Quantcast
Channel: KURAN MEAL TEFSİR (DERLEME)
Viewing all 327 articles
Browse latest View live

ESMA DERSLERİ 1 – ALLAH (9-2)

$
0
0

ALLAH

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

(9-1) den devam

Müteşabihatın varlığı da bunun içindir. Neden Allah Kur’an da muhkemat yanında müteşabihat ayetler, yani birbirini te’yid eden ikili bir sistem kurmuştur diye sorarsanız, ilk bakışta anlaşılmayan ama derin bir bakışla anlaşılacak olan nedir diye soracak olursanız, muhatabından aklını çalıştırmasını istediği içindir. Yani bana yaklaşırken kiraya verilmiş bir akılla yaklaşma. Bana yaklaşırken senin içine koyduğum, indirdiğim vahiy olan aklı kullan. Yani ben vahyi içinde ki vahiyle oku.

Onun için ne muhteşemdir değil mi Haris el Muhasibi’nin; akıl Kur’an dır, Kur’an akıldır demesi ne muhteşemdi. Bu sözü söyleyen adamın ayağı öpülür. Bir zamanlar ariflerimiz böyle sözler söylüyor ve bunu da yaşıyorlardı. Ama daha sonrakiler bu sözleri söyleyenleri ilan ettiler maalesef. İşte problem burada. Bilgi vahdete çağırıyorsa bilgi sosyal amacını gerçekleştiriyor, yok tefrikaya çağırıyorsa dedim ya o bilgi sahibinin zihnine durmuş bir taştır. Kendine hayretmemiş ki bizlere hayretsin.

Dördüncüsü bütünleştir, dördüncü “B” miz. Tevhide delalet eder. Nedir? Aslında her bildiğimiz şey parçanın bilgisidir. Dolayısıyla her bildiğimiz şeyi ait olduğu bütün içinde anlamaya çalışacağız. Yani Bilgimiz arttıkça aslında tevhidimiz artacak. Allah’ın varlığına ve birliğine olan imanımız kemale erecek bilgimiz arttıkça. Bu da nasıl olur? Sanatın içinde sanatkârı görerek, eserin içinde müessiri görerek, fiilin içinde faili görerek değil mi. Mahlukun içinde Hâlık ı görerek, O’nun tecelliyatını izleyerek. Bunu da nasıl becerebiliriz? Esma ül Hüsna aracılığı ile. El Esma ül Hüsna işte bize bunu temin eder. Yani sanatına bakarak sanatkârı görmeyi, fiile bakarak faili görmeyi, esere bakarak müesseri görmeyi temin eder.

Esma ül Hüsna bu manada vesiledir, vesile-i hakıkıyyedir, gerçek vesiledir ve biliyorsunuz 3 sahih vesile vardır, bir dördüncüsü yoktur.

1 – Allah’a ulaşmaya vesile Esma ül Hüsna dır.

2 – Duadır,

3 – Amal-i salihadır, salih amellerdir.

Üç hakiki vesile var, bu üçüne sarılan Allah’a ulaşmaya bir vesile bulmuştur. Bu üçünün dışında bir dördüncü icat eden kendini Allah’ın yerine koymuştur.

Bütünleştirmeyen bir bilgi şirke yol açar. Onun için bakınız bilgin olur, bilgiç olur, ukala olur ama alim olmaz. Her bilgin alim olamıyor. Niye? Bütünleştiremediği için, parçanın bütüne atfını göremediği için. Parça ile bütün arasında ki ilişkiyi keşfedemediği için. Parça ile parça arasında ki ilişkiyi keşfediyor ama parça ile bütün arasında ki ilişkiyi göremiyor. O parçayı bütünün içinde görse ne olur? Hakikaten parçayı bütünün içinde gördüğü zaman insan şu kanaate varıyor?

Ya Rabbi neyi yarattın, neyi nereye koydunsa o orada olması gerekir. Her şeyi merkezine koymuşsun ya Rabbi. Hepiniz merkez efendi oluyorsunuz o zaman. Eşyayı nereye koymalı? Merkezine. Peki o zaman eşyanın merkezi neresi? Allah’ın koyduğu yer. Mâ hulika leh yaratılış amacı. Bir şeyi Allah’ın koyduğu yere koymak insan için hikmettir. Allah için hikmet ise bir şeyi yerli yerinde yaratmaktır. Dolayısıyla Hakîym olan Allah bir şeyi yerli yerinde yaratır El Hakîym olan Allah’ın hikmetinin tecellisine mazhar olan insan da bir şeyi Allah’ın yarattığı yere koyar, tersi zulümdür. Zulüm bir şeyi yerinden etmektir kök manası odur. Onun için ilim bütünleştirir, bütünleştiriyorsa ilimdir.

Bu derslerin amacı 4 “B” dedim ama bu derslerin sadece bilgi yönünden amacı 4 “B” bir de eylem yönünden amacı var. Bunların birincisi aktif iyi kılmak. Bu dersler bunun için yapılıyor. Ne olursunuz bu dersleri gel otur al götür dersi olarak görmeyin, bu dersler bir değişim projesinin parçasıdır, bir dönüşüm projesinin bir parçasıdır. Mevcut halinden memnun olanın bu derslere gelmesine gerek yoktur. Peşinen söyleyeyim lütfen. Onun için sadece salonlarda dinleyen kardeşlerime konuşmuyorum şu anda canlı yayında, ekranları başında tüm kabilden Moskova’ya, Filistin’den Londra’ya varana kadar. Asya’nın kuzey taraflarında ve doğu – Batı Avrupa’nın her yerinde b izi izleme imkânı bulan kardeşlerimize de konuşuyorum.

Bu derslere eğer kendinizden memnunsanız devam etmenize gerek yok. Ama yok ben yeterli değilim, ben mükemmel değilim, tamam yetti, bitti demiyorum. Ben muhtacım benim öğrenmem lazım, benim değişmem lazım benim olgunlaşmam lazım diyorsanız ki ben nefsime öyle diyorum. İçinizde olgunlaşmaya en muhtaç olan bu kardeşiniz. Bunları size anlattığı için çok, çok iyi bildiği anlamına gelmiyor, bunları size anlatma makamında oturması hasbel kader kendini burada buldu. Siz hoca diyorsunuz, aslında o talebe, o bir Kur’an talebesi. İnşaAllah bir ümidim var hikmetin merkezinde değilim, henüz onu tam kavrayabilmiş değilim. Ama sizin aranızda olmakla hikmetin dışında da olmadığımı ümid ediyorum, sanki koridorundayım gibi. İnşaAllah bu mübarek, mücellâ ve seçkin mü’minlerin arasından rabbim beni almaz, ahiretin de koridoruna, cennetin de koridoruna sizinle beraber koyar. Böyle bir ümidim var. Onun için sanmayın ki buraya oturmakla ben size hocalık taslıyorum, ben hikmetin kaynağını bulmuşum, olmuşum, yetmişim, bitmişim.

Hayır noksanımı biliyorum, eksiğimi biliyorum, aczimi biliyorum ve itiraf ediyorum, sizi şahit tutuyorum. Rabbim her şeyi görüyor ve biliyor. Ya Rabbi noksanımızla, eksiğimizle, kluz kulluğumuzla bizi kabul et diyorum ve sadece bildiklerimi paylaşmak için huzurunuza çıkma cüreti gösteriyorum. İnşaAllah bildiklerimi paylaşırsam öyle ümit ediyor, Rabbimden öyle umuyorum ki bilmediklerimi bana öğretir. İnşaAllah yaşadıklarımı yaşatmaya çalışıyorsam Rabbimden ümit ediyorum ki yaşayamadıklarımı şu veya bu gerekçeyle yaşayamadıklarımı, yaşamakta acze düştüklerimi bana yaşatmayı nasip eder. Beni bu konuda muvaffak kılar.

Aziz kardeşlerim aktif iyi olmak bu derslerin fiili amaçlarından biri. Çünkü aktif iyi olmaksızın aktif iyilerin galip olduğu bir dünyayı kurmak mümkin değil. Pasif iyilerin geleceği olmaz. Başımıza ne geliyorsa kötülerden geliyor diyenler doğru söylemiyor onlar. Çünkü hiç kimse annesinden kötü olarak doğmadı. Yer yüzünde kötü bir bebek yoktur. O zaman kötülük sonradandır, kötülük asli değil arızidir, kötülük tabii değil arızidir.

Peki yer yüzünde her doğan İslam fıtratı üzere doğuyorsa, Allah’ın kendisi üzere yarattığı saf fıtrat üzerine doğuyorsa, Rum/30. ayetinde müjdelendiği gibi. Ne oluyor da bu kadar kötülük saçılıyor, yayılıyor, nereden çıktı bu kadar kötü?

İyiler yüzünden diyorum cevabım bu. Peki iyiler yüzünden niye kötü çoğalsın ki? Pasif iyiler yüzünden diyorum. Çünkü her kötü önce pasif iyi olur sonra aktif kötü olur. Eğer iyiler aktif iyi olsaydı kötülüğe dur derlerdi ve kötülükle mücadele ederler kötüler kötü olmazlardı. Kötüler iyi iken ele alırlar ve onların kötü olmaya giden yollarını tıkarlardı. Onlara nereye gidiyorsunuz derler, iyiliği yayarlar, iyiliğin güneşi olurlardı. Onun için pasif iyiler yüzünden oldu ve pasif iyilerin geleceği olmaz. Bunun için çok uzağa gitmeye gerek yok, Endülüs’e gidin yeter.

Geçen hafta fakir Endülüs’teydi yine, sizin yerinize de gördüm sizin yerinize de gezdim sizin yerinize de yandım sizin yerinize de içime kıymıklar battı. Sizi yüreğimde götürdüm adeta. Ama mutlaka Endülüs acısı yüreğinizde görmeniz ve bilmeniz lazım. Yer yüzünde yaşanan Endülüs medeniyeti gibi muhteşem bir tecrübe nasıl sıfırlanır dostlar. Meşhur Arap şairi Ali El Carim öyle diyor,

Yer yüzünde hiçbir ölünün arkasından, Endülüs’ün arkasından döküldüğü kadar gözyaşı dökülmedi. Duyabiliyor musunuz Yer yüzünün en büyük ve ilk üniversitelerini yer yüzüne kazandır mışız. İbn. Rüşt’ü kazandırmışız, İbn. Batuta’yı kazandırmışız, İbn. Haldun’u kazandırmışız, İbn. Hazm’ı kazandırmışız. Kurtubi’yi kazandırmışız ve yüzlerce alimi kazandırmışız. Botaniğin büyük babası, botanik biliminin en büyük kurucusu sayılan İbn. ül Baytar’ı kazandırmışız. 220 tıp aletinin çizimini yapan, bu aletlerden yarısını da ilk defa kendisi icat eden büyük alimler kazandırmışız. Yer yüzün küre olarak ilk defa haritasını yapan, kurşundan bir küre döküp o gün bilinmeyen coğrafyaları buralarda gösteren İdris’i leri kazandırmışız.

Ama ne olmuş bize de ondan sonra bu büyük tecrübe sıfırlandırmış. Şimdi camiler kilise. Gırnata da 27 camiyi ayakta, 27 tane kilise var sadece,çünkü hepsi kilise. Kurtuba Camii kebirinde yer yüzünün incisi, bakmaya kıyamazsınız 32.000 kişi kapalı alanda namaz kılıyordu caminin içi. Fakat şimdi bir kişi 2 rekat namaz kılamıyor, kıldırmıyorlar.

Nasıl olmuş bu tecrübe? Dönüp dolaşıp söz oraya geliyor evet, iyiler yüzünden. İyiler pasif olmayı kabul ettikleri anda aktif kötüler çoğalıyor. Onun için lütfen bu tecrübe bir kez yaşanır demeyin, bu tecrübe Allah göstermesin bir daha, bir daha, bir daha yaşanabilir. Eğer biz mevcut halimizde durmakta ısrar edersek, halimizi değiştirmezsek. Ama halimizi değiştirirsek Allah’ta bizim istikbalimizi değiştirir.

innAllâhe lâ yuğayyiru ma Bi kavmin hatta yuğayyiru ma Bi enfüsihim. (Ra’d/11) bir toplum kendi bünyesinde, zatında nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah o toplumum halini değiştirmez, gidişatını değiştirmez. Mevcut halimiz en iyi haldir diyen varsa o zaman bu duayı etmesin, duaya amin demesin. Ama mevcut halimiz yetmez, iyi halde değiliz, ve iyiye de gitmiyoruz diyorsa o zaman halimizi değiştirelim ki Allah istikbalimizi değiştirsin inşaAllah. Bu manada aktif iyi olmak maksadıdır bu derslerin.

İkincisi hikmete nail olmaktır. Hikmete nail olmak hiç kuşkusuz ki isabetli hüküm vermeyi yeteneğine nail olmaktır öncelikle. İsabetli hüküm verme yeteneğine nail olmak için elbette bilgilenmek gerekli, bilinçlenmek gerekli, birlemek gerekli, bütünlemek gerekli. İsabetli hüküm verme yeteneğine sahip olmak için bunlar yetmez, aynı zamanda amel gerekli, eylem gerekli. Yani bildiklerinizi yaşamak gerekli. Çünkü hikmet yaşanmayacaksa o hikmet nasıl çoğalır.

Rabbimiz; Yü’til Hıkmete men yeşâ’ (Bakara/269) Allah hikmeti dilediğine verir buyuruyor. Aslında Allah hikmeti vermeyi dileyene verir. Allah dileyene hikmet vermeyi diler. Demek ki hikmeti istemek lazım. Çünkü Yeşa’ fiili hem men i görüyor, hem hüve yi, Allah’ı görüyor. Dolayısıyla Allah hikmeti verir ama kime verir? Dileyene verir. İki faile birden bakıyor yeşa’ fiili. Dolayısıyla dileyin ki versin. Ve verirse ne olur? ve men yü’tel Hıkmete fekad utiye hayren kesiyra. (Bakara/269) kime de hikmet vermişse ona çok hayır vermiştir. Bana çok hayır ver diye dua ediyorsanız eğer, bu ayeti de bilmiyorsanız eğer aslında hikmet istediğinizi bilin yani çok hayır istiyorsanız hikmet isteyin. Hikmet istiyorsanız çok hayır istemişsiniz demektir. Onun için Hikmet hayırdır. Yeryüzünün tüm serveti hikmet satın almaz da, bir avuç hikmet yer yüzünün tüm servetini satın alır. Onun için hikmete talip olun. Ama hikmete talip olmak için hizmete ve himmete talip olun.

ve ma yezzekkeru illâ ülül elbab. (Bakara/269) bunu ancak kimler kavrar, bunun değerini ancak düşünen akıl sahipleri, muhakeme sahipleri Ulül elbab bu aslında. Yani düşünen muhakeme sahipleri, muhakemesini kullananlar ancak kavrar hikmetin değerini. O zaman yani bilgi yetmiyor, bilinç lazım, bilinci olanlar kavrar değil mi. Bir şeyin değerini bilmiyorsanız onu elde etseniz dahi elde tutamazsınız. Bir şeyi elde etmek için gayret yeter, elde tutmak için gayret yetmez bilinç, on un değerini bilmek gerek. Değerini bildiğiniz kadar muhafaza edersiniz. Onun için bakınız insanlar Kur’an ı e3lde etmeye harcadıkları emek kadar Kur’anı elde tutmaya emek harcamıyorlar. Hafız oldukları kadar muhafız olmayışlarının sebebi budur. Onun için hafız oluyorlar, iki sene veriyorlar, 1.5 sene veriyorlar, 3 sene veriyorlar ama muhafız olmuyorlar kaybediyorlar onun için neden? Değerini kavramıyorlar. Değerini kavraman ancak künhüne vakıf olmakla, anlamına ermekle olur. Evet, bu derslerin ikinci amacı o.

Üçüncü amacı sohbet geleneğini sürdürmek. Sohbet geleneği çok mühim çünkü sahabe sohbetle yetişti. Sahabe sohbetle yetiştiği içindir ki eğer biz risaletin ebedi olduğunu düşünüyorsak, inanıyorsak, iman ediyorsak -Ki risalet ebedidir- Resuller ölümlüdür, risalet ölümsüzdür bu böyledir. Onun için resuller ölür, etten kemikten yaratılmışlardır bizim gibilerdir. Doğarlar, yaşarlar, büyürler, ihtiyarlarlar, hastalanırlar ve vefat ederler. Hatta öldürülebilirler. efein mate ev kutilenkalebtüm alâ a’kabiküm. (A.İmran/144) o (Muhammed) ölür ya da öldürülürse sizler ökçeleriniz üzere gerisin geri dönecek misiniz. Diye soruyor rabbimiz. Demek ki ölme ve öldürülme ihtimali her zaman var. Nitekim Hz. Yahya ölmedi mi, öldürülmedi mi. Hz. Zekeriyya koç gibi biçilmedi mi ikiye. Hz. Yahya’nın başı kesilmedi mi. Dolayısıyla olabilir, Hz. Eyyub yatak döşek yatmadı mı, hastalanmadı mı. Peygamberlerin başına her türlüsü gelmiş.

Fakat ölmeyen nedir? Risalettir. Risalet ölmezse ne yapar? Nasıl diri olur toplumun içinde? Kimin eliyle olacak? Resul öldü, risalet yaşıyor. Nasıl yaşayacak? Evet, alimler üzerinde yaşayacak. Risalet alimler üzerinden yaşayacak. Nasıl yaşayacak? Tabii ki ilim tahsil ederek. Alim olmakta doğuştan olmuyor malumunuz. Emek vermesi lazım, ter dökmesi lazım, yürek teri, zihin teri, alın teri. Öyle kolay olmuyor iş.

Peki onlar ter döküyorlar yürek teri, zihin teri, alın teri. Fakat biz onların kıymetini bilmiyorsak Orada bir alim krizi çıkarır ortaya. Çünkü kıymetini bilmediğimiz şey üretilmez. Marifetler iltifata tabidir, müşterisiz metaa zayidir. O nedenle bu noktada sohbet geleneğimiz sürmeli. Sahabe sohbetle yetişti dostlar unutmayın. Bazen bir saatlik sohbetin verdiğini 10 ciltlik kitap veremeyebilir. Çünkü eserlerle siz kağıtlar üzerinden ilişki kurarsınız. En azından veya bilgisayar ekranı üzerinden ilişki kurarsınız vs. Ama onlar nesnedirler bakınız.

Fakat sohbette siz yürekten yüreğe ilişki kurarsınız. Ru-be Ru dur, gönülden gönüle, özden öze, yüzden yüze, dizden dize, sözden söze bir şey akar. Onun için bizim geleneğimizde hangi okulu bitirdin, nereden diploma aldın diye sorulmaz. Hangi alimin rahlei tedrisinden geçtin, kimin dizinin dibinde okudun diye sorarlar. Bu böyledir çünkü ilim ahlakıyla birlikte alınırsa ilim olur yoksa data olur. İlmi ahlakıyla birlikte almakta ancak ilmi yaşayan birinden canlı olarak almakla mümkin olur. “Ahz” geleneği budur. Onun için önce ahz edilir, sonra keşfedilir, sonra inkişaf ettirilir.

Dolayısıyla burada bir sohbet geleneği yaşıyor bizim kadiym geleneğimiz ve çağın sahabeleri olmak imkansız mı? Madem risalet ebedidir, ebedi risalet vardır, sahabeyi çağdaş etmenin yolu çağın sahabileri olmaktan geçmiyor mu? Başka türlü nasıl aktarırız saadeti bu çağa. Yoksa o zaman geçmişe övgü dizmekten başka yapacağımız hiçbir şey yok ve bu da hiç kimseye hiçbir şey kazandırmaz oturup ağıt yapmak kazandırır. Ağıt yakacaksınız, ağlayacaksınız. Ah nerde o günler diye.

Dolayısıyla kafadan kaybetmişler sınıfına sokacaksınız kendinizi çünkü o çağda doğmadınız. Bu da sizin suçunuz değil. Şimdi ne yapalım, bu çağda doğmak benim suçum değil, ben karar vermedim buna. Ben de isterdim ki elim resulün eline değsin, gözüm resulün gözüne değsin, kulağım resulün sözüne değsin, gönlüm resulün gönlüne değsin. Ben de istemez miydim onun huzurunda oturmayı.

Efendimiz de öyle buyurmuyor mu; Benden ilmi alanlar benden duymayanlara aldıkları ilmi nakletsinler. Ola ki ilmi naklettikleri kimseler kendilerinden daha derin anlayış sahibi olabilir. Değil mi?

Bu nedir? Yani beni görmeyen birileri benim huzurumda ki birilerinden daha derin anlayış sahibi olabilir. Bu bazen 50 sene sonra, bu bazen 10 sene sonra, bu bazen 500 sene sonra, bazen 1.000 sene sonra, bu bazen 2.500 sene sonra gelebilir. Efendimizin adeta mucize gibi bir ifadesi bu. Dolayısıyla bu da bunun ifadesidir. O nedenle aziz dostlar sohbet bir İslam geleneğidir. Sahabe sohbetle yetişti, sohbette insibağ vardır karşılıklı boyar. Sohbette indizab vardır cezp eder çeker, kendisine çeker ve sohbette inkias vardır.

Bakınız canlı yayınlar başladı. Bu derslerimiz şu anda canlı yayında veriliyor. Ama insanlar evlerinde ekranlarının karşısında oturup ta canlı yayında izlemek yerine buraya gelecekler, biliyorum gelecek hafta daha da yoğun olacak. Derse başlamadan yarım saat evvel tüm salonlar dolmuştu. Yani şimdi otursa da ekranın başında izlese olmaz mı? Hayır incizap vardır, cezp eder, çeker ve sohbette inkias vardır, yansır, yansıma vardır. Orada seyredenler yansımasını seyredecekler, buraya gelenler ise cezbesine, cazibesine kapılacaklar ve gelecekler. İnsibağ vardır boyayacaklar ve boyanacaklar. Kimin boyasıyla, Allah’ın boyasıyla sıbğatallah, Allah’ın boyası. ve men ahsenu minallâhi sıbga.. (Bakara/138) O’ndan daha güzel boyası olan kim vardır. Onun için Allah’ın boyası asli boyadır çıkmaz boyadır.

Geçmişin özetin i kısaca yapmak istiyorum. 8 ders yapmıştık geçen yıl. Eğer bu yıl da 8 ders yapacaksak diyorsanız işimiz var. Yani Esma ül Hüsna yı bitirmek ahirete kaldı. Değil. İnşaAllah büyüğü gitti diyebilirim, hayır demiyeyim doğru olmaz, İnşaAllah bu mukaddimenin arkasından gürül gürül önümüzdeki derste “Rab” ile başlıyoruz.

Rab ile başlıyoruz 8 derste son 2 dersi hariç hep giriş yaptık yani o girişler lazımdı. O girişlerin hepsi de şahsi internet sitemizde bulunuyor. O girişleri izlemek ve bize yetişmek isteyen kardeşlerimiz için fırsat kaçmış değil.

Bu 9. dersimiz Allah demek anlam demektir dedik değil mi, böyle çıktık yola. Çünkü varlığın yaratılış amacı anlam idi, varlık içinde hiçbir şey yoktu ki anlamsız ve amaçsız olsun. Yer çekimi kanunu yokken amaçlılık ve anlamlılık kanunu vardır onun için v arlığın kanunu değişebilir, her kanunu değişebilir. Çünkü rabbim iz bir alt kanunu bir üst kanunuyla aşar. Çünkü Rabbimiz yarattıklarının mahkumu değil hakimidir.

Ama bir kanun var ki o değişmez. Anlamlılık ve amaçlılık. Neden? mâ halakte hazâ batılâ. (A.İmran/191 Ya rabbi sen bütün bunları boşuna yani anlamsız ve amaçsız yaratmadın. Batıl kelimesi Kur’an da anlamsızlık ve amaçsızlığa tekabül eder. Onun için yaratılıştan söz eden ayetlerde ki Bil Hakk; Hakk ile yarattı. Hakk kelimesi de anlamlılık ve amaçlılığa tekabül eder. Demek ki bir şeyin Hakk olması anlamlı ve amaçlı olmasıdır. Hakikat dediğimiz de anlamlı ve amaçlı olan her şey girer. Dolayısıyla anlamsız ve amaçsız iş yapan insan aslında yaratılı8ş amacına aykırı iş yapıyor, dolayısıyla hakikate zulmediyor demektir değil mi. Onun için ma lâ yani den kaçınmanın emrinin neden olduğunu şimdi anlıyor muyuz? Ma lâ yani; yani anlamsız işleri terk etmek, boş şeyleri terk etmek..

Efendimiz mü’minin imanının kemalinden saymış Dolayısıyla bakınız ta iş oraya kadar varıyor. O nedenle Allah demek anlam demektir diyerek yola çıktık ve anlamımızı bulduk Elhamdülillah. Çünkü Allah’ımızı bulduk.

Fakat Allah’ımızı bulmuş olmamız kaybetmemizden kaynaklanmıyordu, çünkü zaten O bize şah damarımızdan yakındı. Fakat bir problem vardı Onun bize yakınlığı problem değil, bizim O’na yakınlığımız problemli. Allah sana yakın da sen Allah’a yakın mısın? Çünkü bu bir ilişki, ilişki eşleşli bir fiil, işleşli fiiller karşılıklı olur. Dolayısıyla Allah sana senden yakın da sen Allah’a yakın mısın? Sen Allah’a yakın değilsen sen kendine de yakın değilsin. Kendini unutanlar, kendin i kaybedenler, kendinin uzağına düşenler nereden çıkıyor? İşte buradan. Dolayısıyla kendini unutan neden Rabbini unutmasın ki, kendini kaybeden neden Rabbini kaybetmesin ki. Rabbini kaybettiği için kaybetmiyor, kendini kaybettiği için Rabbini kaybediyor.

Bu manada Allah demek anlam demektir deyince işte o nokta da Rabbimize daha yakın olmanın anlamını aradık ve bunun anlamını ararken Esma ül Hüsna yı uzattı Rabbimiz. İnsanın eline tut deni bundan tut. Varlığa tecelli eden, varlığa uluhiyetin, zatının tecelliyatı sıfat üzerindendir, esma üzerindendir. Al bu sana nasıl tecelli edecek. O zaman işte Hâlık olmanın, Basiyr olmanın, Semiğ olmanın, Alîym olmanın, Hakîym olmanın tecelliyatını keşfetmeye kalktık. Keşfettiğimizde anladık ki Rabbimizin her bir esmasının bizde bir yansıması var ve gerçekten yansıması var mı yoksa o yan sımaları köreltiyor muyuz. Yani Allah her esmadan bize bir kanal döşemiş fakat biz o döşediği duylara lamba takıyor muyuz. (Devam edecek)



ESMA DERSLERİ 1 – ALLAH (9-3)

$
0
0

ALLAH

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

(9-2) den devam)

Aslında her tarafımızı ışıtacak bir kanal, bir sistem döşemiş ama biz sisteme dahil değiliz. Sisteme dahil olmamakta da direniyoruz. Sisteme dahil olmayınca muhteşem bir potansiyel olarak atıl duruyoruz. Atıl durunca da batıl hale geliyoruz. O nedenle şimdi Hakk olacağız çünkü Hakka döneceğiz. Allah’ın esmasının, Allah’ın sıfatının bizde ki tecellilerini keşfedeceğiz inşaAllah bu manada.

Mü’minin Allah’a ulaşmak için 3 meşru vesilesi vardır demiştik; Dua, salih amel, esma ül Hüsna. Esma ül Hüsna bilinmeden Allah bilinemez, tanınamaz, anlaşılamaz. Allah’ı anlamadan da kulluk mümkin mi, kulluk yapılamaz. Dolayısıyla Allah’ı anlamak gerek. Sadece bilmek değil, marifetullah değil. Marifetullah zaten Allah’ı anlamaktır Allah’ı bilmek değildir sadece. Anlamadığınız bir Allah’a nasıl kulluk edeceksiniz. Anlarsanız eğer ne olur biliyor musunuz? Ram olursunuz. Ne demek Ram olmak? O sizin için ne istemişse sizde kendiniz için onu istemeye başlarsınız. Külli irade ile cüz’i irade tabir caizse birbirine kenetlenen iki şey gibi kenetlenir. Bakmışsınız külli irade neyi diliyorsa sizin cüzi iradeniz de sizin için onu dilemeye başlar.

O zaman sizi hayatta bedbin eden, ümitsiz eden bir şey olabilir mi? Olamaz vallahi. Kahrında hoş lutfûnda hoş noktasına orada gelirsiniz.

Hoştur bana senden gelen

Ya gonca gül yahut diken.

Ya hilatu yahut diken.

Kahrında hoş lutfûnda hoş noktasına orada gelirsiniz.

[Ek bilgi; Şiirin tamamı;

Cana cefa kıl ya vefa,

Kahrında hoş lütfunda hoş.

Ya derd gönder yahut deva,

Kahrın da hoş lütfunda hoş.

Hoştur bana senden gelen,

Ya hil’at-ü yahut kefen,

Ya taze gül yahut diken,

Kahrın da hoş lütfun da hoş.

Gelse celalinden cefa,

Yahut cemalinden vefa,

İkisi de cana safa,

Kahrın da hoş lütfun da hoş.

Ey padişah-ı lem yezel,

Zat-ı ebed, hayy-ı ezel,

Ey lütfu bol, kahrı güzel,

Kahrın da hoş lütfun da hoş.

Ağlatırsan zari zari,

Verirsen cennette huri,

Layık görür isen nar’ı

Kahrın da hoş lütfûn da hoş.

Gerek ağlat gerek güldür,

Gerek dirilt, gerek öldür,

Aşık YUNUS sana kuldur,

Kahrın da hoş lütfun da hoş.

YUNUS EMRE )]

Gönder ya Rabbi, senden değil mi canım feda. Evet, ister dirilt, ister öldür. Öyle ise o hayırlıdır. İster sat ister güldür, ister ağlat kurban olayım. Güldürürsen tebessümüm şahit olsun, ağlatırsan göz yaşım şahit olsun ya Rabbi.

Bu değil mi, hani öyle diyordu ya Hz. Eyyub AS. Şeytan bana bezginlik verdi, Ya Rabbi o bezginlikten ben şikayetçiyim. Hastalıktan şikayetçi değil.

Aman Allah’ım, ayete bakıyorsunuz hastalıktan şikayetçi değil, hastalık üzerinden şeytan bezginlik veriyor, Allah’a onu şikayet ediyor. Yani bezgin olursam senden uzaklaşırım ya Rabbi, hastalık ne ki. Dolayısıyla gülersek tebessümümüz, ağlarsak göz yaşımız şahit olsun. Onun için rızaya Ram olmak buna denir. Benim senden istediğim, senin benden istediğindir ya Rabbi. Bu kadar, Sen benden ne istiyorsan ben senden onu istiyorum onu bana lütfet.

Budur, rızaya ram oldunuz mu artık bunu dersiniz. Bunu dediğiniz anda sizi üzecek şeylerin kökünü kurutmuş olursunuz. İşte mutlu olmak budur. Yoksa haz mutlu etmez, neşe mutlu etmez, keyif mutlu etmez. Çünkü hazzın elinizden alınacağını bir an düşünmek ve aklınıza gelmesi bile mutluluğun gitmesi için yeterlidir. Ne kadar büyük keyif içinde olursanız olun o keyfin geçici olduğu aklınıza geldiğinde keyfiniz kaçacaktır öyle değil mi. Kaçan bir keyif mutluluk diye adlandırılamaz. Geçici bir haz mutluluk diye adlandırılamaz. Mutluluk yanlış tanımlanıyor, mutluluk ele girince bir daha çıkmayan şeydir. Onun için de mutluluk Allah ile irtibatlandırılmadan tarif edilemez. Eyvallah..!

Derslerde usül; 3 T. Talim, Tashih, ve Tatbik.

Talim; biraz önce söyledim ahz, keşf, inkişaf. Bizim ilim geleneğimiz almaktır. Ahz almak demektir, alırız. Özellikle de ru be ru yüz yüze alırız. İlmi canlı olarak alırız çünkü bizde ahlak önce bilgi sonra gelir, ahlaktan bilgiye gideriz biz. Yunan batı aklı ise b ilgiden ahlaka gelir. Onun için ahlaksız bilgi onlarda mümkindir, bizde ise Allah’a sığınılacak bilgidir.

Evet, efendimiz öyle dua ediyor ya Eûzü bike min ‘ilmin lâ yenfa’. Fayda vermeyen bilgiden, ilimden sana sığınırım ya Rabbi. Bu iki manaya gelir hem özünde fayda vermeyen ilim, hem de özünde faydalı ama ben öğrendim de bana faydası olmayan.

2 – Tashih, Tashih edeceğiz, bunun için ne yapacağız? Seleflerimizden istifade edeceğiz, bizden önce bilgi üretilmiş, bizden önce üretilen bilginin üstünü çizmek gibi bir hakkımız, yetkimiz yok. Bu edebimizi ve haddimizi bilmemektir. Bizden önce bu bilgiyi üreten üstatlarımıza selam edeceğiz, onların ruhuna rahmet okuyacağız. Zaten onların ruhuna rahmet okumanın en iyi yolu da onların bilgisinden istifade etmek.

Fakat bizden önce üretilmiş geleneksel bilgiyi kutsamayacağız. Ne yapacağız? Ataların ocağına sadık kalmak, ataların ocağında ki külü bugüne taşımak değil, közü bugüne taşımaktır. Külü bırakacağız közü taşıyacağız. Bunun içinde ne yapacağız tashih edeceğiz. Közün üstünde ki külleri üfleyeceğiz, küller orada kalacak külleri bugüne getirmenin ne alemi var, közü getireceğiz.

