burada cevap çıkıyor. Rahmanın rahmetinden en büyük payı alması için böyle olması lazım. Elhamdülillah..! Elhamdülillah demez mi insan böyle bir lütuf karşısında, Elhamdülillâh.

Nebi Rahman’ı okuyor bu çerçeve de, Allah’ın rahmeti 100 birimdir diyor 99 unu kendisine birini de bütün mahlûkata paylaştırmıştır. Bir hayvan yavrusunu emziriyorsa eğer bu rahmetten o 99 da birlik paydan kendine düşen küçücük o pay yüzünden emziriyor. AllahuEkber..! Burada bize aslında verilmek istenen ne? Bütün varlığa 1/100 ni paylaştırmışsa kendine ayırdığı merhametin büyüklüğünü siz düşün ey insanoğlu.

Efendimiz öyle diyor ya; Bir gün Medine’de yetim ve öksüz çocuklar bir araya toplanmışlar, sanırım onlarla ilgili bir işlem yapılacak, orada bulunan bir anne ağlayan yetim ve öksüz bir bebeği alıyor kucağına ağlaması dursun diye, hemen onu emzirmeye başlıyor, süt veriyor ona. Kendi çocuğu değil. Efendimiz de bu manzarayı görüyor ve manzarayı göstererek; Allah aşkına şuna bakın, bu anne kendi çocuğu olmayan bir bebek ağlıyor diye aldı ve onu emziriyor. İşte Allah’ın kuluna merhameti, yeryüzünde ki tüm annelerin tüm şefkat ve merhametinden sonsuz kat daha büyüktür. Hiç Allah kulunu bırakır mı diyor. Dolayısıyla Allah kulunu bırakmaz yeter ki kul Allah’ını bırakmasın. Efendimizin ilahi rahmeti okuyuşu bu.

Rahmaniyetin en büyük tecellisi nerede derseniz hayatının en büyük kısmının olduğu ahirettedir derim. Ahirette rahmaniyetin tecelli etmeyecek olduğunu söylemek bana büyük bir cüret gibi geliyor. O’nun rahmeti olmasaydı ne olurduk hiç sordunuz mu? İnsan hangi kapıya giderdi bu kadar kusurla, bu kadar günah işleme potansiyeli ile ve insanı hangi kapı kabul ederdi.

Diyeceksiniz ki O bu kadar merhamet sahibi de tufan niye oldu? Allah’ın güzel kulu tufan da rahmettir. Tufan toprağın ab dest almasıdır. Allah yeryüzüne abdest aldırdı, topluma abdest aldırdı. Kötülerin Allah tarafından erken alınması, kötülükleri az yapmalarına vesiledir. Kim bunu gazap olarak, kim bunu ona kötülük olarak niteleyecek? Tuğyan edenler için tufan idi ama iman edenler için rahmet idi, mağfiret idi. Aynı şey helak edilen kavimler içinde geçerli öyle değil mi. Firavuna ahirette Rabbimiz sorsaydı; Senin iktidara gelmeden evvel canını almamı mı isterdin yoksa böyle olsun ya Rabbi mi derdin diye sorsaydı sizce ne derdi Firavun? Ya Rabbi keşke bebekken alsaydın demez miydi? Şimdi merhamet ne? Onun için depremde bebekken giden çocukların arkasına ağıt yakıp ta bu ağıdın içine küfrün ü sarıp sarmalayanlara ithaf olunur. Sen parçayı görüyorsun ey kul, parçayı gördüğünü itiraf et. Bütünü görmüyorsun bütünü gören Allah’tır. Sana düşen bütünü gören Allah’a teslim olmaktır. Teslim ol kurtul..!

Allah’ın varlığa tecellisinin adaleti mahz ve rahmeti mahz olduğunu anlamak bu dünyada mümkün değil. Bazılarını anlayabileceğiz ama bazılarını anlayamayacağız. Anlamak için ölmek lazım hatta anlasaydık ölürdük, ölmek isterdik. Onun için ölünce anlayacağız. Rabbim rahmetinin şemsiyesi altına hepimizi alsın ve bize de o rahmetinden bir pay versin inşallah.

[Not; Rahman (13-2) video esma ile ilgili değil, soru cevaptır.]

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn. (Yunus/10)

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


TAFSİR LESSONS ÂLİ İMRAN (081-109)(24)

$
0
0

231

“Euzubillahiminesheytanirracim.”

“Bismillahirrahmanirrahim”

Dear mutual friends on Qur’an. In our last session, we had studied the 80th verse. Now we will continue on the 81st verse of Alu-Imran.

81-) Ve iz ahazAllahu miysakan Nebiyyiyne lema ateytukum min Kitabin ve Hikmetin summe caekum Rasulun musaddikun lima maakum letu’minunne Bihi ve letensurunnehu, kale eakrertum ve ehaztum ala zalikum isriy* kalu akrerna* kale feshhedu ve ene maakum mineshahidiyn;

And recall when Allah took the covenant of the Nabis, “I have given you from the knowledge of reality and Wisdom, from now on when a Rasul comes to you confirming what is with you, you shall believe in him completely and help him. Have you accepted and taken My heavy load upon yourselves?” They said, “We have accepted!” “Bear witness, as I too bear witness as your essential reality.”

Behold! Allah took the covenant of the prophets, saying: “I give you a Book and Wisdom; then comes to you a messenger, confirming what is with you; do ye believe in him and render him help.” Allah said: “Do ye agree, and take this my Covenant as binding on you?” They said: “We agree.” He said: “Then bear witness, and I am with you among the witnesses.”

Ve iz ahazAllahu miysakan Nebiyyiyn When Allah took the covenant of the prophets. This spot needs some explanation. Those promises, those covenants; were they taken by the prophets personally or the by the communities they were sent to via the prophets. If we look at the translations, we may see different variations, different meanings and naturally different stories which back these meanings. But if we see the content of the previous verses, we see that the topic is still on the people of the book. So the covenant here must be the promise taken from the communities via the prophets, more specifically the promise of the people of the book taken via the prophets, not the promises of the prophets themselves.

What promise did Allah take from them? lema ateytukum min Kitabin ve Hikmetin when I gave you a share from the book and wisdom. sümme caekum Rasulun musaddikun lima maakum and after that, when I sent you a prophet which verifies, confirms the truths in your hands letu’minunne Bihi ve letensurunneh I took your promise from the prophets that you would definitely support them and show them your faiths to Allah. The pronouns in these sentences point to my explanation choice.

The verse which starts with the words, “Allah took promises from the prophets.” continues by saying; “when there is a prophet sent to you who supports the truths you already have, who supports the previous prophets you already followed. You. We understand from this “you”, these words are for Jews, especially the Jews of Madina.

Allah had taken their promises, their covenants. When a prophet comes supporting the truths of the verses in their hands, they should support him.

And Allah asked again; kale eakrertum ve ehaztum ala zalikum isriy “Do you agree, and take this my covenant as binding on you?” Kalu They answered akrerna “We accept.” Kale Again Allah said feshhedu ve ene maakum mineshahidiyn; “Bear witness, as I too bear witness among you.”

At this point a historical fact is told by Qur’ans speech with a different style. This style is a part allegory, a part metaphor and a part message. But beyond that an open truth is revealed here. That truth is all the revelations Allah sent down through the mankinds journey, all the messages which prophets informed us are a common message. And this message is confirmed by all prophets. As in every new prophet came by accepting and confirming the previous messages and previous prophets. Every prophet came to his community by doing that. Including the prophet Muhammad who confirms the previous celestial messages like the previous prophets did. He accepted and confirmed all the previous prophets.

So despite the attitude of Rasulallah and the behaviour confirming the celestial way, despite the fact that Rasulallah had confirmed all the previous messages, the Jews of Madina still rebelled against him. They refused him and refused the message he brought.

Qur’an solves the sociopsychological disease over the foundation of this denial. It wants us to take notice and shows the ways of this social ungratefulness. How it can be taken from history and how it can be seen even today. Because it’s possible to see this ungratefulness these days. This attitude is still alive today against Qur’an and Qur’ans messages. As in today there is a community of the people of the book which turns against Qur’an. They show the same reaction of the Jews which rejected the Qur’an back in the arrival days. It’s highly possible to see the same reactions in a society which call themselves Muslim. Interesting isn’t it; the history repeats itself, with all the diseases.

82-) Femen tevella ba’de zalike feulaike humul fasikun;

Whoever turns away (from this word), they are the corrupted ones (those whose beliefs are corrupt).

If any turn back after this, they are perverted transgressors.

Femen tevella ba’de zalike feulaike humul fasikun whoever turns back after this, after accepting the celestial message, feulaike humul fasikun they are the corrupted ones, who go astray.

The people of the book had betrayed this covenant. They had betrayed the promise, the contract they made with Allah. Because Allah evaluates the situation of denying the last revelations He sent as a betrayal of celestial promise. We can take the same meaning to our days. Allah had also taken a promise from this communit that they would follow the last message, the promises were given, the covenant was made. So if there are people who call themselves muslim but at the same time turning their backs to celestial message which they were entrusted with; Qur’an’s speech for them is this: “You became Jewminded like the first muslim sons of Israel. Because they were entrusted with carrying and delivering the celestial message on earth but they also betrayed that task. Now you follow the same betrayal.

83-) Efegayre diynillahi yebgune ve lehu esleme men fiys Semavati vel Ardi tav’an ve kerhen ve ileyhi yurce’un;

While whatever is in the heavens and the earth (the material and spiritual dimensions of the universe) is willingly or unwillingly in a state of submission to Him, are they looking for something other than the religion of Allah (Islam – the system and order created by Allah)? (Yet) they will be made to return to Him.

Do they seek for other than the Religion of Allah? – while all creatures in the heavens and on earth have, willing or unwilling, bowed to His Will (accepted Islám), and to Him shall they all be brought back.

Efegayre diynillahi yebgune ve lehu esleme men fiys Semavati vel Ardi Are they looking for something other than the religion of Allah. Are they looking for another lifestyle other than Allah’s order. Are they looking for other solutions rather than the celestial solutions? ve lehu esleme men fiys Semavati vel Ardi while all creatures in the heavens and on earth have bowed to His Will. As in while all the creatures in heavens and on earth have completely submitted to Allah’s will and people see this order; do people really looking for any other lifestyle besides Allah’s offered one. Do they really looking for another religion?

tav’an ve kerhen Every creations in the heavens and on earth have bowed to Allah’s will willingly or unwillingly ve ileyhi yurce’un; and to Allah shall they all be brought back. So if human chooses to refuse the lifestyle Allah has liked for him, he should know this. The lifestyle he chooses to refuse today, thanks to the willpower also Allah had given him; he should be forced to live it when he will be transfered to another life, the next dimension. But than he will be among the lost ones. That’s why today he has a choice; a choice to reject Allah, Allah’s offer, Allah’s suggestion. Because human is blessed with willpower. But if he chooses to refuse, tomorrow he won’t have a choice to refuse his punishment. People cannot refuse the punishment of betrayal.

The verse reminds us this fact by saying; ve ileyhi yurce’un; and to Allah shall they all be brought back. The final destination which every creatures reach is Allah’s domain.

84-) Kul amenna Billahi ve ma unzile aleyna ve ma unzile ala Ibrahiyme ve Ismaiyle ve Ishaka ve Ya’kube vel Esbati ve ma utiy Musa ve ‘Iysa ven Nebiyyune min Rabbihim* la nuferriku beyne ehadin minhum* ve nahnu leHU muslimun;

Say, “We believe in Allah as the One who created our essence from His Names, and we believe in everything He revealed to us; and to Abraham, Ishmael, Isaac, Jacob and that which was revealed to his descendants; to Moses and Jesus and in what was given to the Nabis from their Rabb. We do not make distinction among them. We have submitted to Him.”

Say: “We believe in Allah, and in what has been revealed to us and what was revealed to Abraham, Ismail, Isaac, Jacob, and the Tribes, and in (the Books) given to Moses, Jesus, and the Prophets, from their Lord: We make no distinction between one and another among them, and to Allah do we bow our will (in Islám).”

Kul Say amenna Billahi ve ma unzile aleyna We believe in Allah, and in what has been revealed to us ve ma unzile ala Ibrahiyme what was revealed to Abraham ve Ismaiyle Ishmael, ve Ishaka Isaac,ve Ya’kube Jacob vel Esbati and to their descendants ve ma utiy Musa ve ‘Iysa ven Nebiyyune min Rabbihim* again what was revealed to Moses, Jesus, and the Prophets, from their Rabb, we believe in them la nuferriku beyne ehadin minhum We make no distinction between them. Because we believe the revelations constant values of universe. Because when we hear Islam, we think those constant values of humanity. We believe that the messages of Allah in all ages are all one in the same in essense. That’s why we see that denying a prophet is equal to deny all prophets; denying a verse is denying all messages. We don’t fall into that mistake. We won’t fall into mistakes in our faiths.

ve nahnu leHU muslimun; Because we have submitted to Allah completely. And after our complete submission we learn this truth. “Islam is one. Islam is not only the name of the messages Muhammad delivered; it is also the name of all messages from the prophets Moses, Jesus, Abraham, Noah, Lut, Jonah, Idris, Elisha, Zachariah, John and all others.” Again after our complete submission we learn this. “Islam isn’t bound with time and space. No place can own Islam. No country can own Islam. No community can own Islam. No specific era can own Islam. Because Islam is the name of all constant and unlimited values of humanity beyond time and space.

We have learnt this after we bow to Allah’s will. We have learnt that Islam is a universal value that cannot be owned by anyone. We have learnt that Islam is a universal value that cannot be owned by any community. We have learnt that no geograpy, no community, no people of any era can own Islam by saying; “This messages are only for us.” because the messages of Islam are universal. We have learnt this fact after we bow to Allah’s will, after we show our total submission to Allah and said; ve nahnu leHU muslimun. Because Allah has ordered us to say this. And the message starts with Kul. Say this. Allah ordered us to say; “At the end we bow to Allah’s will completely.”

Every person who tries to own Islam to himself, to his race, to his bloodline, to his county, to his civilization; doesn’t really represent Islam. Because he couldn’t describe Islam right. He wants to bound Islam. He wants to bound Islam to a race, to a country, to a bloodline, a geograpy. He wants to own Islam as it is something like a fathers property. Islam cannot allow that. That’s why Arabic Islam, Turkish Islam, Persian Islam, Egyptian Islam concepts are nothing but some empty, manipulative, ridiculous namings and time will prove this fact. Because this verse is a celestial answer for that kind of attempts. And it says this. Whether it’s Abraham, Ismael, Isaac, Jacob and their descendants, Moses, Jesus and all other prophets. Actually the names we read here are only a few of the entire prophets and by saying ven Nebiyyune the message include all prophets too.

All the prophets we know and don’t know; their messages are only Islam’s messages. So how can anyone own Islam and tries to bind it to a single geograpy or race. Qur’an doesn’t even say; “It’s Muhammad’s only.” When Qur’an starts to count the Islamic geograpy and communities, it starts with Abraham. Remember Qur’an starts the Islam from 5000 years back. So how can you shackle it to a community so young, a community that can be counted as it was born yesterday according to the entire human history. No person has that power, on matter who he might be.

Islam makes every community which converts to itself as a part of Islam. Islam comes and adds them to itself. Anatolia becomes Islam, not the other way around. Malesia becomes Islam, not Islam becomes the country. If Indonesia becomes Islam, that doesn’t mean Islam becomes Indonesian. Because Islam is submission. Islam is the name of leaving your own lifestyle and coming to the lifestyle that Allah offered. This is the name of Islam and without bowind to Allah’s will, one cannot be a part of Islam.

So if you don’t show submission, if you don’t bow to Allah’s will, then you have to find yourself another name because that name won’t be Islam. Since Islam is submission, in that sense this verse shows us that only measure of truth for every geograpy, every era, every civilization, race, bloodline, old and new, local or foreigner; only measurement of truth is Allah.

So if one person wishes to submit to the truth, he should submit to Allah according to the message this verse gives. Otherwise, local is good, foreigner is bad mentality is ridiculous. If he’s among us, he’s good; if not, he’s bad. It’s an empty statement. Very crude and meaningless. It’s like those jokes; “If he’s human, he is from us. No other can raise humans.”

Unfortunately the opposite is possible too. Some people say; “We cannot raise a useful person, only other societies can.” No. The scale of becoming a real human is not us, it’s Allah. The measurement of truth can only be set by the owner of truth, Allah. Allah sets the scale. So if one passes on Allah’s test, he passes for every area, every era and every ground. If not, that person fails at everytime and everywhere on earth.

85-) Ve men yebtegi gayrel Islami diynen felen yukbele minhu, ve huve fiyl ahireti minel hasiriyn;

And whoever seeks a religion (system and order) other than Islam (the consciousness of being in a state of submission) his search will be ineffective! And he will be of the losers in the eternal life to come.

If anyone desires a religion other than Islám (submission to Allah), never will it be accepted of him; and in the Hereafter He will be in the ranks of those who have lost.

Ve men yebtegi gayrel Islami diynen felen yukbele minhu, another verse which confirms my words and the translation I have done. If anyone seeks another religion, another lifestyle other than Islam, other than submission to Allah felen yukbele minh he won’t be accepted. It will never be accepted of him. This is a final response. If a person leaves the Allah’s religion and tries to search the truth and the scale of truths from himself, his society, his race, his land, his civilization, his bloodline; all those scales won’t be accepted by Allah, all will be rejected with him.

ve huve fiyl ahireti minel hasiriyn; and in afterlife he will be among the losers. He will be among losers because religion is lifestyle. The scale of truth is the scale of Allah and Islam is submission. If you tell yourself; “I won’t surrender to Islam, I won’t show submission to Allah but I will call myself Muslim.” It will be something like an omelette without eggs, fries without potatoes or a pickle for a dessert. Funny and unnecessary, it almost makes you smile with its meaningless words, right?

86-) Keyfe yehdillahu kavmen keferu ba’de iymanihim ve shehidu ennerRasule Hakkun ve caehumul beyyinat* vAllahu la yehdil kavmez zalimiyn;

How will Allah guide people who deny the reality even after clear proofs come to them and they bear witness that the Rasul is the Truth! Allah does not guide the wrongdoing people.

How shall Allah Guide those who reject Faith after they accepted it and bore witness that the Messenger was true and that Clear Signs had come unto them? but Allah guides not a people unjust.

Keyfe yehdillahu kavmen keferu ba’de iymanihim After faith, how can a society turns its back to Allah, how can they fall into denial after Allah gave them enlightenment. How can they bend and fall into blasphemy.ve shehidu ennerRasule Hakkun even they bore witness that the Messenger was true ve caehumul beyyinat and the clear signs of truth had come to them. How can they fall into blasphemy, denial and moral corruption after they find the enlightenment, the truth? Qur’an ask this.

How and why does a society choose the path of denial after Allah shows them the true path? How can they choose denial over faith? Qur’an opens this debate in this verse. Also this society, those people who choose denial over faith, who know the light beforehand but still choose the path of blasphemy, they also bore witness that the prophets are real. They bore witness that Rasulallah was true. They knew. Especially think about the Jews of Madina. They had learnt about the arrival of Rasulallah by Allah before via various ways. They knew and yet they choose the deny him. There was only one reason for that denial; “There can only be someone among us. Only we are worthy of having a position as that. If he’s not among us, then he has no use for us.”

That’s a jewish logic. Sacrificing the truth for a national notion. Sacrificing the clear signs for anger. Always the same steps, first you will bless yourselves, make yourselves holy; then you will put yourselves as the scales of truth and then deny everything that won’t follow your paths. This is the path of betrayal first to the truths and eventually to Allah. After you walk this path, you will be among the losts by commiting the greatest crime against the truth.

This is the psychological background of jewish mentality we read in Qur’an. First you put yourselves as the scale of truth. They you will cross out everything and everyone who don’t follow your path. You will say, “If it’s worthy, it’s from us.” If not, you will try to destroy it. This is the disease which can be caught by any societies and communities throughout the history of mankind and we call it, “Becoming Jewminded.” A common illness of faith.

vAllahu la yehdil kavmez zalimiyn; Allah does not guide the wrongdoing people.

87-) Ulaike cezauhum enne aleyhim la’netAllahi vel Melaiketi ven Nasi ecme’iyn;

The return of their deeds is the curse of Allah, the angels and the whole of mankind (they have fallen separate from all of them).

Of such the reward is that on them (rests) the curse of Allah, of His angels, and of all mankind;-

Ulaike cezauhum enne aleyhim For a society which does these tyranies; why would they called tyrants? Because they made the biggest evil to themselves. In fact it’s possible to translate this verse like this. Allah won’t guide a society which wrong to themselves. Allah won’t show them the right way. Because the tyrany here isn’t about Allah’s wrath but their own doings. Qur’an openly explains this. …ve ma zalemuna ve lakin kanu enfusehum yazlimun; (Baqarah/57) They don’t do wrong to us, they do wrong to themselves. Zalemune en fusehum this form comes a lot in Qur’an. If used as an action sentence, sometimes the subjects might be absent in it. If the meaning is clear in Qur’an, the speech might come with fewer words to express the highest values of truth.

Here in this verse we should understand the form of Zalemune en fusehum it might come as Zalimiyn. Tyrants. But we should understand the deeper meaning as people who wrong to themselves, who make evil to themselves. But in other verses we might see the same word but with different meanings. For example in Takva forms. The speech comes with the word Takvallah, but it might come as a name group as well. If we see the word takva only, we understand that the speech talks about the responsibility of Allah consciousness. Even if there’s only one word for it. This is the speech of Qur’an with fewer words.

So in that sense if we translate the next verse; Ulaike cezauhum enne aleyhim la’netAllahi vel Melaiketi ven Nasi ecme’iyn; What are the consequences of those societies, those types of communities? enne aleyhim la’netAllah Allah’s curse, angels curse and peoples curse are upon them. That’s a severe statement. All the curses and wraths of Allah, angels and the entire humanity be upon them. This is the verses message.

1-Why does the verse tell about Allah’s curse. Because a mentality, a logic based on an angry and racist attitude is treachery against Allah. Putting themselves as the scale of truth while having the knowledge of the real scale of truth is actually Allah. This is an insult to Allah, a treachery. Because you have beliefs that Allah’s measures are not worthy of having, you have a certain distastefulness against Allah’s orders and you have the opinion of creating your own scales and measurements of truths. By doing that you wouldn’t only wrong to yourselves but the real truth as well. That’s why by doing that, by betraying Allah, Allah’s curse be upon those who behave like that.

2-Secondly, you have betrayed the invisible creatures. Especially the angels whom we know that Allah uses those invisible creatures to make the truth realized. Because we know that Allah sometimes deliver the truth via those beings sometimes. The truths of verses were sent to prophets via the angel of revelations. And this was a single example, there are many more. So their curses be upon those who betray.

3-As for the third, the entire humanity curses them. Because if a person puts himself as the scale of truth with such an egoist mentality, with an outrageous self centered logic, then he becomes a terrible example for the entire human race. Because he chooses to destroy the truth and deliver his version instead of just delivering the truth without causing any damage. So Qur’an makes this curse by saying; “May the curse of humanity be upon them.”

Curse; the curse of Allah is becoming an outcast. Which is also the literal meaning of the word. Allah’s curse is making a person becoming an outcast. The curse of people is condeming that individual to be abandoned. If Allah pushes someone out, that person becomes contemptible. If Allah seperates a person from the source, if Allah puts a barrier between Himself and him, that means the person meets its greatest plague. Because being without Allah is losing the meaning of life. If a life becomes meaningless, that the sadness, pain and even joy become meaningless. That’s why the greatest curse, greatest plague that Allah might give to a person is denying that individual and seperates him from Allah source.

88-) Halidiyne fiyha* la yuhaffefu anhumul azabu ve la hum yunzarun;

They will remain under these conditions forever. Their suffering will not be lightened and they will not be cared for.

In that will they dwell; nor will their punishment be lightened, nor respite be their (lot);-

Halidiyne fiyha* They will remain under that curse forever. la yuhaffefu anhumul azabu ve la hum yunzarun; Their suffering of regret will not be lightened nor will they be given time. They won’t be given time, they won’t be cared for.

89-) Illelleziyne tabu min ba’di zalike ve aslahu feinnAllahe Gafur’un Rahiym;

Except if after this they (acknowledge their mistake and) repent and correct themselves (amend their wrongdoings) indeed Allah is the Ghafur, the Rahim.

Except for those that repent (even) after that, and make amends; for verily Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful.

Illelleziyne tabu Except for those that repent after that, who understand their faults and repent to Allah as they should. Except them. min ba’di zalike So whoever repent to Allah after commiting those crimes, beg mercy from Allah as they should, they won’t be among those losers. ve aslahu and those who correct themselves. As in not only they ask for mercy, if they are sincere about their repentances, surely they should make amends and correct the wrongs they had caused and correct themselves, restrain themselves from those actions. feinnAllahe Gafur’un Rahiym; They should know well that Allah is Oftenly Forgiving, Most Merciful.

90-) Innelleziyne keferu ba’de iymanihim summezdadu kufren len tukbele tevbetuhum* ve ulaike humud dallun;

But those who deny the reality and are persistent in their denial, their repentance will never be accepted. Indeed, they are the very people who have gone astray.

But those who reject Faith after they accepted it, and then go on adding to their defiance of Faith,- never will their repentance be accepted; for they are those who have (of set purpose) gone astray.

Innelleziyne keferu ba’de iymanihim But those who reject faith after they accepted it, summezdadu kufren and are persistent in their denial, len tukbele tevbetuhum their repentance will never be accepted. Who are those people? First they reject faith after accepting it. Not only they stuck in denial, they begin to advertise their denials like it is a good thing. They start to infect people with their nasty denial disease, they start to act as a blasphemy source.They choose to market their blasphemy. This is overmoving in denial. Becoming the salesman of denial, opening the markets of denial, trying to wholesale of blasphemy; this is moving deep into the blasphemy. Falling deep into the swamp of denial.

So this words and speech comes for those who go deep into denial. That why the words len tukbele tevbetuhum came for. Their repentances won’t be accepted. ve ulaike humud dallun; For they are the very people who have gone astray. That part; ulaike humud dallun; That Hum pronoun after ulaike; it’s like a confirmation but also acts like an objection here. This is a word form in Arabic. It’s a wordplay to counter an attack, making a retaliation. This is the situation around these words. Some people call the true believers, “You have gone astray.” So Qur’an answers them as, “No, they are the ones who have gone astray.”

91-) Innelleziyne keferu ve matu ve hum kuffarun felen yukbele min ehadihim mil’ul Ardi zeheben ve levifteda Bihi, ulaike lehum azabun eliymun ve ma lehum min nasiriyn;

They deny the knowledge of reality and they die with this denial; even if they had a world of gold and offered it as ransom (to save themselves) it will never be accepted. Severe suffering awaits them and no one will help them.

As to those who reject Faith, and die rejecting,- never would be accepted from any such as much gold as the earth contains, though they should offer it for ransom. For such is (in store) a penalty grievous, and they will find no helpers.

Innelleziyne keferu ve matu ve hum kuffarun As to those who reject Faith, and die rejecting die in that state of mind felen yukbele min ehadihim mil’ul Ardi zeheben ve levifteda Bihi, even if they had a world of gold and offered it as ransom it won’t be accepted from any such as much gold as the earth contains, though they should offer it for ransom. ulaike lehum azabun eliymun ve ma lehum min nasiriyn; Severe suffering awaits them, the suffering of regret. ve ma lehum min nasiriyn; and no one will help them.

92-) Len tenalul birra hatta tunfiku mimma tuhibbun* ve ma tunfiku min shey’in fe innAllahe Bihi’Aliym;

“Never will you experience the essence of reality (albirra) until you unrequitedly give away that which you love. And whatever you give unrequitedly in the way of Allah, Allah (as its creator) knows it (and creates its return).

By no means shall ye attain righteousness unless ye give (freely) of that which ye love; and whatever ye give, Allah knoweth it well.

Len tenalul birra hatta tunfiku mimma tuhibbun Here, Qur’an finishes one passage with this verse. The passage finished but with this verse another passage starts and naturally it has a connection with the previous verses. With this verse, the first one in this section, we go back to the reasons of incidents. The consequences were told then. The verdict on those people who commit those crimes. The penalty was given. But Qur’an doesn’t only talks about the consequences of bad things, it also informs us how to avoid these consequences. This is the starting point of this section and this verse comes with a solution offer. Len tenalul birra hatta tunfiku mimma tuhibbun You will never reach the virtue, the righteousness unless you give freely of the things you love.

What’s virtue; if you want the definition, the answer of Qur’an is this; virtue of a person is sacrificing from the things he loves. This is the answer of Qur’an. It says, the real virtue is this. Because giving the things you don’t like is not virtue. You don’t like that already. Can it be called virtue is you give away the things you don’t want? Don’t you agree? That’s why Qur’an informs us with this seperation. Sacrificing, giving away with your own free will, from the things you love. If you give away the things you love and need to somebody else for the sake of help, this is virtue.

ve ma tunfiku min shey’in fe innAllahe Bihi’Aliym; and after this, Allah informs us with this sentence. The words which creates the background of all the virtuous behaviours, the real reason should be Allah for all virtous actions. Whatever you spend, whatever you sacrifice on the way of Allah, know that Allah know all about them. Allah is aware of them.

Qur’an has the need to give this guarantee here. If you spend on the way of Allah, you shouldn’t have thoughts like Allah will forget about it. You shouldn’t think whether Allah put these action to account. If you have such hesitations, you cannot do that already. You cannot sacrifice. In order to walk on that road of virtue, in order to do sacrifices; first you should have faith that Allah won’t forget or dismiss any good deed, not a single one. That’s why Qur’an puts the scale of good behaviour here. The reason of an action, the reason of any behaviour should be faith in their fundamentals. Without that faith, you cannot make such virtuous actions.

You may try, it’s possible. But nobody can give you guarantee that your behaviours are the real virtues. Let’s check for this example. A small, orphan and lonely little girl; if a person takes that girl to his side, raises her, nurtures her, looks after her; at first glance you may give that person an A for his actions. Morally. You say; “What a great sacrifice, a big moral action.” But if you know that the person who does that have intentions like “I should raise this child that I use her.” in his heart; would you still think the same for him? If you may hear his intentions and what you hear are intentions like “I should raise her and use her for my ugly needs.”; would you still think about that persons virtue?

So if you are unable to learn that inner intentions, you may think about that person as a Saint for your entire life. But the moment you learn, you change your note with a 180 turn. You will say; “What an ugly behaviour, what a disgusting intention.” Just a second ago, you were calling that man a Saint, you wera applauding his behaviours. So Allah knows those intentions beforehand. Because Allah knows the sources, Fundamentals of hearts. That’s why only Allah may give the true verdict of a behaviour. That’s why the celestial speeches are not sent only to regulate the vision and outerside of a good behaviour. The verses also regulates the inner intentions of a behaviour too. They point out the real intentions.

93-) Kullut taami kane hillen li beni israiyle illa ma harreme israiylu ala nefsihi min kabli en tunezzelet Tevratu, kul fe’tu Bit Tevrati fetluha in kuntum sadikiyn;

All food was lawful to the Children of Israel, except what Israel had made unlawful (forbade) to himself before the Torah was revealed. Say, “If you are loyal to your word bring the revelation (Torah) and read it!”

All food was lawful to the Children of Israel, except what Israel (Jacob) made unlawful for himself, before the Torah (of Moses) was revealed. Say: “Bring ye the Torah and study it, if ye be men of truth.”

Kullut taami kane hillen li beni israiyle illa ma harreme israiylu ala nefsihi min kabli en tunezzelet Tevratu All food was lawful to the Children of Israel, except what Israel had made unlawful to himself before the Torah was revealed.

A translation problem occurs in this verse. The problem is the word Israel in this verse. Most of the translators identify Israel as the Prophet Jacob and inform us as his nickname. They choose to relay that name as another name of him. But they are also unable to provide proofs for their claims. They tell us that the background of this claim is based upon an explanation of a story.

It’s also possible to find proofs about this in Israelian Mythology. But basing on that facts, it would be wrong to limit the concept of Israle with just the prophet Jacob. From The Tafsir Menar of M. Abduh and Rashid Riza, what really wants to be told is the children of Israel here. As in the children of Israel made unlawful some foods to themselves before Torah, but before that there were no limits, no restrictions for them. Allah hadn’t restricted them from anything but they banned things for themselves.

Kul tell them; fe’tu Bit Tevrati fetluha in kuntum sadikiyn; Bring the Tora. If you are loyal to your word bring the Tora and read it. Show your proofs. Because they had banned several foods and the problem laying in that restriction was this. The problem of traditions. They were using traditions as religion.

This is the situation Qur’an disapproves, calling their traditions as the religion of ancestors. Jews banned themselves the rabbit meat with the excuses from their traditions. That’s why when the Tora had come and they couldn’t find any proof to back their irrational claims, they tried to find reasons to follow that traditions. When the holy men of the Children of Israel couldn’t find the restrictions they used to in Tora they fabricated their proofs to follow the traditions of ancestors in order to establish their positions over the society. They put restrictions their own, and try to find proofs to defend those restrictions. They forced to add excuses to those thing in order to make them look like they are from Allah. But Allah hadn’t put any restrictions to them.

They banned themselves the camel meat. They banned several other types of food to themselves but ironically they broket he rules they fabricated even after making all that reasons and excuses. Their problems were the problem of insincerity. They were both making rules that Allah hadn’t made and they were also breaking them. They became the first sinners in their own eyes.

So this verse points out that historical concept and warnd this community. Don’t become Jewminded about this subject, o Muslims, O the community of Muhammad. How can the community of Muhammad become Jewminded about this subject? There might be some debates over restrictions that cannot be found anywhere in Qur’an or Islam. They might say; “We don’t eat those.” They have no proofs. This is an insult to Allah; showing things as sin, things that Allah say they are pure. Because only Allah identifies the limitations of helal and haram, the pure and the sin.

At this point if a group, a community tries to restrict people with the rules which Allah hadn’t put, a claim takes place there. That claim is that particular group choose their rules over Allah’s rules, and by that claim trying to have the position of godhood.

At this point Qur’an warns people against such a claim. Because even there is no such claim, when a small scent of fear develops and not taken care of, it won’t stop at that level. It will be a mess that will trouble all mankind. When that group, that people see and taste the power of limiting other people, they begin to limit their natural rights, they will try to put restriction to their birthrights as well and they will find excuses to continue their reign. In fact this whole thing becomes a violation of human rights. Because how can you ban a thing which was openly given to humanity by Allah. How can you deny humanity from their own rights given by Allah.

Of course this limitations don’t stand there, it will go further. It will comes to a point where violations to humans natural and birthrights become force-oriented. That’s why such trends must be stopped from the beginning and I believe this is the truth that wants to be told here.

94-) Femeniftera alAllahilkezibe min ba’di zalike feulaike humuz zalimun;

And whoever casts lies about Allah after this, they are the wrongdoers.

If any, after this, invent a lie and attribute it to Allah, they are indeed unjust wrong-doers.

And whoever casts lies about Allah Femeniftera alAllahilkezibe after this, from now on about Allah min ba’di zalike slander Allah, cast a lie feulaike humuz zalimun; they are indeed unjust wrong-doers.

Here, my precious friends; putting restrictions to things which Allah haven’t, Allah let’s free is like letting things be free, things which Allah put restrictions on. That’s why old people have a saying; “Uneducated make discount in religion, overeducated make raise.” Both of them are the same thing. Saying halal to the things Allah called haram is the same thing as saying haram to the things Allah called halal.

You may ask why? As in, all right we understand about letting things free, things which Allah restricted in first place, we got that. But why putting restrictions to other things is like the others, why restricting the things previously free is like the other? I shall give you this answer right now. Because if Allah doesn’t restrict a thing for humanity, if Allah doesn’t have a verdict about something, if Allah chooses silence about a matter, then it has some wisdom in it. First of all, if something isn’t restricted the situation is obviously on it’s freedom. Because when it comes to material, the priority is on possibility. If a thing exists, it exists to benefit humanity. Unless there is proof to be otherwise. This is one of the general rule in Islamic law.

But I wish to add something here beyond these. Banning things which Allah lets free or widen a restriction from it’s original grounds, putting similar restrictions to stand beside it; these type of behaviours bring out certain types of illnesses. You might wish for people to stay on the safe side and not to cross the boundries of some sins. But even with good intention, you increase the limits of a restriction, there might some ill effects on our actions.

Interfering humans nature, meddling with humans needs, and when you can’t be able to support your wishes from reasonable ways because of your interventions, you fall into the false assumptions of condeming people to sins. That’s why whatever Allah restricts, that is the limit nothing more, nothing less. If you try to ban more things, you interfere the balance of life. Because Allah knows best on what’s created so if Allah chooses to give the human manuevering ground, that’s from Allah decision. Allah is enough. If Allah chooses to create a safe space at that point, know that the person may actually need it. So if Allah understands that man and lets him benefit from that permission, you cannot deny him from that right. If you do that, if you deny him from that permission, you would be doing him a great evil. Because closing a safe space for that person might make him turn to an illegal path by force and all things after that might become your fault.

95-) Kul sadakAllah* fettebiu millete Ibrahiyme haniyfa* ve ma kane minel mushrikiyn;

Say, “Allah has told the truth. So follow the people of Abraham (the religious understanding) as hanifs. He was not a dualist!”

Say: “Allah speaketh the Truth: follow the religion of Abraham, the sane in faith; he was not of the Pagans.”

Kul sadakAllah* fettebiu millete Ibrahiyme haniyfa* Say: “Allah speaks the Truth Kul sadakAllah Say Allah is right. Yes we say this altogether. Without a doubt, with our faiths, Allah is right. fettebiu millete Ibrahiyme haniyfa then follow the religion of Abraham, who was among haniphs, straight in faith. As you can see here, Qur’an’s identification of a nation is way different from the usage of ours these days. That’s why the expression of Turkish nation, English nation is one hundred percent wrong according to Qur’an’s identification. The nation of Abraham is possible. Also you may call the race of english, race of arabic, race of kurdish or race of turkish. You may call them a clan. But nation, it’s the name of people groups which follows the same belief systems. So you may say the nation of blasphemers like it was described in prophets hadiths. You may say the nation of Islam or in wider perspective the nation of Abraham. The meaning here from the expression of Abraham’s nation is the nation of unity.

In this sense nationalism is being a member of a faith system. As in being among the people of the same faith. Defending that membership. That’s why when you have concept arguments, you are not even making a right debate. Because you don’t use the concepts right at the first place. Concepts are the foundations of thoughts. Is the foundation of a building isn’t proper, that building rises crooked; naturally. That’s why we should put the concepts right or use them as they should be.

Nation is a Qur’an concept. Nation concept is Islamic and Qur’an explained its true meaning. You cannot use any other meanings against this original one. If you do, then you corrupt the concept. This is corrupting Qur’an in a sense too. One of the corruption we see in Jews frequently. Destroying the meanings. Removing the concepts. yuharrifunel kelime an mevadi’ıhi.. (Maida/13).Relocating the words, changing their positions. Corrupting the concepts. Qur’an uses this sentence as this.That’s why I should see this action as corruption over concepts and name it as an insult to Qur’an.

Kul sadakAllah* Say Allah is right fettebiu millete Ibrahiyme haniyfa* So follow the people of Abraham as hanifs, true in faiths. ve ma kane minel mushrikiyn For he’s not among the ones who shirk Allah,

Qur’an shows us a prototype, an archtype in history. It show us symbols to of unity. Symbol names and symbol locations. It talks to people who wishes to be united, who wants to follow the call of unity. If you want to unite; Qur’an says, let me show you some symbols. First one of these symbls is a person, Abraham. Qur’an showed this one, and now it will show us a location. A symbolic center which will be united over on earth.

96-) Inne evvele beytin vudi’a linNasi lelleziy Bi Bekkete mubareken ve huden lil alemiyn;

The first house made for people was in Becca (the old name of Mecca), sacred for the worlds and a source of guidance.

The first House (of worship) appointed for men was that at Bakka: Full of blessing and of guidance for all the worlds.

Inne evvele beytin vudi’a linNasi lelleziy Bi Bekkete mubareken ve huden lil alemiyn; First temple made for humans on earth is the first house of worship in Mecca, the center of light on the grounds sacred and fertile for all people. Becca is the older name of Mecca. Also in some dialects of Aramic and some speech patterns in Arabic too, the name matches with the name Mecca. In any case the name points to Mecca.

Like I said before, Qur’an which points out Abraham as the name of alliance for all humanity now shows Mecca, city of the first house built by Abraham as the symbolic center of humanity. If you are sincere, if you are honest with your devotion to Abraham. Because both Jews and Christians an deven heathens were known by their loyalties to Abraham. They were bragging about being the grandchildren of Abraham.

So right now, Qur’an challanges them. If you are serious, if you are sincere, then come. Let’s unite by the name of Abraham, shall we? Of course why don’t we unite over Kaaba, the first house built by Abraham, in this case? So naturally the dishonests are revealed with this offer. Caught off guard, so to speak.

97-) Fiyhi ayatun beyyinatun Makamu Ibrahiym* ve men dehalehu kane amina* ve Lillahi alenNasi hiccul beyti menisteta’a ileyhi sebiyla* ve men kefere feinnAllahe Ganiyyun anil alemiyn;

In it there are clear signs and the station of Abraham. Whoever enters it will be in safety. Pilgrimage to the House (Kaaba, the abode of Allah in one’s heart) is the right of Allah (the qualities of the Names in one’s essence) upon all people who have the means to undertake it. But whoever denies (his ability to go even though he has the means to), indeed Allah is Ghani from the worlds.

In it are Signs Manifest; (for example), the Station of Abraham; whoever enters it attains security; Pilgrimage thereto is a duty men owe to Allah,- those who can afford the journey; but if any deny faith, Allah stands not in need of any of His creatures.

Fiyhi ayatun beyyinatun Makamu Ibrahiym In it there are clear signs. the Station of Abraham. Mecca was Abraham’s station. And the expression of station here is generally used for the stone in the Kaaba’s padio. But we cannot think the station of Abraham as just one stone, it cannot be. That stone was just a souvenir from Abraham, a stone he had used to build Kaaba while using it as a stepping stone. A historical souvenir kept in the Kaaba grounds these days. I also mentioned in my book of Hacc Risalet with wider expressions, that stone was next to Kaaba’s Wall in one era.

In one weak story Rasulallah but in a strong story The Caliph Omar had removed the stone from Kaaba’s Wall and moved it to an outside zone because he didn’t want people to try to worship in front of that stone every time. But today that stone is still inside the tavaf zone and because of that when people try to worship in front of that stone, they cause others to stop their tavafs, causing hurting incidents and even death situations. So I believe removing that stone back to the outer zone of Kaaba just like the Caliph Omar had done would be the best solution to prevent that kind of disasters.

I’m sure the pilgrims would know that it’s only possible the prevent certain deaths and hurting situations, great chaos like this. Because in Islam, human is priority. Some uninformed and uneducated people see that worshipping in front of that stone is a great action and by doing it, they block the paths of other pilgrims. So just to make some additional worshipping for themselves, they prevent other people to execute their must-duty actions. The reason of religion itself, the safety of human like is endangered because of this.

So I believe there is a great need for this situation and we need swift action for that. In that moment this was my concern, I would like to express.

ve men dehalehu kane amina* Whoever enters it will be in safety ve Lillahi alenNasi hiccul beyti menisteta’a ileyhi sebiyla Pilgrimage s a duty men owe to Allah, for those who can afford the journey.

Let me point this out again, Hacc duty is a responsibility to Allah for every people who have the power to travel and reach the temple. The verse is clear. menisteta’a ileyhi sebiyla Pilgrimage thereto is a duty men owe to Allah,- those who can afford the journey. But these days we see from some books of religions factions, the Hacc journey is based on the rule of richness. This is wrong. Qur’an doesn’t say that. Qur’an says for people who finds a way to reach there, whoever has the power to reach Kaaba also has the responsibility. Just like those people who can find a way to get there even they don’t have 3 to 4 thousand dollars. So should we say Hacc is not a duty for those people too? Or should we describe the Hacc duty is for people who have the money to afford that journey? As in if you have the money, it’s mandatory; if not, it’s not.

That point of view cannot be matched with this verse. Also several of Maliki Imams point out that Hacc duty is not just mandatory for people who can afford the journey but for the people who can find a way to get there. So the verse reminds us the fact that Hacc duty isn’t a duty for rich people but people who can find a way to reach the sacred temple. That’s why we should redescribe the definition of Hacc duty and conditions of travel. We should set the ground rule to finding a way, not being rich.

ve men kefere feinnAllahe Ganiyyun anil alemiyn; But whoever denies this fact, whoever turns his back to the memory of Abraham and to the offer of coming to the center of humanity; whoever turns his back to this offer of Allah on coming the the center, he should know that Allah is is indeed Ghani from the worlds. Allah doesn’t need of any of His creations.

98-) Kul ya ehlel Kitabi lime tekfurune Bi ayatillahi, vAllahu Shehiydun ala ma ta’melun;

Say, “O you to whom the knowledge of reality has come… While Allah witnesses all your deeds, why do you deny (or cover) the existence of Allah in His signs (the manifestations of His Names)?”

Say: “O People of the Book! Why reject ye the Signs of Allah, when Allah is Himself witness to all ye do?”

Kul ya ehlel Kitab Say: “O People of the Book.” lime tekfürune Bi ayatillahi Why have you rejected the verses of Allah. Allah’s verses, Kaaba is also a verse of Allah. Mecca is a verse of Allah in this sense. The legacy of Abraham, the symbols are all verses of Allah. When we say verse, we should include these things as well. So why have you reject the verses. vAllahu Shehiydun ala ma ta’melun; Know well that Allah is aware of everything you have done.

99-) Kul ya ehlel Kitabi lime tasuddune an sebiylillahi men amene tebguneha ‘ivecen ve entum shuheda’* ve mAllahu Bi gafilin amma ta’melun;

Say, “O you to whom the knowledge of reality has come… Even though you bore witness (to the reality) why do you avert the truth and turn the believers from the way of Allah? Allah is not unaware of your deeds.”

Say: “O ye People of the Book! Why obstruct ye those who believe, from the path of Allah, seeking to make it crooked, while ye were yourselves witnesses (to Allah’s Covenant)? But Allah is not unmindful of all that ye do.”

Kul Say: ya ehlel Kitab O you People of the Book lime tasuddune an sebiylillah why do you try to turn the believers from the way of Allah? men amene those who believe. tebguneha ‘ivecen by seeking to make it crooked, trying to show it warped; that’s how you try to avert people from the path of Allah. ve entum shuheda‘ while you were yourselves witnesses, you are the witnesses that this path is the true one.

This is important. It’s a sign for becoming jewminded. Trying to show as false even knowing that it is not, that’s becoming Jewminded. Whether it’s from ancient time sor modern, whoever doing this, no matter from which religion or sect he calls himself, he becomes Jewminded. Trying to show something corrupted, warped and wrong even with having the knowledge that it’s actually not. ve mAllahu Bi gafilin amma ta’melun; Know that Allah isn’t unaware of your actions.

100-) Ya eyyuhelleziyne amenu in tutiy’u feriykan minelleziyne utul Kitabe yeruddukum ba’de iymanikum kafiriyn;

O believers, if you follow some of those to whom the knowledge of reality has been given (who have gone astray afterwards), they will turn you back from belief to people of denial.

O ye who believe! If ye listen to a faction among the People of the Book, they would (indeed) render you apostates after ye have believed!

Ya eyyuhelleziyne amenu O you who have claims of being faitfuls in tutiy’u feriykan minelleziyne utul Kitabe If you listen to a faction among the People of the Book, yeruddukum ba’de iymanikum kafiriyn; they will turn you back from belief to people of denial.

101-) Ve keyfe tekfurune ve entum tutla aleykum ayatullahi ve fiykum RasuluHU, ve men ya’tesim Billahi fekad hudiye ila siratın mustekiym;

While the signs of Allah are displayed in front of you and there is a Rasul among you, how can you be of the deniers of the reality? Whoever (detaches himself from all else and) holds firmly onto Allah, the essence comprising his being, he has been guided to the straight path.

And how would ye deny Faith while unto you are rehearsed the Signs of Allah, and among you lives the Messenger. Whoever holds firmly to Allah will be shown a way that is straight.

Ve keyfe tekfurune So how would you turn to blasphemy ve entum tutla aleykum ayatullahi while unto you are rehearsed the verses of Allah ve fiykum RasuluHU, and among you lives the Messenger. Qur’an asks this ve men ya’tesim Billahi fekad hudiye ila siratın mustekiym; Whoever holds firmly to Allah will be shown a way that is straight.

102-) Ya eyyuhelleziyne amenuttekullahe hakka tukatiHİ ve la temutunne illa ve entum muslimun;

O believers… Protect yourselves duly from Allah (as He will definitely subject you to the consequences of your deeds) and die only as ones who have experienced submission.

O ye who believe! Fear Allah as He should be feared, and die not except in a state of Islám.

Ya eyyuhelleziyne amenu O you who believe, if you are honest by your claims, uttekullah Your responsibilities to Allah; hakka tukatiHİ Do your deeds and follow your responsibilities to Allah with just. ve la temutunne illa ve entum muslimun; (Be careful with this expression) Seek to show submission unconditionally before death arrives at you. As in don’t let death claim you before you show your unconditional submission to Allah.

Yes, death will find you eventually. Then try to reach the level of submission without any bounds before it arrives. Show your submission to Allah, after that let the death come. What can death do to you if you manage to reach Allah. Yes, what would death do to a person like that? Death is both and neither far and close to us since we taste immortality by surrendering to Allah. If you get close to Allah, if you place Allah in your hearts, if you give all your being to Allah, then you reach to a point where immortality is. So what can death do to you then. That would be a nice journey with a happy smile. And after you taste it you would say, o sweet death, let me taste you thousand more times. That would be your reaction.

103-) Va’tasimu Bihablillahi cemiy’an ve la teferreku* vezkuru ni’metAllahi aleykum iz kuntum a’daen feellefe beyne kulubikum feasbahtum Bi ni’metiHI ihvana* ve kuntum ala shefahufratin minennari feenkazekum minha* kezalike yubeyyinullahu lekum ayatiHİ leallekum tehtedun;

Hold fast onto the rope of Allah (which leads to) the reality of the Names in your being, all together, do not fall into separation. Remember the blessing of Allah upon you. Recall that you were enemies once, He brought you together by forming a mutual understanding in your consciousness; and due to this blessing that He manifested in you, you became brothers. You were near the edge of a fire pit; He saved you from that fire. Thus Allah explains his signs, so that you attain the reality.

And hold fast, all together, by the Rope which Allah (stretches out for you), and be not divided among yourselves; and remember with gratitude Allah’s favor on you; for ye were enemies and He joined your hearts in love, so that by His Grace, ye became brethren; and ye were on the brink of the pit of Fire, and He saved you from it. Thus doth Allah make His Signs clear to you that ye may be guided.

Va’tasimu Bihablillahi cemiy’an ve la teferreku* Hold fast onto the rope of Allah ve la teferreku be all together vezkuru ni’metAllahi aleykum Remember the blessing of Allah upon you iz kuntum a’daen feellefe beyne kulubikum Recall that you were enemies once, (This part was specific to Madina locals as they are the first readers of this verse) Allah brought you together feasbahtum Bi ni’metiHI ihvana* so that by Allah’s grace, you became brothers; ve kuntum ala shefahufratin minennari You were near a fiery pit feenkazekum minha* Allah got you out of there kezalike yubeyyinullahu lekum ayatiHİ leallekum tehtedun; Thus Allah explains his signs, proofs of the truth, the verses with this details leallekum tehtedun so that you find guidance and reach the true path.

104-) Veltekun minkum ummetun yed’une ilel hayri ve ye’murune Bil ma’rufi ve yenhevne anil munker* ve ulaike humul muflihun;

Let there be a community among you inviting you to good (the Truth), judging according to the Truth and reality, and advising you to walk away from things that are contrary to Religion. Those are the ones who will be emancipated.

Let there arise out of you a band of people inviting to all that is good, enjoining what is right, and forbidding what is wrong: They are the ones to attain felicity.

Veltekun minkum ummetun yed’une ilel hayri Let there be a community among you inviting you to the Truth. This is why Allah tries to remind us the verses. Why has Allah bring your hearts closer? Because Veltekun minkum ummetun yed’une ilel hayri Maybe a community among you rises and invites you the the Good. ve ye’murune Bil ma’ruf they order the good, the beautiful and the true and ve yenhevne anil munker ban the bad, ugly and the false. ve ulaike humul muflihun; Those are the ones who will be emancipated, they will be in happiness.

Here, dear friends in the verse above it was said; Va’tasimu Bihablillahi cemiy’an Hold on the Allah’s rope firmly. There the message was about the subject which a community should unite upon. The attention was on vahdet. Vahdet is social unity. The opposite of it is tefrika which is also called social shirk. That was the message back there the attention was on vahdet and naturally a person thinks. From the frame of this vahdet drawn by Qur’an; won’t there be oppositions, won’t there be different voices? Should everyone be in the same page? Should we expect it to be? Now the answer of this question is here. Surely there will be oppositions.

Veltekun minkum ummetun 104th verse here describes how oppositions should be done. Briefly the oppositions duty should be calling to the good. (yed’une ilel hayri ve ye’murune Bil ma’rufi ve yenhevne anil munker)* The duty of opposition is Emr-i bil Ma’ruf, and Nehy-i Anil Munker. In a grown society different voices are facts of life but their role should always be calling to good. ve ulaike humul muflihun; Those are the ones who will be emancipated, they will be in happiness.

105-) Ve la tekunu kelleziyne teferreku vahtelefu min ba’di ma caehumul beyyinat* ve ulaike lehum azabun aziym;

Do not be like those who fall into division and separation after clear proofs have come to them. There is great suffering for them.

Be not like those who are divided amongst themselves and fall into disputations after receiving Clear Signs: For them is a dreadful penalty,-

Ve la tekunu kelleziyne teferreku vahtelefu min ba’di ma caehumul beyyinat Do not be like those who fall into division and separation after clear proofs have come to them. ve ulaike lehum azabun aziym; There is great suffering for them.

What restricted here is arguing over the truth, remind you. Arguing abour the truth is forbidden. Because destroying the truth may cause catastrophic results. A destroyed and corrupted truth is no longer a truth. When a group takes a piece of truth and another group takes another part, there is no truth whatsoever around. Because it’s broken already. ..kullu hizbin Bima ledeyhim ferihun (Rum/32)

Every person starts to brag with what he owns. The sects, if you describe Islam as human, the sects takes the heart of Islam human. The scholars, takes the head of Islam human. The soldiers take the arm of Islam human. So a destroyed and divided human is no longer a human. Nonetheless Islam order people with Qur’an to keep the truth of Islam as a whole and this is what this verse orders us to.

106-) Yevme tebyaddu vucuhun ve tesveddu vucuh* feemmelleziynesveddet vucuhuhum* ekefertum ba’de iymanikum fezukul azabe Bima kuntum tekfurun;

During that period, some faces (forms of consciousness) will shine (with the light of the Truth) and some faces will darken (with the darkness of the ego)… Those with darkened faces (will be told): “You fell into denial after you believed! Experience the suffering brought forth by your being because of your denial of the reality.”

On the Day when some faces will be (lit up with) white, and some faces will be (in the gloom of) black: To those whose faces will be black, (will be said): “Did ye reject Faith after accepting it? Taste then the penalty for rejecting Faith.”

Yevme tebyaddu vucuhun ve tesveddu vucuh* on that day some faces will shine ve tesveddu vucuh and some faces will darken. On that day feemmelleziynesveddet vucuhuhum To those whose faces will be black, it will be said: ekefertum ba’de iymanikum “You fell into denial after you believed!” Yes, as you can see destroying truth, agonizing the truth comes with the same terms with falling into denial and those people are asked; “After Allah had delivered you to faith, you divided the truth and took whatever suits you and threw away whatever you don’t like; ater tasting the faith, you fall into denial like that?fezukul azabe Bima kuntum tekfurun because of your denial, taste then the penalty for that. Falling into seperation or opposition over the truth is like falling into denial after finding faith. So it is described as treason and disrespect against the truth.

107-) Ve emmelleziynebyaddat vucuhuhum fe fiy rahmetillah* hum fiyha halidun;

But those whose faces shine (as the result of their comprehension of their essence), they will be in the grace of Allah… They will abide therein eternally.

But those whose faces will be (lit with) white,- they will be in (the light of) Allah’s mercy: therein to dwell (for ever).

Ve emmelleziynebyaddat vucuhuhum fe fiy rahmetillah* But those whose faces shine they will be in the grace of Allah hum fiyha halidun; They will abide therein eternally.

108-) Tilke ayatullahi netluha aleyke Bil Hakk* ve mAllahu yuriydu zulmen lil alemiyn;

These are the signs of Allah, we make you recite them in Truth. Allah does not wish wrong upon the worlds.

These are the Signs of Allah. We rehearse them to thee in Truth: And Allah means no injustice to any of His creatures.

Tilke ayatullahi netluha aleyke Bil Hakk So these verse we studied for a while, they are the signs of how people should behave how societies should behave netluha aleyke Bil Hakk they are Allah’s messages. We rehearse them to you in Truth. This netluha aleyke Bil Hakk expression is a reference to the historical fact abour Qur’ans stories. As in if we see this expression after Qur’an tells us a story, that means this.

1 – Those people had know the story.
2 – They knew wrong.
3 – This is the true version.

Secondly the consequences of good and evil is explained like this. As in Qur’an informs us the prize of good and the penalty of bad like this. The choice of Zemahsheri, Alusi and Shevkani for this expression is in that sense. ve mAllahu yuriydu zulmen lil alemiyn; Allah does not wish wrong upon the worlds.

109-) Ve Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* ve ilAllahi turce’ul umur;

Whatever is in the heavens and the earth, all of it belongs to Allah (they exist and subsist with His Names). All will return to Allah (a time will come when everything will see its essential reality, and those who fail to evaluate this will burn)!

To Allah belongs all that is in the heavens and on earth: To Allah matters return.

Ve Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* To Allah belongs all that is in the heavens and on earth: ve ilAllahi turce’ul umur; To Allah all things return. When the passage is closing the attention is focused of Allah’s cosmic Powers and the entire existences final destination will indeed be Allah. I sincerely wish from our Rabb that we will be among people whose faces are shiny and white while we return to Allah.

Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.
Esselamu aleykum.


ESMA DERSLERİ – 4 – RAHMAN (14-1)

$
0
0

324

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi. Düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Amin, amin.

Değerli dostlar bugün Rahman ismi şerifine inşallah devam edeceğiz. Geçen dersimizde Rahman ismi şerifinin lügavi karşılığını işlemeye çalışmıştık ve Rahman ile Rahîm arasında ki farkları beyan etmeye çalışmıştık. Bugün de inşallah Kur’an da Rahman mevzuunu işleyeceğiz, ayetler arasında yol alacağız., Kur’an ın burçları arasında dolaşacağız ve her bir burçtan kulağımıza Kur’an, mübarek ezanlar okuyacağız. Bakalım ne manalar fısıldayacak yüreğimizin kulaklarına onu görelim.

Önce sayılarla rahman ismini vermek istiyorum. Bu dersler sadece bugün için verilmiyor. Hamd olsun işin güzel tarafı kayıt altına alınıyor olması. Yani bu dersler bir tür yazıya dönüşüyor, görüntülü yazıya çünkü kayıt altına alınıyor, yazı da kayıt altına almak demektir zaten, sözü kayıt altına aldığınızda yazı oluyor.

Aslında hep işimiz gölgelerle. Kur’an da neden gölgelere yemin edildiği üzerinde çok düşünmüştüm. Anladım ki gölgeler olmasaydı insan iletişim kuramazdı. Aslında söz düşüncenin gölgesiymiş diye düşünüyorum. Eğer düşünce söz gölgesiyle kendini göstermeseydi biz nasıl ifade edecektik kendimizi. Sesimiz düşüncemizin, nutkumuz mantığımızın gölgesi, yazı da sesin gölgesi imiş meğerse, satırlara düşmüş gölgesi. Aslında biz orada gölgeleri izliyoruz, gölgeler üzerinden sese ulaşıyoruz, ses gölgesi üzerinden de düşünceye ulaşıyoruz.

Resim de gölge, görüntü de gölge. Dolayısıyla aslında özü itibarıyla yazıyla görüntü arasında özünde bir farklılık olmuyor kayıt altına alma açısından. İlahi kaydı da bütün bu unsurların hep bir arada kullanıldığı bir kayıt olarak düşünebiliriz. Hiç şüphesiz ki yaptığımız her şey Allah tarafından kayda alınıyor. Bugün 3 boyutlu filmler görsel teknolojinin şaheseri olarak sunuluyor özel gözlüklerle seyrediliyor HP teknolojisi kendisinden önceki teknolojiyi dama atıyor ve daha neler çıkaracaklar. Ama ne çıkarırlarsa çıkarsınlar Allah’ın kayıt sistemine asla ulaşamayacaklar. 3.000 boyutlu diyorum, eğer yarın 4 boyutlu çıkarırlarsa 4.000 derim, yani bu bir mecaz. Allah’ın kamerası 3.000 boyutlu, sadece söylediklerinizi kaydetmiyor, sadece dışınızı kaydetmiyor, sadece jest ve mimiğinizi kaydetmiyor aynı zamanda düşüncenizi de kaydediyor. Sadece düşüncenizi kaydetmiyor o şeyleri düşünürken düşüncenizin arkasında ki niyetleri de kaydediyor. Sadece niyetlerinizi kaydetmiyor, o niyetlerin arkasında ki bilinç altını kaydediyor. Sadece bilinçaltını kaydetmiyor o bilinçaltının arkasında ki tasavvuru da kaydediyor. Sadece tasavvuru kaydetmiyor, tasavvura nereden ilham geliyorsa yani; Feelhemeha fucureha ve takvâha. (Şems/8) fücurunuzdan mı, takvanızdan mı onu kaydediyor, daha neler kaydediyor.

Onun için bu dersleri sadece burada verilip geçilmiş dersler olarak görmemek lazım. Eğer sadece bura ile sınırlı olduğunu düşünseydim birçok ayrıntıyı atlardım size biraz da sizleri heyecanlandıran unsurlarını verirdim diğerlerini keserdim. Ama kıyamıyorum beni anlayışla karşılayın. Onun içinde şimdi sayılarla Rahman ismi.

Önce özür dilemeliyim bu 10 dakikalık gecikme her ne kadar yolda bir trafik kazası olmuş onun için geciktikse de ne olursa olsun geciktik, özür diliyorum. 16 yıllık tefsir dersinde 6 kez gecikme vuku buldu, bunun 3 veya dördü trafik kazasından dı, biri kıştan dolayı idi, biride benden dolayı idi. Onun için Müslümanların sözlerine ve sebatlarına maalesef olan zayıflığı her birimize yansıdı, bu bir ahlak haline geldi. Onun için bakıyorum zamanında gelenler cezalandırılıyorlar. Oysa geç gelenler cezalandırılmalıydı. Bu artık standart haline geldi, bu standardı bozalım bu kötü bir standart. Söz verdiğimizde vaktinde orada olalım, dakik olalım çünkü zaman hayattır, kimsenin zamanını israf etmeyelim, kimsenin de bizim zamanımızı israf etmesine izin vermeyelim.

30 yerde fiil formunda kullanılmış Rahman ismi şerifi. Geldiği her yerde rahmetin tek faili var; Allah. İsim formu olarak rahmet 100 den fazla yerde geliyor Kur’an da, hepsi de yine b ir tek isme izafe ediliyor Allah’a. Merhamet ve ruh mastarları sadece bir yerde kullanılıyor. Şu ana kadar ne kadar lügat açtımsa önüme, Kitabü-l A’yn- Halil Bin Ahmet el Ferâhi’nin Kitabü-l Ay’nı yine İbn Faris’in Mu’cemu megaisi-l lüga’sı bunlar etimoloji lügatlarıdır Arapça’nın en baba en ilk lügatları, özellikle Kitabü-l Ayn. Tabii İbn Manzur’un lisanü-l Arab ı, Zebidî’nin Tâc’ı, önüme çıkan her lügatta Rahm, ruhm ve merhamet aynı manaya gelir yazıyor.

Bu benim dil sistemime uymuyor. Merhamet kelimesi ile Rahmet aynı değil ki aynı manaya gelsin, mutlaka bir incelik olmalı bir nüans olmalı. Kelime farklı ise bir nüans olmalı. Kur’an a göre aslında lügat yazılmalı. Çünkü Kur’an dan önceki dilin şahitleri ve delilleri güvenilmezdir. Arap dilinin en güvenilir kaynağı Kur’an ve hiçbir dilin Kur’an gibi böyle bir temel kaynağı yok. Şu anda batıda ki İngilizce, Fransızca, Almanca, Macarca, Romanca, İspanyolca, İtalyanca..! sayın tüm Avrupa da kullanılan dilleri en eski metinleri 600 yıllıktır. Çünkü Avrupa dillerinin oturduğu süre bu. Ondan öncesine gittiğinizde o dille verilmiş bir ürün göremiyorsunuz. Taş çatlasın 700 yıl.