Onun içinde tashih edeceğiz tashih etmek için temyiz etmek lazım. Mesela esma dersinde de bunu yapacağız. Esma dersi bir Kur’an dersidir aynı zamanda biliyorsunuz. Evet, bundan böyle esma derslerimiz bu güne kadar olduğu gibi hep bir Kur’an dersi olarak devam edecek. Çünkü Kur’an a göre esma ül Hüsna dır bizim dersimizin başlığı. Onun için uzun ve yorucu aylar vererek Kur’an da ki esma’yı çıkarmak için gerçekten çok büyük ter döktük ve bunun için hayli emek sarfettik ve ilginçtir kişisel olarak Buhari hadisinde geçen inne lillahi tisun ve tis’ine ismen femen ahsaha fagat dehalel cenneh. Allah’ın 99 ismi vardır, kim onları ihsa ederse cennete girdi bilsin kendini hadisi şerifinde ki.

İsimsizdir bu hadis. İsim listeleri olan hadisler İbn. Mace ve Tirmizi de. O listeler çok büyük sorunlu. O sorunları daha önce geçen yol işlediğim için girmiyorum. Peki çocuğunuza dahi ismini eşinizle istişare etmeden koyamazken Allah’a insanın isim koyma yetkisi var mı? Hayır, yok. Dolayısıyla bu noktada zaten ResulAllah sahih gelen haberde bir isim listesi de koymamış. Asıl durulması gereken şey sahih haberde 99 rakamı verildiği halde neden arkasından bir liste gelmemiş olduğudur. Peygamberimizin neden orada kestiği.

İsim listeli iki rivayette çok ciddi senet ve metin sorunları içeriyor. Onun için hadis imamlarının bir çoğu cehve tadil etmiş onları, yani cehve tadilden geçirmiş onları tabir caizse ve problemli oldukları sonucuna varmışlar. Hatta müdreç diyen bir sürü alim var yani sonradan ilave edilmiştir isimler o ana hadise. Ben de o kanaatteyim. Sonradan ilave edilmese elde tek liste olurdu, sonradan ilave edilmese Buhari, Müslüm ve diğerleri o listeyi de alırdı. Sonradan ilave edilmese Tirmizi’de olan listenin 26 tanesi İbn. Mace de olmamazlık edemezdi. Sonradan ilave edilmese 26 isim Kur’an da olduğu halde o iki listede olmamazlık olmazdı. Kur’an da olmayan 26 isim de o listelere girmezdi. Dolayısıyla nereden bakarsak problemli.

Peki ne yapacağız? İşte burada tashih edeceğiz. Neyle tashih edeceğiz? Kur’anla. Çünkü Rabbimiz ismi kendisi seçer kendisine, zatına. Biz O’nun kendisi için seçtiği ismi kabul ederiz.

99 rakamının kinaye olduğu kanaati bende yerleştikten sonra tüm araştırmalarım, girişi de böyle yazmıştım. Yazdım bitirdim ve koyuldum Kur’an da usulü olan ve koyduğu usule riayet eden. Önce usül koyacaksınız, mastardan isim türetmeyeceksiniz. Mastar mastardır isim değil Adl’i Adil olarak anlamayacaksınız. Adil isimdir Adl mastardır anlatabiliyor muyum?

Fiilden isim türetmeyeceksiniz. Eğer fiilden isim türetiyorsanız tutarlı olacaksınız. Tüm fiillerden Allah’a atfedilen, izafe edilen tüm fiillerden isim türeteceksiniz. Ama Yemud fiilinden mumud ismin i türetip Yudil fiilinden, Dâll ismini haşa, Dâll saptıran demektir. Yec’alü fiilinden Ca’il ismini türetmiyorsanız tutarsızsınız Anlatabiliyor muyum. Madem Allah’a atfedilen fiillerden isim türetiyorsunuz tüm fiillerden türetin o zaman 180 i aşkın isim bulursunuz.

Eğer bunu yapmıyorsanız seçiminiz neye göre? O zaman keyfi davranıyorsunuz. Eğer ef’alullah’ı esmaullah’a çevirme hakkını kendinizde görüyorsanız Allah’ın bir fiilleri var, bir de isimleri var. Fiilleri fiilleridir, isimle fiil çok farklıdır. Allah’ın fiili, sıfatının, ismi ise zatının ifadesidir. Fiiller değişir fiiller bir yerde başlar bir yerde kesilir, çünkü fiil böyledir, teceddüt eder, yenilenir, gelişe de bilir. Ama esma öyle değildir. Esma zatından sudur eder. Onun içinde Allah kendisine isim koyar, siz fiilleri isme dönüştürdüğünüzde, ef’alullah’ı esmaullah ile karıştırmış olursunuz. Eğer bunu yapıyorsanız yapabilirsiniz, ben böyle yapıyorum ve delillerim de şudur diyebilirsiniz. Ama tutarlı olmak zorundasınız. O zaman Kur’an da Allah’a izafe edilen her fiilden isim türetmek zorundasınız.

Niye seçiyorsunuz? Yudillu var, Allah saptırırmış, Yu’azzibu var, azib desenize, makiriyn var, haydi makir de yani hile düzen kuran. Dolayısıyla bir usül koyacaksınız ve bu usule de uyacaksınız.

Ben bir usül koydum önce bu usulün kurallarını koydum. Bu kurallardan yola çıkarak ta isimleri tespit etmeye çalıştım. Teker, teker, teker baştan son a Kur’an ı taradım bu usül çerçevesinde isimleri tespit ettikten sonra saydım vallahi 99 çıktı. Ben 99 çıkmayacağına dair bir kanaat içindeydim. 99 rakamının da kesretten kinaye olduğuna itikat etmiştim. Allah ismi dışında 99 çıktı. Bu da gayet doğru, çünkü İnne lilâhi tis’un ve tis’iyne, Allah’ın 99 ismi var. Allah’ın; Bitti..! Allah ismi has, Onun da 99 ismi var. Eğer Hüve’yi deseydi Allah yerine Allah’ta 99 içine girerdi. Ama Allah’ın 99 ismi var deyince, ki bunun karşılığında 4 tane Esma ül Hüsna ayetinde de Allah geçiyor ikisinde, orada da aynı.

Dolayısıyla Allah’ın 99 ismi, yani tesbihin imamesi Allah, 99 esma ve ben bunu kesinlikle kasıtlı olarak bu rakama uysun diye yapmadım. Ve ben inanıyordum ki 99 çıkmayacak, ama çıktı, Demek ki 99 da, yani sadece mecaz değil hakikatte varmış.

İsmin verilmemesinin sebebi nedir derseniz hepimize Kur’an ın içine dalın, Rabbinizin ayetlerinin içinde onun esmasını arayın mesajıdır bu.

İsimleri kısaca sayıyorum; Bu isimleri de Kur’an da nüzul sırasına göre dizmeye çalıştım. Bu sefer başıma bir iş daha aldım mı? sen nasıl böyle bir işe girişirsin, bu mümkin mi. Kur’an da nüzul sırası. Peki bu neyi halledecek ki? Kur’an da nüzül sırasına göre isim dizmek gerçekten önemli mi?

Çok önemliydi Çünkü isimler bir eğitim vasıtası olarak kullanılıyor. Alın size önemini beyan eden bir tek cümle; El Ğaffar, El Hallâk, El Fettah isimleri sadece Mekke’de gelir. Et Tevvab, Er Rauf, Şakir, Es Selâm isimleri sadece Medine de gelir.

Haydi buyurun, Şakir isminin gelmesi için iktidar lazım. Es Selâm isminin gelmesi için önce bir kurtuluşa ermek lazım. Bir hicretle Mekke’den kurtulup Medine’nizi kurmanız lazım. Yabni onların o boyutları da var. Dolayısıyla El Fettah’ın sadece Mekke de gelip Medine de gelmemesi çok anlamlıdır. Neden? Rabbimiz fethi müjdeliyor, Rabbimiz eğer o sıkıntı içinde, o ıstırab içinde Fehhah olduğunu müjdelemese, Yani tıkanmış önlerini açacağını, Fettah’ın sadece bir kez açan değil, sürekli açan ve her çeşit tıkanıklığı açan anlamına geldiğini bildiğinizde Elhamdülillâh, Fettah olan Allah var diyen bir adamı umutsuzluğa düşürmek mümkün olur mu? Oralara geleceğiz.

Peki ayetlerin sonunda neden belli isinler gelirdi? Hakikaten çok ilginç değil mi. Bakıyorsunuz bir ayetin sonun da Aliymun Habiyr geliyor, ama Aliymun Hakiym gelmiyor, ama öbüründe de o geliyor. İsimle başında ki ayet ve ayette anlatılan mesele arasında nasıl bir bağlantı var bunu göreceğiz, bunun ayrıntılarını göreceğiz. Yani olay yine Kur’an ilmi, yine tefsir e dönecek inşaAllah. Kur’an da teker teker göstermeye çalışacağız diğerlerini. Tabii bunlar uzun çalışmalar gerektiren, çabalar gerektiren dersler olacak. İnşaAllah emeğimizin karşılığını da verecek.

Y ine Kur’an da bitişik gelen isimler var BismillahirRahmanirRahıym. Rahman, Rahiym. İnnAllahe Aziyzün Hakiym. (Lokman/27) inneHU HUvetTevvaburRahıym. (Bakara/37) Ve “HU”vel Ğafûrul Vedud. (Buruc/14) innAllâhe Kaviyyün şediyd’ül ‘ıkab; (Enfal/52) min ledün Hakiymin ‘Aliym. (Neml/6) illâ en yu’minu Billâhil ‘Aziyzil Hamiyd. (Buruc/8)

Bakınız bunların bazılarını ters çeviremezsiniz, hiç yok. 28 tane öyle gelir, mesela Aziyzül Hakiym diye ama tersi bir kere gelmez. Neden? Onu da işleyeceğiz. İkincisi birincisine atıftır da ondan orada. Asla tersi olmaz. Çün kü önce izzetin i söylemesi lazım, sonra hikmetini söylemesi lazım. İzzetini söyleyecek tenzih için, hikmetini söyleyecek teşbih için. İzzetini söyleyecek, bakın; insan, sana muhtaç değilim, önce bunu bi aklına koy sana muhtaç değilim. Ben Aziyz im, benim hiçbir şeye ihtiyacım yok. Senin bana ihtiyacın var ben im sana ihtiyacım yok. Önce bunu bir kafana koy. Şimdi dinle beni, Hakiym im hikmetimi araştır bul neden yaptığımı diyecek. Allahuekber..!

Üçüncü olarak ta tatbik. İnşaAllah bu isimler hayatımızda nasıl yer alır, nasıl hayatımızda tecelli eder, esma neye yarar birebir gündelik hayatımızda biz esmayı nasıl istihdam edebiliriz. Mesela BismillahirRahmanirRahıym Rahman ismi, Rayıym ismi birlikte bir mü’minde nasıl tecelli eder. Eh bazılarında Rahman ismi tecelli etmiştir de Rayıym tecelli etmemiştir.

Bakıyorsunuz mahlukata şefkat ve merhameti var, fakat Müslüman’a şefkat ve merhameti yok bizimkinin. Allah Allah..! Yahu kediler bile senin merhametinden pay almış, köpekler bile pay almış bağışlayın, Ama hatalı Müslüman’ lara karşı senin merhametinde bir pay yok. Çünkü Rahıym ismi tecelli etmemiş onda. Rahıym isminin tecellisinden mahrum kalmış, zavallı mahrum. Rahman ismi tecelli etmişte Rahıym ismi yok. Onun için besmeleyi hep yarım çekiyor hayatında. Bismillahirrahman, Bismillahirrahman..! E bide Er Rayıym de mübarek.

Dolayısıyla oraya da geleceğiz inşaAllah Esmayı böyle renkli canlı, heyecanlı, aşklı , şevkli, bazen de göz yaşları içerisinde tutunacağız Rabbimizin esma ipine İnşaAllah. Yüreğimizin çeperlerine tutunarak mirac edeceğiz İnşaAllah.

Rabbim düşenlerden etmesin, tutanlardan etsin. Rabbim esmayı hayatında tecelli ettirenlerden etsin inşaAllah.

Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn.

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)


ESMA DERSLERİ 1 –“ALLAH” I TANIMAK – 1

$
0
0

Resim3

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

“ALLAH” İSMİ CELÂLİ ÂDEM A.S. TARAFINDAN KONULDU.

İsm-i Celâl (Allah ismini) ilk koyan Âdem A.S. dır. şöyle ki; Cenab-ı Hakk Âdem babamıza ruhu üfleyince yerinden sıçrayıp bir ayağı üzerine gelerek bir dizini de yere koyup o vaziyette durdu ve işte bu halde iken ona Rabbisiyle ilgili büyük bir müşahede meydana geldi. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk ona konuşma imkânı lütfetti de o yüce zattan müşahede ettiği esrarı söyledi. Cenab-ı Hak ezeli ismi ile tespit ettiği bu isimlerle anılmasını irade etti. İşte bunun içindir ki güzel isimleri peygamberlerin dilinde akıtıp anılmasını sağladı. Seçkin kulları bu isimlerle O’nu zikretmeye koyuldular.

Eğer varlık âleminin efendisi Hz. Muhammed A.S. efendimize o güç getirilemeyecek müşahedesinden kendisinde meydana gelen manalar için isimler koymuş olsaydı onu işiten herkes eriyip yok olurdu. Ne var ki Cenab-ı Hakk kulları hakkında çok lütufkârdır, Allah daha iyisini bilir.

Esma-i Hüsna (Allah’ın güzel isimleri) öncesizdir, ancak bu öncesizlikten maksat onların lafzı değil manalarıdır. Lafızlar ise sonradan bu manalara konulmuştur. Çünkü her lafız arîzidir, arizî olan her şey sonradan olmadır Bilhassa seyyaliyet taşıyan lafızlar ve sesler ârizî olduğuna göre sonradan olmaları çok tabiidir. Allah en iyisini bilir.

İSM-İ CELÂL DE (ALLAH) ÜÇ ESRAR VARDIR

1 – Allah’ın yaratıklarının bir sınırı ve sayısı belli değildir. O’nu yarattığı mahlûkat çok faklıdır. İnsanlara, cinlere, hayvanlara ve başka yaratıklara ayrılmaktadır. Bu yaratıkların çoğunu insanların çoğunluğu bilmez. Bu çokluğa rağmen Allah birdir, mülkünde tektir, O’nunla beraber başka bir müdebbir (İşleri düzenleyen, önlem alıcı) yoktur, O’nun veziri de yoktur.

O yalnızdır, çok yücedir, kendi mülkünde ve mahlûkatında tasarruf eder. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında kalmaz ve hiçbir şey de O’nun kudretinin dışına çıkmaz. Her şeyi kahriyle saltanatı altına almış ve her şeyi kudretiyle kuşatmıştır. Nitekim ayette; Allah onları ardlarından çevirmiştir. (Buruc/20) der.

2 – Cenab-ı Hakk mahlûkatında dilediği gibiğ tasarruf eder, şunu zengin kılar, şunu ise fakir yapar. Şunu Azîz kılar şunu ise zelil ve hakir kılar. Şunu beyaz tenli şunu da siyah tenli kılar. Şunu meneder, şunu da ayırır. Zaman ve mekânlarda bunları dilediği gibi evirip çevirir.

Özetleyecek olursak deriz ki; Doğrusu Allah her an bir şandadır. Kendi isteği ile davranma O’na mahsustur. Mahlûkatında dilediği gibi hükmeder, dilediğini yapar. O her türlü noksanlıktan ve sonradan olma sıfatlardan yücedir ve münezzehtir. O’ndan başka İlâh yoktur.

3 – Allah çok mukaddes ve münezzehtir, keyfiyet (nicelik ve nasıllık) ölçüsüne girmez. Mahlûkatından hiçbir şeye de benzemez. Bununla beraber O’nun kuvvet ve şiddeti, kahır ve saltanatı vardır. O kadar ki eğer kendisini mahlûkatta gizleyen hicaplar olmasaydı bütün mahlûklar toz haline gelip yok olurdu. Hepsi de kayıp toz haline gelirdi. Yani Cenab-ı Hakk ara yerdeki perdeleri kaldırıp mahlûkatına tecelli etmiş olsaydı hepsi de kum, toz haline gelip yok olurdu, eserleri bile kalmazdı. O kadar ki âleme bakan biri; Şu âleme hiçbir mahlûkat gelmemiştir, burada hiç kimse yaşamamıştır derdi.

Ancak ne var ki Cenab-ı Hakk kendi rahmetiyle ve yüce hikmetiyle yaratıklara merhamette bulunmuş ezelde takdir ettiği kazasına göre onları korumuştur. Ve bu kudret ve hikmetine göre o herhangi bir mahlûku yaratmak istediğinde onu yaratmadan önce hisabını yaratmıştır.
İşte bu esrarı ancak basiret sahibi olanlar bilebilir. Sadece İsm-i Celal’i söylemekle mahlûkattan hiç birini müşahedeye ihtiyaç duymaksızın bu esrarı anlayabilir. (Ş. Abdülâziz Debbağ-El İbriz)

***********************************************************************

ALLAH KİMDİR?

Arapların “Allah”, batılıların “God” ve Farsların “Huda” dedikleri varlık. Her toplumun, kendisine has bir tabirle ona işaret ettikleri bu varlık kimdir? Ne gibi nitelik ve özellikleri vardır? Onun bizimle irtibatı nedir? Biz onunla nasıl irtibat kurabiliriz?

Beşerin düşünce tarihine bir göz gezdirdiğimizde (Allah’ın varlığına inanma) temeli geçmişten beri çok yaygın, bilinen bir şey olduğu anlaşılır. Başka bir deyimle; Allah’ın varlığına inanma tarihi, insanın varlık tarihiyle aynıdır. Bu Allah’ın varlığına inanan herkesin, O’nu aynı şekilde tasavvur ve tarif ettikleri anlamına gelmez.

Bu görüş farklılıkları, özellikle İlahi peygamberlerin, öğretilerinden faydalanmadan kendi düşüncelerine dayanarak; Allah’ı tanımak isteyenlerin arasında çoktur. Yüce Allah’ın sıfatlarını İslâm’da geldiği şekliyle açıklamadan önce dünyaca ünlü bilim adamlarının Allah konusundaki görüşlerini inceleyeceğiz. Zira bu yolla, İslâm’ın Tevhid düşüncesinin öbür düşüncelere olan üstünlüğü biraz aydınlanmış olacaktır.

SOKRAT’IN (M.Ö 399-470) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Sokrat kendisiyle yaşayan öbür Yunanlılar gibi birden fazla Allah’ın varlığına inanıyordu. Bundan dolayı felsefe tarihinde ondan aktarılanlardan şunlar anlaşılmaktadır ki; Sokrat’a göre: Saadete varmak için insanın Allah’a, onun hidayet ve yardımına ihtiyacı yoktur. Ona göre insanın kemâli ahlâkî temellere bağlı kalmakla mümkün olsa da, insan yaşamında Allah ve onunla irtibat konusuna yer verilmemiştir.

EFLATUN’UN (348-425) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Eflatun iki varlığa Allah derdi. Biri “Mutlak hayır” diğeri “Yaratan” dır. Eflatun “Mutlak (koşulsuz) hayır’ı” asıl Allah bilip ondan baba diye söz ederdi. “Yaratan’a” ise oğul derdi. Eflatuna göre “Mutlak hayır’ı” tanımak çok zor olup, hatta öbür marifetlerden sonra, gerçekleşen en zor marifettir. Bu iki tanrıyı sadece felsefe tanıyabilir. Filozoflar ruhsal, zihinsel hatta fiziki açıdan özel bir konuma sahip olan şahıslardır.

Elbette bu filozoflar da birçok aşamadan sonra elli yaşında “Mutlak hayır’ı” tanıyabilirler. Halkın genelini oluşturan diğerleri ise sonsuza dek Allah’ı tanıyıp derk etmekten mahrum olacaklardır.

ARİSTO’NUN (322-384) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Aristo’ya göre âlem her zaman var olup, hiç kimse onu var etmemiştir. Bu yüzden Aristo’nun Allah’ı bu cihanın yaratıcısı değildir. Sadece cihanı hareket ettirendir. Kendisi ise hareket etmez. Aristo’nun tanrısının, en açık niteliği (özelliği) “Hareketsiz hareket ettiren”dir. Aristo’nun tanrıbiliminde en önemli noktası şudur: Allah’a tapmak, onu sevmek, ondan yardım beklemek mümkün değildir. Aristo’nun tanrısı kesinlikle, insanın sevgisine karşılık veremez. Onun tanrının iradesi olmayıp hiçbir şey yapamaz. Sadece kendi zatını düşünmekle meşguldür.

ORTAÇAĞ HIRİSTİYANLARININ DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Batıda dinden kaçış nedenleri, bölümünde kilisenin insan-i özelliklere sahip bir tanrı görüntülemeye çalıştığını söylemiştik. Burada başka bir noktayı ekliyoruz.

Orta çağda “Allah, evrendeki diğer sebepler gibi, bir etkendir” düşüncesi yaygın idi. Allah’ı kabul edenler bu dönemde deprem, güneş ve ay tutulması gibi, olayların nedenlerini bulamadıklarından onu Allah’a isnat ederlerdi.

Bu düşünce tarzının sonucu olarak “Allah’ı bilmediklerimizin ardında aramamız gerekir. Doğal olarak bilgimiz ne kadar çoğalır, cahilliğimiz azalırsa, Allah’ın etki alanı da o kadar daralacaktır. Eğer bir gün insan bütün varlıkların doğal nedenlerini tanır ve ortaya çıkarırsa artık Allah için hiçbir şey geriye kalmayacaktır.

Bu düşünceye göre; âlemin bazı varlıkları, Allah’ın varlığının alametidir. Yani nedenleri belirlenmemiş varlıklardır. Allah’ın evrenle böyle bir bağlantısı olduğuna inananlar olduğundan

August Comte itiraz ederek diyor: “Bilim, Allah’ı kendi işinden uzaklaştırarak onu inzivada bıraktı.”

Onun bu sözden kastı şudur: şimdiye kadar halk her şeyin nedenini, Allah olduğunu zannediyorlardı. Yani Allah’ı bir cadıcı gibi bir anda karar alıp mukaddimesiz istediği olayı yaratan, bir güç simgesi biliyorlardı. Örneğin birisi hastalanıp ateşi yükseldiğinde, niçin ateşi yükseldi? sorusuna –Allah ateşi onda yarattı, diye cevap veriyorlardı. Bu sözün anlamı hiçbir doğal sebebin ateşin oluşmasında etken olmadığıdır.

Ama günümüzde bilim, ateşin sebebinin falanca mikrop olduğunu bulunca, artık Allah, bu olayın sebebi olmaktan dışarı çıktı. Bu şekilde gün geçtikçe olayların sebepleri ortaya çıkıyor, böylece de Allah’ın etken sahası daraldıkça daralıyordu. Gerçekte bu şekilde düşünenler için Allah, diğer etkenler gibi, bir etken olup, bu âlemin bireylerinden biridir.

GALİLE’NİN (1564-1642) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Orta çağdan ve bilimin göz alıcı ilerlemesiyle Galile gibi düşünürler, Allah’tan yeni görünüm ve tefsirler ileri sundular.

Galile, evreni bir atomlar topluluğu olarak görmektedir. Evreni atomlar oluşturmuştur. Evrende oluşan her şey atomların değişik hareket ve tepkilerinden (bileşimlerinden) vücuda gelirler. Bu esnada Allah’ın işi sadece atomları yaratmaktır. Atom Allah’ın kudretiyle yaratıldıktan sora artık Allah’a hiçbir ihtiyacı kalmayıp, bağımsız olarak hareket edecektir.

NYOTON’UN (1642-1729) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Nyoton’a göre, Allah’ın kâinatla irtibatı saatçinin saatle olan irtibatına benzer. Saat saatçi eliyle yapıldıktan sonra, nasıl ona hiçbir ihtiyacı olmadan bağımsız olarak hareketine devam ediyorsa, kâinatta Allah tarafından yaratıldıktan sonra, bağımsız olarak hareketine devam eder. Nyoton görüşlerine şu noktayı da eklemektedir. Zaten bu görüşüyle Niyoton, Galile ve onun gibilerden ayrılır. Ona göre Allah bazen âlemin işlerine karışır. Gezegenlerin, yıldızların hareketindeki bazı düzensizlikleri düzeltir. Buna ilave olarak Allah, yıldızların birbirleriyle çarpışmasına engel olur.

Bu görüş Allah’ın, sadece sebepleri belli olmayan yerlerde huzurunun olduğunu ve olaya karıştığını savunan, ortaçağ düşüncesinin yaklaşık olarak devamıdır. Oysa daha sonraları yıldızların fiili hareketlerinde ve birbirleriyle çarpışmamaları için Allah’ın direkt olarak olaya karışmasının gereği yoktur. Bu olay tamamen bilimsel kurallarla açıklanabilir. Bu yüzden Allah’ın fiil ve etken alanı iyice kısıtlanmış oldu.

17. ve 18. Asrın bilim adamları Galile’nin Allah konusundaki görüşünü kabullendiler. Ona göre Allah yaratılışın başlangıcında âlemi yaratarak, kendi başına bıraktı. Kâinatın, kalıcılığı için artık Allah’ın varlığına ihtiyacı yoktur. Mühendis tarafından yapıldıktan sonra evin mühendise hiçbir ihtiyacının kalmaması gibi.

İSLÂM’DA ALLAH

İslâm dininin zuhuru ve yayılmasındaki asıl delilin, o zat-ı mukaddese lâyık olduğu şekilde Allah’ı (Allah’ın hakikatini) tanıtması olduğunu biliyoruz. Yüce Allah hiçbir mektep ve inançta Kuran’ı Kerimde nitelendiği gibi, tanıtılmamıştır. Hatta önceki İlahi dinlerde bile bu nitelendirmeler gerçek kemal ve aslına ulaşamadı. Kuran’ı Kerim, beşerin dilinin gücü miktarı, Allah’ı en kâmil şekilde insana tanıtma gayretindedir.
Kuran’ı Kerimin haberine göre Allah;

* Rahmet ve nimeti geniştir. Her şeyi bilendir. (Bakara/115)

* Hesap görenlerin en çabuğudur. (En’am/62)

* Diri ve her şeye hâkimdir. (Tâhâ/111)

* Çok yüce ve uludur. (Lokman/30)

* Azamet ve ikram sahibidir. (Rahman/27)

* Sameddir. (İhlas/2)

* O ilktir (Her varlıktan önce vardır), sondur (Her varlıktan sonra vardır), zahirdir, batındır. (Hadîd/3)

* Allah müteâldir. Yani düşünüp idrak edebileceğimiz her şeyden yücedir. Asla onun hakikatini, cemâl ve celâlini olduğu gibi derk edemeyiz. (En’am/100)

* Gözler O’nu göremez; halbuki O gözleri görür. (En’am/103)

* Allah birdir ve O’ndan başka ilah yoktur. (A. İmran/108)

* O birdir. (vahid ve eheddir) (İhlas/1) (Nahl/1)

* O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. (Şûrâ/11)

* En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin. (A’raf/180)

* O öyle bir Allah’tır ki, kendinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selamet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. (Haşr/23)

* En yüce sıfatlar Allah’a aittir. (Nahl/60)

* Nereye dönersek, Allah oradadır. (Bakara/115)

* O her şeyi bilendir, (Hadîd/3)

* Her şeye kadirdir. (Bakara/284)

* Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız. (Kaf/16)

* De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” “Allah’ındır” de. O, rahmet etmeyi kendi nefsine yazmıştır. Sizi, varlığında asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Ama kendilerini zarara sokanlar inanmazlar. (En’am/12)

* O, kullarının üstünde tam hâkimdir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. (En’an/18),

* Karşı durulmaz güç sahibi (Rad/16) olmakla beraber, tövbeyi kabul eden (Mü’min/3), lütfü en bol olan (A. İmran/8), çok seven (Buruc/14), çok şefkatli (A. İmran/30), Lütuf sahibi (Mü’min/3), Rahmet sahibi (En’am/133), tövbeleri kabul eden (Bakara/37), üstün lütuf sahibidir. (A. İmran/74)

* O duaları duyup kabul edendir. (Mü’min/60)

* Allah’ın rahmet ve kudret eli açıktır, dilediği gibi (rızk) verir. (Maide/64)

* Kuran’ın tanıttığı Allah; Yaratan (Haşr/24), gökleri ve yeri yoktan var edendir. (En’am/14) Bunlardan daha üste O, Her şeyin yaratıcısıdır. (En’am/102)

O halde varlık âleminde var olan, vücuda gelen her şey, Allah’tan olup varlığı ona bağımlı ve muhtaçtır.

* O göklerin yerin Rabbidir, Arşında Rabbidir. (Zuhruf/82)

Göklerde vardır, ama gök değildir; yerde vardır yer olmaksızın, her yerde vardır O.

Nerede olursak Allah bizimledir. Yaptığımız her şeyi bilir. (Hadîd/4)

Kuran’ın Allah’ı Rab (ihtiyar sahibi, her şeyin maliki ve müdebbiridir) Âlemlerin Rabbidir. (Fatiha/2)

Ne yaratma ve saltanatta, (En’am/162) (İsrâ/111) ne Rablik (En’am/164) ve hüküm etmede (en’am/57) nede şefaat (Zümer/44) ve diğer kemâllerde onun eşi ve benzeri yoktur. Allah’ın dışında kemâlden bir şeyler alanda ancak Allah’ın izniyledir. Herkes O’na muhtaçtır, sadece zengin ve övülmeye lâyık olan O’dur. (Fatır/15)

Kuran’ı Kerim gerçekte Allah’ı tanıma ve marifet kitabıdır. Kuran ayetleri bu konuda o kadar derin ve dakiktir ki en büyük bilim adamı ve düşünür bile onun derinliğine ulaşamazlar. Kuran’ı Kerimin Allah’ı en dakik, en güzel ve en yüce şekliyle tarif etmektedir. Bu yüzdendir ki, gerçek arif, hekim düşünür, değerli müfessir İmam Humeyni (r.a) şöyle buyuruyor:

“Eğer Kuran olmasaydı mârifetullah (Allah’ı tanıma) kapısı sonsuza dek kapanmış olurdu. O’nu (Allah’ı), bu kadar olduğu kadarıyla da hiçbir kitapta, hatta İslâm-i İrfân kitaplarında bile, bulamazsınız. Onların tabirleri gibi, Kuran tabirleri bir anlıkta değildir. Kuran’da, daha başka bir şekilde ve değişik bir letafetle mevcuttur.” (Kuran, “Marifetullah babı”, s.32)

DİĞER SEMÂVİ KİTAPLARDA ALLAH

Dediğimiz gibi öbür semâvi kitaplarda Allah’ı tanıma konusunda aynı yöntemi izlemişlerdir. A.J Arberry “İslâm’da akıl ve vahiy” adlı eserinde şöyle diyor:

“Eflatun döneminde Yunan, Allah’ın varlığının deliller yardımıyla kanıtlanması konusundaki sözlerin kaynağı idi. Bu Batı insanlarının, ilk kez kendi yaratıcısını aramaya başlaması idi. “Ahd-i Âtik” (M.Ö) yazarlarının hiçbiri, Allah’ın varlığı konusunda şüphe ve soruyu gerektirecek ve kararsızlığa yol açacak, karışık bir konuyla karşılaşmadılar. Zira Sami ırkından gelen halk Allah’ı vahyin kendisinde buluyordu. “Ahd-i Âtik” hakkında dediğimiz şeyler, biraz farklılıkla “Ahd-i Cedid” (M.S) içinde geçerlidir.”

Usta”yı mütalaa ettiğimizde (Allah’ın varlığının kesin ve aşikâr) bilmek Sami kavmine ve onların dini kitaplarına özgü olmayıp, bunun Arya kitabında da Allah’ın varlığı kanıta ihtiyacı olmayan, açık bir şey olarak hesaplanmıştır.

Hindistan’ın kutsal kitapları arasında yer alan “O Panişadlar” da bazen yaratıcının varlığı ve ilk neden konusundaki sorular göze çarpmaktadır. Ama bu ibaretler çoğunlukla, ilk neden ve yaratılışın kaynağı kimdir? Sıfatları nelerdir? Konusuyla ilgilidir. Onun asıl varlığı konusunda olan şüpheyle alakası yoktur.

NUH, AD VE SEMUT KAVİMLERİNDE ALLAH’A İNANÇ

Bazı Kuran ayetlerinden, sadece İslâm peygamberinin döneminde değil hatta Nuh, Ad, Semut ve onlardan sonra gelen diğer kavimlerinde kendi peygamberleriyle Allah’ın asıl varlığı konusunda değil sadece Tevhid, nübüvvet ve miad üzerinde kendi peygamberleriyle çatıştıkları ve düşmanlık ettikleri anlaşılmaktadır. Putperestler varlık âlemini yaratan unvanıyla Allah’ın varlığını kabullenerek tasdik ediyorlardı. Putlara ise onun özel tecellileri olarak tapıyorlardı. Kendileriyle Allah arasında vasıta, şefaatçi olarak hacet ve ihtiyaçlarını karşılamaları için, putlara taparlardı.

“Sizden öncekilerin, Nuh, Ad ve Semut kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah’tan başkası bilmez. Peygamberleri, kendilerine mucizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerin ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderilenleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz. (İbrahim/9)

Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Halbuki O, sizin günahlarınızdan, bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için, sizi (Hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: Sizde bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz; siz bizi atalarımızın batmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse, bize apaçık bir delil getirin! (İbrahim/10)

Peygamberleri onlara dediler ki: “ (Evet) biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat, Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah’ın izni olmadan, bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Müminler ancak Allah’a dayansınlar.” (İbrahim/11)

“Hem, bize yollarımızı göstermiş olduğu halde, ne diye biz, Allah’a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkülde sebat etsinler” (İbrahim/12)

Allame Tabatabai bu ayetlerin tefsirinde, şu noktaya tekit eder: “Bu putperestlerin Allah’ın varlığında şüpheleri yoktu. Sadece tevhid, risâlet ve miâd konularını inkâr ediyorlardı. Hatta “Fatiri’s-Semevat” ve’l-Erz” cümlesiyle Allah’ın varlığı değil birliği kanıtlanmaya çalışılıyor.