Fakat yeryüzünde 1.400 yıl önceden metne dökülmüş bir dil duruyor, Kur’an ın Arapça’ ya bağışladığı hediye bu. Onun için Arapçanın özelliği böyle bir dil olması ve Kur’an dan yola çıkarak lügat kuralları konulmalı diyorum. Mesela bir yerde merhamet kullnılıyor; ve tevâsav Bissabri ve tevâsav Bilmerhameh. (Beled/17) ve orada da insana atfen kullanılıyor, insana izafe ediliyor. Demek ki diyorum rahmetle merhamet arasında bir fark var. Rahmet; Allah’a da insana da izafe edilerek kullanılabiliyor. Ama merhamet sadece insana izafe ediliyor. Merhamet zaten kelime olarak ta baktığımızda mastarı mi, mi. Mim getirilerek getirilen mastar. Niye buna ihtiyaç duyulmuş, aslında kesb edilen merhamete de delalet ediyor. Yani bir başkasından elde edilen rahmet, merhamet. Merhametli olmanız için bir rahîm e muhtaçsınız, yani biri size verecek. Onun için insan merhametini Allah’tan alır. Rahman olandan aldı onun için merhametli oldu.

Benim fatiha’dan olup olmadığına dair 3 tane ulema arasında görüş vardır. 1 – Besmele Fatiha’dan bir ayettir. İmam Şafî ve onun gibi düşünenlerin görüşü budur. 2 – Besmele Fatiha’dan bir ayet değildir, müstakil bir ayettir. 3 – Besmele ne Fatiha’dan ne herhangi bir sureden ayet değildir Kur’an ın içinde Neml suresinin içinde yer alan bir ayettir, diğer surelerin başında o ayetten iktibas olarak sureleri birbirinden ayırmak için kullanılır. Bu 3 görüş.

İkinci görüş te İ. Ebu Hanife’nin görüşüdür. Peki o zaman besmeleyi Fatiha’dan ayet saymayan görüşe göre Fatiha 7 ayet olmak zorunda değil mi gelen rivayetlerden yola çıkarak, yine 7 ayet, Özellikle Seb’an minel Mesâni. (Hicr/87) ikişerli 7 üzerinden gidersek o ayetin Fatiha’ya delalet ettiğini düşünürsek yine 7. İ. Ebu Hanife besmeleyi müstakil bir ayet saymış Fatiha’dan bir ayet saymamış. Ama son ayet diye okuduğumuz ayeti 2 ayet olarak saymış. Yine 7. Bakarsanız eğer meali şerife böyle görürsünüz.. Yani İ. Ebu Hanife’nin ve onun gibi düşünenlerin görüşüne göre meal yapılmıştır. Metin ise İ. Şâfî ve onun gibi düşünenlere göre yazılmış ama bizim mealde besmele Fatiha’dan bir ayet olarak alınmamıştır. Fatiha’nın 1. ayeti El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn olarak alınmıştır. 3. cü görüşte besmelenin bir iktibas olduğu görüşü ki fakir o görüşten yana. Yani bu çerçevede 56 kez geçiyor Kur’an da Rahman ismi. Ama diğer görüşe göre 57 kez geçiyor Rahman ismi. Tüm besmelelerde ki BismillahirRahmanirRahıym de ki Rahman’ı da dahil edersek Kur’an da Rahman ismi 170 kez geçiyor.

Geçiş sıklığı önemli, bu konuda değerli bir Kur’an aşığı kardeşimiz, haydi kendisi bunu iftihar babında söylediği için ben de söyleyeyim, talebemiz ismini burada vermeyeyim çünkü yüksek bürokrat ne olur ne olmaz. Yıllarını şu anda Kur’an da hangi kavram hangi yılda tedavüle sokuldu çalışması yapıyor. Kur’an ın kavram haritası, Kur’an bir kavramı hangi yılda tedavüle soktu, hangi yıllarda nasıl bir grafikle kullandı, hangi yılda tedavülden kaldırdı. Bu, bu güne kadar yapılmamış bir çalışmadır. Çok arzu ettiğim bir çalışmaydı. Bu kardeşimiz buna soyundu yılların ı verdi şu anda 11. Yıla geldi, 12 yıl daha kaldı geriye. İnşaAllah bu çalışma yürüyor. Bu çalışma çok büyük bir açığı kapatacak çünkü Kur’an ın bir nesli nasıl terbiye ettiğinin kodlarını verecek bize. Onun için bu önemli Rahman isminin geçiş sıklığı.

Birinci yılda bir kez kullanılıyor Fatiha’da. 2-3-4- yıllarda hiç yok, 5. Yılda bir kez geliyor, 6. Yıla geldiğimizde hit yapıyor 27 kez kullanılıyor en yüksek. Ne var 6. Yılda? Rahman isminin en çok kullanıldığı sure Meryem suresi, 16 kez kullanılıyor. Ne var 6. Yılda; 6. Yılda işkencenin hit yaptığı yıldır. Eyvallah..!

İşkence görüyorsunuz ey mü’minler imanınızdan dolayı Rahman’ın Rahman olduğunu aklınızdan çıkarmayın, Allah’ın Rahman olduğun u aklınızdan çıkarmayın. Yani Allah sizi işkence üzerinden de rahmet eder mi? Eder. İşkenceciler için bu bir gazaptır, ama sizin için bu bir rahmettir, siz eğitiliyorsunuz. Mekke medresesinin büyük öğrencilerisiniz, çünkü yer yüzüne öğretmen olacaksınız. Yeryüzüne öğretmen yetiştiriyor Allah Mekke okulunda onun için de ağır sınav vereceksiniz. Sizi düşmanın eliyle eğitiyor. Hadise budur.

Onun için terbiye etmek kötü bir şey midir ey mü’minler, terbiye olmak kötü bir şey midir? Allah beni terbiye ediyor diye şikâyet ederseniz ayıp olmaz mı Allah’a. Terbiye ederken, terbiye olurken haliyle canınız yanacak. Eğer tahtanın canı olsaydı mobilya yapılırken ne kadar ağlardı değil mi. Kabuğumu soyuyorlar eyvah, beni kesiyorlar eyvah, planyaya sokuyorlar eyvah, fırınlıyorlar eyvah, rendeliyorlar eyvah. İyi ama bunlardan geçmeden adam olmazsın ki, gelip te aynı evi benimle paylaşamazsın ki. Bunlardan geçmezsen gideceğin yer çok çok sobanın içi. Onun için terbiye oluyorum diye n eden eyvah çekiyorsun ey insan, Allah seninle ilgileniyor, Allah sana ustalık yapıyor. Şükret, hamd et O Rahman’dır. Onun için geçiş sıklığı önemli bu geçiş sıklığını bu çerçevede algılamak lazım.

Bağlam da önemli, sonrasını da vereyim belki lazım olur; 7. Yılda iki kez, 8. Yılda 2 kez, 9. Yılda 5 kez, 10. Yılda yok 12. Yılda 11 kez. Yine ikinci zirve bu sefer. Niye 12. Yılda 2. Zirve? 12. Yılda Mekke de en bunalım, en sıkıntılı dönem hicretin hemen öncesi, artık bittim noktası. 1. Sıkıntılı dönem mü’minler içindi, 2. Hit yaptığı dönem ise Allah Resulü içindi, onun bittim noktasıydı Taif dönüşü. Eyvallah..!

3 bağlam var, yani hangi zeminde kullanılıyor Rahman ismi Kur’an da. Bağlam dediğimiz şey lafzı hayata bağlayan noktalar, nüzül ortamı da diyoruz biz bağlama, ayetlerin indiği ortam. 3 bağlam var tabii iç bağlam ve dış bağlam diye de ikiye ayırıyoruz, iç bağlamı hangi konu içinde geçiyor ise o. Dış bağlam ise ayetin indiği nüzül ortamı toplumsal ortam.

3 bağlamı var Allah, Peygamber, ahiret bağlamında geçiyor Kur’an da ki Rahman isimleri. İstisnaları olabilir ama genellikle Allah, ahiret ve peygamber bağlamında. Ahiret bağlamın da geçiyor olması dikkat çekici. Çünkü ulemamızın bir çoğu Rahman isminin dünyada rahmet eden manasına geldiğini söylüyor, bu onu doğrulamıyor.

Tirmizi ve İbn Mace listelerinde yer alan bir isim. Malumunuz bu iki liste piyasada mütedavel olan, dolaşımda olan liste. Bu iki liste müdreç kabul edilmiştir hadis uleması tarafından yani hadisin aslına sonradan ilave kabul edilmiştir. Onun için hakikaten de baktığınızda, Kur’an la karşılaştırdığımızda çok büyük problemler içerdiğini ilgili derste söylemiştim.

Şimdi birlikte geldiği diğer isimlere kısaca göz atalım. Rahman ismi 5 ayette Rahîm ismi ile birlikte geliyor. Bundan doğal bir şey olamaz BismillahirRahmanirRahıym Rahman, Rahîm. Rahman özünde merhametli, Rahîm işinde merhametli. Rahman zata dönük, Rahîm fiile dönük. Rahman, Rahîm’e dönük, Rahîm merhuma dönük. Yani rahmet edene, rahmet edilene. Adeta rahmetin iki kanadı gibi. Bir taraftan alıyor bir tarafa veriyor. Alan Rahman, veren Rahîm. Dolayısıyla Rahman ve Rahîm in böyle bir bütünü tamamlayan iki boyutu olduğunu artık biliyoruz.

Rahman ismi Rabb ismi ile de yan yana geçiyor, bundan doğal bir şey olabilir mi? Ama bunun hikmeti çok derin. Bir düşünün şöyle kısaca, Rahman ismi Rabb ismine ne güzel yakışır değil mi? Niye geçiyor? Rahmet ve terbiye. İşte bu. Eğer eğitimin temelinde ne olmalı diye sorsanız cevap çıktı. Eğitimim temelinde merhamet olmalı. Bir öğretmenin vazgeçilmezi nedir diye sorsanız bilgi değildir derim, merhamettir. Merhamet yoksa orada terbiye yoktur, orada talim yoktur. Onun için merhamet tüm eğitimin temelidir.

Rabb kimdir sorusuna cevap veriyor ve inne RabbekümürRahmân. (Tahâ/90) sizin rabbiniz Rahman’dır diyor, net böyle çevirmiyorum aynen kullanıyorum. Sizin Rabbiniz Rahman’dır. Yani Rabb kimdir diye sorun, cevap alın Kur’an dan; Rahman olandır. Yani terbiye eden kimdir? Merhametli olandır. Eyvallah..! ne muhteşem ilkeler, ne muhteşem sonuçlar çıkar buradan biliyor musunuz. Eğer bir müfredat yazacaksanız, bir eğitim yasası yazacaksanız, bir eğitim tüzüğü yazacaksanız, evinizde bir eğitim programı uygulayacaksanız, mahallenizde, iş yerinizde, fabrikanızda, şurada burada bir eğitim verecekseniz temel yasası ne olmalı sualinin cevabı işte burada.

Yine; RabbisSemavati vel’Ardı ve ma beynehümerRahmâni lâ yemlikûne minhu hıtaba. (Nebe’/37) O ki göklerin ve yerin Rabbidir. O ikisinin arasında ki her şeyin Rabbidir. Yani Rahman kimdir Rabb kimdir bu ikisini birbirinin yerine sorabilirsiniz. O zaman Rahman kimdir? Rabb olandır. Rabb kimdir? Rahman olandır.

Rahmet en güzel terbiye içinde gösterir kendini, terbiye en güzel rahmet içinde tecelli eder. Dolayısıyla terbiyeci merhametli olmalı, merhametli olan da terbiyeci olmalı. Eğer birini eğitimle görevlendirmek istiyorsanız, görevlendirmek istediklerinizin en merhametlisini o işe seçin, buradan bunu da çıkarıyoruz.

ve hüm yekfürune BirRahmân * kul HUve Rabbiy.. ((Ra’d/30) Onlar Rahman’ı inkâr ediyorlar, de ki o benim Rabbimdir. Yani siz Allah’ın rahmetiyle terbiye ettiğini aklınızdan çıkarmayın. Onun içinde ilahi terbiyeden kaçmayın. İlahi terbiyeye sırt dönmek rahmete sırt dönmektir, rahmaniyete sırt dönmektir. Allah’ın terbiyesinden kaçmak Allah’ın rahmetinden kaçmaktır.

Allah Rahman olandır “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* ‘Âlimulğaybi veşşehâdeti, “Hu”verRahmânurRahıym. (Haşr/22) Sadakallahül azîm. O meşhur ayetler. Efendimizin sık okuduğu ve bize de okumamızı tavsiye ettiği ayetler. O Allah’ki yüzde yüz Allah’tır. Yani tapılmaya lâyık bir başka varlık yoktur sadece O vardır. lâ ilâhe illâ “HÛ” ‘Âlimulğaybi veşşehâdeh görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen, idrakin eriştiği ve erişmediği alemlerin alimidir. Hu”verRahmânurRahıym O Rahmandır, O rahîmdir.

Niye böyle geldi, boşuna tercüme etmedim. İnsanın her şeyini bilmek, insanın aslında kusurunu bilmektir. Çünkü insan çoğu kez kusurludur. İnsanın yüreğinden geçenleri bildiğinizde bunların yüzde şu kadarı iyilikse, onun 2 – 3 – 5 – katı kötülük vardır. Bütün bunları bildi mi yanmışız demektir. Eyvah, Allah içimizden geçenleri de biliyorsa yandık. Demeyin ey kullar Hu”verRahmânurRahıym O rahmandır, O Rahîmdir. Bilir ama üstünü örter. Bilir ama mesela içinizden bir kötülük geçti, Efendimiz şöyle söylüyor bu tasvir peygamberimize ait. Fakat onu yapmaktan vazgeçtiniz. Yapmaktan vazgeçtiğiniz için ecir verir diyor Allah. Yani için izden geçtiği için günah yazmaz, yapmaktan vazgeçtiğiniz için sevap yazar.. Ama için izden bir iyilik geçti fakat onu yapamadınız, elinizde imkânınız yoktu imkânınız varsa o ayrı. Ama imkânınız yok yapamadınız, onu yapmış gibi yazar diyor. Hu”verRahmânurRahıym. Sen Rahman’sın Ya Rabbi rahmetin sonsuz, her şeyi kuşatırsın bizi de kuşatsın Allah’ım.

Kur’an ı Allah hangi vasfıyla indirdi diye sorsanız cevap ne olurdu? Haa, Miiiym – Tenziylün miner Rahmânir Rahıym. (Fussilet/1-2) cevabını aldınız. Ha mim; Bu Rahman, Rahîm olan tarafından indirilmedir. Demek ki Kur’an ı Rabbimiz Rahman vasfıyla indirdi, Rahmaniyetinin tecellisi ile inmiş Kur’an, vahiy. Onun için vahye sırt dönmek Rahman’a sırt dönmektir Rahmete sırt dönmektir. Vahiyden mahrum olmak rahmeti ilahiden mahrum olmaktır. Vahitden mahrum olana acımak lazım. Tabii ki vahye muhatap olmakta rahmete muhatap olmakmış. Onun için Allah’ın rahmetinden ne kadar pay aldığınızı soruyorsanız, vahiyden ne kadar istifade ettiğinize bağlı. Vahiyden ne kadar istifade ediyorsanız Allah’ın rahmetinden o kadar pay alıyorsunuz. O zaman haydi rahmeti ilahiden daha fazla pay almaya bakın. Öyle demek lazım.

Rahmet sadece Kur’an ın sıfatı değil Tevrat’ın ve İncil’in de sıfatı, Kur’an da bunu görüyoruz. Fatiha’yı her gün namazın her rekâtında okuyoruz, her vesile ile okuyoruz. El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn – Er RahmanirRahıym. (Fatiha1-2) İlahi bir kartvizit, yani ya Rabbi seni nasıl tanıyalım, hangi vasfınla tanıyalım, vasıfların içinden bize ilk sıraya koyduğun vasıflarını söyler misin Allah’ım diye sormuşuz da Rabbimiz “Beni Rahman, Rahîm vasfımla tanıyın. Demiş gibi. İlahi bir kartvizit. Dolayısıyla hamd ve dua edilen Allah kimdir sorusunun cevabı. Hamd ve duaya layık olan Allah kimdir? Hu”verRahmânurRahıym O Rahmandır, O Rahîmdir. Er RahmanirRahıym O Rahman’dır, O Rahîmdir

Onun için efendimiz AS. Fatiha’yı Allah ile bir diyalog olarak ifade buyuruyor sahih bir haberde. El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn diye okuduğu zaman kul Allah buyurur ki diyor Efendimiz Kulum bana hamd etti. Er RahmanirRahıym dediği zamanda kulum beni senâ etti der. Yani adeta Rabbinizle diyaloga girmiş olursunuz, Rabbin izle sohbete girmiş olursunuz. Onun için Namaz Allah ile sohbettir diyen doğru söylemiş, namaz Rabbinizle sohbettir. Namazı kaçırmak sanki büyük bir şey değil ama Allah ile sohbeti kaçırmak asıl o büyük bir kayıp. Onun için namaz kaçmamalı, Allah ile sohbet kaçmamalı.

Rahman; Azab ile birlikte kullanılmış bunu gördüğünüzde ne dersiniz, şimdi her şeyi anlarsınız. Rahman’ın tüm Rahmet ayetleri içinde geçtiğini gördüğünüzde bu gayet doğal bir şey. Fakat Rahman isminin azab ile birlikte kullanıldığını gördüğünüzde orada bir gariplik oluşur. Ona geleceğiz.

Ya ebeti inniy ehafü en yemesseke azâbün miner Rahmân. (Meryem/45) Hz. İbrahim; Ey babacığım diyor ben sana Rahman’dan bir azabın dokunmasından korkarım.

Üslup harika dostlar. Rahman’dan bir azabın dokunmasından. Niye Rahman’dan diyor, Allah’tan diyebilirdi, minAllah diyebilirdi. MinerRahman. Babacığım Normalde hükümran olan bir ilah hükmüne karşı geleni cezalandırırsa bunu anlarız. Ama kendi vasfına Rahman olarak tanıtan bir Allah’ın gazabını ve azabını üstüne çekersen bu ne büyük bir cürüm işledin ki, nasıl Rabbini kırdın ki Rahman olduğu halde seni cezalandırdı.. Dolayısıyla Rahman olduğu halde Allah’ın gazabına uğramak için her halde çok çabalamak lazım. Çok ekstra çalışma yapmak lazım, normal olacak bir şey değil. Çün kü işliyoruz affediyor, yapıyoruz affediyor, içimizden geçiyor affediyor, bir daha affediyor, bir daha affediyor, dönüp geliyoruz kapısına yüz sürüyoruz bir daha affediyor kulum diyor. Am a Allah’ın gazabını insanın üstüne celbetmesi için hayli çaba sarf etmesi lazım. Onun için Hz. İbrahim babasını böyle uyarıyor.

in yüridnir Rahmânü Bidurrin lâ tuğni ‘anniy şefa’atühüm şey’en ve lâ yunkızûn. (Yasin/23) Eğer Rahman bir zarar vermeyi dileyecek olursa ne onlar bana zerre kadar şefaat edebilir, ne de beni kurtarabilirler. Putlardan bahsediyor Yasin sahibi. Dolayısıyla Rahman bir zarar verecek olursa, Rahman, Rahmandır rahmet eder. Rahman zarar verir mi hiç. Rahman zarar vermez. Peki nedir o zaman? Rahman’ın rahmetine sırt çevirirsek biz zarar görürüz. Aslında Rahmanın rahmetinden mahrum kalmanın kendisi insanın insana vereceği en büyük zarardır.

Besmele de Rahman ismi BismillahirRahmanirRahıym dilimizin nakaratıdır, pelesenk olmuştur. Bir işe b esmeleyle başlanmadığında o iş ebterdir diyor efendimiz, yani soysuzdur arkası gelmez atim kalır manasına. Neden besmele çekeriz? Her besmele de aslında şu 5 şeyi söylemiş oluruz;

1 – Allah’ım senin varlığının ve hayata müdahil oluşunun bilincindeyim. Hayata müdahilsin, bu işe de müdahilsin, her şeyime müdahilsin. Allah’sız bir alan tasarlamamaktır besmele çekmek.

2 – Allah’ım bu işi verdiğin akıl irade ve imkân sayesinde yapıyorum bunu biliyorum. Her çektiğimiz besmele bu itiraftır. BismillâhirRahmanirRahıym; Allah’ım bu işi senin verdiğin akıl irade ve imkân sayesindedir.

3 – Allah’ım desteğin olmasaydı ben bu işi yapamazdım. Öyle değil mi, besmele çekmek bunu söylemektir. Allah’ım senin desteğin olmasaydı eğer, sen desteğini benden çekmiş olsaydın ben bu işi yapamazdım ya Rabbi.

Haydi yapın..! Size çok acı bir haber ulaştığında eliniz kolunuz dökülüyor, bir su bardağını dudağınıza götürecek dermanınız olmuyor. Hani siz yapıyordunuz, el sizin elinizdi, parmak sizin parmağınızdı, kas sizin kasınızdı, beyin sizin beyninizdi. Haydi komut versenize. Eliniz kolunuz döküldüğünde de yapsanıza o işi. Onun için hakiki güç ve kuvvet Lâ havle velâ kuvvete illâ “B”illâh Allah’ındır. Onun verdiği güç sayesinde yaparsınız. Güçlerin arkasındaki büyük güç O’dur, O’nu unuttuğunuzda gücünüze tapmış olursunuz, O’nu asla unutmayacaksınız

ve ma rameyte iz rameyte ve lakinnAllâhe rema. (Enfal/17) Attığın zaman sen atmadın. Attım mı atmadım mı ya Rabbi? Attığında diyorsun, iz rameyte diyorsun sen attın, fakat ve ma rameyte sen atmadın. Sen attın ama sen atmadın ve lakinnAllâhe rema fakat Allah attı. Sen mi attın, Allah’mı attı. Sen de attın, Allah’ta attı eyvallah, asıl O’nu görebilmektir maharet. Basiret oldur ki onu göre onun için O’nu bileceksin O’nu unutmayacaksın, faili hakikiyi unutmayacaksın. Ama unutmayacaksın ki faili mecazi eğer irade sergilemezse faili hakikiden irade nazil olmaz. Bunu bileceksin

felemma zağu ezağAllâhu kulubehüm. (Saff/5) ne zaman onlar kaydılar Allah’ta onların kalplerini kaydırdı. Yani sen önce kaydın, Allah’ta kalbini kaydırdı ve ma yudıllu Bihî illel fasikıyn. (Bakara/26)Allah fasıklardan başkasını saptırmaz. Sen fasık oldun Allah’ta saptırdı. Allah saptırdı da sen fasık oldun değil. Haşa, bu Allah’a iftira olur. B unu müşrikler söylüyorlardı. Eğer Allah dilemese biz şirk koşmazdık diyorlardı. İftiraya bakınız. Nasıl da kadere imanları var değil mi şu müşriklerin. Adamın alnından öpesi mi geliyor yoksa tövbe tövbe..! Öyle diyorlar eğer Allah dilemeseydi biz şirk koşmazdık. Ama Allah’mı diledi onların şirk koşmasını, bundan büyük iftira olabilir mi. O nedenle insan iradesi başlatır, Rabbin iradesi o iradeye göre nazil olur, hadise budur.

Miraç hadisinde geçer göğe çıkan bir şeyler gördüm, yere inen bir şeyler gördüm, sordum ya Cibril bu çıkanlar nedir, bu inenler nedir. Dedi ki bu çıkanlar insanlığın amelleridir, bu inenler de o amellere anında yaratılan karşılıklardır. Allahu Ekber..! Öyledir bugün insan iradesini yok sayan her türlü kader yorumu Allah’a iftiradır. Bunu söyledim diye kaderi inkâr ettiğimi, iftira edenler çıkabiliyor Allah’tan korkmadan.
Devam edecek


ESMA DERSLERİ – 4 – RAHMÂN (14-2)

$
0
0

325             “Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Allahtan korkmadan

4 – Allah’ım senden bağımsız bir varlık alanı olduğunu düşünmüyorum demektir besmele. Bu çok önemli bir şey. Aslında sekülerizm dedikleri ideoloji budur Allah’tan bağımsız bir varlık alanı olduğu vehmini söylemektir, vehmine kapılmaktır sekülerizm. Nedir? Allah var Allah göklerin Allah’ı, hatta bazı şeylerin de Allah’ı. Biz neye ulaşamıyorsak Allah oranın Allah’ı. Ama elimizin değdiği yerde Allah yok haşa. Niye orayı biz düzenleriz.

Bu da işte deminkinin kulu, faili hakiki yapan yaklaşım. Allah’ı haşa varlıktan azade ve de emekli eden yaklaşım haşa. Onun için Allah’sız bir alan tasavvuru. Önce o alanı Allah’tan arındıracaksınız haşa, onun içine kendin i koyacaksın. Bu ne demektir? Kendin i O’nun yerine koymak haşa. Bu şirktir, küfürdür. Onun için besmele budur, bunu da reddir. Allah’ım senden bağımsız bir varlık alanı olduğunu düşünmüyorum.

5 – Besmele duadır, Allah’ım beni desteğinden mahrum etme. Besmele çeken böyle bir duayı zımnen yapmış olur. Allah’ım beni desteğinden mahrum etme.

Müşriklerin Rahman ismine karşı tavrı gerçekten dikkat çekici. Müşrikler Rahman ismini duyduklarında al görmüş İspanyol boğasına dönüyorlardı. Çok ilginç bir tavır bu, hatta bu tavrı ilginçtir Fa’leb ve ibn ül Enbârî gibi yanlış hatırlamıyorsam iki dilci müşrikler Rahman ismini tanımadıkları, bilmedikleri için böyle davranıyorlardı. Çünkü Rahman isminin kökeni yabancıydı İbranice idi diye bir yorum yapmışlar bu çok yanlış bir yorum. Buna aslında Taberi tefsirinde Rahman ismini tefsir ederken aklı kıt bazıları böyle söylüyor diyerek atıf yapıyor. İsim vermiyor da ve arkasından da cahiliye şiirinden Rahman isminin kullanıldığına dair şiirler getiriyor. Yani müşrikleri çok iyi biliyorlardı ama tepki gösteriyorlardı, Kur’an dan da anlıyoruz biz: Ve menRahman (Furkan/60), Rahman da neymiş diyorlar. Onun için Er Rahmân, Allemel Kur’ân. (Rahman/1-2) Rahman suresi onların bu sorusuna fakire göre cevap olarak indi. Rahman mı Allemel Kur’an; Kur’an ı öğretendir O. Halekal İnsân İnsanı yaratandır O. Allemehül beyân ve insana beyanı öğretendir O. Onun için Rahman da kimmiş mi diyorsun. Bu aslında bir tahkir ifadesi, onlar bilmedikleri için böyle söylemiyorlar zaten belli söyleyiş tarzından belli.

Yine ve hüm yekfürune BirRahmân. (Rad/30) onlar Rahman’ı inkâr ediyorlardı diyor. Ama şöyle de naklediyor Kur’an lev şaerRahmânu ma ‘abednahüm. (zuhruf/20) biraz önce söyledim eğer Rahman dilemeseydi biz putlara tapmazdık ta diyorlar ve işin ilginci Rahman’a karşı dirençleri sonuna kadar sürüyor.

            Ne yapıyorlar, Süheyl Bin Amr örneği çok tipik bir örnek. Hicretin 6. Yılında Hudeybiye anlaşması yapılıyor. Mekke’ye 2 saat kadar mesafede olan Hudeybiye de Allah Resulü 1.400 ashabıyla birlikte Umre için, ilk defa hicretten sonra hasret gittikleri Kâbe’yi görecekler. Geliyorlar ve müşrikler sokmuyorlar. İşte bu sırada bir anlaşma akd ediliyor. Müşrik Mekke site devletiyle Allah Resulü arasında. Bu anlaşmada taraflardan biri Süheyl Bin Amr. Müşrik Mekke site devletinin diplomat heyeti başkanı. Süheyl Bin Amr ile Allah Resulü karşı karşıya, Hz. Ali kâtip. Hz. Ali’ye Efendimiz diyor ki uktub BismillahirRahmanirRahıym Yaz Rahman, Rahîm olan Allah’ın adıyla, Allah adına. Rahman da neymiş diyor Uktub BismikAllahümme. Bakınız yerine de teklif ettiği. Bismil hübel demiyor, Bismil uzza demiyor, Bismillad demiyor. Yani ey Allah’ım senin adınla yaz. Rahman’ı reddediyor. Efendimiz tabii orada akideye karşı da bir şey olmadığı için daha anlaşma baştan sıkıntıya girmesin diye BismikAllahümme yaz diyor orada da bir problem yok. Öyle besmele çekse insan bir şey lazım gelmez. Yine ey Allah’ım senin adınla demektir.Neden böyle tepki koyuyorlar, bunun zaten hikâyesi ilginçtir Ebu Ceddel’in babası olur bu zat. Ebu Cendel o anlaşma imzalandıktan sonra geliyor. Kan revan içinde zincirlerini sürüyerek. Meğer onu hapsetmiş. O tam Medine’ye kaçacakken bunu anlayınca hapsetmiş ve işkence etmiş babası ve o işkenceden de kurtulmuş Hudeybiye’ye gelmiş ama tam o sırada anlaşma imzalanmış.

Allah resulü babasının gözüne bakıyor, şuna bakın babalar babası Allah Resulü oldu, baba ise zalim oldu. Bana bağışla diyor Ebu Cendel’i. Vermem ya Muhammed, anlaşmayı imzaladık, haydi bakalım anlaşmaya karşı dürüst davranacaksanız ilk sınav burada verin çocuğumu. Verirdin vermezdin..! Efendimiz tabii anlaşmayı imzalamış, el sıkışılmış. Tabii alamıyor çok içi yanıyor, orada ağlayanlar oluyor. Efendimizin şefkati belli, merhameti belli. Tabii Rabbimiz kurtarıyor, yolda geri kaçıyor, sahile gidiyor. Ebu Buseyr ile beraber birleşiyor, orada 70 kişilik bir grup oluşturuyorlar ve Rahmet oluyor ayrıca. Gelen geçen müşrik kervanlarını vuruyorlar, çok geçmiyor 1.5 sene sonra müşrikler kendileri talep ediyorlar en aleyhte görünen maddenin iptalini. Yani bunları buradan çeksinler de şuradan kolayca ticaret yapalım diye.

Ama bu adam çok değil 2 sene sonra Allah Resulünün veda haccında ihramdan çıkarken traş oluyordu orada birini gördüm, Allah Resulünün saçlarını topluyor, dudaklarına değdiriyor, gözüne sürüyor ve hıçkırarak ağlıyordu. Bu kim dedim, dediler ki işte bu Süheyl bin Amr. AllahuEkber.

Evet, Rahman da kimmiş, Rahman buymuş. Sen Rahmet etmezsin O’nun kuluna, öz oğlun olduğun halde sen rahmet etmezsin. Ama o rahmet etmeyen sana b ile rahmet edilir, böyle rahmet edilir, Rahman buymuş.

Müşriklerin böyle bir tavrı var peki bu tavrın arkasında ne yatıyor? Bu tavrın arkasında fakire göre bir şey yatıyor; Allah’ı hayatın içine karıştırmamak. Çünkü Rahman olduğunu kabul ederse sürekli kuluyla ve kulunun işleriyle ilgilenmesi lazım. Eyvallah..! Rahmet edecek çünkü kulu sürekli merhamete muhtaç. Merhametinin rahmetini kestiği anda ayakta durmak mümkün değil. Çünkü kul sürekli hata eden bir varlık, insan hata eden bir varlık. Allah’ın rahmeti olmadan nasıl durabilir, nasıl yaşayabilir, nasıl nefes alabilir. Onlar hayata müdahil bir Allah’ı reddettikleri için seküler bir alan yaratmak için “Rahman” ismini inkâr ediyorlar benim yorumum bu.

Rahman ismin in en çok geçtiği sure Meryem suresi 16 kez geçer demiştim, sebepsiz değil dostlar. Meryem suresinin özelliği ne ki Rahman ismi çok geçiyor? Surede kimleri anlatıyor ona bakacağız. Teker teker ayetleri ve geçtiği bağlamları zikretmeyeceğim vakitten tasarruf etmek için. Hz. İbrahim anlatılıyor, Hz. Zekeriyye anlatılıyor, Hz. Yahya anlatılıyor, tabii ki Meryem anlatılıyor. Ana çatı bu, Hz. İsa anlatılıyor, hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. Muhammed S.A.S. hepsine birden salâtı selam olsun. Bütün bunları anlatıyor. Peki tesadüf mü? Meryem suresinde Kur’an da en çok Rahman isminin geçtiği surenin Meryem olması bu isimlerin kıssalarının da bu surede anlatılması tesadüf mü?

Hz. İbrahim’in neden geçtiğini anlıyoruz, biliyoruz. Rahman ismi, ateşle sınanmış bir peygamberin kıssası orada anlatılıyor ve Kıssa içinde Rahman ismi geçiyor zaten. Babasını uyarırken söylediği ayet burada. Niye Asıl ateşte sınanırken Rahman’ın rahmetine muhtaçsın. İmtihanlar sırasında Rahman’ın rahmetine çok muhtaçsın. İyi olduğunda, sıkıntısız olduğun da Rahman’ın rahmetine çok ihtiyaç hissetmeyebilirsin, yine o Rahmetsiz olmaz, o iyiliğin de Rahman’ın rahmetinden bir daldır. Ama asıl başın sıkıştığında Rahman’ın rahmetine muhtaçsın. Hz. İbrahim’in başı kaç kere sıkıştı bir hatırlasanıza. Vatanından kovulurken, babasıyla olan o büyük problem sırasında, ateşe atıldığın da, hicreti sırasında, geldiği HalilürRahman da, bugün Filistin bölgesinde. Ondan sonra Mısır firavununun kendisine kurduğu tuzak sırasında, elinden eşini almaya kalkması sırasında, ondan sonra çocuksuzlukla sınanması.

Rahman’ın rahmetine ne kadar muhtaçtı. Rab bim uzun bir süre evlat vermeyerek sınadı, böyle bir imtihanla sınadı. Ondan sonra Hacer’le, Hacer’i verince Sare’nin kıskançlığıyla. Hacer’i götürüp biricik evladını daha kucağına alıp koklayıp sevecekken onu Kâbe nin bulunduğu yere bırakmakla ve Kurbanla. Aman Allah’ım ne kadarda çok sınavmış bunlar. İşte neden bu surede geçtiğini daha iyi anlıyoruz.

Hz. Zekeriyya ve Hz. Yahya baba oğul iki peygamber. Söylemeye gerek var mı iki kurban peygamber, ikisi de koç gibi boğazlandılar. Peygamberler öldürülmez diye bir şart yok. efein mate ev kutilenkalebtüm alâ a’kabiküm. (A.İmran/144) eğer sen ölür ya da öldürülürsen onlar ökçelerinizin üzerine gerisin geri dönecek misiniz? ve men yenkalib alâ akıbeyhi felen yadurrAllâhe şey’a. Kim ökçesinin üzerine dönerse iyi bilsin ki Allah’a hiçbir zarar vermiş olamaz, kendine zarar verir. Yani iki peygamber baba oğul ve ikisi de koç gibi kesildiler.

Herodes öz bacısıyla evlenmek istedi ve Yahya’dan fetva istedi. Yahya buna cevaz vermedi ve kellesini getirtti. Başka rivayetler de var ama hepsi birbirine benzer ve koç gibi kesildi. İsmi Yahya idi, Yahya ismini Allah koymuştu, Allah’ın insana koyduğu tek isim Kur’an da. Yahya olarak isimlendirdim. Hz. Zekeriyya’nın duasının kabul edildiğinde, evet Yahya olarak isimlendirildi, fiildir Yahya hayite yahya ne demek? Hep yaşayacak, hep yaşar, sürekli yaşar.

İyi ama ya Rabbi adını sen koydun, tabir caizse kulağına ezanı sen oludun, fakat ya Rabbi adını da tuttun hep yaşar, yaşayacak koydun, ama 31 yaşın da veya 33 yaşın da gencecik peygamberin koç gibi kesilmesine izin verdin. Hem adını hep yaşayacak koy ya Rabbi, hem de fidan gibi peygamberin düşmanlarınca koç gibi boğazlanmasına izin ver ya Rabbi. Hani yaşayacaktı ya Rabbi?

Kulum yaşıyor, ölmek bu değil, sizin ölmek dediğinize ben ölmek demiyorum, sizin yaşamak dediğinize de ben yaşamak demiyorum. Şehîdler ölmez. Yaşamasaydı eğer bugün dilimize gelir miydi. Hz. Yahya’nın şehadetinden 2.000 yıl sonra geldi salonumuzda yüreklerimize kuruldu, işte yaşıyor. Allah yaşatırsa böyle yaşatır. Onun kıssası geçiyor.

Hz. Meryem’in kıssası geçiyor, yani bu ağır acılarda Rahman isminin rahmaniyetinin tecellisine ne kadar ihtiyaç var değil mi? Meryem de öyle değil mi. Gencecik bir kız çocuğu 12 veya 14 yaşında. Bazıları daha farklı yaşlarda verir mümkindir tam kesin bir şey söyleyemeyiz. Ama daha yeni yetme bir kız çocuğu öyle bir imtihanla imtihan ediliyor ki, karnındakinin babasını göster diyorlar. Ne yapsın şimdi bu çocuk. Allah’a adanmış bir çocuk. İnsanların gözünde iftira, sözünde iftira, beyninde iftira. Ne yapsın bu yavrucağız. mittü kable hazâ ve küntü nesyen mensiyya. (Meryem/23) keşke daha önceden ölüp gitseydim de unutulmuş olsaydım. Ne yapsın bu yavrucağız, kime gitsin de ne desin. Rahman’ın rahmetine en çok muhtaç olunan bir imtihan.

Hz. İsa’da öyle değil mi. Bir ömrü imtihanlarla geçmiş bir peygamber. İmtihan annesiyle bile başlamamış, anneannesiyle başlamış. Yukarıdan itibaren 3 kuşaktan imtihan.

Hz. Musa öyle, ömrü imtihan olan bir peygamber. Önce annelerin rahmine uzanmış firavun zulmünden, Rahman olan Rabbinin rahmaniyeti sayesinde kurtulacaksınız son anda ve hiç b ir yer bulunmayacak sana ve suya salınacaksın bir sepetin içinde. Yani Rahman’a ısmarlanacaksın. Evet başka yok ki ne yapacak anne ne yapsın. Ve Rahman sana, en büyük düşmanının kucağını açacak. Bu Rahman isminin tecellisi değil de nedir. Ve düşmanının kucağında büyütüleceksin. Yeryüzünde bir m2 yokken bir sarayda büyütüleceksin. Ve büyüyünce Rahman sana öyle bir rahmet edecek ki sen bunu gazap zannedeceksin, bir yumrukta adam öldüreceksin. Bu bile sana rahmet olacak çünkü saraydan Rahman ancak böyle kurtaracak. Yoksa seni saraydan nasıl koparırdık, prenstin sen Habeş orduları komutanıydın ve ölecek olan firavunun yerine 3 adaydan biriydin. Nasıl koparırdık seni saraydan, nasıl saraydan kopmadan Şuayb e talebe olurdun. Şuayb’e talebe olmadan nasıl Musa olurdun.

Görüyorsunuz hepsi Rahman’ın rahmetinin tecellisi, rahmaniyetin tecellisi ve Muhammed AS. Baba diyemeyeceksin çünkü baban sen görmeden vefat edecek. Anneni tanır tanımaz anne diyemeyeceksin, daha anneciğim demeye başladığın da Rabbim anneni alacak. Dedene yaslanacaksın şefkat kucağı olarak, se n misin yaslanan deyip te dedeni alacak. Amcana yaslanacaksın amcanı alacak, Hatice’ne yaslanacaksın Hatice’ni alacak ve kimseye yaslanamayacaksın ancak Allah’a yaslanacaksın, Rahman’a yaslanacaksın. Doyasıya sevdiğin bir şeye bakamayacaksın Ve lâ temüddenne ayneyke ila ma metta’na Bihi ezvacen minhüm zehretel hayatid dünya lineftinehüm fiyh. (Tâhâ/131) onlara verdiğimiz dünya metaına gözlerine dikme diyecek Rabbin. Onlara verdiğimiz dünya metaına gözlerini dikme diyecek rabbin. Rabbin seni öylesine gayretle saracak ki Rahmaniyeti, senin sevdiğin bir şeye bakmana bile dahi izin vermeyecek. Kızıl develeri çok severdin ya ResulAllah, yağız Arap atlarını çok severdin ya ResulAllah ama onlara bakarken gözlerini, yere indirirdin Rabbim gücenmesin diye. Ondan sonra diyor Hz. Aişe ResulAllah’ın sevdiği hiçbir şeye doyasıya baktığını görmedim. Böyle olacak, Rahman isminin tecellisi bu olacak.

Allah sevdiğini nasıl terbiye edermiş, Allah severse nasıl terbiye edermiş.! Demek ki Rabbimiz acılarla sınadığında aşırı vaveyla koparmamak lazım. İşi bilmeyenler Ya rabbi bana dert verme hiç derler. İşi bilenler ya Rabbi yükümü artır derler, çünkü gücümü artır demektir. Yükü artırırsa gücü de artırır. Lâ yükellifullâhu nefsen illâ vüs’ahâ. (Bakara/286) Allah hiç kimseye gücünün üstünde bir yük vurmaz. İşi bilenler öyle derler. Ya Rabbi derdimi sevdir bana derler.

Aşk derdiyle hoşem el çek ilacından tabib,

Kılma dermen kim helâkim zehri dermanındadır.

Fuzuli.

Diyor. Ey doktor benim derdimi tedavi etme. Senin tedavi dediğin benim zehirimdir, asıl ben o zaman hasta olurum.

Ey tabip elden gelirse yaremi gel emleme.

Yar elinden gelmedir bu yareyi melhemleme.

(Seyrani)

Yar elinden geliyorsa yara melhemlenmemeli, zaten melhemini de yaranın içinde indirmiş demektir. İnne me’al ‘usri yüsrâ Feinne me’al ‘usri yüsrân (İnşirah/6-5) her zorluğun arkasında bir kolaylık yok, her zorluğun yanında bir kolaylık var. Yanında Me’a. Maiyetinde bir kolaylık var. Sen kolaylıkı bende kalsın zorluğu sen al diyorsan eğer, bizim Kayseri’linin yaptığını yapıyorsun. Adam bir tanesi 10._ Tl, yanında bir tane de bedeva diye satıyormuş. Bedeva olanı ver 10 tl lik sende kalsın demiş. Yok öyle yağma. Eğer onu hak etmek istiyorsan öbürüne de talip olacaksın, reddetmeyeceksin. Unutmayacaksın ki Rabbimizin terbiyesinin sonunda kazanan sen olacaksın. Allah’ın ne çıkarı var bu işte. Büyümek istiyorsan büyük sınavlara hazır ol ey insan.

Evet, Rahmaniyetin tecellileri. Allah’ın otoritesi rahmaniyetinin tecellisidir Kur’an a göre. ErRahmânu alel Arşisteva. (Tâhâ/5) Rahman arşa istiva etmiştir. Yani Rahman hükümranlık makamına kurulmuştur.

Niye Rahman? Allahu arşlisteva yeterdi niye ErRahmânu alel Arşisteva? Çok hoş bir nükte var. Allah’ın hükümran olmasından korkma ey insanoğlu, çünkü Allah hükmün ü yürütürken senin üstünde baskı kurmak için değil rahmetini vermek için hüküm yürütür. O zaman Allah’ın emir ve nehyi seni sevindirsin. İyiki emretmişsin, iyi ki nehyetmişsin. İnsan emir ve nehiy yaparken hemcinslerini eze bilir, ezmek isteyebilir, tepesine binebilir. Ama Allah emir ve nehiy yaparken kendisinin hiçbir çıkarı yoktur. Sırf insana rahmet etmek için emir ve nehiy eder. Allah’ın hükümranlığı insana rahmetidir bunun anlamı budur.

Vahiy rahmaniyetin tecellisidir Ve ma ye’tiyhim min zikrin miner Rahmâni muhdesin illâ kânu anhu mu’ridıyn. (Şûarâ/5) Rahmandan ne zaman yeni bir vahiy gelecek olsa onlar hemen yüz çevirirler. Niye? Rahmandan bir vahiy, Rahman’da gelecek olsa. Çünkü vahiyler Allah’ın rahmaniyetinin tecellisidir ondan.

Vahyin indirilişi de Allah’ın rahmaniyetinin tecellisidir Tenziylün miner Rahmânir Rahıym. (Fussilet/2) Rahman ve Rahîm olandan bir indiriliştir. Yani vahyin kendisi rahmaniyetinin tecellisidir de, indirilişi de rahmaniyetinin indiriliş yöntemi de. Nasıldı? 23 yılda peyderpey. Niye tek seferde indirmedin de ya Rabbi 23 yıla yaydın? Size rahmet olsun diye. Değil mi, eğer diyor Hz. Aişe içkiyi böyle tenzim üzre, tedriç üzre değil de b nir seferde yasaklasaydı bu yasağa hepsi uyamayabilirdi, helak olanlar çıkabilirdi.

Bakınız enzin, tedriç Allah’ın rahmaniyetinin bir tecellisi. Tâhâ suresi Ma enzelna aleykel Kurâne liteşka. (Tâhâ/2) biz bu Kur’an ı sana meşakkat çekesin diye indirmedik. 5. Ayete geldiğimizde ErRahmânu alel Arşisteva. Bunu bir bütün olarak değerlendirin. Hiç Rahmanın indirdiği vahiy kişiye meşakkat verir mi? Oradan bunu çıkarıyoruz, bu sonuç çıkıyor.

Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn. (Zuhruf/36) kim Rahmanın zikrine yamuk bir bakışla bakarsa Allah ona şeytanı öteki kişilik olarak musallat eder ve oda onun yörüngesine girer ve dönmeye başlar. Yani şeytanı tavaf eden bir şeytan hadisi olur. İşte Rahman’ın zikrine yamuk bakan kişi.

Melekler Rahmaniyyetin tecellisi mi Ve ce’alül Melaiketelleziyne hüm ‘ıbadur Rahmâni inasân. (Zuhruf/19 onlar Allah’ın kulları olan melekleri kadın kıldılar, kadın ilan ettiler. Bu da aslında meleklere yamuk bakış, Rahman’ın rahmeniyetini ret anlamını taşıyormuş çünkü meleklerin varlığı Allah’ın rahmetinin eseriymiş.

Ahiret rahmaniyetinin tecellisiymiş. Kalu ya veylena men beasena min merkadinâ* hazâ ma ve’ader Rahmânu ve sadekalmurselun. (Yasin/52) dediler ki yazıklar olsun bize, bizi kim mezarlarımızdan, yattığımız yerlerden kaldırdı? Cevap verilecek; hazâ ma ve’ader Rahmânu. Rahman’ın vaad ettiği şeydir. O zaman ahirette hesap günü Rahman’ın rahmetiymiş. Biz buradan bunu öğreniyoruz. Hesap gününün varlığı rahmaniyetin tecellisi.

Yevme yekumur Ruhu vel melaiketu saffâ; lâ yetekellemune illâ men ezine lehurRahmânu ve kale savâba. (Nebe’/38) O gün ruh ayağa kalkacak. Aslında bu ruh Cebrail’dir diyenler var. Kur’an da Cebrail için kullanılır. İnsanı ayakta tutan öz için, ruh-u menfuh için kullanılır vahiy için kullanılır. Nahl/2 ayetinde olduğu gibi vahiy için kullanılır. Kur’an da farklı farklı şeyler için ruh kullanılır. Aslında hepsi aynıdır. Ruh bir şeyi diri tutan öz demektir. Vahiy ruhtur çünkü vahiy insanı diri tutar. Cebrail Ruhtur çünkü Cebrail vahyi diri olarak getirir. İnsanın ruhu ruhtur, çünkü o olmasaydı geriye et ve kemik kalırdı, insanlaşmazdı. Dolayısıyla vel melaike melekler o gün kalkarlar saf saf olurlar, dizilirler lâ yetekellemune illâ men ezine lehurRahmân. O gün Rahman’ın izin verdiği dışında hiç kimse ağzını açamaz.

Çok ilginç değil mi Allah’ın izin verdiği yerine Rahman’ın izin verdiği. Niye? Rahman izni hep rahmet etmek için verecek demektir. Eyvallah..! Ne mübarek müjdeler var.

Cennet ve cehennem rahmaniyetin tecellisidir. Cennet Rahman isminin mi, Rahîm isminin mi tecellisi. Rahîm isminin tecellisidir derseniz fiile yönelik olur. Fiile yönelik olan artar eksilir geçici olur. O zaman Rahman isminin tecellisidir çünkü kalıcı ise eğer Rahman isminin tecellisidir. Çünkü Rahman özden tecellidir, Rahîm fiilden tecellidir. Özden tecelli, tecelli edilenin özünedir. Onun için Rahman isminin kuldaki tecellisi kulun özüne yöneliktir. Rahman isminin kuldaki tecellisi kulun fiiline yöneliktir, fiilden fiile, özden öze, zattan öze daha doğrusu. Allah için cevher ve araz olmayacağı için zattan öze diyeceğiz.

Hiç kimse kendi ameliyle cenneti hak edemez, Allah resulü buyuruyor. Hel ente ya ResulAllah, sen de mi ya ResulAllah. Allah Resulü; Evet ben de, ancak Allah’ın rahmetiyle kuşattığı kimseler hariç.

Görüyorsunuz cennet Rahmaniyetin bir tecellisi imiş. Ya cehennem? Cehennem neyin tecellisi? Eğer Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmışsa rahmetin her şeyin içine cehennem de dahil midir. Ben dahildir diyorum. Bakalım delillerimizi görelim;

1 – Cehennem bir adalet unsuru olarak rahmettir. Zira cehennemin varlığı ilahi adaletin bir gereğidir. Adalet ise şer değil hayırdır rahmettir. Şer, suyu getirenle testiyi kıranı bir tutmaktır.

2 – Cehennem bir uyarı olarak rahmettir. Zira dünya hayatında insanlar cehennemle uyarılmaktadır. Sorumsuz davranışın feci akıbeti olarak takdim edilen cehennem, insanın kendisine zarar vermesini engelleyen bir öğüt unsuru olarak kullanılmaktadır rahmettir.

3 – Cehennem varlığı itibarıyla rahmettir. Zira cehennem dünyada şifa bulmayan insanın ahirette alındığı yoğun bakım ünitesidir. Ne kadar acı verici olursa olsun tedavi şer değil hayırdır.

4 – Cehennem kâfirin varlığını garanti altına aldığı için rahmettir. Ya..! hiç düşünmüş müydünüz? Zira var olmak rahmete nail olmaktır. Biri Allah yok dedi diye Allah yok olmaz. Fakat Allah birine yok derse yok olur. Cehennemin varlığı Allah’ın zatını inkâr edenlere yok ol demeyeceğinin garantisidir.

Tam burada birileri kalkıp dili kendilerine ihanet edip kendilerine şöyle diyebilirler. Hz. İnsan’a dili ihanet eder ve der ki Allah bana danışsaydı ben, beni yaratma derdim. Allah bana danışmadı ki beni yaratırken, benim irademe başvurmadı ki. Bu tip kurulacak her cümle kendi içinde binbir çelişki doludur. Bana danışmadı, ben diye başlıyorsunuz. Bu cümleyi kurman için önce var olman lazım. Var olmayanın dili olmaz., var olmayanın sözü olmaz, var olmayanın düşüncesi olmaz, var olmayan böyle bir itiraz yapamaz. İtiraz edebilmen için var olman lazım.

Ne yalım şimdi? Baştan alalım, en iyisi itiraz etmeyelim komik duruma düşüyoruz. Allah’a karşı ayıp oluyor. Onun için böyle bir cümle veya buna benzer cümleler hepsi kendi içinde çelişkilidir ve geçersizdir.

İmtihanlarımız rahmaniyyetinin bir tecellisidir. Madem O Rahman’dır neden insanı acı çekmesine razı olur diye bir soru akla gelebilir. Bir çocuk hastalansa acı ilacı içirmek zorunda kalsanız çocuk bunu kendisine eziyet olarak algılaya bilir ama gerçekte eziyet midir, acı ilacı içirmek ona rahmettir, merhamettir. Ağlaya ağlaya anneler çocuklarına ilacı içirirler. Çünkü anneler şefkat abidesidir, anneler rahmet abidesidir merhamet abidesidir.

Büyük hayra nail olmak için küçük şerre katlanmak gerek. Doğum sancısı sancıların en acısıdır. Hocam sanki çekmiş gibi konuşuyorsun. Vallahi biliyorum çektim. Çok doğurdum, anneler gibi değil ama ben de bence doğurdum onun için biliyorum. Hakikaten annelerin doğum sancısı sancıların en acısıdır. Fakat bu acıyı çekmeden nur topu gibi bir yavruya sahip olamazsınız. Şimdi elde edilecek büyük rahmetmi yoksa çekilen küçük acı mı, hangisine bakalım? Değil mi ayıp olur, cevap bile ayıp olur bana sorarsanız gerekmez yani. Onun için Rahman’ın rahmaniyyeti böyle tecelli eder. Hastalıklar, başa gelen felaketler, yoksullukların hepsi de böyledir. Elbet her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. İnne me’al ‘usri yüsrâ.

Medine dönemi rahmetti hocam bunu biliyoruz, fakat Mekke dönemi de rahmet miydi? Vallahi rahmetti. Mekke okulu olmasaydı Medine mezuniyeti olmazdı. Mekke muhalefetinde mü’minler eğer tedrisat görmeseydi Medine iktidarında öylesine bir toplum kuramazlardı.

Peki bu manada münafıkların ve kâfirlerin varlığını ne yapalım hocam, onlara ne diyelim? Münafıkların ve kâfirlerin varlığı mü’minler için rahmettir. Allah bir toplumun içinde bir münafıkın varlığına izin verir o münafığın o toplum içinde ki varlığı mü’minler içinde ki ahmaklar ile akıllıları ayırt eder. Kalbi hastalıklı olanlar bakalım ayrılacak mı, kim nereye ayrılacak. Münafığın varlığı mü’min için rahmet olur çıkar. Bu sefer içinizde ki hastalıkları Allah münafık üzerinden ayıklar. Ayıklamak kötü bir şey mi? Ayıklanmak kötü bir şey mi? Kılçığıyla mı bıraksaydı Rabbimiz. Hamsi değil ki insan. Dolayısıyla Allah böyle ayıklar.

Kâfirler de böyle Allah kâfirler üzerinden Mü’minlere sopa çeker. İyi de niye sopa çaker? Keçe döğüldükçe sertleşirmiş. Samur kürkü parlatmak için kamçılatırlarmış. Mü’minlerin Rabbimiz sağlam olmaları için, sabit kadem olmaları için, onları sınamak için birini alet edecek. Dolayısıyla işte görüyorsunuz, eğer rahmet nazarıyla baksanız rahmet olmayan bir şeyi görmezsiniz.

Beytullah olan vicdan rahmaniyyetin tecellisidir. Vicdan mekândan münezzeh olan Allah’ın evidir zira vicdan beytullahtır. İnsanda ki merhametin Allah’ın rahmetinden bir dal olduğunu söyleyen Hz. Peygamber; İnner Rahme şeceretün minerrahman. Rahim organı Rahman’dan bir daldır. Aslında bunu söylüyor. İnsanın içindeki vijdanın harekete geçmesi. Bakınız vicdan huduri bilgi ile çalışır. Akıl ise husuli bilgi ile çalışılır. Yani akıl sonradan edinilmiş bilgilerle çalışır, vicdansa önceden verilmiş olanla. Onun için mevcut olan demektir peşinen var olan demektir. Vicdan aynı zamanda vecde sahip olan, yani duyuların, duyguların merkezidir vicdan.

Akıl yanılır vicdan yanılmaz, vicdan susturulabilir. Ağzı kapatılır üstü örtülür. Vicdansız dediğimiz insanlar vicdansız olduğu için vicdansız değildirler, vicdanları pasif olduğu için vicdansızdır. İnsan vicdanının sesini dinlemediği zaman yanılır, onun için vicdan pazarlık kabul etmez. Vicdan hasbidir, hesabi değildir akıl ise hesabidir. Akıl hesap yapar vicdan hesap yapmaz. Allah’ın insanın içine koyduğu vicdan, Rahman’ın Rahmaniyyetinin tecellisidir.

Rahmanın rahmaniyyeti mü’minde nasıl tecelli eder? Rahman ismi tecelli ederse mü’min güneş gibi olur. Sadece kuzulara değil kurtlara da ışığını veren, sadece güllere değil dikenlere de ışığını veren, sadece iyilere değil kötüleri de aydınlatan güneş gibidir, Mü’min güneş gibi olur.

Rahman ismi Mü’min de tecelli ettiğinde mü’minin merhameti hesabi değil hasbi olur Ve ıbadur Rahmânilleziyne yemşune alel Ardı hevnen ve izâ hatabehümül cahilune kalu Selâma. (Furkan/63) Rahman’ın has kulları, yer yüzünde böbürlenerek yürümezler tevazu içinde yürürler ve bir cahille karşılaştıklarında Selâm der geçerler. Ne yapacaksın paçana her saldıranın paçasına saldırırsan senin ondan farkın kalır mı? Kalmaz o seviyeye inemezsin ki, inmemelisin sana yakışmaz. Onun için vakarını korumak zorundasın. Öfke baldan tatlıdır ama zehirli baldır onu yememelisin ve sabretmelisin, sabretmeli ve sonunu beklemelisin. Sonunu gör ki Allah’ın ne tecellileri varmış. Bekle Allah onun üzerinden seni terbiye eder, döner onu da başka biriyle terbiye eder. Onun için sen terbiye ol, alacağını al gerisini Allah’a havale et Allah işini iyi bilir. O nedenle Selâm der geçerler.

Selâm derlermiş bakınız, niye Selâm derler? Çünkü Allah’ın rahmaniyyetine havale ederler. Rahman olan Allah’ın rahmeti, mü’min de tecelli etti mi düşmanlarını bile Allah’ın rahmaniyyetine havale ederler. Ne diyebilirsiniz? Evet, Allah ona da rahmet etsin dersiniz, başka söyleyecek bir şeyiniz yoktur, nihayetinde ahiret zor hesap ağır. Herkes O’nun huzurunda toplanacak. O’n un huzurunda toplandığında hiçbir statü kalmayacak, herkes yaptığı ile çıkacak O’nun karşısına. Onun için ahiretin zor olduğunu unutmamak lazım.

Rahmaniyyetin tecellisi mü’minde dediğim gibi sadece din kardeşleriyle sınırlı bir merhamet değil, din kardeşlerini de aşan bir merhamettir. Çünkü Rahman’ın tecellisi her şeyedir, o zaman mü’minde bu tecelli yankılandığında mü’min de her şeye merhamet eder. Kâfirlere mü’minlerin merhameti nasıl olur? İmanı taşıyarak olur. İmanı taşımak için imanı yaşamak lazım, temsil kabiliyeti lazım. İşte davet, işte emr-i bil ma’ruf rahmaniyyetin mü’minde tecellisidir. Bir Adem bir alem diyerek yürürler. Bir insana daha imanı taşımak için varlıklarını heba ederler, feda ederler.

Rahmaniyyetin kâinatta tecellileri var tabii ki Elleziy haleka seb’a Semavatin tıbaka* ma tera fiy halkırRahmâni min tefavüt * ferci’ılbasare hel tera min futûr (Mülk/3) Sümmerci’ıl basare kerrateyni yenkalib ileykelbasaru hasien ve hüve hasiyr. (Mülk/4) O ki yedi göğü tabaka tabaka yarattı, yedi göğü tabaka tabaka yaratan insanları da tabaka tabaka yarattı. Aslında zımnen o da var. Rahmanın yaratışın da bir eksik bir gedik bir yamukluk göremezsin, bir çözülme bir bozulma göremezsin, Rahman’ın yaratışı ama altını çiziyoruz. Niye yaratışın temelinde Rahmet vardır. Dön de bir bak bakalım diyor bir eksiklik görecek misin, bir daha dön bak. Bakışın aradığını bulamamışlığın bezginliği içinde sana geri dönecektir. Eyvallah.!

Rahman’ın rahmeti kâinata tecelli edince kaos kosmoza dönüşür, düzensizlik düzene dönüşür. Ama Rahman rahmaniyyetini kâinattan bir an çekecek olsa cazibe ipliği kopar, kâinat teşbihi dağılır. Kâinatın yasaları da Rahman’ın rahmetinin bir tecellisidir.

Amin..’ Ya Rahman, ey rahmetin sonsuz kaynağı, ey rahmeti her şeyi kuşatan, ey rahmeti zatına ilke edinen, ey rahmetine hayran olduğum, ey rahmaniyyetine kurban olduğum. Yokluğa rahmetle nazar eden sensin, varlığı rahmetle var eden sensin, rahmeti zatına yar eden sensin bizi de rahmetine yar et ya Rabbi. Bizi de rahmetine yar et ya Rahman. Rahmet ummanından tek zerre yeter, günah okyanuslarını temizlemeye. Cennetin tohumu rahmetinmiş meğer, biz de de bir rahmet var et ya Rahman, bizde de bir rahmet var et ya Rabbi. Amin velhamdülillâhi Rabbil alemiyn vel akıbetü lil muttakıyn.

Allah kabul etsin. Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ESMA DERSLERİ – 4 – ER RAHMÂN (A)

$
0
0

326

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

KUR’AN‟DA RAHMET KAVRAMI

1- Kur’an rahmet kavramını bazen cennet anlamında kullanır:

Sabredenler, kendilerine bir bela geldiği zaman: “Muhakkak ki biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz.” derler. İşte Rablerinden onlara bağışlama ve rahmet (cennet) vardır.” (Bakara 156-157)

“Kıyamet gününde yüzleri bembeyaz olanlar Allah’ın rahmeti (cenneti) içindedirler; orada ebedi kalacaklardır.” (Âli. İmran 107)

2- İnsanlara karşı yumuşak huylu davranmak da Allah’ın bir rahmetidir: “Allah’tan bir rahmet ile sen onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. O halde onları affet bağışlanmaları için dua et…” (Âli. İmran/159)

3- Rahmet kavramı Allah’ın maddi ve manevi yardımı için de kullanılır: “Şüphesiz ki Allah’ın rahmeti (yardımı) iyilik yapanlara yakındır.” (‘Araf/56)

4- Allah’ın kullarını sıkıntılardan kurtarması da rahmettir: “Hud’u ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” (‘Araf/72)

5- Rahmet kelimesi sıkıntıdan sonra gelen bolluk, bereket ve esenlik anlamına da gelir: “Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet (esenlik) tattırdığımız zaman bir de bakarsın ki ayetlerimiz hakkında komplo kurmaya çalışırlar.” (Yûnus/21)

6- Allah’ın insanlara çocuk vermesi de bir rahmettir: “Melekler İbrahim’in karısına şöyle dediler: “Ey ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki O, övülmeye layıktır, iyiliği boldur.” (Hûd/73)

7- Allah’ın kullarını affetmesi de bir rahmettir: “De ki: “Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden (affından) ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (Zümer/53)

8- Anne-babaya karşı iyi davranmak da Allah’ın bir rahmetidir: “Onlara iyi davranarak alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse şimdi de sen onlara öyle rahmet et.” diyerek dua et. ( İsra/24)

9- Kur’an ın kıyamete kadar baki kalması da Allah’ın bir rahmetidir: “Eğer biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız sonra da bu durumda sen de bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın. Ancak Rabbinin rahmeti (sayesinde Kur’an baki kalmıştır.) Çünkü O’nun sana lütufkârlığı çok büyüktür.” (İsra/86-87)

10- Allah’ın salih insanların çocuklarını koruması da rahmettir: “Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar…” (Kehf/82)

11- Allah’ın kullarının dualarını kabul etmesi de rahmettir: “Bunun üzerine biz tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için öğüt olmak üzere onun (Eyyub’un) duasını kabul ettik kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik. Ve ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.” (Enbiya/84)

12- Peygamberimizin gönderilmesi de bir rahmettir: “Biz seni âlemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya/107)

13- Kur’an da Allah’ın en büyük rahmetidir: “Elif, lâm, mîm. Bunlar hikmetli kitabın ayetleridir. İyilik yapanlar için hidayet ve rahmettir.” (Lokman/1-2-3)

14- Allah’ın eşler arasında sevgi ve ülfet yaratması da bir rahmettir: “Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de Allah’ın gücünün delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (Rûm 21)

15- Allah’ın, ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesi de rahmettir: “Allah‟ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünden sonra nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir.” (Rûm 50)

16- Savaşta zafer kazanmak da Allah’ın bir rahmetidir: “De ki: Allah size bir kötülük dilerse O’na karşı sizi kim korur; ya da size rahmet (zafer) dilerse size kim zarar verebilir? Onlar Allah’tan başka ne bir dost bulabilir ne de bir yardımcı.” (Ahzâb/17)

17- İnsanların gemilerle boğulmadan yolculuk yapmaları da Allah’ın rahmetidir: “Dilersek onları suda boğarız. O zaman ne onların imdadına koşan olur, ne de onlar kurtarılırlar. Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet ve belli bir zamana kadar dünya nimetlerinden faydalandırmamız müstesnadır.” (Yâsîn/44)

18- Yağmur da Allah’ın bir rahmetidir: “Rüzgârları rahmetinin (yağmur) önünde müjdeci olarak gönderen O’dur.” (Furkan/48)

19- Gecenin dinlenme, gündüzün de rızık arama vakti kılınması Allah’ın bir rahmetidir: Rahmetinden ötürü Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinlenesiniz, gündüzün de O’nun rızkından arayasınız ve şükredesiniz.” (Kasas/73)

20- Allah’ın ibadetlere karşılık mükâfat vermesi de bir rahmettir: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat ecir versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin; sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Hadid/28)

21-Allah‟ın muhacirleri koruması da rahmettir: Onlara: “Siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından ayrıldınız, bunun için mağaraya girin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve size içinizde kolaylık göstersin” denildi. ( Kehf 16)

Görüldüğü gibi Allah’ın bizlere olan rahmeti çok boyutlu ve geniştir. Allah’ın rahmeti hayatımızın her yönünü kuşatmıştır. Allah, rahmetini bir an kaldırsa yeryüzünde yaşanmaz. Hayat sona erer. ……..

……….RAHMAN; Rahmân ismi genellikle ibadet ve ulûhiyyet ifade eder. şu ayet de bu görüşü destekler.

“Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor: Rahmândan başka ibadet edilecek tanrılar kılmış mıyız?” (Zuhruf, 45)

Rahmân olan Allah ayrım yapmadan bütün kullarının rızklarını, şartlara uygun olarak verir. Rahmân, kullarının bütün ihtiyaçlarını giderir ve onlara yardım eder. Nimetlerini esirgemez, bunları karşılıksız verir ve nimet vermesi hiç bitmez.

Rahman; bütün övgülere layık olandır. O âlemlerin rabbidir. (Fatiha 3)

Rahman; kendisinden başka ilah olmayandır. İbadete layık olan O‟dur. (Bakara 163)

Rahman; kullarına doğru yolu bulmaları için kitap ve peygamber gönderendir. (Ra‟d 30)

Rahman; sadece kendisine duâ edilendir. (İsra 110)

Rahman; sadece kendisine sığınılandır. (Meryem 18)

Rahman; sadece kendisine adak adanandır. (Meryem 26)

Rahman; şeytana uyanlara azap gönderendir. (Meryem 45)

Rahman; mucizeler ve mesajlar sahibidir. (Meryem 58)

Rahman; vaadinde durarak kullarına cenneti verendir. (Meryem 61)

Rahman; kullarına mühlet verendir. (Meryem 75) Rahman; gaybı bilendir. (Meryem 78)

Rahman; yerde ve gökte bulunan bütün kulların, huzurunda toplanacağı kimsedir. (Meryem 93)

Rahman; şefaat yetkisini elinde bulundurandır. (Meryem 87)

Rahman; eş ve çocuk edinmeyendir. (Meryem 92)

Rahman; iman edip salih amel işleyen kullarını sevgiyle kuşatandır. (Meryem 96)

Rahman; arşa hâkim olandır. (Taha 5)

Rahman; gerçek Rabbdir. (Taha 90)

Rahman; bütün seslerin, huzurunda kısıldığı kimsedir. (Taha 108)

Rahman; şefaat etme iznini verendir. (Taha 109)

Rahman; kullarına hatırlatmada bulunandır. (Enbiya 36)

Rahman; gece ve gündüz gelebilecek olan azaptan insanları koruyandır. (Enbiya 42)

Rahman; sadece kendisinden yardım istenilendir. (Enbiya 112)

Rahman; kıyamet gününde tek söz sahibi olandır. (Furkan 26)

Rahman; sadece kendisine secde edilendir. (Furkan 60)

Rahman; sadece kendisine kul köle olunandır. (Furkan 63)

Rahman; görülmediği halde sadece kendisinden korkulandır. (Yasin 11)

Rahman; fayda ve zarar verme özelliğine sahip olandır. (Yasin23)

Rahman; melekleri kendine kız çocuğu edinmekten uzaktır. (Zuhruf 19)

Rahman; Kur’an’ı öğretendir. (Rahman 1)

Rahman; görünen ve görünmeyen âlemi bilendir. (Haşr 22)

Rahman; yaratmasında herhangi bir kusur olmayandır. (Mülk 3)

Rahman; kuşlara uçma kabiliyeti verendir. (Mülk 19)

Rahman; kendisine karşı asla yardım edilmeyendir. (Mülk 20)

Rahman; sadece kendisine iman ve tevekkül edilendir. (Mülk 29)

Rahman; göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin Rabbidir. (Nebe 37)

Rahman; huzurunda O’nun izni olmadan söz söylemeye kimsenin güç yetiremediğidir. (Nebe 39)

Rahmân ismini daha iyi anlamak için Kur’an’ın 55. süresi olan Rahmân süresine bakmak gerekir. Bu süre sahabe tarafından “Arûsu‟l-Kur‟an (Kur’an’ın gelini)” olarak isimlendirilmiştir. Bu süreyi tanımadan Rahmân isminin anlamını tam olarak kavrayamayız.

“Rahmân olan Allah Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. İnsana beyanı (konuşup ifade edebilmeyi) öğretti.” (Rahmân 1-4) (Dr. Ramazan SÖNMEZ)

*************************************************************

ER RAHMÂN

TAALLUK

Kul emir âleminin (âlem-i emir/yaratılmış âlem) dışında kalıp, insanlar tarafından algılanamayan varlıklara ulaşmak için Rahman ismine ihtiyaç duyar.

TAHAKKUK

Rahmân ismi delalet açısından Allah gibi özel/alem isimler kategorisindendir. Allah bu isimle nitelenebilir ama onunla insanlar nitelenemez. Nitekim müşrikler; “Rahmân da neymiş” (25/60) diye sorduklarında onu inkâr etmişlerdi. Eğer onlar bu sorularında ki “Rahmân” lafzını isim halinde değil de iştikak şeklinde mastar olarak evrenin yaratıcısının temel bir niteliği şeklinde düşünerek söylemiş olsalardı bu Rahmân’ı

yadırgamayacaklardı. Yine eğer bu Allah lafzı gibi müşrikler tarafından önceden bilinen bir isim olsa idi yine inkâr edemeyeceklerdi. Onlara; “Allah’a kulluk edin.” (7/59) dendiğinde onlar Allah kimdir demediler. Aksine putları ile ilgili olarak; “Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (39)/3) dediler. Bu nedenle Rahmân ismini âlem statüsünde kabul ettik. Eğer Rahmân isminin “Rahmet” kelimesinden türetildiği düşünülürse bu konuda elif ve lâm takısıyla birlikte (er Rahmân şeklinde) Arap dilinde bir veri bulunmamaktadır. Ancak “el” takısı olmaksızın; “Rahmânü’l-Yemame” şeklinde Arap dilinde bir kayıt yer almaktadır. Er Rahmân isminin Hz. Peygamberden önce mi yoksa sonra mı kullanılmaya başladığı konusunda yeterli bilgiye sahip değiliz.

“Rahmân” ismi elif ve lâm harfleriyle birlikte (er Rahman) Hz. Süleyman’ın Kraliçe Belkıs’a göndermiş olduğu mektupta “Bismillahirrahmanirrahim” şeklinde Kur’anı kerimde mevcut olduğu dikkate alınacak olursa burada ki Rahmân ifadesine lafız olarak değil de mana açısından yaklaşılır. Buna kimse itiraz etmez. Bizim burada tartıştığımız husus Arap dil bilimi açısından “Rahmân” lafzının Arapça isim sığasında “er-Rahmân” şeklinde kullanımıdır. Nitekim Hz. Peygamber de “Bismike Allahümme” şeklinde yazıya başlamıştır.

Rahmân isminin alem isimler kategorisinde olduğunu destekleyen bir başka hususta; “De ki; İster Allah ile çağırın ister Rahmân diye. O’nu hangi isimle çağırırsanız çağırın O tüm zamanlarda birdir ve bütün güzel ve üstün nitelikler O’nundur. (fe-lehû)” (İsra/110) ayetidir. Burada Allah isminin taallûk ettiği varlık aynı zamanda Rahmân isminin medlulüdür. O nedenle ayette ikisi anlamına olan “fe-lehümâ” (Allah ve Rahmân isimlerine yönelik olarak) yerine tekil manasına gelen “Fe-lehu” (Allah ismi kastedilerek) dendi.

Kulun rabbine bu Rahmân adıyla gerçekleştireceği bağlantı, aynı zamanda Allah ismiyle oluşturacağı irtibatla aynıdır. Her iki isim arasında ki tahakkuk farkı ise; “Allah “ adının kulun kendisi ile rabbi arasında “Hak sıfatıyla oluşan bir iletişim olmasıdır. Zira “Hak” tanımlamasına Allah’ın dışında bir varlığın ulaşması mümkün olmadığı için başka bir kimsenin bu yönlü bir bağlantıyı fark etmesi imkânsızdır. Bu durum o seçkin kul ile Allah arasında kalır. Eğer Allah ismi ile gerçekleşen böyle bir rabıta bir şekilde fark edilecek olursa, Rahmân” da olduğu gibi bu bir başkası tarafından inkâr edilir. Zira onun kapasitesi bunu idrakten aciz kalır.

Bazı erenlere “Abdal kaç tanedir?” diye sorulduğunda onlar kırk kişi olduklarını söylediler. Onlara “Neden kırk erkek şahıs demiyorsunuz” denildiğinde cevap olarak “Onların arasında kadınlar olabilir” demişlerdir. Bunların hiç birisi diğerini tanımaz. Bu durum yukarıda anlatılan Rahmân isminin konusuna işaret etmektedir. Zira Rahmân isminin tahakkuku sadece ve sadece bu isim ile yani Rahmân isminin tahakkuk boyutuna ulaşan kimselerin her biri arasındadır. Bazen rabbi ile seçkin kul arasındaki birebir gerçekleşen bu irtibat, masaddak olan şahsın en yakın maneviyatı kuvvetle bir arkadaşına zahir olabilir. Ama bu özel ve birebir irtibat şeklinde gerçekleşen durumu değiştirmez. Nitekim Hz. Hızır’ın durumu Hz. Musa’ya mâlûm oldu da o bunu görmezlikten geldi.

TAHALLUK

Rahmân ismiyle tahalluk, Allah adının tahallukuyla aynı konumdadır. Zaten Rahmân Allah isminin önüne geçebilir Ancak bu isim olarak değil de bir nitelik olarak kabul edilemez. Rahmân ismi genel, kapsamlı bir anlam taşır. Bu kapsamlılık yaratma (icad) açısındandır. “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” (A’raf/156) ayeti umumiyet ifade eder. Varlıkların birbirleriyle yardımlaşması şeklinde ortaya çıkan şefkat, bu Rahmân isminin tezahürüyledir ki aynı zamanda bu varlıkların bizzat kendilerine yönelik şefkatlerini de kapsar. Allah Taâlânın; “Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır, ileride onu özellikle kötülükten sakınanlara, zekâtını verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım.” (A’raf/156) demesi Rahîm isminin sonucudur. Bu konuda mensup olduğumuz ehl-i Sünnet ile Mu’tezile arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır.

Rahmân ismiyle tahalluk alanı içerisinde herhangi bir ayırım yapmaksızın Allah’ın yarattığı bütün varlıklara merhamet göstermek te bulunmaktadır. Burada dinin açıkça vermiş olduğu bazı durumlar ve şahıslar bu kapsama girmez. Bu nedenle Hz. İbrahim (AS), “Keremi rabbimden öğrendim.” Demiştir. Allah samimiyet ve ciddiyete ulaştırandır. (İbn. Arabi-Allah’ın isimlerinin sırları ve manalarının keşfi/39-41)

***********************************************************

ER RAHMÂN

….. Gazabın yaratılması da, gazaba rahmetten kaynaklanır. Böylelikle her şey kendisine dâhil olduğu için her şeyi kapsayan imtihanî rahmetin saltanatı umumî olmuştur. Bu rahmet er-Rahmân isminin saltanatının mahallidir.

Bu rahmetin umumiliğinin neticesi olarak Hakkın şakilere yönelik fazlı da artmıştır. Her ne kadar onların varış yerleri “şakilik” diyarı olsa bile rahmetin her şeye yayılmasının eserlerinin kendilerinde hallerine yaraşır tarzda sabitleşmiş olması nedeniyle onlar da “azab”tan tat alacaklardır. Çünkü ihsanın zuhuru sadece ve suçlularda büyük olabilir. Bu noktada Muhsinler bahsin dışındadırlar.

Rahmetin bu umumiliği nedeniyle Hak, günahkâr olmalarına rağmen bütün kullarını kendisine izafe etmiştir. Bu bağlamda Allah Tealâ şöyle buyurmuştur. “De ki ey kendilerine zulmeden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz.” (Zümer/53)

Böylelikle Allah kullarının rahmetinden ümit kesmelerini yasaklamıştır. Hatta İblis bile Hakkın bizzat minnetinden olan rahmetine tamah etmiştir. Şayet Hakkın rahmetinden ümit kesmiş olsa idi hiç kuşkusuz bu daha büyük bir günah olurdu. Bununla birlikte iblisin varacağı yer ateştir. Ve kendisine tabi olanların günahlarını taşıyacaklardır. Buna göre taşınan şey belirli bir sürede kesilir. Çünkü o bir cezadır, ceza ise amellere uygun olur. Şu halde ceza da kesilecektir. Allah’ın fazlının ise kesilmesi söz konusu değildir. Çünkü o karşılık ve amellere uygun olup olmamasının dışında kalır.
İmtihan rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Bu rahmet herhangi bir mahalle veya başkalarına değil de sadece bir diyara mahsus değildir. Aksine o dünya ve ahirette varlık diyarıdır.

Vaciplik rahmeti ise na’t ve özellikleriyle özel bir konuya sahiptir. Onda rahimlik eserleri tezahür eder ki bunlar onun tecellilerinin ve saltanatının tecelligâhlarıdır.

Bu rahmet de türün cinse dâhil olması gibi imtihani rahmete dâhildir. Bu nedenle Hak onu şu ifadesiyle kayıt altına almıştır. “Ben o rahmeti tövbe edenlere zekât verenlere yazacağım. (A’raf/156)

Bu bağlamda Allah onlara rahmet edeceğini ve amelleri karşılığında kendilerine mükâfat vereceğini bildirmiştir. Onlara ulaşan rahmet kendilerinden Hakka ulaşan takva ölçüsündedir. İşte bu uygun karşılıktır. (Sadreddin Konevî- Esma-i Hüsna şerhi/40-41)

*********************************************************

ER RAHMÂN

(Fatiha BAĞLamında)Bu da yüce Allah’a mahsus bir isimdir. Bunun özel bir mânâsı vardır. Fakat zat ismi değil, sıfat ismidir. Hem vasıflanarak hem vasıflanmadan kullanılır. Bundan dolayı katıksız isim ile katıksız sıfat arasında bir kelimedir. Bunun için cer edatı ile geçişli olmaz, fiil gibi amel yapmaz. “Buna rahmandır.” denilmez. Fakat izafetle (tamlama ile) “Dünya Rahmânı” gibi amel eder. Böyle olması bu kelimenin fiil sıfatı değil, zat sıfatı olduğunu gösterir. Ve böyle sıfatlara sıfat-ı galibe (üstün sıfat) ismi verilir.

Aslında içerdiği niteliğe sahip olan her şahsı nitelemek uygun olduğu halde o sıfatla seçkin olan özel bir kişi için kullanılması çokça görüldüğünden yalnız onun sıfatı olarak kullanılmış demektir. Üstünlük bir derece daha kuvvet bulunca isim olarak da kullanılır ki, Rahmân böyledir. Ve bu üstün gelme ya gerçekten veya varsayım şeklinde olur. Eğer önce genel olarak kullanılmışsa ve daha sonra bir şeye tahsis edilmesi gerekmişse “gerçek anlamıyla”; eğer önce genel olarak kullanılması bizzat meydana gelmemiş de dil ile ilgili bir kural gereğince ise “varsayım anlamıyla” denilir.
(er-Rahmân) ismi de varsayım tarafı ağır basan ve yalnızca Allah için kullanılan bir özel isimdir. Çünkü dil açısından (rahm) ve (rahmet)ten türemiş ve sürekli ve pek fazla acıma mânâsına gelen bir sıfat-ı müşebbehe kipidir ki çok merhametli, çok rahmet sahibi mânâsına bir sıfattır. Böyle olunca da bu sıfat kimde bulunursa ona (er-Rahmân) demenin kıyas yoluyla mümkün olması lazım gelir.

Hâlbuki hiç böyle kullanılmamış, rahmeti sonsuz, ezelî ve gerçek anlamda nimet veren bir mânâya tahsis edilmiş olduğundan dolayı başlangıçtan itibaren yüce Allah’tan başkasına Rahmân denilmemiştir. Ancak yalancı peygamber Müseylimetü’l-Kezzâb’a bir defa haddini aşan yağcı bir şair lâmsız olarak “Sen rahmân olmaya devam ediyorsun.” tabirini kullanmış ve buna rağmen (er-Rahmân) dememiştir. Böyle olduğu halde İslâm dini açısından değil, dil açısından bile bu şairin hata ettiği belirtilmiştir. Din açısından ise şairin yanlış bir ifade kullandığı haydi haydi sabittir.

Öyle ise mutlak surette “Rahmân” yüce Allah’a ait bir sıfat ismidir. Bundan dolayı aslında sıfat olması itibariyle çok rahmet sahibi, pek merhametli, çok merhametli, gayet merhametli veya sonsuz rahmet sahibi diye tefsir edilebilse de özelliğinden, isim olmasından dolayı tercümesi mümkün olmaz. Çünkü özel isim tercüme edilmez. Özel isimlerin tercüme edilmesi onların değiştirilmesi demektir ve dilimizde böyle bir isim yoktur.
Bazılarının Rahmân’ı “esirgeyici” diye tercüme ettiklerini görüyoruz. Hâlbuki “esirgemek” aslında kıskanmak, yazık etmek manasınadır. “Benden onu esirgedin.” denilir. Sonra kıskanılanın korunması, saklanması tabiî olduğundan esirgemek, onun gereği olan korumak manasına da kullanılır. “Beni esirgemiyorsun.” deriz ki, “Beni korumuyorsun.” demektir. Fakat “Bana merhamet etmiyorsun.” gibi, “bana esirgemiyorsun” denilmez. Bundan dolayı esirgeyici aslında “kıskanç” demek olacağından Rahmân’ın gelişigüzel bir tefsiri de olmamış olur.

Elemlenmek, acı duymak demek olan acımaktan “acıyıcı” da tatsız ve kusurludur, kuru bir acımak merhamet değildir. Merhamet, acı felaketini ortadan kaldırmak ve onun yerine sevinç ve iyiliği koymaya yönelik olan bir iyilik duygusudur ki dilimizde tamamen bilinen bir kelimedir. Biz merhametli sıfatından anladığımız tatlı manayı öbürlerinden tam olarak anlayamayız ve hele pek merhametli yerinde “acıyıcı, esirgeyici” demeyiz.
Bunun için eskilerimiz burada “yarlığamak” fiilinden “yarlığayıcı” sıfatını kullanırlardı. “Rabbim rahmeti ile yarlığasın”, “rahmetinle yarlığa ya Rabbi!”, “Rahmetinle yarlığa kıl ya gani (zengin)” gibi ki, bu kelimeyi hafifleterek “yarlamak” ve “yarlayıcı” denildiği de olmuştur. Ve aslında “yar (dost) muamelesi yapmak” demektir ki, merhametin sonucudur. Fakat “yarlığayıcı” da isim değil sıfattır.

Özetle Rahmân “pek merhametli” diye noksan bir şekilde tefsir olunabilirse de tercüme olunamaz. Çünkü “pek merhametli”, ne yalnız Allah için kullanılan bir sıfattır, ne özel isimdir, “Rahim” demek de olabilir. Sonra yüce Allah’ın rahmeti, merhameti; bir kalp duygusu, psikolojik bir meyil manasına gelen bir iyilik duygusu değildir. Fâtiha sûresi tefsirinde açıklanacağı üzere iyiliği kastetmek veya sonsuz nimet verme manasınadır.
Dilimizde de rahmet bu mânâ ile bilinir, fakat bu ilgiden dolayı “Rahmân” ismini “Vehhâb = çok bağışlayan” ismi ile karıştırmak da uygun olmaz. Vehhâb, Rahmân gibi özel isim değildir. Bundan dolayı Rahmân, Vehhâb veya Afüvv (çok affeden) mânâlarına gelen “bağışlayıcı” sıfatı ile de tercüme edilemez. Bu ismi ezberleriz ve tercümesi ile değil, tefsiri ile rahmet manasından anlamağa çalışırız.

(Haşr suresi/22 bağlamında) Bu iki sıfat, iki çeşit rahmete delâlet eder. Birisi, Rahmet-i Rahmâniyye, diğeri de Rahmet-i Rahîmiyye’dir.
Rahmet-i Rahmâniyye, hiç bir amelin şart koşulmadığı ve geri bırakılmadan başlangıçta bahşedilen ilâhi rahmettir ki, mümini de kâfiri de, çalışanı da, çalışmayanı da kapsamaktadır. Mesela, başlangıçta var olma bu rahmetin eseridir. Nitekim rahimlerdeki ceninler ve bütün hayvanat bu rahmet ile beslenir. Yine bu rahmet ile Allah Teâlâ kâfirlere dahi dünyada rızık, akıl vesaire gibi nimetler verir.

Rahmet-i Rahîmiyye ise, elde edilmesi için çalışmanın şart koşulduğu ve Rahmet-i Rahmâniyye’yi güzelce kullanarak çalışan kimselere verilen rahmettir ki, en aşağısı, amelle kazanılmış bir haktan aşağı değildir. Sırf fazilet olan yüksek derecesinin ise, sınırı ve sonu yoktur. İşte dinin, takvanın, çalışm a ve gayretin önemi bu sebepledir. Onun içindir ki yani “Rahmân, dünya ile Rahîm ise ahiretle ilgilidir.” denilmiştir.

Buna göre Rahîm sıfatı, imanlı ile imansızı, iyi ile kötüyü, korunanla korunmayanları ayırt ederek iyileri sonuçta mükâfat ile murada erdirmek manasını ifade ettiği için, ona mukabil Rahmet-i Rahmâniyye’yi kötüye kullanmış kişilerin de mahrumiyet ve ceza göreceklerini ihtiva eder ki bu anlam, sonraki ayette sayılan vasıflarla izah edilmiş olacaktır.

Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki, Allah Teâlâ’nın büyüklüğünü ve kudretini beyan ile Allah korkusunun gereğini ispat konumunda gelen bu ayetler, korkudan önce sevgi ve ümit hislerini uyandıracak olan bu rahmet ayeti ile başlamıştır. Ancak ilim rahmetten, vahdâniyyet (Allah’ın birliği) de ilimden önce zikredilmiştir. Çünkü Rahmet-i Rahîmiyye’nin gizli ve aşikâr hiçbir mükâfatı zayi etmeyecek tarzdaki güzel cereyanı, ilim sıfatının mükemmelliğine dayalı olduğundan, sübûtî sıfatlardan sayılan ilim sıfatının kemalini gösteren “gaybı ve görüneni bilir.” vasfı, fiilî sıfatlardan olan rahmet sıfatını gösteren er-Rahmân, er-Rahîm vasıflarından önce zikredilmiştir.

İlim sıfatının bunları temin edecek şekilde kemali ise, her türlü hükmünde ortaklık ve aykırılıktan uzak olarak zât, sıfat ve fiillerde tevhide dayalı olduğu için selbi sıfatlardan olan vahdâniyyet sıfatı da ondan evvel getirilmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki, selbi, sübûtı ve fiili sıfatların mercii olan zâtın varlığı da “Allah” ismi ile hepsinden önce zikredilmiştir.

Yukarıda da zikredildiği gibi korku, mutlak ürküntüden ibaret olan bir korku olmayıp, sevgi ve hürmet ile beraber olan saygılı bir korku olduğu için, evvela ilâhî rahmetin, “Rahmetim gazabımı geçti.” kudsi hadisi gereğince ilâhî gadabı geçtiğini gösteren bu ayette önce korkunun birinci esası olan hürmet ve saygı hissi uyandırılmak üzere şevk ve ümitle sevgi coşturulmuş, sonra da korkunun ikinci esası olan ve Rahmet-i Rahîmiyye’nin mânâsı içinde bulunan sorumluluk ve korku hisleri de yine aynı ümid ve şevk prensipleriyle beraberce telkin edilmek üzere buyurulmuştur ki: “O Allah’tır ki kendisinden başka ilâh yoktur.” (Haşr/23) (M.H. Elmalı/Hak dini Kur’an dili)

*********************************************************

ER RAHMÂN, ER RAHÎM ZU’R-RAHME HAYRUR- RAHİMİN

Rahman ve Rahim İsmi faile mülhak olan mübalağa binalarından fa’lan ve Fa’il vezninde, Rahmet kökünden gelen iki sıfattır. Genel olarak kabul edildiğine göre Rahman, rahmetin daha ileri bir derecesini ifade eder. Bazılarına göre fa’lan vezni, fiilin çok olduğuna ve tekerrür ettiğine, fa’il ise fiilin sabit ve yerleşik olduğuna delâlet eder.

Rahmet kelimesi dilde kısaca “rikkat (yufkalık) ve ihsan” anlamına gelir. El Hattabî’nin tarifine göre Allah’ın sıfatı olarak er Rahman; “Bütün mahlûklara rızıkları, yaşama vesileleri ve her türlü faydaları hususunda rahmeti yayılmış olan rahmet sahibi demektir. Rahmeti mü’min olsun kâfir olsun, iyi olsun kötü olsun herkese şamil olandır. er Rahîm de aşağı yukarı aynı anlamı ifade eder. Fakat bu iki sıfat arasında bir takım ince farklar vardır Allah kendisini bir arada andığı bu iki isimle tavsif ettiğine göre bunlar arasında fark olması gereklidir. Birçok âlim bu farkları göstermek için büyük gayret sarf etmiştir. İkisi arasında ki ince farkların ayrıntılarını, onların verdiği bilgilere havale edip sadece Kur’an kullanışında ki farkları ortaya koymaya çalışacağız. İşaret edelim ki bazı durumlarda yapılan ayırımlar temellerini lisandan çok, zevk ve ıstılahta bulmaktadır. Bu iki ismin Kur’an da ki kullanışları şu farkları gösterir.

a) er Rahman “sıfat-ı galibe” den olarak ulûhiyetin ikinci bir ismi durumunda kullanılmıştır. Geçtiği yerlerin ekserisin de böyledir. Sıfat olarak geldiği yerler oldukça azdır. Er Rahîm ise mevsufsuz olarak hiç kullanılmamıştır. Geçtiği her yerde (36/5 – 26/217 istisna edilirse) Allah ismini tavsif etmiştir.

b) er Rahman her zaman eliflâmlı geldiği halde Rahîm bir çok defa eliflâmsız gelmiştir.

c) Arapça da olduğu gibi Kur’an ı kerimde de er Rahman insanlar hakkında hiç kullanılmamış, münhasıran Allah’ın sıfatı olmuştur. Rahîm ise bir rivayette (9/128) Hz. Muhammed’i tavsif etmiştir.

d) er Rahman ismi, harf-i cerr ile ta’diye etmez, fiil ameli yapmaz. Rahîm ismi için durum böyle değildir. Harf-i Cerr ile te’addi ve rahmete konu teşkil eden şeye taallûk eder.

inneHU kâne Bi küm Rahıyma; (İsra/66) şüphesiz ki O esasen mü’minlere karşı Rahîmdir.

ve kâne Bil mu’miniyne Rahıyma; (Ahzab/43) O esasen mü’minlere karşı Rahîmdir. Vb. ayetlerde bu durum görülmektedir. Hâlbuki hiçbir yerde “Rahmanun bihim” (onlara karşı rahmandır gibi bir ifade görülmez. Bu istimale ve Arapça da fa’lân vezninin umumi delâletine (bu veznin normal olarak lâzım fiilden bina edilip başkasına taaddi etmez.) dayanarak, er Rahmân isminden ise “Rahmetle mevsuf olan”, er Rahîm isminden ise “rahmetiyle merhamet edici olan” manası bulunabilir. İbn. Abbas’tan gelen bir rivayet bu fikri destekler mahiyettedir. “er Rahman refik olan, er Rahîm ise mahlûklarını rızıklandırmakla şefkatini gösterendir.” (Tefsîu’l Menâr)

Rahman isminin de Rahîm gibi rahmetten müştak olduğunda sahabe devrinden beri ittifak vardır. Rahman kelimesinin Arapça olması için bütün şartlar (fiil, çok sayıda isim ve mastar şekli, cahiliye devrinin kullanışı gibi.) mevcuttur. Buna rağmen eski zamandan beri Rahmân’ın Arapça asıllı olmadığını ileri süren kimseler olmuştur. El Halil’in talebesi olan el Leys, Ebu Ubeybe, ez Zeccac gibi en eski dilciler bu iki sıfatın da rahmetten müştak olduğunu söylemişlerdir. Yalnız el Munzirî, şair Cerir’in bir şiirinde ki kullanışına dayanarak Rahman kelimesinin İbranice asıllı olduğunu iddia eder. Böyle bir fikrin ileri sürülmesine şu iki sebep düşünülebilir.

1 – Bir ayette; “Onlara; er Rahman’a secdeye varın” dendiği zaman er Rahman da nedir? Senin emretmenle mi secdeye varacağız derler. Bu onların nefretini artırır. (Furkan/60)

Hudeybiye mütarekesi sırasında Kureyşliler şartnamenin başına “Bi’smi’llâhir’r-Rahmanir’r-rahîm” yazılmasına itiraz etmişler, onların delegesi Suheyl “er Rahman’ı tanımıyorum.” Demişti.

2 – İbranî, Aramî, Süryani gibi öteki Sami dillerde bu kelimenin bulunduğu görülmüştür. Büyük bir ihtimalle bu iki tezahürü yanlış değerlendiren birkaç kişi, değişik bir teklifte bulunmak hevesiyle Rahman isminin Arapça asıllı olmadığını ileri sürmüşlerdir.

Birinci şıkkı değerlendirmeye çalışalım; Ne ayet ne de Hudeybiye olayı, müşriklerin Rahman isminin manasını bilmediklerini göstermez. Onların Rahman’a karşı çıkmaları, savaştıkları İslam dininin Allah’ı birçok isimler meyanında bu isimle tavsif etmesiydi. Bilhassa besmele ile bu ismin İslâm’ın sembolü olmasıydı. Onların aslında Allah’ın rahmetle mevsuf olmasına da bir itirazları yoktu. Mesele Rahman isminin İslam için bir alâmet değeri taşımasıydı.

Çok eskilerden günümüze kadar insanlar arasında benzeri direnişler olagelmektedir. Eskiden bir misal verelim; Ba’al, Rabb anlamında olarak eski Ahit’de yer alan tanrı isimlerinden biridir. İsrail oğulları Ken’an diyarına geldiklerinde Ken’an lılar da tanrılarını Ba’al diye adlandırıyorlardı. Bir müddet sonra Ba’al şeklinde tanrılığı adlandırma tamamen putperestlik alâmeti sayılmış ve İsrail oğulları tarafından kullanılması şiddetle yasaklanmıştır. Ba’al’a karşı hücumun en çarpıcı tezahürü

Eski Ahid’in meşhur “Karmel” sahnesinde ayrıntılı olarak görülür. (KM.I. Krallar, 18-21-46) Yahova adı Ba’al adını ortadan siler. Oysa Ba’al pekâlâ İbranice bir kelime idi, üstelik tanrının vasıflarından biri idi. Reformcu Luther kitaplarında “Ben Allah’ın düşmanıyım” der. Hâlbuki “Allah” kendisinin de inandığı ulûhiyetin bir başka dinde ki (İslam da ki) adı idi. Kendisi İslâm’a karşı olan düşmanlığını böylece ifade ediyordu.
Kur’an ı batı dillerine tercüme eden garplılar, “Allah” ismini o dillerde ulûhiyete işaret eden kelimeyi kullanarak değil, Arapçasıyla yazarlar. Gaye, yabancılığını, haşa “şirk tanrısı” olduğunu ihsas ettirmektir. D.Masson’un Fransızca Kur’an tercümesinde ilk defa olarak Alla ismini Fransızcası olan”Dieu” ile çevirmesi bir “hadise” sayılmıştır.

Demek ki Mekke’lilerin Rahman ismi karşısında direnmeleri onun arapça olmadığını göstermez. Et Taberi bu yanlış düşünceye saplanan hakkında çok ağır bir ifade kullanır. “Furkan/60 ayetine dayanarak bir ahmak Arapların “Rahman’ı bilmediklerini, bunun dillerinde olmadığını iddia etti. Ona göre şirk ehli, doğruluğunu bildiği şeyi inkâr edemezmiş sanki. Bu adam Allah’ın kitabında ki şu ayetleri okumamış mıdır nedir?

Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler oğullarını tanıdıkları gibi onu (Hz. Muhammed’i) tanırlar. (Bakara/146)

Et Taberi onların peygamberimiz Hz. Muhammed’i böylesine tanıdıkları halde inkâr edip yalanladıklarını bildirir. Sonra eski Arap şiirinde Rahman isminin kullanışlarına dair örnekler verir.

İkinci şık olan öteki sami dillerde Rahman lafzının bulunmasına gelince “Allah“ ismini görürken söylediğimiz gibi aynı dil ailesine mensup insanlarda benzer lafızların bulunmasından tabii bir şey olamaz. Çoğu zaman hangisinin hangisinden aldığı bilinemez. Arapça dan öbürlerine geçtiği söylemek te en az aynı derecede geçerlidir. Esasen böyle bir şeyi aramak yersizdir. Böyle durumlarda şöyle düşünmek daha makul ve verimli olmaz mı? Değişik yerlerde rastlanan bu tezahür aynı köke dayanan bu kavimlerin ortak gelenekleri olamaz mı? Hz. İbrahim’den hiç mi bir şey kalmayacak Önemli olan şu kesin gerçektir.

1 – Rahman ismi her yönüyle Arapça bir kelimedir. 2 – Kur’an vahiyden çok önce bu isim Arapça da mevcut idi.

Yabancı asıl meselesi bin küsur yıl öncesinde kalsaydı, sınırlı çerçevemiz içinde konuya bu kadarcık bile zaid olurdu. Son zamanlarda bu iddia eskisinden çok daha pelesenk edilmektedir. İslâmiyet hakkında şüpheler uyandırmaya basamak yapılmasa yine de üzerinde durmaya değmezdi. Bazı garplı yazarlar ise konuyu sadece yakın dillerle ortak bir lafız meselesinden de öteye götürerek Kur’an ın bu ismi kullanmasından bir takım sonuçlar çıkarmak istemektedirler. Buna az sonra temas edeceğiz. Şimdi Kur’an ın genel olarak rahmet maddesini özel olarak da Rahman ismini kullanışına dair bilgi verelim.

RHM kökü, çeşitli çekimleriyle fiil olarak 30 kadar yerde gelmiştir. Fiil şeklinde kullanıldığı her yerde fail, sarih veya takdiri olarak Allah’tır. İnsanların, fail olduğu görülmez. isim şekli “Rahme” 100 den fazla yerde mücerred veya muzaf olarak hep Allah ile alâkalıdır. “Merhame” mastarı ise yalnız bir ayette ve insanlar arasında ki münasebet için kullanılmıştır. (Beled/17) (anlaşılan normal olarak dilimizde “rahmet”i Allah, “Merhamet”i ise insanlar hakkında kullanmak tesadüfi değildir.)

Yine aynı anlama gelen “ruhm” mastarı da yalnız bir ayette (Kehf/81) ve insanların birbirine olan merhameti hakkında varid olmuştur.
Aynı kökten gelen “rahîm” ise hem cemî olan “erham” şekliyle on küsüşür ayette görülür. Sıfat olarak ise er-Rahman, Rahîm ve ismi- taftil şekli zikrolunmuştur. Bu kök normal olarak şefkat etmek, merhamet etmek anlamında kullanılır. Hatta fiil şekilleri hemen her zaman bu anlamdadır. (‘Araf/23-Yusuf/53-Hud/43 vs.)

Hülâsa Allah “rahmet” etmeyi kendisine vacip kılmıştır. (En’am/12) İsim olarak ise Kur’an ı kerim (12/111-16/89 vb.) Dünyevi nimet ve ihsan (11/9) (30/33) ve bu cümleden olarak yağmur (7/57 v.b.) nübüvvet gibi manevi nimet (11/28) (18/65) (41/50) uhrevi ecir vr sevap (57/28 v.b.) gibi anlamlarda kullanılmıştır. Er Rahmân fiiline gelince;

1 – Rahmân ismi ise Kur’an da 57 defa zikrolunmuştur. Daima eliflamlı olarak gelmiş, ekseriya ulûhiyetin özel ismi durumunda kullanılmıştır. Buna mukabil gramer yönünden tabi’ (sıfat) olarak geçtiği yerler büsbütün istisna sayılmaz. Şu altı ayette tabi’dir. (1/1-3) (2/163) (27/30) (78/37) (59/22).

2 – İslâmi geleneğin sıralamasına göre vahyin bütün safhalarında varid olmuştur.(Her sureden bir ayet olup olmadığı konusunda farklı görüşler olan besmele hariç tutulmak üzere.

3 – Er Rahmân isminin geçtiği bütün yerler bu vasfın taşıdığı rahmet ve ihsan anlamlarına uygundur. Bunların hepsini ele alarak bu uygunluğu göstermek işi uzatmak olacaktır. Bu konuyu tefsirlere havale ederek sadece bu münasebetin gizli göründüğü birkaç ayeti ele alalım.

Kul men yekleüküm Bil leyli ven nehari miner Rahmân* bel hüm an zikri Rabbihim mu’ridun. (Enbiya/42)

İbn. Kesir; Sonra Allah Taâlâ kulları üzerinde gece ve gündüz kendilerini korumak, uyumayan gözü ile gözetip himaye etmek şeklinde olan nimetlerini anarak böyle buyurdu; Gece ve gündüz o Rahmân’a bedel, O’ndan başka sizi kim himaye eder?

Burada “min” harfine “gayr” anlamı vermesi hakkında şiirle istişhad eder. Ayetin son kısmı için ise şöyle der; “Onlar Allah’ın üzerinde ki nimetlerini ve kendilerine olan ihsanını itiraf etmezler, aksine ayetlerinden ve nimetlerinden yüz çevirirler.”

El Alusi ise bu ayet hakkında “min” harfinde ki “gayr” anlamını göz önüne almaksızın şöyle diyor; “Allah Taâlâ’nın kendilerini bürüyen nimetleri sebebiyle aldanmamalarına tembih için Resulüne; onların başlarına vururcasına bunu sormasını emrediyor. Rahmaniyer ünvanını getirmesi, ancakOnun rahmetiyle korunduklarına dikkati çekmek içindir. Yahut rahmeti galip olan Rahmân’ın bile azaplandırmasına delâlet eder.”

Hz. İbrahim’in babasına şöyle dediği bildirilir; “Ya ebeti inniy ehafü en yemesseke azâbün miner Rahmâni fetekûne lişşeytani veliyya;” (Meryem/45) Babacığım Rahmân’dan sana azap dokunacağından korkuyorum.

Kur’an ın tavsifiyle; “çok içli, yumuşak huylu, kendini Allah’a vermiş” (Hûd/75) şirkinden vazgeçmeyeceğini ve kendisini taşlayacağını bildiren babasına karşı yine de son söz olarak; “Selametle, senin için Rabbim’den (hidayet ve) bağışlanmanı isteyeceğim.” (Meryem/47) diyecek olan nezaket ve merhamet timsali Hz. İbrahim, küfür ve şirk yolunu bırakması için babasına, ele aldığımız ayette ki üslûp içinde öğüt veriyor. Böylesine nazik bir zat gayesi irşad ve muhatabı da babası olunca haliyle ağzından çıkacak her söz -ilahi tevcihe mazhar olmuş olarak- “Boğazın dokuz boğumundan geçmiş” bir söz olacaktır. Bunun böyle olduğunu ayetin her unsuru göstermektedir.

“Babacığım” hitabı, sırf hürmet venezakettir. “Havf” Arapça da “sanılan veya bilinen bir belirtiden ileri gelerek kötü bir durumun tahmin edilmesidir.” Dolayısıyla korkuya konu olan şey kesin değildir. “Mess” Arapça da, bizde ki ”dokunma” ile ifade olunduğu gibi azıcık olan değinmeyi bildirir. “Azab” aslında Arapça da temsil, nekâl, ‘ikab vb. acı çektirme çeşitleri içinde hafif bir dereceyi gösterir. Sonunda ki tenvin böyle yerlerde “taklîl” yani küçültme ifade eder. er Rahmân ise Allah’ın isim derecesine çıkmış, merhametinin çokluğunu ifade eden sıfatıdır.

Şu halde her kelime inzar görevini en şefkatli bir şekilde yerine getirmek gayesiyle seçilmiştir. İşte Rahmân ismi de bundan ötürü burada çok uygun düşmektedir. Buna göre toparlarsak şöyle bir meal verilebilir; “Babacığım korkarım ki O sonsuz merhamet sahibinden bile sana azıcık bir acı dokunsun.” (Va’llahu a’lem)

“Onu bırakıp ta tanrılar edinir miyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek isterse o tanrıların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar.” (Yasin/23) Bunun için de denilebilir ki Allah dışında geniş manada rahmet sahibidir, zarar vermek istemez. “in” şart edatının Arapça da “iza” şart edatının tahakkuk etmesine karşılık “teşvik” ifade ettiğini hatırlayalım. “ve iza eradallahu” varid olduğu halde “iza” er Rahmân ile hiç zikredilmemiştir. Ama buna rağmen bana bir zarar vermek isterse bana o tanrıların bir faydası olabilir mi? manasını ifade eder.

Şu halde Rahm3an sıfatının en ilgisiz sanılabileceği yerlerde bile dikkat olunursa uygunluk bulunduğu görülebilir.

4 – Kur’an Allah’ı Rahmân ismiyle andığı sırada, Allah lafzı celâlini bir tarafa bırakmış değildir. Her iki sism bir arada, hatta bazen aynı ayette yer almışlardır. Bu önemli noktayı niyice hatırda tutmak gerekir. Meselâ “İşte onlar Allah’ın nimetine erdirdiği kimselerdir, kendilerine Rahmân’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı.” (Meryem/58)

Neml/30 ayetinde de bu iki isim aynı ayette yer almıştır. Aynı kelamın devam ettiği Mülk/28-29 da, Ra’d/30-31 de, Bakara/163-164-165 de birlikte kullanılmıştır.

Dahası var, İslâmi geleneğe göre el Fatiha suresi 5. Sıradadır, bu surede “er Rahman” tabî’ (sıfat) olarak Allah’ı tavsif etmektedir. (Fatiha/2-3) Şu halde Allah kendisini bu isimle ilk defa adlandırdığında sıfat durumunda getirmiş, en zahir olan bu sıfatını –artık kime delâlet ettiği bilindiği için- sonra mevsufsuz olarak özel isim durumunda irad etmiştir. Sıfat olarak geldiği (1. Maddede bildirdiğimiz 6 ayet) yerler sırasıyla (5/48), (80/87-101) sırasındadırlar. Buna bakarak tâli derecede olarak diyebiliriz ki muayyen fasılalarla Rahmân’ın Allah’ın sıfatı olduğu hatırlatılmak istenmiştir.
5 – Kur’an da özel isim durumunda kullanılan tek vasıf Rahmân değildir. Mevsuflarının Allah olduğu bilindiği için şu vasıflar da gramer yönünden özel isim değerini kazanmışlardır. Rabbü’l âlemin (56/80) (10/37) (2/131) vb. ki bu vasıf 27 ayette bu durumda varid olmuştur. Nadiren Tabî’ (Sıfat) veya haber müsned ( yüklem) durumundadır.

El ‘Azizu’r-Rahîm (36/5) (26/217), El ‘azizu’l-Ğaffar; (40/42), Ğafûr’in Rahîm; (41/32), el Hayyu’l-Kayyûm; (20/111), ‘Âlimu’l-gaybi va’ş-şehade; (9/94-105) (62/8), Hakîmin Habîr; (11/1), Habîr; (35/14) gibi birçok isim böyledir.

6 – Aynı fiil mesela “Arş üzerinde istiva” fiili bir ayette; “er-Rahmân” a (20/5), başka ayette ise Allah’a (10/3) izafe edilmiştir. Buna başka örnekler de verilebilir. Bu da gösteriyor ki Fâil aynıdır.

7 – Rab vasfını ele alırken şunu anlatmak istemiştik; Kur’an bu vasfı çok değişik şekillerde kullanarak “Allah” ın nasıl bir tanrı olduğunu iyice anlatmak istedi. Aynı şey Rahmân ismi için de söylenebilir. Allah böylesine muhtevalı bir isme sahip olduğunu bildirmekle ulûhiyetin en bariz bir sıfatını göstermiştir. Bunu iyice yerleştirmek için önceleri bu ismi daha çok ihtiva eden ayetler göndermiştir. Sonraları arada bir hatırlatılmıştır.

8 – Ulûhiyeti bazen en meşhur ve özel ismi olan Allah, bazen en vazıh vasıflarını gösteren Rabb, Rahmân, Rabbü’l-âlemin vb. isimleriyle tanıtmak (hem de mânâ bakımından tam yerini bulmak üzere) belagati belli başlı özelliği olan Kitap için neden bir güzellik olmasın? Üslûp tenevvü, edebi zevkin her zaman aradığı bir hususiyet olmamış mıdır?

9 – Rahmân ismini, sadece “ikinci Mekke devresine” ait olduğu iddia ediliyor. Tutalım ki doğru olsun. Biz Kur’an da belirli devrelere ait tenzillerde başka muayyen birçok esmâ-i hüsnânın da olduğunu söyleyebiliriz. Bundan da sakîm teoloji delâletler mi çıkarmak gerekecektir? Meselâ; “Rabbü’s-semavâti va’l-ard” vasfı İslâmi geleneğe göre yalnız Mekke devriortalarında görülüyor. Tevvâb ‘Afuvv gibi isimler yalnız medeni surelerde ortaya çıkıyor vb.

10 – Genel olarak hadislerde ulûhiyetin özel ismi “Allah” tır Yeterli bir araştırma yapmamış olduğumuz halde şu durumu görüyoruz. Rahmân ve Rabb isimleri “Sıfat-ı galibe” babından özel isim durumunda kullanılmıştır. Bu muhtemelen Kur’an ın bu iki vasıf üzerine fazla ağırlık vermesi ve Hz. Peygamberin tervici ile olmuştur. O zamandan beri Müslümanlar arasında bu durum süregelmiştir.

11 – Kur’an Allah’ın isimlerini birbirleriyle mücadele ettirmemek için, bu isim münakaşasının önüne geçmek için sarahat ihtiva etmektedir. “En güzel isimler ‘nundur.” (20/5), “İster Allah diye çağırın ister Rahmân diye. Hangisini derseniz en güzel isimler O’nundur.” (17/110) Rahmân isminin Kur’an da kullanışı ile ilgili olarak söyleyebileceğimiz bu belli başlı hususları gördükten sonra bir kısım müsteşriklerin aynı konu hakkında ileri sürdükleri iddialara geçelim.

H. Grime ve Th.Nöldeke’den beri iddia edildiğine göre Rahmân ismi münhasıran “2. Mekke devresi” surelerinde geçer. Böyle bir hususiyet farzedince, bazı surelerin kronolojik sıralamasında bu ismi kıstas olarak kullanmışlardır. Daha önce veya daha sonraki bir safhada yer alacağını düşündükleri bazı sureleri sırf er Rahmân ismini ihtiva etmesi sebebiyle “ikinci devreye” yerleştirdikleri de olmuştur. Bunu “Muhkem kaziyye” sayan bazıları artık bir takım sonuçlar çıkarmaya başlarlar.

Hz. Muhammed’in “Te’sis ettiği dinin Tanrısını ta’yin etmekte tereddütler geçirdiği”ni, bile söylemeye cür’et edenler oldu. Çağdaş bir kilise mensubu (Dominiken) müsteşrik J. Jomler, er Rahmân isminin Kur’an da kullanışına dair yayınladığı 21 sayfalık uzunca bir makalesinde, bu isim etrafında yapılan spekülasyonların semeresini devşirmeye yeltendi.

Yazar dayandığı bir kısım verilerin esassızlığının farkında bulunduğundan olmalı, arada bir ihtiyatlı hareket ettiği intibaını veren ifadeler kullanır. Buna rağmen “sadece teklif sahasında kalmak üzere” ortaya attığı hipotezlerle makalenin götürmek istediği genel hava şudur; Arabistan da İslâm’dan önce Tanrıyı Rahman diye adlandıran bir mezhep bulunmalı ve bu mezhep Hıristiyanlıkla ilgili olmalıdır. Böyle olduğu Kur’an ın Hıristiyan geleneğine ait bazı kavramları Rahman ismine bağlamasından anlaşılmaktadır. Bu intibaı verirken öne sürdüğü mülahazalara temas etmeden önce bu müsteşriklerin tutuldukları bu kronik durumun menşei hakkında fikrimizi söylemek isteriz. Kur’an da farklı Allah adlarının ayrı ayrı mütela olunup bunlardan bazı sonuçlar çıkarma asırlık hevesi nereden gelmiş olabilir?

İslâm a beşeri kaynak arama düşüncesi olmasa konuyu şu şekilde de düşünmemize engel yoktur. Farz edelim ki bütün iddiaları doğru olsun. Arabistan da Tanrı’yı Rahmân diye adlandıran ve ehl-i kitap geleneğine mensup bir cemaat bulunsun. Mekkeli müşrikler onlardan, onlar bunlardan ve dolayısıyla birbirlerinin tanrıya verdikleri isimden nefret etsinler.

Tanrı Kur’an ı vahy eden “Allah” ile civardakilerin “Rahman” adıyla taptıkları ulûhiyetin aynı olduğu fikrini yerleştirmek istese, insanları lüzumsuz düşmanlıklardan lâfızda ve yersiz taassupta boğulmaktan kurtarmak için, başkalarının da verdiği ismi kullansa kıyamet mi kopar? Onların Rahmân adıyla tazim ettikleri halde, hakkında bir takım yanlış inançlara yanaşsa, irşad gayesi ile alıştıkları terimleri kullansa ne olur? Sırf ehl-i Kitap bu vasfı kullanıyor diye kör taassuba layık bir şey yaparak Arapça da Tanrı’nın en bariz bir vasfını ifade eden, Rahmân ismi ile adlandırmamanın anlamı olur muydu?

Faraza kaydıyla olan bütün bu sorular doğru olsaydı bile hiçbir şey olmazdı. Kur’an mesajının gayesine de uygun olurdu. Zira Kur’an Yeryüzünün tanıyacağı en büyük çapta Oecuménique, evrensel bir davet getiriyordu. Çeşitli toplulukların düşmüş oldukları yanlış inançları atarak birleşmelerini istiyordu Dolayısıyla onun için önemli olan lâfızdan ziyade mânâ idi. (Prof,Dr. Suad Yıldırım- Kur’an da ulûhiyet/syf.111-124)

***********************************************************

ER-RAHMÂNİ’R-RAHÎM’İN TEFSİR

Bu faslın tefsiri hususundadır. Bu konuda birçok faydalar vardır. Birinci fayda: “Rahman”, kullardan bir benzerinin çıkması tasavvur olunama¬yan nimetler veren demektir. “Rahim” ise, kullardan da benzerinin çıkması düşünülebilen şeylerle nimet ve¬ren demektir.

İbrahim b. Edhem’in şöyle dediği hikâye edilmiştir; “Bir yere misafir oldum. Derken sofra getirildi. Birden bir karga sofraya konup çöreği kapıp kaçtı. Hayret¬le onun halini izlemeye başladım, O, bir tepeye kondu. Birden iki eli bağlı bir adamı fark ettim. Karga çöreği o adamın yüzüne bıraktı.
Zinnûni Mısrî’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir; “Evde bulunuyordum. Birden kalbimde bir velvele koptu. Öyle ki, kendime hâkim olamaz hale geldim. Bunun üzerine evden çıktım ve Nil kenarına vardım. Birden koşmakta olan kuvvetli bir akrep gördüm ve hemen onu izlemeye koyuldum. Sonra akrep nehrin tam kıyısı¬na varınca, orada tam kenarda durmakta olan bir kurbağa gördüm. Birden ak¬rep kurbağanın üstüne atlayınca kurbağa yüzmeye ve gitmeye başladı. Bunun üzerine bir kayığa binerek, kurbağayı takıp etmeye başladım. Kurmağa Nil’in karşı kenarına ulaşmıştı. Kıyıya varınca akrep kurbağanın sırtından indi ve koşmağa başladı; ben de takıp ettim. Birden, ağacın altında uyumakta olan bir genç gör¬düm; bir de, ona doğru gelmekte olan bir yılan…Yılan bu gence yaklaşınca, akrep de yılana yetişmişti; birden, akrep yılanın üstüne atladı ve yılanı soktu. Yılan da akrebi sokmuştu. Bunun üzerine her ikisi de ölmüş, o adam da onlardan kur¬tulmuştu.”

Anlaşıldığına göre, bir karga yavrusu yumurtasının kabuğunu kırarak çıktığı za¬man, hiç bir tüyü olmadığı için, nerdeyse bir et parçasına benziyormuş. Bu sebeple ana karga ondan kaçıyor ve terbiyesiyle de meşgul olmuyormuş. Sonra, bir et parçasına benzediği için, yavrunun başına sinekler üşüşüyormuş. Sinekler yavrunun yanına vardığı zaman, sinekleri yutar ve onunla beslenir. Bu durum, güçleninceye, tüyleri büyüyünceye ve tüyleri altında eti gizleninceye kadar de¬vam eder. O zaman annesi ona döner. Bu sebeple Arapların duasında şu ifade geçmektedir: “Ey, karga yavrusunu yuvasında besleyen Allah’ım.”

Bu misallerle, Allah’ın lütfunun umumî, ihsanının yaygın ve rahmetinin geniş olduğu ortaya çıkmış olur.

Hadiseler iki kısımdır. Rahmet olmadığı halde rahmet sanılan, fakat hakikatte bir azap ve belâ olan hadiseler ve hakikatte bir lütuf, ihsan ve rahmet olduğu halde, bir azap ve ceza olduğu sanılan hadiseler.

Birinci kısma şu misali verebiliriz: Baba çocuğunu, ihmal edip, dilediğini yapa¬cak şekilde, onu terbiye etmez, öğrenmeye teşvik etmezse… İşte bu durum, gö¬rünürde bir merhamet, hakikatte ise bir cezadır.

İkinci kısmın misali ise; çocuğunu okula hapsedip, onu tahsil yapmaya zorla¬yan baba gibidir. Bu zahirde bir ceza sanılsa da, hakikatte bir rahmet ve merhamettir.

İnsan da böyledir. Bir insanın elinde kangren hastalığı olsa. Bu adamın eli kesilse, bu, görünüşte bir azap, gerçekte ise bir rahmet ve acımadır Bundan do¬layı aklı az olanlar, işlerin zahirine aldanırlar, gerçek akıllılar ise, İşin aslına ve hik¬mete bakarlar.

Bunu iyice anladığında, âlemde bulunan çile, belâ, elem ve bütün meşakkat¬ler, her ne kadar görünürde böyle olsalar da gerçekte onların bir hikmet ve rah¬met olduğunu anlarsın. Bunun özü, hikmet konusunda söylenen şu sözdür: Kü¬çücük bir serden dolayı, çok hayırları terk etmek, büyük serdir. Buna göre, tekliflerden maksadın, ruhları bedene ait ilgilerden temizlemek olduğunu anlarsın. Ni¬tekim Cenâb-ı Hakk:

“Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz” (isrâ, 7) buyurmuştur.

Ateşin yaratılmasından maksat, kötü olanları iyilerin amellerine çevirmek ve o kötüleri dünyadan, ahiret yurduna çekmektir Nitekim Cenâb-ı Hakk,

“Allah’a kaçınız.” (Zariyat. 50) buyurmuştur.

Bu konunun en açık misali. Hz. Mûsâ ve Hızır (a.s.)’ın kıssasıdır. Çünkü Hz. Mûsâ hadiselerin zahirine göre hüküm veriyor, böylece de Hızır (a.s.)’ın gemiyi delmesini, çocuğu öldürmesini, yıkılmak üzere olan duvarı onarmasını yadırgı-yordu. Hızır (a.s.) ise, hükümleri hakikatlerine ve iç yüzlerine bina ediyor ve şöyle diyordu:

“Gemiye gelince: Denizde iş yapan yoksullarındı. Ben onu kusurlu yapmak is¬tedim ki, onların arkasında her sağlam gemiyi, zorla alan bir hükümdar vardı. Çocuğa gelince, onun anası da babası da iman etmiş kimselerdi. Bunun için onla¬rı bir azgınlık ve kâfirliğin bürümesinden endişe ettik de, diledik ki, bunun yerine Rableri kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhametçe daha yakınını versin. Duvara gelince, bu o şehirdeki iki yetim çocuğun idi. Altında da, onlara ait bir hazine vardı. Babaları iyi bir adamdı. Bundan dolayı Rabbin diledi ki, ikisi de bu¬luğ çağlarına ersinler de definelerini çıkarsınlar. Bu Rabbinden bir merhamettir” (Kehf. 79-82).

Bu kıssayla, olayların hakikatine vâkıf olan Hâkimin, işini zahire değil de haki¬katlere bina ettiği anlaşılmış oluyor. Tabiatının hoşlanmadığı, aklının nefret ettiği bir şeyi gördüğünde, onun altında nice gizli sırlar, erişilmez nice yerli yerinde hü¬kümler olduğunu ve O’nun hikmetinin ve rahmetinin bunu gerektirdiğini iyi bile¬sin! İşte o zaman, O’nun ” sözünün sır deryasından bir iz, sana tecelli eder.

İkinci fayda: lâfzı, “Allah” a has bir isimdir. ismi ise, hem O’na hem de başka varlıklara verilebilir. Eğer, “buna gö¬re in ifade ettiği mana daha büyüktür; o halde büyük olanı zikrettikten sonra, küçük olanı niye zikretmiştir?” denilirse, buna cevabımız şudur:

Çünkü büyük olandan, önemsiz ve basit şey istenmez.

Anlatıldığına göre, birisi bir büyüğün yanına giderek, “ufak bir şeyden ötürü sana geldim” demiş. O da bunun üzerine, “önemsiz şeyler İçin önemsiz bir adam ara!” diye cevap vermiştir.

Buna göre, Cenâb-ı Hakk sanki şöyle demiş olur: Şayet Rahman lâfzını zikret¬mekle yetinseydim benden utanır ve benden basit isteklerde bulunman imkân¬sız olurdu. Ancak sen benim “Rahman” olduğumu bildiğin için, benden büyük şeyler istersin; ama ben aynı zamanda ı’Rahîm”ım o halde benden ayakkabının bağım ve tencerenin tuzunu da iste!”. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Hz. Musa’ya şöyle demiştir: “Ey Mûsâ, benden tencerenin tuzunu ve koyununun yemini bile iste!”

Üçüncü fayda: Cenâb-ı Hakk. Kendisini Rahman ve Rahîm olarak niteledi. Sonra O, Hz. Meryem’e, “Bizden bir rahmet olarak… Ve, iş bitirildi.” (Meryem 21) diyerek, tek bir rahmet verdi, İşte bu tek rahmet de, kâfirlerin ve tacirlerin onu ayıplamalarından kurtul¬masına sebep oldu. Sonra biz Allah’ı her gün otuz dört kerre, Rahman ve Rahîm olarak vasfediyoruz. Bu böyledir, çünkü namazlar on yedi rekâttır. (Şâfi mezhebine göre)
O Rahman ve Rahîm lâfzı, besmelede ve Fâtiha’da olmak üzere, her rekâtta ikişer kere tekrar edilir. Tek bir rahmetin zikri, Hz. Meryem’in kötülüklerden kurtulmasına sebep olun¬ca, ömür boyu bu kadar çok rahmeti zikretmek, müslümaniarın cehennemden, rezîl rüsvay olmaktan ve helak olmaktan kurtuluşlarına sebep olmaz mı?

Dördüncü fayda: Allah Teâlâ Rahmân’dır. Çünkü o, kulun takat getiremeyeceği şeyleri yaratır. O, Rahîm’dir, çünkü O, kulun benzerine güç yetiremeyeceği şeyi yapar. Bu sebeple sanki Cenâb-ı Hakk şöyle demiştir: Ben, Rahmanım; çünkü sen bana atılmış bir meni teslim ettin, ben de onu sana güzel bir biçimde teslim ediyorum. Nitekim O, “Sizi şekillendirdi ve şekillerimizi ne de güzel yaptı” (Ğafır 64) buyurmuştur. Ben Rahîm’im, çünkü sen bana eksik taât getirdin, Ben de sana halis bir cennet verdim.

Beşinci fayda: Anlatıldığına göre bir genç, ölmek üzere iken, kelime-i şehâdet getiremedi. Bunun üzerine, yanında bulunanlar Hz. Peygamber’e gelerek, duru¬mu O’na haber verdiler. Resûlullah (s.a.s.) da kalkıp, bu gencin yanına gelerek ona, kelıme-i şehâdeti telkin etmeye başladı. O genç hareket ediyor, sağa sola dönüyor, ama bir türlü dilini kımıldatamıyordu.

Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle sormaya başladı: “Bu namaz kılmaz, oruç tutmaz ve zekât vermez miydi?” Ora¬da bulunanlar, “Hayır Ya Resûlallah, bunların hepsini yapardı” dediler. Hz. Pey¬gamber “Ebeveynine asî olur muydu?” diye sorunca, “evet, asî olurdu” dediler. Hz. Peygamber (s.a.s.), “o halde annesini getirin bakalım” dedi. Bunun üzerine, yaşlı ve gözleri şaşı olan, bir kadıncağız geldi. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Onu, af¬fetmez misin? Keşke affetsen” deyince, kadın, “hayır, onu affetmeyeceğim, çün¬kü o beni tokatlayarak, gözlerimi bu hale getirdi” dedi. Bunun üzerine Hz. Pey¬gamber, “odun ve ateş getirin.” dedi. Kadıncağız, “ateşi ne yapacaksın?” deyin¬ce de, Hz. Peygamber {s.a.s.). “onu, sana yaptığının karşılığı olarak, gözünün önünde yakacağım” diye cevap verdi. Bunun üzerine kadın, “affettim, affettim!” dedi. “Ateş için mi onu dokuz ay taşıdım; ateş için mi onu iki sene emzirdim! Nerede annelik merhameti?” Bunun üzerine, delikanlının dili çözüldü ve kelime-i şehadet getirdi. “Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve elçisîdir!”

Buradaki incelik şudur: Bu kadın Rahmâne olmadığı halde, sadece Rahîmedir (bu vasıf onda bulunur). Rahmetin bu kabarcığıyla, kadın oğlunun ateşte ya¬kılmasına müsaade etmedi. O halde, kullarına yardım ettiği halde, kendisine karşı işledikleri suçlardan zarar görmeyen Rahman ve Rahîm olan zât, yaklaşık yetmiş yıl kelime-i şehâdeti söylemeye devam eden kimsenin ateşte yanmasına nasıl mü¬saade eder?

Altıncı tayda: Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, rebâiyyesi (köpek dişi ile ön dişler ara¬sındaki diş) kırıldığı zaman şöyle dediği meşhurdur: “Allah’ım kavmimi hidayete erdir; çünkü onlar bilmiyorlar” Bundan, Hz. Peygamber’in kıyamet günü, “Benim ümmetim, benim ümmetim!” diyeceği anlaşıl¬mış olur. Bu da, hem dünya hem de ahiret hususunda O’ndan sudur etmiş bü-yük bir lütuftur.

Bu lütuf ve ihsan, Hz. Peygamber bir rahmet olduğu için onda meydana gelmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, “Biz seni, ancak âlemlere rahmet olsun diye yolladık.” (Enbiya. 107) buyurmuş¬tur. Tek bir rahmetin tesiri, bu dereceye varırsa, Rahman ve Rahîm olan zâtın ke¬remi ya nasıl olur?
Ve yine Hz. Peygamberin şöyle dediği rivayet edilir: “Ey Allah’ım, ümmetimin hesabını benim önümde gör”. Sonra, Hz. Peygam¬ber (s.a.s.), iki dirhem borçlu olarak öldüğü ve ilk (iftira) atmak sebebiyle Hz. Aişe’nin evinden çıkmasına sebep olduğu için, bir ölünün cenaze namazını kıl¬maktan kaçındı. İşte bunun üzerine Cenab-ı Hak, sanki ona şöyle demiştir: Se¬nin tek bir merhametin vardır bu da;

“Seni, ancak âlemlere rahmet olarak yolladık “ (Enbiya. 107) sözüdür. Tek bir mer¬hamet, mahlûkat âlemini ıslah etmeye kâfi gelmez. Beni, kulumla baş başa bırak. Beni ümmetinle baş başa bırak. Çünkü ben Rahman ve Rahîm’im, benim rahmetimin sonu yoktur. Onların günahları ise, mahdut ve sayılıdır. Sınırsız olanın yanında, sınırlı ve mahdut olan yok olur. Bütün mahlûkatın günahlarının benim rahmet deryamda yok olacağında şüphe yoktur. Zira ben Rahman ve Rahîm’imdir.

Yedinci fayda: Kaderiye (Mutezile), “Ateşte yakmak ve devamlı azab etmek için mahlûkatı yaratan kimse, nasıl Rahman ve Rahîm olur; kâfirde küfrü yaratıp ve bundan dolayı ona azab eden kimse, nasıl Rahman ve Rahîm olur?; İman etmeyi emredip, sonra ona mâni olan kimse nasıl Rahman ve Rahîm olur? Bu böyle ol¬maz” demişlerdir.