Tebersi “Mecmeu’l-Beyan”, Seyyid Kutub “Fizlâli’l-Kuran” da ve diğer bazı müfessirler bu görüşü kabullenerek putperestlerin Allah’ın varlığını değil birliğini inkâr çabasında olduklarına inanmaktadırlar.

PEYGAMBER DÖNEMİNDEKİ HALK VE ALLAH

Birçok Kuran ayetinden, Kuran’ı Kerimin nazil olduğu dönemlerde halkın, Allah’ın varlığını ve kâinatın bir yaratıcısının vücudunu kabul ettiğini, hatta putperest Arapların bile, bir yaratıcının olduğunu kabullendikleri anlaşılmaktadır.

“Andolsun ki onlara : “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. O halde, nasıl haktan çevrilip döndürülüyorlar? (Ankebut/61)

“Andolsun ki onlara: “Gökten su indirip onunla ölümünün ardından, yer yüzünü canlandıran kimdir?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. (Ankebut/63)

“Andolsun ki onlara, gökleri ve yeri kim yarattı? Diye sorsan; “Onları şüphesiz güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı” derler.” (Zuhruf/9 – Yunus/18) Not; Kaynak; Allah’ı tanımanın önemi

*******************************************************************

GÜNÜMÜZDE ALLAH

İnsanlığın, Allah anlayışı ve inancı, tarih boyunca çeşitli durumlar arz etmiştir. Tarihte ve günümüzde insanlığı, sahip olduğu Allah inancı ve anlayışına göre dört bölümde sınıflandırmak mümkündür:

A – Allah’ın mülkünde yaşayıp O’nun nimetleriyle nimetlenmelerine rağmen, Allah’ın varlığını kabul etmeyenler. Bunların Kur’an ölçüsünde “kâfirler”dir.

B – Allah’ın bu kâinatın yaratıcısı ve rızık veren olduğunu kabullenmekle birlikte, Allah ile beraber, bir takım varlıklara, sistemlere kulluk belirtisi göstererek çeşitli ilahlara tapanlar. Bunlar Kur’an a göre “müşrik” olanlardır.

C – Allah’a ve O’nun bildirdiği gerçeklere inanmadığı halde inanmış görünenler. Kur’an, bunları “münafıklar” olarak tanıtmaktadır.

D – Allah’tan başka hiçbir ilah tanımayıp, O’na tam olarak iman edip teslim olanlar. Kur’an ölçüsünde “mü’min” olanlar da bunlardır. Günümüzde Allah’ın varlığı konusunda tartışmaya girenler pek azdır ve bunlar tarih boyunca azınlık halinde kalmışlardır. Ancak Allah hakkında esas sapma, hayatla ilgili konularda Allah’ın emirlerinin yerine başkalarının emirlerine teslim olmada ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın her devirde gösterdiği karakteristik Şirk çeşidi budur. Bunun için Kur’an-ı Kerim, insanların dikkatini bu konuda daha çok çekmektedir. “İşte Rabbiniz Allah, O’ndan başka hiçbir ilah yok. Her şeyi yaratan O’dur. O’na ibadetle kulluk edin. O her şeye Vekîldir.” (En‟am 102) mealindeki ayet bu konuya açıklık getirmektedir.

İnsanların doğru yola yönelmeleri, ancak ilah olarak Allah’ı tanımalarıyla mümkündür. Onların, Allah’ın emirlerini hayatlarında uygulamaları, ilah olarak yalnız Allah’ı tanımaları, hiçbir ortak koşmaksızın yalnız O’na ibadet etmeleri hiç unutmayacakları hakikatler olmalıdır.

Allah’ın hâkimiyeti sadece insanlara ait değildir. Her şey O’nun hâkimiyeti altındadır. Çünkü O’dur her şeyi yaratan. “Bu gerçeği kabul ediyorum ve buna inanıyorum.” demek bu hakikatin gereğini yerine getirmektir. Bu da Allah’ın emirlerini kabullenmek, sadece O’nun emirlerine teslim olmak ve bağlanmakla olur.

Müslümanlık, zahiren mü’min görünmekten ibaret değildir. Dünyada ve ahirette kesin kurtuluş, hakkıyla iman edip Allah katında geçerli olan amel-i salih ile mümkün olur. İman olmadan yani Allah’a inanılmadan yapılan işler görünürde iyi olsalar bile, ahirette geçerli değildir. Allah’ın emrettiği şekilde iyi işler yapılmadan iman hakiki olgunluğa erişemez.
Allah’ın kesin müjdesi, hakiki bir imanla, salih amel işleyerek dünyalarını değerlendiren gerçek mü’minleredir. Allah’a gerçek anlamda inanmak; Allah’ın zat ve sıfatlarına, indirdiği ve gönderdiği her hükme, O’nun gönderdiği ve istediği şekilde inanmakla mümkün olur. Yaptığımız tüm işlerin O’nun katında geçerli olması da yine O’nun rızası için yapılmasına bağlıdır.

Allah böyle bilinmeden ve O’na bu şekilde inanılmadan hakiki imana ulaşılamaz. Şüphe yok ki, Allah’a iman, O’ndan gelen her hakkı tanıyıp kabul ve tasdik etmekle olur. Bu imana yakışan şuur da, iyi veya kötü her işin karşılığının verileceğini bilmek, ömür boyu Allah’tan gelmiş olan ilahi kaideleri hakkıyla yerine getirmektir. Böyle olanlar her türlü korku ve kederden kurtulacaktır.

Bu kanun, her zaman ve herkes için geçerli olan hak yasadır. Kur’an da: “Her kim Allah’a ve ahiret gününe iman edip imanının gereğine yaraşır iyi işler yaparsa bunlara ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.” (Maide 69)mealindeki ayet bu gerçeği ifade eder.

İnsan dünyada gördüğü herhangi bir üstünlüğe bağlanıp kalmamalıdır, mükemmel gördüğü her şeye kul olmamalıdır. Yaratılmışlarda gördüğü üstünlük onu hemen Allah’ın eşsiz ve sonsuz kemaline götürmeli ve insan böylece Allah’a bağlanmalıdır. İnsan ancak bu durumda “Allah’tan başka ilah yoktur” demiş ve yaptığı işleriyle de sözünü doğrulamış olur. Çünkü gerçek Tevhid, ilahlıkta şirki yok etmektir. İlahlığı sadece Allah’a tahsis edip bu gerçeği ilan etmektir.

Kur’an da belirtilen bu Tevhid anlayışı günümüz insanlarının bir kısmı tarafından kabul edilmemekte veya yanlış anlaşılmaktadır. Allah’ın insanlık için gönderdiği İslam dini insanın hayatının her yönünü düzenleyen bir hayat nizamıdır. Allah bu nizamı insanlar hayatlarının her bölümümde uygulasınlar diye göndermiştir.

Kim Allah’ın ve peygamberinin bildirdiği esaslara uymayan bir iş yapar veya bir görüşü benimserse Allah’ın nizamına uymadığı için yanlış ve batıl içindedir. Kur’an bu gerçeği çok açık bir şekilde şöyle belirtir:

“Ey insanlar! Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” (A‟raf/ 3)

İslam’a ters düşen her şeyin haram olduğunu kabul ederek yaşayan insanlar, Allah’ı ilahlıkta tek kabul etmiş, “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” gerçeğine uymuş olurlar. Her konuda gerçeği, Allah’ın bildirdiği ilahi ölçü ile görmek ve Allah’ın nizamını öylece kabullenmek Kur’an a uygun bir Allah anlayışı olur. Bunun aksi bir iman ve anlayış İslam’a uygun değildir.

Nitekim Mekkeli müşrikler de Allah’ı ve O’nun yaratıcı olduğunu kabul ediyorlardı. Ama O’nun ilahlıkta birliğini ve tekliğini tanımıyorlardı. “İlahları hep bir ilah mı yapmış? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir”(Sâd 5) diyorlardı.

            Allah, Kur’an da kendisinin hakkı olan ilahlığı kimseye vermediğini, O’na eş ve ortak tanıyanların davalarının batıl olduğunu açıkça belirtmiştir. O halde Allah’ın birliğini tanımak, O’ndan şirk ve benzerlerini uzaklaştırmak ve O’nun dışındakilerin tamamını ilah tanımamak demektir.

Günümüzde bazı insanlar Allah sevgisi konusunda da birtakım yanlışlıklar içindedirler. Gönülde O’ndan daha sevimli hiçbir varlık olmamalıdır. Canlı-cansız, maddi-manevi Allah’tan başka herhangi bir varlığın O’nun sevgisine ortak edilmesi, herhangi bir sistem veya dünya görüşünün O’nun nizamından üstün tutulması; “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.” gerçeğine aykırıdır.

“İnsanlardan bazıları, Allah’tan başka eşler kabul eder, Allah’ı sever gibi onları severler. Mü’minler ise en çok Allah’ı severler. Zulmedenler azabı gördükleri zaman bütün güç ve kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke şimdi bilselerdi.” (Bakara 165)

Davranışlarımızın ardındaki yaptırıcı güç Allah’a iman ve O’nun yüce emirleri değil de, başka varlıkların sevgisi ve tesiri ise amellerimiz Allah katında geçerli olamaz. Çünkü bu ameller Allah için yapılmamıştır.

Sevginin doğal sonucu itaattir, yani sevilen varlığın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Allah dışındaki varlıkları sevip onlara İslam’a aykırı konularda itaat etmek, onları mabut, ilah edinmek demektir. Ayetteki “ Allah’tan başka denkler” cümlesinden maksat Allah’a isyan konusunda itaat edilen efendiler, büyükler, reisler vb. kimselerdir. Gönülde Allah gibi sevilen varlıklar isterse peygamberler veya Allah’ın veli kulları olsun durum değişmez. Çünkü Allah için sevmekle, Allah gibi sevmek aynı değildir. Allah’ı sevenler peygamberleri ve müminleri severler. Ancak Allah’ı sever gibi değil, Allah emrettiği için severler. Gönle doğan her duyguya, akla gelen her düşünceye itaat etmek, sevilen bir şeyi veya kimseyi mabut kabul etmek, onları ilahlık makamına yükseltmektir. Bu durum ise Allah’ın hakkına bir zulümdür.(Bak. Allah, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız) ( Dr. Ramazan SÖNMEZ – el-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ)
 

**********************************************************

FITRAT VE ALLAH

Kuran’ı Kerim ayetlerinden, Allah’ın varlığını kabul etmenin, ona yönelmenin ve ona tapmaya eğilimin fıtrî olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yani insanın yaratılışının temeline bırakılmıştır. Dediğimiz konunun gerçekliğini beyan eden, Kuran ayetlerini zikretmeden önce birkaç noktayı hatırlatmakta yarar vardır.

Fıtrat “fetr” kökünden olup bir şeyi uzununa bölmeye denir. Daha sonra her türlü bölmeye itlak olmuştur. Yaratılış, yokluk zulmetini parçalamak menzilesine olduğundan, bu kavramın, en önemli anlamlarından biri yaratmak, var etmektir. Bu sözcükten buluş (ibda-ihtira) manası da anlaşılır
.

Fıtrat “fi’let” veznindendir. Fi’let vezniyse türe delâlet eder. Öyleyse fıtrat lügat ta yaratılışın özel bir şeklidir. İnsan fıtratı, insanın özel bir yaratılışa sahip olduğu anlamınadır.

Görülen şu ki bu kelimeyi (fıtrat) ilk kez Kuran’ı Kerim, insan hakkında kullanmıştır. Daha önce böyle bir anlamda kullanılmamıştır.

KURAN’DA FITRAT

Kuran’ı Kerimde “fe-te-re” kökünden alınan kelimeler değişik anlamlarda kullanılmıştır. “Enam/79” “isra/51” “Taha/72” “Hud/51” “Enam/14” “Şura/11” “Mülk/3” Gibi yerlerde “yaratmak” ve “var etmek” anlamına gelir. “Futur” “Mülk/3” ayetinde (yarık), “Münfetir” ise (yarılmış) anlamında kullanılmıştır.

          “Fıtrat” kelimesi ise Kuran’ı Kerimde sadece bir yerde kullanılmıştır. Orada da “Allah” kelimesine izafi olmuştur. “Fıtratullah” İnsan hakkında ise “Fetere’n-Nase Aleyha” (Rum/30) gelmiştir.

İşte bu ayet-i şerife de ki ıstılah Müslümanların tanınmış, meşhur kültüründe “Fıtrat” teriminin ortaya çıkmasına neden oldu. Düşünürlerin, filozofların, ariflerin tanrıbiliminde (Allah’ı tanıma konusunda) ve insanbilimde (insanı tanıma konusunda) ilham kaynağı oldu.

İNSANIN İLAHİ SIFATLARI

İnsanın kemâle hidayetini, son saadetini temin etme davasını güden bir mektep insan hakkında neler düşündüğünü, onun özel tanımını hakkındaki düşüncelerini oraya koymalıdır.

İslâm’ın İlahi mektebinde de insan hakkında hem Kuran ayetlerinde, hem de Masumların rivayetlerinde birçok değişik konular gelmiştir. Bütün açılardan onları incelemek büyük ve değerli kitaplar oluşturur.

İslâm’ın insan konusundaki düşüncelerini, en iyi yansıtan kelime “Fıtrat”tır. Öyleyse İslâm’ın insan hakkındaki tarifine “Fıtrat Kuramı” adını verebiliriz.

FITRAT KURAMININ KISACA AÇIKLAMASI

Bu kurama (nazariyeye) göre:

1 – İnsan ilk fıtrat ve ilk yaratılış bakımından özel bir şekle sahiptir. Dışarıdan tahmin edilemeyen kendi iç dünyasından (fıtratından) ortaya çıkan özel tanıma ve yönelişlere sahiptir. Başka bir deyimle, insan her yazıyı eşit oranda kabul edebilecek yazılmamış bir levha ya tahta değildir. Onun batınında özel meyil ve marifetler bırakılmıştır.

2 – İnsanın, bâtıninde olan yönelişlerin (meyillerin) bazıları onun hayvani mertebesine, bazıları ise, insani mertebesine merbuttur. İnsanın, İlahi fıtratı sadece insanın, insanlığıyla ilgili olan yönelişleriyle ilgilidir. Cinsi istek gibi hayvanla insan arasında ortak olan meyillere ait değildir.

3 – Bu meyil ve düşünce tarzı insanı hayvandan ayırır. Eğer, birisi tamamen bu özellikleri kaybederse, görünüşte insanda olsa, gerçekte hayvandır.

4 – Bu bilinç veya meyiller (eğilimler)insan türüne hastır. Bu türün, bütün fertleri arasında eşittir. Belli bir zaman ve makamdaki halka mahsus değildir. Özel bir topluma, halka ve ırka ait değildir. Bütün insanlar her zaman ve mekânda, her türlü koşul altında, ona sahiptirler.

5 – Bu bilinç ve meyillerin kuvvet ve istidat yönü vardır. Yani, onları zeminesi insan varlığının temel ve esaslarındandır. Ama onun gelişmesi, canlanması, ortaya çıkması, insanın zahmet ve çabasına bağlıdır.

6 – Eğer insan bu fıtrî gerçekleri kendisinde geliştirir, canlandırırsa bütün yaratıklardan hatta meleklerden üstün olur. Kemâlin en yüce mertebesine yükselir. Ama onların ateşini kendisinde söndürürse, kendisindeki insana ait İlahi fıtratı yerine hayvani isteklerini güçlendirirse bütün hayvanlardan daha aşağı olarak cehennemin en kötü ve korkunç mertebesine düşecektir.

7- Önceden de değindiğimiz gibi insanın fıtratıyla ilgili güçlerin bazıları, tanıma ve bilinç (idrak) kavramları olup bazılarıysa meyil ve istek kavramlarıdır.

Mantıkta “ilk bedihi şeyler” diye söz edilen şeyler, fıtrî tanımaların bir kısmıdır. Hakikati arama, erdeme ulaşma isteği, güzelliği isteme, insanın fıtrî eğilimlerinin bazılarıdır.

ALLAH’I TANIMA VE ONA YÖNELİŞİN FITRÎ OLMASI

Kuran’ı Kerimin ayetlerinden anlaşılan, hem Allah’ı tanımanın hem de ona yönelişin fıtrî olduğudur. ‘Allah herkes için aşikardır’ bahsinde Kuran’a göre, Allah’ın varlığını kabullenmenin herkeste var olduğu, Allah’ın varlığının, meçhul bir konu olmadığından kanıta da ihtiyaç ve gerek duymadığını demiştik. O bölümde dediklerimizden, Allah’ı tanımanın fıtrî olduğu da anlaşılmış olur.

Fıtrat ayeti” olarak meşhur olan Rum suresi 30. Ayet özellikle, bu konuya delâlet etmektedir.

“(Resulüm) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat, insanların çoğu bilmezler” (Rum/30)

Bu ayet tam bir açıklıkla “Dinin” fıtrî olduğunu bildirmektedir. Müfessirlerin ayetteki “Din” den kastın ne olduğu hakkında iki ayrı görüşleri vardır.

A – Dinden kasıt İslâm’ın ahkâm ve maarif topluluğu özelliklede İslâm’ın temel ahkâm ve maarifidir. Bu görüşe göre dinde var olan genel şeyler -ki, onların en önemlisi Allah’ı tanıma ve ona tapmaktır- insanın fıtratında (yaratılışında) bırakılmıştır.

B – Fıtratla muvafık olan dinden kasıt Allah’ın karşısında tamamen teslim olmak ve İslâm dinin kabullenme durumudur. Zira dinin canı ve özeği Allah karşısında eğilmek, tam bir şekilde onun emirlerine uymaktır.

“Allah nezdinde hak din İslâm’dır.” (A. İmran/19)

Bu görüşe göre dinin fıtrî olmasının anlamı şudur: İnsanın yaratılışında, Allah’a tapmaya meyletme bırakılmıştır. Allah’a tapmanın fıtrî olması halinde, Allah’ı tanımanın da fıtrî olacağı bellidir. Zira insanın fıtrî olarak, bir varlığa tapmaya yönelip de onu tanımaması nasıl mümkün olabilir.

BURHAN-I NAZM (Düzen Delili)

Allah’ın varlığının aşikâr bir şey olduğunu, her insanın fıtratında, O’nun varlığına inanma duygusunun bırakılmış olduğunu demiştik. Yani insan fıtrî olarak, samimi kalpten Allah’ın varlığına inanır. Elbette bu Allah’ın varlığını kanıtlamak için başka delillerin olmadığı anlamına gelmez. Tarih boyunca Allah’a tapan insanlar tarafından, O’nun, varlığını kanıtlamak için, birçok deliller ileri sürülmüştür. Yüce Allah’ın varlığını ispat eden en sade ve açık delillerden birisi düzen delilidir. Bu delil iki mukaddimeden oluşmuştur.

A) – Evren münezzem topluluklardan oluşmuştur.

B) – Her düzenli topluluğun mutlaka bir düzenleyeni vardır.

Sonuç: Evrende var olan münezzem ve uyumlu toplulukların, bir düzenleyeni vardır.
Bu delilin muhteva ve aslını anlamak çok basittir. Hatta okuma, yazma bilmeyen birçok insan bile onu bilir. Bu evrendeki fevkalâde düzenin eserlerini görerek, düzeni var eden (yaratan) bir Allah’ın varlığını anlarlar. Ama düzen burhanını ilmi açıdan açıklamak için, ilk önce düzeni tarif ettikten sonra önceki iki mukaddimeyi açıklamamız gerekir.

DÜZENİN TARİFİ

Düzeni şöyle tarif edebiliriz: “Birbirinden farklı cüzlerin (parçaların) özel bir nicelik ve nitelikle, bir araya gelerek birbirleri arasındaki uyumdan belli bir hedefi temin etmesine düzen denir.” Örneğin saat düzenli bir şeydir. Zira onda, her biri özel nicelik ve niteliklere sahip olan, parçacıklar birbirinin kenarında yer almıştır. Ayrıca bu parçalar özel bir maden türünden olmalıdır. Bunların arasındaki düzenli ve uyumlu çalışma, saat akreplerini, zamanı doğru gösterecek şekilde harekete geçirmelidir.

DÜZENDE KAVRAMINDA BİRKAÇ ÖNEMLİ NOKTA

1- Düzeni var edenin (düzenleyicinin) hikmet ve kudreti var ettiği düzenle orantılıdır. Öyleyse söz konusu düzen ne kadar dakik ve hesaplı olursa bu, onu var edenin daha fazla hikmet ve kudretinin olduğunu kanıtlar.

2 – Düzen burhanında kâinatta baştan-başa bir düzen ve dengenin olduğunu ispatlamaya gerek yoktur. Yani kâinatın her yerinin, belirli bir düzene sahip olduğunu kanıtlamak gerekmez. Sadece “kâinatta akıl almaz dakik düzenlerin var olduğunu kabullenmemiz yeterlidir.

Başka bir deyimle; bizim bildiğimiz düzenlerden, hâkim ve güçlü bir düzenleyicinin varlığını anlarız. Kâinatın bilmediğimiz kısımlarında, düzen olsun veya olmasın bizim kanıtımızı etkilemez. Kâinatta bilip kabul ettiğimiz, düzenlerin bir düzenleyiciye kesinlikle ihtiyacı vardır. İster cihanda sadece bu düzenler var olsun, isterse bunların dışında başka düzenlerde olmuş olsun bizim kanıtlamaya çalıştığımız şeye etkisi yoktur.

3 – Düzen burhanı, “Kainat, aklı olmayan, şuursuz tabiatın sonucudur. Atomların birbirine karşı şuursuz hareketinden doğan etki ve tepki sonucu var olmuştur” düşüncesini savunanların sözlerini reddeder.

4-Tecrübe yoluyla kazanılan bilimler ilerledikçe, tabiattaki yeni düzenleri ortaya çıkarmaktadır. Buda düzen delilini daha kalıcı ve sağlam kılmaktadır. Zira tabiatın sırlarını çözen her yeni buluş, Allah’ın varlığını kanıtlamak için, yeni ayet ve deliller bilginlerin hizmetine sunmaktadır. (ihtiyarında bırakmaktadır)

Ünlü astrolog Hearşel şöyle der: “Bilim ilerledikçe ezeli ve ebedi olan Allah’ın varlığını ispatlamak için, daha güçlü ve diş kıran deliler ele gelmektedir.” (Mearif-i İslâm, s.41)

Kuran’ı Kerim Allah’ın varlığını çok açık (aşikâr) bir şey bildiği bildiğinden Yüce Allah’ın asıl varlığını kanıtlamak için açıkça delil ileri sürmez. Ama Allah’ın, varlık âleminin yaratılması, düzenlenmesi ve tedbiri konusunda hiçbir şerikinin olmadığını, bütün âlemlerin Rabbinin sadece O olduğunu kanıtlamak için, kâinattaki varlıkların hayret verici düzen ve uyumunu hatırlatarak halkı bu konuda iyice düşünmeye davet etmektedir. Kâinatta var olan her şeyi onun varlığının kanıtlamak için bir ayet ve nişane sayar. Bu ayetlerden bazılarına göz atalım.

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (A. İmran/190)

“Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır.” (Casiye/4)

Şüphesiz yerin ve göklerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suya, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır. (Bakara164)

“Kesin olarak inananlar için, yeryüzünde ayetler vardır. Kendi nefislerinde de öyle. Görmüyor musunuz? (Zariyat/20-21)

HİKMET VE ADALET ALLAH

Allah hekimdir ve onun bütün sıfatları hekimânedir. Hikmetin iki anlam taşıdığını ve her ikisinin de Allah’ın subuti sıfatlarından olduğuna dikkat etmek gerekir.

1 – Failin fiilinin, devamı ve kalıcılığı, fiilin kemâlin ve erdemin doruk noktasında olup onda hiçbir eksikliğin yolu olmaması.

2 – Failin hiçbir çirkin ve beğenilmeyen iş yapmayarak, bütün lâyık ve güzeli işleri yapma durumudur.

Birinci tarife göre “Hikmet”

Yüce Allah bütün kemâllere sahip olup, ilim ve kudreti sonsuz olduğundan her şeyi bilir, her şeye gücü yeter hâkimdir. Hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Bu yüzden onun fiilinin en kâmil, en muhkem ve en kalıcı fiil, kendisi, ise “Yaratanların en üstünü” (Saffat/125) olacağı kesindir.

İkinci tarife göre “Hikmet”

İkinci anlamda Yüce Allah’ı hikmetle vasıflandırmak, (Akıl birçok yerde kötü işi iyi işten ayırt edebilir) hakikatini kabul etmeğe bağlıdır.

Örneğin, doğru sözlü olma, emaneti koruma, muhtaca yardım etme, akla göre beğenilen ve güzel şeylerdir. Bunun karşısında, yalancılık, emanete ihanet etmek, muhtaç ve güçsüzlere zulüm etmek ise, çirkin ve kötüdür. Bu temele “Aklın anlayabileceği bir şey; iyi ve kötünün akli oluşu” denir.

Bu gerçeği kabul ettikten sonra diyoruz ki: Yüce Allah koşulsuz olarak, ihtiyaçsızdır. Hiç kimseye muhtaç değildir. mutlak olarak her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter. Güzel işleri bilir, onları yapmaya kadirdir. Aynı şekilde kötü işleri tanır ve onları terk etmeye de gücü yeter. Böyle bir varlık, kesinlikle çirkin ve kötü işler yapmayarak güzel işleri de kesinlikle terk etmez.

ADALET VE ALLAH

Allah adildir, asla zulüm etmez. Öyleyse adalet Allah’ın subuti ve zulüm ise, selbi sıfatlarındandır.

Adaletten kasıt Ali (a.s)’ın buyurduğu gibi “Her şeyi kendisine, münâsip olan makamına bırakmaktır.”

Bazen, “Hak sahibi herkese hakkını vermeğe” de adalet demişlerdir.

Bu ikincisi öncekinden daha dar anlama sahip olup, onun bireylerinden biridir. Yani (hakkı sahibine vermek) (bir şeyi kendine lâyık olan yerde) karar verme” yerlerinden biridir.

Aklın hükmüyle adalet beğenilen güzel bir iş olup zulümse çirkin ve kötüdür. Öte taraftan yüce Allah hekim olduğundan, bütün güzeli işleri yapar. Ondan kesinlikle hiçbir çirkin iş sadır olmaz. Öyleyse O adil olup zalim değildir.

Yukarıdaki açıklamadan, İlah adaletin Allah’ın hikmetinin bir özelliği olduğu anlaşılır.

-Kuran’dan şahitler-

Kuran’ı Kerimin birçok ayetinde (hekim) ismi Allah’a isnat olunmuştur.

“Şunu iyi bilin ki Allah azizdir, hâkimdir.” (Bakara/209/228…)

“O (Allah) ki; yarattığı her şeyi güzel yapmıştır.” (Secde/7)

“Rahman olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü bir çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk/3)

Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilemeyeceğimizi mi sandınız?” (Mü’minûn/115)

“Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaramadık.” (Sâd/27)

            “Biz onlara zulmetmedik, fakat, onlar kendilerine haksızlık ediyorlardı.” (Nahl/118)…

“Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.” (A. İmran/182)…

“Allah hiçbir kimseye Zulüm (haksızlık) etmek istemez.” (A. İmran/108)

TEVHİD

Tevhid ıstılahta, Allah’ı ve varlığın kaynağını bir bilmek anlamındadır. İslâm’da Tevhid dini yani; bir, eşsiz ve tek olan Allah’a inanmak ondan başka tapılmaya lâyık birinin (mabudun) olmadığını kabullenmektir. Eğer İslâm dinini bir cümlede özetlemek istersek, o cümle mukaddes “La İlahe illallah” olacaktır. Bu cümle Kuran’ın ve İslâm-i öğretilerin özetidir. Bu yüzden Kuran’ı Kerim 60 kereden fazla değişik ibaretlerle, bu yüce ve semâvi şiârı tekrarlamıştır.

“Çünkü onlara: Allah’tan başka tanrı yoktur, denildiği zaman kibirle direnirlerdi. (Saffat/35)

“İlahınız bir tek olan Allah’tır.” (Bakara/163)

“Senden başka hiçbir tanrı yoktur.” (Enbiya/87)

“Benden başka tanrı yoktur” (Nahl/2)

“Allah’tan başka ilah yoktur.” (A. İmran/62)

Saf saf dizilmişlere, toplayıp sürenlere, zikir okuyanlara yemin ederim ki, ilahınız birdir.” (Saffat/1-2-3-4)

“De ki: O, Allah birdir.” (İhlas/1)

“Allah, adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu ikrar etmişlerdir. Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilah yoktur.” (A. İmran/18)

“Senden başka hiçbir resulü göndermedik ki ona: “Benden başka ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya/25)

TEVHİDİN DERECELERİ

Tevhidin birçok derecesi vardır. Tevhidin karşısında olan şirkinde aynı şekilde dereceleri vardır. Bu dereceler şunlardan ibarettir:

ZATTA TEVHİD

Zatta tevhid yani; varlık âleminin kaynağının yalnızca bir varlık olduğuna inanmaktır. Yani bütün varlıkları vasıtayla, veya vasıtasız onun yarattığına, onu ise başka bir varlığın yaratmadığına inanmaktır.

Başka bir deyimle, zatta tevhid yani; bütün varlıkların sadece bir yaratanı olduğuna, varlık âlemini, bütün azamet ve büyüklüğüyle, çokluk ve çeşitliğiyle bir kaynağı (mebde ve menşei) olduğuna inanmaktır.

“De ki: Allah her şeyi yaratandır.” (Ra’d/16)

Elbette bu sözün anlamı, O yegâne varlık kaynağının vasıtasız direkt olarak her varlığı yarattığı anlamına gelmez. Bir varlık bir veya birkaç vasıtayla Allah’ın yaratığı olabilir. Örneğin Allah “A” varlığını yaratıp daha sonra Allah’ın yarattığı ve O’na bağımlı olan “A” da “B” yi, oda “C” yi yaratabilir. Bu örnekte de “A” vasıtasız olarak, “B” bir vasıtayla, “C “ ise iki vasıtayla Allah’ın yaratıklarıdır. Böyle bir faraziyeyi kabul etmek “Zatta tevhid” ile çelişmez.

SIFATTA TEVHİD

Sıfatta Tevhid yani; Allah’ın zati sıfatlarının –ilim, kudret, hayat gibi- zatının özü (kendisi) olduğuna inanmaktır. Allah’ın zati sıfatları kavram açısından çeşitli ve farklıdır. Ama mistak açısından hepsi bir ve Allah’ın zatının kendisi olup bir şeyden fazla değillerdir.

Gerçekte tevhidi sıfat iki konuya inanmaktır.

1-İlim ve kudret gibi sıfatlar Allah’ın zatına zait (dışında-izafi) değillerdir.

2-Bu sıfatlar Allah’ın zatında terkip ve çokluk oluşturmazlar. Sıfatın zatla bir olması üsteki iki konuyu ifade eder. Allah’ın zatı terkipsiz olup, kesinlikle terkibin yeri yoktur. Onun için cüzler düşünülemez.

FİİLDE TEVHİD

Fiilde Tevhid yani; âlemdeki varlıkların zatları bağımsız olmayıp, Allah’ın yaratığı ve O’na bağımlı olmakla beraber, onların fiilleri (eylemleri) de Allah’ın gücü ve kuvvetiyledir. Yani fiilde de, zatlarında oldukları gibi bağımsız değillerdir.

Başka bir deyimle, zatta Tevhid yani; Allah’ın zatta ortağı yoktur. fiilde tevhid yani; Allah etkenlikte (failiyyet) ve tesirde birdir.

Elbette bu, Allah’ın yaratıklarının hiçbirinin, kendi fiil ve etkilerinin olmadığı anlamına gelmez. Zira anlamı şudur “Yaratıkların fiil ve eserleri Allah’ın havl ve kuvvetinin yardımıyla, onlardan sadır olur. Dini şiar olan “La havle vela Kuvvete illa billah” dakik olarak, fiilde tevhidi beyan etmektedir.

FİİLDE TEVHİDİN İNSANIN HAYAT VE DAVRANIŞLARINDA Kİ ETKİLERİ

Fiilde tevhid; âlemin müstakil tek sahibinin ve yaratıcısının Allah olduğuna, diğerlerinin bütün sahip oldukları ve yaptıklarının ise Allah’ın yardımıyla olduğuna inanmakla sonuçlanır.

Önce; insan hiçbir şeyi ve hiç kimseyi yüce Allah’la birlikte tapmaya lâyık görmemeli, O’ndan başkasına boyun eğmemelidir.

“Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına, ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf/40)

Daha sonra; insanın bütün dayanağı ve güveni Allah’a olmalıdır. Bütün işlerinde, O’na tevekkül etmelidir. Sadece ondan yardım dilemeli, ondan başkasından korkmamalıdır. O’ndan başkasına ümit bağlamamalıdır. Hatta bütün doğal şartlar ve sebepler onun aleyhine olsa dahi, ümitsizliğe kapılmamalıdır. Zira eğer Allah isterse, bir anda durumlar değişir, işler yoluna girer.

“Kim Allah’tan çekinirse, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” (Tâlâk/2-3)

Not; Kaynak; Allah’ı tanımanın önemi


ESMA DERSLERİ 1 –“ALLAH” I TANIMAK – II

$
0
0

ARAŞTIRMALAR 2

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

ALLAH’I TANIMAK NEDİR?

Allah’ı onun yüce isim ve niteliklerini tanıma, onun ilimsel, bireysel ve toplumsal etkisinin ötesinde insanın saadeti için çok değerli ve etkili bir şeydir. İnsanın tekâmülü Yüce Allah’ı doğru bir şekilde tanımasına bağlıdır. Allah’ı lâyık olduğu şekliyle tanımayan, güzel işler yapmaya özen gösterse de asla insan-i kemâlin son derecesine ulaşamayacaktır.

Allah’ı doğru bir şekilde tanımak nefsani kemâlin en yüce derecesi olup insani hakikate ve Allah’ın tarafına doğru yüceltir. “O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i salih ulaştırır.” (Fatır/10)

İnsanın Allah’ı tanıması huzuri tanıma ve husuli tanıma olmak üzere iki çeşittir.

İnsanın Allah’a yönelik huzuri tanıması da iki genel şekle ayrılmaktadır. Birincisi, fıtri anlayış veya fıtri olarak Allah’ı tanımadan ibarettir. Bu başlık altında daha önce incelemede bulunmuş ayeti ve fıtrat ayetinin belirtilen fıtri olarak Allah’ın tanımaya ve zayıf ve yarı bilinçli huzuri derke işaret ettiğini söylemiştir.

Huzuri tanıma ilmi; fıtri şekliyle kazanılacak/elde edilecek türden değildir ve insanın ihtiyar ve iradesi kapsamının dışındadır. Dolayısıyla doğal olarak ahlak ilmi sahasında yer almamaktadır. Fıtri anlayış insanların çoğunda salt yer ve potansiyelden ibarettir; ona sahip olan kimse, kendi çabasıyla onu yeniden eyleme ve belirsizlik halinden bilinçli huzuri anlayış merhalesine ulaştırabilir.

İkinci tür huzuri ilim ise insanın kendi aktivitesiyle ona nail olduğu ve tekâmül merhalelerini kat ettikten sonra bu açık ve bilinçli huzuri ilmin feyzin kaynağı tarafından kendisine verilme liyakatine erdiği ilimdir.

Bu huzuri ilim de aşamalıdır ve bir takım merhalelere sahiptir. Onun en son merhalesi, yaratılışın nihai hedefi ve insani kemalin en yüce gayesidir. Gerçekte insanın yaratılış nedeni de bu noktaya ulaşmaktadır. Bundan dolayı, ahlaki faaliyetler de kendi alanında bu hedefe kilitlenmeli ve insani kemalin bu noktasına ulaşma yolunda yer almalıdır.

Kur’an ayetleri ve hadisler de görme, şuhud ve bakma gibi muhtelif tabirlerle bu hakikate işaret etmekte ve Allah dostlarının diğer âlemde ona nail olacaklarına delalet etmektedir. Gerçekte ona nail olmakla onlar, ebedi saadeti elde etmişlerdir. Nitekim ayette şöyle buyruluyor:

O gün bir takım yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır.” (Kıyamet/22-23)

ALLAH’I TANIMA VE İMAN İLİŞKİSİ

Bütün ahlaki değerlerin kökü, Allah’a imandır. İslam açısından bir iş iman dürtüsüyle gerçekleşmeyene dek değerli sayılmayacaktır. İman ise bilgi ve tanımaya dayalıdır. Öyle ki bilginin eksiklik ve çokluğu doğal bir şekilde imanın eksiklik ve çokluğunda etkili olmaktadır. Her ne kadar da insanın bilgisi nitelikli ve derin olursa, imanı da o oranda nitelikli ve derin olur.

Bu iki öncülün tabii neticesi, imanın konusuna yönelik bilgi ve tanıma, ahlaki değerlerin kök ve usulleri zümresinden sayılmasıdır. İmanın az ve çok dozaja sahip mertebeli bir hakikat olması, niteliği ve gücü fazla olması oranında insanı daha fazla bir hareket ve çabaya, daha disiplinli davranışsal bir düzene sevk etmesi ve neticede insanın ebedi kurtuluş, felah ve saadetiyle ilgili olarak yüce değerler yaratması gibi bilgi ve tanıma da bu ölçüde azlık ve çokluğu olan bir dozaja sahiptir.

Güçlü olduğu oranda imanı etkileme yoluyla, daha yüce bir değer yaratır ve insanın ebedi saadetine ulaşmasında ve de hayatındaki en temel değer ve kemale varmasında derin bir etki oluşturur. Özetle daha yüce bir saadete ermek için insanın imanını daha bir güçlendirmesi gereklidir ve imanın daha çok takviye edilmesi için de edebildiğince kendi bilgi ve tanımasını artırmalıdır. Elbette bu, diğer şartların yanındaki gerekli bir şarttan ibarettir.

Allah’ı tanıma konusu, bizim ahlaki, insani ve manevi gelişimimizde etkili olan bir ilimdir. Ama onu fazla kullanma ve önemsemenin kendisinin canlı etkili ve aktif olmasındaki tesiri, tıpkı sayısal bilimler ve matematik gibidir. Eğer biz Allah’ı tanımakla ilgili felsefi, kelami önermeleri ve onun kanıtlarını bir defa okur, görür ve hatta iyi anlarsak ve gerçekte kesin deliller yoluyla Allah’ın varlığı bize açıkça ispatlanırsa, ama onu zihinde arşivledikten sonra pratikte ondan gaflet edersek gerçekte, ilahi konuları halletmişizdir. Lakin bu bilgi canlı değildir, hayat ve tekâmülümüzde göz alıcı bir etki oluşturmaktan yoksundur.

Eğer günlük ve tekrar ederek ona yönelir ve uygun fırsatlarda ona müracaat edip o bilgileri kendi bilinçli zihnimizde hazır hale getirmeye çalışırsak, doğal olarak bu durumda Allah’ı tanıma bizde canlı ve aktif olacaktır. Pratik hayatımız, davranışsal düzenimiz, manevi ve ahlaki tekâmülümüz ve insani yücelişimizde rol ifa edecektir. Günlük iş ve çabalarımıza cihet verecektir. Bu Kur’an’ın üzerinde ısrar ettiği Allah’ı tanımadır:

“Müminler saadete ermişlerdir. Onlar namazda huşu içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar zekâtlarını verirler. Ve onlar ırzlarını korurlar.” (Mü’minun/1-2-3-4-5)

Kur’an’da oldukça göze çarpan bu gibi ayetler gerçekte Allah’ı tanımanın canlı ve aktif bir halde olmasından kaynaklanan imanın canlı olması ve pratik etkisi üzerinde ısrarla durmaktadır. Bundan dolayı, bilgi ve tanıma iki açı ve kanaldan insanın tekâmülünde etki bırakabilir:

Birincisi, nitelik cihetindendir; yani insanın bilgisi ne kadar daha kesin, sağlam, aydın olur ve kuşku sarsılma, şüphe ve müphemlikten yoksun olursa ve deyim yerindeyse yakin mertebesine ulaşır ve yakîn mertebesi artarsa, bu oranda daha güçlü bir imana, yüce bir inanca ve daha geniş ve derin pratik bir bağlılığa sahip olacaktır.

İkincisi ise şundan ibarettir. İnsan elde ettiği bilgiye yönelik edebildiğince önem vermeli, defalarca ona müracaat etmeli ve kendi pratik ve günlük hayatında onun etkili olmasına çalışmalıdır. Böyle olduğu takdirde tabii bir şekilde böyle bir bilgi unutulmaya yüz tutmayacak ve içimizde canlı, aktif ve etkili bir imanı muhafaza edecektir. Bundan dolayı, bilginin mertebeleri ve ona yönelmenin tekrar edilmesinin imanın gelişimi, sağlamlaşması, kalıcılığı, ömrü ve görkemi hususlarında birçok etkisi olacaktır.

İşte tam burada Kur’an’ın neden özellikle ilim ve marifetin faziletine vurguda bulunduğunu anlıyoruz. Zira ilmin fazileti hakkında gelen ayetlerle ilgili olarak açıkça denebilir ki onun en kâmil ve açık reel örneği Allah’ın zatına, fiillerine ve sıfatlarına yönelik olanıdır. Bu bilgi, kesinlikle mutlak ayetlerdeki ilmin reel örneklerindendir. Ayrıca sadece bu çeşit ilmin kastedildiği ayetlerde mevcuttur. Onun fazilet ölçüsü ve üstünlük kriterlerinin de imana ve o kanaldan insanın davranışlarına, hareket biçimine dünyevi ve ebedi saadetine bıraktığı etki ve insanın maddi, manevi, ferdi ve toplumsal ideal ve doğru hayat ve yaşamına kaynaklık etmesidir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor:

Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet edin” (Enfal/24)

ALLAH’I TANIMANIN YOLU

Şimdi Allah’ı tanımanın mefhumu, onun iman ile ilişkisi ve taşıdığı yüce değer açıklığa kavuştuktan sonra şu soru sorulmaktadır: İnsan nasıl Allah’ı tanımaya ve bu değerli bilgiye ulaşabilir?

Bu soruya yanıt bazında bilimsel önermelerin iki türlü olduğunu söylüyoruz: Bir grup önermeler apaçıktır; salt bu önermelerin özne, yüklem ve irtibatını tasavvur etmek, insanın onu tasdik etmesi için yeterlidir. Ama bir önerme apaçık olmadığı, düşünmeye ve tahlile ihtiyaç duyduğu zaman, belirtilen tasavvurlar tek başına insanın tasdiklemesine kaynaklık edemezler. Böyle bir durumda tasdik etmeyi gerçekleştirmenin mantıklı yolu, önermenin özne, yüklem ve irtibatının tasavvur edilmesinin yanında onun ispat edilmesi için kanıt getirmemizdir.

Elbette bizim için bilgi elde etmenin yolu, akli kanıta özgü değildir. İnsanın bilgisine konu olan değişik mevzulara uygun olarak bilimsel konularda deneyimden tarihi konuları nakletmeden ve fıkhi konularda masumların sözlerinden vb. değişik başka yollardan da bazen yararlanılmaktadır. Bunların her biri kendi yerinde, kendileriyle ilgili konularda bilgi kazandırmaktadır. Ama Allah’ı tanıma konusunda birden fazla bir yol mevcut değildir ki o da akli kanıttan ibarettir.

Konu Allah’ı tanımak olduğu vakit, böyle bir konuda başkalarının ve hatta Peygamber ve yahut İmamların sözlerine dayanmamızın anlamı yoktur. Aynı şekilde duyusal deneyim yöntemiyle de bu bilgiyi elde etmek mümkün değildir. Bundan dolayı Allah’ı tanımak için mevcut olan tek yol, akli kanıt olacaktır. Açık olduğu üzere daha önce de belirtildiği gibi buradaki bahsimiz husuli yöntemle Allah’ı tanıma hakkında olup akli istidlal ve kanıt yoluyla hasıl olmayan ve kendisine ulaşma yolunun nefsin üzerinde odaklaşma, onunla cihat etme ve Allah-u Teala’ya ibadet etmeden ibaret olan huzuri tanıma yöntemi değildir.

Husuli yöntemle Allah’ı tanıma düzleminde açık ve ikna edici kanıtlar mevcuttur. Biz, burada onları beyan edeceğiz. Onlar hakkında bilgilenmek istenirse kelam ve felsefe gibi ilgili ilimlere müracaat edilebilir.

Bu alanda hatırlatmamız gereken tek şey şudur: Allah’ı tanıma kanıtları, genellikle bir takım öncüller, usuller ve varsayımlara dayanmaktadır. Söz konusu kanıtları gerçek bir şekilde anlamak, bu öncülleri anlamaya bağlıdır. Bu öncülleri de anlamak, mantık, kelam ve pratik felsefeyle irtibatlı ve haşir-neşir olmakla mümkündür. Bu yüzden, bilgisiz ve belirtilen ilimlerden bir duyumu olmayan fertler için bu konuların anlatılması ve kanıtların getirilmesi, fayda vermemekle beraber bazen zararlı da olabilir ve cevabını çabuk anlamayacakları şüpheleri zihinlerinde oluşturabilir.

O halde öğretimde öğrencinin anlama düzeyini göz önünde bulundurmalı, ilgili konuları onun idrak kapasitesi ve anlama düzeyinde riayet ederek kendisine öğretmeli ve yanıtı güç olan zor şüpheleri dile getirmekten kaçınmalıyız. Böylece Allah korusun onun hidayetine vesile olmak yerine sapmasına neden olmaktan sakınmalıyız.

Allah’ı tanımak ve ilahi marifetleri elde etmek için en iyi yöntemin velileri, peygamberlerin ve hepsinden daha iyi olan semavi kitap Kur’an’ın yöntemi ve yüce Allah’ın beyanı olduğu söylenebilir.

ALLAH’I TANIMA DÜRTÜLERİ

Hangi etken ve dürtüler, insanı Allah’ı tanıma yolunda adım atmaya ve O’nun hakkında bilgi elde etmek için çalışmaya sevk etmektedir?

A – Bütün bilimler ve insanın tüm bilgi ve tanımaları sahasında olumlu etkisi olan dürtülerden biri de hakikati isteme fıtratından ibarettir. Yüce Yaratıcı insanı öyle bir şekilde yaratmıştır ki o, fıtri olarak ve kendi içinden gerçekleri tanımak istemekte, sürekli bu yitiğini bulma düzleminde sorular sormakta, çeşitli alanlarda ve muhtelif konulardaki meseleleri halletme peşinde bulunmaktadır. İnsanın şimdiye kadarki marifet ve bilim alanındaki göz alıcı gelişiminin sırrı da budur. İnsan, günbegün daha çok dallara ayrılan felsefe, muhtelif bilimler ve değişik uzmanlık branşlarını vücuda getirmiş ve bu yoldan da icat ve keşiflere, hayatta ilerleme ve yücelmeye ulaşmıştır.

Hakikat istemi, her insanın içinde kökü olan fıtri ve cebri bir meyildir. Bunun için bazen merak güdüsü tabiri de kullanılmaktadır. Bu eğilim, hangi isimle kendisini anarsak analım, gerçekte insan hakikatinin bir parçasıdır. İnsan fıtrat ve organizmasında ve onun varlık derinliklerinde kökü bulunmaktadır. Ondan gaflet ettiğimiz vakit, gerçekte kendi insaniyetimizin bir bölümü ve varlığımızın bir parçasından gaflet etmiş oluruz. Bundan dolayı, insanın insaniyet ve insani yetkinliği, gerçekleri araştırmayı ve onları derk etmeyi gerektirmektedir. Eğer insan bu işte aksaklık yaparsa, gerçekte kendi insaniyeti darbe yemiş olur ve hayvaniyet ve ondan aşağı bir dereceye kadar alçalır.

Bundan dolayı biz daha genel, geniş ve derin olacak insanda bulunan “hakikat istemi” ve “kemal istemi” arasında bir bağ kurarak veya şöyle dersek daha iyi olur. Bu iki eğilim arasında mevcut olan gerçek bağa yönelik bilinç ve şuur vermeyle fertleri bu alanda daha çok çabalamaya ve aktif olmaya sevk edebiliriz. Çünkü hiçbir insan, eksik olmayı, hayvaniyet bataklığına sapmayı ve insaniyet ve insani kemalden uzak olmayı istemez.
Eğer hakikatleri derk etmede taksirde bulunmanın manasının bu olacağını insan anlarsa, alçalmanın önünü almak için edebildiği oranda çalışma ve çabasını artıracak bir takım sorular soracak ve yanıt istemeye veya meselelere yanıt vermeye hazır hale gelecektir. Doğal olarak en önemli köklü sorulardan biri de şu olacaktır: Evrenin bir yaratıcısı var mıdır? Eğer varsa, onun sıfat ve fiilleri nelerdir?

Elbette bu güdünün bütün fertlerde gerekli işlevi yoktur; bilakis toplumda bu dürtünün kendilerinde güçlü olduğu salt, fıtri tahrik ve hakikati isteme hedefiyle ilim, marifet ve gerçeği anlamanın peşinde gidenler sınırlı bir gruptan ibarettir. Tevhit, Allah’ı tanıma ve ilgili konular gibi marifetleri elde etmenin peşinde olan kimselerde hakikat istemi dürtüsünde eklenmesi gereken en azından başka dürtülerinde olması ve onu takviye etmesi gereklidir. Böylece bu yolda adım atmaya güç yetirebileceklerdir. Büyük bir azmi olan, hakikatleri onların başında da varlığın yaratıcısını salt hakikati anlamak ve kendi bilgisini artırmak için araştırmaya tabi tutmak isteyen kimseler oldukça azdır.

Kur’an’da birçok yerde hakka ve hakikate vurguda bulunmasının bizim sözümüze bir teyit teşkil ettiği bu özenin Kur’an’ın insandaki bu eğilimin varlığını kabul ettiğine dair delil olduğunu ve ona terbiyesel önemli bir etken sıfatıyla dayanmayı benimsediğini söyleyebiliriz. Bu yüzden aşağıdaki şu ayetlere rastlıyoruz:

Gerçek, Rabbinden gelendir, artık kuşkulananlardan olma. (Bakara/147)

Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. (Bakara/213)

Bu ayet, hakkın ne olduğu veya hangisinin olduğu hususunda ihtilaf edenlerin tümünün hakkı talep ettiklerini göstermektedir. Ve şöyle buyruluyor:

Resule indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün.” (Maide/83)

Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umup dururken niçin Allah’a ve bize gelen gerçeğe iman etmeyelim?” (Maide/84)

Hakka götüren mi uyulmağa daha lâyıktır, yoksa (tutulup) yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı?” (Yûnus/35)

Sen bize gerçeği mi getirdin yoksa şaka mı ediyorsun? dediler.” (Enbiya/55)

Yukarıdaki ayetler, insanda böyle bir eğilimin varlığını varsaymış ve böyle bir eğilimin varlığı düzleminde bu yoldan muhtelif şekillerde hak hakkında söz söylemektedir. Zira insanda böyle bir eğilim olmadığı takdirde, realitede hakka bu tip bir vurguda bulunmak manasız olacaktır.

Bu eğilimin varlığı geçidinden hakkın reel örneğin teyin edilerek kendi özel hedeflerine doğru ona cihet verilmektedir. Başka bir ifadeyle Kur’an-ı Kerim, insanda hakka yönelik fıtri iki yoldan onu takviye ve teyit etmekte ve de yönlendirmektedir.

Birincisi, bu eğilimin üzerine el koyma yolundan insanı onun varlığına yönelik uyarmak ve duyarlı kılmak, onu tahrik ve dürtmektir.

İkincisi, bu eğilime konu olan şeyin, cihetinin hakikatleri tanımaya yönelik insan hareket ve faaliyetlerinin ve onların en büyük ve yücesi olan Yüce Allah’ın varlığının daha açıklığa ve belirginleşmesine neden olan hakkın reel örneğini tayin etme ve onu tanıtma yolundadır.

B – İnsanda bulunan ve bu bahse uygun olarak kendisine işaret edilebilecek diğer bir dürtü de kendini sevmektir. Kendini sevmek, güçlü deruni bir etken rolüyle insanı kendi kemallerinin peşinden gitmeye, kendinde insani fazilet ve erdemi korumaya iter. Felsefe ve nefis ilmi açısından kendini sevmenin (veya bencilliğin ve kendine tapmanın) kısımlarından biri de bazen kendisinden “yücelik istemi” diye bahsedilen insanın aşırı bir şekilde insaniyetinin korunmasını ve hayvanlardan farklı olmayı istemesidir. İnsan yaşamı, sağlam akli temellere ve davranışları akli seçimlere dayanmalı, ideoloji ve dünya görüşü çerçevesinde, makul ve mantıklı kalıp ve standartlarda belirginleşmelidir.

Bundan dolayı insani yaşamda, insan davranışları değersel ve akli kalıplarda belirginleşmektedir. Onlar da akli tanıma ve bakışlara ve hepsinin başında yer alan Yüce Allah’ı tanımaya dayanacaktır. Başka bir ifadeyle eğer insan Allah’ı tanımazsa, gerçekte sahih ve akli bir dünya görüşüne sahip olmayacak ve makul bir dünya görüşünün olmaması sebebiyle de doğru bir ideoloji sahibi olmaktan yoksun kalacaktır. Bu surette sahih ve insani davranışlar böyle biri tarafından sergilenemeyecektir.

Bu düzlemde zarif ve aynı halde açık bir tarzda bu hakikate vurguda bulunan, bilgisi olmayan akli ve mantıki kanun ve usullere göre yaşamını sürdürmeyen kimseleri hayvanlar derecesine ve hatta hayvanlardan daha aşağı ve sapmış bir dereceye indiren bir takım Kur’an ayetlerine rastlıyoruz:
Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” (A’raf/179)

Burada Kur’an ayetlerinin iki yerde kendisine değindiği bir hakikati anımsatıyoruz. Birinci yerde şöyle buyuruyor:

“Allah katında yeryüzünde yaşayanların en kötüsü, inkâr edenlerdir. Onlar artık inanmazlar.” (Enfal/55) İkinci yerde ise şöyle buyuruyor:

Allah katında, yeryüzündeki canlıların en kötüsü gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal/22)

Şimdi eğer bu iki ayeti yan yana koyup tatbik edersek, imanın yokluğunun bir çeşit batıni körlüğün, doğru bilginin bulunmayışının ve aklı kullanmanın bir sonucu olduğu neticesini alırız. Bundan dolayı, imanı elde etmenin yolu, aklı kullanmaktır. Böylece onun vesilesiyle bizde imanın oluşmasının zemininin meydana gelmesine dönük doğru bilgiye ulaşmamız sağlanacaktır.

Gerçekte yukarıdaki ayetler gibi bu şekilde insani idraklere vurguda bulunan ve onun yokluğunu insaniyetin yokluğuyla eş ve bir bilen ayetler, bu yolla insanları düşünceyi kullanma ve hak marifetleri elde etme yolunda çabalamaya sevk etmeye çalışmaktadır. Şu ayet bunun bir örneğidir:

Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini veya kavradıklarını mı sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibi, hatta gidişçe daha sapkındırlar.” (Furkan/44)

C – Bu alanda kendisine işaret edebilecek ve bilgi elde etmeye etkili olabilecek üçüncü dürtü, hakkı tanıma, nimet verene teşekkür etme ve şükürde bulunma fıtratından ibarettir. Sağlıklı bir fıtrata sahip her insan, bir insanın iyiliğine maruz kaldığı zaman, iyilik eden şahsa karşı kendisini borçlu hisseder ve bu iyilikten dolayı ona bir şekilde teşekkür etmeyi düşünür.

Böyle bir temayülün, insan fıtratının derinliklerinde kökü bulunmakta ve uygun ortamlarda kendi etkilerini göstermektedir. Elbette bazı etkenlerin bu eğilimin etkisini engellemesi veyahut bir takım hareket ve davranışlardan ötürü insan fıtratında bir sapmanın meydana gelmesi bundan istisnadır.

İnsan bu âlemde fikir ve düşüncesi oranında ne kadar çok nimete sahip olduğu hakikatini anladığından, düşüncesinin derinliği, dikkatinin çokluğu, çok önemli ve zarif incelik ve nimetleri daha iyi derk edebileceğini ölçüsünce kendini daha çok geniş ve derin olarak nimetler içerisinde boğulmuş görür.

Doğal olarak burada insanın aklına şu soru gelir: Bu nimetler kimdendir? Ben hangi şahsın ihsanına muhatap olmaktayım?

İşte burada kendisine nimet vereni tanıyıp nimetinin şükür ve teşekkürünü eda etmesi için hakkı tanıma fıtratı onu bu alanda çabalama ve araştırmaya iten en güçlü etkenlerden biri olarak kendini gösterir. Veyahut onun için mümkün olursa, hatta bir şekilde bu ihsan ve nimetleri telafi etmeye çalışır. Gerçekte o, bu işi kendi insani görevi olarak telakki eder. Buradaki bir kusur, kendisi için deruni bir rahatsızlık, vicdan azabı ve pişmanlık getirecektir. Bu tıpkı banka aracılığıyla kendisine büyük bir miktar paranın havale edildiği bir kimsenin paranın sahibi ve havaleyi imzalayanı tanımaması gibidir. Böyle bir şahıs, fıtri olarak gücü yettiği oranda onu tanımaya çalışacaktır. Bu hakkı tanıma hissi, ya onu bulup bir şekilde bu iyiliği telafi edinceye ya da onu bulmaktan ümitsiz oluncaya kadar böyle bir şahsı rahat bırakmayacaktır.

Gerçekte bu Allah’ın insan organizmasına koyduğu fıtri ve alışılarak elde edilmeyen bir eğilimdir. Bu, insan gerçeğinin bir parçasıdır; öyle ki insan kendinde adeta bir eksiklik ve noksanlık hissetmekte ve bunu ortadan kaldırıp insaniyetini kâmil kılmak için çabalamaktadır.

Kur’an, insan organizmasında fıtri olan bu eğilimin varlığını varsaymakta ve bir etken olarak onu takviye etmeye ve yönlendirmeye koyulmaktadır.

İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?” (Rahmân/60)

Gerçekte bu, Kur’an’ın yanıtını insanın vicdan derinliklerinden talep ettiği sorular türündendir. Kur’an, bu soruyu insan fıtratını uyandırmak ve bu fıtri olan hakkı tanıma temayülünü onda aktif hale getirmek için sormaktadır. Bundan da öteye, eğer yüce Allah’ın nimetlerini hatırlatan ve nimetleri birer birer O’na isnat eden birçok ayet üzerinde biraz dikkat edersek, bütün bu ayetlerin gerçekte şu hedefe yönelik olduğunu anlayacağız:

Ayetler, insanın hakkı tanıma fıtratında terbiyesel bir etken olarak istifade etmek ve onu aktif hale getirecek, tahrik edecek ve cihetlendirecek insan şahsiyetini olgunlaştırmak ve kemale ulaştırmak istemektedir. Bir örnek olarak aşağıdaki şu ayetlere işaret ediyoruz:

And olsun ki onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, “Onları güçlü olan, her şeyi bilen yaratmıştır” derler. O, suyu gökten bir ölçüye göre indirir. Biz onunla ölü memleketi diriltiriz. İşte siz de böyle diriltileceksiniz. Her sınıf varlığı yaratan O’dur. Gemiler ve hayvanlardan binesiniz diye size binekler var etmiştir. Bütün bunlar; üzerlerine oturunca Rabbinizin nimetini anarak: “Bunları buyruğumuza veren ne yücedir; zaten bizim takatimiz bunlara yetmezdi; şüphesiz Rabbimize döneceğiz” demeniz içindir.” (Zuhruf/9-10-11-12-13-14)

Evet Yüce Allah bu nimetleri size vermiştir. Asayişte olmanız için yeryüzünü size beşik kılan O’dur. İlerleyebilmeniz için yolları da sizin için düzenleyen O’dur. Binmeniz için gemi ve bineği hizmetinize veren O’dur. Böylece Allah’ın nimetlerini hatırlamalı, O’na teşekkür etmeli, O’nu anmalı ve O’na yönelmelisiniz.

D – Hakkı tanıma yolunda insanı çabalamaya yöneltebilecek diğer bir dürtü de yüce mertebeli bir makam ve kâmil güçlü bir varlığa “yakınlaşma temayülü”dür. İnsan şu düşüncededir: Eğer varlık âlemine bir tanrı hâkimse, O’nun yönlendirmesiyle kendi kemaline ulaşabilir, O’nun buyruklarına uymayla O’na yakınlaşabilir ve rahmetinin civarında yer alabilir. Bu, O’nu tanıma gayesine dönük bir araştırma yapmak için kendi başına bir dürtüdür. Bu, gerçekte insanın fıtri isteklerinden olup onun kendisini ve kemalini sevmesinden kaynaklanmaktadır.

Birazcık bir dikkatle fertlerin günlük hayatlarında ve normal hareket, davranış ve söylemlerinde güçlü makam ve konuma sahip bir şahsa yakınlaşma ve onunla ilişki kurma temayülünü iyice hissetmek mümkündür.

Bundan dolayı, kamil mevcuda yakınlaşma temayülü, insan fıtratından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda, eğer bir varlık, bütün varlıkların üstünde ve mutlak kâmil olursa, ona yakınlaşma ile diğer varlıklara yakınlaşma kesinlikle karşılaştırılamayacaktır. Çünkü mutlak kemal mefhumunu aşkın mebde ve varlığın yaratıcısında yeniden tanımak istersek, hak ve batıl sultan ve hükümdarlarından büyük âlim ve bilginlere kadar dünyanın bütün yüce şahsiyetlerini, güzellik ve zenginliklerin tümünü göz önünde bulundurursak, o ilahi mutlak kemal ile kıyaslandığında bir şey hesap edilmeyecek ve engin bir denizin yanında küçük bir damla gibi kalacaktır.

Bu gerçeği, göz önünde bulundurarak, böyle yüce bir makama yakınlaşma ile O’nun kulları olan zahiri insani şahsiyetlere yakınlaşma nasıl kıyaslanabilir ve O’na ibadet etme ve yakınlaşma yerine diğerlerine yönelinebilir?

Bu engin düşünce, insanda derin bir dürtü canlandırmakta ve tahrik etmektedir. Bazen giderilmesi mümkün olmayan şiddetli bir susuzluk misali insanı o mutlak kemalin ardından irfan geçidinden geçip bu berrak ve tatlı sudan içerek elde ettiği marifet sayesinde susuzluğunu azaltması için arayışa sürüklemektedir. Böylece tanıdıktan sonra O’nun dergâhında bir makam elde etmek ve O’na yakınlaşmaya O’nun rahmet civarında yer almak için insan O’na ibadet etmeye ve tapınmaya koyulmalıdır.

Bu sade örneğin zikredilmesinin henüz yolun başında olan kimseler için faydalı olduğu oldukça açıktır. Ama yolu kat eden, yakınlaşma ve yücelmenin bazı merhalelerine ulaşmış kimselerin doğal olarak böyle örneklere ihtiyacı olmayacaktır.

Şimdiye kadar belirttiğimiz şeyler, bu alanda insanda etkili olan en temel dürtülerdir. Gerçi burada anımsatmalıyız ki normal ve genel halk kesiminde bu dürtülerin ateşleme ve dürtülmesi güçlü değildir. İnsanların çoğunda hakkı isteme, hakkı tanıma veya yücelik istemi veyahut aşkın bir varlığa yaklaşma dürtüsü tek başına büyük bir rol oynayamamakta ve onları Allah’ı tanıma hususunda harekete geçirememektedir.

Elbette bu değerlerin ve insani aşkın dürtülerin etkisi altında kalan insanların sayılı ve az bir kısmı bundan müstesnadır. Böyle insanlar, salt hakikat istemi, hakkı tanımak, yücelik istemi ve sadece insanların rabbi olan Yüce Allah’ın dergâhına yakınlaşmak ve orada bir makam elde etmek için çabalama ve arayışa girişmekte, Allah’ı tanıması ve O’na tapmaya doğru hareket etmektedirler.

Elbette başka dürtülerden de bahsedilebilir. Bu dürtülerin anlaşılması daha kolay, etkileri daha somut ve kazanımları daha peşin olduğu için, insanların geniş ve büyük bir kesiminde etkili ve hareket ettirici olabilmektedir. Çünkü onların fayda ve zararı veya zevk ve elemi herkes için somut ve anlaşılır olacak ve de insanların çoğunu kendi etkisiyle hareket ve çabalamaya sürükleyebilecektir.

E – İkinci tür dürtülerden biri “menfaat istemi” dürtüsüdür. İnsanlar genellikle maddi menfaatleri elde etme ve zararları önlemede çaba olup bütün hareket, çalışma, söylem ve eylemlerini bu esas üzerine düzenlemektedirler.

Böyle bir dürtünün derin olarak etkisi altında olan insan, eğer Allah’a itaat etmeyle bir takım menfaatlere ulaşabileceği ihtimalini verirse, Allah’ı tanıması ve O’na itaat etmesi için bu ihtimalin onu çalışma ve çabalamaya sürüklemesi yeterlidir.

Ama soru şudur: Bu ihtimal, nereden ve nasıl insan zihninde meydana gelmektedir?

Yanıt şudur: Peygamberlerin gelmesi ve taşıdıkları bütün vaatler ile semavi kitapların gönderilmesi, şu ihtimali insanların zihninde meydana getirmeye yeterlidir: Gerçekte, Allah var olabilir bütün işlerin başı O’nun elinde olabilir, Allah’a itaat etmek insan mal ve bedeninde veya toplumsal konularda bir takım menfaatleri peşinden getirebilir, insanın esenliğini artırabilir, toplumda cinayet, tecavüz ve hırsızlığı azaltabilir ve toplumda insanların güvenlik, huzur ve asayişini artırabilir. Nitekim Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor:

“(O) ülkelerin halkı inanıp (kötülüklerden) korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık.” (A’raf/96)

Evet bunlar ve bunlara benzer olasılık ve ihtimaller insanda “menfaat istemi” dürtüsünün -ki sürekli bu olasılık ve ihtimaller ile insanı tahrik etmektedir- onu Allah’ı tanıma hususunda araştırma ve düşünmeye, tartışma ve incelemeye, okuma ve etüt etmeye, öğretme ve öğrenmeye ve bu deruni ateşi söndürmeye koyulmasına dönük çabalamaya ve arayışa girişmesi için yeterlidir. Çünkü insan güçlü bir şekilde pozitivist olup duyusal idraklerin ve zahiri ve maddi zevklerin derin olarak etkisinde saklandığından, kesinlikle bu dünyaya ait maddi menfaatlere yönelik dikkat, diğer âleme ait manevi yönlere yönelik dikkatten çok kendisini etki altında bırakacaktır. Bu yüzden, terbiyesel düzlemde de bu etkenlerden güzel bir şekilde istifade edilebilir.

F – Bu alanda genel düzeyde derin etki bırakabilecek ikinci bir dürtü de “acıdan kaçma” veya “elemi önleme” dürtüsünden ibarettir. Gerçekte bunun bundan önce belirttiğimiz menfaat istemi dürtüsüyle birlikte bir madalyonun iki yüzü sayıldığı ve tıpkı onun gibi, insanın duyusallık eğilimi özelliğinden addedildiği söylenebilir.