Cebriyye ise. ‘Nimet ve rahmet nevilerinin en büyüğü Allah’a imandır. Eğer iman Allah tarafından değil de kul tarafından yaratılmış olsaydı, Rahman ve Rahîm isim¬lerinin kula verilmesi, Allah’a verilmesinden daha uygun olurdu” demiştir. Allah en iyi bilendir. (F. Razi/ Mefâtihu’l-Gayb-Fatiha)

Devam edecek


ESMA DERSLERİ – 4 – ER RAHMÂN (B)

$
0
0

326

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

ER-RAHMÂN

Rahmetin sonsuz kaynağı

Özünde sonsuz rahmet sahibi olan er Rahmân
            “İster Allah diye yalvarıp yakarın ister Rahmân diye: O’na hangi biriyle yalvarırsanız yalvarın ama unutmayın ki en güzel nitelikler ve tüm mükemmellikler O’na mahsustur.”(İsra/110)

“Unutma ki Rabbiniz o Rahmân’dır.”(Tâhâ/90)

“Rahmetim her şeyi kuşatmıştır”(A’raf/:156)

1 Rahmân! 2 Kur’an’ı O öğretti, 3 İnsanı O yarattı, 4 insana kendini ifade etmeyi O öğretti.” (Rahman/1-4)

Bu resimde; özünde merhametli olan Rahmân’ın, merhameti sonucu, tasavvurumuzun inşası için, peygamberi aracılığı ile bizlere Kur’an’ı öğretmesi sembolize edilmiştir. Aslında bu ilahi terbiyenin merhamet ve şefkat temelli olduğu anlatılmaktadır, tıpkı Rahmân suresindeki ilk ayetlerde olduğu gibi… er Rahmân..!

Luğavi çerçeve;

Öncelikle şunu itiraf etmemiz gerekir; Allah’ı tanımaya ilk olarak Rahmân ismi ile başlamamız O’nun bize bir rahmeti ve lütfudur. Allah kimdir sorusunun ilk cevabı O, Rahmân’dır ve Rahîm’dir. O halde Rahmân’a hamdolsun ki; O, Rahmân’dır, Rahîm’dir. Fakat iş sadece sözlü bir hamd ile bitmiyor. Asıl iş Rahman’ı razı etmekten geçiyor. İşte bizler nasıl Rahman olan Allah’ı razı edeceğiz? Allah’ı razı etmenin tek yolu onu tanımaktır, onu tanımanın tek yolu onun esmasını tanımaktır. Peki, bizler okuyacağımız Rahman ismini nasıl tanıyacağız. Hiç şüphesiz ki yaratıcı ancak kâinat ve insan ile olan ilişkisi bakımından tanınabilir. İnsan ile olan ilişkisi bakımından Rahman isminin en büyük tecellisi, her annenin çocuğuna göstermiş olduğu o muhteşem şefkat duygusudur.

Kâinat ile olan ilişkisi bakımından Rahman isminin en büyük tecellisi, kâinatın yokluk âleminden varlık âlemine teşrif etmesidir. Yani kâinat yok idi, Allah Rahmân ismi ile yokluğa tecelli etti, yokluk varlığa dönüştü. Varlık âleminde Rahmetten en çok pay alanda insanoğludur. Çünkü insanoğlu iradeli bir varlıktır. Yanlış yapmaya, günah işlemeye ve bağışlanmaya en çok insanoğlu muhtaçtır. En çok muhtaç olan, en büyük payı alır. En büyük payı alan en çok muhtaçtır……

Nazari çerçeve;

Zati sıfatlar öznenin zatından, nesnenin cevherine tecelli eder. İnsanın cevherine tecelli eden rahmet, insan örtmedikçe her daim insan da mevcuttur. Mevcut olan bu rahmeti daha ideal bir seviyeye çıkarmak ise Allah’ın Rahim ismin tecellisi ile olur. Bundan dolayı kimi insanlar çok, kimi insanlar da az merhametlidir. Yeryüzünde rahmetsiz insan yoktur, fakat merhametsiz insan vardır. Ölen insana rahmetli diyoruz da merhameti demiyoruz neden? Çünkü Rahmettin tecellisinde kulun iradesi yoktur. Fakat merhametin tecellisinde kulun iradesi vardır. Ölünün de iradesi olmadığına göre merhameti de olmaz. O zaman ölüden merhamet dilemek akılsızlığın ta kendisidir.

Peki, Allah neden rahmet eder? Hiç şüphesiz rahmetin temelinde sevgi vardır. Yani rahmet sevginin meyvesidir. Meyve vermeyen bir sevgi, sevgi değil gazap olur. Bizde bundan dolayı Allah’ın gazabından onun rahmetine sığınıyoruz. Peki, Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmışsa o zaman O’nun gazabı kimedir? Evet, O’nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Çünkü her şey var olduğunda bir sevginin meyvesi olan rahmetin tecellisi ile var olmuştur. Varlık âlemine geldikten sonra iradesini ya varoluş gayesi olan rahmet yolunda kullanır ve rahmetin tecellisi her daim devam eder ya da varoluş gayesinden kopar da Allah’ın gazabına uğrar. İşte görüldüğü gibi varlıkta esas olan rahmettir. Gazap ise kulun iradesinin bir sonucudur. Allah’ım gazabından rahmetine sığınıyoruz.

De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” De ki: “Allah’ındır.” O, rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizi kendisinde şüphe olmayan kıyamet gününde elbette toplayacaktır. Nefislerini hüsrana uğratanlar, işte onlar inanmayanlardır. (Enam:12)

Ayette geçen bu ifadeler ile İslâm dinin dışındaki tüm inanç sistemlerinde var olan yanlış Allah tasavvuru yıkılmıştır. Şöyle ki: İslâmiyet geldiğinde, yani bu ayetler indiğinde insanlık, çeşitli fikir akımları, evhamlar, efsaneler ve felsefî görüşler üzerine oturtulmuş bir sürü saçma sapan inançlar taşıyorlardı.

İnsanların bir kısmı Aristo`nun “Şüphesiz Allah kâinatı yarattı. Yarattıktan sonrada kenara çekilip öylece bıraktı, ona önem vermedi. Zira Allah, daha aşağı olan bu âlemle uğraşmaktan münezzehtir. O ancak kendi zatını düşünür” şeklindeki görüşünü benimsemişlerdi.

Başka bir kısmı da Yunan mitolojisindeki Olympos tanrıları gibi, sürekli kullarına karşı öfkeli, sürekli onların takipçisi ve onlara hileler hazırlayan ve onlardan intikam alan, elinde sopasıyla hazır halde yanlış yapanı bekleyen tanrıya inanıyorlar ve bundan kurtulabilmek için aracı, şefaatçi ilâhlar ediniyorlardı. Sonuç olarak insanlar Kur’an ile gerçek ilâh ve gerçek Rabbi tanıdılar. Rahmeti kendisine ilke edinen, rahmetinin her şeyi kuşattığı, Rahman ve Rahîm olan bir Rabbi tanıdılar.

Şu âleme baktığımızda gözümüzle görüyoruz ki birisi var, yeryüzünü bir sofra gibi döşeyen, o sofrayı en leziz yiyecekler ile dolduran ve o sofraya bütün canlıları davet eden biri. Mesela; Gemilerin denizlerde yol alıp gitmesi, acı su ile tatlı suyun bir birine karışmaması, denizlerdeki canlıların hayatlarını sürdürmeleri için gerekli olan yapıya sahip olmaları ve diğer nimetlerin tamamı ER-Rahman isminin tecellisidir. Tüm bu tecellileri görmemiz için Allah Kur’an da “Rahman” isminde bir sure indirmiş ve rahmetimin tecellilerini görmek istiyorsanız yarattığım nimetlere bakın dercesine. O halde rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz.

O, iki denizi salarak birbirine kavuşturur; (ama) aralarında aşamayacakları tarifsiz bir engel var (eder): O halde Rabbinizin hangi nimetini inkâr edebilirsiniz? Hem iki denizi birbirine salan, hem de biri tatlı-susuzluğu giderici ve diğeri tuzlu-acı olduğu halde bu ikisi arasına karışmalarını önleyici (görünmez) bir perde ve aşılmaz bir engel koyan yine O’dur. (Furkân:53)

O’nun eşsiz nimetlerinden biride ayetin işaret ettiği yüzey gerilimidir. Dünyadaki bazı nehir, boğaz ve körfezlerde görülen büyük su kütlelerinin birleşme noktalarında gerçekleşen bu muhteşem olay, “yüzey gerilimi” adı verilen ilahi bir yasaya bağlı olarak gerçekleşmektedir…

…..Er-Rahîm isminin ifade ettiği rahmet, Rahman isminin tecellisi olan rahmeti iyiye kullanarak çalışanlara bir mükâfat olmak üzere verilen merhamettir. Kişinin emek ve ihlâsındaki kuvvete göre merhameti artar ve ya azalır. İşte, gayr-ı meşru arzulara kapılmamanın, kötülükten korunmanın önemi bu yüzdendir. Bu isteklerin peşinde koşmak kişideki merhameti öldürür. Bundan dolayı hakikati inkâra şartlanmış olanlar çok acımasız ve gaddar olurlar. Fakat iman edip Salih amel işleyenler ise tüm insanlığa karışı merhamet sahibidirler.

Besmelede ve Fâtiha suresinde “Allah” lafzıyla bütün güzel isimleri kendinde toplayan zatın tasarrufunu takdim etmesinden çekinen ve irkilen insana adeta Allah şöyle buyurmaktadır: Ey kulum yüceliğim seni çok korkutup irkildiysen bak, Ben; Er-Rahman ve er-Rahîm olarak âlemleri terbiye ettim. Yani Allah’ın kâinatı terbiye etmesi, rahmeti ilke edinen bir terbiye ile olmuştur. Allah rahman ve rahim isimlerini zikrederek kullarına yakınlık ve güven vermiş oluyor. Sanki bu isimlerle insanın kulağına şu manalar fısıldanıyor: O kadar korkup ürkme. İşin temelinde rahmet var. O, rahmetiyle sizi yaratmış ve yine rahmetiyle hayatınız için gerekli olan her şeyi hazırlamıştır. O’nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır.

Rabbimizin “Rahman” isminin Kur’an-ı Kerimde 57 defa, “Rahim” ismi ise 115 defa tekrarlanmış olması bize bir hikmeti gösteriyor. O hikmette şudur: Rahmanın tecellisi kulun iradesine bağlı değildir. Fakat kulun iradesine bağlı olan Rahim isminin tecellisidir. Bundan dolayı ey kul senin için Rahman isminin tecellisi olan rahmet zaten var. Önemlisi zatında var olan bu rahmeti, rahim isminin tecellisi ile merhametle bütünleştirebilmendir. Er-Rahim olan Allah’ın tecelli etmesini istiyorsan iradeni hakka ve hakikate doğru kullanmalısın. Çünkü Allah’ın (c.c) Rahman isminin tecellisi olan rahmeti; kulların isteğine bağlı değildir. Fakat insanların merhameti elde etmesi ve ya Allah’ın gazabına uğraması kulların isteğine bağlıdır.

Buna rağmen Rahmetinin her şeyi kuşattığı, gazabına galebe çaldığını rahmetle ilgili isimlerinin, gazapla ilgili isimlerinden daha çok oluşu Allah’ın rahmeti kendisine ilke edindiğini gösterir. Bu hakikat üzerinden kullara şöyle bir mesaj verilmek istenmiştir; Madem Allah, kendisine rahmeti ilke edinmiş Ey kullar! Sizde rahmeti kendinize ilke edinin. O’nun bize ikram ettikleri; ibadetlerimizin O’nu mecbur bırakışından değil, rahmetiyle muamelesindendir. Çünkü “Allah’ın isimleri, tepkiselliğe temel olma yönleriyle değil, eylem olan gayeleri yönüyle anlamlandırılırlar.

Kur’an-i Çerçeve;

Kur’an-ı Kerimde tam 45 yerde Er-rahman ismi “elif-lam’lı” olarak kullanılmıştır. Geçtiği yerlerin tamamında Allah ismine izafe edilmeden müstakil bir isim olarak zikredilmiştir. Geçtiği yerlerin ilki besmeledir; Çünkü Allah kimdir? Diye sorarsak, alacağımız ilk cevap O; Rahmandır, Rahimdir.

BismillahirRahmanirRahıym; “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.” Yani seven merhamet eder. Dikkat ederseniz rahman ve rahim olan Allah ile değil de Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile denmiştir. Neden? Çünkü kişi Allah’ın zatını idrakten acizdir. Fakat akli kuvvelerinin yettiği kadarıyla Allah’ın esmasını idrakten aciz değildir. Bundan dolayı kişi Allah’a ancak esmasıyla ulaşabilir.

Musa Allah’a Esma’sız ulaşmak istedi fakat bunun bedelini az kalsın canı ile ödeyecekti. Allah’ın rahmeti sayesinde Musa bunun bedelini bayılarak ödedi. Allah, Musa’ya zatı ile değil sıfatları ile konuştu. Bunda bize bir mesaj vardır. Ey kullarım dağları delseniz Musa olamazsınız. Musa gibi olsanız bile benim zatıma muttali olamazsınız. Size düşen Musa’ca bir tavırdır. Neydi acaba bu Musa’ca tavır;

Ve lemma cae Musa limiykatina ve kellemehu Rabbuhu, kale Rabbi eriniy enzur ileyKE, kale len teraniy ve lakininzur ilelcebeli feinistekarre mekanehu fesevfe teraniy* felemma tecella Rabbuhu lilcebeli ce’alehu dekken ve harra Musa sa’ıka* felemma efaka kale subhaneKE tübtü ileyKE ve ene evvelül mu’miniyn. (A’raf/143)

Ve Musa belirlediğimiz vakitte, belirlediğimiz yere (Sina Dağına) gelince, Rabbi onunla konuştu. (Musa da:) “Ey Rabbim” dedi, “göster bana (Kendini) ki seni göreyim!” (Allah): “Beni asla göremezsin. Ama yine de (istersen) şu dağa bir bak; eğer o öylece yerinde kalırsa, o zaman, ancak o zaman, beni görebilirsin!” Ve Rabbi dağa tecelli eder etmez, dağı toz duman etti ve Musa da bayılıp düştü; uyanıp kendine geldiği zaman ” Ya rabbi sen sınırsız bir yüceliğe sahipsin, Pişmanlık içinde sana sığınıyorum ve (bundan böyle daima) inanların ilki olacağım!” (Araf:143)

İşte besmeledeki Bismillahi lafzı bize Musa’ca bir tavır sergilememiz gerektiğine vurgu yaptığı için Allah ile değil, bilakis Allah’ın ismi ile denmiştir.

Peki, besmeleye soralım nasıl bir Allah’ın ismi ile?

Besmele cevap veriyor; Rahman ve rahim olan Allah’ın ismi ile. Neden Allah’ın birçok ismi varken o isimler içinden Rahman ve Rahim seçilmiş ve neden Rahman ismi, Rahim isminden önce zikredilmiştir.

Cevap: Allah esma-ül Hüsna isimlerinin içerisinden Rahman ve Rahim ismine öncelik vermesinin sebebi, Kullarının Allah’ı rahman ve Rahim olarak tanınmalarını istemesindendir.

Rahman isminin, Rahim isminden önce zikredilmesinin hikmeti de; Rahman isminin kullara tecellisi mutlak, Rahim isminin ise kullara tecellisi kulun iradesi ile doğru orantılıdır. Bu hakikat bize şunu gösterir: “Allah’ın Rahim oluşu Rahman oluşundan dolayıdır.” Yani Rahmet herkeste vardır ama merhamet herkeste yoktur. Çünkü rahmet, Rahman isminin tecellisi; merhamet ise, Rahim ismin tecellisi ile olur. Bundan dolayı kâinata ki her şeyde rahmet var ama her şeyde merhamet olmaya bilir.

Rahman isminin geçtiği bir diğer ayet ise;

Elleziy haleka seb’a Semavatin tıbaka* ma tera fiy halkırRahmâni min tefavut* ferci’ılbasare hel tera min futûr. (Mülk/3)

Yedi göğü birbiriyle tam bir uyum içinde yaratan O, (ne yüce)dir! Rahman’ın yaratışında hiçbir aksaklık göremezsin. Gözünü bir kez daha (ona) çevir! Hiç kusur görüyor musun?

Varlığın husule gelmesi, Allah’ın yokluğa rahmet etmesinin sonucudur. Allah’ın yokluğa rahmeti de sevginin bir sonucudur. Çünkü Allah sevmeseydi rahmet etmezdi, rahmet etmeseydi, yokluk vara dönüşmezdi.

Ülaikelleziyne en’amAllâhu aleyhim minen Nebiyyiyne min zürriyyeti Ademe ve mimmen hamelna me’a Nuh* ve min zürriyyeti İbrahiyme ve İsraiyle ve mimmen hedeyna vectebeyna* izâ tütla aleyhim ayaturRahmâni harru sücceden ve bükiyya. (Meryem/58)

İşte bunlar; Allah’ın nimet verdiği peygamberlerden, Âdem neslinden, Nûh ile beraber gemide taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail (Ya’kûb) neslinden, yol gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara Rahmân’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. (MERYEM:58)

Soru: Neden Rahmanın ayetleri denmiştir de, Rahim ayetleri denilmemiştir?

Cevap çünkü Kur’an Rahman ismin tecellisidir. Kulların gözlerinden dökülen yaşlar ise Allah’ın Rahim isminin bir tecellisidir. Rahim ismi kimde fazla tecelli ederse o insanda ayetlere karşı daha içten ve daha samimi bir tavır oluşur ve Rahman olan Allah’ın ayetleri o insan da daha çok tesir eder.

Kul men kâne fiyd dalaleti felyemdüd lehür Rahmânu medda; hatta izâ raev ma yû’adune immel azâbe ve immes saate, feseya’lemune men huve şerrun mekânen ve ad’afü cünda; (Meryem/75)

De ki: “Kim ki sapıklık içinde yaşıyorsa, Rahman (sınırsız rahmet Sahibi) onun ömrünü, yaşama imkânını çekip uzatabilir!” (Ve bırak ne söyleyeceklerse söylesinler,) ta ki, önceden uyarıldıkları (bu dünyadaki) azabı, ya da Son Saat(in gelip çatmasını) görünceye kadar: Çünkü o zaman (bu iki insan topluluğundan) varılacak yer olarak hangisinin daha kötü, destek ve dayanak olarak hangisinin daha zayıf olduğunu anlayacaklar. (Meryem:75)

Bu ayeti celile de Rahman isminin zikredilmesinin hikmeti; Allah iyilik yapana da kötülük yapana da rahmet sahibi olduğunu gösteriyor. Çünkü delaletin içinde kalan birini helak etmeyip ona mühlet vermesi temelde Allah’ın Rahman sıfatının bir tecellisidir. Şayet işlenen günahlardan dolayı Allah kullarını hemen cezalandırmış olsaydı yeryüzünde insan kalmazdı. Fakat Rahman olan Allah cezalandırmayıp, mühlet vermesi O’nun Rahman sıfatının tecellisidir.

ve inne RabbekümürRahmânu fettebi’uniy ve etıy’u emriy. (Tâhâ/90)

Çünkü unutmayın, sizin Rabbiniz O sınırsız rahmet Sahibidir! “Öyleyse, bana uyun ve emrime itaat edin!”

Neden Rabbimiz Rahman’dır. Çünkü ilahi terbiyenin temelinde rahmet vardır.

İnnelleziyne amenû ve amilus salihati seyec’alü lehümür Rahmânu vüdda. (Meryem/96)

İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için sınırsız rahmet Sahibi olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır. (Meryem:96)
           Bu ayette de verilmek istenen mesaj şudur: Tüm insanlar Rahman isminden her ne kadar nasiplenmiş olsalar da “se-yecalu” fiili yani “pek yakında kılacağım” demekle, iman edip Salih amel işleyenlere Rahman isminin tecellisi ile ziyade bir sevgi ve muhabbet vereceğini beyan eder. Kâinata ki tüm varlıklara karşı en merhametli insanların müminler olmasının temel sebebi de işte budur. Çünkü müminler Rahman’ın has kullarıdır. Bu cihetle de Ziyadesiyle rahmete mazhar olanlarda onlardır. İşte bu hakikat başka bir ayette şöyle dile getirilir;

Ve ıbadur Rahmânilleziyne yemşune alel Ardı hevnen ve izâ hatabehümül cahilune kalu Selâma. (Furkan/63)

Rahman’ın has kulları ki, onlar yeryüzünde tevazu ve vakar içinde yürürler ve ne zaman kötü niyetli, dar kafalı kimseler kendilerine laf atacak olsa, (sadece) selam! derler.

Velleziyne yebiytune liRabbihim sücceden ve kıyama. (Furkan/64)

Onlar ki, gecenin derinliklerinde secdeye vararak ve kıyama durarak, Rablerini anarlar.

Velleziyne yekulune Rabbenasrif anna azâbe cehennem* inne azâbeha kâne ğarâmâ. (Furkan/65)

Ve onlar ki, “Ey Rabbimiz!” derler, “Cehennem azabını bizden uzaklaştır; çünkü onun çektireceği azap, gerçekten, pek korkunç, pek yaralayıcı olacaktır;

İnneha saet müstekarren ve mukama. (Furkan/66)

Gerçekten, o ne kötü bir yer, o ne kötü bir durak!”

Rahmet insanda tecelli ederse insanda vakar ve tevazu oluşur. Çünkü sevgi rahmetin kaynağı, rahmet ise tevazu ve vakarın kaynağıdır. Hayata rahmetle değil, nefretle bakan kimse de nasıl tevazulu olabilir ki? Rahmetin olmadığı yerde sevgi olamaz, sevginin olmadığı yerde de nefret ve kin olur. Nefret ve kinin olduğu yerde ne tevazu kalır ne vakar kalır.

Ve ma ye’tiyhim min zikrin miner Rahmâni muhdesin illâ kânu anhu mu’ridıyn. (Şuârâ/5)

Rahmân’dan onlara ne zaman uyarıcı yeni bir mesaj gelse, mutlaka ondan yüz çevirirler.

Haa, Miiiym; Tenziylün miner Rahmânir Rahıym; Kitabun fussılet ayatuhu Kur’ânen ‘Arabiyyen likavmin ya’lemun. (Fussilet/1-2-3)
            Ha, Mim. Bu Kur’an Rahman, Rahîm tarafından indirilmedir. Bir Kitap ki; anlama ve kavrama yeteneğine sahip insanlar için Arapça bir Kur’an olarak ayetleri yeterince açıklanmıştır. (Fussilet:1-2-3)

Bu ayetlerden açık bir şekilde anlaşılıyor ki kullara Rahmanın en büyük tecellisi zikri yani Kur’an’ı indirmesidir. Tüm ilahi vahiyler Rahman isminin tecellisidir. Vahyin 23 yılda inmesi de O’nun Rahmaniyetinin tecellisidir. Şayet bir seferde inmiş olsaydı insanoğlu bunu sindiremezdi. Allah kullarına Kur’an’ı indirmekle rahmet ettiği gibi aynı zaman da insana beyan ilmini öğreterek Kur’an’ın anlaşılmasını sağlayacak yetenekle donatması da rahmet üstüne rahmetinin tecellisidir;

Er Rahmân, Allemel Kur’ân, Halekal İnsân, Allemehül beyân. (Rahmân/1-2-3-4)

Rahman, Kur’an ı öğretti, Rahman; İnsanı yarattı, Rahman; İnsana beyan yeteneği verdi.

Madem Kur’an rahmetin tecellisi, o zaman Kur’an dan uzak olmak rahmetten uzak olmak demektir. Bu hakikat Kur’an da şöyle anlatılır;
            Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn. (Zuhruf/36)

Kim Rahman’ın Zikri’ni görmezlikten gelip ondan uzaklaşırsa biz ona bir şeytanı musallat ederiz de o ona can dost olur.

Kalu ya veylena men beasena min merkadinâ* hazâ ma ve’ader Rahmânu ve sadekalmurselun. (Yasin/52)

“Eyvah!” diyecekler, “Kim bizi (ölüm) uykumuzdan uyandırdı?” Bu

Rahman’ın vaat ettiği gündür ve peygamberler gerçekten doğru söylemişler.
            Hakikati hiçe sayanlar okuduğumuz ayette “Bu Allah’ın vaat ettiği gündür” demediler. Bilakis bu Rahmanın vaat ettiği gündür dediler neden? Çünkü perde gözden kaldırılmış ve geçek ortaya çıkmıştı. O gün onların akıllarına yaptıkları kötülükleri bağışlayacak onlara merhamet edecek, onlara acıyacak olan Rahman’dan başka hiçbir esma gelmiyordu. Anlamasına anlamışlardı fakat onların bu anlamalarının onlara bir faydası olmamıştı. Çünkü onlar bu dünyada rahmetin tecellisi olan iradeleri ile Rahmanı anlayamadılar. Şimdi iradesiz bir halde Rahmanı anlamalarının onlara ne faydası olabilir ki? Rahmetinin en büyük tecellisinden olan iradeyi kullanarak bu dünyada Rahman’ı anlamayı Rahman bizlere nasip eylesin.

Rahman olan Allah’a dua;

Ya Rahman ya Allah! “İster «Allah» diye dua edin, ister «Rahman» diye dua edin. Hangisiyle dua ederseniz edin, en güzel isimler O’nundur.” Diyen sensin. Bizde senin Rahman ismine tevessül ederek sana dua ediyoruz. Dualarımız kabul eyle.

Ya Rahman ya Allah! Hiç şüphesiz senin Rahman oluşunun en büyük tecellisi göndermiş olduğun bu ilahi vahiydir. Bizi de bu ilahi rahmetten nasiplendir ya Rahman.

Ya Rahman ya Allah! “Er-Rahman Allame –el Kur’an” diyen sensin Rahmetinle Kur’an’ı öğrenmeyi nasip eyle.

Ya Rahman ya Allah! Kim Rahmanın zikrinden (Kur’an’dan) yüz çevirirse hiç şüphesiz biz ona bir şeytan musallat ederiz de o şeytan onun en yakın dostu olur. Ya Rahman bizleri şeytanın dost olup, ilahi vahiyden uzaklaşan kullarından eyleme. Çünkü sen Rahman’sın, Rahim’sin.

Ya Rahman ya Allah! Sen ki; rahmetinin gereği bizi bize sormadan yaratansın. Hamdolsun sana ki sen Rahmansın, bizi rahmetinle yoktan var eden, varlığımızdan haberdar eden sensin. Varlık amacımıza doğru Rahimiyetinle yol almamızı bize nasip eyle.

Ya Rahman ya Allah! Sen ki; esman içerisinden Rahman ve Rahim isimlerini seçerek besmeleyi taçlandıransın. Bizi de Rahman ve Rahim isimlerinle taçlandır.

Ya Rahman ya Allah! Sen ki; Âlemleri Rahman ve Rahim olarak terbiye eden sensin. Ne olur bizleri hem bu dünyada hem de ahrette Rahman ve Rahim isimleri ile terbiye olan kullarından eyle.

Ya Rahman ya Allah! Sen ki; Rahman ve Rahim oluşunla kendinden başka ilah olmadığına şahitlik edersin. Bizde şahitlik ederiz ki; Rahman ve Rahim olan Allahtan başka hiçbir ilah ve hiçbir ibadet edilecek mabut yoktur.

Ya Rahman ya Allah! Bizleri, Rahmanın ayetleri okunduğunda secdeye kapanıp gözyaşlarına boğulan kullarından eyle.

Ya Rahman ya Allah! Sen ki; Rahman oluşun ile kulları hemen cezalandırmayıp, mühlet verensin. Ya Rahman verdiğin bu mühlet içerisinde hakkıyla sana dönen ve sana tüm benliği ile teslim olan kullarından olmayı bizlere nasip eyle.

Ya Rahman ya Allah! Rahman-ul Müstean sensin. Rahmet ederek kullarına yardım edensin. Bizlerde Rahman ve müstean olarak tecelli eyle. Bizlere nefsimize karşı rahmetinle yardım eyle, bizleri cehennem azabından koru. Şüphesiz ki senin azabın çok çetin ve ağırdır.

Ya Rahman ya Allah! Rahman’ın kulları yeryüzün de tevazu ve vakarla yürürler. Cahillerle karşılaştıklarında Allah size selâmetlik versin derler. Bizleri Rahman’ın kullarından eyle ve bizleri Rahman’ın kullarından ayırma.

Ya Rahman ya Allah! İnsanların kabirlerinden dirildiklerinde dillerinden dökülen; bu Rahman’ın vaat ettiği gündür sözünden başka bir şey olmayacak. Diriliş gününde herkesin aklında sadece Rahman Esma’sı kalacak. Çünkü o gün herkes rahmetin membaı olan Rahman’a muhtaçtır. O gün Rahmetinle bizlere tecelli eyle. (Kurandan hayata.com)

********************************************************

ER RAHMÂN

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Hamd, yalnız âlemlerin Rabb’i olan Allah’a aittir. O, Rahmân’dır ve Rahîm’dir.” (Fatiha/1-2)

“(Bu Kur’an,) Rahmân ve Rahîm’den indirilmiştir.” (Fussilet/2)

Tevbe sûresi dışında bütün surelerin başında Bismillâhirrahmânirrahîm

“Rahmân Rahîm olan Allah’ın adıyla” cümlesi bulunur.

De ki: “İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın, ne ile çağırır¬sanız; sonunda en güzel isimler O’nundur.” (İsra/110)

O, mü’minleri çok esirgeyicidir.” (Ahzab/43)

Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği kudsî bir hadiste Hz. Peygamber, Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu nakleder: “Ben, namazı kendimle kulum arasında böldüm. Kul, “Hamd, yalnızca âlemlerin Rabb’i olan Allah’a aittir. Dediğin de Ben, “Kulum bana hamd etti” derim. Kul, “O, Rahmân’dır Rahîm’dir.” dedi¬ğinde Ben, “Kulum beni övdü” derim… (Müslüm/395)

Rahmân ve Rahîm isimleri aynı kökten türetilmiştir. Her ikisi de mü¬balağa ifade eder. Ancak Rahmân’ın mübalağası Rahîm’den daha fazladır. Rahmân daha genel, Rahîm daha özeldir.

Rahmân ve Rahîm isimleri, Yüce Allah’ın büyük ve geniş merhamet sa¬hibi olduğunu gösterir. Öyle ki, O’nun merhameti her şeyi kuşatmış ve bütün canlıları kapsamıştır. Allah, bu kadar geniş merhametini ahirette yalnız pey¬gamberlerin izinden giden ve kendisinden korkan takva sahipleri için yazmış¬tır. Allah’ın mutlak merhametini hak edenler bunlardır. Bunların dışındakiler ise Allah’ın merhametinden sadece bir pay alanlardır. Teysiru’l-kerîmi’r-rahmân, 1/14

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Azabımı dilediğime isabet ettiririm, rahmetim ise her şeyi kapsamıştır. Onu korkup-sakınanlara, zekâtı verenlere ve bizim âyetlerimize iman edenlere yazacağım.” (‘Araf/156)

el-Hattâbî der ki: “Rahmân, genel olarak merhamet sahibi demektir. Bu, bütün varlıkların rızıklarını, menfaatlerini ve ihtiyaçlarını kapsayan bir merhamettir. İnanan inanmayan, iyi veya kötü herkes için geneldir. Rahîm ise yalnız inananlara has merhameti ifade eder. Yüce Allah şöyle buyurur: “O, mü’minleri çok esirgeyicidir.” (Ahzab/43)

İbn Abbas, Rahmân isminin sadece Allah’a mahsus olduğunu ve O’ndan başka kimsenin bu adla adlandırılmasının caiz olmadığını söyler. Beyhakî, a.g.e., s. 50-52.

Yüce Allah şöyle buyurur: “Hiç O’nun adaşı olduğunu biliyor musun?” Meryem/65)

Âlimlerin çoğunluğu İbn Abbas’ın bu görüşünü destekler. Rahmân’ın yalnız Allah’a ait bir isim olduğunu ve bu adı başkasına vermenin caiz olma¬dığını söylerler. Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu görmez misin?

De ki: “İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın, ne ile çağırır¬sanız; sonunda en güzel isimler O’nundur.” (İsra/110)

“Biz, Rahmân’ın dışında tapılacak birtakım ilâhlar kıldık mı (hiç)?” (Zuhruf/45)

Bu son ayet, yalnız Rahmân’ın ibadet edilmeyi hak ettiğini haber vermektedir. Rahmân’ın, Allah’ın en büyük isimlerinden (ism-i âzam) olduğu söylenmiştir. (Kurtubî, a.g.e., 1/62.)

Rahmân, Yüce Allah’ın hem ismi hem de sıfatıdır. Bu isim, Allah lafzına bağlı olarak zikredildiğinde sıfat anlamındadır. Ancak Kur’an’da bu şekilde değil, özel isim olarak kullanılmıştır. Bu isim sadece Allah’a has özel isimle¬rden olduğu için daha çok bir isme bağlı olarak değil; yalnız zikredilmesi hoş karşılanmıştır.

Allah isminin yalnız olarak kullanıldığı gibi. Rahmân’ın bu şekilde kullanılması O’nun Rahmân sıfatına ters gelmez. Çünkü Allah ismi de ulûhiyet sıfatına delalet ettiği hâlde hiçbir zaman başkasına ait bir sıfat olarak zikre¬dilmemiştir.

Oysa Alîm, Kâdir, Semî’ ve Basîr gibi diğer sıfatlar böyle değildir. Bu gibi sıfatlar daima başka isimlere sıfat olarak gelmişlerdir. Bu yüzden bu ve benzeri sıfatlar yalnız olarak değil sıfat olarak kullanılırlar. (Bedâiu’l-fevâid, s. 20.)…..

……GERÇEK RAHMET VE ANLAMI

Bilinmelidir ki rahmet, kişiye zor gelse de veya nefsi onu hoş karşılamasa da insanlara yarar sağlamayı ve onlara fayda ulaştırmayı gerektiren bir sıfat¬tır. Gerçek rahmet işte budur. İnsanlar arasında sana karşı en merhametli olanı, sana yarar sağlamak ve kötülükleri senden savmak için seni sıkıntıya sokandır.

Babanın çocuğa merhameti; Babanın, çocuğunu ilim öğrenmeye ve onunla amele etmeye zorlaması, hatta gerektiğinde bunun için kendisini dövmesi, onu kendisine zarar verecek arzu ve isteklerden men etmesi bu türden bir merhamettir. Baba eğer bunları yapmaz ve ihmalkâr davranırsa, bu, onun çocuğuna olan merhametinin az olduğunu gösterir. Babanın, çocu¬ğunu zorlamamakla ona merhamet ettiğini, ona acıdığını ve rahat etmesini sağladığını sanması doğru değildir. Bu, annenin çocuğuna merhameti gibi duygusal ve bilgisizlikten kaynaklanan sahte bir merhamettir.

Bu yüzden merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ın kullarına çeşitli belâ ve musibetler vermesi, O’nun rahmetinin bir gereğidir. Çünkü kullarına yarar sağlayacak ve onlardan kötülükleri defedecek şeyleri en iyi bilen O’dur. Dolaysıyla Allah’ın, kullarına musibetler vermesi, onları çeşitli felaketlerle sı¬naması, onları birçok arzu ve isteklerinden men etmesi, O’nun kullarına olan merhametinin bir göstergesidir. Ancak insanlar, bilgisizlik ve haksızlıklarından Rablerini belâ vermesi nedeniyle itham etmekte, O’nun belâ ve musibet ver¬mekle kendilerine iyilik ettiğini görememekte ve bilememektedirler.

Rivayet edilen bir eserde şöyle denilmiştir: “Başına bir musibet gelen kimse Allah’a: “Allah’ım! Bana merhamet et” diye dua ettiğinde Allah: “Merhamet ettiğim bir şeyle ona nasıl merhamet edeyim.” der.”

Bir başka eserde ise şöyle denilir: “Allah bir kulunu sevdiğinde, sizden birinin hastasını koruduğu gibi Allah da onu dünyadan, güzelliklerinden ve zevklerinden korur.”

Bu, Allah’ın merhametinin tam oluşundandır; yoksa O’nun cimriliğinden değildir. Çünkü O, cömertlerin cömerdidir; bütün cömertlik yalnız O’na aittir. Bütün varlıkların cömertliği, O’nun cömertliğinin yanında dünyadaki bütün dağların ve kumların karşısında küçücük bir zerre misali gibidir.

Allah’ın emir ve yasaklarla kullarını sına¬ması, O’nun rahmet ve korumasının bir gereğidir. Allah’ın, kullarına emrettiklerine olan ihtiyacından veya yasakladıklarına olan cimriliğinden değildir. Çünkü O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, cömert ve kerim olandır.

Allah’ın dünyada mü’minleri sıkıntıya sokması, onlara bela ve musibetler vermesi, kulların bu dünyaya bağlanmalarına ve burayı karar yeri edinmele¬rine mani olmak, asıl karar yeri olan ve sonu olmayan âhiret hayatına yönelmele¬rini sağlamak içindir. Allah, belâ ve musibetlerle, kullarının öteki dünyaya yönelmelerini sağlamaktadır. Allah ahirette vermek için bu dünyada vermemekte, esenliğe kavuşturmak için musibetler vermekte, diriltmek için öldürmektedir.

Allah merhametinin bir gereği olarak kullarını, merhametine güvenerek kendisine karşı gelmekten ve güzel olmayan davranışlarda bulunmaktan sakındırmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Allah, sizi kendisiyle (ken¬disine karşı gelmekten) sakındırır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır.” (A. İmran/30)

Birçok âlim şöyle demiştir: “Allah’ın kendisinden sakındırması, O’nun kullarına olan şefkat ve merhametinin bir gereğidir. Böylece Allah kullarını, merhametine güvenip kendisine karşı gelmekten sakındırmaktadır.” (İbn Kayyim, “İğâsetü’l-lehfân)

DALÂLET VE GAZAP

Hidayet ve merhamet (acıma) Allah’ın kulları üzerinde ki nimetlerindendir. Bu iki nimetin zıddı, dalalet ve gazaptır.

Yüce Allah bize, her gün ve gece defalarca kendisinden, bizi nimet ver¬diklerinin yoluna iletmesini, gazap ettiklerinin ve dalalette olanların yolundan uzaklaştırmasını istememizi emretmektedir. Nimet verilenler hidayet ve mer¬hamet ehli, gazap edilenler ve dalalette olanlar ise, hidayet ve merhametten mahrum bırakılanlardır. Dalalette olanların yolu, hidâyette olanların yoluna aykırıdır. Gazap edilenlerin yolu da merhamet edilenlerin yolundan ayrıdır. Bu dua, en kapsamlı, en üstün ve en etkili dualardan sayılmaktadır. Başarı Allah’tandır. (İbn Kayyim)

Allah’ın Rahmetinin Eserlerine Bak” (Rum/50) Ayetinin Anlamı:

Bu varlıkta Allah’ın genel ve özel rahmetinin eserlerine bir dön de bak. Bu rahmeti ile bizlere peygamberler gönderen, kitaplar indiren, bizleri bilgi¬sizlikten kurtaran, dalaletten hidayete ileten, yanlışlık ve sapıklıklardan doğruya çıkaran, körlükten kurtarıp görmemizi sağlayan O’dur. Bizler O’nun rahmet ve merhameti ile isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini öğrendik. Böylece O’nun Rabb’imiz ve Mevlâmız olduğunu bildik. O, merhameti ile bize bilme¬diklerimizi öğreten, bize yararlı olan dinî ve dünyevî maslahatlarımızı gösteren, merhametiyle güneş ve ayı yaratıp insanların faydasına sunandır.

O’nun gece ve gündüzü yaratması, yeryüzünü bir döşek gibi sermesi, onu yaşama elve¬rişli hâle getirmesi, ölü ve dirilere bir toplanma yeri yapması, yağmur yüklü bulutlar yaratması, yağmur yağdırması, insanlar için sebze ve meyveler hay¬vanlar için otlar ve meralar var etmesi, hep O’nun merhametinin bir eseridir. O bu merhameti ile insanların ve diğer hayvanların yapılarına merhameti yerleştiren, böylece birbirlerine merhamet etmelerini sağlayandır.

İnsanların ve hayvanların kendi aralarındaki merhamet duygusu, Allah’ın merhametinin bir eseridir. O, rahmet kelimeden kendisine Rahmân ve Rahîm isimlerini türeten, en geniş ve kapsamlı sıfatının merhamet olduğunu ilan edendir.

Bütün varlıkları kuşatan Arş’ının üzerine, her şeyi kapsayan merha¬met sıfatı ile oturmuştur. Allah, rahmet sıfatından türetilen ve başka varlıkların adlandırılmadığı bu isimle Arş’ına oturunca, bu sıfatının bir gereği olarak rah¬metinin gazabını geçtiğini yazdı. Bu pek ve önemli yazgısı, bütün kullarına ver¬diği bir merhamet, günahları affetme ve bağışlama, onları cezalandırmama, ayıp¬ları örtme ve kendilerini bilgi sahibi yapma sözü oldu.

O’nun öfkeden hoşnutluğa ve cezalandırmadan bağışlamaya dönmesi rahmetinin bir eseridir. Erkek canlılar için kendi cinslerinden dişiler yaratması, soylarının tükenmemesi ve çiftlerin karşılıklı birbirlerinden yararlanması için aralarına sevgi ve merhamet bağı koyması, herkesin ihtiyaçlarını karşılaması için varlıkları birbirine muhtaç etmesi, Allah’ın geniş merhametinin birer eseri¬dir. Eğer Allah, hiç kimseyi ihtiyaç sahibi kılmayıp herkesi zengin yaratsaydı, dengeler bozulur ve dünya yaşanmaz hâle gelirdi. Allah’ın zengin ve yoksul, azîz ve zelil, güçlü ve güçsüz, yöneten ve yönetilenler yaratması, sonra da hepsini birbirine muhtaç etmesi ve merhametiyle hepsini kuşatması, O’nun merhametinin bir eseridir.

Yüce Allah yüz parça merhamet yaratmıştır. Her merhametin arası yerle gök arası kadardır. Bu merhametlerden sadece bir tanesini yeryüzüne indir¬miştir. İşte bu bir parça merhametle bütün insanlar ve diğer canlılar birbirle¬rine merhamet etmektedir. Annelerin çocuklarına merhameti, kuşların, vahşi hayvanların ve diğer bütün canlıların yavrularına merhamet etmesi bu bir parça merhametle gerçekleşmektedir. Dünya düzeninin ayakta kalması ve varlıkların varlıklarını devam ettirmeleri bu merhametle olmaktadır.

Varlıklar için belirlenen süre geldiğinde Yüce Allah, yeryüzüne indirdiği bu bir parça merhameti tekrar katına kaldıracak, böylece gebe canlılar karın¬larındakini atacak, anneler de süt verdikleri çocuklarını bırakacaklardır. Allah, yeryüzüne indirdiği sonra da kaldırdığı merhameti katındaki doksan dokuz merhamete ekleyecek ve merhametini yeniden yüze tamamlayacaktır.

Bu geniş merhameti ile kendisini birleyenlere, peygamberlerini tasdik edenlere ve onların izinden gidip kendisine itaat edenlere merhamet edecektir. Eğer bu varlık âlemine basiretle bakacak olursan, denizin suyla, havanın havayla dolu olduğu gibi yeryüzünün de bu bir parça merhametle dolu oldu¬ğunu ve bu merhametin dışında bir şey olmadığını görürsün. Bu, “Merhame¬tim gazabımı geçmiştir.” (Buhârî) sözünün bir gereğidir. Ancak bilinmelidir ki geçil¬miş (gazap), yavaş da olsa mutlaka onu hak edenlere yetişecektir. Bu, Al¬lah’ın merhametiyle çelişmez. Çünkü bunda bir hikmet ve amaç vardır. O, hüküm verenlerin en Hâkimi ve merhamet edenlerin en merhametlisidir. (İbn Kayyim,)

RAHMAN VE RAHÎM İ BİR ARADA ZİKRETMENİN FAYDALARI

1- İbn Arabî, iki ismi bir arada zikretme nedeni olarak, Rahmân sözcüğü¬nün aslının İbranice olmasını gösterir ve bu ismin, Arapça asıllı Rahîm söz¬cüğü ile bir arada kullanılması gerektiğini söyler. (Kurtubi)

2- Rahmân, Allah’ın genel merhametine delalet eden özel bir sıfattır. Bu yüzden bu sıfatın başkasında bulunması imkânsızdır. Çünkü rahmeti dost-düşman bütün varlıkları kapsayacak bir varlık yoktur. Rahîm ise, fiillere dela¬let eden ve başkalarının da sahip olabileceği bir vasıftır. Bu yüzden Yüce Allah kendisini “Hayru’r-râhimîn” (merhamet edenlerin en hayırlısı) ve “Erhamu’r-râhimîn” (merhamet edenlerin en merhametlisi) olarak adlandı¬rır. (Kurtubi)

3- Rahmân ve Rahîm isimlerinin bir arada zikredilmesi, yukarıda zikredi¬len anlamlardan daha güzel bir başka anlamın ortaya çıkmasını sağlar. Rah¬mân ismi, Yüce Allah’ın varlığı ile kâim olan sıfata; Rahîm ise, merhamet edilenle ilgili sıfata delalet etmektedir. Buna göre birincisi vasıf için, ikincisi de fiiller için kullanılmaktadır. Birincisi merhametin Allah’ın bir vasfı ve niteliği olduğunu; ikincisi de bu merhamet vasfı ile kullarına merhamet ettiğini gös¬termektedir.

Bunu iyi anlamak istiyorsan şu ayetleri iyi düşün:

O, mü’minlere çok Rahîm (merhamet eden)’dir.” (Ahzab/43)

             “O, onlara (karşı) çok şef¬katli ve çok Rahîm (merhametli)’dir.” (Tevbe/117)

Kur’an’da hiçbir âyette “O, mü’minlere çok Rahmândır” geçmemiştir.

Bu, Rahmân’ın merhamet sahibi olduğunu; Rahîm’in ise sahip olduğu bu merhametle varlıklara merhamet ettiğini göstermektedir. Bu ince farkı, başka bir kitapta bulamazsın. Eğer kalp aynanı bu isme tutar ve onu teneffüs edip yansıtırsan, bu farkı daha iyi anlar¬sın. (Bedâiu’l-fevâid)

O halde Rahmân ve Rahîm sıfatlarını bir arada zikretmenin faydası, Allah’ın özel ve genel merhametinden ve bu dünyadaki ve âhiretteki merha¬metinden yararlanmaktır. (Bedâiu’l-fevâid) (İbn. Kesir, Kurtubi, Beyhaki, es Sadi, İbn. Kayyim el Cevziyye – Esmaü’l-Hüsna)

*********************************************************

Rahman ve Rahîm’in Tekrarının Sebepleri

Rahman ve Rahim’in tekrar edilmesinin birçok sebep ve hikmetleri vardır. (1/13)

Birincisi: Besmele-i şerîfe deki zatîdirler. Fâtiha-i şerîfedeki, ise kemâl sıfatlarıdır.

ikincisi: Besmele-i Şerife’nin, Fâtiha-i Şerife’den olmadığı bilinmesi için tekrar edilmiştir. Eğer ikisi bir olsaydı, iade edilmesinin faydadan hali olması gerekirdi.

Üçüncüsü: Âbidlerin, çok zikir etmeleri mendubtur. Muhakkak ki Cenâb-ı Allah’ı sevmenin alâmeti onu çok zikretmektir. Zîrâ Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri: “Kim bir şeyi fazla severse onu çok zikreder.”

Dördüncüsü: Âlemlerin Rabbidir, cümlesinin zikredilmesi, Âlemlerin Rabbinin rahman Rahman olduğunu, beyan eder. Rahman ki, onlara dünyada rızıklarını vermektedir. Rahim, ahirette onları bağışlayandır. Bundan dolayı, ondan sonra, Allah, ceza gününün sahibidir, cümlesi zikredildi. Yani Rububiyet (Cenâb-ı Allah’ın Rabbü’l-âlemin olması), ya rahmâniyet iledir ki, o da dünyada onlara rızık vermektir. Ya da Rahimiyyetledir ki, o da ukbâ’da mağfirettir.

“Yahudiler, yetmiş bir fırkaya bölündü. Hrıstiyanlar, yetmiş bir veya yetmiş ikiye bölündüler. Ümmetim de yetmiş üç fırkaya bölünecektir,”

Beşincisi: Hamdi zikretti. Hamd ile rahmete nail olunur. Beşeriyetin içinde Cenâb-ı Allah’a ilk hamd eden Âdem Aleyhis-selâm’dır. Âdem Aleyhisselâm aksırdığı zaman, Elhamdü lillah, demişti. Bundan dolayı, Rabbin sana rahmet etsin, temennisi vâcib oldu. Rabbin bunun için seni yarattı. Cenâb-ı Allah, mahlûkatına hamdi öğretti. Ve onlara, hamdi ile rahmete nail olabileceklerini beyan etti.

Altıncısı: Tekrar, ta’lil içindir. Tekrarın birçok sebepleri vardır. Hamd’in bu evsafta tertip edilmesi, onun kaynağının yüksekliğine bir işarettir. Rahmaniyyet ve Rahimiyyet, bu cümledendir. İkisi Cenâb-ı Allah’ın ihsanda muhtar (onun ihsana zorlanmayacağına mahlûkâtından dilediğine dilediği sıfat ile tecelli etmeye sahip) olduğuna ve vacip olmadığına delâlet eder. İşte burada, Rahman ve Rahim’in kemâlâtının feyzi, ve Rabbi’I-âleminin, zâtının feyziyle hamde (övgüye) müstehakk olan sebebler ile başladı. Dünyada onların dışına çıkılamaz. Feyiz, lutfun elbisesi ve âhirette ceza anında adalettir. İşte bundan üç vasfın tertibinin şekli anlaşıldı.

Rahman ile Rahîm’in arasındaki fark:

Birincisi yani Rahman sıfatının Allah’a mahsus olması veya Rahmân’ın (rahim’den daha) umum olmasıdır. Veyahut da Rahmân’ın yüce ve değerli nimetleri ifâde etmesidir.

Birincisine göre Rahman, Allah’dır. Rahmân’ın ifade ettiği manâ’nın cinsi,’ kullardan sadır olmaz. Rahîm sıfatının kullardan sadır olması tasavvur edilir.

Bir Çok Belâ Ve Sıkıntıların Altında Rahmet Ve Bereket Yatar

Rahman umumidir. Bu umumiliğinin nasıl olduğu sorulabilir. Çünkü Rahman’ın umumiliğinin altına girmeyen hiçbir mahlûk yoktur. Her mahlûk, bir bakıma bu imtihandan hali değildir.

Cevaben deriz ki: Bazı hadiseler var ki, insan onu rahmet zanneder, külfet ve ceza olabilir. Bunun aksi de olabilir. Yani bizim kötülük sandığımız ve zahmet olarak gördüğümüz bir çok hadise haddi zatında bizim için rahmet olabilir. Cenâb-ı Allah, şöyle buyurdu:

“Savaş üzerinize yazıldı, gerçi o size hoş gelmez, fakat olur ki, siz bir şeyi hoşlanmazsınız, hâlbuki hakkınızda o bir hayırdır ve olur ki bir şeyi seversiniz, hâlbuki hakkınızda o bir serdir. Siz bilmezken, Allah bilir.” (Bakara/216)

Birincisi, yani rahmet gibi görünüp, aslında ceza ve azap olana misâl şâirin şu beytidir:

Gençlik, boş zaman ve atılganlık, insanı ifsad eder.

Bütün Bunlar, görünürde nimettirler.

İkincisi: Yani ceza ve külfet gibi göründüğü halde zahmet olanlar ise, bir çocuğun okula hapsedilmesi veya onu okumaya zorlamak için dövmek gibi. Hırsızın elini kesmek gibi. Ahmak kişi zahirine itibâr eder. Bunları zahmet sanır. Hâlbuki bunlar hakikatte rahmettir.

Akıllı kişi işlerin sırrına bakar. Nice nice belâ, mihnet ve musibetlerin altında, rahmet ve bereket vardır. Az bir şer için, çok hayrı terk etmek büyük bir serdir. Yani küçük bir kötülüğe uğramaktan korkarak, büyük iyilikleri terk etmek, en büyük kötülüktür. Şer’î emir ve yasaklar, insanı, ceset ile ilgili bazı alâkalardan ruhu temizlemek içindir. Ateş, kötü insanları, iyilerin amellerini işlemeye çevirmek için yaratıldı. Şeytan, ihlaslı olanları diğer kullardan ayırt etmek için yaratıldı. Muhakkik, (her şeyi derinlemesine araştırıp doğruyu bulan kişi), Mûsâ Aleyhisselâm’ın kıssasında onunla beraber olan, Hızır Aleyhisselâm gibi binâ’nın temelini hakikat üzerine kurar. Tabiatın ikrah ettiği, sevmediği her şeyin altında, gizli bir esrar ve yüksek gerçek hikmetler vardır. Eğer Cenâb-ı Allah’ın rahmeti olmasaydı ve ilâhî rahmet, gadabı geçmeseydi, bu kâinat var olmazdı. “Mun’im” (nimet verici) isminin varlığı zahir olmazdı.

Rahman, nimetlerin büyük ve umûmî olmasına delâlet eder. Onu Rahîm’in tâkibetmesi; kulun zihninde, “küçük şeyleri istemek edepsizlik olur” düşüncesini defetmek içindir. Hani bazısına “sana basit (küçük) ve kolay bir iş için geldim” denildiği gibi. Ona kolay bir adam arıyorum, dedi. Rahman ve Rahîm sıfatlan ile sanki Cenâb-ı Allah, şöyle demektedir:

“Eğer ben Rahman ile kısaltsaydım, kifayet etseydim, o zaman, (sadece benden büyük şeyler istenirdi ve bu ihtişamdan ben utanırdım. Lâkin ben Rahîm’im (Ey kulum!) Benden iste Hatta benden nalının tasmasını ve tencerenin tuzunu bile iste.

Şeyh Sadi Hazretleri (k.s.) şöyle dedi:

“Eğer sen onun koruma sırrına erersen, Hiç kimseye ihtiyaç için el açmazsın.” (1/14) Rahman isminin varlıklarda tecellisi

Hak ehli, yani ehl-i sünnet ve’l-cemaat âlimleri, dediler ki:

Rahman ismi şerifine mahsus olan bütün varlıklar üçtür.

1 -Zahirî varlık.

2 -Bâtmî varlık.

3 -Zâhirî ve Bâtınîliği kendisinde toplayan varlıklar.

Varlıkta bu mertebeler vardır. Varlıklar, rahmanın bu hükmünden asla hâli değildir. Bu mertebelere göre; suadâda, (iyi insanlarda) ve eşkıyada (kötü kişilerde) rahmetin hükümleri kısım kısımdır.

Ruhlar gibi, bazıları nefslerle nimetlenir, bedenler ile nimet-lenmezler. Veya bunun aksi olur. Yani bazıları bedenler ile nimetlenir ruhları nimetlenmez. Kimi de bu iki nimeti bir araya toplar.

Kendi nefislerini bilip, suretlerini bilmemeleri cihetten saidlerden olan cennet ehli böyledir. Bu onların sûrî nimetleri vacip kılacak, ameller işlemedikleri içindir. Kendi dışındakilere nazaran nisbetleri az bir kolaylıkla olsa bile.

Bunların aksi de böyledir. Bunlar, ilimleri olmayan âbid ve zâhidlerdir. ilmi ilâhiyenin feyiz ve bereketi ile kendi aralarındaki münâsebeti bilmedikleri için, onların ruhları, ruhanî nimetlerden çok az bir hazz ve nasip alır. Bundan dolayı, bir amelin ardından diğer bir amele, vakitlerine himmetlerini taalluk ettirmediler. Onu gaye ve son zannettiler. Yanında tavakkuf ettiler, beklediler. Ona vaad edilen sevâb üzerine yöneldiler, onunla yetindiler. Onun sakındırmasından korktular.

İki nimetin arasını tam toplayanlar ise, ilim ve amelde mükemmel bir hazz ve nasip ile kurtuluşa erenlerdir. Peygam-berler (aleyhimussalâtü ve’s-selam) ve peygamberlerin gerçek varisleri gibi. Verasette kemâle erenlerden maksadım; kâmil olan evliyadır. Mevlânâ Celâleddin (k.s.) şöyle dedi:

“Her güvercin bir yöne uçmuştur. Bu güvercin ise cihetsizlik tarafına uçmaktadır.” (i. Hakkı Bursevi)

*********************************************************

ER RAHMAN

…”Rahmet”; basit manada iç yumuşaklığı, acıyı paylaşma isteğidir. İnsan çoğu zaman, rahmetini yaşarken, karşılaştığı durumun kendinin de başına geleceğini düşünür. Bu duruma atfen, ya da ahirette ve dünyada karşılığını umarak rahmet etmek ihtiyacı duyar.

İnsandaki merhamet duygusunun uyanması ve rahmet eden olabilmesi için son unsurda ”Merhum – rahmet edilecek olan” ‘nın olmasıdır. Merhum; muhtaç olan, yardıma ihtiyacı olan ve güçsüz olandır.

İşte insandaki ” Merhamet” duygusu budur ki, ” rahmet ” etme isteği ” merhum ” ile birleşerek, içindeki vicdan duygusu ile harekete geçer ve oluşur.

KUR’AN ÇERÇEVESİNDE RAHMAN

…. Rahman ve Rahim birbiri ile pek çok ayette geçer. (Bismillahirahmanirahim ‘ deki gibi…)

O, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’tır. Gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir. ( Haşr 30 )

Aynı zamanda Rahman ve Rab isimleri de yan yana gelmiştir. Rahmet ve Rab isminin temel manası olan terbiye ilişkisi anlatılır ve eğitimin temelinde merhamet olduğu manalarında yorumlanabilir.

” Andolsun, Hârûn onlara daha önce şöyle demişti: “Ey kavmim! Siz bununla yalnızca imtihan edildiniz. Doğrusu sizin Rabbiniz ancak Rahmân’dır. Öyleyse bana uyun ve emrime itaat edin.” (Taha 90)

”Bunlar kendilerine; Rabbinden, göklerin ve yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbinden, Rahmân’dan bir mükâfat, yeterli bir ihsan olarak verilmiştir. Onlar, Ruh’un (Cebrail’in) ve meleklerin saf duracakları gün Allah’a hitap edemeyeceklerdir. Sadece Rahmân’ın izin vereceği ve doğru söyleyecek olan kimseler konuşabilecektir. “ (Nebe 36. 37. 38. )

(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin geçmiş olduğu bir ümmete gönderdik ki, onlar Rahmân’ı inkâr ederken sana vahyettiğimizi kendilerine okuyasın. De ki: “O, benim Rabbimdir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben yalnız O’na tevekkül ettim, dönüşüm de yalnız O’nadır.” ( Ra’d 30 )

Kuran’ı Allah, Rahman isminin vasfı ile indirmiştir. Tevrat ve İncilde de geçen Rahman sıfatı ve özelliği, insanlara bir merhamet ve doğru yolu bulmaları için yol gösterici olmalarındandır.

Ayrıca Rahman isminin “azap” kelimesi ile beraber geçmesinin ardındaki mana; insanların hidayet yolu ve onun merhameti dışındaki seçimlerinde, yine onun cezalandırması ile merhamete ve hidayete ulaşacakları anlatılmaktadır.

” Ey babacığım, muhakkak ki ben, sana Rahmân’dan azap dokunmasından korkuyorum! O durumda, şeytana velî (dost) olursun. “ ( Meryem 45 )

Ayrıca Rahman isminin “azap” kelimesi ile beraber geçmesinin ardındaki mana; insanların hidayet yolu ve onun merhameti dışındaki seçimlerinde, yine onun cezalandırması ile merhamete ve hidayete ulaşacakları anlatılmaktadır. Hz İbrahim’in babasını uyardığı şu ayet onun azabını ve Rahmetini anlatıyor;

” Ben, O’ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahmân bana bir zarar dilerse, onların şefaati bana bir (şey) fayda vermez (sağlamaz). Ve onlar beni kurtaramazlar.” (Yasin 22)…

RAHMAN İSMİNİN TECELLİLERİ

Allah’ın otoritesi Rahmaniyetinin tecellisidir. Rahmân, Arş’a kurulmuştur. (Taha 5 )

”Vahiy ( Kuran ve diğer indirilen kitaplar) Rahmaniyetinin tecellisidir.”

”Rahman’dan kendilerine gelen her yeni öğütten mutlaka yüz çevirirler.” (Şuara 5 )

Melekler Rahmaniyetin tecellisidir.

” Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların yaratılışına şahit mi oldular? Onların (yalan) şahitlikleri yazılacak ve sorgulanacaklardır. “ (Zuhruf 19 )

Ahiret rahmaniyetin tecellisidir.

Şöyle derler: “Vay başımıza gelene! Kim bizi diriltip mezarımızdan çıkardı? Bu, Rahman’ın vaad ettiği şeydir. Peygamberler doğru söylemişler.” ( Yasin 52 )

Cennet ve Cehennem Rahman isminin tecellisidir.

Cennet özden tecelli dir ve kalıcıdır. Rahmanın tecellisi ile vardır ve onun merhameti ile hak edilir. Hiç kimse kendi ameli ile Cenneti hak edemez. Cehennemin var oluşu da Rahman’ın tecellisidir. Kavranması zor olsa da “İlahi Adalet ”in gereğidir. Hayırdır, şer değil Rahmettir. Ayrıca Cehennem bir uyarı olarak rahmettir. İnsanın kendisine zarar vermemesi için uyarıdır. Cehennem Müminin bir nevi tedavi yeridir. Cehennem Kafirin varlığını garanti altına aldığı için rahmettir. Zira var olmak Rahmet’ e nail olmaktır ve Müminer için Kafirler bir Rahmet habercisidir.

İmtihanlarımız Rahmaniyetin tecellisidir.

Neden acı çekiyoruz? Neden sınanıyoruz? Diye düşünen bir Mümin, cevabı yaşadıklarından sonra ona bir Rahmet ulaşmasıyla bulur. Zira büyük hayra nail olmak için, küçük şerre katlanmak gerekir. Hastalıklar, felaketler, musibetler birer sınavdır. “Elbette her zorlukla beraber, bir kolaylık vardır” ayetindeki ifadede Rahmetin birer tecellisi olduklarını gösterir.

Münafıkların varlığı müminler için Rahmet’tir. Mümini sınamak için vardırlar.

İnsanda Beytullah olan vicdan bir Rahmettir. Akıl sonradan edinilmiş bilgilerle, vicdan önceden verilmiş, yaratılışında yerleştirilmiş olan fıtrattaki bilgilerle çalışır. Akıl yanılır vicdan yanılmaz. İnsan vicdanın sesini dinlemeyince yanılır. Hidayetten uzaklaşır, vicdan şüphesiz bir Rahmettir.
Rahmanın rahmaniyeti Güneş gibi tecelli eder. Her şeyi aydınlatır. Rahamaniyetin müminde tecellisi sadece Müminlere değil her şeye ve kafirlere de aynıdır. İmanı onlara taşır.

” Rahmân’ın has kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler. “ (Furkan 63 ) (Esma ve dua)

*****************************************************

ER-RAHMAN ER-RAHÎM

RAHMET, MERHAMET : Acıyı dindirip sevinmeye yönelik bir iyilik duygusu. Acı, dünyevî olabileceği gibi uhrevî de olabilir. Öyle insanlar vardır ki dünyada yapıp ettiklerinin, ahirette kendilerini elem verici acılarla karşılaştıracağını bilmezler, ona doğru giderler. Onların karşı karşıya kalacakları azabı bilenlerinse, bu durum iyilik duygularının harekete geçmesine sebep olur. Emri maruf, nehyi münker, davet, tebliğ, cihad gibi görevlerin hangi duygu temeline oturması gerektiğine de bir izah getirebilir, bu durum bu iyilik duygusunun harekete geçebilmesi için, acının sevilen birinde ortaya çıkması da gerekir.

Âlimlerimiz merhameti anlatırken onun rikkat-i kalp ve ihsandan ibaret olduğunu belirtmişlerdir. Rikkat-i kalp, kalbin yumuşak, acıları hissedebilecek, başkalarının halinden etkilenebilecek nitelikte oluşu demektir (yani inkisar, ve infial niteliği).

Bu duygusal etkilenme iyilik yapma duygusunu tahrik eder. (acıyı dindirme, sevindirme).

Sevdiklerimizin acıları bizi etkiler, bu etki iyilik yapma duygu ve isteğimizi, bu istek de sahip olduğumuz imkân ve güçlerimizi yönlendirir.

İnkisar, infial, acı duymak, üzülmek ilk ortaya çıkan duygudur. Bu duygu acının sebeplerini ortadan kaldırmaya yönelik eylemlerin de temelidir. Bu yoksa eylem de yok. Eylem var bu duygu yoksa politik veya ticari veya itibarî bir çıkar söz konusudur.

Türkçemizde merhametli dediğimizde sadece rikkat-i kalp sahipliği, çok merhametli dediğimizde ise ayrıca ihsan sahipliği de ifade edilmiş olur.

Allah için rahmet, merhametse tagayyür (inkisar, infial) düşünülemeyeceği için sadece ihsandan ibaret olur.

1–İyiliği irade

2–İyiliği ulaştırmak.

İlkinde rahmet zâtî, ikincisinde fiilî sıfat olur. Rahmetinin kemâline yakışan irade ile beraber iyiliği ulaştırmaktır. Esmâ-i hüsnâ’da rahmetle ilgili Rahman ve Rahîm isimleri var. Rahman ismi zâtî bir isim, başkasına verilemeyecek bir isim, Rahîm de başkaları için de kullanılabilecek bir isimdir.

– Daha önce Esmâ-i Hüsnâ fiil çeşitliliği ifade eder denilmişti. İnsanlar bu fiillerden, en azından birçoğundan hak eden-etmeyen, isteyen-istemeyen ayırımı söz konusu olmaksızın istifade ederler. Bu istifade ediş vehbîdir, gayr-i irâdîdir. Ama aynı fiillerden bir de hak eden-etmeyen, isteyen-istemeyen, inanan-inanmayan ayırımı söz konusu olarak istifade de söz konusudur. Bu istifade ediş ise kesbî ve irâdîdir.

– İnsanların Allah’ın rahmetinden vehbî istifadeleri Rahman isminden kaynaklanan fiile dönüşmüş rahmettir. Bu rahmetten insan dâhil her şey yokluktan varlığa geçişle istifade etmiştir. Bu iyiliği, irade ve ulaştırmanın en önemli ve öncelikli gerçekleşmesidir. Bu varlık bağışlama rahmetidir.

– Ayrıca kesbî olan rahmet de vehbî olarak verilen rahmetin güzel kullanımıyla elde edilen rahmettir. En alt derecesi güzel kullanımın hak edişidir ki adalet derecesidir. Yüksek derecesininse sınırı yoktur. Bire on, yedi yüz……. Sınırsızlığı da ayrıca bir rahmettir, bu kısım rahmet de Rahîm isminin gereği olarak fiile dönüşmüş, dönüşecek rahmettir.

– Vehbî olarak verilenleri kötü kullanım insanı rahmetten mahrum eder. Rahmetten mahrumiyet, Allah’ın azap ettikleri arasına sokar. Onun azap ettikleri, asılda, başlangıçta rahmetiyle muamele edip yokluktan varlığa çıkardıklarıdır. Sonradan rahmet ile muamele dışına çıkarılırlar. Rahmet muamelesi görmeyen hiçbir varlık yoktur. Rahmet muamelesinin devamı Müslüman olmak, yaşamak ve ölmekle mümkün olur.

– Önceden rahmetle muamele, sonradan da aynı şekilde muameleyi gerektirmez. Bunlara azap, umuma rahmet, iyi ile kötünün birbirine karışmaması, iyilikle kötülüğün ne olduğunun bilinmesi, Adl ve Hakîm isminin zedelenmemesi… gibi hikmetler olabilir. Allah’ın rahmeti kullara onlar hak etmeden de ulaşırken, gazabı hak etmeden ulaşmaz. Yoksa bu zulüm olur. Allah ise zulmü kendisin yine kendisi haram kılmıştır. Allah dilerse azabını hak eden davranışlar sergileyen kullarına rahmetiyle muamele eder. “Muhakkak rahmetim gazabıma galebe çalmıştır.” Kütüb-i Sitte 7/1982

Allah’ın rahmetinin şümulü başlangıç itibariyledir. Her şey bu rahmetten istifade etmiştir. Allah’ın rahmeti asıldır, zatı gereğidir, azabı ise halîdir, kulların hali gereğidir. Her şey Rahman ve Rahîm Allah’ın rahmetiyle kuşatılmış olup, bu rahmetten uzak hiçbir şey düşünülemez.

Rahman ismi zât ismi olup Allah’tan başkası için kullanılamaz. Rahman’ın rahmeti de Allah’ın bizzat kendisine has bir rahmetidir. Rahim’in rahmetinden ise Allah irade sahibi varlıklara bir hisse ayırmıştır. İnsanın irade sahibi oluşu da Rahman’ın rahmetindendir. İrade sahibi insan Rahîmiyetin eseriyle hayır yollarında yarışır. İrade sahibi olmayan hayvan ise Rahmaniyet gereği kendisine verilen içgüdü ile yavrusuna zarar vermekten sakınır. Kütüb-i Sitte tercümesi 7/1983 de rahmetin yüze taksimi ve birinin varlıklara 99’unun kendisine saklandığı ifade edilmiştir.

Rahmaniyet karşısında dünya ve ahiret, mümin ve kâfir eşit iken, Rahimiyet karşısında bunlar açık bir farkla birbirinden ayrılırlar. Allah dünya ve ahiretin Rahman’ın, ahiretin Rahîm’i, veya mümin ve kâfirin Rahman’ı, müminin Rahîm’idir denilmesi bundandır. Besmele de bu iki sıfatın ardarda getirilişi tekid için değil, özel anlamları bulunduğundandır.

Allah rahmet sahibi oluşu gereği, kullarına ulaştırdığı iyilikler dolayısıyla da isimlendirilmiş ve bunlar Esma-i Hüsnâ’da da aynı isimler olarak yer almışlardır. Yani rahmeti gereği yaptıkları, isimlerinin de kaynağı olmuştur. O Rahman ve Rahîm olduğu için yaratır (Bârî, Hâlık, Bedî, Musavvir) tehlikelere karşı korur (Hâfiz, Vekîl, Velî, Hâsib), istek ve ihtiyaçları karşılar (Mücîb, Vehhâb, Rezzak..), doğru yolu gösterir (Hâdî, Reşîd), isyankârları hemen cezalandırmaz (Halîm, Sabûr), tevbelerini kabul eder, bağışlar (Gaffar, Gafûr, Afüvv), zengin ve yüce kılar (Muğnî, Aziz..)…

Rahmetinin her şeyi kuşattığı, gazabına galebe çaldığını rahmetle ilgili isimlerinin, gazapla ilgili isimlerinden çokluğunda da görmek mümkündür.
İsterse gazapla ilgili olsun O’nun tüm isimleri rahmetinin değişik şekilde tecellisinden ortaya çıkmış isimler gibidir de.

Allah’ın iradesini hiçbir şeyin etkileyemeyeceği gerçeğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamamız gerekiyor. Yaptıklarımızla O’nu hiçbir şeye mecbur edemeyiz. O’nun bize ulaştırdıkları, ibadetlerimizin O’nu mecbur bırakışından değil rahmetiyle muamelesindendir. O kudretini nasıl kullanacağına dair (ki bu kullanım rahmetle kullanımdır) kendisine kurallar belirlemiştir. Koyduğu kurallara da aykırı hareket etmez. fe len tecide li sunnetillâhi tebdîlâ. (Fatır/43)

Biz de kendisi için koyduğu kurallardan, nasıl muamele edeceğini kestirebiliriz. Asılda esmâ-i Hüsnâ, bize, O’nun kudretini nasıl kullanacağına dair bilgiler verir.

Bizim ibadetlerimiz mucib-i cennet, cennete girmek için hakiki sebep değildir. Hakiki müessir Allah’tır rahmeti-i ilâhîyedir. İbadetlerimiz var oluşumuzun şükranı, olsa olsa rahmet-i ilâhîyeyi kazanmamıza vesiledir. Ebu Hureyre (r.a) Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizden şöyle işittiğini bildirmiştir:
            Hiçbir kimseyi ameli cennete sokamaz. Seni de mi ey Allahın Resûlü diye sordular. O, evet beni de, ama ben Allah’ın beni rahmet ve fazlıyla kuşatması müstesna. Orta yolu tutunuz. Allah’a yaklaşınız. Sizden biriniz ölümü temenni etmesin. Muhsinlerdense hayrını çoğaltması, kötülerdense vazgeçmesi umulur. Tecrid-i Sarih 12/72

Cennet rahmetin bir ölçüde tam tecellisini gösterdiği yerdir, rahmet yurdu ve hatta rahmetin kendisidir. Dolayısıyla oraya rahmetle girilir. Cehennemse azap yurdudur, rahmetten mahrumiyetle girilir. Her şey rahmet-i ilâhîyeyi kazanmamıza bağlıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’de RAHMET olarak ifade edilenlerden bir kısmı şunlardır:

Kur’ân-ı Kerîm: “Ve elbette o Kur’ân müminlere bir yol gösterici ve rahmettir.” (Neml/77)

“Sana bu kitabı her şeyi açıklayan ve Müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik.” (Nahl/89)

Peygamberimiz: “ (Ey Muhammed) biz seni ancak âlemlere rahmet için gönderdik.” (Enbiya/107)

Yağmur:” Rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen kim?” (Nahl/63- A’raf/57)

Gece ve gündüz : “Rahmetinden sizin için geceyi ve gündüzü var etti ki gece dinlenesiniz ve gündüz Allah’ın lütfunu arayasınız ve şükredesiniz.” (Kasas/73)

Yeri öldükten sonra diriltmesi : “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak ki nasıl yeri ölümünden sonra diriltiyor? Şüphe yok ki O ölüleri de diriltecektir, O her şeye kâdirdir.” (Rûm/50)

Kurtarmak : “Emrimiz gelince Şuayb’ı ve onunla beraber inanmış olanları bizden bir rahmetle kurtardık.” (Hûd/94)

“Nihayet emrimiz gelince Salih’i ve onunla beraber inanmış olanları bizden bir rahmetle (hem azaptan) hem de o günün zilletinden kurtardık, işte Rabbın öyle güçlü, öyle galiptir.” (Hûd/66)

Kısas cezasının hafifletilmesi : (Kısasın diyete dönüştürülmesi) “Bu Rabbınız tarafından bir tahfif ve acımadır.” (Bakara/178)

Yumuşak davranış : “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki sen onlara yumuşak davrandın.” (A. İmran/159)

Cehennemden kurtuluş : “O gün kimden azap çevrilip savılırsa gerçekten Allah ona acımıştır (rahmet etmiştir). İşte apaçık kurtuluş budur.” (En’am/16)

Allah’ın merhametle muamele ettiği insanlardan olabilmek için de onları yapmak gereklidir.

1-Allah’a (c.c) iman ve i’tisam : “Allah’a (c.c) inanıp yapışanları Allah kendinden bir rahmet ve lütfun içine sokacak ve onları doğru yola iletecektir.” (Nisâ/175)

2-İman ve Salih ameller işlemek : “İnanıp iyi işler yapanları Rabbin rahmetine sokar. Apaçık başarı budur.” (Casiye/30)

3-Allah ve Rasûlüne itaat : “Allah’a ve Resûlüne itaat edin ki size de merhamet edilsin.” (Al-i İmran/132)

4-Kur’ân’a ittiba : “İşte bu (Kur’ân) da mübarek kitaptır. Onu biz indirdik, ona uyun ve korkun ki size merhamet edilsin.” (En’am/155)

5-Namaz ve zekât, Rasûle itaat : “Namazı kılın, zekâtı verin, peygambere itaat edin ki rahmete erdirilesiniz.” (Nûr/56)

6-Muhsin olmak : “Allah’ın rahmeti Muhsinlere yakındır.” (A’raf/56)

7-Salih olmak : “Onları rahmetimize soktuk. Çünkü onlar Salihlerdendi.” (Enbiya/86)

8-Kur’ân okunduğunda susmak ve dinlemek : “Kur’ân okunduğunda onu dinleyin ve susun ki size rahmet edilsin.” (A’raf/204)

9-Belâ geldiğinde sabredip: kalû innâ Lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn. (Bakara/156) diyenler : “İşte Rabb’larından bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” (Bakara/157)

10-Birbirlerinin velîleri olan, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan, namazı ikâme eden, zekâtı veren, Allah’a ve elçisine itaat eden mümin erkek ve kadınlar : “İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe/71)

11-Yüzleri ak çıkanlar : “Yüzleri ağaranlar ise Allah’ın rahmeti içindedirler, orada sürekli kalacaklardır.” (Ali İmran/107)

12-İstiğfarda bulunmak : “Allah’a istiğfar et. Şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir.” (Nisâ/106)

“Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse Allah’ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur.” (Nisâ/110)

Allah’ın rahmetinden mahrum oluşun sebep olduğu kötü durumlar olarak da şunlar söylenebilir :

1–Şeytana ittiba (uymak): “Eğer size Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, birçok işinizde şeytana uyardınız.” (Nisâ/83)

2–Zarara uğrayanlardan olmak : “….eğer Allah’ın size iyiliği ve merhameti olmasaydı elbette ziyana uğrayanlardan olurdunuz.” (Bakara/64)

Dediler: Rabbımız biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.” (A’raf/23)

Dedi ki : Rabbım bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamazsan bana acımazsan zarara uğrayanlardan olurum.” (Hûd/47)

3–Temizlenememek : “Eğer size Allah’ın lütfu ve merhameti olmasaydı, hiçbiriniz asla temizlenemezdi. Fakat Allah dilediğini temizler, Allah işitendir, bilendir.” (Nûr/21) (Birlik vakfı)

***************************************************

Sohbet-i Canan Er-Rahmân

Baktığımız her yerde Senin esmanın ve Rahman isminin tecellilerini görelim. Seni ve sanatlarını sevelim. Bizlere şümullü bir sevgi lütfeyle. Seni ve esmanı sevdikçe sevelim. Aşkınla Sana erelim, Seni sevdikçe sevelim.

Er-Rahmân; “Dünyada bütün mahlûkata merhamet eden, şefkat gösteren, ihsan eden.”

Ey Rahman olan, dünyada Müslüman, kâfir ayrımı yapmadan bütün kullarına rahmet, lütuf ve ihsanla muamele eden Allah’ım. Senin hazinelerin, bitmez, eksilmez ve Sen herkese lütuflarından bol bol vermeyi seversin.

Sen lütufları sınırsız İkram Güneşi, cömertliğin kaynağı Rahmansın.

“O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Gaybı da, müşahede edileni de bilendir. Rahmân, Rahîm olan O’dur.” (Haşr/22)

Senin “Allah” isminden sonra en büyük ismin olarak bilinen “Rahman” ismin ezelden ebede bütün mahlûkatını kuşatır. Sen dünyaya gelen her mahlûkunun imdadına rahmetinle yetişirsin. Anne karnında bebeğe en güzel bir şekilde rahmetinle bakan Sen, dünyaya gelince Rahman isminin tecellisi, rahmet hazinesi olan, süt verir, anne babayı evladına hizmetçi kılarsın.

Annelerdeki şefkat Senin Rahman ismin tecellisidir. Ölünceye kadar ayrım yapmadan bütün kullarına bol bol rahmet, bereket ve ihsanda bulunursun. Öldükten sonra kabirde, mahşerde ve Cennet’te Rahim isminin muhteşem tecellileri devam eder.

Hücre için hücre zarı rahmet, insanlar ve dünya için atmosfer rahmettir.

Senin Habibin, Merhamet ve Muhabbet Kaynağı Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün insanlara bir Rahmet Güneşi olarak gelmiştir. Senin Rahman isminin ve merhametinin en görkemli tecellisidir. On sekiz bin âleme rahmettir.

Senin rahmetin her zaman gazabının önündedir. Bizler Ümmet-i Habibullahız. Bizlere Rahmetin ve muhabbetinle tecelli et. Senin Rahman ismin bir merhamet güneşi gibi Cehennemin nârını da söndürebilir. Ne olur Habibin aşkına bizlere Rahmaniyetinle tecelli et. Bizleri aşkına kilitle. Arttıkça artan aşkını, Rahmaniyetin hürmetine kullarına nasip eyle.

Senin Rahmaniyetin şümullü bir rahmettir. Hak edeni ve etmeyeni kuşatan, herkese, lütuflar, ihsanlar, rızıklar ve nimetler verensin.

Sen ikramları saymakla asla bitmeyen Merhamet Güneşisin. Merhametin mevcudatı kuşatmış ve selim aklı Sana meftun etmiştir.

Sen sınırsız merhamet, rızık, ikram, cömertlik, muhabbet ve bütün kemal sıfatların kaynağı Rahmansın.

Sen rahmet hazineleri sınırsız Rahmansın. Sen kullarına rahmetinden bol bol vermeyi, alamayacağı kadar çok verip, kullarını nimetlerine ve rahmetine gark eden, Rahman ve Gani’sin.

Senin şümullü Rahmaniyetinin büyüklüğü karşısında, kullarının şirk dışındaki bütün günahları çok ama çok küçük kalır. Ancak her kulun, Sana yakınlığının daha da artması için dua ve ibadet etmek zorundadır.

Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Erhamerrahimin ve Ya Ekremel Ekremin, bütün mevcudatı kuşatan ve her şeye şâmil olan engin rahmetinden diliyor ve dileniyoruz. Bizleri mahrum etme, bizleri rahmetinle kuşat ve günahlara kapalı yaşat. Bizlere Habibin gibi şümullü ve cami işler yaptır.

Sen bütün kullarına merhamet ve sevgiyle bakmayı bizlere lütfeyle. Bizleri, Rahman ismin hürmetine önce Zatına, sonra isimlerinin tecellileri olan yaratılmışa âşık, vurgun ve tutkun eyle. “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nundur, hamd O’nadır. O her şeye kadirdir.” (Teğabûn/1) Seni tesbih edenlere nasıl meftun olmayalım.

Baktığımız her yerde Senin esmanın ve Rahman isminin tecellilerini görelim. Seni ve sanatlarını sevelim. Bizlere şümullü bir sevgi lütfeyle. Seni ve esmanı sevdikçe sevelim. Aşkınla Sana erelim. (Âmin) (F. Gülen)

           Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

            Allah doğru söyledi. Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


TAFSİR LESSONS ALİ IMRAN (110-132)(25)

$
0
0

231

“EuzuBillahiminesheytanirracim”

“BismillahirRahmanirRahiym”

Dear friends, after the verses that remind us, the Islamic community about “Emr-i bil Ma’ruf Nehy anil Munker” and inform us that this will be the safety for this communities unity, we will now continue our translations with a new passage. We are studying the 100th verse of Alu Imran.

110-) Kuntum hayre ummetin uhricet linNasi te’murune Bil ma’rufi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minune Billah* ve lev amene ehlul Kitabi le kane hayren lehum* minhumul mu’minune ve ekseruhumul fasikun;

You are the best community from among mankind. You judge with the Truth and reality, you advise abstinence from things that are contrary to religion, and you believe in Allah with the comprehension that your essence comprises the Names. Had those to whom the knowledge of reality was given (the People of the Book) also believed, it would have been good for them. Some are people of faith, but the majority are deniers of the reality. (A.Hulusi)

Ye are the best of peoples, evolved for mankind, enjoining what is right, forbidding what is wrong, and believing in Allah. If only the People of the Book had faith, it were best for them: among them are some who have faith, but most of them are perverted transgressors. (A.Yusuf Ali)

Kuntum hayre ummetin uhricet linNasi You are the best community from among mankind. te’murune Bil ma’rufi judging with the Truth and reality ve tenhevne anil munkeri forbidding what is bad and wrong.

This is the term of being a good community. Judging with good and forbidding the bad. This action we know as emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker is a lost duty. Today it’s almost impossible to see a community which follows this duty.

In fact we should think this verse with another verse we studied in our previous lesson, the verse 104.

Veltekun minkum ummetun yed’une ilel hayri ve ye’murune Bil ma’rufi.. Let there arise out of you a band of people inviting to all that is good, enjoining what is right, and forbidding what is wrong. We should think these two verses together.

I say lost duty for emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker. Because all the troubles over the Islamic community today is the reason of forgetting emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker. I said emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker represents positive, constructive opposition in my previous lesson. Because no one in Islam is completely innocent. Every person needs advice. Human is not perfect. Because human is constantly in struggle with instincts and his tempting ego. Those can easily turn a person from his path.

Since Islam knows this nature of men very well, the autocontrol mechanism of emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker has become a necessity. This autocontrol mechanism opens a doorway in order to help the community to control themselves and make constant renewals, rejuvenations and self-critisism.

Qur’an says; Vetteku fitneten la tusıybennelleziyne zalemu minkum hassaten, va’lemu ennAllahe shediydul ikab; Enfal/25

Protect yourselves from a calamity, which not only strikes the wrongdoers. And know well that Allah is the Shadid al-Iqab.

Protect yourselves from massive corruptions, dissolution as a community. Because that corruption won’t stay there with those who caused it.

After this point, even the sentence is not in the text, all translators and scholars choose to include the meaning as a subtext or comment. It doesn’t include just the people who let those corruptions take place, also includes people who neglect their duties on Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker, encouraging the good and restricting the bad. Those people are also included in this sentence.

This is also the 25th verse of Enfal chapter. According to that verse, the corruption mentioned for a community, if it reaches to a point of obvious dissolution, it doesn’t just catch the bad or the responsible parties in that community. It also takes the good individuals too. As in the corruption doesn’t just affect the people who are responsible for it. After the corrupters, the people who let the corruption takes place, peopls who neglect their Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker duties follow the path of destruction and get hurt.

That’s why dear friends, a community without Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker is socially HIV infected community. I call it the social AIDS. You may find it heavy or grim but it really is not.

As you know it, AIDS is a disease which destroy a person immune system and make him vulnerable for any harmful viruses or bacterias. Basically because of the lack of an immune system, a simple flu may turn into a disasterious fatal illness. That’s why I choose to call a community without Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker is a community which have a social AIDS. Because what a simple virus means to an AIDS infected body have the same meaning for a corruption in this kind of society.

The immune boosts for that kind of social bacterias, and social diseases are people who know their duties of Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker. If those people disappear, if this duty disappears, that that society loses its immune system. It loses the resistance against corruption and dissolution. That’s why Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker is a must duty if the survival of a community is needed.

In a hadith we read in Muslim’s book, delivered by Said el Hudri, the way of Emr-i bil ma’ruf, is explained like this.

“When you see an evil, if you have the power to change it, try change it with your hands. If not, try to change it with your words (tongue). If you don’t have the power, that reject it with your heart. And this last one is huve edaful iman the weakest necessity for faith.”

Also in another version of the same hadith, these words follow, “Beyond that there is no faith.”

According to this Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker method which was given us by Rasulallah, a person should try to remove an evil deed by his actions. He should try to make that foulness go away. This is an action against evil. But if you don’t have that kind of power, if you lack the force to remove it, that you should try to explain other people that it’s bad. Your duty becomes deliverance. But if you don’t have power even for that, then you are obligated to declare that evilness to your heart, you should reject that evilness with your heart. According to Rasulallah, this is the lowest rank of faith for a person. As in this is the minimum requirement for a person if he wants to call himself among faithfuls.

This is the proper method to execute and use Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker.

Ignoring a sin, dear friends, is way worse than committing it. A person who doesn’t do Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker, a person who doesn’t care about rejecting the evil or encouraging the good, the word Emr in Qur’an comes to advice, propose. So a person who doesn’t propose good or reject bad surely become oblivious against sins and corruptions.

I should ask you though, how can a man be close to good if he doesn’t reject bad in his heart? Can a person embrace the good and the bad; the tyrant and the victim; the blasphemy and the faith at the same time? If he says he does, can you believe that persons honesty? The value you give to goodness is measured by your reactions against evil.

If a person doesn’t react the evil, then he doesn’t believe the good, the beautiful or the truth. Because believing the good, the truth has a price. Your duty is to try helping that goodness to cherish, this is the price of your faith.

Then every evil is a killer of something beautiful. Every superstition is an absense of Truth. Every darkness exists because of the lach of light. Then ignoring a sin is thousand times worse than doing that sin. It really is. If you ignore a sin, if you ignore an evil action, if you ignore a tyrany, if you ignore the blasphemy and superstition then remember, you destroy the religious sides of yours. You basically destroy your common senses. You may still be alive physically but you die spiritually. Because you choose to ignore evil. And this is way worse than committing it.

That’s why Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker is also means taking notice my friends. People who realize the differences between good and evil might be able to do Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker.

People who know that evil can undo the good, and good can undo the evil; do Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker. Those people know that being good has a price and that price is encouraging the good and restricting the bad. That’s why in Islamic history, in the golden era there were happenings called Hisbe. The positions of Ihtisap. So encouraging the good and restricting the bad had become a civilian movement those days.

Thanks to those ihtisap positions, a chance was born in Islamic communities, a chance to find autocontrol. For example the era of Caliph Omar the position of controling the markets and bazaars was offered to a woman. This gatherings were never a part of the government. There was no government those days as we know it anyway. So those civilian authorities who supervise the markets were on duty not with a position to cut tickets but with verbal warnings. They were warning the salesmen when they saw a product was bad but tried to be sold as good. By that swift actions and interventions the tyrany was interrupted when its small.

Also the Ahi System within the Trading System And Guild Groups was a perfect example borned from the logic of Hisbe gatherings. Also for a tradesman to be included in this Ahi system, that person must possess the 40 conditions which were also put by Ahi System. I don’t need to say that some of those conditions were being morally strong, virtuous and honest.

ve tu’minune Billah you don’t stay there. Showing faith to Allah means showing faith to the truth which Allah informed you. So if you don’t help to spread these truths you claim to believe, if you don’t help to discourage and restrict the sins you saw; then what is the value of your faith to Allah. What kind of faith is this? A faith without a backbone. A shackled and bound faith cannot help the owner of it, let alone others. That’s why the verse says, ve tu’minune Billah because you show faith to Allah.

ve lev amene ehlul Kitab If the people of the book also showed faith le kane hayren lehum that would be good on their behalf.

Why does the speech in the same verse takes the words to the people of the book. According to Rasulallah’s identification about this situation, they become like this because they abandoned Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker. As in the sons of Israel who become Jewminded are in that mental state because of abandoning the ways of Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker. This was a warning actually. And the answer of why they abandoned the ways of Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker is this. Because they had a faith problem. A person who cannot believe the truths which Allah informed him; cannot carry those truths to the community. A person who cannot believe the weight of an evil deed within his heart cannot reach that evil to cut its hands off. In this verse absense of Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker is taken as a faith problem.

minhumul mu’minune ve ekseruhumul fasikun; Some are people of faith, but the majority are deniers. Of course the verse talks about the people of the book who abandoned the ways of Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker.

If a person who claims to have belief and say “I’m from the people of Qur’an.” but abandons the ways of Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker; if a person like that loses his sensitivity for wicked, if he doesn’t carry the good to humanity, then that person enters the verbal zone of thie verses speech. That person may not be among the people of the book, he might be among th people of Qur’an but chooses to do to his own book what other peoples have done to their own books. That person does the same think to Qur’an what Jews have done to Tora and Christians have done to their own books. That’s why we should take this verse seriously and ask our Rabb this question; “What are you ordering to me with this verse, My Rabb.” And we shall get our answers with the light of this question.

111-) Len yedurrukum illa eza* ve in yukatilukum yuvellukumul edbar* summe la yunsarun;

(They) can give you no harm other than torment. If they fight with you, they will turn their backs on you and flee. No help will be given afterwards. (A.Hulusi)

They will do you no harm, barring a trifling annoyance; if they come out to fight you, they will show you their backs, and no help shall they get. (A.Yusuf Ali)

Len yedurrukum illâ ezan They can give you no harm other than torment. This is important. How long is this gonna be like this? Until you leave Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker. We understand this fact from these sentences. ve in yukatilukum If they fight with you yuvellukumul edbar they will turn their backs on you and flee.

ve in yukatilukum yuvellukumul edbar If they fight with you, they will turn their backs on you and flee. summe la yunsarun; No help will be given afterwards. As in Allah says here that if people abandon the ways of defending the truth, help won’t be given them.

Abandoning the truth is the corruption of society itself. Total dissolution begins with insensitivity. That’s when your enemies can harm you. Remember that.

As you can see here, Qur’an warns us what happens to those societies which met that fate. If you catch this disease of corruption of society, if you lose your commitment to the truth, to Hakk, if you lose your sensitivity to wickedness, you dissolve. And if you dissolve, then you turn back in front of your enemies. You turn back and run, you admit defeat.

Enemies you fight first invade your hearts and then your minds and after that moment Allah won’t help you. This is the warning here. Because you lose your sincerity to Allah, you lose your sensitivity to sins. If you lose this sensitivity in personal level, surely the community will follow that path. This dissolution will make you lose both your courage and Allah’s help at the same time.

112-) Duribet aleyhimuz zilletu eyne ma sukifu illa Bi hablin minAllahi ve hablin minen Nasi ve bau Bi gadabin minAllahi ve duribet aleyhimul meskenetu, zalike Bi ennehum kanu yekfurune Bi ayatillahi ve yaktulunel Enbiyae Bi gayri hakkin, zalike Bi ma ‘asav ve kanu ya’tedun;

Their verdict is humiliation (belittlement) wherever they are; they have been subject to the wrath of Allah and are bound to live in humiliation… Except those who hold firmly a rope from Allah (the covenant ‘You are our Rabb’; the realization that their essence is comprised of the Names) and a rope from among man (follow someone with this faith)! For they were denying the existence of Allah in His signs (the manifestations of His Names) and killing the Nabis (in compliance with their egos) against the will of the Truth. This is because of their rebelliousness and transgression. (A.Hulusi)

Shame is pitched over them (like a tent) wherever they are found, except when under a covenant (of protection) from Allah and from men; they draw on themselves wrath from Allah, and pitched over them is (the tent of) destitution. This because they rejected the Signs of Allah, and slew the prophets in defiance of right; this because they rebelled and transgressed beyond bounds. (A.Yusuf Ali)

Duribet aleyhimuz zilletu Their verdict is humiliation. Yes, from now on their fate is bound with shame and humiliation. If you are unable to defend your must have values, if you lose your sensitivity against evil and fall into total corruption, if every enemy you have met makes your feet turn back and run, makes you admit defeat from get go, if your hearts, minds, grounds and bodies are invaded in that sense, then you are bound to shame. Qur’an informs us with this words.

Duribet aleyhimuz zilletu Their verdict is humiliation eyne ma sukifu wherever they are; their verdict is humiliation illa Bi hablin minAllahi ve hablin minen Nas Unless they hold on to their rope of commitments to Allah and humanity, they will fall into shame wherever they are.

So, the meaning of Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker is taken as holding on to promises to Allah and humanity and keeping those promises.

This phrase, peculiar isn’t it? Promises to Allah and humanity. This is the meaning of Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker. You might say, what promise. We might understand the promise to Allah, why? Becase the source of truth is Allah and loyalty to the truths which Allah informs us is loyalty to Allah. Also being against the sins which Allah puts is loyalty to Allah as well.

We understand that. But what is the meaning of promises to humanity. Defending the truth and being against evil is not just a duty based on Human-Allah relations, it’s a duty in the frame of Human-Society relations too. Because delivering the truth which Allah has informed us and warning against the evil which Allah has warned us is our duty for humanity. Not just a duty for Allah, but for a duty to mankind as well. If you know that, if you know the truth; then you have made a promise from that time you are blessed with that truth.

This verse informs us the debt of carrying the truth to humanity and considers this debt as a promise. Unless people cannot keep this promise they will be in shame wherever they are. ve bau Bi gadabin minAllah they will meet Allah’s wrath ve duribet aleyhimul meskenetu and are branded with the mark of humiliation. Yes, this is how it always has been. People couldn’t keep their promises to Allah and humanity, they couldn’t carry the debt of Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker and eventually they met this fate. They were branded with the mark of shame and met Allah’s wrath.

You think of Jews when you hear the words “Met Allah’s wrath.”, think of some cursed clans, right? No, like I said it’s not that simple and you cannot go this basic mental road. There are no cursed clan, there are cursed behaviours however. Cursed logic exists, cursed life exists. If a person does that action, he meets that curse. That was what I said before. So in this sense, abandoning Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker and breaking the promise to Allah and humanity; this action is considered a curse caller for both personal and social level.

zalike Bi ennehum kanu yekfurune Bi ayatillahi ve yaktulunel Enbiyae Bi gayri hakkin This because they rejected the verses of Allah, and slew the prophets in defiance of right.

This is a reference for Israelians who became Jews. A reference and a warning for us. Denying Allah’s verses, rejecting to carry the truth and concealing the wicked nature of superstitious. This is the final destination of a society who does all these. Denying Allah’s verses and slaughtering their prophets.

You might say, we didn’t do these. Didn’t you murder your scholars on their feet who were also the heirs of prophets? Didn’t you kill them when they were alive. Not by actions but by not backing them up. Didn’t you turn those knowledge bearers defenseless against political tyranies and oppressions? Didn’t you turn up without them? The greatest legacy of all prophets are Qur’an and by not keeping it safe and not defending its truths, aren’t these actions considered equal as killing the prophet? We should take this verse in this warning sense.

zalike Bi ma ‘asav ve kanu ya’tedun This is because of their rebelliousness and transgression.

113-) Leysu sevaen, min ehlil Kitabi ummetun kaimetun yetlune ayatillahi anael leyli ve hum yescudun;

They are not all the same. There is also a group among those to whom the knowledge of reality has been given who prostrate and read and evaluate the signs of Allah throughout the night. (A.Hulusi)

Not all of them are alike: Of the People of the Book are a portion that stand (for the right): They rehearse the Signs of Allah all night long, and they prostrate themselves in adoration. (A.Yusuf Ali)

Leysu sevaen Not all of them are the same. Even in private the matter is about the Jews of Madina and yet our Rabb doesn’t count as the same. He seperates the stones from rice. This form of seperation can always be seen in Qur’an. It doesn’t wipe them all out together and says Leysu sevaen Not all of them are the same. min ehlil Kitabi ummetun kaimetun There is also a group among the People of the Book who has honor.

I choose to give the meaning honorable to the word kaimetun here. Kaimetun originally means who stand up. As in holding his head high, not faltering. So the meaning here is the opposite of shame which we came across a while ag. The previous verses are about shame and living without dignity. So here where the speechs tides are turned, the words are turned as well. There is a portion among the people of the book which still hold their honor. There’s a concept of a community with honor.

yetlune ayatillahi anael leyli ve hum yescudun; Why are they honorable, what makes them honorable, my friends? They read the verses of Allah all night long, and they prostrate. This is the best way of defending a persons self honor. Because a person who bows down to Allah, doesn’t bow down to anyone. The head which looks down in front of Allah, raises in front of material. That’s why being a worshipper to Allah makes you free. The verse informs us with these words of yetlune ayatillahi anael leyli ve hum yescudun;

Reading the verses of Allah doesn’t only means prostrating of reading with style; it’s all about carrying those orders to life. Reading to make those words a lifestyle can protect your honor with the guarantee of Allah. Those are the ones who never bow down to anyone except Allah.

This verse also teaches us not to wipe an entire group, an entire society altogether. Try to learn seperation the good from evil. Huzma safa, da’ma keder Take what’s best to you, then throw the rest. Take the good and throw away the bad. Peel the shell and eat the pulp. Eat the edible and thrown the rest.

This verse can be taken as a reference for not condemning an entire race, society or religion. Calling a group entirely bad or entirely good is not possible.

114-) Yu’minune Billahi vel yevmil ahiri ve ye’murune Bil ma’rufi ve yenhevne anil munkeri ve yusariune fiyl hayrat* ve ulaike mines salihiyn;

They believe that the Names of Allah comprise the essence of their being and in the eternal life to come, they judge with the Truth and reality, they advise people against things that are contrary to Religion, and they hasten to (both material and spiritual) good. They are the righteous ones. (A.Hulusi)

They believe in Allah and the Last Day; they enjoin what is right, and forbid what is wrong; and they hasten (in emulation) in (all) good works: They are in the ranks of the righteous. (A.Yusuf Ali)

Yu’minune Billahi vel yevmil ahiri They believe in Allah and the Judgement Day. Those honorable people. Qur’an gives us a general principle on the terms of Jews scales. They too believe in Allah and the Judgement Day.

ve ye’murune Bil ma’rufi they judge with the truth and good, ve yenhevne anil munker they forbid what’s bad and wrong ve yusariune fiyl hayrat they hasten to good ve yusariune fiyl hayrat they compete with each other in good. ve ulaike mines salihiyn; they are indeed the righteous ones.

By this seperation, Qur’an teaches us how to seperate the good from the the bad, the truth from the wrong, the beautiful from the ugly, the Hakk from the superstitious and the faith from blasphemy.

Qur’an seperates the people who do Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker. So the force which takes the good from the people of the book, surely has the power to separate the bads from Muslims, right? With this verse and the previous one, Allah separates the good ones from the people of the book. The ones who do Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker. So we should realize that people who don’t do Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil munker will also be seperates from this community. Just like taking the good by seperation, this community will meet the same fate.

So who can say that this community, the last of Islamic socities, the community of Muhammad; who can say they won’t meet this seperation.

115-) Ve ma yef’alu min hayrin felen yukferuh* vAllahu Aliymun Bil muttekiyn;

The good they do will never be denied. Allah, with the Names in the essence of the protected ones, is the Aleem. (A.Hulusi)

Of the good that they do, nothing will be rejected of them; for Allah knoweth well those that do right. (A.Yusuf Ali)

Ve ma yef’alu min hayrin felen yukferuh Of the good that they do, nothing will be denied. This is an important herald, my friends. No good deeds will go wasted. vAllahu Aliymun Bil muttekiyn; Why? Because Allah knows well those people who act responsible, who know themselves and know their responsibilities to themselves. Since Allah knows all things, Allah also have the power to seperate the good from evil, seperates the ones who do Emr-i bil Ma’ruf from others, faithfuls from blasphemers, sensibles against evil from insensibles and loyal followers of truth from unfaitfuls.

116-) Innelleziyne keferu len tugniye anhum emvaluhum ve la evladuhum minAllahi shey’en, ve ulaike ashabunnari, hum fiyha halidun;

As for those who deny the reality, neither their wealth nor their offspring can protect them against Allah. They are bound to burn eternally! (A.Hulusi)

Those who reject Faith,- neither their possessions nor their (numerous) progeny will avail them aught against Allah. They will be companions of the Fire,- dwelling therein (for ever). (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne keferu As for those who reject Faith. The passage following the same path but informs us about a different group now. Innelleziyne keferu As for those who reject Faith. len tugniye anhum emvaluhum ve la evladuhum minAllahi shey’en, neither their wealth nor their offspring can protect them against Allah. Yes, their wealth or their children, none of them will provide any protection against Allah. The message here is this. If a person doesn’t defend the good, the right, the beautiful or if he doesn’t stand up against bad, evil, tyrany; it’s because of his inner attitude of “I don’t need you.” to Allah, it’s his rejectful instincts. That’s why here they are counted as the blasphemers class.

ve ulaike ashabunnari They are the people of hell. hum fiyha halidun; and they will stay there indefinitely.

The reason of the insensitive behaviours in social scale is the inner objections to Allah and the truths. Those people think short termed. Because of their short sighted visions, they fall into the illusion of their wealth, their possessions will protect them. They think that they will hold on to their wealth, their children, their positions, their small powers so that those things will provide protection when the need comes. That’s why we called them short sighted because their thoughts are always short termed.

If they could thing long termed, if they could just see the horizon, not just what’s in front of their eyes, if they could see the fars; by another perspective if they could try to gain their eternal happinesses instead of following the short paths of earthly pleasures, they could realize that they cannot do anything without Allah and anything without Allah is the empty and meaningless. A meaningless life will turn into hell eventually. That’s why they are the people of hell. Because the flames of their consciences will burn them both in this world and the afterlife.

117-) Meselu ma yunfikune fiy hazihil hayatid dunya kemeseli riyhin fiyha sirrun esabet harse kavmin zalemu enfusehum fe ehlekethu, ve ma zalemehumullahu ve lakin enfusehum yazlimun;

The example of what they spend in this servile material world (the lowest state of existence – worldly life) is like a frosty wind that strikes and destroys the harvest of a people who wrong themselves. Allah has not wronged them, but it is they who wrong themselves. (A.Hulusi)

What they spend in the life of this (material) world may be likened to a wind which brings a nipping frost: It strikes and destroys the harvest of men who have wronged their own souls: it is not Allah that hath wronged them, but they wrong themselves. (A.Yusuf Ali)

Meselu ma yunfikune fiy hazihil hayatid dunya What they spend in the life of this world kemeseli riyhin fiyha sirrun is like a frosty wind esabet harse kavmin zalemu enfusehum fe ehlekethu, a wind that strikes and destroys the harvest of a people who wrong themselves. This is the definition of Qur’an.

So what is that thing which reminds a frosty wind that destroys the harvest of people who wrong themselves? It’s their attitudes against Allah. Those are the things they spend for this worlds life.

As in the real things they spend are the things they used to call happiness, future, salvation.

Their situations are like a person who watches a frosty wind destroying their great harvest.

ve ma zalemehumullahu It’s not Allah who wrong them. ve lakin enfusehum yazlimun; in fact the only ones who wrong them are themselves.

118-) Ya eyyuhelleziyne amenu la tettehizu bitaneten min dunikum la ye’lunekum habalen, veddu ma anittum* kad bedetil bagdau min efvahihim* ve ma tuhfiy suduruhum ekber* kad beyyenna lekumul ayati in kuntum ta’kilun;

O believers… Do not befriend those other than your kind (those who are not of your faith and belief). (They) wait for an opportunity to harm you and seeing you in hardship makes them happy. Do you not see how their adversity overflows from their mouths! And what they conceal inside (their hearts) is even bigger. Thus, we clearly inform you of the necessary signs. Use your reason (evaluate). (A.Hulusi)

O ye who believe! Take not into your intimacy those outside your ranks: They will not fail to corrupt you. They only desire for you to suffer: Rank hatred has already appeared from their mouths: What their hearts conceal is far worse. We have made plain to you the Signs, if ye have wisdom. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu o you who have faith, la tettehizu bitaneten min dunikum Do not befriend (trade secrets with) those other than your kind la ye’lunekum habale They wait for an opportunity to harm you.

I choose to translate the bitane in this verse as trading secrets. Because it really is, the word comes from the root of Batm and it means belly. Putting someone in charge inside of a person. This definition by calling gets this meaning of the word bitane. That’s why I find it more accurate.

The verse says don’t befriend with the people of other kind on a level of trading secrets. We don’t need to explaing that befriending here means giving all your hidden thoughts and secrets. In that sense we can understand the 8 and 9th verses of Mumtahine. Those verses are saying;

[8-Allah does not prevent you from being kind and just to those who have not fought you on account of religion and who have not expelled you from your homes. Indeed, Allah loves those who are just (who give everything its due right).

9-Allah only forbids you to befriend those who have fought you on account of religion, who have expelled you from your homes and helped others to do so. And whoever takes them as friends, they are the very wrongdoers! (A.Hulusi)]

As we can see here Qur’an doesn’t prevent to be friends with people from other religions even heathens. It’s permitted. There’s no contradiction here. So the expression of don’t trade secrets shouldn’t be taken as don’t interact with them, don’t establish a connection with them or within the limits of Islamic lines don’t make relations with them. No, the meaning of trading secrets should be understood very carefully.

veddu ma anittum they enjoy everything that troubles you. kad bedetil bagdau min efvahihim their hatred overflows from their mouths. ve ma tuhfiy suduruhum ekber what they hide in their hearts are much worse.

Dear friends, if you can’t see this just look around you, you can easily understand what this celestial speech is trying to say. For some people their hate overflows from their mouths and if you can open their hearts, what you find there will be much worse. Should we necessarily need to go to the days which Qur’an had arrived?

Should we need to look into the society that Qur’an firstly revealed? Just look at our time. Look at those people who cannot stand you, to Allah, to Islam, to faith, to believers and all in all to all muslims, look how their hatred really overflows from their mouths.

If you could have the power to listen to their hearts, what you find there will be much bigger that they express. It’s like a pressure cooker that boils the content of a foseptic swamp. If you cook the content of a foseptic swamp in a pressure cooker, what do you think will overflows from that cooker? Of course that will be the hatred. Here, Qur’an makes a great metaphor and informs us about the people who can still be around us these days.

People whose mouths overflows with hatred and nourish a worse hatred in their hearts. The enemies of Allah, enemies of Faith and enemies of Islam.

kad beyyenna lekumul ayat (we explained these to you via several signs) This verse is one of those signs. This verse that we translated is one of the great lights which illuminates the peoples real thoughts. Ela ya’lemu men halak.. (Mulk/14) Doesn’t Allah know about their creatures? Know human from Allah. Know the blasphemy and the faith from Allah’s explanations. The best source that have the knowledge about humans has been explaining about them. So if you have questions about how you should know them, percieve them, notice them; Qur’an explains them all. We gave you those signs. A verse is a sign in that sense. in kuntum ta’kilun; If you can use your minds, your reasons.

119-) Ha entum ulai tuhibbunehum ve la yuhibbunekum ve tu’minune Bil Kitabi kullihi, ve iza lekukum kalu amenna* ve iza halev addu aleykumul enamile minel gayz* kul mutu Bi gayzikum* innAllahe Aliymun Bizatis sudur;

You are such people (of belief) that (due to the reality you believe in) you like them. Whereas they do not like you (because you do not share their faith)! You believe in all of the knowledge of reality. When they see you they say, “We have believed”; but when they are left to themselves they bite their fingertips in rage. Say, “Perish in the fire of your rage!”… Most certainly Allah, as the very essence of your being with His Names, knows what you conceal within. (A.Hulusi)

Ah! ye are those who love them, but they love you not,- though ye believe in the whole of the Book. When they meet you, they say, “We believe”: But when they are alone, they bite off the very tips of their fingers at you in their rage. Say: “Perish in your rage; Allah knoweth well all the secrets of the heart.” (A.Yusuf Ali)

Ha entum ulai tuhibbunehum (Assume that) You are such people who like them ve la yuhibbunekum ve tu’minune Bil Kitabi kullihi but they don’t like you even you believe the whole of the Book.The introduction still continues. Qur’an continues to define the enemies of faith to us. Even you love them, they don’t love you.

There’s another interesting explanation here. ve tu’minune Bil Kitabi kullih even you believe the entire Book, this phrase of vav, vav-i haliye, we can translate it as the entire verses, all of the revelations. You believe he truths they carry and transfer. Because in every ideology, every belief there are some pieces of truth and a true believer accepts the truth wherever it may be or whoever it may come from. Even the person in front of him is his adversary, his enemy, if that man carries a piece of truth, faith demands to accept that truth in faiths honor. A true believer does that but an enemy of faith cannot. Even they know the truth they deny it. So this words are for a meaning for their definitions.

ve iza lekukum kalu amenna when they are with you they say, “We believe.” ve iza halev addu aleykumul enamile minel gayz* but when they are alone they bite their fingers out of their grudge to you Yes! addu Bite. They bite their own fingers because of their hate, their grudge for true believers.

Qur’an draws a magnificent picture here. And it doesn’t say a thing after them, it says “Tell them.” Qur’an wants us to address those people like this. kul mutu Bi gayzikum* “Die in your hatred.” tell those people this. Die in your hatred. It doesn’t make any difference for them since their hatred become their own religions. kul mutu Bi gayzikum Tell them. “Die in your hatred.” innAllahe Aliymun Bizatis sudur; Allah knows all things including what’s inside of your hearts.

120-) In temseskum hasenetun tesu’hum* ve in tusibkum seyyietun yefrehu Biha* ve in tasbiru ve tetteku la yedurrukum keyduhum shey’a* innAllahe Bima ya’melune muhiyt;

When a good thing happens to you, it grieves them; but, when an affliction befalls you, they rejoice. If you persevere and protect yourselves, their plot will never harm you. Most certainly, Allah encompasses what they do (without the concept of locality). (A.Hulusi)

If aught that is good befalls you, it grieves them; but if some misfortune overtakes you, they rejoice at it. But if ye are patient and do right, not the least harm will their cunning do to you; for Allah Compasseth round about all that they do. (A.Yusuf Ali)

In temseskum hasenetun tesu’hum Qur’an continues its descriptions. If any good befalls you, it grieves them. This is in fact a great differention paper that can seperate and identify the people who are enemies of Allah, faith and Islam. They grieve when anything good happens to true believers and feel good if any harms come to them. Don’t force yourselves to name this. Qur’an does, this is what they are.

In temseskum hasenetun tesu’hum If aught that is good befalls you, it grieves them; ve in tusibkum seyyietun yefrehu Biha but if some misfortune overtakes you, they rejoice at it.

Dear friends we have lived this everyday. The Palastine incidents, Chechnya and Boslia incidents. Don’t you see? Some newspapers, some TV channels; it’s pretty obvious what side they are on. While the entire countries has suffered the fate of genocide, they look right into your eyes and support to murderers.

Or in Afghanistan situation, even in this country some press and broadcasting agencies support the invading forces just because the afghans are muslims.

Also in Bosnia situation, in this country some press and broadcasting agencies, newspapers and tv channels tried to do whatever they can to cut the helps from us to them, they start campaigns just to stop the people in our country to support our brothers in need there. You can see it there. If anything bad happens to you, they feel joy. Just like Serbians there. If the serbian press writes something, this would be the level of their hatred. That’s why somethimes I got confused whether I watched a serbian news channel or some of our own. Interesting, was it not?

But it seems it’s not that interesting since this truth is informed 1400 years ago. A celestial truth. What it forces them to act is not what they have but the blasphemy in their hearts. As a true believer you cannot do that, even if you want to. But he can do it without ever knowing because the hatred overflows from their mouths.

ve in tasbiru ve tetteku la yedurrukum keyduhum shey’a But if you resist – I translate the patience here as resistance- But if you resist and defend yourselves with consciousness, then their traps won’t be able to hurt you. This is the greatest truth of history, my friends. If you resist on the truth and surround yourselveswith the consciousness of Allah, then no one can harm you with their traps.

innAllahe Bima ya’melune muhiyt; Why? The answer is here. Because Allah encompasses everything, because you have a helper as Allah. In your accounts Allah is always a plus.

121-) Ve iz gadevte min ehlike tubevviul mu’miniyne meka’ide lil kital* vAllahu Semiy’un’Aliym;

And remember when you left your family in the early morning to post the believers at their suitable stations for the battle. Allah is the Sami, the Aleem. (A.Hulusi)

(Remember that morning) thou didst leave thy household (early) to post the faithful at their stations for battle: And Allah heareth and knoweth all things: (A.Yusuf Ali)

Ve iz gadevte min ehlike tubevviul mu’miniyne meka’ide lil kital And remember when you left your family in the early morning to post the believers at their suitable stations for the battle. vAllahu Semiy’un’Aliym; And Allah hears and knows all things. Qur’an starts to describe another thing in this passage, more truly reminds an incident.

122-) Iz hemmet taifetani minkum en tefshela, vAllahu Veliyyuhuma* ve alAllahi fel yetevekkelil mu’minun;

Then, two groups among you began to lose their courage. But Allah was their Waliyy. Let the believers place their trust in Allah (believe that the Name Wakil in their essence will fulfill its function). (A.Hulusi)

Remember two of your parties Meditated cowardice; but Allah was their protector, and in Allah should the faithful (ever) put their trust. (A.Yusuf Ali)

Iz hemmet taifetani minkum en tefshela The event continues here. Allah knew that two groups among you began to panic. Knew. The day you stepped outside from your house to arrange the true believers into battle formations, Allah knew Rasulallah’s intentions, Qur’an informs us this fact. It also informs us another thing. Two groups among true believers began to panic.

vAllahu Veliyyuhuma Yes, but Allah was their protector. Two groups mentioned here are Sons of Seleme from Evs and Sons of Harise from Hazrech. As you remember these verses are brought down during the battle of Uhud. Uhud battle was the first heavy test of tue believers of Islam. So during that battle these two groups were fighting beside Rasulallah. But two small tribes and their enemies were 10000 people. 10000 enemies against 700 believers. There were 1000 but 300 had left. So 700 against 10000.

This number, this odds, this overwhelming differences, naturally some tribes were about to panic. The fear got over them and started to look for reasons to back off. But at last minute Allah gave his blessing to the hearts of sons of Seleme and Harise and they decided to stay and fight aside Rasulallah.

The verse reminds us that incident. To show us how Allah backs us. How Allah supports a true believer and his causes. Those are the soldiers of Allah. To forces which wishes to leave from your side, Allah lifts their hearts and keeps them aside you.

ve alAllahi fel yetevekkelil mu’minun; true believers should only trust Allah and put their faiths to Allah.

This sentence strengthens the translations I just did. They should trust Allah, so that Allah supports them. If you put your faith to human, they fall. If you put your faith to a specific tribe, maybe that tribe will be the first one to bail. If you put your trust to your weapon, it will stuck. If you trust your money, you will fall into a situation that money cannot help you. But if you start your way by trusting Allah, know that Allah’s support will reach to you.

123-) Ve lekad nasarakumullahu Bi bedrin ve entum ezilletun, fettekullahe leallekum teshkurun;

(Truly) when you were in a weak and helpless state, Allah gave you victory at Badr. Then protect yourselves from Allah so you may be of the evaluators. (A.Hulusi)

Allah had helped you at Badr, when ye were a contemptible little force; then fear Allah. thus may ye show your gratitude. (A.Yusuf Ali)

Ve lekad nasarakumullahu Bi bedrin ve entum ezilletun, fettekullahe When you were in a weak and helpless Allah gave you victory at Badr. Then know your responsibilities to Allah.

They help in Badr is reminded to us. Let’s remember the lack of balance in the Badr Battle, the horrible gap between the army of true believers a group of 300 people against the army of infidels which are well-equipped over 1000 people. Not naive either, they were well experienced and yet the true believers, the muslims stood victorious over them. So just no one should say that the victory is his, Allah reminds us the help in Badr battle.

en yumiddekum Rabbukum Bi selaseti alafin minel Melaiketi munzeliyn; Your Rabb! fettekullah Then protect yourselves, know your responsibilities to Allah leallekum teshkurun; Be among the gratefuls.

The victorious results of human actions are from Allah, this is a condition of Islam. Because no matter you think the owner of an action is his doer, the real owner of the action if the creator of that doer, Allah. That’s why you should thank not to your arm but to Allah who gives strength to your arm. Allah keeps a man stand victorious if he declares his victory is from Allah. But to those who keeps his victory to himself, Allah leaves them alone. Eventually he will fail.

124-) Iz tekulu lil mu’miniyne elen yekfiyekum en yumiddekum Rabbukum Bi selaseti alafin minel Melaiketi munzeliyn;

Remember when you told the believers, “Is it not sufficient for you that your Rabb reinforces you by the disclosure of three thousand angels?” (the manifestations of some of the forces of the Names through the believers to bring about courage and perseverance to struggle). (A.Hulusi)

Remember thou saidst to the faithful: “Is it not enough for you that Allah should help you with three thousand angels (Specially) sent down?” (A.Yusuf Ali)

Iz tekulu lil mu’miniyne elen yekfiyekum Remember when you told the believers, “Is it not enough for you?” What is not enough for us? en yumiddekum Rabbukum Bi selaseti alafin minel Melaiketi munzeliyn; three thousand angels which Allah sent down. Isn’t that enough?” you said.

From this verse we undertand that Rasulallah was trying to encourage the true believers and giving promises right before battle. So it’s logical and reasonable for Rasulallah to remind them about this incident in Badr right before the Uhud battle started.

125-) Bela in tasbiru ve tetteku ve ye’tukum min fevrihim haza yumdidkum Rabbukum Bi hamseti alafin minel Melaiketi musevvimiyn;

Yes… If you endure and protect yourselves, even if the enemy strikes you suddenly, your Rabb will reinforce you with five thousand angelic forces from the Names within your essence. (A.Hulusi)

“Yea, – if ye remain firm, and act aright, even if the enemy should rush here on you in hot haste, your Lord would help you with five thousand angels clearly marked. (A.Yusuf Ali)

Bela in tasbiru Definitely yes. If you resist and endure.ve tetteku If you defend and protect yourselves ve ye’tukum min fevrihim haza When the enemy attack you suddenly yumdidkum Rabbukum Bi hamseti alafin minel Melaiketi musevvimiyn; your Rabb will reinforce you with musevvimiyn. Musevvemin means marked with glory. As in marked with the essence.

I translate this part as marked with glory. Your Rabb will reinforce you with five thousand angelic forces marked with glory. The previous verse it was 3000, now it’s 5000. Even in one of the verses in Qur’an about the battle of Badir, it’s 1000 angels. But in fact none of these numbers should be taken as literal meaning. Because all of these words point to one thing. Allah will help indefinitely to those who endure and protect themselves.

126-) Ve ma caalehullahu illa bushra lekum ve li tatmeinne kulubukum Bihi, ve men nasru illa min indillahil Aziyzil Hakiym

Allah did this as good tidings for you and to reassure you of the forces contained in your hearts (essence). Help is only from Allah, the Aziz and the Hakim. (A.Hulusi)

Allah made it but a message of hope for you, and an assurance to your hearts: (in any case) there is no help except from Allah. The Exalted, the Wise: (A.Yusuf Ali)

Ve ma caalehullahu illa bushra lekum ve li tatmeinne kulubukum Bihi Allah made it but a herald of hope for you, and an assurance to your hearts. This notion confirms the translation I just made. As in Allah gives assurances via the prophet to true believers to calm their hearts. Of course Allah keeps His promises. But it wouldn’t be true to take them literally. Allah keeps all promises to true believers all in different forms.

ve men nasru illâ min ındillahil Aziyzil Hakiym There is no help except from Allah. The Exalted, the Wise.This verse is the witness of prophet that he was giving those promises as a result of a divine inspiration.

127-) Li yakta’a tarafen minelleziyne keferu ev yekbitehum feyenkalibu haibiyn;

And (Allah did this) to cut off (destroy) a part of the deniers of reality, and to make the other part turn back, abased. (A.Hulusi)

That He might cut off a fringe of the unbelievers or expose them to infamy, and they should then be turned back, frustrated of their purpose. (A.Yusuf Ali)

Li yakta’a tarafen minelleziyne keferu Why? So that Allah might cut off, destroy a part of the deniers ev yekbitehum exposed and decreased feyenkalibu haibiyn and they should then be turned back, frustrated.

128-) Leyse leke minel emri shey’un ev yetube aleyhim ev yuazzibehum feinnehum zalimun;

It is not for you to judge; He will accept their repentance if He wills, or cause them suffering. For indeed, they are the wrongdoers. (A.Hulusi)

Not for thee, (but for Allah), is the decision: Whether He turn in mercy to them, or punish them; for they are indeed wrong-doers. (A.Yusuf Ali)

Leyse leke minel emri shey’un Right here at the second to last verse of this passage Qur’an takes attention to a different point in order to make a summary and says Leyse leke minel emri shey’un It’s not for you to judge o Muhammad. This is a direct response to Rasulallah. The punishment, it’s not for you to decide.

About what? ev yetube aleyhim the “ev” here comes commonly as the “or” but not always gives this meaning. It may give the meaning of “vav” or may come with other meanings. The “Ev” here, we must think it as a common meaning. It’s not up to you to decide whether their repetances would be accepted by Allah ev yuazzibehum feinnehum zalimun; or deciding about their punisment. Yes. feinnehum zalimun; because they are indeed the tyrants themselves.

Interesting, some firm hadiths indicate that at the battle of Uhud, prophet had made a bad pray to the leaders of the infidels. These hadiths are in both Muslim and Ibn Hambels Hadith Books. Also in some historical records it seems true that Rasulallah had made prays to the infidels at Uhud.

Also in some sources like Es Sira and Kurtubi translations, there is a note about this. Just at the ends of the battle, infidels were gaining over true believers, when Rasulallah was surrounded by enemies and defended by just a bunch of people, Rasulallah’s sacred teeth was broken and face hurt, the believers were expecting a bad pray from Rasulallah. At that moment Rasulallah had raised his hands. The people around him may thought “Now they are done, they will meet their doom because the pray of a prophet will never be left unanswered.” But contrary to the expectations Rasulallah made a completely different pray. Many translations and historical sources have written those words as this.

– Allahumme magfirli kavmi My Allah forgive this people Vahdihim guide them innehum la yagrifun because they don’t know what they are doing.

This pray can only be done by a prophets compassion. Only a person who can fill his heart with humanity could say those words. Only Muhammad (p.b.u.h) the prophet who gave his life to spread the words of Islam to humanity in order to help them find true happiness; only him could say those words. My Allah forgive this people, guide them, because they don’t know what they are doing.

How can we seperate these two different and yet similar stories, if you ask; it’s not that hard. I believe Rasulallah made the bad pray to the leaders of infidels when they killed Hamza, Rasulallah’s uncle. Because there was a brutal murder on that scene. Internal organs was cut open, his nose and lips and ears were cut. Rasulallah found his uncle like that and that’s when he made that bad pray, the moment he saw his uncle in that position. But the normal pray, that was for the group that were oblivious to their own actions. Rasulallah made the distinction like that.

…fekatilu eimmetelkufri (Tevbe/12) Qur’an says, fight with the leaders of blasphemy. As in Qur’an made the seperation between the leaders of infidels who are well aware of what they do and the unaware, uneducated groups who are completely oblivious to their own actions. Qur’an makes its evaluation basing on that criteria; those who know what they do when they choose the side of blasphemy and those who are there without knowing why. In fact this wonderful distinction should be in our lives even today. We should make our judgements like this to those who learn Islam, not from Islam’s friends but it’s enemies.

In the eras when Islam hasn’t been the leader of a land but a prisoner, people are forced to act over the assumptions and naturally turn their backs to Islam mostly, it is said that don’t make your judgements just yet. First help them learn Islam from Islam’s friends. Make it happen. When you do, you will see that most of them will be the closest friends of Islam. Because they had been taught Islam from Islam’s enemies. They had learnt wrong. They were the enemies of not the real Islam but the Islam which their fathers known. That’s why you shouldn’t judge any person until he learn the Islam from it’s true friends. feinnehum zalimun; Because they are indeed the tyrants themselves, as we had said.

129-) Ve Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* yagfiru limen yeshau ve yuazzibu men yesha’* vAllahu Gafur’un Rahiym;

Whatever is in the heavens and the earth belongs to Allah (they exist and subsist with His Names). He forgives whom He wills, and causes suffering to (enforces the consequences of the actions of) whom He wills. Allah is the Ghafur, the Rahim. (A.Hulusi)

To Allah belongeth all that is in the heavens and on earth. He forgiveth whom He pleaseth and punisheth whom He pleaseth; but Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)

Ve Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* Whatever is in the heavens and the earth belongs to Allah yagfiru limen yeshau ve yuazzibu men yesha’* He forgives whom He wills, and causes suffering to whom He wills, vAllahu Gafur’un Rahiym; but Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful.

130-) Ya eyyuhelleziyne amenu la te’kulurRiba ad’afen mudaafeten, vettekullahe leallekum tuflihun;

O believers, do not consume the doubled and multiplied return of usury (loansharking is forbidden)! Protect yourselves from Allah (for He will definitely subject you to the consequences of your actions) so you may be emancipated! (A.Hulusi)

O ye who believe! Devour not usury, doubled and multiplied; but fear Allah. that ye may (really) prosper. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O you who believe, who have the claims of belief, if you want to prove your claims la te’kulurRiba ad’afen mudaafeten Don’t devour usury doubled and multiplied.

This verse is the first verse which bans the usury. Actually before that the 39th verse in the sure of Rum, the topic of usury is mentioned but it was in a neutral state. It is showed neither as a bad thing or a good thing there. But at the first time here, the usury is restricted. The foundation of usury restriction is based on a single truth that is accepted by every religions. A gain without right is sin.

Usury is a tool for slavery and Islam is against devouring a persons rights entirely. That’s why usury is restricted. Vettekullah know your responsibilities leallekum tuflihun; defend yourselves so that you may reach happiness.

If you ask why this verse comes here, what is the reason of arrival of this verse, according to Kaffari, they were envying the Meccans. Razi explained this situation basing on Kaffari’s records.

Believers were in envy to Meccans because they were much more well-equipped and those equipments were funded by financial power. Most of those power was coming from usury money. They thought “If we have more money, we might be more strong. So, should we start to use usuries as well? Kaffari says, that thoughts were the reason of arrival of this verse in the battle of Uhud. So I believe the message in this verse has this reason.

According to the records, Rasulallah had given instructions to the archers before battle of Uhud. They were in a key position to prevent the siege from back so 50 archers were positioned above a hill. Their instructions was “Even if you see vultures coming down on your enemies carcasses, you won’t leave this very spot.” said Rasulallah.

But what did they do? After the first wave of attack in Uhud Battle, they army of heathens suffered a defeat. The archers who saw their retreat left their spots and run for the loot except a few. They disobeyed Rasulallah’s instructions and made a run for the loot. At that point, heathen armys commander Halit bin Velid gave a command to make a siege and hit the believers from their back. Victorious Muslims turned into a defeated state in a short time.

Scholars say the thoughts of those archers which left their places, disobeying Rasulallah’s orders and their run for the loot are the thoughts of usury. They know that bankers, loansharks of Madinawere using hight rated usuries and since they have a chance to get a massive loot, they left their spots to get their hands on them so that they may turn those items to credit. Also this verse puts restriction to usury right at the same time of Uhud Battle.

131-) Vettekunnaralletiy u’iddet lil kafiriyn;

Protect yourselves from the fire that is prepared for the deniers of reality. (A.Hulusi)

And fear the Fire, which is repaired for those who reject Faith: (A.Yusuf Ali)

We finished the riba verse. vettekullahe leallekum tuflihun; be responsible so that you may reach happiness. We studied that.

Vettekunnaralletiy u’iddet lil kafiriyn; Protect yourselves from the fire that is prepared for infidels. It’s almost set equal eating usury and getting into fire.

132-) Ve etiy’ullahe ver Rasule leallekum turhamun;

Obey Allah and the Rasul so you may reach a state of grace. (A.Hulusi)

And obey Allah and the Messenger; that ye may obtain mercy. (A.Yusuf Ali)

And obey Allah and the Rasul, so that you may get mercy.