İnsan dünyevi dert, acı ve azaplardan güvenlikte olmak ve bu maddi dünyada ona pusu kurmuş yırtıcı hayvanlar, hastalıklar, savaşlar ve birçok tehlikelerden kaçmak için sürekli düşünmekte, plan kurmakta ve çabalamaktadır. Bu dürtü onda o kadar güçlüdür ki en büyük insani güç, çaba, fırsat ve sermayeleri kendine özgü kılmaktadır. Öyle ki yıkıcı atom bombalarının kimyasal ve biyolojik silahların yapımındaki devletlerin ve süper güçlerin silahlanma yarışının, önemli insani güç ve yeteneklerin harcanmasının veya diktatörce hareketlere girişmenin ve insani saygınlığı ayaklar altına almanın önemli nedenlerinden birinin de karşı taraftaki düşmandan ve tehlike, acı ve zararlardan korkma dürtüsü olduğu söylenebilir. Zira bu alanda bir aksamanın olması durumunda bunların insana yönelmesi ve onun emniyetini tehdit etmesi imkan dahilindedir.

Bundan dolayı, bu güçlü bir etken olup insanın güçlü boyutlarından biridir ki terbiyesel alanlarda ve insanın tekâmülüne cihet vermede iyi bir şekilde ona yaslanılabilir. Hatta bu dünyaya özgü zahiri, yüzeysel ve maddi idraklerle uğraşı olan ve daha üstün idraklerden gafil olan halkın gazeli ve insanların çoğu hususunda insani aşkın dürtülerinden çok bu yüzeysel ve daha somut olan dürtülerden istifade edilmesi gerektiğini söyleyebiliriz.

Kur’an, “menfaat istemi” ve “acıdan kaçma” dan ibaret olan bu iki dürtünün varlığını insanda kabul etmiş ve muhtelif düzeylerde ve çeşitli alanlarda insanın yetiştirilmesi ve terbiye edilmesi için o ikisinin varlığından geniş bir ölçüde istifade etmiştir. Kur’an özellikle toplumsal boyutlarda daha çok “elemi önleme” ve “acıdan kaçma” dürtüsünü öneme haiz görmektedir. Bu türden ayetler Kur’an’da çok olduğundan detaylıca onları incelemek mümkün değildir. Ama örnek olarak ayetlerden bir bölümüne burada yer vereceğiz:

“Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek (kırbaç) vurun; Allah’a ve ahiret gününe inananlar iseniz Allah’ın cezasını uygulamada sizi, onlara karşı acıma duygusu kaplamasın. Mü’minlerden bir grup da onlara yapılan azâba şâhid olsun.” (Nûr/2)

Bu ayette acıdan kaçma dürtüsünden yararlanılmıştır. Müslümanların terbiye ve yetiştirilmesi, İslam toplumunu temizlemek ve bozulmayla mücadele etmek için üç acı etkeninden istifade edilmiştir. Birincisi, değnek yeme acısıdır. İkincisi diğerlerinin onlara önem vermemesi ve acımaması acısıdır. Üçüncüsü ise, haysiyetin gitme acısıdır ki inananlardan bir grubun seyretmesiyle zina eden şahıs hususunda gerçekleşmektedir.

Allah’a ve Elçisine itâ’at edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız, devletiniz gider. Sabredin, çünkü Allâh sabredenlerle beraberdir.” (Enfal/46)

Ve şöyle buyruluyor:

“Sebelilerin yurtlarında Allah’ın kudretine bir işaret vardır: Sağlı sollu iki bahçe vardı. Onlara: “Rabbinizin verdiği rızktan yiyin ve O’na şükredin. İşte hoş bir şehir ve bağışlayan bir Rab” denmişti. Fakat onlar yüz cevirdiler; bunun için Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik, onların bahçelerini, buruk yemişli, ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. İşte böylece, inkârlarından ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasına ceza mı veririz?” (Sebe’/15-16-17)

            Ve şöyle buyruluyor:

            “Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz? O zaman, yer, sarsıldıkça sarsılır. Gökte olanın başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz.” (Mülk/16-17)

Ve şöyle buyruluyor:

Ey inananlar, Allah’ın size olan nimetini hatırlayın, hani bir zaman size ordular gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allâh, yaptıklarınızı görmekteydi.” (Ahzab/9)

Ve bir ayette tümel bir kanun ve sünnet şeklinde şöyle buyruluyor:

Bu, Allah’ın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmemesinden dolayıdır.” (Enfal/53)

Bunlar ve birçok başka ayet, fayda ve zarardan ibaret olan bahsimizin konusu iki dürtüyü insanda varsaymış, muhtelif içtimai ve ferdi alanlarda gelişme ve yetkinlik yolunda insanın hidayete ermesi gayesiyle o ikisinin varlığından istifade etmiştir.

Bizim buradaki sözümüz şudur: Fertlerin çoğunda yaygın ve bununla birlikte derin ve etkili olan bu iki dürtüden onları çabalamaya, düşünsel ve idraki faaliyete yöneltme yolunda istifade edilebilir ve o ikisini aktif hale getirip yöneltmekle onları Allah’ı tanıma ve marifet yolunda ilerletmek mümkündür.

İnsan kendi fayda ve zararının bir kimsenin elinde olduğunu ve O’nun kendisini nimetlere boğabileceğini veya bela, acı ve musibetlere duçar kılabileceğini bilirse, yahut bunun ihtimalini bile verirse, çabalamaya ve arayışa girişecektir. Zira onu tanımak ve tanıdıktan sonra da onun lütuf, iyilik ve nimetlerine sahip olacak şekilde davranmak ve onun tarafından insana yönelebilecek öfke, gazap ve zararlardan korunmak isteyecektir. Kur’an özellikle bu düzlemde şöyle buyuruyor:

Allah’tan başka; sana ne fayda, ne de zarar veremeyecek olan şeylere yalvarma! Eğer böyle yaparsan, o takdirde sen muhakkak zâlimlerden olursun. (diye emredilmiştir) Eğer Allâh sana bir zarar dokundursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilese, O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yunus/106-107)

Kur’an İbrahim’in dilinden zarif bir ifadeyle bu hususa vurguda bulunup şöyle buyuruyor:

Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O’dur. Beni yediren de, içiren de O’dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O’dur. Ahiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum O’dur.” (Şuârâ/78-79-80-81-82)

G – Bu alanda etkili olan ve işlerliği olabilecek etken ve maddi dürtülerden bir diğeri de “ruhsal sükûnet ve huzura olan meyil” dir. İnsan Yüce Allah’a inanma ve iman etmeyle kendisi için sanki sağlam bir sığınak, çok şefkatli ve güçlü bir yar ve yardımcı, hami ve destekçi bulmuş olur. Bu insanın kendisini huzurlu hissetmesine ve kendisine güvenmesine yol açar.

İnsanların dünyasında gündemde olan ve günbegün daha fazla gündemi işgal eden önemli konulardan biri de insanların ruhsal acılarıdır. Ruhsal elem ve ıstırapları ortadan kaldırmanın ve onlarla mücadele etmenin yollarını keşfetmek ve bu vesileyle insana ve insanlık toplumuna bir hizmet etmek gayesiyle psikoloji alanında büyük çaplı araştırma ve incelemeler yapılmıştır.

Bizler ise Allah’a inanmanın ve onunla ünsiyet kurmanın inanmış bir şahıs için en büyük ruhi huzuru hediye getireceğini bilmekteyiz. Bizzat bunun kendisi, yitiklerini yani ruhsal huzurlarını bulma hususunda çaba ve arayış içinde olan insanlara bu yolda adım atmaları ve huzur veren Allah’ı aramaları ve O’nu tanımada gayret sarf etmeleri için önemli bir dürtü olabilir:

İyi bilin ki gönüller, ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d/28)

Bütün bu acı, elem ve ıstıraplara maruz kalan, önemli bir şekilde huzura temayülü olan, onu elde etmek için bütünüyle çabalamaya ve birçok bedel ödemeye hazır olan insanın her ne kadar bu hakikate inancı olmasa da bir ihtimal düzeyinde bu yoldan da huzura ulaşabileceğine, insanın çöküş ve onun ruhunun yorulmasına neden teşkil eden elem ve acılarla mücadele edilebileceğine inandığını varsayarsak, bu ihtimal, Allah’ı tanıma yolunda onun ciddiyet ve çaba göstermesine sebep olacaktır. Bazı kimseler için bu hakikat o kadar değerlidir ki bütün varlıklarını ve büyük servetlerini onu elde etmek için harcamaya hazırdırlar. Onu bulmak için bu yoldan gitmenin gerekliliğine dair zayıf bir ihtimal verseler dahi, çabalarını bu yöne kaydıracaklardır.

Elbette Müslüman bir toplumda yaşayan, iman nimetine ve ilahi lütfun sayesinde nispi bir huzura sahip olan bizler, gerektiği şekilde bu sözün mefhumunu derk etmeyebiliriz. Ama iman nimetinden yoksun olan, yaşamı anlamsız bilen, boşluk hisseden, kendileri için bir dayanak görmeyen, geleceği karanlık ve bulanık gören fert ve toplumlar, ıstırap, vahşet ve kaygılanmadan acı çekeceklerdir. Her ne kadar onlar için bütün maddi nimetler temin edilse de olması gerektiği şekilde huzura kavuşamayacaklardır. Onlar küçük olayların karşısında bile güçlükle dayanmaktadırlar. Onların mukabilinde inanmış ve Allah’ı tanıyan bir şahıs ise olayların karşısında dimdik olup kontrolünü kaybetmekten uzaktır. Nitekim bir hadiste şöyle buyruluyor:

“İnanmış kimse tufanların kendisini sarsamayacağı yalçın bir dağ gibidir.

Bundan dolayı, henüz ilahi marifeti elde etmemiş ama ciddi bir şekilde ruhi huzuru kazanma peşinde olan bir insan, en azından Allah’a tapmanın ve O’nu anmanın gönül huzuruna sebep olacağı ihtimalini verdiği zaman, bir olasılık vesilesi sıfatıyla Yüce Allah ile ilgili bilgi elde etmeye koyulacaktır.

H – Diğer bir etken de beşeri menfaat ve maslahatların kazanılmasıdır. Bozulmaya ve dejenerasyona müptela olan insanlık toplumlarının ve bazılarının bataklığa battığı toplumların tümü, acı içinde kıvranmaktadır. Reformistler ve düşünürler, bozulma ve çökmeden kurtulmak için bir yol bulmanın düşüncesindedir. Şimdi eğer insana yol gösterebilecek bir Tanrı’nın var olduğu ihtimalini verecek olurlarsa, gerçekte insanlığın yitiği olan bu varlığı bulmak için kesinlikle O’nun peşine düşeceklerdir. Bu, insanı Allah’ı tanıma hususunda çabalamaya iten güçlü bir dürtüdür. Fertler, sosyal dertleri derk ettikleri ölçüde bu meydanda çaba sarf edeceklerdir.

Elbette ilahi ve İslami toplumlarda da böyle düzensizlik ve sorunlar mevcuttur ama birinci olarak, bu düzensizlikler Allah’tan habersiz olan toplumların maruz kaldığı bahtsızlıklarla mukayese edildiğinde zikre şayan değildir.

İkinci olarak İslami toplumların problemleri de iman zaafından ve doğru tam olarak Allah’ın buyruklarına göre hareket etmemekten kaynaklanmaktadır. Bu zaaf noktalarının ortadan kaldırılması ve amelde dikkatin fazlalaşması oranında o problemler de ortadan kalkacaktır.

Bu konunun sonunda şu neticeye ulaştık: İnsanda muhtelif dürtüler onun Yüce Allah’ı tanımasına neden olabilmektedir. Onların tümel usulleri ise şunlardan ibarettir: Hakikat istemi, kemal istemi, kendini sevme, hakkı tanıma, faydayı elde etme ve zararı defetme dürtüleri Bunlardan bazıları da değişik dallara sahiptir. Bizler, onları tahrik ve takviye etme ve de onlara cihet vermeyle insanın terbiye edilmesi, yetiştirilmesi ve yücelmesi alanında faydalı bir çaba gösterebilir, onda marifet ve Yüce Allah’ı tanımayı icat edebilir ve onun gelişim ve kemaline katkıda bulunabiliriz. Not; Kaynak; “Allah’ı tanımak

*****************************************************

ALLAH’IN İKRAMLARI.

Bilirsiniz Allah’tır insanı yaratan,

Sahip olduğu her şey,

İkramdır O’ndan.

Neymiş bunlar diye sorarsak eğer,

Dört şeyden bahsetsek buna değer.

Birincisi fıtrattır. Yani doğası (1),

Tertemiz olarak vermiş onu,

Bulunmaz kir ve pası.

İrade vermiş sana hem de vicdan,

Doğrular ordadır eğer kullanırsan.

İradeyi kullanırsın dilediğince,

O da yaratacaktır hemen ce.

Diğer ikram ne derseniz,

Duyu ve şuurdur bilirseniz. (2)

Bu şuurdur insanı insan yapan,

Diğer varlıklardan üstün kılan,

Mesela bir fareyi düşünün,

Tuzaktaki peynire baksa şöyle bir,

Başka şey görmez, onu gıda bilir.

Altındaki tuzağı istese de göremez,

Neden yakalandığını inan bilemez.

İnsan da baksa oradaki peynire,

Tuzak olduğunu o an bilecektir.

Bu büyük bir ikram değil de nedir.

Allah’ın insana 3. ikramı akıldır,(3)

Doğruyu, yanlışı, kıyaslamayı,

Sahip olduğu akılla yapacaktır.

4. İkram nedir derseniz,

Vahydir o artık düşünürseniz. (4)

Doğruların tek kaynağı onlardır,

Her şeyi yaratanın insana,

Gönderdiği doğrulardır.

Kullanma kılavuzu olarak,

Kabul et onu,

Her şeyi bilen ve yaratan,

Göndermiştir onu.

Değerini bil dostum harcama kendini,

Sonra pişman olursun ezilen sinek gibi.

Yaşadığın her an fırsatın olsun,

Dilerim her şey gönlünce olsun.

(1) – “O halde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dine, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah’ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Rum/30)

(2) – “Bir dil ve bir çift dudak (konuşmak için) vermedik mi?”
“Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi; iki apaçık yolu (hayır ve şer yollarını) göstermedik mi? (Belet/9-10)

(3) – “Bu Kur’ân, kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir tebliğdir.” (İbrahim/52)

(4) – “Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan/2) (A.Akar )

********************************************************************************

ALLAH’A YAKLAŞMAK, YAKÎN.

Allah’a yaklaşmanın yollarını, bu yolların konakları, varılacak makamları beş fasılda bildirilecektir.

Cenab-ı Hakkı bilme ve tanımanın anahtarı, insanın kendi nefsini bilmesidir. İrfan nuru ârifin kalbine akar En yüksek direk Allah’ı bilmektir.

Ârif olan dünyayı unutur Allah bilgisine erer ve kendinden geçerek onunla kalır. Bu suretle de her türlü korku ve üzüntüden uzak ve emin olur. Cenab-ı Hakkı noksan (selbî) sıfatlardan uzak ve emin olur. Cenab-ı Hakkı noksan sıfatlardan uzak ve kemâl sıfatlarıyla vasıflanmış olduğunu bilir. Bu bilgiler 9 madde de açıklanacaktır.

Madde 1 – Allah’ı bilmeyi ve bu bilginin önemini bildiren ayet ve hadisler;

Ey Aziz bil ki Cenab-ı Hakk kullarına kendisini bilip tanımalarını teşvik eden ve öğrenme yolunu göstererek Kur’an da birçok ayetler indirmiştir. Hz. Peygamber de Müteaddit hadislerde bunun lüzum ve önemine lüzum ve önemine işaret buyurmuşlardır.

Ayet;

Cenab-ı Hakk “Bir kimseye Nûr vermezse o hiçbir zaman nûr sahibi olamaz, nurlanamaz.” Allah işiten ve görendir. (Nûr/40)

Kutsi Hadisler;

Ey Âdemoğlu nefsini bilen gerçekten beni bilir. Beni bilen de mutlaka beni ister, beni isteyen de bulur ve dileklerine erer. O zaman gönlünde benden başkası yaşamaz.

Ey Âdemoğlu alçak gönüllü ol ki beni bilip tanıyasın. Beni görebilmek için aç kal, bana ermen için yalnızlığa çekilip ibadet et.

Ey Âdemoğlu kalbinden marifetimi yitirenin kalbi kör olur. Beni bilenin kalbinde ne hüzün ne de korku kalır.

Hz. Peygamberin Hadisleri;

Ben Allah’ı ziyadesi ile bilirim, çünkü bu bilgi kalp işidir.

Allah’ı gerçekten tanır ve bilirseniz dualarınızla dağlar yok olur.

Allah’ını en iyi bileniniz nefsini iyi bilendir.

Allah’ımı en güzel şekilde gördüm, elini iki omuzumun arasına koyunca soğukluğunu memelerimin arasında duydum. Bundan sonra göklerde ve yerde ne varsa hepsini öğrendim.

Madde 2 – Nefis bilgisi Marifetullah’ın sebebi olduğunu bildirir.

Nefsini bilen muhakkak Allah’ını da bilir.

Nefsini bilen her ilim ve marifete vakıf olur. Nefsini bilen Allah’a yakın, mutlu, bilmeyen ise ondan uzak olur.

Nefsini bilen Hakkı bilir, bilmeyen sapıklık içinde helak olur.

Nefsini bilen âlemin gizliliklerini de bilir, bu fani dünyaya önem vermez ve sonsuz kurtuluşa nail olur.

Nefsini bilen fazıldır, bilmeyen Haktan gafildir.

Nefsini bilen Allah’tan uzak kalmamış gafletten kurtulmuş ve O’nun yüksek huzuruna varmış olur.

İnsana nefsini öğreten akıl en yüksek akıldır. Allah’a yakîn olma yolunu seçmek hikmetin en üstünüdür.

Nefsini bilmeyen Allah’tan gafildir O’nu bilemez.

Cenab-ı Hakk Davud (AS) a “Nefsini bil ki beni bilesin” diye buyurmuş. Davud (AS) da Ya rabbi, nefsimi nasıl bileyim ve seni nice tanıyayım? Diye sormuş. Allah’ta ona; “Nefsini aciz, zayıf ve fani olduğun u bil ki benim kuvvetli, kudretli ve Bâki olduğumu bilesin ve ondan beni benimle bulasın.” Diye cevap vermiş.

Madde 3 – Marifet-i Mevlânın (Allah’ı bilme) en yüksek dilen ve gaye olduğunu bildirir.

Marifetullah gönülde bir nurdur, Allah sevgisi, ruhun zaferi ve sevinç kaynağıdır. Allah’ın birliğine inanış, ona bağlanma ve huzur içinde yaşama anahtarıdır.

Marifetullah büyük bir hazinedir, O’nun sevgisi sonsuz bir zaferdir.

Allah’ı bilen uyanık ve halktan özür dileyici olur.

İlim halkın, marifet Hakkın öğretmesiyle kazanılır. Yani ilim öğrenme, marifet tanıma yolu ile elde edilir.

İlmin meyvesi marifetullahtır, marifetullahın meyvesi Allah’ın buyruklarını yerine getirmektir.

Hakkın müşahedesi (Allah’ı görme) gözle olmaz, ancak gerçek bir imana sahip kalp O’nu idrak edebilir.

En faydalı ilim marifetullahtır, bunun yeri de uyanık kalptir. Allah’ın birliğini tanımak marifet, O’nun benzeri bulunmadığını bilmek hakiki tevhiddir.

İrfanın hakikati, eşyanın hakikatlerine nüfuz etmek ve eşyayı zatında olduğu gibi görmektir. Marifetullah, Allah’ın her varlıktan önce ve her şeyden sonra olduğunu, içte ve dışta görünenin, her şeyi bilen, her işinde hâkim olan ve bütün yaratıklara bol rızıklar ihsan edenin O olduğunu bilmektir.

Allah’ın kullarına en büyük ihsanı 2 şeydir;

Biri marifetullah diğeri muhabbetullahtır. (Allah sevgisi. Marifetullah gönülde nûr, ışıktır, muhabbetullah Allah’tan gayri sevgileri yakan bir ateştir. Allah’ı bilmek O’nu daima anmakla hayat bulmaktır. Allah’ın zikrinden uzak kalmak, O’nu unutmak cehalet karanlığında kalmaktır.

Marifetullah hakikati Allah’ı dille zikretmek, sevgisini kalpte yaşatmak ve bu gayretle huzuruna gitmektir. Marifetullah canda bir inançtır ki bütün vücut organları onunla rahata erer ve gönülde bir hayattır ki ruh onunla mutmaindir, huzur içindedir.

Marifetullah gönül âleminde güneş gibidir, akıl aya, ilim de yıldızlara benzer. Marifetullah öyle bir cevherdir ki arşın altında bulunan her şey onunla aydınlanır.

Madde 4 – Ârifin masivayı (Allah’tan gayrisini) unutup Hz. Mevlâ’yı bulduğunu bildirir.

Ârif odur ki hiçbir iş ve faaliyet onu Allah ile meşgul olmaktan alıkoyamaz ve bir an bile Allah’ın huzurundan ayrılıp gafil olmaz.

Ârif odur ki kendisi susar ve Hakk onun sırlarından söyler. Ârif odur ki masivayı bırakıp yalnız bildiğiyle (Allah ile) meşguldür.

Ârif odur ki kendi tedbirini bırakır Hakkın tedbirine sarılır, onu bekler, ona önem verir. Ârif odur ki hiçbir şeye üzülmez, her ne olsa sevinir.

Ârif odur ki derin ve devamlı düşüncesiyle melekler alemini aşar. Ârif odur ki irfanını mutluluğunun sermayesi bilir ve onu ehli olmayan, anlamayan kimselere söylemekten çekinir ve tiksinir.

Ârif odur ki Allah’tan gayrisine ısınmaz ve başkasını hatırından bile geçirmez.

Ârif odur ki kendi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarında yok eder, ta ki O’ndan gayrisini bilmeyip O’nunla söyleyip, O’nunla işite.

Abid’i yaşatan su ve ekmek, ârifi yaşatan ise irfan nurudur.

İlim nehirdir, Hikmet denizdir, Âlimler nehirleri tavaf ederler (çevrelerinde dolaşırlar) Hikmet sahipleri denizlere dalarlar. Ârifler ise kurtuluş gemilerinde gezerler.

Ârif odur ki Allah’ın sırlarını ehli olmayana anlamayana açıklamaz. Sevinç ve acılarını kimseye söylemez.

Madde 5 – Ârifinin kendi vücudundan fâni olup Allah ile bekâ bulduğunu bildirir.

Bu kulun cismi dünyada kalbi ahirete bağlıdır. Manevi alanda günbegün ilerledikçe dünyadan yüz çeviren ve bu yüzden halk tarafından kınanan bu kimsenin, yüksek âleme karşı özleyişi artar ve ölümü arzulamaya başlar. Vakta ki vadesi gelir gül ve reyhan kokuları içinde ve cennetle müjdelenen ruhu uçar ve hoş nefsi sevinerek bu oyuncak dünyayı bırakıp Allah’ın yakınına varır. Fakir ve zayıf olan nefis için orada büyük mülk ve sonsuz nimetler vardır. O Allah’tan rahmet, şefkat, selâm ve anlatılması imkânsız ikram ve lütuflar görür. Bu daimi devlet ebediyen elden çıkmaz.

Bir hadisi şerifte denilmiştir ki Dünyada muhakkak bir cennet vardır onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennette marifetullahtır.

Beyt;

Bugünkü cenneti irfana dâhil olsa uşşak,

Yarın ki yad olan huri veya gılmanı neylerler.

Madde 6 – Ârifin korku ve hüznünden emin ve kurtulmuş olarak ve Allah’a ısınarak huzur ve rahat içinde şen ve neşeli yaşadığını bildirir.

Ârifin Allah ile arası iyi olduğu için halk ile de arası iyidir.

Ârif cismini Mevlâ’sının rızasına vakfedip rahata ermiştir. Ârifin Halk ile muamelesi Hakka uymak içindir. Ârifin bütün arzuları yok olmuş ki onun hiçbir muradı kalmamıştır.

Ârifin bir alameti de bazen seni öyle karşılar ki sanki onun en yakın dostu sensin. Bazen de sana öyle bir yüz çevirir ki sanki seni ne biliyor, ne tanıyor. Nitekim Hz. Peygamber de ev halkıyla sohbette iken ezan sesini duyar duymaz yerinden öyle bir fırlardı ki sanki onlarla konuşan o değildi.

Madde 7 – Zahid ehliyle İrfan ehlinin yani iyi insanlarla Allah’a yakın olanların farkını bildirir.

Zahid gezici, ârif uçucudur.

Âlim söylediklerinin aşağısında, ârif onların üstündedir.

Ârif marifeti ehlullahtan başkasına söylemez. Susması en iyi sözdür.

Zâhidin ibadeti alâka iledir, ârifin ki zevkledir.

Zâhid ahireti ârif Mevlâ’yı ister.

Zâhid nefsiyledir, ârif Allah’ı iledir.

Zâhidin zikri dili ile, ârifinki kalp ve canıyladır.

Zâhidin kalbi sebeplerledir, ârifin ruhu Allah iledir.

Mü’minin bakışı Allah’ın nuru ile, ârifin ki Allah iledir.

Mü’min Allah’ın ipine, ârif Allah’a tutunur.

Ârif cismini ruhuna, ruhunu da Allah’a feda etmiştir. Zâhid nefsiyle halka bakıp düşman kesilir ve üzülür,

Abidin kuvveti su ve ekmekte, ârifin kuvveti Allah’ı anmaktadır. Gafilin kıblesi Altın ve gümüş, ârifin kıblesi ise Rahîm olan Allah ve O’nun nurudur.

Madde 8 – İrfan ehlinin yüksek şanını ve irfanlarının kemâlini bildirir.

Cenab-ı Hakk kendini bilir, O’ndan başka hiç kimse kendisini bilemez. Ârifler Hakkı yine Hakk ile bilirler ve her şeyde Hakkı görürler.

Ârifler dünyayı geçici bir hayal olarak görür ve bu sebepten ona bağlanmazlar, Allah’tan başkasını istemezler.

Ârifin kalbi Allah’a dönüş ve varışta sürati şiddetli rüzgârlardan ve göz kamaştırıcı şimşekten daha hızlıdır.

Madde 9 – Cenab-ı Hakkın sıfat-ı selbiyeden (eksik sıfatlardan) münezzeh, kemâl ve sübut sıfatlarıyla muttasıf olduğunu kâinat zerrelerinin hepsi âlemin bütün cüzleri, tüm yaratıkların ve insanoğlunun iş ve halleri O’nun kudret ve tedbiriyle idare edildiğini bildirir.

Cenab-ı Hakk birdir, ortağı ve benzeri yoktur. Yemek, içmek, giyinmek, uyumak âdetinden doğmaktan ve doğurulmaktan münezzehtir. Yerde ve gökte, solda, sağda, yukarıda, aşağıda değildir. Cihetten ve mekândan münezzehtir. Suretten şekilden, organdan, renkten münezzehtir. Varlığının başı ve sonu yoktur, varlığı kendisindendir başkasından değildir. Korku, keder, hastalık gibi değişikliklerden kısaca bütün eksikliklerden münezzehtir.

Bu âlem yokken O vardı, istese âlemi bir anda yok eder ve yine var eder, O’na hiçbir şeyin gücü yetmez. Her şeye O hükmeder, başkasından zarar ve fayda görmekten münezzehtir. Bütün insanlar Mü’min olsa ve daim ibadet etseler O’na bir fayda vermediği gibi, hepsi kâfir ve kötü olsalar da O’na bir zarar gelmez. Bunlar sıfat-ı selbiyedir ki Allah bunlardan arınmıştır, münezzehtir.

Not Kaynak; E. İbrahin Hakkı-Marifetullah/Cilt1/s.152-161

*********************************************************

ALLAH’A YAKINLIK

Mânevi bir hal içinde bulunduğun zaman başkasını isteme. İster daha altını, ister daha üstünü, hiçbir makam arzu etme.

Padişah kapısına geldiğinde hemen içeri girmeyi isteme, zorla içeri alınıncaya kadar bekle. Kendi isteğinle değil zorla içeri alınmalısın. Tekrar tekrar istemelisin, pek nazlı da olma.

İçeri girmek için mücerret izinle de yetinme, seni tecrübe için olabilir, belki de padişah tarafından deneniyorsun. Koşma, bekle ta ki seni zorla içeri alsınlar. Bu şekilde içeri alınman senin için bir fazilet olur, padişah tarafından sana bir ikram olur.

Saraya bu şekilde girdikten sonra seni kimse tekdir edemez. Tekdir sana ancak yapacağın kusurdan dolayı gelir. O seni bizzat içeri aldıktan sonra korku da olmaz. Padişahın yaptıklarından mes’ul olmazsın. Ancak kendi isteğinle yaptığın şey sonunda mes’ul duruma düşersin. Yaptığın hareket neticesi sana taarruz vaki olur.

Bu makamda senin için iyi olmayan şey kendi arzunla hareket etmendir. Sabrın azlığı, edebe riayetsizliğin, bulunduğun hale rıza göstermemen senin için hiçte iyi olmayan hareketlerdir.

Saraya girmek sana nasip olursa başını önüne eğ gözlerini etrafta gezdirmekten sakın Edepli, terbiyeli olarak verilen her hizmet ve vazifeyi yapmaya çalış. Daha fazla yükselmeyi isteme.

Ayet: “ Onlara verdiğimiz dünyalıklara gözlerini çevirme, (Hicr/88) onları tecrübe etmek için, dünya süsü olarak kadın verdik. Rabbın sana verdiği rızık, hem hayırlı hem de devamlıdır. Allah-ü Teala, bu ayetle seçkin Peygamberine edep öğretiyor, dolayısıyla bize.

– Halini muhafaza et, verilene razı ol. Buyrulmasındaki Murad:

– Sana verdiğim pek çok hayır, peygamberlik, ilim kanaat, sabır, İslam dini üzerindeki saltanat ve o yoldaki mücadele senin için en büyük nimettir. Ötekilere verdiklerimden daha iyi ve güzeldir.

Bütün hayır, haddi bilmekte ve ona razı olmaktadır. Bununla beraber başkalarının hiçbir şeyine göz dikmemektedir. Başka bir şeye iltifat etmemektedir. Çünkü o baktığın ve arzu ettiğin şey üç kısma ayrılır. Birincisi, senin nasibin olmasıdır. İkincisi başkasının nasibi olma ihtimali. Üçüncüsü, ne senin ne de başkasınındır. İhtimal ki; Allâh-ı Teâlâ, onu bir tecrübe vasıtası olarak yaratmıştır.

Baktığın şey her ne ise. Eğer o, sana nasip olmuşsa ihtirasa düşüp ardından koşsan da gelir koşmasan da. İstesen de gelir, istemesen de. Bu hale göre, mutlaka onu elde etmek için çırpınman ve edebe uymayan bazı hareketler yapman sana yakışmaz. Bu hal, ilim ve akıl ölçüsüne vurulursa hiç de sevilen bir şey olarak meydana çıkmaz.

Eğer o şey, başkasının nasibi ise çırpınman niçin? Çünkü o şey sana hiçbir zaman gelmez.

Yine o şey, ihtimal ki hiç kimsenin nasibi değildir, fitne ve tecrübe için yaratılmıştır. Böyle olduğuna göre, akıllı olan kimse nasıl nefsi için, böyle bir fitneyi ister. Ve kendine celb etmeği arzu eder?

Bu izahlardan anlaşılıyor ki; Bütün selamet ve iyilik, manevi hali muhafazada ve haddi tecavüz etmemededir. Avuç içi kadar dar yerde de kalsan, geniş sahalara da çıksan, her ikisi de sana göre müsavi olmalı ve yukarıda anlattığımız halini ve edebini muhafaza etmeğe çalışmalısın. Başını önüne eğ. Çok edepli ol. Daha da üstün vazife görmeğe çalış. Çünkü padişaha en çok sen yakınsın, senin kabahatin de çabuk görülür. Bu sebepten senin için tehlike daha fazladır.

Bulunduğun halin daha üstüne ve daha aşağısına geçmeği isteme. Orada sabit kalmayı, baki olmayı arzu etme. Bulunduğun vazifenin şeklini değiştirmeğe yeltenme. Böyle bir şey yapmağa senin bir salahiyetin yoktur. Böyle bir şey yaparsan nimetleri inkâr yolunu tutmuş olursun; bu ise, dünya ahirette sahibini utandırır.

Sonuna kadar, anlattığımız şeyleri yapmağa çalış. Neticede öyle bir hale gelirsin ki, o halde senin için bir makam verilir. Seni ondan hiç ayırmazlar. Sen de onun, Allah tarafından bir vergi olduğunu anlarsın. Böyle oluşun delili ve beyanı meydandadır, bunu bilir ve o halin devamına çalışırsın. Veliler için haller vardır. Ebdal için makamlar vardır. Ve sana hidayeti Allah nasip edecektir. (Ş. Abdülkâdir Geylâni-Fütuh-ül Gayb)

************************************************************

Devam edecek


TAFSİR LESSONS ÂLİ İMRAN (001-025) (21)

$
0
0

231

“Euzubillahiminesheytanirracim.”
“Bismillahirrahmanirrahim”

Dear fellows, today we come to a new stop for our journey in Qur’an’s country. Today we will continue our lesson with a new chapter. Sura of Al-u Imran.

The Al-u Imran chapter has taken its name from a family we have encountered in 33 verses. Hence the name, Al-u Imran means Imran’s family. According to the stories the “Imran” name is the name of the father of Moses and Aaron. It’s also the name of the grandfather of Mary, mother of Jesus. That’s why the family includes Jesus, Mary –his mother-, Hanne –her mother-, so with that family tree it also includes the prophets Zachariah and John the Baptist.

So whether the name is taken for the father of Moses and Aaron, or the grandfather of Mary, based on the event we will see in this chapter, it’s obvious the need for this name.

The chapter of Al-u Imran has Madina origin. Both in Otto, Ibn Abbas and Cafer chronologies, this chapter has come as the third after Baqarah and Enfal chapters. So the arrival and origin of this verse has no debate over it.

According to the records, the first 83 verses came down at the ninth year of Hejira, when the Necran Christians had visited the Islam country. That year had a reputation in history as Am-ul Mufit, The Year of Ambassadors. A large group of Christians in Necran came to Rasulallah when they had learnt that a country was founded by an Islamic prophet and the entire Arab Peninsula was included.

This team was a 64 people group. There were several famous religion scholars in it. These scholars were also the administrators of the Necran country. These people came to Rasullallah and they talked, debated for a few days in prophets masjid. They exchanged their thoughts and ideas. The most focused topic was of course the position of Jesus in Christianic ideology.

Some of the people in that group were taking Jesus as a part of holy trinity, as in one of the three elements of god, some were thinking him as the son of god.

Also some were mentioning him with the Holy Spirit and announcing Jesus as a god. So there wasn’t a consensus between themselves as well.

Rasulallah had argued with them about the origin of Jesus and finally the group gave up. But they didn’t give a straight answer to Rasulallah when they were asked to submit to Islam either. So Rasulallah invited them to Mulaene, a cursing. “Let’s each of us wish for a curse of Allah for the other. Whichever of us is on the path of truth for the ones who is gone astray.” Naturally with the warnings of sane and educated individuals from the group, they backed down from that invitation of mulaene. Because there were many scholars in that group which realized that Rasulallah was indeed a prophet of Allah. So they warned the Necran group saying; “A community which took a curse from a prophet surely gets it.

Rasulallah hosted the Necran group in Madina for days. They performed their religious prays and duties in prophets masjid with their own ways. Rasulallah hosted them with all his hospitability and sent them off after a few days. They accepted the sovereignty of Islam over their country and with that agreement the visit was ended.

Of course there might be some disagreements for the stories that indicates the reason of arrival for the first 83 verses was this. Because there were some verses among them which talk about or point the jews as well. It’s possible that those verses came down right after the battle of Badir or some during the battle.

The content of this chapter is about warning the Muslims for a danger we may call, “Becoming Christianic-minded”. As you remember the Sura of Baqarah was warning us about the dangers of becoming jew-minded. While we were translating Baqarah, we learnt the dangers of becoming jewminded, step by step with solid historical facts. And now, muslims has been warned about the dangers of falling into christianic mentality.

One of the biggest manifestation of the christanic-minded danger is interpreting the basic reference and main sources of religion, wrong. As in causing a falsification, a corruption in semantics. Haven’t the christians misinterpret some words and sentences in Bible, when they falsely give Jesus a godlike position. The ideology of three; the belief of trinity which we see it as a shirk; the father, son and holy spirit mentality; don’t you know that it is a belief manifested from the semantic corruption of some verses in Bible?

So while Qur’an wants us to pay attention to this fact, it warns us about closed meaning, figurative approaches. So we may name this tendency of misinterpreting the words or meanings of texts, corrupting the verses meanings unintentionally or intentionally which leads people to understand Allah’s words (mostly the closed meaning verses, the speeches which cannot be understood at first look, verses which point out signs of the unknown or the verses which tries to simplify the meanings of a difficult subject with humans simple words) totally wrong and false at the end; as the tendency of becoming christian-minded.

That’s why Qur’an handles the situation with a verse, the seventh verse of this chapter to establish a seperation for the entire Qur’an. In that verse the verses are seperated as closed meaning, figurative and open meaning, literal. The most obvious answer to the question of why this topic has been processed in this sura; is because it contains a warning for muslims against the dangers of falling into christianic mentality.

“Bismillahirrahmanirrahim”

1-) Eliif, Laaam, Miiiym;
1-) Eliif, Laaam, Miiiym. (A.Hulusi)
1 – Elif, Lam Mim, (A.Yusuf Ali)

We had made the tafsir of these “Hurufu Mukadda”, (Private Letters) in the first verse of Al-Baqarah. Now I want to dedicate the explanation here to the lesson we had studied there and move on without further information. And yet, it would be appropriate to give a short summary.

Eliif, Laaam, Miiiym; You may see this as “A-B-C” or “Elif-Be-Te-Fe”. Almost one fourth of the entire Qur’an’s chapter, the suras begin with these kind of letters. They are called “Huruf-u Mukadda”, “Private Letters” and they must be read seperately. As in letter by letter like they are a sentence on their own. That’s why they are also called private.

According to one explanation, these lettes are actually an explanation saying; “O humans, the text you hold in your hands, the text which Allah addresses you by, they are made from these letters. Look, Allah informs you the celestial message with these letters.” According to this aspect, if you put all suras which begin with Mukaddaat together, you see that they are always with one, two, three, four or five. They varies between one and five. Five at most, one at least.

An interesting coincidence since al words in Arabic language have one to five letters in it. They are either one lettered, two, three, four or five lettered words. You cannot find a single word which includes more than five letters in it. You might think about the message here like this then.” Here is the celestial speech, comes with a form of this languages form. Allah chose this language, this speech as a tool, a path to deliver the message to the entire humanity.”

One of the proofs for people who defend this aspect is; all chapters begin with Huruf-u Mukadda, also have references to revelations, Qur’an and celestial speech. There might be an opposition for this though. Because there are several chapters which talks about revelations and celestial messages but don’t start with these private letters. There are more than a few in fact. So it is possible to use the deductions of Caliphs Abu Bekir, Omar, Otto and Ali for this particular idea. “Every book has a secret, a mystery, a code, a key. Qur’an’s code, key is these letters.” Allah knows best. This chapter of Alu-Imran starts the speech with the introduction of Allah right after private letters. There are information about the celestial identity which says this.

2-) Allahu la ilahe illa HUvel Hayy’ul Kayyum;

He is Allah; there is no god or godhood, only ‘HU’ (the Name HU denotes the Absolute Essence, which can never be conditioned or limited by the corporeal worlds and/or any concepts. It is usually followed by another Name to signify the quality that becomes manifest through HU, in regards to the relevant topic), Hayy (life itself) and Qayyum (everything finds life and subsists with HU). (A.Hulusi)

Allah. There is no god but He,-the Living, the Self-Subsisting, the Supporter of all. (A.Yusuf Ali)

Allahu la ilahe illa HU Allah. There is no god, only Allah. El Hayy’ul Kayyum; So who is this Allah? Allah is the source, the foundation of life and existence. It’s an identity. This verse informs us about the celestial identity. Our Rabb begins with an introduction of Himself while addressing us, talking us. This way, we are able to understand the existence behind those words; the being who talks to humans,opens a dialogue with us. And we realize that Allah is the one who has no partners, no visual, no similar and Allah is the unique source and foundation of Allah life and existence.

So the message here is this. “You, the humanity which has met these text through the history, don’t you forget that you are also in this existence, your foundation is also Allah. Your sources belong to Allah. So don’t just act like you meet a random speech in front of Allah’s words. Don’t ignore while you read and listen the words of Allah. Don’t you ever forget that the existence who addresses you, who talks to you, who converses you is the source and foundation of all lives and existence, including yours.”

3-) Nezzele aleykel Kitabe Bil Hakki musaddikan lima beyne yedeyhi ve enzelet Tevrate vel Inciyl;

He, as the very reality itself, revealed what is in your hands (disclosed in your consciousness), the Book (knowledge of the reality and sunnatullah) confirming the Truth from the past. He had also revealed the Torah (knowledge disclosed to Moses) and the Gospel (knowledge disclosed to Jesus). (A.Hulusi)

It is He Who sent down to thee (step by step), in truth, the Book, confirming what went before it; and He sent down the Torah (of Moses) and the Gospel (of Jesus) … (A.Yusuf Ali)

Nezzele aleykel Kitab; Allah sent down the Book to you step by step. Bil Hakki musaddikan lima beyne yedeyh This book, this truth which stands the tides of time, which confirms all truth from the past, this celestial message… It is Allah who sent down to you step by step, one after another. The lima beyne yedeyh expression here has a literal meaning of between two hands, as in right in front of you, but if you add it to the whole verse the expression gains a metaphorical meaning of “All truths above time and space is also in the content of Qur’an.” More than it’s only about the old testaments, the message has a wider meaning which includes all the revelations from the past and the aspect of their permenancy.

In fact this expression doesn’t just points to a time period in the past. It is the opening of something right in front of you. As in the closest thing to a person. So what should we understand from this then? “All the essences of past revelations, all the permanent nature of the messages timeless truths has reached to you. and this book contains all of them. It is Allah who sent down such a revelation to you. ve enzelet Tevrate vel Inciyl; This meaning we discussed until now is proved by this last sentence. Allah had sent down Torah and Gospel as well.

Tora is the Hebrew name of law, hence the name. It is also called Pentatoc. Accoring to old greek language it means first five books. Today we called Tora as the first five books of Bible. We see the Tora for that five books within Bible.

Also when Qur’an talks about Tora, the message is directly about that section. Otherwise the Bible which contains Old and New Testaments isn’t called the Tora since it contains the 39 books which belongs to the entirety of Isrealian prophets. Qur’an never calls it Tora anywhere in its verses. It is referenced as Book. But we know that here Qur’an points the direction of the first five books of Bible when it mentions Tora.

Gospel name comes also from a greek origin of the word evangelic or evangelos which also has a meaning of herald in the same language. As you know the Gospel is the name of the first writings which was collected after the 60. year of Jesus’s death. But if you ask that this Gospel is the truth Allah mentions in Qur’an, then I say it is obvious that Gospel mentioned in these verses are nothing but the truths revealed to Prophet Jesus.

4-) Min kablu huden lin Nasi ve enzelel Furkan* innelleziyne keferu Bi ayatillahi lehum azabun shediyd* vAllahu Aziyz’un Zuntikam;

As HUDA for people (to guide them to the reality, to show them the right path). He also revealed the Furqan (the ability to distinguish right from wrong, the good from the bad). Certainly, those who cover and deny the signs of Allah (the manifestations of His Names) will have severe suffering. Allah is the Aziz, the Zuntaqim (enforces the consequences of actions without any sympathy). (A.Hulusi)

Before this, as a guide to mankind, and He sent down the criterion (of judgment between right and wrong). Then those who reject Faith in the Signs of Allah will suffer the severest penalty, and Allah is Exalted in Might, Lord of Retribution. (A.Yusuf Ali)

Min kablu huden lin Nas In the past, Allah sent down the truth as a guide o humanity. ve enzelel Furkan Allah also revealed the Furkan.

Furkan is a feature of revelations. Not just Qur’an. It’s a feature of all revelations and Qur’an is also included. So it’s not just specific for Qur’an. This Furkan feature is used for both Qur’an, Gospel and Tora and other revelations. So it has a feature of including all Allah’s messages. What is this feature then? It’s the criterion of differentiating the right from wrong, good from bad, true from false, hakk from superstitions, beautiful from ugly. That’s why all revelations have this feature. And since Qur’an has Furkan, it becomes the first and foremost feature. And also the reason why one of the other names of Qur’an is Furkan.

innelleziyne keferu Bi ayatillahi lehum azabun shediyd For those who deny Allah’s messages, they will have severe sufferings. vAllahu Aziyz’un Zuntikam; Allah is Aziyz (Exalted in Might) and Zuntakiym (Lord of Retribution)

Dear friends, our Rabb introduces the revelations in this verse. In fact he has been revealing His identity since the last verse. We understand from these verses that what form of Allah we have been addressed, how has Allah addressed us. We also realize these verses have big blessings for us. These verses show us the true meanings of Allah’s taking notice of us humans, turning to us and sending us messages.

Of course we also see here with metaphorical expressions of people who become alienated from revelations and how great suffering they will meet, a horrible catastropy they will fall. Actually coming this verses end with a form of Aziyz and Zuntikam, as in introducing Allah as Aziyz’un Zuntikam; shows us two distinctive names of Allah. Allah being Aziyz means even the entire humanity unite against Allah’s words, even they all rebel against Allah, Allah wouldn’t lose anything from His might. Nothing can shake Allah’s might. Allah also is Zuntikam Lord of retribution, owner of revenge.

To be accurate, it’s not revenge as we come to an understanding in our lives. Those are obviously metaphorical expressions. These words are used to simplify the truths of the unknown and truths of Allah’s being for simple human minds. Otherwise it is impossible to describe these names with their full meanings. But it is clear that revenge holds the meaning of punishment, retribution by its nature.

So here, Allah expresses, He will punish those who betray Allah and defy the messages, the revelations.

5-) InnAllahe la yahfa aleyHİ shey’un fiyl Ardi ve la fiys Sema’;

Allah! Nothing in the heavens (the dimension of consciousness – angelic realm – the quantal dimension; the essence of matter) and the earth (dimension of matter – the body – the earth) is hidden from Him (because He comprises the essence of everything with His Names. Concepts such as hidden or apparent apply only to ‘things’ or thingness)! (A.Hulusi)

From Allah, verily nothing is hidden on earth or in the heavens. (A.Yusuf Ali)

InnAllahe la yahfa aleyHİ shey’un fiyl Ardi ve la fiys Sema’; and after this, Allah wants us to take attention to His identity and orders us: Nothing is hidden on earth or in heavens from Allah. Nothing on earth or in heavens is a secret for Allah, hidden from Allah.

This expression in this verse gains a very different meaning within this group of verses which talks about Allah. According to this, not only the actional attitude of humanity for revelations is revealed and accounted for but the heart and mind are also within Allah’s gaze. If nothing is hidden on earth or in heavens from Allah then how can a man hide his attitude about the speech of Allah from Him? This attitude whether in his heart or in his mind or in his behaviours; Allah surely knows about them all. And continues.

6-) HUvelleziy yusavvirukum fiyl erhami keyfe yesha’* la ilahe illa HUvel Aziyz’ul Hakiym;

It is HU who shapes (forms, programs) you in the womb (mother’s womb – in Arabic rahim; the productive mechanism within your essence: rahimiyyah) as He wishes. There is no god, only HU, the Aziz, the Hakim. (A.Hulusi)

He it is Who shapes you in the wombs as He pleases. There is no god but He, the Exalted in Might, the Wise. (A.Yusuf Ali)

HUvelleziy yusavvirukum fiyl erhami keyfe yesha’ who shapes you in the wombs as He pleases. Why is it needed for an expression like this. Remember the entry of this chapter. First verses indicated that Allah is the source of existence, right? Both the source and fountation of exitence. So now, Allah as the source of life and existence explains how He creates here. As in how is Allah El Hayy, El Kayyum? How is Allah be the source of life and Absolute Life. This verse explains this fact.

HUvelleziy yusavvirukum fiyl erhami keyfe yesha‘ It is Allah who shapes you in the wombs as He pleases. la ilahe illa HU Yes, here it is again. There is no god, only Allah. And Allah is vel Aziyz’ul Hakiym; Exalted in Might. Above all imperfection, the perfect one. Allah is Mighty and all Might comes from Allah. Even all existence go against Allah, nothing is lost in Allah’s might. But also, there is wisdom for everything Allah does.

So if you ask a question like this; why did Allah create people who go against Him, who rebel Him, who disobey His orders, who turn their backs to Allah even Allah shows the mercy to face them; why did Allah create man who have this attitude of pushing Allah away? Here is the answer. Because Allah is Hakiym. Allah has wisdom. If there is no evil, can goodness be known? If there is no uglyness, what would be the value of beauty? You cannot appreciate the light if there is no darkness.

7-) HUvelleziy enzele aleykel Kitabe minhu ayatun muhkematun hunne Ummul Kitabi ve uharu muteshabihat* fe emmelleziyne fi kulubihim zeygun feyettebiune ma teshabehe minhubtigael fitneti vebtigae te’viylih* ve ma ya’lemu te’viylehu illAllah* ver Rasihune fiyl ilmi yekulune amenna Bihi kullun min indi Rabbina* ve ma yezzekkeru illa ulul elbab;

It is HU who has revealed to you the KNOWLEDGE (Book). Some of its signs are clear (open and net commands) and comprise the basis – foundation of the knowledge (Book) – and some of it is allegorical (metaphoric and symbolic expressions). Those with deviation (ulterior motives, distorted thoughts) in their hearts, judge with the allegorical verses, interpreting them for the purpose of causing provocation. Only Allah knows their (true and precise) interpretation. Those who are grounded in knowledge (deep contemplators) say, “We believe, all of it is from our Rabb.” And none can discern this except those who have reached the essence (the intimates of reality through whom Allah hears, sees and speaks; ulul albab). (A.Hulusi)

He it is Who has sent down to thee the Book: In it are verses basic or fundamental (of established, clear meaning); they are the foundation of the Book: others are not entirely clear. But those in whose hearts is perversity follow the part thereof that is not clear, seeking discord, and searching for hidden meanings in it, but no one knows its interpretation except Allah. And those who are firmly grounded in knowledge say: “We believe in the Book; the whole of it is from our Lord:” and none will grasp the Message except men of understanding. (A.Yusuf Ali)

HUvelleziy enzele aleykel Kitab Again Allah is the one who sent down to you the Book. This part came exactly like this before as you remember. But here we see it again. Especially for the prophet first reader of this verse and following him, all the old and modern readers of this verse. It says again; Allah is the one who sent down to you the Book. You should put yourselves for the “you” part in this verse and think like these verses came down for “you.” Like you are the ones who take the verses. You are directly in contact with Allah and Allah is in contact with you. If you see the situation with this heart, with this state of mind, you’ll see that your perception becomes different.

minhu ayatun muhkematun hunne Ummul Kitab Some of its verses are clear and absolute. ve uharu muteshabihat And some of its verses are, muteshabih. We should stay on this topic for a while. Muteshabih.

Muteshabih means similar. Look alike, similarity. But this classification is used in only one place in Qur’an and it is this verse. In fact this verse we have been reading is one of the key texts in Qur’an. This particular expression… This sentence is one of the key text to realize the true meaning of Qur’an. If a person is willing to approach this celestial message, if he is willing to put this text to a classification; he should take this expression in this verse unders serious consideration.

There are some key texts in Qur’an to help people opening the truths to humans. This text is one of the keys, the first one in fact. This sentence gives us the seperation between Muhkem (Clear) and Muteshabihat (Unclear).

Muhkem, clear, strengthened, clarified, absolute. We just translate muhkem. We open it, open its meaning and translate. But there’s also a muteshabih. Not with a single meaning, not clear, hard to understand with first glance or never to be fully comprehended alone. Those are muteshabih. So what do we do with those verses? We use Te’vil.

Clear verses give us the answer for “What does Allah say?” It’s their purpose. But unclear verses always comes with questions like, “What’s the message of Allah here, what should we understand from it?” And right at that time we should be able to explain Allah’s intented message there. This is what te’vils difference from simple translations. Clear verses explanation lays on the literal semantic areas. Unclear verses explanation is morely in lexical semantics territory.

For these unclear verses, or the verses which involve symbolic or alegoric expressions, we can say that they are the Windows opening to the unknown. You can seperate the text into two sections. The side which forces people minds, challenge their comprehensions; more truely the side which cannot penetrate peoples doubtful mind blocks and gush out from the minds withour fully absorbed. It’s two sides. Almost like one side faces the earth and the other side looks at the greatest of the greatest. This dimension which exceeds the norms of texts, this is the dimension of muteshabih, unclear. We can seperate these verses in three sections.

1-The symbolical expessions. The expressions about Allah, angels, djinns, devil, heaven or hell. All relevant verses may be included this section. They gain unclear verse titles because of their being the keys to unknown natures. Unknown involves the truths beyond humans simple comprehension. The verses about these topics. As in the verses about Allah, angels, djinns, heaven, hell or afterlife, their jobs are limiting the truths of the unclear to a level of humans simple comprehension. They turn the truth to human language. Or we can say, they translate a far beyond language to a human tongue.

Of course in that process, the chosen words are from humans language. The images created are from humans material natures. The things people already be known to them. Like to describe heaven, the garden word is used. But people at least know that the metaphorical garden here has no similarity with a simple garden as we know it. Not with a leaf, not with a tree or water as we come to realize. A garden beyond humans capacity, a garden we cannot compare with anything. That’s why these expressions are only symbolic, metaphorical. We should understand that these particular words are chosen only to appeal our comprehension, only to simplify the uncomprehensible truths to limited human minds. Beyond that, they are in the territory of unknown, impossible to grasp the full potential of the truth.

2-Second type of unclear verses is the imaginative expression of a difficult thought. As in an ungraspable concept. For example; the creation of universe. Knowledges beyond our minds horizon. To be able to explain such an existence, a person should push his mind to the limit. So naturally it is impossible to describe such expressions via the things humans are familiar with.

That’s why when Qur’an describes truths, existences like these it uses the anaphor methods like it does for the creation of universe. Qur’an uses anaphoric expressions. The creation of existence, the story of Adam. The manifestation of first people, Allah’s actins over existence and the relation between Allah and people fall under this category.

All these are difficult to explain. They are high and hard thoughts. So naturally it is not possible to fit these thoughts into simple linguistic terms. That’s why it is inevitable to use metaphors to reach the limits of spoken language as well as readers minds. This is the second type of unclear verses.

3-Third type is explaining a simple thought with the enrichments of a language which is called belagat (eloquence). You may come across verses like these. Mainly it is easy to understand an idea with a few and clear words, concepts people may grasp without any effort. But Qur’an may use a mighthy language, an incredible style, a high declaration at that moment. This is one of the method Qur’an uses to address people and deliver the message. So as you can see unclear verses can be collected under these three categories. And all the verses in Qur’an are either muteshabih (unclear) or muhkem (clear) verses.

fe emmelleziyne fi kulubihim zeygun Why did Qur’an make a classification like this. The classification of clear and unclear verses… Qur’an doesn’t explain this just that we know. Actually making this seperation Qur’an wants us to notice a faith problem. This problem is no other that becoming christian-minded itself. Giving other meaning to celestial messages than it’s intended one, abusing the message, blurring the speech. This is another method of corrupting. You may call this the corruption of commentary.

There are two distinct methods are used to destroy celestial messages. It’s either destroying the text itself or pulling the meaning to other sides and giving the celestial messages false meanings, meanings that Allah doesn’t want us to fall into. This is the method Qur’an is warning us here, this second type of corruption and it says;

fe emmelleziyne fi kulubihim zeygun Those with deviation in their hearts, those who have bent, corrupted hearts, feyettebiune ma teshabehe min they go after the muteshabih parts. People who have deviation in their hearts, they go after the unclear parts of celestial messages. Why is that? Sometimes to expoit. Sometimes to abuse. Sometimes because it doesn’t go with their business or just plain they don’t like the message itself. Their inner selves don’t like what the message says. Sometimes they think themselves as a riot against Allah. Because they want to revolt. Also there are some devious hearted people go after the unclear verses because it doesn’t go with their agenda. Whatever the reasons may be, there are always those types of people come throughout the history. Their role is to corrupt the sources of references for faith and belief, even today there are people who undertake this hideous task.

feyettebiune ma teshabehe minhubtigael fitneti vebtigae te’viylih So why they go after these unclear parts; to create sedition. Simply to plant the seeds of corruption in society. Or to make their own Te’vil. Qur’an brings forward these two agenda. To create sedition and to make different Te’vil. What is the reason for Te’vil in this situation? Like I counted before, maybe they have their own plans or they simply don’t like the message itself. Their choices wouldn’t go with Allah’s choice. They are either politically or economically in contradiction with Allah’s orders. Allah’s message. That’s why they choose the way of corrupting the meaning of message instead of trying to destroy or deny it. They bend, they warp, they distort. But where is the real distortion in this scenario? In their hearts. Because those who have distorted eye sight, cannot see the truth right.

And this is the reason why they search the fault, the error, the distortion in what they look, not in their eyesight. They should look for it in their hearts. People who approach the truth with a warped heart, cannot see its nature. Qur’an doesn’t show the truth to people who appoach it with a distorted heart. That’s why Qur’an is shifaa-ul lil mu-minin, cure for those who show faith to itself.

…ve la yeziyduz zalimiyne illa hasara; Isra/82. We reveal Quran, healing and grace for those who believe! But this only increases the frustration of the wrongdoers. Qur’an only increases the harm and frustration of those who have distorted hearts.

ve ma ya’lemu te’viylehu illAllah No one but Allah knows its Te’vil. In other words, we cannot comprehend the truths with their full potential since Allah reduced them to metaphoric expressions, allegoric words in order to make them understandable for mere human minds. Trying to make all those mighty truths fit into our limited mind worlds is impossible. We can only comprehend these truths with similarity principles.

For example we understand heaven as the garden metaphor. Out minds can make way to understanding the concept of heaven by using this abstraction. Beyond that our mind capacity must be more than current state. Beyond that, our minds either go to heaven and see for themselves our need to explore the concept with other ways. Some truths of the unknown are beyond humans grasp.

So we have no choice but to understand the concept with metaphors. We cannot have the capacity to go further than that. We only see the simple copies. It’s not the same as the original. The original is something else entirely. This is the truth that wants to be told here. ve ma ya’lemu te’viylehu illAllah no one but Allah knows its true te’vil, true form.

ver Rasihune fiyl ilmi yekulune amenna Bihi kullun min indi Rabbina those who are grounded in knowledge say: “We believe in the Book, we believe it entirely. kullun min indi Rabbina the whole of it is from our Rabb. They don’t show any hesitation? Why? Because they observe the situation with faith.

Faith is a pre-knowledge. People who have no pre-knowledge of faith and try to reach the celestial messages, surely cannot handle the weight of the truths in these texts. That’s why faith is a necessity in all this. Faith gives humans a front knowledge. With that knowledge, a person may read the subtexts in this text. He can be one with the truths. With the help of celestial messages, a transaction starts with these words and human heart. This is only possible with faith. This is also the reason why Allah starts this text with introducing Himself. Allahu la ilahe illa HUvel Hayy’ul Kayyum; The words starts with that. If you have no faith, if you have no pre-knowledge, the necessary tools, you cannot establish a connection with celestial messages in your hearts and you cannot open your hearts to the very secrets of holy words.

ve ma yezzekkeru illa ulul elbab; The most beautiful expression about the truth came at last at the end of the verse. Only the people of deep understanding may notive these heavy truths. Yes, these truths we have been told since the beginning of this verse, these classifications of truths, the truths we should open ourselves and download to out mind worlds; only the men of deep undertandings have this potential to fully grasp the concept.

8-) Rabbena la tuzig kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lena min ledunKE rahmeten, inneKE entel Vehhab;

“Our Rabb, after giving us guidance (enabling us to recognize and discern the reality) do not turn our consciousness (back to the illusory identity – ego based existence), and bestow your grace upon us from your Self (ladun; the potential of the Names comprising my essence). Most certainly you are the Wahhab.” (A.Hulusi)

“Our Lord!” (they say), “Let not our hearts deviate now after Thou hast guided us, but grant us mercy from Thee; for Thou art the Grantor of bounties without measure. (A.Yusuf Ali)

Rabbena Our Rabb! Right here, the celestial mesage of Qur’an turns into a pray rising from humans language to Allah’s domain. It almost like Allah teaches us to pray and what should we want from Him. We learn the needs of ours from Allah again. And we also learn something else. We realize the problems we encountered above are mainly a heart problem, a faith problem and to avoid them, we use this pray.

Rabbena la tuzig kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lena min ledunKE rahmeten O our Rabb, after giving us guidance, after making us reach the right path, don’t let our hearts deviate, lost their ways. ve heb lena min ledunKE rahme and bestow your grace upon us from your Self inneKE entel Vehhab; For you are Wahhab, The Grantor of bounties without measure. This is the reason why we ask from you a part of your unlimited and unconditional blessing. This blessing we have asked for is nothing but the constant truth in our hearts, since you are the one who can turn hearts.

Heart means fickle. It cannot stay in one place for long. It’s nature is not constant. The revolution comes from the same root. Always in motion, so we can assume that the power of heart doesn’t have a center. This power is difficult to pinpoint. If you search for people we can see this fact. Some peoples hearts are in their egos. Some are in their stomachs. Some peoples hearts look for their minds for power and some search for their souls. Other peoples hearts may have more terrible places, like down as in lust.

That’s why the real message here is the pray. The linguistic root, foundaton meaning of heart points out this fact. But beyond that I want you to pay attention to the pray, what should we ask from Allah. Moving on.

9-) Rabbena inneKE camiun Nasi liyevmin la raybe fiyh* innAllahe la yuhliful miy’ad;

“Our Rabb, you will surely gather mankind in a period of whose coming there is no doubt. And never will Allah fail to fulfill His promise.” (A.Hulusi)

“Our Lord! Thou art He that will gather mankind together against a Day about which there is no doubt; for Allah never fails in His promise.” (A.Yusuf Ali)

Rabbena inneKE camiun Nasi liyevmin la raybe fiyh Our Rabb, you will surely gather mankind together in that Day which there is no doubt. innAllahe la yuhliful miy’ad; for Allah never fails in His promise

After teaching us this pray, our Rabb shows us the way of how to call for Allah, how to approach the revelations rightly and how to possess a heart like this. And it is time to learn about people who choose denial because they lack these features. Here Allah says;

10-) Innelleziyne keferu len tugniye anhum emvaluhum ve la evladuhum minAllahi shey’a* ve ulaike hum ve kudunnar;

Certainly for the deniers neither their wealth nor their children will benefit them against what becomes manifest from Allah. They are fuel for fire. (A.Hulusi)

Those who reject Faith,- neither their possessions nor their (numerous) progeny will avail them aught against Allah. They are themselves but fuel for the Fire. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne keferu Those who cannot have these hearts, those who reject Faith; len tugniye anhum emvaluhum ve la evladuhum minAllahi shey’a neither their possessions nor their children will benefit them, help them against Allah. The verse says, no possessions, no children, no wealth, no position basically nothing from earth may help a person to stand against Allah. Those who leave Allah will fall into the pull of materials, o friends. Those who leave Allah falls into earthly stuff. And when someone is pulled by materials, that things always pull you further from Allah. That’s why you should hang on to Allah’s blessings, Allah’s mercy with your hearts all the time. That’s the only way of saving yourselves if or when you fall in to earths pull. So that you avoid being lowest of the low (estel-i safilin)

It is like being caught to a flood. A human is like a ship, a heart is like a ship in fact. All the things in this world is an ocean. If the water stays out of the ship, destination doesn’t change. And water is good for the ship if used properly. Like the wealth and position a person have may help him go further if used properly. But if the water is in the ship, surely the ship will sink.

If the world gets into the heart, if the possessions, positions fall into hearts, if money, gold, silver or any kind of earthly gains find their ways to heart; it is the same meaning as the water finds its way to ship. It is the first step of sinking. The souls who hold on to Allah rises. The bodies who hold on to stuff, falls. That’s why your bodies stay on earth with all materials. If you improve, if you work with your souls side, that you may be able to save yourselves from earths pull. Only then you may find peace among great souls. ve ulaike hum ve kudunnar; Those who fall into earthly stuff, they are the fuel for fire.

This is a metaphoric expression like the one above. This verse is among the muteshabih (unclear) verses. Them, being the fuel of fire. Neither can I describe what kind of fire this is nor any of us comprehend. But we are told that this truth is like a material on earth, a burning thing and that’s it. But what kind of fire will it be? Nothing like we have seen before, that’s for sure. This fire will be a catastropy that we have never encountered before. But in our mind world, in our living material concepts, this high truth can only be described with these words. So we take these words as they are and comprehend the situation as it is.

But the people of knowledge, people who have deeper understanding, they don’t downsize the truth to simple metaphors even they are also told the situation with the same simple words. They don’t forget that the real truths have a higher degree, higher value. They don’t think about the simple earthly fire as we know it when they hear the word “fire”. They can see the deeper truth behind those words and comprehend the concepts.

Here, Qur’an gives us an example about the people who treat the celestial message like they are blind and deaf, people who cannot reach the holy revelations as they should. The example is from our history and this historical fact is about the era of pharaohs.

11-) Kede’bi ali fir’avne velleziyne min kablihim* kezzebu Bi ayatina* feehazehumullahu Bi zunubihim* vAllahu shediydul ikab;

(Their course) is just like the dynasty of the Pharaoh and those who came before them. (They had) denied our signs (the manifestations of the Names). And Allah seized them in their error. Allah is severe in recompense (severe in enforcing the due consequence of an offence; shadid al-iqab). (A.Hulusi)

(Their plight will be) no better than that of the people of Pharaoh, and their predecessors: They denied our Signs, and Allah called them to account for their sins. For Allah is strict in punishment. (A.Yusuf Ali)

Kede’bi ali fir’avne velleziyne min kablihim Yes. Their course as in the people who are described above as the rejectors of Faith and people who turn their backs to Allah and pulls back to the earths glamours life of vanity. Their course is just like the dynasty of the Pharaoh and those who came before them.

Qur’an makes a comparison here. Just like Qur’an pulls this example of pharaohs who live hundreds, thousands years ago to the people of Qur’ans first readers in seventh century, we also may pull these examples today from the time. We may see the targets of this verse even today. Just like the groups, societies and masses we encounter today, we can compare them by their courses and the similarty of these courses with the pharaohs and other wrong pathed groups.

What did they do? What are the common features which helps us define them? How can we seperate them from others? This kezzebu Bi ayatina They denied our messages. How can one be pharaoh, how can a society become a pharaoh society. The first feature is this. kezzebu Bi ayatina They denied our messages.

So what is the result? What will happen to a society which denies the celestial messages and slander the revelations Allah sent down? feehazehumullahu Bi zunubihim And Allah seized them in their errors. vAllahu shediydul ikab; For Allah is strict in punishment.