At this point Allah make a connection between the incident at Uhut and how it was meant the riot against Allah and Rasul and how the biggest reason for that riot is about love for earth and material things. What is the antidote for that unhealthy love? What is the best solution to prevent this earthly bounded behaviours? What should a muslim do to keep himself become afflicted with that desires? The answers of these questions will be replied in our next lessons.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.
Esselamu aleykum.



ESMA DERSLERİ (15-1) (ER RAHÎM)

$
0
0

327

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni

Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr.

Rabbim hayırla başlat hayırla tamamlat. Rabbim kolay getir güç kılma

Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. (İsra/80)

Rabbim bizi girdiğimiz yere sadakatle, sana sadakatle, Kur’an a sadakatle, hakikate sadakatle, adalete sadakatle girdir, çıktığımız yerden de sana, kendimize, imana, Kur’an a hakikate sadık olarak çıkart. Bize bu sadakati sürdürecek bir güç ver ya Rabbi, akli dirayet ver ya Rabbi, irademize dirayet ver ya Rabbi ve bize dirayet ver ya Rabbi. Amin, amin, amin..!

Değerli dostlar 15. Esma ül Hüsna dersimiz inşallah Er Rahîm ismi ile devam edecek. Malûmunuz Esma ül Hüsna âlemlerin Rabbinin bize uzattığı bir gök ipidir. İnsan aklı Allah’a miraç edebilir fakat bu aklın miracı için tutamak noktaları, bir koordinat lazımdır. Yani akıl Allah’ı mutlaklığı içinde kavrayamaz, çünkü mukayyettir. Sonsuzluğu içinde kavrayamaz çünkü sonsuzdur, sınırsızlığı içinde kavrayamaz çünkü sınırlıdır. Sınırlı olan sınırsız olanı nasıl kavrasın, mukayyet olan mutlak olanı nasıl kavrasın. İnsan onun için Allah deyince titrer Allah der de titremez mi. Eğer ne dediğini bilse, ağzından çıkanı kulağı duysa, söylediği kelimenin ağırlığını hissetse hücreleri fırlardı yerinden. Dudağından bir Allah çıkarken her bir hücresinden milyonlarca Allah çıkar. Ama hissettiğimiz kadarız işte, anladığımız kadarız işte, duyduğumuz kadarız O zaman eğer anladığımız kadarsak daha fazla anlarsak daha fazlayız.

İnsan bilmediği anlamadığı bir Allah’a nasıl kulluk eder nasıl yalvarır. Dua vardır insanın kulağına bile gitmez, dua vardır arşa çıkar. Dua vardır b ir kağıdı bile titretmez, dua vardır arşı titretir. Peki nasıldır, neden öyledir, neden dualar farklıdır, neden Zekeriyya; Rabbi heb liy min ledünKE zürriyyeten tayyibeten, inneKE Semiy’ud du’â. (A.İmran/38) Rabbim kendi katından bana bir yavru ver, sen duaları işitensin dediği zaman anında arşa çıkıverdi, anında bağlantıyı kurdu, anında ilişkiye geçiverdi, anında duyuruverdi.

Neden biz de dua ederiz de bizim çoğu duamız çıkmaz, neden frekansı yakalayamayız, neden hattı kuramayız. Bazen şifreyi bilmediğimiz için, Bazen hatlar karışık olduğu için, bazen saptırıcılar, karıştırıcılar olduğu için, parazit olduğu için, bazen de hat kesik olduğu için kuramayız, ulaştıramayız. Onun için dua edenin duası tutar. Duası tutmayan dua etmiyordur. Dua etmek aklınıza geleni istemek değildir kafanıza geleni talep etmek değildir. Aslında istediğinizi gerçekten isteseydiniz, istediğiniz de sizi isterdi.

Ama bu konuda bir garantiniz var, siz onu istemeseniz de onun sizi istediği bir garantiniz var; Allah. O zaman Allah’ı isteyin çünkü Allah sizi istiyor bu garanti, burada tereddüt yok. En büyüğü isteyin gerisi promosyon olsun, gerisini avuçlarınızda bulun. En büyüğü isteyin zaten O’na aitsiniz ve O’na ait olduğunuzun bilincinde olursanız gerisi gözünüzde küçülecektir göreceksiniz. Zannederdim ki benim kendim için istediklerim benim için hayırlıdır, Fakat anladım ki O’nun benim için istedikleri benim için hayırlıymış. O zaman ya Rabbi sen benim için ne istiyorsun. Ben benim için her zaman hayırlıyı isteyemeyebiliyorum hatta çoğu zaman hayırlı olanı istemiyorum. Bir insana bela olarak istediğinin verilmesi yeter.

Siz bana katılıyor musunuz bu konuda? Vallahi öyle, hayatınızı bir film şeridi gibi gözünüzün önünden geçirin, bir zamanlar neler istediniz. Bir insana bela olarak istediğinin verilmesi yeterli, çünkü istemeyi öğreninceye kadar çok zaman geçiyor, hatta bir ömürde bile öğrenemiyor.

Ne diyordu Hz. Alî (k.v.) Ben O’nun Allah olduğunu her istediğimi vermemesinden öğrendim. Eyvallah..! B en O’nun Allah olduğunu her istediğimi vermemesiyle tanıdım. Aman Allah’ım bu cümleyi kurabilmek için adamın çok ekmek yemesi lazım, Allah’ı tanımış olması lazım. Bu cümleyi kurmak kolay mı, hatta bu cümleyi söylemek kolay değil. İnsanın içi çamaşır gibi sıkılıyor. Ben O’nun Allah olduğunu Her istediğimi vermemesinden anladım, tanıdım. Eyvallah..! Onun için her istediğini vermesi insan için beladır.

Ya Rabbi sen bize bizim ihtiyacımız olanı istet, çünkü biz gerçek ihtiyacımız olanın farkında değiliz, çünkü biz aslında neyi isteyeceğimizi bilmiyoruz. Eğer bilseydik zaten istediğimiz de bizi ister, aradığımızda bizi arar ve bulurdu zaten. O zaman istemezdik çünkü Hasbi hâlî an sualî. Benim halim isteğim olarak yeter. Yani halime bak ya Rabbi ne ihtiyacım varsa o ortada zaten. Onun için görüyorsun ya Rabbi, biliyorsun ya Rabbi.

Belki istemen in zirvesi bu, senden seni istiyorum, evet, senden seni istiyorum. Ve rıdake matlubi ente maksudi ve rıdake matlubi. Maksudum sensin ve matlubum rızandır, talebim rızandır İstemenin zirvesi o, onu elde ettikten sonra neyi kaybedersiniz ki. Allah’ım var neyin yok, Allah’ın yok neyin var. İnsan verene kavuşursa verdiğine zaten kavuşur öyle değil mi?

Allah’ı tanımak Esma ile olur demiştik onun için. Esma ipi vesiledir. Üç meşru vesile vardır. Kur’an ın onayı ile tasdikiyle üç meşru vesile vardır bir dördüncüsü yoktur. Bir dördüncüsünü koymak Kur’an a hakaret olur.

1 – Esma ül Hüsna. Allah’ın yukarıdan uzattığı vesiledir, sebeptir, vesiledir.

2 – Salih amel İnsanın Allah’ın uzattığı ipe yapıştığı vesiledir salih amel. Salih amellerimiz vesilemizdir.

3 – Dua vesiledir.

İnsan Allah’a birini vesile kılacaksa eğer bu üçünden birini vesile kılacak, üçün de kılacak aslında. Esma ül Hüsna, Rabbimizin uzattığı vesile aklımıza vesile, akleden kalbimize vesile. Çünkü mutlak olanı ancak Esma üzerinden tanıyoruz, sıfat üzerinden tanıyoruz çünkü sıfat Rabbimizin akla nüzulüdür. Semî’, Basîr. İşiten, gören. ‘Alîm bilen, her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyi işiten. Bilme işitme görmeyi biz, bizim bilmemiz işitmemiz ve görmemizden yola çıkarak anlıyoruz.

İradeyi verirken küllî iradeden bir cüz’î irade verirken Küllî görmeden de bir cüz’î görme verdi. Küllî işitmeden de bir cüz’î işitme verdi. Dolayısıyla biz aslında O’nun verdiklerinden O’nu anlıyoruz, oradan yola çıkarak anlıyoruz, çünkü Allah hakkında düşünmenin doğru yönü doğru seyri varlıktan başlamaktır. Allah’tan başladığınız zaman ters yerden başlarsınız. Onun için Allah hakkın da sorular Allah’tan başlamalı, eserden başlamalı, sanattan başlamalı sanatkâra doğru gitmeli, eserden başlamalı müessere doğru gitmeli, fiilden başlamalı faile doğru gitmeli çünkü insan zihni böyle işler, tüme varım böyle olur. Onun için mutlak olanı kavramak ancak onun yarattığı mukayyit üzerinden giderek, onlara tutunarak olur. Zihnin kör kuyudan çıkması için bu kuyunun duvarlarında zihin parmaklarının tutunacağı çeperinde bir tutamak olması lazım. İşte o odur, zihin ancak girdiği kör kuyudan böyle çıkabilir, öyle uruç edebilir, öyle miraç edebilir. Onun için biz de burada esma derslerini zihne miraç yaptırmak için işliyoruz. Rabbimizin arştan uzattığı esma ipine tutunup Rabbimize miraç edelim diye işliyoruz, nüzüle karşılığımız miraç olsun istiyoruz. Nüzüle, inene karşılığımız çıkan olsun çıkış olsun istiyoruz Rabbim bizi buna muvaffak kılsın.

Bunun için de tabii ki Kur’an; bir numaralı kaynak diyoruz hatta tek kaynak. Çünkü Allah’ın esması ancak Allah’ın haber verdikleridir. İnsan çocuğuna bile ismi tek başına koyamıyor, eşine danışmadan koyamıyor. Koyarsa ufak kavgalar çıkıyor. Allah’a nasıl isim koyar insan, Allah’a ismi Allah koyar. Onun için Kur’andan yola çıkarak esmayı anlamaya çalışıyoruz. Bu da bizim O’na karşı olan edebimiz.

Bugün işte o esma içerisinden Allah ismi celalini işledik, Allah ismi celâli ismi has idi, has isim, O’na has. Yani ne özel isim ne genel isim, cins isim. Bu has isim. Özel isim diyemiyoruz, Ahmet özel isimdir ama birçok Ahmet vardır, Mehmet özel isimdir ama birçok Mehmet vardır onun için ismi has diyoruz bir tane Allah var. Dolayısıyla Allah sadece Allah’tır. Lâ ilâhe illallah’ın Türkçeye bir çevirisi de budur. Allah, sadece Allah’tır.

Ondan sonra Rabb ismini işledik. Çünkü Kur’an da ki nüzül sırasına göre işliyoruz. Nüzül sırasında surelerin ve ayetlerin iniş sırasında isimler nerede geçmişse oraya göre işliyoruz ilk defa. Onun için Fatiha’yı Kur’an da ilk nazil olan tam sure sayan Hz. Aişe ve onun gibi düşünenlerin görüşünü esas aldığımız için Fatiha’nın nüzülde de sırası yeri ilk baştır, Kur’an ın başıdır diyoruz. Sadece tedvinde değil, sadece elimizde ki resmi sıralamada değil, nüzülde de yeri ilk sıradır diyoruz. Niye? İlk inen tam suredir. Her ne kadar ilk inen ayetler ‘Alak suresinin ilk beş ayeti ise de tam sure olarak ilk inen sure Fatiha suresidir. Dolayısıyla Fatiha’nın yeri ümmül kitap, kitabın anası olmasıdır. O nedenle İbn. Mes’ud a sormuşlar Mushafında Fatiha niye yok? Eğer yazsaydım her surenin başına besmele gibi yazman gerekirdi. Öyle bir kanaati varmış eğer doğru ise rivayet. Kitab ül Mesahif ‘te kanıt var geçiyor.

Dolayısıyla biz bu noktada Fatiha’yı nüzülde de birinci sıraya yerleştirmek durumundayız efendimizin ümmül kitap tesniyesiyle, isimlendirmesiyle. Fatiha da eğer birinci sıraya yerleştireceksek besmeleyi Fatiha’dan sayıp saymamak konusunda 3 görüş olduğunu daha önce söylemiştim. Bendenizin İ. Azam Ebu Hanife’nin görüşü olan besmeleyi müstakil sayma, yani Fatiha’dan bir ayet saymama görüşüne yakın olduğumu meal-i şerifte de zaten tercümenin böyle yapıldığını, yani Fatiha’nın yine buna rağmen yine 7 ayet olduğunu bu elimizde ki mushafta son bir ayet olarak görünen ayetin İ. Ebu Hanife’ye göre iki ayet sayılması gerektiği sonucuna vardığımı söylemiştim. Dolayısıyla El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn isimde iki numara Rabb, ama sıfatta bir numara.

Dolayısıyla Allah’ın sıfatında ilk sıfat Rabb, Rabbil’Alemiyn. Er Rahman, Er Rahîm. Er Rahman isimde üç numara sıfatta iki numara. Sıfat olarak Er Rahîm de üç numara. Onun için bugün üçüncü sıfat olan Rahîm’i işleyeceğiz inşallah.

Er Rahîm; Önce lügavi çerçeve, biliyorsunuz usulümüz bu. Önce lügavi çerçeve, sonra nazari yani teorik çerçeve, sonra Kur’anî çerçeve, sonra ismin tecellileri en sonunda da dua ile bitiriyoruz, planımız bu. İnşaAllah Rahîm ismini işlememizde böyle olacak.

Esmayı işlerken tabii ki tam hakkını verdiğimizi nasıl söyleyebiliriz, Allah’ın esmasının hakkını hangi beşer verebilir ki biz verelim. Boyumuzu biliyoruz , Allah’ın Mustafa kulu nasıl böyle bir iddiada bulunur nasıl böyle bir şey söyler haddini bilmeyip, boyunu bilmeyip. Onun için cürmümüzü, boyumuzu biliyoruz. Sadece Ya Rabbi seni anlamaya çalışıyoruz, sana daha iyi kulluk etmek için seni anlamaya çalışıyoruz ve biz senden istiyoruz sen akla akıl nazil edersin, kalbe kalp nazil edersin, insanın içine daha büyük hisler nazil edersin, bizim kapasitemize ilave edersin istersen bunu yaparsın. Bizim de aklımıza akıl nazil et ya Rabbi diyoruz. Göğsümüzü genişlet diyoruz, aklımızı genişlet diyoruz ferasetimizi artır diyoruz. Onun için burada bu duamı tutum diye sadık bir dua olarak fiiliyata geçiriyoruz. Çünkü duanın müstecap olması o duanın fiili olmasıdır.

Budur, neden duada ellerimizi açarız? Neden, bir başka harekette yapabilirdik. Ama ilginç değil mi ellerimizi açarız ve üstelik ellerimizin açısı yüzümüzle sema arasında ki bir açıdır. Adeta ayın yansıttığı gün ışığı gibi bir ara açıdır. Neden açarız, ellerimizi gözlerimizin görmesi lazım. Ya Rabbi bu ellerden gelen her şeyi yaptım. Bu ellerin yapabileceği şeyi yaptım şimdi sana açtım. Yapacak başka bir şeyim kalmadı artık iş sende ya Rabbi. Bu ellere yağdır.

Budur. İnsanlar ellerini açarken yalan söylüyorlar. Bağışlayın, insanlar beni bağışlasın kimseye bir şey söylemedim insanlar dedim. Bu insanlara ben de dâhilim. Niye? Çünkü bu ellerden geleni yaptım diyemiyorlar. Elinden geleni yapmadı. Bazen; Allah’ım Gazze’ye yardım et, Allah’ım Filistin’e yardım et, Allah’ım Afrika da ki açlara, Allah’ım dünyada ki aç susuzlara yardım et. Bakıyorsun hanımın kolunda dirseğine kadar altın sallanıyor. Allah’ım yardım et. Allah’ın yardımı orada, burada sallanıyor. Mübarek onu görsene, orada sallanıyor.

Dolayısıyla ciddi olmak lazım. Rabbimiz b izden ciddiyet istiyor çünkü Allah hep ciddi, hiç blöf yapmadı haşa. Bizden de kulluğu ciddi ciddi istiyor. Onun için fakir Müslümanım diyene tek bir soru sorasım gelir; Ciddi misin? Bu çağın en büyük hastalığı ne olursa olsun ciddiyetsizlik. Sadece Müslümanlıkta ciddiyetsizlik değil gavurlukta da ciddiyetsizlik var. Belki de biraz Müslümanlığımızda ki ciddiyetsizlik gâvurlukta ki ciddiyetsizlikten kaynaklanıyor. Lök gibi kâfirler olsaydı lök gibi Müslümanlar olurdu. Eciş bücüş gâvurlara eciş bücüş Müslümanlar.

Biraz da öyle değil mi, yani birazda Musa’nın Musa oluşu, firavunun firavun oluşundan değil mi. İbrahim’in İbrahim oluşu Nemrud’un Nemrutluğundan değil mi. Görüyorsunuz imtihanlarımız aslında bizi büyütüyor, biraz da Mü’minlerin o iman hamlesini yapmaları Mekke’den değil mi. Mekke okulu olmasaydı Medine üniversitesi olur muydu. Ciddiyet, ciddiyet. Kullukta da ciddiyet.

Allah Rahmet etsin diyeceğim bilmiyorum, Galatasaray müdürü sakallı Celâl öyle dermiş. Cumhuriyet ilan edeceğimize keşke ciddiyet ilan etseydik dermiş. Hakikaten bu lafı söyleyen adam boş olmaz boş değil nitekim. Türkiye’nin en sıkı entelektüellerindendi, Osmanlının en sıkı entelektüellerindendi. Cumhuriyetin ilanı sırasında en sıkı entelektüellerdendi hemen müteakip dönemde, Galatasaray müdürü oldu. Ondan sonra ne yaptı biliyor musunuz? Talebelerinden biri banka genel müdürü olmuş Onun kirada oturduğunu duyunca banka adına bir daire alıp hocasına hediye etmiş. Fakat ne oturmuş, ne almış, onun gelirini ömür boyu fakirlere vermiş. Kendisi Galatasaray müdürlüğünden istifa ettikten sonra Aydın da olacak bir fabrikada işçi oldu yanlış hatırlamıyorsam.

Ciddiyet dedik te adam eğer bir davası varsa samimi olsun. Eğer yoksulları eğer işçileri savunuyorum diyorsa, yani Marksist’im diyorsa adam gibi Marksist olsun, neyi ne olacaksa. Dolayısıyla bu sözü söylemeyi hak ediyor diye düşünüyorum, Cumhuriyet ilan edeceğimize ciddiyet ilan etseydik. Eyvallah..!

Bismillah, Er Rahîm; işinde çok merhametli olan, en büyük rahmetin faili olan manasına gelir. Merhametli kelimesini Allah için kullandım birazdan izah edeceğim çünkü.

Er Rahîm fa’îl vezninden, Arapça’da vezinler vardır kalıplar yani. Bu kalıplar üzerinden fiiller türetilir. Fa’îl kalıbı Rahîm isminin kalıbıdır ve bu kalıp Arap dilinde çok özel bir kalıptır. Genellikle Arapça bilenlerimiz zannederler ki bu kalıbı fail kalıbı. Hayır bu kalıp aynı zamanda mef’ul kalıbıdır yani hem özne hem de tümleç, yani hem etken hem edilgen. Hem subje hem obje.

Dolayısıyla nasıl oluyor? Allah için nasıl olacak tabii orada çetrefilli hale geliyor. Allah’ın özne olması gayet anlaşılabilir bir şey rahmetin özne olması. Peki Allah için bu kalıpta böyle bir mana varsa bu mana Allah için nasıl izah edilecek, yani rahmetin mefulü nasıl olacak. Geleceğim oraya sadece atıf yaparak gidiyorum.

Bu fiilin sahibine isim olması için on un fiili meslek haline getirmesi lazım yani fa’îl, Rahîm dedik değil mi birine O rahîmdir dedik, siz Rahîm bir insansınız dedik; onun rahmeti meslek edindirmesi lazım. Bu ne demek? İsmi fail olması için failin adı haline gelmesi lazım, fiilinin, failin adı haline helmesi lazım, bir kere merhametli olmanız yetmez ona Rahîm denmez. Hatta iki kere merhametli olmuş olmanız da yetmez. Ömrünüzün tüm eylemlerinizin temeli merhamet olacak ki merhametin faili olasınız merhametin ismini ismi fail olarak alasınız. Bilmem anlatabildim mi, anlatmaya kudretim yetti mi.

Allah’a Rahîm derken bir kez rahmet eder iki kez rahmet eder, üç kez.. sınırlı bir rahmetin sahibine Rahîm ismi verilmez. Evet öyledir öyle de olması lazım zaten. Onun için Allah’ın Rahîm isminin bizde tecelli etmesi için merhametimize sınır koymamak durumundayız. Yani kul ne kadar yapabilirse, kul ne kadar merhametli olabilirse. Ne kadar olabilirse o kadar.

Rahmetin Allah’a isim sıfatı olması O’n un rahmeti meslek edindiği anlamına gelir ama meslek edinmek Allah için pek şık kaçmayacağından dolayı bunu kullanmıyoruz, yani bizi kullandığımız manada değil. Yani “merhamet onun ilahi mesleği haline gelmiştir.” Onun için bu gibi mecazi kullanımları vahiy kullanmasaydı biz de kullanmazdık, sünnette kullanılmasaydı biz de kullanmazdık. Ama vahiy kullanıyor, sünnette kullanılıyor. İşte arş ayetleri, efendimizin kullandığı Allah peh peh eder beh beh Allahu leh. Namazda yorgun argın gelmiş uyuyor. Uyuyor ama Allah’ın huzuruna çıkmaktan da vazgeçmiyor, randevuyu da kaçırmak istemiyor ilahi randevuyu. Fakat uyuya uyuya namaz kılıyor, kafa bir düşüyor bir kendine geliyor devam ediyor. Allah diyor meleklerine onu gösterir peh peh..! der kuluma bakın kuluma. Ve meleklerine onunla iftihar eder.

Bu bir mecaz Yani Allah peh peh..! der kula, bu bir mecaz, Rabbimizi okuyor Allah resulü. Onun için bize okumayı da öğretiyor bu mecazları bunun için kullanıyoruz. Mecaz yalanın kardeşidir diyen İbn Teymiye ye katılmıyoruz. Her türlü hürmetimiz tamam bakidir ama katılmıyoruz. Mecazsız dil olmaz mecazsız dilin tadı tuzu da olmaz. Mecazsız dilde zaten edebi bir tatta olmaz. Onun için Kur’an mecazı ağzına kadar kullanıyor zaten. O nedenle selâm gönderiyoruz üstada fakat size katılmama hakkımızı kullanıyoruz diyoruz.

Faîl vezni daha çok duyu ve duygular alanında kullanılır, rahmet te merhamette bir duygudur. Fakat Allah’ın duygusu diye bir şey söz konusu olamaz. Biz insanlar merhamet ederken duygu olarak merhamet ederiz, Allah merhamet ederken zat olarak merhamet eder çünkü O Rahman’dır.

Bakın merhamete nasıl geliyoruz şimdi, Rahman’dır, Rahman olduğu için Rahîmdir dikkat buyurun çok ince hassas yerler. Rahman olduğu için Rahîmdir. Rahîm; merhamet edilene dönük yüzü, Rahman merhamet edene dönük yüzü. Rahman zatı gösteriyor, Rahîm ise rahmet edenin fiilini gösteriyor. Onun için Allah’tan eşyaya doğru Rahîm, Zat-ı ilahiye doğru Rahman.

O zaman Rahîm oluşunun temeli Rahman oluşudur. Özünde merhametli çünkü Rahman, işinde merhametli çünkü Rahîm. Özünde merhametli demememiz lazım küçük bir yanlış yaptık Özünde rahmetli, rahmet sahibi, işinde merhametli şimdi doğru oldu, birazdan geleceğiz geldik hatta.

Merhamet; Kur’an da kullanıldığı tek yerde insan için kullanılıyor; ve tevâsav Bissabri ve tevâsav Bilmerhameh. (Beled/17) sabrı tavsiye ederler ve merhameti tavsiye ederler. ve tevâsav Bil Hakkı ve tevâsav Bis Sabr. (‘Asr/3) bu surede o var. Ama diğer Beled suresinde de bu var. Dolayısıyla burada merhamet geçiyor ve insan için geçiyor. Bir yerde merhamet o da insan için. Buda rahmet ile merhamet arasın da fark olduğu sonucuna götürür. Rahmet Allah için ve insan için de kullanılırken, merhamet sadece insan için kullanılıyor.

Burada ki fark nedir merhamet aslında alınan rahmettir. Kesp edilen demem kul için olur Allah için olmaz. Ama alınan rahmet dediğinde Allah içinde kullanabiliriz.. Peki Allah merhameti nereden aldı? Allah merhameti almadı ama Rahîm ismi merhameti Rahman’dan aldı. Onun için faîl hem ismi fail hem ismi mef’ul. Şimdi bilmiyorum geldik mi, ucunu katlayabildik mi, bir araya getirebildik mi. Güzel bir dilsellikte var lügavilikte var. Hoş bir nükte.

1 – Rahîm isminde tezahür eden merhamet, kaynağını Rahman isminden alır.

2 – Kalıbın her iki manaya da açık olmasının Allah için kullanılan Rahîm ismine yansıması, ibadete karşılık inayet. Duaya karşılık icabet, miraca karşılık nüzule benzer. Etki tepki, sebep sonuç yasaları çerçevesinde işler Rahîm’in rahimiyyeti. Rahman’ın rahmeniyyetinde etki tepki fark etmez. Bir şeye rahmet etmek için rahmaniyyet etkiye bakmaz, tepkiye bakmaz, gelene bakmaz. Her şeye rahmaniyyeti tecelli eder. Fakat rahimiyyetin tecellisi gelene bakar. Yani tahrik edilmek ister. Ya bir dua ile, ya salih bir amel ile ya iman ile tahrik edilmek ister. Onun için hem fail hem mef’uldür. Mef’uldür tahrik ister, faildir tahrikten sonra etkiye tepki olur. O nedenle Rahîm işte çift kanatlı olması bu yüzdendir.

Rahîm isminin hem öznesi hem nesnesi itibarıyla Rahman isminden ayıran şey bilinçli varlıklar için söz konusudur. Hem rahmet eden, hem rahmet edilen. Rahmet eden zaten bilinçli v arlıktır, varlıklara bilinç veren Allah’tır. Fakat rahman bilinçsiz varlığa da tecelli eder. Ama Rahîm bilinçli varlık ister. Çünkü bilinçli varlık zaten tahrik eder, dua eder, salih amel işler. Onun için hareket bilinçsiz varlıkların devinimine, amel bilinçli varlıkların hareketinedir. O nedenle amel diyoruz, ameli salih diyoruz, hareketi salih demiyoruz ama farkında mısınız? Onun için amel olması için içinde bilincin olması lazım. Fiil değil, fiilde bilinç olmayabilir ama amelde bilinç olması lazım. O nedenle bilinçli varlıklar içindir Rahîm’in tecellisi.

İsmi fail vezinlerin geçişliliği kabul eder. Ne demek bu? Geçişli biliyorsunuz müteaddi denilir Arap dilinde geçişliliğe. T’adiye eden nedir? Failin fiili mef’ul üzerinde geçecek. Yani öznenin yüklemi tümleç üzerinde kalacak. Ahmet Mehmet’i sevdi. Ahmet Mehmet’e verdi, insan kitabı yazdı. Yazma fiili kitap üzerinde kalmıştır ki kitap burada tümleçtir. Mehmet burada tümleçtir, sevme eylemi Mehmet’in üzerinde, Ahmet Mehmet’i sevdi. Zeyd Amr’a vurdu. Haydi klasik Arapçanın o vazgeçilmez cümlesini kuralım darabe Zeydün Amr’a Zeyd Amr’a vurdu. Vurma fiili Amr’ın üzerinde kalmıştır. Yani vurunca ya yüzü kızarmıştır ya gözlüğü kırılmıştır, ya bir yerine bir şey olmuştur, ya canı acımıştır vurma fiilinin bir neticesi çıkmıştır Amr’da.

Diyeceksiniz ki hocam bu Arapça da niye hep Amr dövülüyor da Zeyd hiç sopa yemiyor? Onun da hikâyesi var. Amr’ı Ömer’le ayıran şey bir vav dır. Ömer ‘ayn mim ra ile yazılır. Amr ise ayn. mim, ra, vav la yazılır. Bu ikisini b öyle ayırt ederiz. Oysaki vav ı okumayız, vav hiç seste çıkmaz. Nereden gelmiş? Hırsızlık yapmış, vav çalmış. Nereden çalmış; Davud’u da biz dâl, vav ve dâl ile yazarız. Oysa Davud diye okuyoruz iki vav okumamız lazım. Davud’un vav’ının tekini çalmış. Sen misin çalan diye ondan vururuz. Dilde bile bir adalet sağlarız verirken bile. Dolayısıyla vurma fiilinden mutazarrır olan kimdir Amr’dır, Amr’ın üzerinde kaldı, geçişli yani. İsmi fail vezinleri geçişliliği kabul eder bu bir kuraldır.

Bu şu demektir, Allah kuluna rahimiyyetiyle muamele ettiği zaman Allah’ın rahimiyyetinden bir pay kulda kalır. AllahuEkber..! Emmilu ya şebab, düşünün düşünün Allah’ın rahimiyyetinden bir pay, bir iz, bir eser kalır orada, Onun için birine Allah’ın rahmetini iletmesi onda ki merhametin de çoğalmasına delalet eder. Eyvallah..! Yani bir rahmet te kaç rahmet görüyor musunuz? Rahman ve Rahîm olan rahmet ederse merhamet ederse böyle ediyor demektir. Sadece sizin üzerinizde rahmetin tecellisi nimet olarak gözükmüyor, sizin merhametinize de bir katkı olarak gözüküyor. Eyvallah.

Nazari çerçeve, sanki bunlar nazari çerçeve değildi, daha nasıl olacak ki. İbn. Sina’ya göre rahmet insanın tabiatıyla uyumlu olan alışkanlıklarına aykırı bir durum karşısında gösterdiği infialdir diyor. Hoşuma gittiği için aldım nerden aldığımı da yazmamışım doğrusu keşke kaynağımı yazsaydım. İbn. Sina’nın kendi eserinden aldım bunu. Rahmet insanın tabiatıyla uyumlu olan alışkanlıklarına –tercüme de bana ait- aykırı bir durum karşısında gösterdiği infialdir.

Demek ki infial, ifti’al babı, mutavaat babı. Aslında nedir? Etki edersiniz etkinize tepki gösterir, infial babı budur. Onun için yani venşakkal Kamer (Kamer/1), in şakkaa, işte nasıldır? Ona biri etki etmiştir o kamer de yarılmıştır. Kendi yarılmamıştır. Onun için ona etki etmiştir o da yarılmıştır. (devam edecek)

Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ESMA DERSLERİ – 5 – ER RAHÎM (15-2)

$
0
0

328

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

(15-1) den devam.

Fakat ilahi Rahmet sadece tahrik edince tecelli etmez öyle değil mi. Sadece tahrik ile tecelli olmaz tahrik edilmeden de tecelli eder. İnsani merhamet böyle değil. Onun için ilahi rahmet Rahman isminden tahrik etmeden Rahîm isminden tahrik ederek. Onun için Bil mu’miniyne Rahıyma. (Ahzab/43) Bil mü’minine Rahmana diye dir ayet yok, Mü’minlere Rahîm’dir, niye? İman rabbimize çıkmış bir miracdır, rahmet ise Rabbimizden inen bir nüzüldür, miraca nüzul. Sen bana güvendin kulum o zaman ben de sana güveniyorum. Miraca nüzul. Onun için Rahmetin tecellisi iki türlü. Rahmaniyetin tecellisi zattan, rahimiyyetin tecellisi sıfattan bunu biliyoruz.

Birine merhamet göstermek onu küçümsemek anlamına gelir mi? Daha önce böyle bir bahis açmıştım. Çünkü özellikle seküler zihinlerden böyle bir itiraz görüyorum. Vahiyle inşa olmamış akıllardan böyle bir itiraz görüyorum, Hayır bu doğru değil. Böyle bir yaklaşım merhamet gibi insanın en soylu ve en asil duygusuna iftira etmektir. O zaman kimse kimseye merhamet duymaz eğer böyle yaklaşırsanız. Böyle bir dünya ister misiniz.
Merhamet, adalet duygusunun olmazsa olmaz bir ilavesidir. Merhamet ettiğinizi küçümsemek zorunda değilsiniz. Bazıları küçümsediğine merhamet edebilir, insanlar içinde böyleleri çıkabilir. Küçümsediği için merhamet edenler bile olabilir, ama bu her merhamet edenin merhamet ettiğini küçümsediği anlamına nasıl gelebilir. En yüksek merhamet annelerdedir evlatlarına karşı kullanırlar bunu. Anneler evlatlarını küçümserler mi dersiniz, böyle bir şey diyebilir miyiz, hangi anne evladını küçümser, küçümsediği evladı için canını ortaya koyar mı, varlığını ortaya koyar mı? Siz küçümsediğiniz biri için bunu yapar mısınız? Onun için merhamet küçümsemek değildir böyle bir yaklaşım merhamete hakaret olur.

Aksine bence merhamet büyütmektir merhamet büyütür. Merhamet büyüttüğü içindir ki Er Rahmân Allemel Kur’an. (Rahman/1-2) talimin yani eğitimin zemini merhamettir, eğitimin aslı merhamettir. Bir hocadan, bir öğretmenden ilk istenecek şey merhamet olmalıdır, merhametsiz ise onu eğitimde görevlendirmemek lazım. Bilgi daha sonra gelir, tecrübe daha sonra gelir, ihtisas daha sonra gelir. Bir numaralı eğitimin şartı merhamet olmalıdır Er Rahmân Allemel Kur’an o sonsuz rahmet sahibi Kur’anı öğretti. Öğretti yani, neyi öğretti? Daha sonra. Öğretti Kur’anı, ama önce sonsuz merhamet sahibi. Bir şeyi öğretecekseniz önce merhametli olun. Merhametle öğretirseniz öğrettiğinize sadece bilginiz geçmez çünkü sizde Rahman olamazsınız ama Rahîm olabilirsiniz.

Allah Resulü için Kur’anda kullanılıyor Bil mu’miniyne Raûfun Rahıym. (Tevbe/128) Mü’minlere karşı Raûf’tur şefkatlidir, merhametlidir ve insan için kullanılıyor. ResulAllah için kullanılıyorsa insan içinde kullanılıyor. Dolayısıyla sadece bilginiz yetmez merhametiniz de geçer. Onun için İslâm da eğitim sadece bilgi aktarmak değildir, İslâm da eğitim ahlâk ta aktarmaktır. Bilginin ahlâkı bilgiden önce gelir. Zaten ahlâksız bilgi sahibini insan olarak büyütmez. Bilgisi arttıkça insanlığı, bilgisi arttıkça erdemi, bilgisi arttıkça fazileti artmıyorsa ne işe yarar. Onun için bizde bilgi ahlâkı bilginin kendisinden önce gelir.

Bugünkü bilginin ahlâkı yok bilgiyi veriyorlar ama ahlakını vermiyorlar. Bilgiyi verip ahlâkını vermedikleri için çok bilmesi çok erdemli anlamına gelmiyor. Bilgisi arttıkça insanlığı artmıyor, sıkıntı da buradan çıkıyor. Hatta bilgisi arttıkça şeytanlığı artıyor sıkıntı da buradan geliyor.

Kur’anî çerçeve, sayılarla Rahîm ismi. Bu bölüm biraz sıkıcı olabilir çünkü rakamlar konuşacak ama ne yapalım ki bu ders böyle.

Sıfat olarak Rabb ve Rahman’dan sonra üçüncü sırada isim olarak 4. Sırada geldiğini söylemiştim. Rahîm ismi Kur’an da 95 yerde geliyor. Tevbe/128. Ayette Hz. Peygamber için kullanılıyor. Le kad câeküm Rasûlun min enfüsiküm aziyzun aleyhi mâ ‘anittüm hariysun aleyküm hariysun aleyküm. (Tevbe/128) son iki ayette zaten aynı konuda Le kad câeküm Rasûlun min enfüsiküm kendi içinizden size bir elçi geldi aziyzun aleyhi mâ ‘anittüm sizin başınıza telafisi zor bir şey gelmesi onu çok üzer, çok sıkıntıya sokar. Yani üzerinize onun için çok titrer hariysun aleyküm sizin üzerinize çok titrer Bil mu’miniyne Raûfun Rahıym çünkü o müminlere Raûf’tur şefkatlidir, merhametlidir.

Rabbimiz kendine ait iki ismi Resulü için de kullanıyor. Bu insan içinde kullanılabileceğine delalet eder. Dolayısıyla burada Allah resulü için kullanılıyor ama 95 yerde Allah için. Besmeledeki de dahil edilirse 208 e çıkıyor bu rakam. BismillahirRahmanirRahıym 113 kez surelerin başında geçenlerle birlikte. Neml suresinde kini de sayarsak 114 olur, (Diğer ayetlerde geçen isimlerle birlikte besmele de dahil edilirse 208 e çıkar.) 4 ayette ErhamurRahîmiyn olarak geliyor merhamet edenlerin en merhametlisi. Peygamberlerin duası sadedinde geliyor dördünde de. Bu dört ayette ki peygamberler Hz. Yakub, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Eyyub.

Tesadüf mü? Hayır. Eyvallah..! Hz. Yakub evladıyla sınandı, merhamet timsali idi gözlerini kaybetti, en sevdiği evladıyla sınandı. Onun için ve kale ya esefa alâ Yusuf. (Yusuf/84) Yusuf’un üzerine titreyen yüreğim vay..! Diyordu. Oradan aslında bize Kur’an ın verdiği örnek. Bakın aslında bir peygamberle karşı karşıyasınız, kendisi bir peygamber, fakat evladına olan şefkati merhameti böylesine yüksek.

Bunda bir gariplik yok, peygamberler de böyle olur mu demeyin insan olmak ayıp değil. Aslında Yakub peygamber üzerinden Yusuf suresinde verilen şey bu. İnsan olmak utanılacak bir şey değil. Peygamberler de insandır ve her insan gibi yavrularına şefkatleri çok yüksektir, belki sıradan insanlardan daha yüksektir. Bunu anlıyoruz.

Ama ne oldu; Yusuf’un arkasından bir çift göz verdi. Allah ona bir burun verdi ki 10 çift gözün göremediği yeri kokladı. Bu saf sevginin ödülüdür, zehirsiz sevginin ödülüdür. Saf sevgiye bir çift göz verirseniz Allah onun yerine size bir burun verir ki ta Mısır’dan koku alırsınız. Öyledir. Yakub peygamber ErhamurRahîmiyn ayetlerinin geçtiği yerde ki peygamberlerden.

İkincisi Yusuf peygamber, onun imtihanı belli merhamet edenlerin en merhametlisine nasıl iltica ettiğini biliyoruz. Kuyulardan geçmek, kıskanç kardeşlerinin kıskançlığına muhatap olmaktı. Kardeşleri tarafından ölümle sınanmak. Ondan sonra köle diye satılmak, ondan sonra gömleği arkadan yırtılmak yani kaçıncı ihanet. Hem varlığı ihanete uğradı hem iffeti ihanete uğradı. Ve üzerinden verilen şey çok, adeta 7 yıl kıtlık senesi, 7 yıl bolluk senesi Yusuf’un şahsında gerçekleşti. Aslında o surede hep bu vardır bakınız, Allah’ın açan ve kapatan vasıfları vardır. Celal ve Cemal sıfatlarının tecellisi vardır. Onun için eğer Mısır’a sultan olmak istiyorsanız bunun yolu kuyudan geçiyor bunu unutmayın. Niye kuyuya attın demeyin, o zaman niye Mısır’a sultan ettin deyin. Büyümeniz için kuyuya düşmeniz gerekiyor.

Aslında kim kuyudaydı soru bu. Yusuf’un bedeni kuyuda aklı arştaydı, kalbi arştaydı, kardeşlerinin bedeni dışarda aklı kuyudaydı. Değil mi, aklı kuyuda kaldı onların. Asıl kuyuda olan kim? Bana sorarsanız aklı kuyuda olanlar. Onun için aklı kuyuda olmayanlar bir gün kuyudan çıkarda aklı kuyuya düşen çıkamaz.

Peki 2. Bir soru. Yusuf zindanda idi Züleyha saraydaydı. Yusuf mu daha özgürdü Züleyha mı. Özgür olmak için bulunduğunuz mekân belirleyici midir? Alın buyrun size bir soru daha. Aslında sure üzerinde bize bu soruları sorduruyor yoksa hikaye anlatmıyor Kur’an.

Aslında özgür olmayan Züleyha idi. Züleyha sarayda esir, Yusuf zindan da özgürdü. Benim için zindan onların beni çağırdığı şeyden hayırlıdır diyordu. Evet, öyle de oldu, hayırlı oldu. Onun için yeter ki gömleğinizin nereden yırtıldığına dikkat edin. Önden mi arkadan mı. Herkes bir Yusuf’tur, herkesin arkasından kovalayan b ir Züleyha vardır veya kovaladığı bir Züleyha vardır. Hanımlar da Yusuf’tur, Yusuf’luk cinsiyetle alakalı değildir. Onun için kiminin Yusuf’u dünyasıdır, kiminin ki şöhretidir, kiminin ki ilmidir, kiminin ki atıdır, yatıdır, katıdır, servetidir. Yani her Yusuf’un bir Züleyha’sı vardır, herkes kendi Züleyha’sına baksın, kovalıyor musunuz, o sizi mi kovalıyor.

Onun için sakın kimse arkasına bakmasın diyordu ya kânet minel ğabiriyn. (Ankebut/33) Ama Lût’un karısı arkasına bakanlardan oldu. Yani sanki şöyle döndü de baktı gibi hep anlaşılıyor, hayır; Yüreği Lût kavmi ile beraber kaldı, arkasında bırakamadı onları. Yüreğinde taşıdığının yanındasındır. Allah seni bir gün, bugün değilse yarın yüreğinde taşıdıklarının yanına koyacak. O zaman yüreğinde kimi taşıdığına dikkat et. Karısı Lût kavmini yüreğinden çıkaramadı. Karısı bu kavimden biriydi Hz. Lût dışarıdan gelmişti Hz. İbrahim’in yeğeni olurdu. Yani enişte idi. O kavme gelmişti fakat kadın nihayetinde peygamber olan kocasını değil sapan kavmini seçti. Onun için arkasına baktı işte. O da onlarla beraber oldu. Dolayısıyla gömleğiniz nereden yırtılıyor ona bakacaksınız.

Aslında bütün burada Allah’ın Allah resulüne verdiği ders açık. Yusuf suresi Mekke de geldi ey Mekke’nin Yusuf’u seni Mekke’li kardeşlerin kuyuya atmak istiyorlar, kuyunun içinde dibinde olsan dahi korkma Allah seni Mısır’a sultan edecek. Allah Resulü bu mesajı aldıktan sonra rahatlamıştı zaten, bu mesajı böyle okumuştu.

Hz. Musa, onun başından geçenler belli ve Hz. Eyyub. Evet; enniy messeniyeddurru ve ente Erhamur Rahımiyn. (Enbiya/83) diyordu değil mi. Ve ilginç Hz. Eyyub hastalıktan şikayet etmiyor hastalığın kendisini yıldırmasından şikayet ediyordu. Çok ilginç, çok manidar gelir bu bana biliyor musunuz? Ürkud Bi riclik. (Sad/42) depren biraz diyordu Rabbimiz. Hani bunu müfessirlerimiz ayağını vur, ayağını vurduğun yerden bir kaplıca fışkıracak o suda yıkan.

Eğer böyle anlarsanız bize bir şey yok, bu kıssa bize bir şey anlatmıyor, çünkü o zaman mucize olup çıkıyor mucize ise peygamberlere has. Ama yatıp durma Allah dert verdiyse derman da verdi depren biraz. Vur ayağını yere ve bir şöyle ara şeklinde anladığımız zaman kıssa geliyor, güncelleşiyor önümüze oturuyor. Zaten kıssaların anlatılmasının esbabı da bu değil mi yoksa eskilerin masalları olur haşa müşriklerin dediği gibi. Binlerce haşa. Eskilerin masalları değil, o zaman ne?

Her kıssa üzerinden bize bir ibret var, bize bir öğüt var yani biziz kıssanın kahramanı. Orada Eyyub geçiyor ama biziz kıssanın kahramanı. Çünkü bugün şimdi ve burada anlatılıyor. O zaman nasıl kahraman olacaksın? Başına bir iş geldiğinde yatıp durmayacaksın arkadaş. Ürkud Bi riclik. (Sad/42) üstüne alacaksın Allah’ın sözünü, bana söyledin ya rabbi diyeceksin benim muhatap diyeceksin ve depreneceksin efendim, ayağını kıpırdatacaksın. Evet, işte budur böyle alırsak böyle olur. Onun için oralarda da Erhamur Rahımiyn geçiyor.

İki ayette hayrur rahımiyn (Mü’minun/109-118), geçiyor ilkinde Hz. Nûh’un daveti sadedinde geliyor, ikincisi mü’minlerin dünyada ettikleri dua sadedinde geliyor. Ne demek hayrur rahimiyn; merhamet edenlerin en hayırlısı. Öbür tarafta merhamet edenlerin en merhametlisi.

Zür Rahme; iki yerde geliyor ikisi de Mekkî Kehf/58 deki kullanım inkârcılarla ilgili bir bağlamda geliyor Zür Rahme; rahmet sahibi, merhamet sahibi ve ayet mealen şöyle eğer işledikleri yüzünden onları cezalandıracak olsaydı azabı başlarına hemen musallat ederdi. Neden Zür Rahme ile geldiğini anlıyor muyuz şimdi, Allah kâfirlere de merhametli. Niye? Azabı hemen vermemesi Allah’ın kâfirlere rahmeti. Oradan bu çıkıyor. Çünkü o ayette Zür Rahme geçiyor. Eğer azabı hemen vermiyorsa, imhal ediyor ama ihmal etmez bunu biliyoruz. Ama imhal ediyorsa mühlet veriyorsa bu da onlara rahmetidir. Allah hemen azab etmiyor. Tevbe ederler mi acaba diye azabı sürekli erteliyor. Eyvallah..!

İkinci yer En’am/133. Ayeti gafillerle ilgili bir bağlamda kullanılıyor yine o da Müslüman olmayanlar için kullanılan Zür Rahme. Demek ki Rabbimiz gafil olana karşı rahmet sahibi, gafletten uyanır mı acaba. Gafletten uyanması içinde gözüne gözüne birçok şey gösteriyor. Başına iş getiriyor gafletten uyansın diye, yani adeta evi yanan derin uykudaki birini uyandırmak için sallamak gibi onu sürekli hadiselerle sallıyor. Bu da Allah’ın rahmeti. Yani sallanan insan kim bu beni uykumdan eden diye kızabilir, kendisini sallayanı hatta sallayabilir. Ama haksızdır. Neden? Çünkü evin yandığını bilmiyor. Biraz sonra kendisi de yanacak. Öbürü bunu biliyor, bunu bilen aslında ona iyilik ediyor o ise onun kendisine kötülük ettiğin i zannediyor.

Öyle değil mi? Aslında imanın tadını bilmeyenlere karşı biraz böyle bakmak lazım değil mi? Bakıyorsunuz İslam balını adama zehir diye bir ömür tanıtmışlar. Şişenin içinde ki bal, balın kendisi. Ama asla yanına yaklaştırmamışlar. Basında, yayında, okulda, tedrisatta, eğitimde, sokakta, ilk okulda orta okulda, tiyatro da, sinemada bu hep zehirdir diye göstermişler. Adam onu artık nerede görse zehir, öcü öcü diyor böyle kaçıyor. Şimdi buna ne yapmak lazım? İki kişi ayağına, iki kişi eline oturacak. Bir kişi de ağzını açacak bir kişi de kaşıkla ağzına verecek. Bilmiyorum yani, bir çare de bu herhalde. Ondan sonra işin rast gelsin diyecek.

Ertesi gün yine gelip ondan yok mu diyecektir. Ama zehir zannediyor. Onun için acımak lazım, şefkat göstermek lazım ve dua etmek lazım, tabii fiili dua etmek lazım. Ama asla gözden çıkarmamak lazım asla. Bu topraklarda İslâm’ı İslâm’dan değil de İslâm’ın düşmanlarından öğrendiği için İslâm’a düşman olanlar hakkında hüküm vermekte acele etmeyin. Bir gün İslâm’ı İslâm’dan öğrenirler, İslâm’ın dostlarından öğrenirler halâ düşman olurlarsa o zaman hüküm verebilirsiniz. Onların düşman olduğu şey İslâm değil, onların düşman olduğuna İslâm da düşman, İslâm’ın sahte görüntüleri. İslâm adı altında İslâm’ın sahte görüntüleri. Onlara samimi Müslüman da düşman olmalı. Onun için o onu İslâm zannediyor ama. O İslam zannediyor diye İslâm olmaz ki, o gerçek İslâm ı, Allah’ın İslâm’ını görmedi ki. Onun düşman olduğu şey İslam değil onun için o kendisini İslam’a düşman zannediyor. Fakat İslam’a düşman değil çünkü İslam’ı bilmiyor. Dolayısıyla burada teenni ile hareket etmek lazım, durmak lazım, tevakkuf etmek lazım, hüküm vermemek lazım, acele etmemek lazım, umutta kesmemek lazım. Bu yangından bir cankurtarana selam olsun. Bir Âdem bir alemdir. Bir Âdem’in elinden tutan bir âlemin elinden tutmuş olur. zü rahmetin vasiatin. (En’am/147) Kur’an da sadece kullanılıyor Mekke de geliyor bu, yani geniş sınırsız rahmet sahibi manasına.

Birlikte geldiği isimler Rahîm ismi Kur’an da 5 yerde Rahman ismi ile birlikte kullanılıyor. Azîz ismi ile birlikte 13 yerde geliyor. Ama ilginç bir şey var hepsi de Mekkî, asla tesadüf değil. Rahiymun Azîz değil hepsi de ‘Aziyzur Rahıym. Neden? ‘Azîz üstün ve yüce demek, ondan sonra Rahîm. Üstün ve yüce olandır, merhameti sınırsız olandır. Neden ‘Azîz ve Rahîm neden böyle bu sıralamayla gelir? 13 yerde.

İnsanın merhameti mutlaka bir beklentiye karşılıktır. En yüksek beklenti de Allah’ta bana merhamet etsin diyedir. Öyle değil mi en yükseği de budur bu da çok doğaldır hiç kimse ayıplanamaz. Ben Allah’ın kullarına merhamet edeyim ki Allah’ta bana rahmet etsin.

Peki, Allah’ın merhameti? Kimden ne bekler? ‘Azîz’in sırrı odur işte, O’nun hiş kimseden hiçbir beklentisi yoktur çünkü O üstün ve yücedir, buna rağmen Rahîmdir. ‘AzîzürRahîm. Beraber gelmesi bu muhteşem nükte içindir.

Rahîm Ğafûr ile 64 yerde yerde gelir. Çok ilginç, hayli yoğun bir gelişme. Biri hariç Ğafûrun Rahîm şeklinde, Rahîymun Ğafûr şeklinde de bir yerde gelir. Neden? Ğafur; sonsuzca bağışlayan bir tek bağışlayana ğafûr denmez. Ğâfir bile değil buyurun, ismi fail olarak değil. Ğafûr bağışlayan fakat feul vezni de feil vezni gibidir hem fail hem meful. Yani çifte boyutludur, mağfiret dileyeni affeder. Eyvallah..!

Mağfiret dileyene ne diyoruz Kur’an da istiğfar, aynı köktür, başında ki 3 harf elif, sin, te; talep ifade eder mağfiret talep etmek demektir. Kur’an da 3 tür af kelimesi yer alır. İkincisi safh, üçüncüsü ğafr, mağfiret oradan gelir, ğufrân oradan gelir, ğafûr oradan gelir. Af; suçun cezasını affedip bir daha yaparsan..! kulağını çekmek ama bu seferlik affediyorum demektir af budur. llah bize affı emrederken kendisi affetmez, kendisi mağfiret eder.

Safh; suçun cezasını affetmek, aynı zamanda sen bir daha yapma diye tehditte etmemektir ondan da vazgeçmektir. Yani onu uyarmaktan da vazgeçmektir.

Ama Ğafr; suçun cezasını da affetmektir, uyarıdan da vazgeçmektir, sen suç işledin diye haber vermekten de vazgeçmektir. Yani hiç işlememiş gibi davranmaktır. B iz Allah’tan mağfiret istemekle ne büyük bir şey istiyoruz farkında mısınız, ya Rabbi hiç işlememiş gibi davran, hiç işlememiş gibi say. Sayar mı? Sayacağını söylüyor eğer hakkını verirseniz.

Ama diyorsunuz ki hocam burada küçük bir tersinden haksızlık doğmuyor mu, yani o suçu hiç işlememiş adam, ama öbürü işlemiş fakat mağfirete uğramış. Ben bunu şuna benzetiyorum bir küçük fark olsa gerektir diyorum. Hayat filminiz var ortada fakat bu filmin izin bir yerinden kareler kesilmiş, o kareleri hiç kimseler görmüyor fakat bu montaj sırasında çıkarılmış kareleri o ince yerinden anlaşılır. Yani anlaşılır ki Allah burada ki kareleri kesmiş ve eklemiş, montajı yapmış ama hiç işlememişle göre işlemiş olan da böyle b ir fark olsa gerek diye düşünüyorum. Rabbimiz onu açığa vurmaz ama böyle bir ince, küçük bir fark olsa gerek diye düşünüyorum. Ama Ğafr budur işte.
           Dolayısıyla Ğafûr ile birlikte 64 yerde geliyor, önce mağfiret sonra Rahîm. Bu ne demektir? Şu demektir İstiğfar, tevbe. Ne demek? İkisi bir birin in aynı değil İstiğfar lâilâhe, tevbe İllallâh. İstiğfar yanlıştan vaz geçmek, tevbe doğruya yönelmek. Onun için istiğfar tapan yarısını yapmış olur tevbe ile tamamlamalı. Tevbe günahın olumsuz sonuçlarını silmektir.
           Yanlıştan vaz geçtik değil mi ama işlediğimiz günah işlediğimiz noktalarda olumsuz sonuçlar doğurdu. Mesela hayatımızın cahiliyesinde şeytanın dostlarına hizmet ettik. Ama tevbe ettik vazgeçtik ve istiğfar ettik, Rabbin affet dedik. Ama fiilen de şeytanın dostlarına hizmet ettik, kötülüğü çoğalttık.

Ne yapacağız? Tevbe olması için hayatımızın ondan sonrasını da Rahman’ın dostlarına hizmete ayıracaksın ki tevbe olsun. Çünkü günahın tevbesi karşıt nispiyle olur, son uçlarını sıfırlamakla olur. Adam eli ile günah işlemiş diliyle tevbe ediyor, elinle tevbe et. Adam parasıyla günah işlemiş ağzıyla tevbe ediyor. Niye günah işlemeye gelince parayı konuşturdun da tevbe etmeye gelince niye dile bindirdin, yine paran var, paranla tevbe etsene. Şeytanın yolunu destekledin sen, günahı finanse ettin. Tevbe ettikten sonra sevabı finanse et. Sevabı finanse et ki mukabelei misil olsun. Onun için nimetin şükrü kendi cinsindense tevbenin şükrü de kendi cinsindendir tevbe de kendi cinsindendir. Eyvallah!

Sebe’/2. Ayette Rahîm, Ğafûr dan önce geliyor bir tek yerde. Bağlam; Allah’ın rahmetinin kâinatta ki tezahürü. Allahü alem bu bağlamla istisnanın bir ilişkisi olsa gerek.

Raû ile birlikte 8 yerde geliyor. Artık ayrıntıya giremiyorum kusura bakmayın ne yapayım. İkisi Mekkî gerisi Medenî surelerde. Raûf ve Rahîm bir yerde Hz. Peygamber hakkında geliyor onu söyledik. Rahîm Vedûd ile birlikte bir yerde geliyor Hûd/90. Ayette Şuayb peygamber hakkında geçiyor. Rahîm ismi Rabb ile birlikte bir yerde geliyor çok ilginç. Selâmün kavlen min Rabbin Rahıym. (Yasîn/58) Rahîm olan Rabden onlara Selâm, yani sözlü olarak Selâm aslında . safa başınıza, ne mutlu, Allah Selâm verecek diyor ne dersiniz bu işe Selâmün aleyküm diyecek Allahuekber. Allah selâm verirse ne olur? Çok şey olur Allah bizi onlardan etsin inşallah.

Rahîm ismi bir yerde Berr ile birlikte geliyor Tûr/28. Ayette. Berr mutlak iyi demektir. Berrur Rahıym, gelişi böyle. Dolayısıyla mutlak iyidir, sonsuz merhametlidir. Niye sonsuz merhametlisin ya Rabbi? Mutlak iyiyim. İyi olan merhametli olur demektir bu. İyi olduğunuzu söylüyorsanız merhametli olun merhametsizseniz iyi değilsiniz.

Tevvab ve Rahîm isimleri Kur’an da 9 yerde geliyor Tevvabür Rahîm, hep te böyle geliyor, hepsi de ilginç bir şey var Medine de geliyor. Mekke de hiç Tevvab ile gelmiyor, sebepsiz değil Tevvab tevbeleri çokça kabul eden demek, tevbeleri reddetmeyen. Neden Mekke de Tevvab ismi gelmezken Medine de geliyor? Mekke muhalefet, Mekke de o kadar sınırlı imkânlar, o kadar zor durum var ki kaçmaktan kovalamaya vakit bulamıyorlar onun için. Zaten 3 yıl korkunç bir ablukanın içindeler, boykotun içindeler yıllarca ölüm korkusu içindeler, müşrikler üzerlerine üzerlerine geliyor. Ama Medine’ye gelince iktidar. İktidar günah işlemeye çok açık bir alandır. Medine muamelatın uygulamaya konulduğu alandır. A hkâm ayetlerinin indiği alandır. İnsanlar daha çok günahı, kusuru, hatayı, eksiği ahkâmda yaparlar, iktidarda yaparlar çünkü iktidar şımartır. Onun için Medine de geliyor Tevvab. Tevbe edilecek çok şey var çünkü onun içinde tevbeleri çokça kabul eder.

Allah bütün insanlığa Rahîm’dir bunun için Hicr/49-50 yeter, Nisa/147 yeter ve A.İmran/129 yeter Allah bütün insanlığa Rahîmdir. Fakat bütün insanlığa Rahîm olmasının bir aması var, o amayı aslında açsam mı açmasam mı?.!

Ğafûrur Rahîm. Önce mağfiret talebi Nebbi’ ıbadiy enniy enel Ğafûrur Rahıym. (Hicr/49) Kullarıma haber ver ki ben, evet ben çok mağfiret edenim, bağışlayanım, sonsuzca merhamet edenim. Ve enne azâbiy hüvel azâbül eliym. (Hicr/50) fakat azabım elîymdir, şiddetlidir.
Dikkat buyurun enniy enel Ğafûr diyor ben Ğafûrum, fakat azaba gelince enniy enel Muazzib demiyor, Allah’ın Muazzib diye bir ismi yok, azabı zatına isim etmiyor, hatta hüvel azab, o azab. Yani azabı kendinden uzaklaştırıverdi bakınız hüve, O Allahuekber. Rahmet daha kelimelerin içinde, cümlelerin içinde nasıl gözüküyor. O azab, hüvel azab enniy enel Ğafûrur Rahıym. – Ve enne azâbiy hüvel azâbül eliym Allahuekber. Evet, enel Muazzib yok, ben muazzibim yok, işte bu. ve rahmetiY vesiat külle şey’. (A’raf/156) buradan da tekrar atıf yapmış oluyorum. Rahmetime gelince o her şeyi kuşatmıştır. Hadise budur.

İşin amasına gelince Ğafûrun Rahîm önce mağfiret talebi, istiğfar, sonra rahmet. İşte bu aması. Ama tüm insanlığa rahimiyyeti tecelli eder ama enniy enel Ğafûrur Rahıym. Ğafûrum. Neye? İstiğfar edene. Yani önce gelecek, bir tahrik edin, onun için sizden bir karşılık gelsin bi. Bu aynen şu hadisi çağrıştırmıyor mu? Bana bir karış gelene ben bir kulaç giderim. Bana bir kulaç gelene ben yürüyerek. Bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim. Bunu hatırlatmıyor mu? İşte bu. Allah Resulünün Rabbimizi okuyuşu bu. Onun için Hadisi kutsi ifadesini ben anmıyorum. Yani hadisleri böyle parçalamayı, isimlendirmeyi de doğru bulmadığım için.

Ma yef’alullahu Bi azâbiküm in şekertüm ve amentüm. (Nisa/147) eğer şükreder ve iman ederseniz Allah size azab edip te Allah’ın nesi artacak. Sözün sonunu bu söylemiyor mu? Aslında söylüyor, çok güzel söylüyor ve Allah resulü Rabbimizin bu merhametini çok güzel okumuş ki bakın Muaz hadisi nasıl;

Muaz Bin Cebel naklediyor; ResulAllah’ın terkisindeydim, uzunca gittik. ResulAllah içine gömülmüştü susuyordu. Birden başını kaldırdı uykudan uyanır gibi, Ya Muaz dedi, etedriyma Hakkullah alel ibad Allah’ın kulları üzerinde ki hakkının ne olduğunu biliyor musun? Ben Lebbeyk ve sâbeyk ya ResulAllah dedim. Buyur ya ResulAllah, buyur başım gözüm üstüne. Biliyor musun deyince Allahu ve Resulühü ‘alem Allah ve Resulü daha iyi bilir dedim. Yine uzun müddet sustu. Sanki o gittiği yere yeniden gitti, için e gömüldü ve uzunca gittikten sonra yine sanki başka bir alemden döner gibi. Ya Muaz hakkullah alel ibad ellâ tüşrikebihi şey’en. Allah’ın kulları üzerinde ki hakkı hiçbir şey O’na şirk koçmamak. Bir müddet daha içine gömüldü, kendi tefekkür dünyasına kapandı. Gittik, gittik yine o dünyadan dönüp; Ya Muaz dedi. Allah Resulü içinde Rabbini okuyor; Etedriy mâ Hakkul ibad alellah? Ya sen kulların Allah üzerinde ki hakkını biliyor musun? Allahuekber..!

Kulun Allah üzerinde hakkı mı olur. Allah resulü bu, böyle muhteşem bir tefekkür var ortada, bir emek var yani. Ben bu hadisi emek olarak naklediyorum, Allah Resulünün zihni emeği, tefekkür emeği. Bize emek vermeyi öğretiyor, düşünce emeği bu emeği de vahiyden yola çıkarak veriyor Allah resulü Bunda hiç şüphe yok. O vahyin ilk okuyucusuydu. Allahu ve Resulühu ‘alâ. Ben ne bilirim ki Allah ve resulü daha iyi bilir dedim. Hakkul ibâd Alellah ellâ yuazzibehüm. Kulların Allah üzerindeki hakkı onlara azab etmemesidir. Bitti..!

Zayıf bir versiyonu daha var orada, ben bunları insanlara haber vereyim mi ya ResulAllah dedim diyor, sen haber verirsen ameli terk ederler diye korkuyorum dedi diyor. Yani çok umutlanırlar ve bu yüzden de Allah’a, salih ameli terk ederler. Bilmiyorum böyle bir idraç mıdır sonradan mıdır yoksa orijinal midir onu bilmiyorum. Ama Allah Resulü rabbini böyle okuyordu dostlar.

Evet, Hakkul ibad Alellâh ellâ yuazzibehüm onlara azap etmemek. Peki azab eden kim? Biziz evet Allah azab etmez. İnsanı cennete girsin diye yaratmıştır. Cehenneme girmek cennete girememektir, yolda kalmaktır yani. Zaten cennete girememek cehennem olarak yeter. Azab mahrumiyyet demektir kelime, kök manası budur. Allah’tan mahrum kalmak azabdır. Ondan ötesi? Allah’tan mahrum olmaktan daha büyük azab mı var. Azab mahrumiyettir. Onun için mâ ül azb denir Arap dilinde soğuk suya, harareti kesip attığı için, hararetten insanı mahrum bıraktığı için yani bir yerde. Evet, Rabbim bizi kendinden mahrum bırakmasın. (devam edecek)

Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ESMA DERSLERİ – 5 – ER RAHÎM (16-1)

$
0
0

329

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Âmin.

Değerli dostlar malumunuz esma derslerimizde Rahîm ismini işlemeye çalışmıştık. Lügavi çerçeve, nazari çerçeve ve Kur’anî çerçevenin ardından bugün de Rahîm olan Allah’ın tecellileri bahsini inşallah işleyeceğiz.

Rahmet Allah’ın hem zatına, hem fiiline ait bir vasıf. Zatında rahmeti Rahman, fiilinde rahmeti Rahîm ismi temsil ediyor. Rahman bütün bir varlığa merhametini ifade ediyor. Rahman isminin tecellisi için varlığın var olması şart değil, Rahman ismi tecelli edince varlık var oluyor. Biz merhamet etmek için merhametimizin muhatabı var olması lazım. Allah Rahmaniyyetini tecelli ettirmek için onun muhatabının olması şart değil. Rahmaniyyeti tecelli edecekse o, o anda var oluyor. Onun için varlık Allah’ın Rahman ismin in tecellisidir.