12-) Kul lilleziyne keferu setuglebune ve tuhsherune ila cehennem* ve bi’sel mihad;

Say to the disbelievers (those who deny the reality), “You shall be defeated and gathered in hell… How wretched a resting place!” (A.Hulusi)

Say to those who reject Faith: “Soon will ye be vanquished and gathered together to Hell,-an evil bed indeed (to lie on)!” (A.Yusuf Ali)

Kul lilleziyne keferu setuglebune ve tuhsherune ila cehennem Say to those types, those people who take denial as a job, who resist on denial, say to them; setuglebune you will be defeated. Say to those infidels, those deniers, those ungreatfuls, those blasphemers who turn their backs to Allah after Allah showed His grace by addressing them, those revelation deniers; setuglebune you will be defeated.With your attitudes you will surely be defeated. You will, because you raise your flag against Allah. You become arrogant to Allah. You turn your backs to Allah’s message. You turn your backs to the truth. And the price of rejecting the truth is losing both on earth and in afterlife.

Lose what? First of all, losing yourselves. Because you cannot turn your back to Allah without turning back to yourself. You cannot deny the facts of Allah without denying yourself. That’s why a person who close his eyes to his own truths becomes a stranger to himself. Once he become a stranger to himself, he become a stranger to earth. This process finally leads him to defeat. This is the definition of defeat.

Defeat of what, then? Defeat to earth, you will be vanquished by the things you think you own. You will be defeated to position even you have a greater value than mere materials. Even you have a greated honor than your wealth or your house, your job, your car; even you have more honorable that all of them, in the end those things without any value, those dishonorable materials will defeat you. They will conquer you. Your backs will be floored in this match. You will face the defeat. Because this things you think you own, will own you at the end. The reason is because you turn your backs to Allah. Remember the words above;

en tugniye anhum emvaluhum ve la evladuhum minAllahi shey’a Neither their stuff nor their children will help them stand against Allah. This verse is like a follow-up for this truth. setuglebune ve tuhsherune ila cehennem you will be defeated and exiled to Hell. What an evil bed it is! ve bi’sel mihad; what a wreched bed, what an evil cradle it is.

Actually mihad; comes from mehd. The cradle, which is more meaningful. Because people who have a final destination as hell are spiritually in a kids level. Of course we don’t mean as a purity or innocence, they aren’t clean as a baby but their souls are not grown. Their minds are not fully developed. Their perceptions, their foresight, judgement skills are not developed. They have no sense of seperation the good from bad. Actually they have no developed skills as a soul. That’s why their destination will be thir wreched cradle. They will be bundled in that terrible cradle.

13-) Kad kane lekum ayetun fiy fieteynil tekatâ* fietun tukatilu fiy sebiylillahi ve uhra kafiretun yeravnehum misleyhim ra’yel ayn* vAllahu yueyyidu Bi nasrihi men yesha’* inne fiy zalike le ‘ibreten liulil ebsar;

The truth is there were signs for you and a lesson to be taken from the two groups who met in opposition. While one group was fighting for the cause of Allah, the others were deniers; (the believers) saw with their own eyes that (the deniers) were twice their number. But Allah supports whom He wills with His aid. Certainly there is a great lesson in this for those with insight. (A.Hulusi)

“There has already been for you a sign in the two armies that met (in combat): One was fighting in the cause of Allah, the other resisting Allah. these saw with their own eyes twice their number. But Allah doth support with His aid whom He pleaseth. In this is a lesson for such as have eyes to see.” (A.Yusuf Ali)

Kad kane lekum ayetun fiy fieteynil tekata There is a message for you in the two armies that met in combat. fietun tukatilu fiy sebiylillah One was fighting in the cause of Allah kafiretun yeravnehum misleyhim ra’yel ayn the other resisting Allah yeravnehum misleyhim ra’yel ayn They, true believers… Most of the translators say the situation here is the battle of Badir. But just as the owner of the verse wants us to pay attention to the fact, the conclusion we arrive is a fact throughout the history. The active subject of history is not with the crowds but the few, the ones who have discipline and faith. The passive objects of history are the crowds lack of discipline and faith and accept theit fate as passive crowds or groups. Yes.

So this verse brings out this fact and expresses these truths by saying; There is a sign for you in the two armies met in combat. One was fightings in the cause of Allah and the other resisting on denial.

ve uhra kafiretun yeravnehum misleyhim ra’yel ayn* they, the true believers saw with their own eyes twice their number. Faithfuls look at infidels and see them twice their number. In Badir battle it was three in fact. The infidels were three times crowded from believers. The faithfuls are just 300 people and the Meccan heathens were 1000 well-armed, well-geared army. So if you take the situation as an expression of truth above time, you may approach the concept with more understanding.

vAllahu yueyyidu Bi nasrihi men yesha’ Yes, what is the main thing here? It is about whom Allah supports, which side is accompanied by truth. That’s why Qur’an says, Allah helps whoever He wishes. You don’t need a single thing if you already have Allah’s support, if you have a shelter, an aid, a friend as Allah. If you don’t have Allah, then what can you have? At this point having Allah as your support is a gain comes from your faith, discipline and effort. It is all about your value.

inne fiy zalike le ‘ibreten liulil ebsar; Certainly there is a great lesson in this for those with insight. Of course people with insights may surely read the laws of history. They read and they see. The truth shows that even with a small number of people with true mind, the few real thinkers, even they don’t have enough to stand against big crowds at first glance, they always be victorious against the rest of people, against the big and undisciplined crowds. That’s why it is a shame for who trust only the number of people with him. It is important to be with Hall, not to be with crowd. People who choose their sides just by looking where the crowd are the ones been forgotten among active subjects, among those with faith, mind and discipline.

kem min fietin kaliyletin galebet fieten kesiyraten Bi iznillah Bakara/249 Remember the verse explained the incident of Talut and Calut. There are many incidents in history like this one. A small group of people stand victorious over many crowds with their faiths and disciplines.

14-) Zuyyine linNasi hubbushehevati minen Nisai vel beniyne vel kanatiyril mukantareti minezzehebi vel fiddati vel haylil musevvemeti vel en’ami vel hars* zalike metaul hayatid dunya* vAllahu ‘indehu husnul meab;

Beautified for the people is the desire to indulge in the pleasures of women and children, heaped up sums of gold and silver, noble horses and cattle. However these are but transitory pleasures of the world. But Allah… The most beauteous goal (to attain) is with Him. (A.Hulusi)

Fair in the eyes of men is the love of things they covet: Women and sons; Heaped-up hoards of gold and silver; horses branded (for blood and excellence); and (wealth of) cattle and well-tilled land. Such are the possessions of this world’s life; but with Allah is the best of the goals (to return to). (A.Yusuf Ali)

Zuyyine linNasi hubbushehevati Beautified for the people is to have passionate love. What is this passionate love, the targets of this desire? minen Nisai women vel beniyne kids, especially sons vel kanatiyril mukantareti minezzehebi vel fiddati wealth in the forms of gold and silver vel haylil musevvemeti horses, high-priced and favorite horses vel en’ami herds and flocks vel hars lands, terrains, crops… All of these are beautified for the people is to have passionate desires and love. Qur’an says this.

In fact these were the targets of that eras desirable objects.You may transfer them to our days and change or multiply them by looking at your desires. zalike metaul hayatid dunya All those are earths temporary values. All those listed above are earths temporary values.

vAllahu ‘indehu husnul meab; but with Allah is the best of the goals. Really; which future do you want? Choose which future is really for you, then you may measure the worths of everthing whether they are really worthy or not. If your measure of worth is your lust, then you should read this verse again. Because you will surely find your greatest values among the things listed above. An important anecdote hubbushehevat the love of lust; the verse talks about a passionate desire. A passionate love. But in reality this is not love, this is by all means, desire. Friends; desire chains you, love sets your free. That’s why here the topic is about the things that put your hearts in chains, things that bind your hands, block your minds with invisible ropes; basically earthy desires for the things like women, kids, stuff or wealth. This desires are the ones which turn a person completely blind to truths including his eternal future. They tune a persons priorities to temporary future and make him sacrifice this eternal happiness for small earthy price. This verse is a danger sign for all these.

15-) Kul eunebbiukum Bi hayrin min zalikum* lilleziynettekav inde Rabbihim cennatun tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha ve ezvacun mutahharetun ve ridvanun minellah* vAllahu Besiyr’un Bil’ibad;

Say, “Shall I tell you of something even better than all of this? For those who are protected in the sight of Allah there are Paradises underneath which rivers flow, they will reside therein eternally. There they will have pure spouses (this could also denote the spouse of consciousness; a perfect body free from any ailment) and the pleasure of Allah. Allah, as the essence of His servants, is the Basir. (A.Hulusi)

Say: Shall I give you glad tidings of things far better than those? For the righteous are Gardens in nearness to their Lord, with rivers flowing beneath; therein is their eternal home; with spouses purified; and the good pleasure of Allah. For in Allah’s sight are (all) His servants,- (A.Yusuf Ali)

Kul eunebbiukum Bi hayrin min zalikum Say, “Shall I tell you of something even better than all of this? lilleziynettekav inde Rabbihim cennatun tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha For the righteous, for the ones who know their responsibilities for Allah are Gardens in nearness to their Rabb, with rivers flowing beneath; therein is their eternal home; ve ezvacun mutahharetun with pure spouses ve ridvanun minellah* and more which is the greatest of all, the pleasure of Allah. vAllahu Besiyr’un Bil’ibad For in Allah sees all His servants,

Allah’s sight including all His servants or a persons actions are all seen by Allah; these are in the domain of the word basiyr. There is a unity here. That’s why I translate it as a whole. Seeing something completely, not just the visual outside actions but the intentional inside ideas as well. Not just bodies but the hearts as well. Allah sees not just material actions, Allah sees the content of minds as well. Sees and decides the fate accordingly.

We also see in this verse a form of simplyfing an unknown concept for human minds . In this verse people are informed with gardens with rivers flowing beneath and pure spouses. Actually those are all metaphors for unclear concepts. They are all truths of the unknown but they are reduced to simple words so that people may understand with their limited perceptions.

16-) Elleziyne yekulune Rabbena innena amenna fagfir lena zunubena ve kina azaben nar;

They will say, “Our Rabb, we have indeed believed. Forgive us our faults and protect us from burning (suffering).” (A.Hulusi)

(Namely), those who say: “Our Lord! we have indeed believed: forgive us, then, our sins, and save us from the agony of the Fire;”- (A.Yusuf Ali)

Elleziyne yekulune Rabbena innena amenna fagfir lena Our Lord! we have indeed believed: forgive us, zunubena forgive our sins ve kina azaben nar and save us from the agony of the Fire. Very clear. Moving on.

17-) EsSabiriyne ves Sadikiyne vel Kanitiyne vel Munfikiyne vel Mustagfiriyne Bil eshar;

(They are) the patient ones, loyal, content (in submission with the comprehension of their servitude), they give (to the needy) and ask for forgiveness for their inadequacies in the early morning (the process of awakening). (A.Hulusi)

Those who show patience (firmness and self-control); who are true (in word and deed); who worship devoutly; who spend (in the way of Allah); and who pray for forgiveness in the early hours of the morning. (A.Yusuf Ali)

EsSabiriyne Patient ones; people who show patience agains challenge ves Sadikiyne loyal to their promises of faith,people who submit to Allah and won’t bow down to anything or anyone, vel Munfikiyne people who spend in the way of Allah, vel Mustagfiriyne Bil eshar; who pray for forgiveness in the early hours of the morning. Or like Ibn. Mansur explained in his Lisan-Arap book, this also means from heart, from soul, from the depth of a persons essence. People who ask for forgiveness from the depths of their souls, hearts and essences. What about all those people then? Like the verse above actually, Allah sees them. Allah sees them all.

O our Rabb, we show faith to you. Forgive us, forgive our sins and protect us from the suffering of fire. People who say this, who show patience, resistance, show loyalty to their faith, who bow down only to Allah and spend in the way of Allah, people who ask for forgiveness from the depths of their hearts with honesty. vAllahu Besiyr’un Bil’ibad; Allah sees them. Allah sees them all.

Dear friends, there is another truth revealed here. It’s asking for forgiveness from Allah. I should pass many stories come from Rasulallah about early times for now because of the time situation. But we should remember the saying of Rasuallah, “I ask for forgiveness from Allah 100 times a day.”

In fact this is knowing one’s place. Tevbe, forgiveness.. Asking forgiveness from Allah. This is another meaning of; “I know my place, o Rabb.” This is a confession of a person to realize his position. If we search the situation more closely, the real reason surfaces. This is a person’s path for knowing himself. By asking forgiveness, one also means; “I know myself, o Rabb.”

A person who says “estagfirullah”, a person who asks for forgiveness from Allah, also says “I know myself, O Rabb.” He admits his limits to Allah. He confesses his potential about knowing his place. A persons journey for learning Allah starts with knowing his place at first. This is the truth explained here. This is the message here.

18-) ShehidAllahu enneHU la ilahe illa HUve, vel Melaiketu ve ulul ‘ilmi kaimen Bil kist* la ilahe illa HUvel Aziyz’ul Hakiym;

Allah knows with certainty that none exists other than He. He is HU, there is no other, only HU… And (so do) the forces (potentials) of His names (angels; compositions of qualities that manifest through the knowledge of reality) and those of knowledge (those who possess this knowledge also know, and thus testify to this reality) and maintain themselves in accord with this truth… There is no god, only HU, the Aziz, the Hakim. (A.Hulusi)

There is no god but He: That is the witness of Allah, His angels, and those endued with knowledge, standing firm on justice. There is no god but He, the Exalted in Power, the Wise. (A.Yusuf Ali)

ShehidAllahu enneHU lâ ilâhe illâ HUve Allah knows with certainty that none exists other than He. This is the exact verse. Allah is the witness that none exists other than He. vel Melaiketu ve ulul ‘ilmi kaimen Bil kist* His angels, and those endued with knowledge, standing firm on justice acting only with justice, they are also witnesses, la ilahe illa HUvel Aziyz’ul Hakiym; There is no god, only Allah. And Allah is the owner of Power and Wisdom. Allah is witness, angels are witnesses, people of knowledge who stand firm on justice are witnesses on this truth; says Qur’an.

If you take this truth about knowing Allah as a follow up on people who know themselves, who ask for forgiveness like we described above; then this knowledge must be built over a foundation of faith like this. As in, knowing yourself is only possible if you build your truth on a firm faith foundation like this. If not, if the foundation is not like this one, than the person eventually forgets his limits. When he does, he might think himself as something more. He might even claim that he is a god.

Of course he wouldn’t say; “I’m a god, I’m a deity.”, but act like one. He acts like a god. He even tries to do Allah’s job. Tries to interfere Allah’s domain. Tries to interfere Allah’s message. Not only turns his back to Allah’s message, he might go far to create his own message and put it over Allah’s.

19-) Inned Diyne ‘indAllahil Islam* ve mahtelefelleziyne utulKitabe illa min ba’di ma caehumul ilmu bagyen beynehum* ve men yekfur Bi ayatillahi fe innAllahe seriy’ul hisab;

Indeed, the religion (system and order) in the sight of Allah is Islam (the whole of creation is in a state of submission, whether conscious or unconscious of the qualities of the Names)! Those to whom a Book (knowledge) has been given, have fallen into division after this knowledge, because of jealousy and ambition. And whoever covers the existence of Allah in His signs (which are the manifestations of His Names) indeed Allah is swift in reckoning (Allah instantly puts into effect the consequences of one’s actions; sari-ul-hisab). (A.Hulusi)

The Religion before Allah is Islám (submission to His Will): Nor did the People of the Book dissent there from except through envy of each other, after knowledge had come to them. But if any deny the Signs of Allah, Allah is swift in calling to account. (A.Yusuf Ali)

Inned Diyne ‘indAllahil Islam Then these truths complete one another. What is the only religion in the domain of Allah. It’s Islam. Islam may be used for 3 meanings. Close, peace and submission. It’s submission to Allah totally and salvation. Redemption. Of course people who submit to Allah find inner peace too. His war ends and his inner peace takes over. His heart tastes the peace. A person who realize himself and finds his inner peace, reaches his salvation. And moving on.

ve mahtelefelleziyne utulKitabe illa min ba’di ma caehumul ilmu bagyen beynehum* Those to whom a Book has been given, have fallen into division after this knowledge, because of jealousy and ambition. Yes, out of jeaously, they diset from the proofs of truths. They started to argue their faiths. ve men yekfur Bi ayatillahi fe innAllahe seriy’ul hisab; Whoever denies Allah’s message, whoever chooses to ignore Allah’s message fe innAllahe seriy’ul hisab; He should know that Allah is swift in reckoning, his account will be called soon.

20-) Fein haccuke fe kul eslemtu vechiye Lillahi ve menittebean* ve kul lilleziyne utul Kitabe vel ummiyyiyne eeslemtum* fein eslemu fekadihtedev* ve in tevellev fe innema aleykel belag* vAllahu Basiyr’un Bil’ibad;

If they argue with you say, “My face is in submission to Allah; so are those who follow me!” Ask those to whom the knowledge of reality and sunnatullah has been given and the illiterate ones (those who are unaware of this reality; the dualists), “Have you also accepted Islam?” If they submit they would have accepted the reality. But if they turn away, your duty is only to inform. Allah, as a result of His Names comprising His servants, is the Basir (evaluates). (A.Hulusi)

So if they dispute with thee, say: “I have submitted my whole self to Allah and so have those who follow me.” And say to the People of the Book and to those who are unlearned: “Do ye (also) submit yourselves?” If they do, they are in right guidance, but if they turn back, thy duty is to convey the Message; and in Allah’s sight are (all) His servants.

Fein haccuke fe kul eslemtu vechiye Lillahi ve menittebean If they argue with you, say; “I have submitted my whole self to Allah.” ve menittebean and those who follow me also submitted. ve kul ask them lilleziyne utul Kitabe vel ummiyyiyne eeslemtum those who are entrusted with the revelations and those who are ignorant to the truth. As in ask to the people of the book and the heathens eeslemtum “Have you also submitted yourselves to Allah?”

This is Islam. The other name of the constant values of humanity. That’s why Islam cannot be called a property for a single society. Islam is the name of all truths for humanity throughout the entire history and all prophets are Islam prophets. All the religions described by all prophets was indeed Islam. So people who have submitted themselves to Allah completely are called muslim, because Islam is submission.

fein eslemu fekadihtedev The verse continues, If they do, is they have also submit themselves to Allah completely, then they have also found savalation, they are in the right path. ve in tevellev fe innema aleykel belag If they choose the ignore, turn their backs, then your duty is only and only informing them. vAllahu Basiyr’un Bil’ibad; Allah sees all His servants.

21-) Innelleziyne yekfurune Bi ayatillahi ve yaktulunen Nebiyyiyne Bi gayri Hakkin ve yaktulunelleziyne ye’murune Bil kisti minen Nasi febeshirhum Bi azabin eliym;

As for those who deny the existence of Allah in His signs (the manifestations of His Names), and kill the Nabis against the will of the Reality, and kill those who enjoin justice, give them the tidings of a severe suffering! (A.Hulusi)

As to those who deny the Signs of Allah and in defiance of right, slay the prophets, and slay those who teach just dealing with mankind, announce to them a grievous penalty. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne yekfurune Bi ayatillahi ve yaktulunen Nebiyyiyne Bi gayri Hakkin After declaring this truth, Qur’an turns its face to Jews; which have a criminal record for killing the prophets sent to them Innelleziyne yekfurune Bi ayatillahi Those who deny Allah’s verses, messages ve yaktulunen Nebiyyiyne and kill the prophets without mercy Bi gayri Hakkin without mercy, relentlessly ve yaktulunelleziyne ye’murune Bil kisti minen Nasi and kill those who teach just dealing with mankind febeshirhum Bi azabin eliym; give them the tidings of a severe suffering.

There is a subtle irony here. Because they are in waiting for a heaven of their own. But you give them tidings of hell. Because they slaughtered their own prophets, o Muhammad. It’s not unusual for them to deny you. Not surprising at all. Because they stoned, killed, cut down, choked their own prophets which come among them.

22-) Ulaikelleziyne habitat a’maluhum fid dunya vel ahireti, ve ma lehum min nasiriyn;

They are the ones whose deeds will be worthless both in this world and the eternal life to come. There will be no helpers for them. (A.Hulusi)

They are those whose works will bear no fruit in this world and in the Hereafter nor will they have anyone to help. (A.Yusuf Ali)

Ulaikelleziyne habitat a’maluhum fid dunya vel ahireti, Those who act like that, who turn their backs to celestial message, those who play deaf against the Allah’s verses; this verse is for them. Ulaikelleziyne habitat a’maluhum fid dunya vel ahireti, They are those whose works will bear no fruit in this world and in Afterlife. How can it be possible if a man turns his back to celestial messages and still develops a peaceful philosopy independent from Allah? You cannot create a peaceful thinking without Allah, only religions may create a conscience ideology. No form of other ideologies may create a conscience concept independent from Allah. ve ma lehum min nasiriyn; There will be no helper for them.

An example for this, me friends. Think about a human, who wants to take a small orphan girl under his wings and raise her. At first you may think this is an action to be impressed, right? A poor, orphan, homeless girl and this man chooses to take her into his home and care for her. But can you still have the same feelings if you manage to look that mans heart and see these intentions? “I should raise this girl then use her for my own amusement.” What can you say if you have the power to listen to this mans heart and hear this intentions? Your reactions must be something like; “What a disgusting behaviour!”

So what makes you change your thoughts about the situation from a seen noble action to this disgustion behaviour? It’s the distinction comes from knowing the intention. And Allah knows all the intentions.

23-) Elem tera ilelleziyne utu nasiyben minel Kitabi yud’avne ila Kitabillahi li yahkume beynehum summe yetevella feriykun minhum ve hum mu’ridun;

Have you not seen those who were given a share of the revealed knowledge; they are invited to the revelation of Allah, that a judgment be made between them, but then some of them turn away and leave. (A.Hulusi)

Hast thou not turned thy vision to those who have been given a portion of the Book? They are invited to the Book of Allah, to settle their dispute, but a party of them turn back and decline (the arbitration). (A.Yusuf Ali)

Elem tera ilelleziyne utu nasiyben minel Kitabi yud’avne ila Kitabillahi li yahkume beynehum Have you not seen those who were given a share of the revelations? They are invited to the Book of Allah, to settle their dispute. summe yetevella feriykun minhum ve hum mu’ridun; but then some of them turn away from Allah’s message. But they were invited to Allah’s book earlier. As in they were called to settle their disputes by using Allah’s book. This is a historical reference.

24-) Zalike Bi ennehum kalu len temessenen naru illa eyyamen ma’dudat* ve garrehum fiy diynihim ma kanu yefterun;

This is because they think, “The fire will not touch us except for numbered days.” Their invented delusive belief is a betrayal to their religion. (A.Hulusi)

This because they say: “The Fire shall not touch us but for a few numbered days”: For their forgeries deceive them as to their own religion. (A.Yusuf Ali)

Zalike Bi ennehum kalu len temessenen naru illa eyyamen ma’dudat* Do you know why they behave like that? Because they say; “The fire will not touch us except for numbered days.” Why such a twisted idea? ve garrehum fiy diynihim ma kanu yefterun; For their forgeries deceive them as to their own religion.

They were slandering Allah. Why they fall into a twisted ideology? Because they were in thoughts that they are the chosen society. They named a irrelevant value like race which a person has no right to choose his own as a superiority reason. They fall into a celestial race mentality. This is the simplistic, most vulgar materialism. Because measuring a value, a humans value with something a human has no right to choose is nothing but a simple materialism.

25-) Fekeyfe iza ceme’nahum li yevmin la raybe fiyhi ve vuffiyet kullu nefsin ma kesebet ve hum la yuzlemun;

So how will it (their state) be when we gather them together in a period that is sure to come, and the results of their deeds are given without any injustice! (A.Hulusi)

But how (will they fare) when We gather them together against a Day about which there is no doubt, and each soul will be paid out just what it has earned, without (favor or) injustice? (A.Yusuf Ali)

Fekeyfe iza ceme’nahum li yevmin la raybe fiyhi Let’s check their destiny, destination. iza ceme’nahum li yevmin la raybe fiyhi when we gather them together in that day which there is no doubt ve vuffiyet kullu nefsin ma kesebet and each soul will be paid out just what it has earned ve hum la yuzlemun; and there will be no injustice for anyone. What will they do then? Then we will see their claims are really true. We will see how those “The fire will not touch us except for numbered days” saying, putting the holy race mentality up front every chance people; how will they pay the price of turning their backs to prophets messages? We shall see them all.

All thanks to Allah who sent these messages without limitation.

Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.
Esselamu aleykum.”


ESMA DERSLERİ 1 –“ALLAH” I TANIMAK – III

$
0
0

ARAŞTIRMALAR 3

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

HZ. MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI “ALLAH”

“TANRI”DAN “ALLAH”A

“İnsan gibi düşünen bir TANRI”dan, “ALLÂH” anlayışına!

İnsanoğlu, asırlar ve asırlar boyunca, karşılaştığı pek çok olayın üstesinden gelememenin aczi ile bir yerlere, bir şeylere sığınma, bir şeylerden medet umma duygusu içinde, aklı erebil¬diğince çeşitli nesnelere tapınma hissi duymuştur.

Bu tapınma, medet umma, başarı isteme gibi duygular da doğal olarak insanı çeşitli tanrı kavramlarına yönelmeye ve onlardan arzuları doğrultusunda bir şeyler umut etmeye itmiştir.

Bu arayış içindeki insan, kendisinde güç vehmettiği, arzuladıklarını verebileceğini sandığı çeşitli nesneleri bir tanrı olarak varsaymaya başlamış ve böylece de tanrılara tapılma dönemine girilmiştir.

Tapılacak tanrıları önce yeryüzünden seçen insanoğlu, bu kabulleniş içinde, kâh madenlere, kâh nebatlara, kâh da hayvanlara tapınma yoluna gitmiştir.

Daha sonraki aşamada, yeryüzündekilerin bir tanrı değil, kendisi gibi bir ölümlü olduğunu fark edince; Nebi ve Resul’ler tarafından yeryüzünde yaşayan bu varlıkların tanrı olamayacağı kendilerine idrak ettirilince, bu tanrılarına tapmaktan vazgeçmişlerdir… Ancak ne var ki, bu defa da semâda bulunan, tanrı kabul ettikleri varlıklara yönelmişler ve çeşitli etkilerini fark ettikleri yıldızlara tapınmaya koyulmuşlardır.
İnsanoğlu neyin üstesinden gelememiş, neyin sırrını çöze¬memiş ise, o, insan için bir bilinmez güç olarak kalmış ve onda bir “tanrılık” kavramı kabul edilmiştir.

Oysa yerde veya semâda bir tanrı fikri günümüz bilimsel verilerine tamamıyla ters düşen, varsayımdan başka bir şey değildir… Nitekim bu bilimsel gerçekliğe ters düşen varsayım, Kur’ân-ı Kerîm tarafından da Kelime-i Tevhid ile, “tanrı yoktur” ifadesiyle reddedilmektedir.

Asırlar ve asırlar öncesinde ateşe ve yıldızlara tapınarak, “tanrı” mevhumu ile kendini kozaya hapseden insanoğlu; daha sonraki devirlerde de yetiştikleri çevrelerin şartlandırmaları ile tefekkürden uzak bir biçimde yaşam sürmelerinin pahasını “tanrılarına” köle olmak ve bununla kendilerini tatmin etmek suretiyle ödemişlerdir.

Kozalarını günden güne daha kalınlaştırmak ve daha içinden çıkılmaz hâle getirmek suretiyle!

Hz. Muhammed (aleyhisselâm), Mekke’de kendisinin “ALLÂH RASÛLÜ” olduğunu açıkladığı zaman, sadece KÂBE’de 360 farklı tanrıyı sembolize eden, 360 tane PUT bulunmaktaydı. İnsanlar, her biri ayrı bir görev yapan 360 tanrıyı simgeleyen bu putlara tapınarak tatmin olma yolu içindeydiler.

Düşünemiyorlardı yerde ya da semâda bir tanrı olamayacağını!.. Çünkü henüz evrenin gerçek boyutları hakkında bir fikirleri yoktu!

Yeryüzünde ya da semâda bir yıldızda oturup, Dünya’yı ve Dünya üzerindeki insanları yöneten; kâh onların işlerine karışıp, kâh da onları kendi hâllerine bırakıp imtihan eden; yukarıdan insanların davranışlarına bakıp, onları tanımaya çalışan ve nihayet hoşuna giden işler yapanları cennetine, emirlerine uymayanları da cehennemine yollayacak olan bir tanrı!

İşte bu vehim içindeki insanoğlunun o yeryüzündeki ya da semâdaki tanrısına yaranmak, onun gözüne girmek için, yapmadığı saçmalıklar kalmıyordu.

Hatta Hz. Ömer’in ifadesiyle, kurabiyeden, tanrılarını sembolize eden putu yapıyor; önce onun karşısına geçip tapınıyor; sonra da oturup, afiyetle o tanrıyı temsil eden putu yiyorlardı… Ve hatta, vehmettiği, var sandığı tanrıya yaranmak için sekiz yaşındaki kızını diri diri mezara koyup üzerine toprak atarak, onu ölüme mahkûm ediyorlardı!

TANRI-İLÂH; birimin ötesindeki, tapınılan varlık anlamına gelir. Övülen, yüceltilen, büyütülen ve bütün bun¬ların karşılığında da kişiye istek ve arzuları istikametinde bağışlarda bulunacağı umulan varlıktır TANRI!

O tanrı, sana birtakım emirler verecek; sen de onun emir¬lerine uyarak onun gönlünü edeceksin, ki seni cennetine soksun, sana sayısız dünya güzellikleri bağışlasın; ya da kendi hür aklın, hür iraden ile ona karşı gelmek suretiyle onun düşmanlığını kazanacaksın, o da bu yüzden senden intikam alıp, seni türlü türlü azaplara düçar edecek!

İşte insanlar, bu yanlış, bâtıl ve ilkel düşünce ve inanç içinde tanrılara taparlarken; Hz. Muhammed (aleyhisselâm), “ALLÂH RASÛLÜ” olduğunu, almış olduğu vahiy sonucu olarak açıklayıp; artık insanların tanrıya tapmaması için elinden gelen gayreti göstermeye başladı.

“TANRI YOKTUR SADECE ALLÂH VARDIR” mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hz. Muhammed’in vurguladığı bu gerçek,
KELİME-İ TEVHİD şeklinde formüle edilmişti.

Neydi, KELİME-İ TEVHİD’in mânâsı?

İslâm Dini’nin temelini, “LÂ İLÂHE İLLÂLLÂH” sözünün mânâsı oluşturur.

Lâ ilâhe illâllâh” ne demektir?

Bu söz basit olarak ele alınırsa;

TANRI yoktur sadece ALLÂH vardır” anlamında değerlendirilir.

Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak.

Lâ ilâhe”de; “”, yoktur; “ilâhe”, “TANRI” demektir; yani, “Lâ ilâhe”, “tapınılacak tanrı yoktur” demektir.

Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim;

Kelime-i Tevhid, “Lâ ilâhe” ile başlıyor… Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor:

Yoktur tapılacak varlık!” yani “lâ İlâhe!

Akabinde, bir açıklama geliyor.

İllâ”=“sadece”, “ALLÂH” vardır!.. “İLLÂ ALLÂH” yani “sadece ALLÂH!”

Burada özellikle vurgulamamız gereken son derece önemli bir husus vardır.

Dinde, tefekkürden uzak bir biçimde ezbercilikle yetişmiş, etiketi ne olursa olsun, bazı taklitçi kişilerin içine düştüğü, son derece önemli bir yanılgı vardır.

“Lâ ilâhe illâ ALLÂH” uyarısını, halkın anladığı Arapçanın sıradan kurallarıyla yorumlamak suretiyle, çok büyük bir hataya düşmektedirler!

             Şöyle ki. “Lâ recülün illâ Âli” dendiği zaman, bu ifade dilimize “Âli’den başka er kişi yoktur” ya da “Âli gibi er kişi yoktur” veya “Er kişi olarak Âli gibisi yoktur” tarzlarında çevrilebilir.

             Oysa “İLL” kelimesi “ALLÂH” kelimesiyle yan yana kullanıldığı zaman bu asla “ALLÂH gibi bir tanrı yoktur” şeklinde anlaşılamaz… Yani, “başka bir tanrı-ilâh vardır ama o ALLÂH gibi değildir” şeklinde yorumlanamaz. Çünkü “Allâh” isminin işaret ettiği anlam, böyle bir yaklaşımı temelden reddeder!

Ayrıca bir de şu hususu iyi anlamak gerekir;

KÂNE” yani “İDİ” eki, nasıl “ALLÂH” isminin işaret ettiği anlam yanında, genel kullanım mânâsını yitirir; geniş zaman kavramına dönüşürse; aynı şekilde “İLL” kelimesi de “ALLÂH” ismiyle yan yana gelince, genel kullanım alanı dışına taşıp “SADECE” kavramıyla anlaşılır!

Önce “KÂNE” sözcüğüne bir misal verelim; “KânAllâhu ğafûrur rahıyma” dendiği zaman; bunu, nasıl “ALLÂH ĞAFÛR ve RAHIYM İDİ” diye çeviremezsek; “ALLÂH” isminin işaret ettiği özellikler, geçmiş zamanla kayıtlanmaktan berî ise.

Aynı şekilde; “İLLÂ ALLÂH” dendiği zaman da, “illâ” kelimesinin asla “başka” ya da “gibi” anlamlarına anlaşılmayıp; “sadece” anlamıyla idrak ve kabul edilmesi zorunludur!