Rahîm ismi ise fiile yönelik yani merhuma yönelik, rahmet edilene yönelik onun içinde geçişli, çift boyutlu, hem fail hem mef’ul manasına. Hem özne hem tümleç manasına, yani hem merhamet eden, hem merhamet edilen. Allah için merhamet edilen manası geçerli olmayacağına göre bu bir tür geçişliliği ifade ediyor. Rahmete layık olanın bu liyakati Allah’a ulaşınca Allah’ın merhameti de ona ekstradan tecelli ediyor. Rahîm isminin manası bu, aynı zamanda Allah’ın Rahîm ismi rahmeti, Rahman’dan alıyor. Rahman’ın Rahmaniyyetini ilk tecelli ettiği Rahîm ismidir, oradan da varlığa yansıyor.

Dolayısıyla her varlık Rahmaniyyetin tecellisine muhatap, mü’minler ise ayrıca Rahîmin tecellisine muhatap. Onun için bizim imanımız Rabbimizin Rahimiyyetine ulaştığın da Rahimiyyet imanımıza farklı tecelli ediyor. İmanımıza tecelli edince ne oluyor. habbebe ileykümül iyman. (Hucurat/7) o size imanı sevdirdi, yani iman ediyorsunuz, Rabbim diyorsunuz, Ya Rahman diyorsunuz ben farkına vardım ve sana güvendim. Sen Allah’sın sana inandım diyorsunuz. Sen inandın öylemi? O zaman ilk tecellin Rahimiyyetimle imanınadır, imanını sana sevdireceğim.

Allah Allah..! Demek ki imanını sevemeyenler de var. Allah imanı sevdirdi ifadesinin tersinden de bir şeyler çıkmaz mı? Demek ki Allah’ın imanını sevdirmemesi, bu yerdirmesi manasına, nefret ettirmesi manasına gelmiyor. Ama o iman üzerinden tecelli etmemesi durumunda sahibi imanına sahip çıkmıyor. İmanını sevmediği için sahip çıkmıyor, sevmediği için karşıdakinin imanını görmüyor, imanı fark etmiyor. Onun içinde bakıyorsunuz bir hatasına mü’minin imanını çiziyor. Bakıyorsunuz en dip noktada tekfircilik hastalığına, kanserine yakalanıyor, tekfircilik gayyasına yuvarlanıp gidiyor. Yani mü’minin imanını görmüyor.

ve men yekfür Bil iymani fekad habita ameluhu. (Maide/5) Kim imanı inkâr ederse ameli boşa gider. Öyle diyor Kur’an maide suresinde. Dolayısıyla imanı inkâr edemezsiniz. Hatta bu ayetin bağlamı ehli kitabın hanımlarıyla evlenileceği, kestiklerinin yenileceği bağlamdır. Bu ayet indiğinde Medine de ki bazı yeni mü’minler; biz bunlarla bu kadar kavga ettik, bu kadar niza yaptık, bu kadar aramızda hadise geçti. Şimdi bunlara ayrıcalık mı getiriyor dercesine bir tavır geçmiş gönüllerinden ki Rabbimiz ehli kitabın o ahı gitmiş vahı kalmış, içine şirk karışmış inancını dahi müşriklerden ayırma babında imanı inkâr etmeyin diyor. Ya..! Hıristiyan’ın ve Yahudi’nin zedelenmiş imanını bile inkâr etmeyi bize yasaklayan, onu kökten müşrikle aynı tutmayı yasaklayan Kur’an, ya bir mü’minin imanını inkâr edene ne der, ya tekfirciye ne der.

Senin huyunu beğenmedim, senin suyunu beğenmedim, senin duruşunu beğenmedim, sen şu konuda benim gibi düşünmedin, senin meşrebini beğenmedim, senin mezhebini beğenmedim, senin mektebini beğenmedim, senin partini beğenmedim, senin cemaatini beğenmedim, senin tarikatını beğenmedim sayın gitsin. Onun içinde senin imanının üstünü çiziyor o nedenle habbebe ileykümül iymane ve zeyyenehu fiy kulubiküm. (Hucurat/7) Ya..! onu, eğer sevdirirse kalplerinizde süsler. Demek ki rabbimiz imanı bize sevdiriyor, daha fazla sevelim diye de imanı süslüyor, tezyin ediyor. Hani öyle değil mi sevdiğinizin üzerinde sevdiğiniz bir kazağını görmekten memnun olursunuz. Yani iki sevdiğiniz bir araya gelmiş olur. Sevdiğinizin bir başka sevdiğinizle yan yana gelmesinden memnun olursunuz, iki dostunuzun birbirine dost olmasından memnun olursunuz değil mi? Adeta Rabbimiz imanın üstüne süs takıyor, imana bilezik takıyor, imana elbise giydiriyor, imana kolye takıyor, imanın üstüne sipariş tezyin veriyor ki daha fazla sevsin.

Daha fazla severse ne olacak? Severse korur, severse üzerine titrer severse imana ilişecek bir zarar gelecek diye tir tir titrer o zaman imanını muhafaza eder. Bakın, onun için Rahimiyyetin tecellisi. Mü’min iman ediyor, imanı rahimiyyet aynasına yansıyor, rahimiyyet aynasından imanı kendisine daha fazla olarak geri dönüyor. Böyle bir iniş ve çıkış, çıkış ve iniş. Uruç ve nüzul. Miraç ve nüzul link gerçekleşiyor. O nedenle rahimiyyet işte böyle çift yönlüydü, biz bunun hem lügavi olarak hem de ıstılahi olarak işlemiştik. Şimdi inşallah Rahîm olan Allah’ın tecellileri bahsine geçiyoruz.

Rahîm olan Allah’ın en büyük tecellilerinden biri; Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil ‘alemiyn. (Enbiya/107) dir. Âlemlere rahmet olanHz. Muhammed Mustafa S.A.S. efendimizdir. Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil ‘alemiyn, mucize içinde mucizedir. Allah Resulünün misyonunu bu kadar kısa, bu kadar öz, bu kadar özet halde ifade etmek ancak Kur’an ın işi olabilir. Yani ResulAllah’ı tarif etseydik şöyle kısa bir cümle ile ne diyecektik? Âlemlere rahmet. İşte bu. Üstelik rahmeti kendisine, kendi zatına yazan ketebe alâ nefsiHİr rahme. (En’am/12) Rahmeti kendisine farz kıldı diyor Kur’an. Kendi zatına, nefsine farz kıldı. ve rahmetiY vesiat külle şey’. (‘Araf/156) rahmetim her şeyi kuşatmıştır ama her şeyi.

Bu her şey içerisinde bazı şeylere rahmet çok daha fazla tecelli eder. Bu her şey içinde yer alan ahsen-i takvim olan insan türünün içinde bazı insanlara rahmet çok tecelli eder.

Peki Rahmetin tecellisi insanın eylemine bakardık değil mi çünkü bilinçli mü’minin eylemi ile Rahîm olan Allah’ın rahimiyyeti arasında bir bakışımlılık, bir karşılıklılık vardır. Yani insanın davranışı, rahimiyyeti tahrik eder, rahimiyyet bu tahrik sonucu tecelli eder. Bunu demiştik çünkü Rahîm isminin hem fail hem Mef’ul olmasının manası budur. Mef’ul fiilden etkilenir. Merhum’un fiilinden etkilenir merhumiyyetin fiili rahmete çarpacaktır. rahimiyyete çarpınca rahimiyyetten muhteşem bir yağmur dökülecek merhuma. Dolayısıyla Merhum ile Rahîm arasın da böyle bir karşılıklılık vardır. Merhumun eylemi Rahîm’e çıkacak, Rahîmden ekstra rahmet nazil olacak.

O zaman efendimizin âlemlere rahmet oluşunun tombaladan çıkan bir şey değil, kafadan bir şey değil efendimizin yaşadığı hayat olduğunun altını çizebilir miyiz? Çizmek zorundayız değil mi? Bu rahmeti hak etmiş olana veriyor, hadise budur. mâ künte tedriy melKitâbu ve lel iymân. (Şûrâ/52) sen bundan önce kitap nedir iman nedir bilmezdin. Kitap nedir iman nedir bilmezin âlemlere rahmet olduğunu söylememiz abes olmaz mı? O zaman ne söylemiş oluyoruz biz âlemlere rahmettir derken? Kitap nedir, iman nedir bildiği andan itibaren yaptıkları, Rabbinin emrine iteati, Rabbinden aldığı vahyi insanlığa taşımak için gayreti, celâdeti, liyakati, ehliyeti, şecaati, hikmeti, himmeti, hizmeti..! Bütün bunlar onu âlemlere rahmet kılıyor.

Fakat ilginç değil mi Nûru Muhammedî isimli bize ait olmayan tamamen eski Yunan’dan, Mısır hermetizminden devşirilmiş, aynen kopyalanmış ve Hristiyanlıkta ki İlah İsa figürünün yerine Allah Resulünü koymuş, adeta Hıristiyanlığın 3 ün biri teslisinin unsuru olan İsa’sı yerine ResulAllah’ı geçirmiş, o uçuk kaçık teoride olduğu gibi Rahmet el lil âlemini anlamak aslında hiç anlamamaktır. Hatta hiç anlamamak daha güzel olurdu, keşke hiç anlamamak olsaydı. Hiç anlamayana anlatırsınız, ama yanlış anlayana sittin sene anlatamazsınız. Öyle bir uçuk kaçık teoriye ulaşıyor ki bakınız bu teori nereye çıkıyor. Kitaplarında aynen şu yazıyor bu Nûru Muhammedi tezini savunanların. Allah Resulü Miraca çıktı Miraçta izin istedi, melekler belli bir yerde durdu artık buradan öte gidemem ya Muhammed dedi, O refrefle gitti, bir perdenin önüne geldi, perdenin önünde durdu ve mükâlemeden sonra perdeyi kaldırdı bir de ne görsün kendisini. Haşa..!

Eee..! Noldu şimdi, Hıristiyanlara diyecek neyiniz var sizin, şirk neydi, küfür neydi, Allah resulü neyin mücadelesini verdi, neyimiz kaldı şimdi. Onlar yun muş yıkanmış oldu bu durumda. Onların teslisinden daha aşağı oldu bu durumda. Aynen böyle. Daha farklı versiyonları var bunun Ahmed le Ehad arasında bir harf varmış, mim varmış. Aslında o mim de perdeymiş, o perde kaldırılınca Ehad’in Ahmed olduğu anlaşılırmış. Aman Allah’ım bunu diyebiliyor yani. İnanarak mı diyor, inanmayarak mı diyor bilemiyoruz.

Bu ne cüret, benim tüylerim diken diken oldu, insan nasıl bu kadar cüretkâr olabilir. Bunun adı sevgi falan olamaz. Sevgi ise bundan daha zehirli bir sevgi olamaz. Bunun adı sadece peygambere hakaret değil, Allah’a hakarettir. İş çığırından çıktı mı, iş endazesinden çıktı mı, iş kilosun dan çıktı mı, iş ölçüsünden çıktı mı nerelere varıyor görüyorsunuz. Yeryüzünde cinayetleri tasnif etseydik nefretten dolayı işlenmiş cinayetlerin 10 katı sevgiden dolayı işlenmiş cinayetler çıkardı. Cinayet sevgi ile işlenince cinayet olmaktan çıkıyor mu yani. Afrika örümceği gibi. Yani erkeğini öldüren karadul örümceği gibi. Dolayısıyla bu cinayet olmaktan çıkıyor mu? Onun için sevdiğimizi boğmayalım, sevdiğimizi hakkıyla sevelim. Onun için efendimizi de hakkıyla sevelim, efendimize hakaret etmeyelim. Efendimizi beni şuraya koymayın dediği bir yere koymak efendimize hakarettir. la tutruni kema etrayebne Meryem. Beni, Meryem’in oğlunu uçurup kaçırdıkları gibi, ayağını yerden kestikleri gibi beni de olağanüstü eştirmeyin, uçurup kaçırmayın fe innema ene abdün. Ben kulum fe gulü abdullah ve Rasuluhi Benim için deyin ki Allah’ın kulu ve elçisi.

Kurban olmaz mısınız bu peygambere, bu güzellik önünde hayran olmaz mısınız Allah aşkına. Aslında insanı güzelleştiren bu değil mi. Aslında biz haddini bilen insanları sevmez miyiz? İnsan daha iyi insan oldukça sevilir melek oldukça değil ki. Melek oldukça sevseydik insanı niye seveyim melekleri severdim. Ama insan daha iyi insan oldukça severiz, Rabbim onu insan diye yaratmış, onun varıp duracağı en kemâl noktası insan olmaktır. Ya siinn..! Ey insan. Allah iltifat ediyor, ey insan. Yetmez mi. Rabbim bize ey insan diye hitap etsin.

İsa’nın havarilerinden Yahuda İskaryot efendisini Roma askerlerine şikâyet etmiş son yemek sırasında 3 – 5 Roma Altın lirası karşılığında. Roma askerleri gelmişler, gelen askerler İs AS. I tanımıyorlar, Yahuda İskaryot öyle rivayet edilir ki İsa’yı gösterirken ekke homo demiş işte insan. Düşmanınız bile işte insan diye göstersin sizi . Dolayısıyla insan olmak ayıp değil insan olmak meziyettir. Bir bunu bilseydik zaten o zaman önderlerimizi yoldan çıkarmayacaktık, hocalarımızı yoldan çıkarmayacaktık, şeyhlerimizi yoldan çıkarmayacaktık, liderlerimizi yoldan çıkarmayacaktık. Fakat bizim insan tasavvurumuzda ki yamulma, peygamber tasavvurumuzda ki yamulmadan geliyor. Peygamber tasavvurumuz yamulunca lider tasavvurumuz da yamuldu. Liderlerimizi olduklarının ötesinde göstermeye ve görmeye çalıştık. Böyle görünce kameti kıymetinden ayrıldı, kameti kıymetiyle uyumlu olmadı. Yani karizması boyundan büyük oldu, o zat bir iki çabaladı eğer akıllıysa kendisi; Yahu ben senin dediğin değilim, etmeyin gitmeyin, açılmayın kaçırmayın, uçurmayın. Ben sizin gibi bir insanım, fakat bildiklerimi sizinle paylaşıyorum. Allah rızası için size rehberlik yapmaya çalışıyorum. Yanılabilirim, yenilebilirim, hata edebilirim. Hata edersem beni düzeltin dedi.

Ebu Bekir öyle demedi mi? Allah Resulü öyle demedi mi? ene beşerun mislüküm, .. Ben de sizin gibi bir insanım, bende yanılır ve isabet ederim. Siz mahkemeleşiyorsunuz, bana dava getiriyorsunuz eğer ben birinizin lehine ve birinizin aleyhine hüküm verir bu hüküm de adalete uygun olmazsa o verdiğim ister alsın ister atsın çünkü o ateştir. (Hadis/Buhari-Müslüm) demedi mi, efendimiz daha ne desin. Dolayısıyla liderlerim izin ahlakın ı bozan bizleriz, hocalarımızın, cemaat liderlerinin ve imamlarının, şeyhlerimizin ahlakını bozan bizleriz.

Niye? Zihnimizde bir imaj var, öyle bir imaj ki onun gerçeği ile alakası yok. Şimdi bakıyor biraz şöyle akıllıysa mücadele ediyor mediyor ondan sonra nefsine yenik düşünce madem öyle diyor biz de rol keselim. Kameti kıymetine uygun değil ama bu sefer kametine ilave yapıyor boyuna, yani yalancı topuklu ayakkabı giyiyor yarım metre. Bununla da yürünmez ki birader, olmaz ki.

Peki en sonunda ne oluyor? Şu oluyor o kendisi gibi görününce siz onu lider görmeyeceğiniz için kendisi olmaktan çıkıyor. Artık rol yapmaya başlıyor, rolünü, maskesini yüzü zannediyor ondan sonra biri maskesini sıyırmaya kalkınca yüzümün derisini sıyırıyorsun diye saldırıyor ve onun ahlakını biz bozuyoruz.

Bir gün bakıyoruz insan olduğunu anladığımızda aa..! insanmış, başından beri insandı. Başından beri insan muamelesi yapsaydık o da kazansa biz de kazansaydık, biz bir hocadan, bir âlimden, bir şeyhten mahrum olmasak olmaz mıydı niye ahlakını bozuyorsunuz bu adamların. Bunlar güzel insanlar aslında, hizmet ehli insanlar. Ama arkasından gelenler onların ahlakını bozuyorlar. Uçuruyorlar, kaçırıyorlar, göçürüyorlar bir iki üç derken oda buna inanmaya başlıyor, ondan sonra haydi bakalım yerine koy koyabilirsen, koyamıyorsunuz. Dolayısıyla önderlerimizin ahlakını bozmak cinayetini işliyoruz, birde Allah’a bunun hesabını vereceğiz. İnsan olarak görelim, insan olarak sevelim, aa..! bu da yemek yermiş, aa..! bu da ayak yoluna çıkarmış, aa..! bu da hastalanırmış, bu da yaralanırmış.

Sudan mehdisi hareketi müthiş bir hareketti İngiliz’lere karşı müthiş bir mücadele verdi. Baktı ki Sudan’ı İngilizlerden alamayacaklar, yöneticilerden biri Mehdi pozuna büründü ben Mehdiyim dedi ve kabul de ettirdi, asker de mehdi saydı onu ve gerçekten de Hartum’u geri aldılar İngilizlerin elinden. Meydan savaşında İngiliz generali Gordon’u yendiler. Sudan’ın yarısını kurtardılar ve orada bir İslamî hükümet kurdular.

Fakat Mehdi bir gün geldi bir kurşunla yaralandı. Hayda..! Mehdi yaralanır mı sıkıntı burada. Mehdinin yaralandığını gören kendi askerleri kaçıp gittiler adamı yalnız bıraktılar ve aldıkları tüm yerleri İngilizler geri aldıkları gibi bu zatı da öldürdüler.

Dolayısıyla böyle olmasın, Bunun örneği Somali’de de yaşandı bir de Somali Mehdisi hareketi var böyle. Onun için aziz kardeşlerim insanları, liderleri, önderleri, âlimleri, hocaları böyle uçurmayın. İnsan tasavvuru böyle olursa doğru görürüz, bu da peygamber tasavvurumuzla orantılı, peygamber tasavvurumuz doğru olmalı. Eyvallah..!

Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil ‘alemiyn. (Enbiya/107) âlemler ne?

İbn. Abbas demek ki bir şeyler duymuş ki diyor ki; Allah resulü hayvanları ve otları davet etmek için gönderilmedi, alemler deyince aklınıza hemen bütün kâinat gelmesin. Alemler insanlar demektir. Tüm kendi çağında ve kendinden sonra yaşayan insanlar demektir. Çok güzel bir yaklaşım.

Peki Rahmet ne, Alemleri anladık rahmet ne? Rahmet vahiydir. Vahiy suya, gökten inen yağmura benzer, insanın yüreğini kurakken, çöl iken göle çevirir. Onun için Vahiy mana dünyamızın yağmurudur vahiy rahmettir. Rahmet risalettir; peygamberler eğer insanların arasına gönderilmemiş olsaydı şu insanlık ne yapardı, nereye giderdi, nasıl yolunu bulurdu. Onlar birer kutup yıldızı gibi insanlığa yol göstermiştir. Fırtına kopan dalgalı hayat denizinde fırtınalı batmamak için insanlığa yol göstermişlerdir.

Rahmet hidayettir öyle değil mi hüden lil muttekıyn. (Bakara/2) muttakiler için hidayet olan vahyi onlar getirmiştir. Rahmet inzardır, rahmet tebşirdir, müjde ve uyarıdır ve rahmet davettir. Peygamberler bunları yaptı. Onun için Allah bunları en güzel bir biçimde yaptı, rahmet olduğunu ispat etti. Onun içinde şahit kıldı, şahit oldu, şahit gösterdi ve en son haccında yani veda haccında, ömrünün sonunda Ya Rabbi, şahit ol..! diyordu ve insanları da şahit tutuyordu. Onun için insanlar da emaneti yerine verdin, layıkıyla tebliğ ettin biz şahidiz ya ResulAllah diyorlardı.

Risalet rahmettir demiştim bunu söyleyen tek ayet Enbiya suresinde ki ayet değil, aynı zamanda Zuhruf suresinde de bir başka ayet var. Ve kalu levla nüzzile hazel Kur’ânu alâ racülin minel karyeteyni ‘azıym. (Zuhruf/31) Şuna bakınız; Onlar dediler ki bu Kur’an şu iki şehrin büyük adamından birine inmeli değil miydi•? Bunların isimleri farklı farklı rivayetler var. Velid bin Muğire, Taif’ten ise Ümeyye bin Ebis Salt es-Sakafi olduğu söylenir, bir başka rivayette bir başkası olduğu söylenir; Bu iki adamdan birine inmeli değil miydi?

Niye? Bu ikisi daha yaşlı. Efendimiz 40 yaşında iken b unlar 70ine ayak basıyorlar. Şimdi efendimize bunlar dünkü çocuk muamelesi yaptılar. Hz. İsa’ya da Yahudi ihtiyarları öyle yapıyorlardı değil mi. Dünkü çocuk, ağzı süt kokuyor diyorlardı. Dolayısıyla Allah resulüne de, hatta çok ilginç bir rivayet var zayıf olmakla birlikte Ümeyye bin Ebis Salt es-Sakafi bir şair, Taif’li hem de meşhur bir şair. Efendimiz; Onun şiiri Müslüman olmuştu diyor, onun şiirlerinin divanı da var zaten, şiir ve şuarasında İbn. Kuteybe 3 sayfa ayırmış bu zatın şiirlerine. Orada Cennet ve cehenneme inandığını görüyoruz daha cahiliyede, ahirete inandığını görüyoruz, Allah’a inandığını, putları reddettiğini görüyoruz. Hatta putlara tapanlara ya ehlel hamga diyor, ey ahmaklar. Daha ResulAllah gelmemiş ve sonsuz nimetler diyarı diye bir şiiri var. Dolayısıyla bakıyoruz adam İbranice ve Süryaniceyi biliyor, Aramice yi biliyor, Tevrat’ı ve İncil’i asıllarından okuyor. Böyle bir adam.

Bahreyn’deymiş efendimizin 9. Yılında Bahreyn’den dönüyor. Ebu Süfyan, bu adam bilirkişi, bu adam bölgenin en büyüğü onun için kaide azam derlermiş, büyük komutan, büyük lider derlermiş buna. Düşünün putlara tapmıyor, putlara tapanlara ey ahmaklar dediği halde müşrikler bu adama hürmet ediyorlar. Fark ne? Aktif iyi, pasif iyi. Eyvallah..! Yani, putlarına dokunmadınız mı tapmamanızı da hoş görüyle karşılıyorlar , onun için pasif iyi.

Ebu Süfyan yolda yakalıyor, aralarında şu muhavere geçiyor; Duydun mu? Neyi? AbdulMuttalib’in yetimi peygamberliğini ilan etti. Derin bir Yaa..! diyor. Ondan sonra Ebu Süfyan diyor ki: Ona inanacakmısın? Hayır diyor. Fakat diyor izheb fettebiu’ sen git ittiba et diyor Ebu Süfyan’a. Kendine gelince hayır. Peki sen niye hayır diyor. İki cevabı var biri zayıf biri güçlü. Zayıf olan; ben onun çocukluğunu bilirim diyor. Allahuekber. Buna da yaş tutumu diyorlar..! eyvallah..! Yani yaşlıların ellerinden öpüyoruz, ama demek ki bazen o da hakikate takılıyor.

Hakikatin yaşı olmaz ki. Hocasıydı babası bir ömür okuttu Cezayir’in büyük kahramanı Emir AbdülKadir, 28 yaşındaydı b abası geldi kendisine beyat etti. Hocasıydı aynı zamanda. Tarih böyle örneklerle doludur. İbn. Sina’yı hocası okuttu ona 6 veya 7 ilim veren hocasıdır, İbn. Sina 17 yaşına geldiğinde oğlum sen beni okut dedi. Önüne oturdu ve hocası talebesinden ders almaya başladı. Dolayısıyla bu örnekler var önümüzde, ne muhteşem örnekler bunlar, ne güzel örnekler.

Yani ilginçtir adam öyle dedi. Ve bu adam Allah resulün e karşı savaş açtı, yakınlarını Allah resulü ile savaşmaya gönderdi. İşte böyle bir şey. Sakif kadınlarımın yüzüne nasıl bakarım diyor güçlü rivayette. Demek ki hakikat ağır gelmiyor nefis ağır geliyor. Yani orada nefsini konuşturuyor. Eğer ruhunun sesini dinlese ruhu zaten söylüyor, kendisi de söylüyor.

İşte bu iki adamdan birine gelmeli değil miydi diyorlar. Risalet hani. Ve kalu levla nüzzile hazel Kur’ânu alâ racülin minel karyeteyni ‘azıym. (Zuhruf/31)

Hz. Peygamberin merhameti tabii ki dillere destan bir merhametti.. Nasıl dillere destan bir merhamet olmasın, onun hayatını biliyoruz. Hatta onun hayatını babalarımızın hayatından daha çok biliyoruz değil mi? Yeryüzünde kimin hayatı Allah resulünden daha ayrıntılı bilinir söylesenize. Allah resulünün ömrünün ayrıntısında bilmediğimiz ne var. Bu bir mucizedir. Onun için İbn. Hazm Cevamius Sire isimli o muhteşem eserinde şöyle bir girişte bulunur; ResulAllah’ın hiçbir mucizesi olmasa, mucize olarak yaşadığı hayat peygamberliğinin delilidir diyor.

Peygamberliğine başka delil gerekir mi? Yaşadığı hayat peygamberliğinin delili. Üstelik bu hayat gözümüzün önüne gecesiyle gündüzüyle, özeliyle geneliyle, önüyle sonuyla o kadar berrak bir biçimde gelmiş ki biz inanın en yakınımızın hayatını, hatta belki kendi hayatımızı bile o kadar bilmeyiz. Yani olur mu diyeceksiniz ama insan unutuyor. Ama ResulAllah’ın hayatı, peygamberlik dönemini kastediyorum tabii ki. Gerçekten de önümüzde berrak bir biçimde. Çünkü Rabbimiz onu örnek olarak sundu. Bu örnek olarak sunduğunu muhafaza etmeseydi bize örnek olarak sunmazdı. Bu da mucizevi bir karşılıktır. Onun için Lekad kâne leküm fiy Rasûlillâhi üsvetün hasenetün. (Ahzab/21) Allah’ın resulünde sizin için muhteşem bir örneklik vardır, güzel bir örneklik vardır diyen Kur’an, o örnekliği de bize ulaştırma garantisinde bulunması lazım. Ve elhamdülillâh o örneklik bize ana hatlarıyla ulaştı.

Allah resulünün örnekliği içerisinde en büyük örnekliği merhametidir, çünkü âlemlere rahmettir o. Âlemlere rahmet olan ümmete düşen de kendi âlemlerine rahmet olmaktır. Tabii biz âlemlerimize zahmet oluyoruz o ayrı bir mesele. Ama bakın Allah resulüne Lealleke bahı’un nefseke ella yekûnu mu’miniyn. (Şuârâ/3) merhametine bakın ResulAllah’ın. İnsanların imanı için öylesine canhıraş koştururdu ki, bir adem bir alem diyerek eğer bir insan daha iman edecekse, uyku, dinlence bilmeksizin bir ömrünü vermeye hazır gibi yaşardı. Onun içinde ne oluyor sana diyor Rabbimiz, Mü’min olmuyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin.

Biz hiç kendimizi helâk ettik mi? Mü’min olmuyorlar diye. Taşlanıyorsun, hakarete uğruyorsun, iftiraya uğruyorsun, vatanında seni alemlere rahmetsin ama alem için de 2 metre yer bırakmıyorlar sana, buna rağmen sana bütün bunları yapan insanlar imana kavuşsun, cennete kavuşsun diye kendini helak ediyorsun. Yani beni niye taşlıyorlar diye değil, bana niye hakaret ediyorlar diye değil, bana niye bunu yapıyorlar ben onlara iyilik yapıyorum da bana niye kötülük yapıyorlar diye değil. Bunları hiç takmıyorsun bile. Sadece niye iman etmiyorlar.

Daha nasıl rahmet olsun. Lealleke bahı’un nefseke ella yekûnu mu’miniyn. (Şûarâ/3) bunun adı Allah’ın kulları helak olmasın diye kendini helak etmektir, bunun adı budur, budur alemlere rahmet olmak ve rabbimiz tabii ki sevinmiştir, tabii ki sevmiştir, tabii ki sevdirmiştir. Bugün bu sevginin karşılığının ne olduğunu düşünüyorsunuz, sebebinin ne olduğunu düşünüyorsunuz, illetinin ne olduğunu düşünüyorsunuz. 1.400 yıl sonra bir insanı yeryüzünde yüz milyonlar; anam babam sana feda olsun diyecek kadar nasıl severler, bunun izahı nedir söyler misiniz? Allah yoksa bu işin içinde bunun izahı yoktur. Allah severse sevdirir. Allah niye sevmiş peki? İşte bunun için. Lealleke bahı’un nefseke ella yekûnu mu’miniyn.

fela tezheb nefsüke aleyhim haşerat. (Fatır/8) şu halde onların imana ermesi için duyduğun arzu seni yıpratmasın. Deminki ayeti te’yid eden bir Fatır ayeti. Yani onların imana ermesi için duyduğun arzu seni bu kadar yıpratmasın. Yine te’yid eden bir şey.

İşte böyle bir peygamberin göğsüne Rabbimi iki madalya taktı, o madalyalardan biri Raûf, biri Rahîm. Kendine ait iki ismi insana da verdi fakat verdiği ilk insan Allah resulü idi. Raûfun Rahîm. En son inen surenin en son ayetlerinde hitap tüm insanlığa, çünkü siz diye başlıyor insan soyunu kastederek Le kad câeküm Rasûlun min enfüsiküm. (Tevbe/128) size kendi türünüzden, kendi soyunuzdan, kendi neslinizden bir elçi gelmiştir. İnsanlığın tamamına bir hitap var. Son sure Tevbe’nin son ayetlerinden 128. Ayet. aziyzun aleyhi mâ ‘anittüm sizin kurtuluşu olmayan ebedi bir belaya çarptırılmanız onun zoruna gider, ağrına gider. Yani biraz önceki ayeti hatırlasanıza, sizin ebedi hayatta kaybetmeniz onun çok zoruna gider. hariysun aleyküm Bil mu’miniyne Raûfun Rahıym. Mü’minlere karşı şefkat pınarı, Raûf ve merhamet abidesi Rahîm olduğu için üzerinize hassasiyetle tir tir titrer. Size karşı çok hırslı, yani öyle ki hani anaç tavuk olurda yavrularına bir zarar geleceği zaman isterse aslan olsun böyle atılır ya; Yavruma dokunma. Allah resulü onun için bir baba gibidir. O nedenle onun eşleri mü’minlerin anneleridir ayeti geldiğinde Abdullah İbn. Mes’ud Ra. Oraya bir parantez içinde çünkü o mü’minlerin babası yerindedir yazmış. Hatta bunu da bazıları kıraat olarak okumuşlar. Eyvallah bu bir tefsiri açıklama oysaki. Çünkü mü’minler için baba gibidir. Koruyucu, şefkat ve merhamet abidesi. Onun için Rabbimiz işte göğsüne iki madalya takıyor Raûf ve Rahîm. Çok şefkatli, çok merhametli.

Fein tevellev fekul hasbiyAllâh. (Tevbe/129) Devam ediyor ayeti kerime; (bu gerçek ortada iken) yine de onlar yüz çevirirlerse de ki; Allah bana yeter. Yani sen bu kadar merhametli, bu kadar şefkatli iken döner insanlar bu şefkat ve merhamete cevap vermek yerine yine de yüz çevirirlerse yapacağın bir şey yok, kendini helâk etme, Allah bana yeter de. fekul hasbiyAllâhu* lâ ilâhe illâ HU. Ondan başka tapılmaya layık hiçbir varlık yok. aleyhi tevekkeltü ve HUve Rabbül arşil azıym. Ben sadece O’na güvendim, sadece O’na dayandım de çünkü O azîm olan arşın hükümranlık makamının Rabbidir. Yani Rabb olan Allah’ın rububiyyeti dururken, Rabb ben değilim ki de, sen Rabb değilsin aslında burada. Onun için vazifeni yap gerisini Allah’a havale et, hasbiyAllah de, Allah bana yeter de.

Öyle değil mi yoksa işin içinden çıkmak mümkin değil. Helâkte olsanız ne yazar ki. Zaten eğer hidayet peygamberin elinde olsaydı önce yakınlarına verirlerdi. Nuh peygamber önce oğlunu hidayete erdirir, İbrahim peygamber önce babası Azer’i hidayete erdirir. Kur’an babası dediği için babası diyorum. Kur’an ed kelimesin i kullandığı halde onu amcaya kaydırmışlar. Niye? Peygamberlerin soyu ta Adem’e kadar tertemiz iman etmiş olanlardan olacak.

Niye; Saltanat mı kuruyoruz, babadan oğula geçecek bir şey mi var. Peygamberlik babadan oğula geçen bir saltanat mı zannettiniz. Hidayet kişinin kendi tercihidir, tercihinin üstüne konuşur. İman özünde kişinin tercihidir. Onun için akil baliğ olma şartı aranır. O zamana kadar da mükellef sayılmaz, kalem işlemez yani Allah Resulünün ifadesi ile.

Niye? Bunda ne var? Bunda ne gibi bir gariplik var? ve lâ teziru vaziretun vizre uhra. (Zümer/7) hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu taşımaz, yüklenmez. Nuru Muhammedî efsanesine böyle bir şey çıkaralım da isterse sinekten yağ çıkaralım. Görüyor musunuz çarpıtmayı. Haydi babasına buldunuz, İbrahim’in babasına amca dediniz. Yedi dereden su getirdiniz, alakası olmayan te’viller yaptınız amcası yerine koydunuz. Peki Nuh’un oğlunu ne yapacaksınız? O da kolay değil mi. Bazı müfessirlerin dediği gibi Nuh’un hanımı Nuh’un nikâhındayken başkasıyla zina yapmış. Haşa. Kafire iftira helal mi? (Devam edecek)


ESMA DERSLERİ – 5 – ER RAHÎM (16-2)

$
0
0

330

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

(16-1) den devam)

Yani iman etmedi diye bir kadına iftira helal mi? Var mı böyle bir şey, gayri müslime iftira caiz mi? İftira herkese haram. Dolayısıyla ahlaklı olmak lazım, tutarlı olmak lazım. Peygamberlik saltanat değildir, peygamberliğe saltanat diyen müşrikken Ebu Süfyandı. Ebu Süfyanla Hz. Abbas Ra. Ordu Mekke’ye girerken, şimdi o dağ belli, ben gittim oraya. Tam giriş yerinde bir tepenin başına oturdular. Ebu Süfyan tabii orduyu seyrediyor ama şaşırmış vaziyette. Ne söyleyeceğini bilemiyor, yüzünde 7 renk cümbüşü var. Alı al moru mor bir geliyor bir gidiyor, içinde de fırtınalar kopuyor tabii o anda, çok gelditler yaşıyor ve en sonunda dudaklarından şu cümle dökülüyor. Ya ebel fadl, Ey fad’lın babası, Efendimizin amcası İbn Abbas’a; kardeşinin oğlu yeğeninin saltanatı ne kadar da büyümüş.

Hz. Abbas’ın verdiği cevabı merak etmiyor musunuz? Ağzından çıkanı kulağın duysun ey Ebu Süfyan bu saltanat değil nübüvvettir nübüvvet. Ağzından çıkanı kulağın duysun derler adama, bu saltanat değil nübüvvettir. Nübüvvete saltanat gömleği giydirirseniz Allah resulünden; ne titriyorsun be adam, ben de senin gibi kuru et yiyen bir kadının oğluyum azarını işitirsiniz. Biz yıllar yılı altın taçlı, sırma kaftanlı, gümüş tahtlı bir peygamber tasavvur ettik zihnimizde. Biz aslında bizi karıştırdık, biz Musa’yı firavunun yerinde düşledik. Biz İbrahim’i Nemrud’un yerinde düşledik, biz hayatları karıştırdık. Maalesef bizim hayatımız karışık olunca hayatları da karıştırdık. Onun için lütfen düzelelim, düzeltelim. Zihnimizi düzeltelim önce, tarihe, peygamberlere, Allah’a ve peygamberler peygamberi Allah resulüne iftira etmeyelim düz ve koşma şeyler üzerinden. Eyvallah.

Uhud’ta dişi kırılmıştı yüzü yarılmıştı kan revan içinde kalmıştı şefkat peygamberine bakın, merhamet peygamberine bakın. Yanındakiler bir ara bir düzüne kadar kalmıştılar, koca İslam ordusu dağılmıştı, hatta bir müşriğin kılıcı efendimizin eteğine gelmiş. Uhud dağında ki o kaya kovuğuna arkasını vermişti efendimiz ve olan biteni engin bir teslimiyet içinde izliyordu. Allah’ın tecellilerini izliyordu. Orada her şey olabilirdi. fein mate ev kutilenkalebtüm alâ a’kabiküm. (A. İmran/144) o ölür ya da öldürülürse ökçelerinizin üzerine gerisin geri dönecek misiniz?

İşte o anda olan bitenin bir ihtimali bu, böyle bir hal, dehşet günü ve Hz. Saad Bin Ebi Vakkas artık iş başa düşmüştü, öyle ki Allah resulüne göğsünü siper etti artık koluyla Allah resulünü sağdan soldan eğilerek tam bir ok geldi ve Saad bir ömür boyu çolak kaldı. At ya Saad anam babam sana feda olsun.

Allah resulünün ömründe bir kişiye bu cümleyi kullandığını biliyoruz. At ya Saad anam babam sana feda olsun..! Böyle bir durum ve tabii böyle bir durumda peygamberdir, peygamber duası reddolunmaz. Yanındakiler beklenti içerisinde Ya ResulAllah kaldır artık elini, böyle beklenti var. Kaldır şu ellerini çünkü bittim ya Rabbi dediğinde yettim kulum diyor Rabbimiz.

Ne demişti Nuh? enniy mağlubun fentasır. (Kamer/10) ben bittim, mağlub oldum ya Rabbi sen bana yardıma gel demişti de, Fefetahnâ ebvabes Semai Bimain munhemir. (Kamer/11) biz de göğün kapılarını açtık, gökten denizi ayağına indirdik. Sen karada gemini yap yeter ki, deniz lazım olursa Denizin rabbi denizi ayağına getirir. Gazze’lilere de bunu dedim, siz karada gemi yapıyorsunuz, siz geminizi yapın, deniz lazım olursa rabbiniz denizi ayağınıza getirir.

Öyle değil mi zaten kul ne ki, kulun gücü ne ki, Allah kulun gücüne mi bakar ki yani. Sadece gücünün yettiğini yapıp yapmadığına bakar. Yoksa Rabbim isterse suları büklüm büklüm burulur. Öyle değil mi, Allah dilerse neler olmaz. Ama bu alemi o yasa üzerine kurmuş bizim gayretimize bakıyor. Onun için kaldır ya ResulAllah modundalar meydandakiler. Artık kaldır şu ellerini. Ve kaldırıyor Allah resulü, ne diyor siz ce?

Aman Allah’ım Allahümme mağfirli kavmihi İnnehüm la ya’rifun. Allah’ım kavmimi affet, onlara hidayet et, zira onlar bilmiyorlar. Bu. Raûf ve Rahîm bu. Bu nebinin göğsüne takıyor Rabbimiz Raûf ve Rahîm iki esmayı. Dolayısıyla Allah’ım kavmimi affet. Bakınız bir duada kaç dua var;

1 – Allah’tan onların affını istiyor.

2 – Onlar için istiğfar ediyor yani kendisi de onların günahına tevbe ediyor. Allahümme mağfir li kavmi.

3 – Bilmedikleri için mazur görülmelerini istiyor.

4 – Onları kavmim diye anarak kendisine nispet ediyor ve şereflendiriyor. Bir küçücük dua içinde dört iltifat, dört tane dua ediyor.

Allah resulünden müşriklere lanet okuması istendiğinde şöyle diyor cevaben; Ben lanetçi olarak gönderilmedim, ben rahmet olarak gönderildim. Diyordu. İki hadisi de Müslüm’den aldım: Hatta ömrünün sonunda, -tabii Allah resulü lanet ettikleri yok mu? Oluyor.

Mesela Bir’i maûne Faciasında. O çok acıydı, şefkatini düşünün Allah resulünün. Bir’i maûne faciası malumunuz bir kabileden geldiler Allah resulünden öğretmen istediler. Allah resulü elinde ki 70 öğretmeni gönderdi. Ki onlara gözü gibi bakardı. Fatımasından esirgediğini onlara vermişti. Onlara gerçekten tir tir titrerdi. Eğitime verdiği değer bu Allah resulünün.

Ve yolda pusuya düşürdüler Bir’i Maûne, maûne kuyusu civarında kılıçtan geçirdiler şehit ettiler hepsini. İki tane develerin başında nöbetçi olan sahabi kaldı, bir tanesi geldi manzarayı görünce o da yalın kılıç daldı ve şehit oldu, geriye bir tane kaldı Amr isimli bir sahabi.

O müşriklerin pusu ekibinin lideri Cebbar isimli biriydi. Yakasına yapışmış Amr’ın; Bana diyor şunları teşhis et. Teker yeker teşhis ediyor şu, şu, şu diye. Bana bunların içinde bulamadığın birini teşhis et diyor. Buradaydı, ben öldürdüm fakat cesedini bulamıyorum. O Amir Bin Füheyre. Hz. Ebu Bekir’in azatlısı. Hicret sırasında izleri silmekle görevlendirilen, çobanlık yapan zat. Yine hicret sırasında efendimizle beraber Medine’ye gelen zat.

Amir Bin Füheyre, onu arıyor o hainlerin reisi zat. En sonunda merak sırası sahabiye geliyor ve soruyor; Niye onu merak ettin diyor. Onu ben öldürdüm, ölürken ne dedi biliyor musun lekad füztu vallahi, vallahi ben kazandım dedi. Şimdi ben öldürdüm o niye kazanmış oluyor, kafasına takılmış. Öldüren benim ölen o, ölen kaybeder, öldüren kazanır onun dünyasında bu tek dünyalı. Tek dünyalı olunca öldüren kazanmış oluyor. Çift dünyalı olunca ölen kazanmış oluyor. Mazlumen ölen.

Dolayısıyla adam bunun arkasına düştü bu sözü anladığında imana erdi. Hani üstadın dediği gibi; İslâm’ı öyle yaşa ki seni öldürmeye gelen sende dirilsin, ölürken dahi diriltmek işte bu.

İşte o vakada da Allah Resulü bir ay gözyaşı içinde knut yapıyor. 5 vakit namazda göz yaşı içerisinde o hainlere lanet okuyor. Bazı ara ara Allah resulünün böyle ilendiği, lanet ettiği durum var. Fakat ömrünün sonunda ne diyor biliyor musunuz, ya Rabbi diyor ben ömrüm içinde kime beddua etmişsem onu onun için duaya tebliğ et. Allahuekber..! Başka bir izahı var mı, şefkatten ve merhametten başka bir izahı var mı, alemlere rahmet olmak bu galiba. Oysa kendisi için hiç lanet etmedi, kendisi için lanet etseydi vahşi için ederdi. Ona da biraz sonra değineceğim inşallah.

Allah resulü öyle diyor kime lanet okumuş, kime ilenmiş kime beddua etmişsem onu, onun için rahmete dönüştür, mağfirete dönüştür ya Rabbi. Bu Bir’i maûne olayı hicretin 4. Yılında Necid şeyhi Ebu Berâ künyeli Amir bin Mâlik’in daveti üzerine gerçekleşiyor.

Bir de Ben’i Cezime olayı var Allah resulünün rahmetini gördüğümüz merhametini gördüğümüz. Allah resulü Mekke’nin fethinin ardından Halid bin Velid’i 350 kişilik bir müfreze ile Cezire bin Amir kabilesine gönderiyor. Mekke’nin güneyinde yaşıyorlar bunlar ve kabileyi İslâm’a davet ediyor her zaman olduğu gibi. Kabile İslâm’a davet edildiğini görünce saba’na saba’na diye -gece yarısı bu- ses geliyor kabileden. Halid bin Velid bu saba’nayı farklı yorumluyor. Aslında kabileye geçmişte biraz hıncı varmış. Onu daha sonra öğreniyoruz. Saba’na döndük demek. İşte döndük ama neye döndük, çünkü esnemma demeyi bilmiyor adamlar veya akıl edemiyorlar neyse, ve yalın kılıç hücum emri veriyor kabileden birçokları esir alınıyorlar.
Ertesi sabah esirlerin öldürülmesini emrediyor o geçmiş davadan dolayı sanırım. Süleym oğullarına mensup askerler bu emri yerine getiriyorlar, fakat sahabe den olanlar komutanları da emir verse bu emri asla tutmuyorlar, çünkü eğitimliler, çizgileri biliyorlar onlar ve o esirlerden kaçan bir tanesi Medine’ye gelip ResulAllah’a durumu haber veriyor ve tabii Allah resulü tabir caizse yıkılıyor.

O andan itibaren ResulAllah’ın yanına o gibi durumlarda kimse yaklaşamazmış. Kıbleye dönüyor ellerini açıyor gözlerinden yaşlar akarak. Ya Rabbi ben Halid’in yaptığından Berî’yim ya Rabbi. Adeta Allah’ın cezalandırmasından çekinerek önce kendini tebriye ediyor, ya Rabbi ben Halid’in yaptığından Berîyim. Ve Halid geliyor tekmil verecek, başını böyle çeviriyor. Oradan geliyor başını öbür tarafa çeviriyor, oradan geliyor. Hala Ben Halid’in yaptığından berîyim.

Dolayısıyla bundan dolayı bu olayı telafi için Hz. Ali’yi gönderiyor. Yanına büyük miktarda mal veriyor, git köpek çanağına, kedi çanağına varıncaya kadar kimin nesi zayi olmuşsa, sadece kan bedeli değil, öldürülenlerin kan bedelleri değil, köpek ve kedi çanağına varıncaya kadar tazmin et. Hepsinin rızasını alıyor, helalliğini alıyor, kan bedellerini veriyor ölenlerin malı zayi olanların mallarını tazmin ediyor, geriye hayli yekün miktarda bir mal daha kalıyor,

Hz. Ali diyor ki; ResulAllah boşuna mal vermez. Eğer bu buraya gelmeseydi b unları bana vermezdi bunlarda sizin diyor ve aralarında onları da paylaştırıyor, öylece gönüllerinin rızasını alıyor. Ama Allah resulünün merhametine bir kez daha şahit oluyoruz orada; Allah’ım ben Halid’in yaptığından berîyim.

Üsame Bin Zeyd; hicretin 8. Yılında Ben’i mürre üzerine bir müfreze gönderiliyor. Daha önceden Efendimizin evlatlığı olarak bilinen Zeyd Bin Harise’nin oğlu malum, efendimizin torunu gibi gördüğü, hatta belki torun undan daha çok sevdiği bazı kaynaklarda böyle rivayetler var, efendimiz onu kucağından indirmezmiş. Onun içinde biliyorsunuz efendimizin ellerinde yetiştiği için vefatı sırasında yeni orduya komutan oydu. Efendimiz onun üzerine öyle titrerdi ki.

Üsame bir ev almış, 20li yaşlarda genç delikanlı. Evi de 6 ay sonra borcunu ödemek üzere taksitle almış yani. Ellerimle büyüttüğüm Üsame’yi görüyor musun yaptığını? Ne yapmış ya ResulAllah? Sanki 6 ay yaşayacağını biliyormuş gibi gitmiş 6 ay taksitle ev almış. Üsame böyle mi olacaktı..! Allahuekber.!

Ya bizi görse ne derdi? Ya ResulAllah biz önce öl sonra öde alıyoruz. Biz ölüyoruz taksit bitmiyor, ondan sonra torunlarımız ödüyor. Bizi görsen ne derdin. Taksidin aslında taksit taksit ölüm olduğunu daha o günden ne güzel ifade ediyor. Taksidin ekonomiyi içten içe çökerten bir bela olduğunu nasıl, yani taksit kolaylıkmış gibi duruyor, öyle de görünüyor, helaldir de, caizdir de, hiçbir problem yok. Ama taksit insanda ki dünya hırsını nasıl körüklüyor biliyor musunuz? Elinizde olmayanla alıyorsunuz. Elinizde olmayanla alınca ihtiyacınızdan fazlasını almaya başlıyorsunuz. Bakınız hırsı körüklüyor. Kapitalizmin uyanık bir aracı haline taksit nasıl geliveriyor.

Onun için ellerimle yetiştirdiğim Üsame böyle mi olacaktı diyor. Üsame’ye bu kadar titrerdi Allah resulü. İşte Ben’i mürre üzerine düzenlenen müfrezede Üsame de vardır. Mirdas b. Nehik bir müşrikle göğüs göğüse mübareze yapmakta, çatışmakyadır ve en sonunda düşmanını yıkar alta. Düşmanı; kılıcı tam havadayken eşhedi enlâ ilahe illallah veya lâ ilâheillallah der. Ama kılıç havada durmaz tabii. İneceği yere iner. Ve tabii o manzaraya şahit olan yanındakiler; Ne yaptın Üsame, ne yaptın sen. Lâ ilâhe illallah dedi adam. Ama gitmiştir. Kendini savunma babından, o korktuğu için söyledi aslında Müslüman falan olmadı, canını kurtarmak için söyledi der orada öyle geçiştirilir ama Allah Resulüne haber ulaşır tabii. Resulallah haber aldıktan sonra ilk gördüğü anda; Üsame demek sen Rabbim Allah’tır diyen birini öldürdün ha? Ama ya Resulallah o canını kurtarmak için öyle dedi. Hel şakakta kalbeh? Kalbini yarıp baktın mı, kalbini açıp baktın mı? Şimdi Resuallah dönüp dönüp; Demek sen Rabbim Allah’tır diyen birini öldürdün Üsame? Diyordu. Üsame o kadar utanmış, o kadar yerin altına geçmiş ki keşke o günden sonra Müslüman olsaydım dedim diyor kendisi.

Allah resulünün rahmetini görüyorsunuz merhametini görüyorsunuz şefkatini görüyorsunuz. Bir Adem, bir âlem. Bir Adam daha saadete ersin, bir insan daha kurtulsun, bir insan daha Rabbiyle buluşsun hepsi bu, ResulAllah’ı dersi bu başka bir derdi yok. En sevdiğimi bile böylesine şiddetli azarlamasının sebebi insana olan şefkat ve merhametindendi başka bir şey yok.

Küçük İbrahim ölüyor, Allah Resulü ağlıyor. Saad B in Muaz neden ağlıyorsun diye soruyor, ResulAllah cevap veriyor. Bu Allah’ın, kullarının kalbine yerleştirdiği bir şefkattir ya Saad. Allah kulları arasından merhametli olanları çok sever. Yani demek ki Araplar böyle şeylere arlanmayı ayıp görürlermiş, sanırım biraz buralarda da var gibi böyle yani. İşte erkekliğe falan dokunur diye. Ne alakası var diyor yani Allah Resulü, bu şefkat ve merhametin ifadesi. Onun için ağlamak erkeğe yakışır, göz yaşı insana yakışır aslında. Ağlamayan gözden Allah’a sığınıyordu ya ResulAllah, utanmayan yüzden Allah’a sığınıyordu. Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz, neden ağlamıyorsunuz. Kur’an öyle diyor. Ve tadhakûne ve lâ tebkûn. (Necm/60) Bir hadiste; Eğer benim bildiğimiz bilseydiniz, ya da benim gördüğümü görseydiniz çok ağlar az gülerdiniz.

Onun için anlayanlar ağlarlar, ağlayanlar anlarlar. Ve Allah resulünüm şefkat ve merhametini çok gördüğümüz olay Vahşi hadisesi.

Vahşi Bin Harb. Ebu Deseme künyeli Habeşistan asıllı siyahi bir köle. Önce Tuayme bin Adiy’in kölesiymiş. Tuayme Bin Adiy meşhur Cübeyr’in babası, efendimizi Taif dönüşü yanına 4 oğlunu verip te Mekke’ye getiren zat. Mut’in bin Adiy’in kardeşi. Dolayısıyla onun kölesiymiş. O Bedir’de öldürülüyor Müslümanlar tarafından. O öldürülünce yeğeninin kölesi oluyor bu sefer. Kime? Cübeyr Bin Mut’ime. Bu kişi Hz. Aişe peygamberimizle evlenmeden önceki sözlüsü. Müslüman olmayınca bu iş bozuldu. Cübeyr Bin Mut’ime aynı zamanda Bedirde de esirdi, Allah Resulü; bu zatın babası hayatta olsa da gelse benden Bedir esirlerini bilâ bedel bırakmamı istese vallahi bırakırdım dediği olayın kahramanı.

İşte onun kölesi olmuş ve Uhud savaşında Cübeyr Bin Mut’im amcasının öcünü almasını söylüyor. Bir başka rivayette ikinci bir sipariş daha alıyor o da Ebu Süfyan’ın karısı Hind Bin Utbe’nin siparişi. Cübeyr Bin Mutim savaşta öldürülen babası ve kardeşi için Vahşiye; İnsanlarla beraber sen de savaş alanında bulun. Eğer benim amcam Tuayme Bin Adiy karşılığında, Muhammed’in amcasını öldürebilirsen, sana hürriyetini iade edeceğim. Diye teklif eder. Öbürü ise sevdiğin kızı sana alacağım der. Böyle çifte kavrulmuş vaad.

Dolayısıyla Uhud’a geliyor, Uhud’da tek işi Hz. Hamza’yı kollamak, Hz. Hamza’nın rolü belli. Efendimizin çok sevdiği, amcası ama 3 yaş büyük efendimizden. Efendimizin kolu kanadı adeta. Nasıl kolu kanadı olmasın ki düşünün Hz. Hamza Müslüman olduğunda Miladdı Mekke’de. Hamza’dan öncesi – Hamza’dan sonrası diyoruz biz Mekke dönemine. Gerçekte Ömer’in İslam’ından çok daha keskin bir miladdır. Çünkü Hz. Hamza imanını ilk andan itibaren çıkıyor ve geçsin karşıma diyor itirazı olan. Onsan sonra Kureyş Allah resulüne doğrudan saldıramıyor. Hz. Hamza bir miladdır bu çok önemlidir. Bir aslan gibi koruyor Allah resulünü ve en önce kendisi atılıyor onun için Allah resulü içinde İslâm içinde değeri ortada Hz. Hamza’nın.

İşte Uhud’da onu kolluyor, Hz. Hamza hasımlarından biri ile boğuşurken, mızrak atmada da çok usta olan Vahşi mızrağını atıyor ve Hz. Hamza’yı kürek kemiklerinin ortasından vuruyor, düşünce de onunla yetinmiyor adın a yakışır bir iş yapıyor vahşice geliyor göğsünü yarıyor iç organlarını çıkarıyor -hassaten kalbini ciğerini çıkardığı rivayetleri vardır- getiriyor Hind’e veriyor. Yani Araplar çok kinlendikleri zaman içim soğusun diye düşmanlarının iç organlarıyla su içerlermiş, böyle bir vahşi uygulama. İşte bunu yapıyor.

Efendimiz Uhud’dan sonra Uhud’da yenildiğinden daha fazlasına Hz. Hamza’nı şehadetine üzülüyor. Hz. Hamza’nın şehadetini görünce efendimiz, ömründe öyle bir şey yok, dizlerinin üstüne çöküyor. Dizinin bağı çözüldü derler ya..! Efendimiz çok acı yaşadı, çok acı gördü o manzarayı bir tek orada görüyoruz. Ne kadar değerli olduğunu ne kadar büyük şok olduğunu efendimiz için ne acı bir manzara olduğunu anlayın.

İşte o. Ondan sonra kendisi anlatıyor Vahşi; Mekke’nin fethinden sonra bir müddet kaçtım. Bana haber gönderdiler kaçmakla olmaz gel Muhammed’e teslim ol zaten o düşmanlarını affediyor, o affedici. Ben de kaçmaktan yoruldum ve geldim Allah resulüne teslim oldum. O dedi ki bana benim gözüme görünme bana amcamı hatırlatıyorsun.

Ondan sonra vahşi Allah resulünün gözüne görünmemeye çalıştı. Hatta Mescidi Nebevi’ye geldiği, efendimiz girdikten sonra girmeyi kolladığı, efendimiz cemaate namazı kıldırıp dönmeden evvel bir direğin arkasına saklandığı ve oradan efendimiz arkasını döndüğünde baktığı, döndüğünde ise saklandığı ve doyası göremediği. Zaten efendimiz Mekke’nin fethinden, Vahşin in Müslüman olduktan sonra yaklaşık 2 yıl sonra veya daha da aşağı bir zaman yaşadılar. Dolayısıyla b u zaman zarfında efendimizi doyası göremediği rivayetleri vardır ve bunun da Vahşi’nin yüreğine bir ok gibi saplandığı rivayetleri vardır. Adeta efendimiz kendisinden mahrum etmekle cezalandırmıştır, ama ona başka bir şey yapmamıştır o engin merhametiyle. Oysa ki efendimizin kan hakkı vardır, kısas hakkı vardır, vardır, vardır..! Ama bütün bunlar bir tarafa konuluyor ve orada onu affediyor yalnız mümkünse gözüme görünme diyor, bana amcamı hatırlatıyorsun.

Ve ondan sonra Humus’a geçiyor Vahşi, Humus’ta yaşıyor, birkaç kez içki cezasına çarptırılıyor, yani içkiyi terk edemiyor, veya birkaç kez terk ediyor yeniden başlıyor. Yemame savaşına katılıyor Yemame de Müseylime’yi öldüren iki kılıçtan birinin sahibi. Cahiliye de insanların en hayırlısını öldürdüm, İslâm’da ise insanların en şerlisini öldürdüm diyor kendisi olayı anlatırken.

Ve Tabii Vahşi’nin arkasından hayli bir rivayet edebiyatı ortaya çıkıyor. Bu Taberani ve Heysemi’nin İbn Abbas’tan naklettikleri bir rivayette şöyle bir olay yaşanıyor vahşinin Müslüman olmasıyla alakalı.

Allah resulü Vahşi’ye, gelip teslim olmasını istediği haberini gönderdiğinde o habere mukabil Vahşi de şöyle bir haber gönderiyor. Ben şirk koştum, cinayet işledim, zina ettim. Oysa ki Kur’an da bunları yapanlar, yani günaha batanlar için bir yol olmadığı söyleniyor. Muhtemelen bu söyledikleri ile o günden 15 sene önce nazil olmuş olan Furkan/68. Ayetini kastediyor. Orada işte Allah’a şirk koşmayan, zina ve cinayet işlemeyenlere müjde veriliyor. Ben bunların üçünü de yaptım diyor.

Bu sefer Allah resulü Furkan suresinin hemen iki sonraki, 70. Ayetini gönderiyor. Bunu okusun diyor yani buna baksın. İlla men tabe ve amene ve amile amelen salihan feülaike yübeddilullahu seyyiatihim hasenat. Ancak kim tevbe eder, iman eder salih amel işlerse Allah onun kötülüklerini iyiliğe tebdil eder. Kötülüklerini seyyiatını hasenata tebdil eder. ve kânAllâhu Ğafûren Rahıyma. (Furkan/70) çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir Ayetin i okusun diyor haber gönderiyor.

Bu rivayetlerde işte bu ayet onun üzerine indi falan diye şeyler var, alakası aslı yok. Bu Furkan suresi ta 10 sene evvel indi o olaydan yani Mekke de indi.

Vahşi bu kez ayette ki şu iki şarta takılmış, takmış kafayı, garanti istiyor yani. Tevbe etmek ve salih amel işlemek. Yani salih amelim yok banim diyor, bu güne kadar işlemedim, b u günden sonra ne olacağım belli değil.

Allah Resulü bu sefer Nisa/48. Ayetini gönderiyor; İnnAllâhe lâ yağfiru en yüşreke BiHİ ve yağfiru ma dune zâlike limen yeşa’ n Allah sadece kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışında kalan her şeyi affedebilir.

Vahşi bu kez Allah’ın beni affedip affetmeyeceğinin garantisi yok ki diyor burada. Şirk koştum ben diyor şirk koşanı affetmezmiş, benim halim harap diyor, dönüşüm yok artık. Bayağı da garanticiymiş demek ki.

Bu sefer Allah resulü Zümer/53. Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh* innAllâhe yağfiruzzünube cemiy’a* inneHU “HU”vel ĞafûrurRahıym. (Zümer/53) ayetini gönderiyor. De ki ey hayatını israf eden kullarım, ey hayatını bozuk para gibi harcayan kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin lâ taknetu min rahmetillâh. innAllâhe yağfiruzzünube cemiy’a Allah günahların tamamını affedebilir. O çok bağışlayıcı sonsuzca merhamet sahibidir. Ayeti gelince Vahşi işte o zaman artık geliyor Allah resulünün dizlerinin dibine oturuyor.

Bu rivayeti gerçekten de Allah resulünün bir Vahşi için verdiği emeği. Amca katili olsa bile bir insan için verdiği emeği gösteriyor. Bir köle, bir siyahi ve amca katili, ama insan değil mi. Bir insan bir âlem. Kimseyi atma lüksümüz yok. O, onun dünyasını kararttı, Vahşi Hamza’nın dünyasını kararttı ama kendi akıbetini karartmıştı. Hamza’nı ahireti güllük gülistanlık, ne olacak ki dünya hayatı zaten geçiciydi. Asıl büyük kayıp ahirette ki kayıptır. Allah resulü de zaten onun için bir Adem, bir âlem diyor. Buradan bize bir pay yok mu, bir hisse yok mu?

Tefsirciler bu rivayeti tartışmışlar, senet zincirinde meçhul raviler olduğu söylenmiş doğrudur da. Fakat öncelik Furkan/68 ve Zümer/53 e dair Buhari ve Müslüm bu hadisleri bu rivayeti destekliyor. Bu tip rivayetler benim hoşuma gidiyor zayıflığına rağmen çünkü vahdaniyete verilen önemi gösteriyor. Fakat Şii geleneği, ehli beyt geleneği bu rivayetlere Emevi uydurması olarak bakıyor. Ben bunu biraz doğru bulmuyorum, yani böyle yaklaşılmasını doğru bulmuyorum. Emevi’ler uyduracaklarsa Vahşi gibi bir köleye niçin uydursunlar, Yezid’e uydururlar, önce Onlar Yezid’i kurtarsınlar. Neden kendilerinden olan bu adamlar yani Yezid gibi adamlar dururken Vahşi için düzüp koşsunlar ki. Dolayısıyla ben Şia nın bu tip rivayetlere böyle yaklaşmalarını doğru bulmuyorum.

(bozuk bölüm)

Tufandan kurtuluş zaten rahmettir bunu biliyoruz. Ad’ın peygamberi Hud’un kurtuluşu rahmettir. Hud/58 ayete sadece atıf yaparak geçeyim vaktimiz doldu.

Hz. Yakub’un kıskançlık krizine giren oğulları Bünyamin’i istiyorlar. Hz. Yakub ne diyor? hel amenüküm aleyhi illâ kema emintüküm alâ ehıyhi min kabl. (Yusûf/64) şimdi daha önce kardeşiniz Yusuf için size güvendiğim gibi buna da mı güveneyim diyor.

fAllâhu hayrun hafizan ve HUve Erhamur Rahımiyn. Koruyucu olması itibarıyla Allah en hayırlısıdır diyor. Niye bunu anıyor acaba, kim için merhamet dileniyor? Yusuf için mi, Bünyamin için mi, kıskançlık krizine giren kardeşler için mi. En çokta sanki kıskançlık krizine giren kardeşler için. Hani Çoban; yürüyemeyen ayağı zayıf koyunu sırtına alırmış ya, peygamberler de ümmetlerinin içinde ki herhalde zayıf olanları sırtlarına alıyorlar. Bu da bunu gösteriyor olsa gerek.
Hz. Yusuf’un büyük merhameti. İhanet eden kardeşleri karşısında artık olay ortaya çıkmış lâ tesriybe aleykümül yevm. diyor. Bugün size4 kınama yoktur. yağfirullâhu leküm, ve HUve Erhamur Rahımiyn (Yusuf/92) Allah sizi affetsin, Allah sizi affedecektir. O merhametlilerin en merhametlisidir.

Peygamberlerin merhameti babında biz Hz. Yusuf’un bu merhametini Allah resulünde de aynen tecelli ettiğini görüyoruz. Mekke’nin fethi günü Kâbe’ nin avlusundayız. İslâm ordusu Mekke’ye girmiş. Mekke’lilerin kodamanları evlerine kapanmışlar, bir kısmı da Kâbe’nin yanına gelmiş. Başka hiçbir kaçacak göçecek yerleri yok. Hatta orada ikisi birbiri ile konuşuyorlarmış, Bilal Kâbe’nin tepesinde ezan okurken. Haşa biri diğerine diyormuş ki işte merkep gibi bağırıyor. Öteki de ona diyormuş ki Allah’a şükürler olsun ki babam öldü de bu günü görmedi diyormuş. Yoksa kalpten giderdi. Dolayısıyla bu duygular içinde adamlar, çok kötü haldeler.

Allah resulü Kâbe’nin içinde putları temizlemiş, iki rekât namaz kılmış, Kâbe’nin kapısına çıkmış orada ki bu perişan, bir ömür kendisine acı çektiren Mekke lilere dönmüş; Bugün size ne yapacağımı düşünüyorsunuz? Onlar ente ehun kerimun, vebnun kerimun, vebnü ‘ahın kerimin. Sen kerim bir evlatsın, kerim bir kardeşsin, kerim bir kardeşin oğlusun.

Zalımlar diyeceksiniz, öyle diyorlar ne diyecekler başka. Tabii titriyorlar ama, çünkü hepsinin cinayetleri var. Allah resulü bugün diyor size Yusuf’un kardeşlerine dediğini diyorum lâ tesriybe aleykümül yevm bugün size kınama yoktur, İz hebû antüm tüleka. Haydi gidin sizi salıverdim, salıverilmişlerden oldunuz. Bu, merhamet orada bir kez daha tecelli ediyor.

Dolayısıyla Hz. Süleyman’ın Belkıs’a yazdığı mektubta İnnehu min Süleymane ve innehu Bismillâhir Rahmânir Rahıym. (Neml/30) diye başlaması da bir merhamet abidesidir, merhametin tecellisidir. Hz. Eyyub’un yaklaşımı yine merhametin tecellisidir, ama şunu söylemeden geçmeyeceğim asıl merhamet mü’minlerin tamamının sıfatıdır.

Rahîm ismi sadece peygamberimize mi verilmiştir Kur’an tarafından? Tüm mü’minlere Rahîm ismini vermiştir Kur’an dersem doğru mudur? Eyvallah..! MuhammedürResulAllah. Muhammed Allah’ın elçisidir velleziyne me’ahu eşiddâu alelküffari ruhamâu beynehüm. (Feth/29) onunla beraber olan müminler inkârcılara karşı şiddetli, tavizsiz, mü’minlere karşı Rahîm’dirler Ruhamâ çoğulu Rahîmin cemisidir. Her bir mümine Rahîm sıfatını veriyor Kur’an.
Neymiş? Rahim sıfatının karşılığı da mü’mine ayrıca şefkatli olmak. Şimdi şöyle bir bakın, kendi yakınlarına ve dünyanın tüm hanımlarına nazik bey efendi, kırılacak. Ama kendi hanımına gelince tam bir odunla karşılaşıyorsunuz affedersiniz. Yahu şu mübarek nezaketinden eşin de hissesini alsa olmaz mı? Dünyanın tüm erkeklerine hanfendi nazik ve kibar. Fakat kendi kocasına gelince içindeki canavarı doyur moduna giriyor. Şu mübarek nezaketinden eşin de nasibini alsa olmaz mı?

Dünyanın tüm insanlarına merhametli bizim bey. Ama iş Müslümana gelince değişiveriyor. Bakıyorsunuz o fasığın önünde düğme ilikliyor, o facirin önünde virgül oluyor. O münafığın önünde yere yatıyor, o kâfirin önünde hiçbir şey demiyor ama Müslümana gelince bir hatasını bulmaya görsün, bakıyorsunuz imanın hatırı falan yok. Rahîm isminden tecelli almamış, Rahîm ismini yok sayıyor Allah’ın bir ismini esmasından bir isminin üstünü çizmiş, hiç tecelli etmemiş. Oysa toprak gibi olmalı, bas ve geç demeli sen kardeşimsin, senin imanın var.

İman Erciyes dağı, imanın dışında tüm hata çakıl taşı. Hangi çakıl taşı Erciyes dağından büyük olabilir ki. Eğer çakıl taşının Erciyes dağından büyük olduğunu söylüyorsanız sizin durumunuzu mantıki olarak tartışmak yerine klinik vaka olarak tespit edip Hasta haneye göndermek lazım öyle değil mi? Dolayısıyla mü’minlere karşı toprak gibi olurlar öyle değil mi?

Rahîm isminin asıl tecellisi budur aslında. Onun işçin Kur’anın bu tavsiyesini biz de tutalım inşallah. Fetih/29. Ayetine iman edelim önce sonrada amel edelim ve Rahîm ismi Müminlere karşı bizde de tecelli etsin. İmanı elde var bir kabul edelim, iman mı o başka. Onun için imana yok muamelesi yapmayalım inşallah.

Bu manada şeytanın da varlığının Allah’ın Rahîm isminin tecellisi olabileceği ihtimalini unutmayalım. Şeytanın varlığının hikmeti nedir biliyor musunuz? İradenin tahrikidir. İrade insana verilmiş en büyük lütuf, seçim için irade şart irade olmadan seçim olmaz. Seçim için iyinin varlığı yetmez, yeter mi? Hayır yetmez. Seçmekten bahsediyorsanız iki tane olacak, iyi ve kötü. Hak ve batıl, doğru ve yanlış.

Kötünün varlığı da gerekli, kötünün varlığı halinde iyiyi seçmek bir meziyettir, yokluğu halinde iyiyi seçmek bir meziyet değildir çünkü seçim yoktur. İmtihan sırrı ancak böyle gerçekleşir, hayatın sebebi imtihandır. Şeytan olmasaydı imtihan olmazdı. O zaman şeytan neden oldu değil, Allah imtihan etti demek lazım.

Şeytanın varlığı dolaylı olarak Rahimiyyetin tecellisi, işte tecellisine medar olur, şeytan insanın ötekisidir, şeytan varken insan kendi cinsini ötekileştirmesin diye. Eğer birini ötekileştirecekseniz sana şeytan yeter, şeytanı istediğin kadar döv, istediğin kadar lanetle, istediğin kadar kov, istediğin kadar karala layıktır. Yani layıkı veçhiyle karalayamazsın. Ama kendi cinsini ötekileştirme.

Batılıların en büyük problemi nedir biliyor musunuz? Doğru bir şeytan tasavvuruna sahip olmamasıdır, batıya şeytan ihraç etmek lazım ki insanı ötekileştirmesinler.

Yeterince şeytanları var diyorsunuz, hayır, bizi şeytanlaştırıyorlar. Kendi dışındakileri şeytanlaştırıyorlar işin kötüsü bu. Onun için oraya biraz şeytan göndermek lazım. Dolayısıyla batılılar doğru bir şeytan tasavvuruna sahip olsalardı bir başkasını şeytanlaştırmazlardı. Şeytan Allah’ın hasmı değildir, asi bir kuludur. Şeytan insanın hasmıdır, insanın düşmanıdır. innehu leküm ‘adüvvün mubiyn. (Yasin/60) sizin apaçık düşmanınızdır. Onun için şeytan insanın hasmıdır.

O nedenle eğer şeytan olmasaydı insan kendi türünü ötekileştireceği için şeytanın varlığı da Allah’ın Rahimiyyetinin dolaylı bir tecellisidir diye bahsi inşallah bitirelim ve ellerimizi açalım Rahîm olan Allah’a bir dua edelim.

Âmin. Ya Rahîm, günahtan dönmek kişinin kendine merhametidir, bizi kendimize merhametli kıl ya Rahîm. Hataları affetmek başkalarına merhamettir, bizi başkalarına karşı merhametli kıl ya Rahîm. Merhamete sahip olmak en büyük ödüldür bizi merhamet ettiği için ödül bekleyenlerden eyleme ya Rahîm. İyiliğin kendisi en büyük kazançtır, iyiliği kazanç kapısı edenlerden kılma ya Rahîm. Bize cahile ilmi ile merhamet edenlerden kıl ya Rahîm. Bizi zelile izzet kazandıranlardan kıl ya Rahîm. Bizi asiye davetle merhamet edenlerden kıl ya Rahîm. Bize fakire malıyla merhamet edenlerden kıl ya Rahîm. Bizi büyüklere saygıyla merhamet edenlerden kıl ya Rahîm. Bizi küçüklere sevgiyle merhamet edenlerden kıl ya Rahîm. Bizi canlılara şefkatle merhamet edenlerden kıl ya Rahîm. Bizi merhametini hak edenlerden kıl ya Rahîm. Bizi âlemlere rahmet olana hayırlı ümmet kıl ya Rahîm. Bizi çevremize iki ayaklı rahmet kıl ya Rahîm. Amin, amin, amin, ya mu’in Vel Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn.

“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


TAFSİR LESSONS ALI IMRAN (133-155)(26)

$
0
0

231

“Euzu Billahiminesheytanirracim”
“BismillahirRahmanirRahiym”

Dear friends, today we will continue our 26th lesson of our Qur’an translations with the 133rd verse of Alu Imran Chapter.

133-) Ve sariu ila magfiretin min Rabbikum ve cennetin arduhes Semavatu vel Ardu, u’iddet lil muttekiyn;

Hasten to forgiveness from your Rabb (sourced from the composition of the Names in your essence) and Paradise (the abode of the actualization of the forces of Allah’s Names), which is as wide as the heavens (the states of comprehension) and the earth (the platform of the forces)… It has been prepared for the protected ones! (A.Hulusi)

Be quick in the race for forgiveness from your Lord, and for a Garden whose width is that (of the whole) of the heavens and of the earth, prepared for the righteous,- (A.Yusuf Ali)

Ve sariu Race each others. ila magfiretin min Rabbikum to reach your Rabbs forgiveness ve cennetin arduhes Semavatu vel Ard prepared for the righteous u’iddet lil muttekiyn; to reach paradise whose lands are the whole of heavens and of earth that is prepared for the righteous, race each others to reach there.

This verse advises us the good deed race as an opposition of Madina Jews or heathens usury race. As you can remember we studied the verse which forbids the usury in our previous lesson and we mentioned that the reason of arrival for usury restriction verse was the defeat in Uhud Battle.

Rasulallah was stationed some archers on a hill next to the battlefield of Uhud and ordered them to stay there even if they see the bodies of enemies would be eaten by vultures. But with the first sight of victory, when the enemy was defeated, most of the archers left their spot. They were about 50 archers but only 10 of them followed the order they got. But most of them left to loot the bodies.

The reason for those people to make them run for the loot was the usury. Those people were living among some other rich people, people who live in richness just because they were dealing with usury money. Especially the Madina Jews and heathens were making most of their wealth by usury. So, this verse that projects us the most heated moment of Uhud Battle is also the verse which forbids the usury.

Rabb of all worlds rejects their thoughs with this verse and says. “If you wish to race among each others. Compare the wealth made by usury and good deeds; the heathen army was well-equipped because their income was coming from usury money. So if you have thoughts like, “If we can have high rated usury as our wealth, we may equip our army with better weapons and we may win this war.” if you have thoughts like that, don’t fall into wrong deeds by racing on an evil. So if you wish to race over a thing, then race to reach your Rabb’s forgiveness and race to earn paradise which their lands are the whole of all heavens and all earth.

That reminds me an anectode from the translations sources. The ambassador of the Byzantine Emperor Heraklius had come to Rasulallah and this verse was read there. The ambassador wanted to make an argument by showing a false statement and asked.

If the paradise you promised is big enough to fill the entire heavens and earth then where is hell? Where shall you put it?

Rasulallah counter his rethorical question with another question and asked him this.
“Where does the night go when the day shows up?”

134-) Elleziyne yunfikune fiys serrai ved darrai vel kazimiynel gayza vel afiyne aninNas* vAllahu yuhibbul muhsiniyn;

They are the ones who give unrequitedly in the way of Allah during ease and hardship, they control their fury when they get angry, and they forgive people for their faults. Allah loves those who do good. (A.Hulusi)

Those who spend (freely), whether in prosperity, or in adversity; who restrain anger, and pardon (all) men;- for Allah loves those who do good;- (A.Yusuf Ali)

Elleziyne yunfikune fiys serrai ved darra They are the ones who give freely whether in prosperity or in hardship. They give charity without waiting.

Here the message is about being open hearted not calculating. A true believer should be unbound from materials, above the simple account thinking.

A true believer thinks like this. “Everything I own belongs to Allah, they are entrusted to me by Allah. Holding my promise and being faithful it can only be made by giving it, spending it to places where Allah would be permitted. If I choose to spend it otherwise, that would be treason, treachery to Allah’s trust.”

That’s how he thinks. So a true believer not only gives whether he’s in prosperity or in hardship. Beyond that, if a smart believer really believes and knows that everyhing is from Allah and Allah is Ganiyyul Mustean, as in the owner of all things, then he would give freely in hardhisp without having a remorse, so that Allah widens his wealth. Vas’i is an adjective, a name of Allah which shows the widening, Allah’s blessing shows in a form of opening the doors and widens the tight spots. Allah’s help reaches the poor and needed by that blessing, so a smart believer gives charity even in hardship, especially in hardship.

He gives and knows that Allah will give him more.
He gives because what he owns are already of Allah.
He gives because his wealth is a test. An exam.
He gives because a worshipper can only give with worshippers portions but return from Allah will be with Allah’s portions. That’s why he gives not only in prosperity and wealth but in hardship and poor as well.

Who gives? Muttaki, those who know their responsibilities to Allah. Those who defend themselves with those mentality. Those who comes to a dialog between Allah in a frame of Allah-worshipper relations. Those who have a warm connection with Allah. What do they do more?

vel kazimiynel gayz They control their anger. If you restrain yourselves; Qur’an doesn’t say don’t get angry. Pay attention here. Because that would be a request that cannot be done. Rage is a humanly feeling. I believe that’s why there is a sentence which is named for Caliph Omar. “A man without rage has no difference from a donkey.” It is. A person who cannot feel anger at situations which you should be angry, has lost his feelings. But the real deal is not about getting angry, but to restrain it, controling that rage. If you cannot control it, than you become a slave of your anger. Anger should be your slave.

At this point vel kazimiynel gayz advises us this fact. Control your anger. Don’t be consumed by it. vel afiyne aninNas and forgives other peoples mistakes.

We should remember something here. Why is there an expression here inside a verse like this? As a continuum to a verse which describes the most intense scenes in the battle of Uhud and talks about infak (charity), a sentence about forgiving peoples mistakes.

We should remember a situation. Before the battle of Uhud, Rasulallah had gathered the war council. A lot of people, tribe leaders were in that gathering. Of course there were some head figures among muhacirs (people who came from Mecca to Madina as Hejira). Like Omar and Ali. The elders of the council suggested that a battle should be done as a defensive stance inside the city of Mecca. But the youngs and the other councelors offered for an offensive battle outside the city.

Even Rasulallah’s offer was in the opposite side, most of the members accepted that offensive battle proposal and the spot was chosen, the mountain of Uhud which is 10 KM far from the reaches of Madina. But the things happened I described before and the battle was lost. But Rasulallah never turned to the people who offered the offensive battle with resentment or never said, “All of these were because of you.”

A great moral was shown there. And Qur’an spotted that actions of him, his stance for the people who were in the war council and who offered and accepted the offensive battle.

(Alu Imran/159) FeBima rahmetin minAllahi linte lehum Thanks to a blessing of Allah, you treated them softly. ve lev kunte fazzan galiyzal kalbi lenfaddu min havlik If you had treated them with harsh and with a hardened heart, if you blamed them and told their faces that all of those were their fault, they were just scattered from your side. fa’fu anhum then forgive them. vestagfir lehum don’t just forgive them, ask forgiveness from Allah. Ask Allah to forgive them.

Because they hadn’t just wronged to you by escaping from battle at the most intense moment or the members of the council by offering an offensive battle with insistance and left at the most critical moment of battle. They hadn’t only wronged to you, they had made a mistake to Allah as well. vestagfir lehum that’s why ask for forgiveness for them, ask Allah for their forgiveness.

ve savirhum fiyl emr and beyond all these, continue to ask their opinions too. As in don’t fall into a mistake and use a logic like “I had counciled to you and we became like this. I had taken your opinions and all of these happened so from now on, I won’t council with you.” Don’t say that. Keep taking their opinions. Because there are victories and there are defeats. Eventually all of these became experience that will be added to your income.

fe iza azemte fe tevekkel alAllah If you decided about a business, if you made up your mind then hang on to Allah and move. innAllahe yuhibbul mutevekkiliyn; Allah likes who endured and content. This verse descibes us about the feeelings of Rasulallah here.

The vel afiyne aninNas here, forgives peoples mistakes, this is the background of this verse. They had made a mistake and our Rabb wanted Rasulallah to forgive their mistakes.

vAllahu yuhibbul muhsiniyn; Allah loves who do good. Muhsins as in with the description of Rasulallah about ihsan; Allah loves who acts like they are constanty seen by Allah.

135-) Velleziyne iza fe’alu fahisheten ev zalemu enfusehum zekerullahe festagferu li zunubihim* ve men yagfiruz zunube illAllah* ve lem yusirru ala ma fe’alu ve hum ya’lemun;

When they do something shameful or when they wrong themselves (by becoming veiled from Allah), they think about Allah and ask for forgiveness for the wrong they have done. Who can forgive faults other than Allah! They are not persistent in their wrongdoing. (A.Hulusi)

And those who, having done an act of indecency to be ashamed of, or wronged their own souls, remember Allah, and ask for forgiveness for their sins,- and who can forgive sins except Allah? – and are never obstinate in persisting knowingly in (the wrong) they have done. (A.Yusuf Ali)

Velleziyne iza fe’alu fahisheten ev zalemu enfusehum When they do something shameful or when they wrong themselves. It was shameful to leave Rasulallah like that, at the most heated moment of war, but also this action is an evil for a person to do himself. Because it makes a person to lose faith to himself. Losing your self-confidence, it is one of the biggest wrong for a person to do himself.

Zekerullah So when they do something like this, something shameful or an evil to himself, what do they do? Zekerullah They remember Allah right away festagferu li zunubihim and ask for forgiveness for their sins. Because the verse above ends with muhsiniyn. People who act like they are watched by Allah all the time, remember Allah at moments like that.

What is that means? It means you put the question of “What does Allah say to this?” at the foundation of your life. Because a life is lived by two ways, making other peoples opinions as a scale, a judge to your actions or taking the absolute truth, the celestial opinion as your guide. As in if you measure yourselves with other peoples views, then you always ask “What do other people say to this, think about this?” But if you put Allah as your perspective then your question becomes “What does Allah say about this?” The last one also provides you with a self-control system. This feeling alone prevents you to do evil or fall into sin.

At this point the verse says Zekerullah they remember Allah and ask for forgiveness right away. They say, “What does Allah say to that?” or more accurately “How can I look at Allah after this.” The meaning of somethings existence is called face in Qur’an. So by metaphorically they can also say “How can I look ar Allah’s face after that.” And they remember Allah right away.

ve men yagfiruz zunube illAllah Otherwise who can forgive other sins rather than Allah? ve lem yusirru ala ma fe’alu ve hum ya’lemun; On top of that, they won’t insist on their evils willingly. Yes.

The answer of “Why they remember Allah?” question is this, because there is no authority besides Allah which can forgive other sins. That’s why. That’s why they remember Allah right away. They ask “What do Allah say to this?” They ask “How can I face Allah after that?” They ask “Did I make Allah upset, offended?” And a feature of those people is they don’t insist on their mistakes willingly.

Dear friends, making a mistake is something understandable. But insisting on a mistake is not. Defending a crime is a thousand times wicked than commiting that crime. Those who do the crime can be forgiven. But those who defend the crime cannot. Satan hadn’t become Satan because of his mistake. He became Satan because he insisted over his crime, he defended his crime. Because Adam also did commit a crime. But Adam didn’t defend his actions so he became man. But Satan did otherwise and he became Satan. This is the difference between defending a crime and not defending it. Difference between Adam and Satan.

A person does mistakes, a person wrongs, a person commits sins but he cannot defend his mistakes, his sins or his wrong assumptions. He shouldn’t. Because unless he betrays by ignoring all the mind, conscience, his own will and nature that were given to him, it’s now possible to defend a crime. His actions might be forgiven if he doesn’t insist on and defend his actions. But if he does that, then he enters the way of Satan. Insisting over a sin is a greater sin.

136-) Ulaike cezauhum magfiretun min Rabbihim ve cennatun tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha* ve ni’me ecrul amiliyn;

The result (consequence) of their actions is forgiveness from their Rabb and Paradises underneath which rivers flow. They will abide therein eternally. What an excellent reward it is for those who do useful deeds. (A.Hulusi)

For such the reward is forgiveness from their Lord, and Gardens with rivers flowing underneath,- an eternal dwelling: How excellent a recompense for those who work (and strive)! (A.Yusuf Ali)

Ulaike cezauhum Their result (reward) magfiretun min Rabbihim is forgiveness from their Rabb, a cleansing, a blessing ve cennatun tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha* ve ni’me ecrul amiliyn; and Gardens with rivers flowing underneath. They will reside therein eternally. What an excellent reward it is for those who work. ve ni’me ecrul amiliyn; for those who do show effort.

As you can see, earning the paradise doesn’t happen in a form of buying the paradise. It can be done by showing the effort. Because it’s not something like it can be paid. Those who can earn the paradise doesn’t reach there because they can pay the price, but they can show the effort to reach there with all they have. Because not even a single life time, a thousand life time cannot pay the price of such a blessing. It wouldn’t be enough.

Even for a small land close to the sea on a popular area, for making a small house close to the water, working for a life time cannot be enough to pay that land, how can you think you can pay the price of paradise which its reaches are beyond heavens and earth, a land which cannot be compared to any beauty on earth. That’s why Qur’an says, ve ni’me ecrul amiliyn; what a wonderful reward to those who show the effort. Because paradise is a reward which Allah gives. It’s a blessing.

137-) Kad halet min kablikum sunenun fesiyru fiyl Ardi fenzuru keyfe kane akibetul mukezzibiyn;

Communities with lifestyles of their own have come and passed before you. Travel the earth (literally or by way of knowledge) and see what has become of those who denied (the reality). (A.Hulusi)

There have been examples that have passed away before you: Travel through the earth, and see what was the end of those who rejected Truth. (A.Yusuf Ali)

Kad halet min kablikum sunenun There have been communities that have passed away before you. Sunen, the plural form of sunnet as in lifestyle. It means a style that can be taken as an example. Of course with the same sense we call the lifestyle that Rasulallah has left us, sunnet. But the meaning here is neutral. Here the meaning has no alter meaning. Both with positive and negative meaning there have been many lifestyles that have been passed away before us. Many communities and nations.

This also marks the law of history. A lot of civilizations has been built and destroyed. So check civilizations which make mustekbir, communities which riotted against Allah with an attitude of pharaoh. History is a graveyard of civilizations. Many communities passed away from history. That’s why Qur’an asks those who think their communities, their civilizations will live forever, those people especially who raise their heads and riot against Allah; Qur’an asks them to check history. Check previous civilizations fates. History is a garbage plant of nations, countries, systems and civilizations. Let them look there.

fesiyru fiyl Ard So travel the earth fenzuru keyfe kane akibetul mukezzibiyn; and see the fates of those who denied the reality.

Interesting invitation, isn’t it. Qur’an invites us to travel. In fact this invitation comes in 6 different spots in Qur’an entirety. The order of Fesiyru comes 6 times in Qur’an. fesiyru fiyl Ard, – … fenzuru keyfe kane akibetul mucrimiyn; (Araf/84) It may comes with this form, there are some other forms as well. Look for the ends of criminals, travel the earth, walk the earth and see their fates.

That’s why the Vesuvius in Italy, old civilization of Pompeii; if yu go there, you can see the remnants of a city, drowned in poverty, every form of indecency, every form of sexual intercourses, every bad things and a corruption in national level, a city from ancient times and how they become stones and ashes in one day under the lavas of Vesuvius. People who visited Napolia, Italy and travel the open museum of Vesuvius, they can still watch the corruption and indecent scenes from thousand of years back with their own eyes.

If a persons way comes to Jordan and Palastine, he can watch the lake of Lut. His nose will smell the odor of corruption and indecency. People may feel it and percieve that disasteric atmosphere.

They can also go to San’a. They can go to Yemen and see their own eyes what kind of calamity has fallen over that societies. That’s why the order of traveling the earth has its meaning.

See where are those civilizations now, civilization which had riotted against Allah, open a war against Allah. Look at those pharaohs who stood against Allah. “Look at Nimrod and find your lessons from it, you modern Nimrods.” says Qur’an. But the message is general so it is meant for everyone, everyone should travel the earth to find their own lessons.

138-) Haza beyanun linNasi ve huden ve mev’izatun lil muttekiyn;

This is an explanation (lesson) for the people and guidance and advice for the protected ones. (A.Hulusi)

Here is a plain statement to men, a guidance and instruction to those who fear Allah. (A.Yusuf Ali)

Haza beyanun linNasi This is an explanation for all people ve huden ve mev’izatun lil muttekiyn; and guidance and advice for those who defend themselves with responsibility.

This is accepted by many of the translators as Taberi, Razi, Shevkani, Alusi and Kurtubi as Qur’an itself, the concept of the speech represents the truths described above. As in the truths we processed right now are the truths for all civilizations which reveals their fate are not eternal.

Also the truths describe that we should race for right and good. Eternal truths describe usury is harmful for humanity. We understand all these truths from the passage above. A statement in Qur’an from Allah for all humanity.

139-) Ve la tehinu ve la tahzenu ve entumul a’levne in kuntum mu’miniyn;

Do not weaken and do not grieve; you are the superior ones, if you are of the believers. (A.Hulusi)

So lose not heart, nor fall into despair: For ye must gain mastery if ye are true in Faith. (A.Yusuf Ali)

Ve la tehinu so don’t lose your heart. Yes. Don’t falter. Because Allah gives you the key of happiness on earth and in afterlife. Don’t lose your hearts. If you think that the first readers of this verse were the defeated believers in Uhud Battle, you may understand the depth of it. Ve la tehinu so in this state, don’t you lose your hearts.

ve la tahzenu and don’t fall into despair. Don’t falter or be sad. ve entumul a’levne in kuntum mu’miniyn If you really believe, you become the most honorable among people for sure. What’s the opposite of that? If you are not among the most treasured people, than you have a problem in your faith. So check yourselves and your faiths.

The prioritized message of this verse is that we must carry the honor and dignity of faith. Are we carrying this honor and dignity? Are we carrying the faith like something we are proud of, like a medal. This is important. Or are we ashamed if it, are we ashamed of our faiths like some other people have done. Are we ashamed of our faiths, ashamed of being a muslim? Do we see Islam, our muslim beliefs like something to be ashamed of or something to be proud of. Are we carrying our faiths with honor. This is the imporant thing.

Do we have the feelings of shame or proud for our beliefs. This is something connected to your beings entirely. Are you ashamed of yourselves or are you in peace with yourselves? Can you accept yourselves as a whole? This is connected to your feelings of being peace with yourselves. Because if you are not, then you cannot be in peace with Islam either. You cannot be at peace with Allah because Islam is Allah’s order. And that’s why the entire connection beings and ends with your feelings with yourselves.

Do you see faith as an opportunity or do you say “I don’t have a chance.” even when you have the faith? Do you use faith as a chance to be better or use it as an excuse to stay back? This verse offers you to use your faiths as the greatest opportunity.

Remember, 70 people had died in Uhud Battle. There are some names among those martyrs, some beautiful names like, Hamza Rasulallah’s uncle, Musab bin Umeyr, Sa’d bin Rebi; many good names among Ashab-i Kiram. And Rasulallah’s most precious friends had fallen there. Islam lost their precious followers there. But even in all those despair, Allah offers people to see their faiths as a great opportunity. and say “If you really have faith then don’t fall into despair, don’t be sad. Because if you believe then you are the most precious among people. If you have faith, even when you fall into a dungeon, you are free. But if you don’t, if you are a slave of your ego, then even in a palace, you are bound. Because you become a slave of your instincts, your egos.” One should know this fact very well.

140-) In yemseskum karhun fekad messel kavme karhun misluh* ve tilkel eyyamu nudaviluha beynen Nas* ve liya’lemAllahulleziyne amenu ve yettehize minkum shuheda’* vAllahu la yuhibbuz zalimiyn;

If you are touched by (the pain of a) wound, a similar wound has touched other people as well. Such times recirculate among mankind. It is so that the believers can be known by Allah (as the outcome of the manifestations of the Names in their essence) and who bear witness to the reality at the expense of their own lives. Allah does not like those who do wrong (those who do not fulfill their duties to themselves and others). (A.Hulusi)

If a wound hath touched you, be sure a similar wound hath touched the others. Such days (of varying fortunes) We give to men and men by turns: that Allah may know those that believe, and that He may take to Himself from your ranks martyr-witnesses (to truth). And Allah loveth not those that do wrong. (A.Yusuf Ali)

In yemseskum karhun Now the reason of it. Qur’an tries to console us, comfort us. If you are touched by a wound, karh means both a wound and its pain, agony and loss. If a loss has touched you.

fekad messel kavme karhun misluh be sure that a similar wound has touched other people too. As in the only defeated people in the world are not you. Every society has been tested with defeat. Every community have been tested with one above an done below. So if you carry this burden then you will be tested with gain and loss, with victory and defeat for sure. Qur’an continues here.

ve tilkel eyyamu nudaviluha beynen Nas our attention is pulled to a law, a basic fundamental which has been in humanities foundation. Such times recirculate among mankind. As in both victory and defeat, failure and success, gain and loss those are recirculate among mankind. Qur’an says this is a historical law.

Actually most of the actions from Allah, or based on Allah are in fact laws. A celestial law. All those good and bad things, victories and defeats, gain and loss or above and belows we read that are circulate among people are nothing but the process of a historical law. That’s why every civilization, every nation, every race has a born, a development, a golden era, a regression and fall era.

People have been tested with both gain and loss. So there are moments which nations are tested with similar gains and losses like mere men. Just like a man endures the pain of all those suffering, he will be rewarded; civilizations suffer and gain the same pain and gain; when they endure, their time will come and they will prevail. If they can show endurance on truth, if they can peel off their dirty scales and renew themselves, if they can see their sins and ask forgiveness in massive levels, which is also the renewing themselves, they can do that, they can reach their golden eras once again and flap their wings to better days. If they can discard their wrongs they can feel the rejoice of ascension again.

ve liya’lemAllahulleziyne amenu So that Allah will seperate the believers. Why would Allah do that? Why is there a law in history? To seperate believers from deniers. Because if we are tested with good things, beautiful things, joys all the time, then how can we be able to seperate the good from bad, the sincere from insincere. Pain seperates. Remember you can seperate gold from its residue by melting it. That’s why they throw gold into fire to melt it. You cannot purify a metal without melting it first.

That’s why this is like a purifying process of a metal. Like a gold piece, people should feel the similar sufferings and agonies in order to achieve purification on a community level. Qur’an says;

ve liya’lemAllahulleziyne amenu So that Allah seperates the believers. The word liya’leme means knowing and learning here. So we may say; Allah’s seperation for this word.

ve yettehize minkum shuheda’ And those who bear witness to the truth; observe. Those who bear witness the truth among you, find the living martyrs. This observation is indeed an ezam. And an exam gives pain and agony to a person. Because for a person to be really tested, he should be tested with pain, not with joy.

vAllahu la yuhıbbuz zalimiyn; And the verse ends with an interesting sentence. Because Allah doesn’t like the wrongdoers.

Why does this verse end with this sentence. “Because Allah doesn’t like the wrongdoers.” Because not seperating the good from evil, mixing the truth and false is cruelty and Allah doesn’t maket his cruelty nor Allah likes people who do this cruelty. Mixing the truth and false is not just a tyrany for a person to the truth, it is also a tyrany for himself. Allah doesn’t like those people, also Allah doesn’t do this either.

We understand this sentence as a reference here. As in we should remember that Allah had chosen the archers like that. Allah had seperated the good from the bad like that. Those who followed the order and those who didn’t. The second group had run to the loot and abandoned their positions. Just a handful of people, 10 archers had stayed in their post and all of them had fallen, none of them had survived. The commander of the heathen army, the horse units commander Halid Bin Velid, with a siege move to the hill, his army killed that handful of archers altogether. They had become martyrs. Allah had chosen them like that, seperated them like that.

A second seperation act had happened also in Uhud Battle. At the skirts of the mountain, Rasulallah was defending himself with a handful of people. At the most heated moment of the battle there was only 8 of them left on Rasulallah’s side. Everyone else had run away. Caliph Omar’s saying was about that incident. “My only regret is my escape on the day of Uhud.

141-) Ve li yumahhisAllahulleziyne amenu ve yemhakal kafiriyn;

(These events are so) that Allah purifies the believers (through these experiences) and to destroy the coverers of the reality thereby. (A.Hulusi)

Allah’s object also is to purge those that are true in Faith and to deprive of blessing those that resist Faith. (A.Yusuf Ali)

Ve li yumahhisAllahulleziyne amenu Allah purifies the believers ve yemhakal kafiriyn and to destroy the ones who reject Faith.

The verse 141 is actually the follow up for the verse 140. In fact we may call it as a sentence of Muteriza. A sentence given between quotation marks. Allah purifies and ascends those who believe. The word mahhs here is the opposite of mahhg. Mahhs means purify. Allah purifies the believers, makes them refined. So if mahhs is refining, then mahhg is the sediment. There’s no harm in taking the word mahhg as residue or leftovers. The pain and agony refines.

Have you ever seen that joy educates a man? Joy cannot educates a man, pain and suffering can. You can see that the closest people to Allah are also the ones who suffer pain. Don’t ask why? Because they are the most refined, most precious most ascendent people of all. They are refined and pure.

142-) Em hasibtum en tedhulul cennete ve lemma ya’lemillahulleziyne cahedu minkum ve ya’lemes sabiriyn;

Or did you think you could enter (experience the state of) Paradise before Allah makes evident who among you are the warriors (those who struggle with perseverance and determination to live the reality) and those who are patiently steadfast on this path! (A.Hulusi)

Did ye think that ye would enter Heaven without Allah testing those of you who fought hard (In His Cause) and remained steadfast? (A.Yusuf Ali)

Em hasibtum en tedhulul cennete Or did you think you could enter the Paradise ve lemma ya’lemillahulleziyne cahedu minkum ve ya’lemes sabiriyn without Allah testing those of you who fought hard and remained steadfast to Allah’s way?

Look at this addressing, dear friends. I choose the translate the resisting ones as in enduring with patience. Because resisting something without faltering is called patience. Resisting over the truth. Because those who have this patience, will definitely be rewarded for their actions. Those who attack the truth, they attack those people who defend the truth in order to drop them off their ways. So this resistance is a patience.

Jihad is the name of all effort on this subject. Resisting over the truth and help it prevail with all the effort is called Jihad. That’s why Allah says until the seperation of those people who show the effort, did you think you could enter Paradise?

This reminds me of the verse 214 of Al-Baqarah.

Em hasibtum en tedhulul cennete ve lemma ye’tikum meselulleziyne halev min kablikum* Or do ye think that ye shall enter the Garden (of Bliss) without such (trials) as came to those who passed away before you? messethumul be’sau veddarrau ve zulzilu they encountered suffering and adversity, and were so shaken in spirit hatta yekulerRasulu velleziyne amenu meahu meta nasrullah* even the Messenger and those of faith who were with him cried: “When (will come) the help of Allah.“ela inne nasrAllahi kariyb; Verily, the help of Allah is (always) near!

143-) Ve lekad kuntum temennevnel mevte min kabli en telkavhu, fekad raeytumuhu ve entum tenzurun;

You had certainly wished for martyrdom without having to encounter death. Now you see it, but you keep looking on! (A.Hulusi)

Ye did indeed wish for death before ye met him: Now ye have seen it with your own eyes, (and ye flinch!) (A.Yusuf Ali)

Ve lekad kuntum temennevnel mevte min kabli en telkavhu, You had certainly wished for martyrdom without having to encounter death. Yes remember the opinions at the war council, they were insisting over the offensive battle. They were saying they should go out there and fight. Some of them were defending this opinions so badly that they were saying “We can beat them.” with heroic attitudes. This verse reminds us about them.

fekad raeytumuhu ve entum tenzurun; Now you have seen it with your own eyes, and yet you flinch. You were hoping for giving your lives on the way of Allah before facing death by yourselves. Now you see but you just keep looking. Yes there is the contradiction. Those people who were passionately defending the opinion of offensive battle were the same ones who left Rasulallah to defend himself alone at the most heated moment of the battle. We are reminded of them. This defines the difference between theory and action. Reminds us the gap. As in when a person defends a theory, or making a promise, he can be relax. But when the events come to that poing and he is pulled into the action, the gap between theory and action comes to life. This verse wants us to notice this gap.

144-) Ve ma Muhammedun illa Rasul* kad halet min kablihirRusul* efein mate ev kutilenkalebtum ala a’kabikum* ve men yenkalib ala akibeyhi felen yadurrAllahe shey’a* ve seyeczillahushakiriyn;

Muhammad is no other than the Rasul. Rasuls have come and gone before him too. If he dies or is killed now, will you turn back (from your faith and cause)? And whoever turns back will not harm Allah! Allah will subject the grateful ones to the outcome of their gratefulness (they will experience the results of their evaluation). (A.Hulusi)

Muhammad is no more than a messenger: many were the a messengers that passed away before him. Is it that if he died or were slain, will ye then turn back on your heels? If any did turn back on his heels, not the least harm will he do to Allah. But Allah (on the other hand) will swiftly reward those who (serve Him) with gratitude. (A.Yusuf Ali)

Ve ma Muhammedun illa Rasul* another incident in the battle is described here. Ve ma Muhammedun illa Rasul Muhammad is no more than a messenger kad halet min kablihirRusul many were the a messengers that passed away before him.

efein mate ev kutilenkalebtum ala a’kabikum so if he dies or is killed now, will you turn back on your heels?

This verse is already translates its own. There’s no need for further translation or explanation. That’s why we should take this verse and verses like this one as not a text but a translator as well. Verses that explains the situations and incidents that they describe.

ve men yenkalib ala akibeyhi felen yadurrAllahe shey’a* But whoever among them turn back on their heels, they should know that felen yadurrAllahe shey’a* Nothing can harm Allah ve seyeczillahushakiriyn; But Allah will swiftly reward those who serve Him with gratitude.

A heathen in the battle of Uhud, Ibn. Kamie had killed another muslim, probably Musab Bin Umeyr thinking he was the Rasulallah. Because he was also full armored just like Rasulallah. And his face was closed. After the kill he shouted “Ela inne Muhammed kad kutil.” Know this, o people Muhammad is killed now. People who heard this news started to shout. A shout that so intense it was heard from all the way back Madina.

Of course all muslims had heard that news. We learnt the details from some sources and this was indeed a test. A big and hard test. Some people had reacted like this. One of them was Enes Bin Nadr. “If Rasulallah had died then what will I do in life, I want to go to the place where he is.” As in if you die, then death is a beautiful place, so why should I linger among the living anymore. Enes Bin Nadr said this words and went with them. He said that and attacked with that love and fell on the battlefield.

There were people like him. But some of them, people who still carry doubts in their hearts, people whose faith weren’t settled completely, they started to think something different then. They were thinking about making peace with heathens, turning their sides, feeling that this was all over or at least falling into despair and let all things go. So think Madina and this news roaming all around.

There was an incredible incident happened back then. Sumeyra Hatun (Lady), when she was making bread, the dire news had reached her “Muhammad is dead.” The same news which strucked the muslims hearts like and arrow.

Sumeyra Hatun threw away the bread table and started to run to Uhud Mountain with her floured hands, barely taking any breath. When she reached Uhud, battle was already over. The distance was about 10 km so the remaining fighters were searching for their lost comrades.

Sumeyra Hatun saw that gruesome scene; because her husband, brother and son were also in that battle, one of the fighters saw and recognized her.

“Your husband fell there, O Sumeyra.” he said.
“Let him, tell me where is Rasulallah, what happened to him.” she replied.

“Your brother fell there, O Sumeyra.” they said.
“I’m not asking him, heaven was his prize, let him go with peace, but where is Rasulallah.” she replied.

“Your son fell there, O Sumeyra.” some other pointed another body.
“For the love of Allah, someone please show me Rasulallah.” she replied.

When she finally saw Rasulallah’s face, she said. “Elhamdulillah o Rasulallah. You are alive. My father and mother’s lifes are for you.”

This is not a myth, this is not a story. This is a life, a lived reality. Today’s people cannot comprehend the depth of Sumeyra Hatun with their modern lifestyle. They have their own rights not to be able to. Because she wasn’t looking with todays peoples eyes either. And todays people cannot look from her pespective either. If they could, they may understand. But maybe one that we may reach to same level, same depth.

145-) Ve ma kane li nefsin en temute illa Bi iznillahi Kitaben mueccela* ve men yurid sevabed dunya nu’tihi minha* ve men yurid sevabel ahireti nu’tihi minha* ve seneczishakiriyn;

And it is not for one to die unless it complies with the unchanging program (kitaban muajjala) formed by the Names of Allah in one’s being (B-iznillah)! Whoever wants the blessings of this world, We will give in this world. And whoever wants the blessings of the eternal life to come, that is what We will give to him. We give the consequences (outcomes) of the grateful ones (the product of their evaluation). (A.Hulusi)

Nor can a soul die except by Allah’s leave, the term being fixed as by writing. If any do desire a reward in this life, We shall give it to him; and if any do desire a reward in the Hereafter, We shall give it to him. And swiftly shall We reward those that (serve us with) gratitude. (A.Yusuf Ali)

Ve ma kane li nefsin en temute illa Bi iznillahi Kitaben mueccela Nor can a soul die except by Allah’s leave. He cannot. As in people cannot choose to die unless his destiny complies.

Of course the death business in under the light now. Ecel means time. In arabic language ecel has a meaning of the time period to pay a debt. It’s the fate of life. This word comes in 55 times in Qur’an. Only two of them are used as a verb form and neither of them come to this meaning. So the time of death as we now it always comes via this words noun form.

As you now nouns cannot give a specific time and location. Nouns represent infinity. They show us the possibilities altogether.

Nouns are marks of somethings truth. That’s why we use names. Like I said they cannot give time and location. It’s verbs business, not nouns.

So at this point the name ecel comes with a meaning of time, in this form it also represents something unbound of time and space. And that gives us something. It’s this.

Death is fate of an organism. It’s also the fate of human organism as well. I remember at this point the answer of Bakillani to the question of; “What is soul?” “It’s three power of heart, brain and longue. When we collaborate Bakillani’s answer to the question of soul with this ecel situation, we can find a solution as this. Ecel is a creation of Allah for bounding humans to the creations and to the sunnetulllah. As in humans are bound to like with these laws. If these ties are severed, them human is severed from this life too. So in Qur’an cutting these ties are called ecel.

An interesting fact; the concept of evel in our kelam books, the verses we used to describe the concept are not coming from the death of a single individual but they are marks to show us the ends of nations, societies. Both Araf/34, Yunus/49 and Nahl/61 are used the concept of ecel to describe the end of nations, societies and communities. And there are some additions to this verses which also informs a specific notion like not one hour early and not one hour late. That’s why the certainty is almost always used to describe not for individuals but for large groups like the end of a nation.

Also in Hacc/5, another Qur’ans verse uses the name ecel as birth. So it is not just use as somethings end. We call the celestial law that ends a life is ecel. It’s mostly in this sense. I won’t get into details at this time. Fur further informations you can check my book “Iman” for ecel and all the backgrounds of this word.

ve men yurid sevabed dunya nu’tihi minha and whoever wants from this words blessings, we give it to them. Remember the archers in Uhud. The first readers of this verse were them, it’s about them.

ve men yurid sevabel ahireti nu’tihi minha whoever wants the blessings of the eternal life to come, that is what We will give to him. This is a herald to the archers who follow Rasulallah’s orders and fall as martyr in battle because they choose not to leave their spot for mere loot. They are blessed with eternal afterlife and they reached to it. ve seneczishakiriyn; and we reward those who are grateful.

146-) Ve keeyyin min Nebiyyin katele meahu ribbiyyune kesiyr* fema vehenu lima esabehum fiy sebiylillahi ve ma daufu ve mestekanu* vAllahu yuhibbus sabiriyn;

Many Nabis fought, even though in their company there were those who were experiencing their servitude to their Rabb. They did not slacken with the afflictions that befell them in the way of Allah, nor did they show weakness and succumb. Allah loves those who are steadfast during difficulty. (A.Hulusi)

How many of the prophets fought (in Allah’s way), and with them (fought) large bands of godly men? But they never lost heart if they met with disaster in Allah’s way, nor did they weaken (in will) nor give in. And Allah Loves those who are firm and steadfast. (A.Yusuf Ali)

Ve keeyyin min Nebiyyin katele meahu ribbiyyune kesiyr How many of the prophets fought in Allah’s way, and with large bands of godly men? This is a warning and a herald for true believers who fought with Rasulallah. As in O Muhammad, you are not the only one fighting, you are not the only one who is forced to battle, not the only one who is targeted in history. Many prophets fought in Allah’s way before you.

fema vehenu Based on this sentence you can understand that Rasulallah was indeed munis, soft hearted enough to hold himself from hurting a single ant, and rejects spilling any blood. But despite all the feelings, if the faith is prevented to reach the humanity by some other humans, Rasulallah was forced to battle to remove that obstacle.

In this frame you can understand how difficult for Rasulallah to battle with other people while having those pacifist feelings, how dire test for him to undertake. This verse gives us this feeling too by using subtext.

fema vehenu lima esabehum fiy sebiylillahi But they never lost heart if they met with disaster in Allah’s way, ve ma daufu nor did they weaken in will ve mestekanu nor give in.

Yes. I want to stay on the last expression. Giving in. Showing an honorless attitude. Being honorless. Because the greatest problem for a man who says he is fighting on Allah’s way is, unable to protect his honor. Unable to fight with honor. Unable to protect the honor of faith and crushed under the pressure of those who are fighting against faith. That’s why the expression is important. ve mestekanu nor give in, nor succumb, nor the show an honorless attitude.

vAllahu yuhibbus sabiriyn; Allah loves those who are steadfast during difficulty. Allah loves the ones who show resistance. Not the ones who are crushed by enemies will, who admits defeat with the slightest of threat, who bend like a comma for a profit of a point. Allah loves who are holding themselves during difficulty. Because if not, then why do you defend the truth?

147-) Ve ma kane kavlehum illa en kalu Rabbenagfir lena zunubena ve israfena fiy emrina ve sebbit akdamena vensurna alel kavmil kafiriyn;

They had said, “Our Rabb, forgive our faults and the extreme ways in our affairs, give us resilience and patience, help us against the deniers of the reality, give us victory.” (A.Hulusi)

All that they said was: “Our Lord! Forgive us our sins and anything we may have done that transgressed our duty: Establish our feet firmly, and help us against those that resist Faith.” (A.Yusuf Ali)

Ve ma kane kavlehum illa en kalu All that they said was this. Rabbenagfir lena zunubena ve israfena fiy emrina “Our Rabb, forgive our faults and the extreme ways in our affairs ve sebbit akdamena give us resilience and patience, establish our feet firmly, vensurna alel kavmil kafiriyn; and help us against those that resist Faith.”

148-) Fe atahumullahu sevabeddunya ve husne seva Bil’ ahireti, vAllahu yuhibbul muhsiniyn;

So Allah gave them the reward of this world and the most beauteous reward of the eternal life to come. Allah loves those who do good. (A.Hulusi)

And Allah gave them a reward in this world, and the excellent reward of the Hereafter. For Allah Loveth those who do good. (A.Yusuf Ali)

Fe atahumullahu sevabeddunya And Allah gave them a reward in this world ve husne seva Bil’ ahireti, and the most beautiful reward of the Afterlife.

Remember the verse above, 145th verse, my friends. What was it saying? If any do desire a reward in this life, We shall give it to him; and if any do desire a reward in the Afterlife. And what is it saying now? The message is this. If you desire the blessings in afterlife, we have the power to give you the world also as a promotion. But if you desire only the world, afterlife won’t be given to you.

vAllahu yuhibbul muhsiniyn; Allah loves who do good like they are been watched by Allah. The verse ends at the point of Allah loves and Allah doesn’t love, you noticed this, right, Qur’an’s fellows. Verses ends like this. Not like Allah burns, Allah hits, Allah strikes; no, it’s like Allah loves or Allah doesn’t love.

Remember now the 140th verse vAllahu la yuhibbuz zalimiyn Allah doesn’t like tyrants. vAllahu yuhibbul muhsiniyn; Allah loves who do good. Loves or doesn’t love. Why? Because love is the most refined form of education. Most precious way to educate someone is loves way. That’s why Allah doesn’t scare us with harshness, Allah scares us with taking away the love. Why should we fear Allah then? We should fear that one day we might lose Allah’s love. The fear is about losing this connection.

149-) Ya eyyuhelleziyne amenu in tutiy’ulleziyne keferu yeruddukum ala a’kabikum fetenkalibu hasiriyn;

O believers, if you follow the disbelievers (the deniers and coverers of the reality) they will turn you back on your heels and you will remain as losers. (A.Hulusi)

O ye who believe! If ye obey the unbelievers, they will drive you back on your heels, and ye will turn back (from Faith) to your own loss. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers, in tutiy’ulleziyne keferu if you follow the disbelievers yeruddukum ala a’kabikum they will turn you back on your heels. Clear. This is an explanation within the verse. If you follow the path of the disbelievers, they will turn you to falsehood on your heels. fetenkalibu hasiriyn; then you are among the losers. You really lose. You really become one of them, losers.

150-) Belillahu mevlakum* ve HUve hayrun nasiriyn;

In truth, your protector is Allah! He renders victorious with His help. (A.Hulusi)

Nay, Allah is your Protector, and He is the best of helpers. (A.Yusuf Ali)

Belillahu mevlakum No, Allah is your Mevle, the Protector. Your friend, your secret keeper, your shelter, your home, your one and only absolute truth. Why would you need the infidels when you have Allah. Why would you give your truth to those who reject Faith and ask for their help; why would you look to their eyes?

Ve HUve hayrun nasiriyn; and Allah is the best of helpers. Then ask help from Allah. Seek refuge in Allah, give your trust to Alah. Remember the ones who trust the eternity shall stand eternally. The ones who lean on the temporary shall fall at some point.

151-) Senulkiy fiy kulubil’leziyne keferurru’be Bima eshreku Billahi ma lem yunezzil Bihi sultanen ve me’vahumun nar* ve bi’se mesvez zalimiyn;

We will cast fear into the hearts of those who deify (through duality) their egos (even though there is no such evidence) over the Names of Allah comprising their essence, and cover the absolute reality within. And their abode will be the fire… How wretched is the end of the wrongdoers! (A.Hulusi)

Soon shall We cast terror into the hearts of the unbelievers, for that they joined companions with Allah, for which He had sent no authority: their abode will be the Fire: And evil is the home of the wrong-doers! (A.Yusuf Ali)

Senulkiy fiy kulubil’leziyne keferurru’be We will cast fear into the hearts of unbelievers. Yes; this is the promise of Allah. We will cast fear in unbelievers hearts. Why? Bima eshreku Billahi ma lem yunezzil Bihi sultanen Because they defy Allah without having any proof, so we shall cast fear into their hearts.

Without having any proof, some scholars among others have come to the conclusion of faith by imitation is not admissible. Basing on this verse. As in it’s mandatory not to believe an information without any proof. For something to be counted as an information, it should reflect the truth and show the reality in it’s sense. Otherwise it would have been a conjecture. That’s why our Rabb shows us proofs when we are called to the truth.

We should pay attention to this fact. Allah doesn’t say; “I’m Allah. I don’t have to show any proof to you. I commanded it, so you shall do it.” No, Allah shows us proofs. Proofs that reflects the essense, the unity, the book and its origins of Allah. Allah shows us the proof of His laws are supreme and true by presenting them into our minds. Qur’an uses the way of persuation. It doesn’t have any sayings like “I’m Allah and this is what I say and what you should do.” It also addresses to our minds. On top of that, Qur’an gives us the final choice. We have the power of choosing the bad if we want it. But also with having the consequences, of course.

ve me’vahumun nar And fire is their destination. ve bi’se mesvez zalimiyn; How wretched is the end of the wrongdoers!

152-) Ve lekad sadakakumullahu va’dehu iz tehussunehum Bi iznihi, hatta iza feshiltum ve tenaza’tum fiyl emri ve asaytum min ba’di ma erakum ma tuhibbun* minkum men yuriydud dunya ve minkum men yuriydul ahirete, summe sarafekum anhum liyebteliyekum* ve lekad ‘afa ankum* vAllahu zu fadlin alel mu’miniyn;

Allah has indeed kept His word (at the battle of Uhud); you were about to destroy them with the force deriving from the Names of Allah in your essence (B-izniHi). But when Allah showed you that which you love (victory and spoils), you showed weakness and rebelled and quarreled against the command you were given. Some of you were after worldly things (so you abandoned your posts and ran after the spoils) and some of you were after eternal life (so you obeyed the command of the Rasul, persevered and became martyrs). Then Allah turned you back to show you your state. But Allah has forgiven you. Allah is full of bounty for those who believe. (A.Hulusi)

Allah did indeed fulfill His promise to you when ye with His permission were about to annihilate your enemy,-until ye flinched and fell to disputing about the order, and disobeyed it after He brought you in sight (of the booty) which ye covet. Among you are some that hanker after this world and some that desire the Hereafter. Then did He divert you from your foes in order to test you But He forgave you: For Allah is full of grace to those who believe. (A.Yusuf Ali)

Ve lekad sadakakumullahu va’dehu Allah did indeed fulfill His promise to you iz tehussunehum Bi iznihi, To understand how Allah fulfill His promise and what this verse is saying, we should look for the first readers of this verse iz tehussunehum Bi iznihi, With Allah’s permission you were destroying your enemies. You were about o be victorious. hatta iza feshiltum but you showed weakness at the end. The verse is explaining about the stages of war.

First stage of war, the 700 people Islamic army was advancing over 1000 people army of heathens under the command of Talha and Zubeyr. The non-believer army was beginning to retreat, leaving their equipments behind. Running away with chaos. This was the scene.

The verse is opening the window to that moment. And at the end of the battle you showed weakness. Why? Because they ran for the loot. As in you left your enemies and look for their loot. You make the equipments your purpose. You forgot your true goal and made a move to materials.

ve tenaza’tum fiyl emr You even argued over Prophet’s orders.

Here the big mistake of archers was told to us. Rasulallah had said “Hold your position. Don’t you ever leave your ground.” As in even if we won the war, you cannot move from this spot without my order. But even after that order 40 of the 50 archers had run for the loot. Only 10 archers left with their commander. This is that argument.

Commander was yelling the ones who leave their spot. “Didn’t Rasulallah ordered you, didn’t he say that you should be holding this hill? Didn’t he say, you shouldn’t move unless ordered you so?” He asked to the others.

They answered, “We have defeated them, the war is ours, they were fleeing.” This was the argument, the verse gives us their perspective too.

asaytum min ba’di ma erakum ma tuhibbun You rebelled and quarreled against the command you were given, you fall into weakness when Allah showed you your loves (victory and loot)

minkum men yuriydud dunya some among you were in love with this world ve minkum men yuriydul ahirete and some of you were in love with afterlife.

Qur’an seperates these two groups as the ones who run for the loot as the world lovers and the ones who stayed as the lovers of afterlife. Those who stayed and fulfill Rasulallah’s orders and fell are called as the lovers of afterlife by Qur’an.

summe sarafekum anhum liyebteliyekum Then Allah turned you back to show you your state. Allah prevented you to stand victorious over your enemies in order to show you your mistakes. Yes. Allah prevented the victory. As in Allah pulled His help back. ve lekad ‘afa ankum What happens when Allah pulls the help back? This is the simplest example. Uhud. What happens? The power which gives you resistance to stand against your enemies disappears. People start to run away with the sight of enemies. This is what happens. Faith is the greates opportunity, that was the thing I said earlier.

ve lekad ‘afa ankum But then Allah forgave you. The herald is following the lesson. Because fear, or devotion for loot is a humanly mistake. Allah knows this and forgave them.

vAllahu zu fadlin alel mu’miniyn; Why? Because Allah is Oftenly-Forgiving to believers.

153-) Iz tus’idune ve la telvune ala ehadin ver Rasulu yed’ukum fiy uhrakum feesabekum gammen Bi gammin likey la tahzenu ala ma fatekum ve la ma esabekum* vAllahu Habiyrun Bi ma ta’melun;

Remember when the Rasul was calling you from behind, but you fled without looking at anyone. So Allah reprimanded you with distress upon distress, so that you don’t grieve over your losses or remain with that which befell you (victory and spoils had escaped you and you had fallen into a state of shame). Allah, as the creator of your actions, is well aware of all things. (A.Hulusi)

Behold! ye were climbing up the high ground, without even casting a side glance at any one, and the Messenger in your rear was calling you back. There did Allah give you one distress after another by way of requital, to teach you not to grieve for (the booty) that had escaped you and for (the ill) that had befallen you. For Allah is well aware of all that ye do. (A.Yusuf Ali)

Iz tus’idune ve la telvune ala ehadin That time you were climbing up the high ground. Sa’ade means climbing up. As in people were fleeling to the higher grounds. They had left Rasulallah and fled the battlefield, this verse is about them. Previous one was for the archers who left their spots, and this one is about the believers who left Rasulallah and ran.

Rasulallah was calling them back at the skirts. He even had a sword cut in his dress, that’s how close they were with enemies. A few sahabis were with him, some sources says only 8 people, some others indicate 10-12 believers. Rasulallah even said to Saad:

“O Saad, My mother and father are for you. Fire, o Saad.” At that point it was about survival for Rasulallah. It’s also the moment when he was asked; “Won’t you pray badly for them, o Rasulallah.”

The moment when Rasulallah’s teeth was broken, face cut and he raised his hands. But when everyone was waiting for a bad pray, these were the words came from Rasulallah. “O Rabb.” he said. “Allahumme maffirli kavmi, My Allah forgive this people Innehum la ya’rifun. Because they don’t know.” Because they couldn’t realize the truth. That’s why only a prophet can make such a pray. Only a prophet is capable enought for such mercy. This behaviour is a mentor, a road sign for us.

ver Rasulu yed’ukum fiy uhrakum and Rasulallah was calling you from behind feesabekum gammen Bi gammin so So Allah gave you with distress upon distress. Because of what you had done. Because you gave distress to Rasulallah. You left him alone in the battlefield.

Some believers even ran to Madina. Also even with exaggeration, some sources even said there were people who ran a days distance. There were many famous names among them.

likey la tahzenu ala ma fatekum ve la ma esabekum Allah gave you distress over distress. You couldn’t feel sorry for the loot you missed or the battle you lost. Because you fell into a state of mind that say your blessings that you still have your life. So that you shouldn’t feel sorry for what you lost, you should be grateful for what you keep. That what you lived didn’t end you. This was a lesson for you.

At the end, you didn’t end like a defeated army in battle. This was a blessing of Allah. But Allah gave a revenge battle of Badr to you as a lesson. As in you were tested with upper grounds in Badr, now you were tested with lower grounds. To see people who said “O Rabb, you are great, you are mighty, we love you.” when the taste victory; let’s see what they say when they taste defeat. This was the test.

vAllahu Habiyrun Bi ma ta’melun; For Allah is the creator of your actions and well aware of all that you do.

154-) Summe enzele aleykum min ba’dil gammi emeneten nu’asen yagsha taifeten minkum ve taifetun kad ehemmethum enfusuhum yezunnune Billahi gayrel Hakki zannel cahiliyyeti, yekulune hel lena minel emri min shey’* kul innel emre kullehu Lillahi, yuhfune fiy enfusihim ma la yubdune leke, yekulune lev kane lena minel emri shey’un ma kutilna hahuna* kul lev kuntum fiy buyutikum le berezelleziyne kutibe aleyhimul katlu ila medaci’ihim* ve liyebteliyAllahu ma fiy sudurikum ve liyumahhisa ma fiy kulubikum* vAllahu Aliymun Bi zatis sudur;

Then He revealed a sense of security to calm you after your distress. One group (the hypocrites and the two-faced) were worried about themselves (their interest). With ignorant assumptions they thought, “Did we have a say in this decision?” Say, “The judgment – decision – belongs completely to Allah!” They concealed within themselves what they didn’t disclose. They said, “If we had a say in this decision we would not have been killed here.” Say, “Even if you had stayed in your homes, those for whom death was written (programmed) would have, in any case, walked out of their homes and gone to the place of their death. Allah made you experience this to show you what is inside you (by outwardly revealing that which you conceal) and cleanse you from false ideas. Allah knows what is inside you, for the essence of your heart comprises His Names”. (A.Hulusi)

After (the excitement) of the distress, He sent down calm on a band of you overcome with slumber, while another band was stirred to anxiety by their own feelings, moved by wrong suspicions of Allah – suspicions due to ignorance. They said: “What affair is this of ours?” Say thou: “Indeed, this affair is wholly Allah’s.” They hide in their minds what they dare not reveal to thee. They say (to themselves): “If we had had anything to do with this affair, We should not have been in the slaughter here.” Say: “Even if you had remained in your homes, those for whom death was decreed would certainly have gone forth to the place of their death”; but (all this was) that Allah might test what is in your breasts and purge what is in your hearts. For Allah knoweth well the secrets of your hearts. (A.Yusuf Ali)

Summe enzele aleykum min ba’dil gammi emeneten Then Allah revealed a sense of security to calm you after your distress. The story of battle still continues. nu’asen yagsha taifeten minkum. Allah gave a sense of awareness to some of you.

nu’as, literally it means, the relaxed state before going to sleep. But since we use it here metaphorically it can be translated as inner peace and awareness.

ve taifetun kad ehemmethum enfusuhum One other group were worried about themselves, their lives yezunnune Billahi gayrel Hakki zannel cahiliyyeti With ignorant assumptions about Allah they thought. What were they saying?

yekulune hel lena minel emri min shey’ “Do we have a saying in this? Did we have a say in this decision?” This reveals two things. From what I understand the dominant meaning is this. We have no fault. They were denying their spiritual responsibilities. They were rejecting their responsibilities and trying to put all the things to Allah, blaming Allah in a sense. As in “This was our destiny.” Like if they had a saying, they would actually won.” They were claiming to have no saying in that defeat and denying their spiritual responsibilities and by that they were slandering Allah.

Because remember this logic, the heathens were also having this mentality says Qur’an. Ve kalelleziyne eshraku lev shaAllahu ma abedna Nahl/35. The dualists were saying, “If it wasn’t for Allah’s will, we wouldn’t worship other idols.” Also in another verse we may see the same logic. ..lev shaAllahu ma eshrekna.. Enam/148

If Allah haven’t willed, we wouldn’t shirk. Can you see the logic. Can you see the twisted fate mentality? Putting all the responsibilities to Allah in order to cut his ties with spiritual responsibilities. Then why do you have your own will, why do you have the ability to choose? Of course we cannot say this is only a heathens logic because some of the believers were also have these thoughts. That’s why they were saying, “Didn’t we have a say in this, so that we may have our responsibilities?”

Kul answer them. innel emre kullehu Lillahi Yes, all the decisions are only belong to Allah. yuhfune fiy enfusihim ma la yubdune leke, yekulune But they were talking their true feelings by hiding what’s really inside their hearts and using these words.

Yekulun they were saying lev kane lena minel emri shey’un ma kutilna hahuna if we had a saying in this verdict, there wouldn’t be so many casualties here. Now in this verse the punch line comes; the tiny line between humans spiritual responsibilities and Allah’s will. As in the verdict of victory is all from Allah’s decision. But you will meet consequences of your actions unbound fromthe verdict or in this case, victory. This truth is told here and the reality will be explained now.

kul lev kuntum fiy buyutikum Tell them; “Even if you had stayed at home le berezelleziyne kutibe aleyhimul katlu ila medaci’ihim those who will meet their death would certainly have gone forth to the place of their death. They would go. Yes. If the decree of death were upon them, they would have no choice but to go there. They always go. As in the certainty of Allah’s will is explained here. But like I said, even Allah’s will is absolute, that doesn’t mean you have no responsibilities of your actions. This is the differentiation between gain and loss, victory and defeat, good and bad basing on a persons taking responsibilities of his own actions. The end is Allah’s will but the actions are yours and surely we all see the consequences of our actions.

ve liyebteliyAllahu ma fiy sudurikum this is for Allah might test what is in your breasts ve liyumahhisa ma fiy kulubikum and purge what is in your hearts. I already studied the “mahs” up there.

vAllahu Aliymun Bi zatis sudur; For Allah knows well the secrets of your hearts.

155-) Innelleziyne tevellev minkum yevmel tekal cem’ani innemestezellehumusheytanu Bi ba’di ma kesebu* ve lekad afAllahu anhum* innAllahe Gafur’un Haliym;

Those who fled when the two armies met in opposition did this because Satan (illusion) provoked the false ideas they had formed. But Allah has forgiven them. Allah is the Ghafur, the Halim. (A.Hulusi)

Those of you who turned back on the day the two hosts met,-it was Satan who caused them to fail, because of some (evil) they had done. But Allah Has blotted out (their fault): For Allah is Oft-Forgiving, Most Forbearing. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne tevellev minkum yevmel tekal cem’ani Those who fled when the two armies met innemestezellehumush sheytanu Bi ba’di ma kesebu it was Satan who caused them to fail because of some evil they had done

Now the things I said above should be understood well. As in Satan’s actions to make people to fail is not the reason of a sin. The reason of a sin is all about a persons own actions. By turning a false idea into an action, a person leaves an open door for satan, giving him an opportunity. And with that opportunity satan gains a chance to create his own film with that persons under the spotlight.

ve lekad afAllahu anhum But now Allah cleared their sins. As in Allah forgave your sins caused by the cheats of satan over you. innAllahe Gafur’un Haliym; Because Allah is Oftenly Forgiving, Most Forbearing.

With the prays that Allah will hopefully gives us mercy and blessings.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.
“Esselamu aleykum.”


Viewing all 327 articles
Browse latest View live