Zira “ALLÂH” isminin bize işaret ettiği varlığın özellikleri, kendi dışında bir mevcut kabul etmediği gibi, hele hele, Varlığı yanı sıra başka bir vücud sahibinden söz etmeyi hiç kabul etmez!

İşte bu sebeplerledir ki, gerek “İLL”, gerek “KÂNE” ve gerekse de bu türden, zaman ve vücud ifade eden kavramları “ALLÂH” ismiyle yan yana gördüğümüzde, bunları genel kullanımda anladığımız mânâda değil, “ALLÂH” isminin işaret ettiği kavrama uygun bir anlamda anlamak mecburiyetindeyiz.

Bunu yapmadığımız takdirde, ortaya çıkacak olan kavram, ötemizde, hatta evrenin ötesinde bir TANRI yani İLÂH kavramı olacaktır!

İşte bu gerçeği göz önüne almış olarak; bu noktayı ince bir dikkatle kavramaya çalışırsak fark ederiz ki; “Tapılacak tanrı yoktur, sadece ALLÂH vardır!

Bu cümleden birinci mânâ olarak açığa çıkan gerçek şudur:

Tapılacak tanrı yoktur”… Evet, burada, kesin olarak, tapılacak bir öte tanrı olmadığını vurguladıktan sonra, “İLLÂ ALLÂH” diyor.

           “İLL” kelimesi, yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere genel kullanım itibarıyla, “ancak” manasına anlaşılabileceği üzere; buradaki özellik dolayısıyla, “SADECE” anlamında kul¬lanılmıştır.

Evet, “İLL” kelimesi, “ALLÂH” kelimesiyle bir arada kullanıldığı zaman, kesinlikle “SADECE” anlamında algılan¬mak zorundadır, zira “ALLÂH”tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, “ALLÂH” ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nispetle tarif edilsin!.. Bu hususu da geniş şekilde “HZ. MUHAMMED NEYİ OKUDU?” isimli kitabımızda açmaya çalıştık.

İşte bu gerçek dolayısıyladır ki, “İLL” kelimesi “ALLÂH” ismiyle yan yana kullanıldığı zaman bunu daima “SADECE” kelimesiyle tercüme etmek zorundayız.

Nitekim bu mânâ İngilizceye tercüme edilirken “There is no God BUT ALLÂH” şeklinde değil; “There is no God ONLY ALLÂH” Şeklinde tercüme edilmelidir… Ki böylece, İslâm Dini’nin getirmiş olduğu VAHDET, TEKLİK inanç veya düşünce sistemi fark edilebilsin.

Evet, sadece “ALLÂH” vardır ki, “rO ALLÂH, tapılacak bir tanrı değildir” anlamı mevcuttur bu açıklamada… Çünkü başta, kesin olarak “LÂ İLÂHE” yani “tapılacak TANRI yok¬tur” hükmü veriliyor!

Öyle ise “ALLÂH” İsmi ile İşaret Edilen, insanın dışında, ötesinde ve hatta bu var gördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!

Bu takdirde “tapınma” nedir, “kulluk” nedir?

Tapınma” ve “kulluk”.

Burada öncelikle üzerinde durmamız gereken konudur “tapınma” ve “kulluk”; bu kelimelerin anlamı nedir?

            “TAPINMA” kelimesi bir “tanrıya” bağımlı olarak kullanılır. Tapınılan ve tapan ikilisinin mevcudiyetine bağlı olarak “tapınma” olayı söz konusu olur.

Sen” varsındır... “Sen”in bir de “tanrın” vardır!.. Ve sen, bu tanrına tapınırsın!.. Yani “tapınma” denilen olay, iki ayrı varlık arasında geçerli olan bir davranış türüdür… Tanrıya, gökteki veya yerdeki herhangi bir tanrıya inanan kişinin, bu mânâda ortaya koyduğu çeşitli davranışlara verilen isimdir “tapınma”… “Sen”in ona yönelik yaptığın fiiller!

Nitekim Kelime-i Şehâdet’teki “ABDU HÛ” kelimesi, “Abdiyet-kulluk”un “Hüviyete” yani “”ya zorunlu olarak yapılmakta olduğunu açık seçik göstermektedir.

KULLUK” kelimesinin anlamına gelince;

Birimin, varoluş gayesine ve programına göre, davranış ortaya koyuşunun adıdır “kulluk”.

Nitekim Zâriyat Sûresi’nin 56. Âyetin de bu gerçek şöyle vurgulanmaktadır:

BEN CİNİ VE İNSİ YALNIZCA (Esmâ özelliklerimi açığa çıkarmak suretiyle) KULLUK ETMELERİ İÇİN YARATTIM!” (Zâriyat: 56)

Elbette ki, “ALLÂH” adıyla işaret edilenin, bu gayeyle yarattığı varlıkların, varoluş gayeleri dışına taşmaları asla mümkün değildir! Çünkü bu âyette bir hüküm ve sonucuna işaret edilmektedir.

Ayrıca burada hemen şu âyetle işaret edilen mânâyı dahi hatırlamalıyız:

…HAREKET EDEN HİÇBİR CANLI YOKTUR Kİ ONUN ‘Bİ’NASİYESİNDE (alnında-beyninde var olarak/beyninden) TUTMUŞ OLMASIN (Fâtır’ın beyni programlaması)…” (Hûd: 56)

Nitekim Fâtiha Sûresi’ndeki, “Sana kulluk ederiz”in anlamı; “Senin bizi varediş gayene ve programlamana göre ne gerekiyorsa onu yerine getirmek suretiyle görevimizi yaparız” demektir bu anlamda.

Ayrıca, “KUL KÜLLÜN YA’MELU ALÂ ŞAKILETİHİ” deniyor âyeti kerimede. Yani:

DE Kİ: ‘HERKES YARATILIŞ PROGRAMI (fıtratı – şâkılesi) DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYAR!’…” (İsra’: 84)

FÂTIR”ın kendi dilediği mânâlara uygun sûretleri ve bu sûretlerin birimlerini, varediş gayesine uygun olarak şekillendirmesi sonucu; onların da fıtratları (varediliş programları) gereği bu fiilleri ortaya koymaları, kulluklarıdır.

Özde, tâat ve ma’siyet farkı olmaksızın tüm birimlerin tüm davranışları, kulluklarıdır.

Kulluğun türüne ise “tâat” veya “ma’siyet” adları verilmiştir ki; yukarıda izah ettiğimiz üzere, hepsi de esasen kulluktur.

Yedi semâ (yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar), arz (bedenler) ve onların içindekiler O’nu tespih eder (Esmâ’sının özelliklerini açığa çıkaran işlevleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar)! Hiçbir şey yok ki, O’nun Hamdı olarak, tespih etmesin! Fakat siz onların işlevini anlamıyorsunuz!..”

(İsra’: 44) Âyeti, varlıktakilerin tümünün, anlatılan biçimde kulluklarını yerine getirdiklerini ifade etmektedir.

Bir diğer ifadeyle; birimin, kendi özünü ve orijinini tanıma çalışmalarının, faaliyetlerinin adıdır “tâat” olan kulluk!.. Kendi özündeki hazineden mahrum kalmaya ve pişmanlıklara dönük olan fiillerin adıdır “ma’siyet” olan kulluk!

Netice… “Kulluk”; varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır… “Tapınma” ise, bir birimin, var sandığı bir “tanrıya”, dilediği bir biçimde yönelerek, zamanın belli bir bölümünde prestij etmesi ve ondan bir şeyler ummasıdır.

Sonuç…

TANRI”YA TAPINILIR; “ALLÂH”A KULLUK EDİLİR!.

Peki öyle ise… “ALLÂH”a “kulluk” neden ve nasıl yapılmaktadır?

Bunu anlayabilmek için önce “ALLÂH”ın “AHAD” oluşunun mânâsını kavramak gerek!

ALLÂH”ın “AHAD” oluşunu şayet iyice idrak edersek, görürüz ki (basîretle), bir ALLÂH, bir de de yanı sıra kâinat gibi iki ayrı yapı mevcut değildir!

Yani, bir “ALLÂH” var, bir de âlemler mevcut; değil!

Başka bir deyişle; bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir “TANRI mevcut” anlayışı, tümüyle bâtıldır!

Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, bir TANRI değildir!

Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, AHAD’dır!

Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, sonsuz mânâlara sahip olup, her an bunları seyir hâlindedir!

Bu “SEYR”in mahalli de, “Esmâ âlemi”dir!

ZÂT’ı itibarıyla Vâhid-ül AHAD… Sıfatları itibarıyla HAYY, ALİYM, MÜRİYD, KAADİR, SEMİ’, BASIYR, KELİYM’dir.

Kendisinde bulunan özellikleri itibarıyla, sayısız mânâlara sahiptir ki; bunların bir kısmı gene Hz. Muhammed tarafından “Esmâ ül Hüsnâ”da açıklanmıştır.

Efâl âlemi” denen fiiller âlemi ise… Buna, “tüm varlıklarıyla, o varlıkların algılayabildiği evren” de denebilir.

Efâl âlemi” denen fiiller âlemi, yani meleklerin, cinlerin ve insanların da içinde yer aldığı kâinat ise bu varlıkların algılama araçlarına, duygularına göre mevcut olup; ALLÂH’ın “İLMİNDE”, ALLÂH’ın “İNDÎNDE” mev¬cut “İLMÎ SÛRETLER”dir.

Ya da başka bir ifade tarzıyla, var olan her şey, hakikatte “İLMÎ SÛRETLER”dir… “Ki bunlar asla vücud kokusu almamışlardır” hakikat ehline göre…

Kısacası, yaşadığımız kâinata ait olarak bilinen her şey, gerçekte vücud, varlık sahibi olmayıp; sadece ve sadece “ALLÂH’ın İLMİNDE” mevcut, basit anlayışımıza indirgenmiş ifadesiyle “hayal olan” varlıklardır!

İNSAN, hangi devirde yaşarsa yaşasın; beş duyu ile algıladığı verilere dayanarak, hangi ilme sahip olursa olsun, varlığın ORİJİNİNİ-HAKİKATİNİ asla hissedemez!

Beş duyu ilmi, sizi makrokozmosta ya da mikrokozmosta sayısız uzaylara ve boyutsal evrenlere sürükler!.. Beş duyu ilmiyle yıldızlardan galaksilere, galaksilerden karadeliklere, karadeliklerden akdeliklere, akdeliklerden yeni evrenlere sürük¬lenir; hep ÖTEDE BİR TANRI yanılgısı içinde yaşar gider¬siniz!

“RUH İNSAN CİN” isimli kitabımızda, günümüz insanının “UZAYLI VARLIK” dediği, eski dildeki ifadesiyle “CİN” denen varlıkların, insanları aldatma ve gerçekten saptırma yollarını anlatırken, bu yollardan birinin de çeşitli “Din’den” veya “HAKK’tan” görüntülerle, fikirlerle, insanı “ALLÂH”tan mahrum etmek olduğuna değinmiştik… Bilvesile, burada da aynı noktaya mevzumuz yönünden değinmek istiyorum…

UZAYLI” sanılan bu varlıklar ya da İslâm’daki adıyla “CİNLER”, iki konuda kesinlikle yetersizdirler ve ilişkide oldukları insanları da bu iki konudan daima uzak tutmaya çalışırlar… Ki bu iki konu; ALLÂH’ın AHAD oluşu ve KADER konularıdır!

Zaten, KADER olayı, ALLÂH’ın AHAD oluşunun doğal sonucudur!

İslâm’ın “Tevhid” inancı, yani Hz. Muhammed’in açıkladığı inanç sistemi; TAPILACAK TANRI OLMADIĞI, ALLÂH’ın AHAD olduğu ve bu yüzden bir TANRI’nın mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde hep, insanın bilfiil kendi çalışmalarının, yaptıklarının karşılığını alacağı şöyle vurgulanır:

İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır!” (Necm: 39)

Muhakkak ki siz o feci azabı tadıcılarsınız! Yaptıklarınızın sonucundan başka bir şey yaşamazsınız!” (Sâffât: 38-39)

…Yaptıklarınızdan başkası ile cezalandırılmazsınız (yaptıklarınızın sonuçlarını yaşarsınız)!” (Yâsiyn: 54)

Her birinin, yaptığı amellerinden (oluşan) dereceleri vardır. Tâ ki onlar, haksızlığa uğratılmaksızın amellerinin karşılığını tam görsünler.” (Ahkaf: 19)

Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü üzere; insan, Dünya’da yaptığı çalışmalarının karşılığını göreceğine göre, acil olarak ilk yapması gereken şey ölüm ötesi yaşamın ne olduğunu araştırarak “ALLÂH”ın ne olduğunu idrak etmektir… Zira, “DİN” konusunun temel taşı, “ALLÂH” kavramıdır.

Öncelikle ve kesinlikle şunu belirtelim ki, kim “ALLÂH” isminin mânâsını anlamamışsa, mevcudatın yapısını öz değeriyle bilmesine asla imkân yoktur!

Esasen, evrenin ve insanın yapısını dahi, ancak, “ALLÂH”ın ne olduğunu anlayabildikten sonra kavramak şansına sahibiz. Aksi hâlde, lokalize değerlendirmelerle yetin¬mek zorunda kalacak ve konunun özünden mahrum olacağız! …..

Beş Duyudan kayıtsız Düşünelim!

Bize göre, yani beş duyulu birimlere göre, içinde yaşadığımız bir evren; ve gene bize göre makro-mikro sayısız âlemler mevcuttur… Ancak dikkat edelim, bütün bunlar, hep, gözle algıladığımız verilere göre, böyledir!

Oysa…

Şu içinde bulunduğunuz mekânı alsalar, tavanını açarak, altmış milyar defa büyütme kapasitesi olan elektron mikroskobunun lâmına oturtsalar…

Ve sonra da siz geçip o mikroskobun üzerinden, az önce içinde bulunduğunuz mekâna baksanız…

Acaba ne görüyor olacaksınız?..

Bir milyar defa büyütme ile biz bir cismi değil, o cismin atom bileşenlerini görürüz!.. Hele, bu sayı 60 milyara ulaştığında… Gözümüzde bütün insanlar, eşyalar, koltuklar, yazıhaneler veya odadaki diğer cisimler tamamıyla kaybolacak; beynimizin vereceği hüküm tümüyle değişecektir!.. Ve…

Gayrı ihtiyarî ağzımızdan şu sözler dökülecektir; “Aaa, burada hiçbir şey yokmuş!.. Şuraya bak, sadece atomlar-dan, onların çevresinde dönen elektronlardan başka bir şey göremiyoruz!.. Peki nereye gitti bunca insan ve eşya!??”

Bu konuşmayı yapan beyin, az önce, mikroskoba bakmadan evvel, burada insanlar ve eşyalar var diyen beynin ta kendisidir! Beyin aynı beyindir de, değişen sadece algılama boyutu ve algılama aracına getirilen ek kapasitedir!

Demek ki beyin önce, mevcut algılama aracına göre çeşitli şekillerde ve insanların varlığına dair hükümler verirken; algılama aracının kapasitesi genişletildiği anda, bu hükmünü değiştirerek, burada atomlardan, çekirdek etrafında dönen sayısız elektronlardan başka birşey yok şeklinde yargıya var-maktadır!..

Acaba, biz, bu güçlendirilmiş mercekler dizini ile yani elek-tron mikroskobu ile yaşamak, böyle doğup böyle ölmek zorunda olsaydık… Şimdi hâlâ, bugün varlığını iddia ettiğimiz şeylerin mevcudiyetini iddia edebilecek miydik?.. Yoksa, üzerinde yaşadığımız Dünya’nın, uzayın ve algıladığımız her şeyin, atomların bileşmesinden meydana gelmiş tek bir yapı olduğunu mu savunacaktık?..

Şayet beynimiz; altmış milyar büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu yerine, on trilyon defa büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu ile evrene bakmak duru¬munda olsaydı; biz, gene ayrı ayrı cisimlerin, insanların varlığından söz edebilecek miydik?..
Yoksa, algılayacağımız, mevcut, bölünmez, parçalanmaz, süregiden sonsuz, sınırsız TEK mi olacaktı?..

Şayet anlatmak istediğim bu hususu size ulaştırabildimse…

Geldiğimiz bu noktada size izaha çalışacağım şey şudur:

GERÇEKTE, mevcut olan tek, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK’tir!.. AHAD’dır!.. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da makro planda kendisinin dışında hiçbir şey olmayan “ALLÂH AHAD”dır!

Ancak biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz... Çünkü, beynimiz kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte!..

Oysa beyin, kesitsel algılama araçlarının yani beş duyusu-nun son derece sınırlı değerlendirme kapasitesiyle kayıtlı kalmasa… Bu sınırlar içinde algıladığı verileri, yalnızca, evren-deki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek kabul etse…

Sonra derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden, daha nelerin mevcut olabileceğini tespit edebilse… Ve sonra, onların yapısal derinliklerine doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel öz ile karşılaşsa… Ve nihayet kendi “ben”liğinin dahi o evrensel “öz” içinde “yok” oluşunu fark edebilse…

İşte bu işin çok önemli birinci yanı!

Konunun ikinci önemli yanı da şurası…

Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, “AHAD” yani sınırsız-sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şâmil bulunduğuna göre; bu takdirde, O’nun varlığı yanı sıra var olabilecek ikinci bir varlık, nerede, hangi BOYUTTA veya hangi başlangıç noktasında O’nun varlığına bir sınır çizerek, kendine yer açabilecektir?!!

“AHAD ALLÂH” dışında var kabul edilecek ikinci bir varlığın, TANRI’nın yeri neresidir?..

ALLÂH”ın içinde mi, yoksa dışında mı?!!

Allâh”ın Tecellisi Yoktur!

Düşünebildiğimiz ve düşünemediğimiz her noktada, tüm özellikleri ile sadece kendisi var olduğuna göre; TECELLİSİ DE OLMAZ!..

Tecelli”; görünme, belirme, açığa çıkma gibi anlamlarda kullanılır…

Oysa, bütün bu ifadelerden anlaşılan, iki ayrı varlıktır!

Hâlbuki biliyoruz ki, var olan TEK’tir ve olup biten her şey O “TEK”te olup bitmektedir!

Bu durumda “O”nun “tecelli”sinden söz edilebilir mi?..

Tecelli” kelimesi, ifade yetersizliğinden dolayı kullanılmakta olan bir kelimedir. Hakiki mânâda, karşılığı yoktur!

Zira, gerçekten bir tecellinin var olabilmesi için, önce bir merkez, bir öz, bir cevher olması ve buradan da “tecelli mahalline” uzanan ya da yansıyan mânâlar olması icap eder!.. Mesela, Güneş’in merkezinden uzaya yayılan ışınlar gibi…

Yani, “ALLÂH”ın da bir merkezi olmalı ki, oradan “tecel-li” eden mânâlar kabul edilebilsin!.. Bu muhaldir!

ALLÂH”ın bir merkezi, lokalize olduğu bir yeri mevcut değildir ki, oradan herhangi bir yere tecellisinden söz edilebilsin… Tecelli için, bir çıkış merkezi gereklidir… Çıkış noktası olmadığı zaman ise “tecelli” kelimesi anlamını yitirir!

TECELLİ” kelimesinin bu kabulleniş ve anlatım ötesin-deki gerçek anlamı ise şudur:

Allâh” adıyla işaret edilenin, ilminde, isimlerinin özel-liklerini seyir sırasında, bu isimlerin mânâlarının Efâl âlemi olarak seyrine verilen ilmindeki projeksiyonun adıdır.

Geçmişte çeşitli zâtlar tarafından “tecelli” kelimesi kullanılmıştır. Bizim de 1967 senesinde çıkan bir kitabımızın adı “TECELLİYÂT”tır. Bu da genel kullanım içinde yer almıştır. Ayrıca, bu konuyu kavramaya istidat ve kabiliyeti olanları öz anlama yaklaştırabilmek için gene böyle yardımcı kelimelere gerek duyulur.

Evet, bu hususu da böylece vurguladıktan sonra şimdi beraberce araştırmamıza devam edelim… “ALLÂH”a tapınılır mı?.. “ALLÂH”a kim tapınacaktır?.. Hz. Muhammed’in, “ALLÂH” ile ilgili olarak, bir soruya verdiği cevabı hatırlayalım burada:

ALLÂH var İDİ ve O’nunla beraber hiçbir şey yok İDİ!

Bu tanımlamayı duyanlar, Hz. Muhammed’in “İlmin kapısı” olarak nitelendirdiği Hz. Âli’ye koşarak sözcükleri aynen naklediyorlar ve ondan bir açıklama bekliyorlar…

Hz. Âli şu öz cümle ile cevap veriyor:

“El an kemâ kân!”

Bu cümleyi şöyle tercüme edebiliriz:

Hâlâ, o andaki gibidir!

Bu ilk anda anlaşılan yönüyle demektir ki; “O anda öyle idi, o andan bu an’a kadar geçen zamanda hiçbir şeyi değiştirmedi; hâlâ da öyledir!..”

Veya konuya biraz daha vukuf sahibi bir kişi olarak, şöyle de bakma imkânına sahip olabiliriz:

El an” ifadesindeki “el” Arapçadaki anlamıyla “harfi tarif”tir… Yani İngilizcedeki “The” kelimesinin karşılığıdır. “Rastgele bir şey değil, herkesin bildiği bir şey” anlamında olarak kullanılır.

Mesela “kitap” dediğinizde, herhangi bir kitap anlaşılır… Ama bu kitap kelimesinin başına “el” ya da “The” kelimesini getirdiğiniz zaman, bu, sizin ve karşınızdakinin bildiği, üzerinde mutabık olduğunuz bir kitap anlamına gelir.

İşte buradaki “an” sözcüğünün başına “el” gelmesi, o bilinen mahut “an” anlamını getirir… Dolayısıyla da yukarıdaki cümleyi şöyle anlayabiliriz:

İçinde bulunduğumuz an, O işaret edilen ‘an’dır!

Yani, yaşamakta olduğumuz “şu an”, “ALLÂH”ın var olup, “O”nun yanı sıra hiçbir şeyin var olmadığı “an”ın ta kendisidir!
Esasen burada kesinlikle bilmemiz zorunlu olan şu husus da vardır: “Zaman” kavramı; yaratılmış, yani sonradan olmuş mahlûklar için geçerli olan bir kavramdır.

Yaratılmış olanların başı-sonu, geçmişi, hâli ve geleceği vardır… Oysa “ALLÂH” geçmiş ve gelecek zaman kavramlarından münezzehtir!…. (A. Hulusi/Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”-17/30)

*********************************************************

ALLAH’I BİLİMSEL OLARAK TANIMANIN YOLLARI

Bilim insanlık için büyük bir miras. Yapılan her araştırma, bu mirasın değerini sürekli olarak artırıyor. Yapılan her araştırma ile insanlık, doğada bulunan hayranlık uyandırıcı çalışmaların farkına varıyor. Küçük olsun veya büyük olsun, dikkatle baktığınızda, pek çok sistemin hayranlık uyandırıcı bir şekilde işlediğini göreceksiniz.

Belirli bir yaratıcı gücün varlığına pek çok insan, inanabilir veya inanmayabilir. Ancak bütün insanlığın ortak bir aklı vardır. İnançlar farklı olabilir ancak ortak akıl insanları ortak bir sonuca götürecektir. Eğer küçücük bir ortamda sürekli düzenli işleyen bir sistem varsa, orayla ilgilenen bir aklında bulunması gerekir. Bilim sadece elle tutulabilen ve gözle görülen verileri incelemek değildir. Akli yargıların kesin olarak hem fikir olduğu konular, bilimin çerçevesindedir.

Peki, insanoğlu, kendi kanaatini özgür bırakırsa gerçekten doğada var olan simetriyi ve estetiği göremez mi? İşte bu noktada görmek, bilmek ve incelemek bilimin alanından geçer. Doğru bir açı ile görüp bakarsak, tüm bu simetrinin ve düzeni bir hâkimi olduğunu anlarız.

Canlıları daha yakından incelediğimizde, onlarda var olan olağanüstü yapıların detaylarına daha yakından baktığımızda, çok önemli gerçekler ile karşılaşıyoruz. Tüm bu varlıkların deneme yanılma sonucu elene elene oluşma ihtimali yoktur. Kaldı ki deneme yanılma sonucu oluşsa bile doğada biz bu varlıkların kalıntılarına rastlamamız gerekir. Oysa ne mikro düzeyde ve ne makro düzeyde doğadaki fosillere ve kalıntılara baktığımızda, günümüzde soyu devam eden canlıların atalarına rastlıyoruz ve bu canlılarda en ufak bir bozulma yok.

Yaratıcımız Allah, bizleri kendisine bilimsel olarak inanmamızı istiyor. Hatta öyle ki var olan bu yaratılışa kayıtsız şartsız değil de, bilimsel araştırmalar ile ulaşmamızı istiyor. Bu konuyu Kuran ayetine Yüce Allah şu şekilde belirtiyor:

Kim Allah ile beraber ona ilişkin geçerli kesin bir kanıt (burhan)ı olmaksızın başka bir ilaha taparsa, artık onun hesabı Rabbinin Katındadır. Şüphesiz inkâr edenler kurtuluşa eremezler. (Mü’minun/117)

Kesin kanıtlar üzerine, bilimsellik üzerine Yüce Allah’ın varlığına ulaşmak, Allah’ın başlıca istediği hususlar arasındadır. Peki, sizler Yüce Allah’ın varlığına ne kadar bilimsel olarak ulaşıyorsunuz?

Günümüzdeki gelenekçi anlayış, insanları yobazlığa ve bağnazlığa sürükledi. Ancak Yüce Allah’ı doğru tanımak gerekir. İnsanlar eğer Yüce Allah’ı bilimsel olarak tanıyabilirler ise, gerçekten Yüce Allah’ı çok sevecekler ve O’nun emirlerini tutkulu bir şekilde uygulayacaklardır. Zaten Allah, insanlığın faydasına olmayan ve bilimsel olmayan bir konuyu emretmez.

ALLAH’IN VARLIĞI BİLİMSEL OLARAK YA DA AKIL YOLUYLA ISPAT EDİLEBİLİR Mİ?

Hayır, edilemez. Başta bilimsel metotlar olmak üzere hiçbir rasyonel argüman Allah’ın varlığını ispat etmez, O’nun (Şanı En Yüce) varlığına işaret ederler. Bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir. Bu noktada hikmetin gerektirdiği durum, “akla kapı açmak fakat iradeyi elden almamaktır.” Yani insan, Allah’ın varlığının akla uygun olduğunu görmeli fakat iradesi elinden alınmışçasına, ister istemez Allah’ın varlığına inanmak zorunda kalmamalıdır. Kalmamalıdır ki başka hikmetlerin yanı sıra, dünyanın bir sınav meydanı olabilmesinin bir anlamı bulunsun. Bu ise, Allah’ın varlığının ispat edilememesini gerektirir.

Ayrıca belirtelim ki, bilim Allah’ın yokluğunu da ispat etmez. Onun yaptığı sadece Allah’ın varlığı argümanının akla uygun olduğunu söylemekten ibarettir.

Dolayısıyla bu soruya verilecek temel cevap, Allah’ın ispat olunabilir değil ancak hissedilebilir bir gerçeklik olduğudur. Hissetme için ise bilimsel metotlardan çok daha fazlasına ihtiyaç vardır. İnsanı oluşturan maddi ve manevi parçaların bütününü içeren çok daha geniş bir argümanlar yumağına. Fakat biz burada onlara girmeyip, Allah’ın varlığını bilimsel olarak ispat edilemez kılan nedenler konusunda bazı düşünür ve bilim adamlarının görüşlerine bakalım:

1 – “Akıl bu konuları şanına yaraşır şekilde incelemekten acizdir. Nitekim şöyle demişlerdir: İnsanların aklı ve bilgisi sınırlıdır. Yüce ALLAH ise sonsuzdur. Sonlu olanın sonsuz olana ulaşması ise imkânsızdır.” (FAHRÜDDİN RAZİ, Tefsir-i Kebir, 1, 157)

2 – “Sınırlı olan akıl, sınırsız olanın Zatını kapsayıp kuşatamaz. Akıl kuşatamadığını -dolayısıyla sınırlayamadığını- kavrayamaz. Kavraması için mutlaka sınırlaması gerekir. Her ne ki sınırlıdır, o Allah olamaz. Bu yüzden de “Her ne ki aklına geliyor, o Allah değildir” demişlerdir.” (İSLAMOĞLU, ALLAH, 31)

3 – “Allah” bilgi nesnesi kılınamayacak kadar yüce olduğundan, bilgimiz O’nu kuşatamaz. Kuşatamadığı için de O, bilgi nesnesine dönüştürülemez. Böyle demekle O’nun bilinemez değil, insan bilgisi tarafından kuşatılamaz olduğunu söylemiş oluruz. Fakat O, Esmasıyla ve Esmasının varlıktaki tecellileri ile bilinir. O, Zatıyla idraklerin ötesinde bir el-Batın, sıfatlarıyla göz önünde bir ez-Zahir’dir. O’nun her yönüyle bilinebilir ve kavranabilir olduğunu söylemek, O’nun hiçbir biçimde bilinemez olduğunu söylemekle aynı kapıya çıkar.” (İSLAMOĞLU, ALLAH, 56)

4 – “Kant’a göre, Tanrı, inancın değil de bilginin konusu olsaydı insanın özgürlüğünden söz etmek mümkün olmazdı.” ( YARAN, Tanrı İnancının…, 43)

5 – “Bugün hakkında hiçbir kavram oluşturulamadığı için Tanrı’dan uzak durulması gerektiği sanılıyor. Oysaki gerçekte bu, O’nun yeniden keşfedildiğinin bir işaretidir. ‘Tanrı’nın niteliği hakkında aklım karışıyor’ (I am confused as to what God is) dediği zaman kişi bilmeden St. Thomas’ın ‘Hikmetli Sözler Kitabı’ ile ilgili şerhinde kullandığı kelimeleri tekrar etmektedir. St. Thomas, bu kelimeleri, Tanrı’nın ne olmadığı konusunda bilgisini geliştirerek Tanrı’nın var olduğunu söylemek durumuna düşen kişiyi tarif ederken kullanmıştır. Bu konuda kişinin aklına gelen ve ‘dır’ yüklemiyle ifade edilen ne olursa olsun, Tanrı’yı tam ifade etmez. Çünkü biz sadece hissedilebilir, sonlu objelerin varlığını tasarlayabiliriz.” (GİLSON, Ateizmin…, 62)

6 – “Şimdi, Allah’ın varlık delilleriyle ilgili her değeri kesin olarak reddeden zamanımızın insanları için seslenerek onlara şunu sormakta bir sakınca görmüyorum: Siz neyi bir ispat olarak isimlendiriyorsunuz? Bilimsel ispat deneysel ya da matematikseldir. Bir deney, bir hipotezi doğrulamak maksadıyla başvurulmuş ya da provoke edilmiş bir gözlemdir. Deneysel bir doğrulama hissedilebilir bir algılama objesidir ve mademki teolojik bilginin objeleri, tanım itibariyle fizik ötesi bir düzene aittirler, o halde bunlar beş duyuya ait algılardan kaçarlar.” (GİLSON, Ateizmin…, 119)

7 – “Biz Tanrı kanıtını hem her yerde görürüz hem de hiçbir yerde göremeyiz.” (DAVIES, Tanrı ve…, 148)

8 – “Tanrı varsa ve yeryüzünü gerçekten yaratmışsa, onu Euclide geometrisi üzerine kurmuş, insan zekasına ancak üç boyutlu kavrayabilecek gücü vermiştir. Bununla beraber eskiden de şimdi de -hatta en kalburüstü olanlar arasında- yeryüzünün ve daha da genişleterek bütün evrenin yalnız Euclide ilkelerine dayandığını şüpheyle karşılayanlar, hatta Euclide’e göre yeryüzünde mümkün olmayan iki doğrunun kesişmesinin belki sonsuzluğun bir yanında gerçekleştiğini düşünenler çıkıyor. Azizim aklım bunlara ermedikten sonra Tanrı’yı nasıl anlayabilirim? (DOSTOYEVSKİ)” (Akt: DÜZ, Dostoyevski, 142)

9 – “Pek çok filozof hala, Tanrı’nın var oluşu ispatlanamazsa, O’nun hakkında konuşmanın da anlamlı olmadığını kabul etmektedirler. Bununla birlikte bu, birkaç nedenden dolayı savunulabilir bir konum değildir. İlk olarak Tanrı kavramı delille ispatlanabilir bir kavram türü değildir. O, aşkın bir gerçeklikle ilişkili olabildiği kadarıyla açık empirik gözlem düzeyine indirgenemez. O, empirik doğrulamanın ilişkili olduğu kavramlardan farklı bir anlam katmanına aittir. Ve gittikçe artan bir şekilde bilinmektedir ki, Tanrı kavramından daha az sorunlu olan kavramlar bile bir zamanlar düşünüldüğü gibi bu yöntemle doğrulanamazlar. Bu, basitçe bizim gerekli testleri gerçekleştirebileceğimiz araçlara sahip olmayışımızdan değil, aksine bizzat kavramların yeterli biçimde, kapsamlı doğrulamayı neyin oluşturacağını söylememize izin verecek şekilde tanımlanmayışları nedeniyledir. Biz şu belli delilin, belli bir iddianın ‘lehinde söz ettiğini’ ve diğer delilin de ‘aleyhinde söz ettiğini’ bilebiliriz, ancak kuşkuya neyin bir son vereceğini söyleyemeyiz.” (KING, Tanrı’nın…, 143)

10 – “Tanrı’nın varlığını kanıtlamak ya da çürütmekte kullanılacak bilim temelli her savın sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bilimde Tanrı’yı aramak, içindeki küçük oyuncuları görmek için televizyonu açmaya benziyor.” (UNWIN, Tanrı’nın…, 37)

11 – “Ben hala Evrenin nasıl işlediğini, niye o şekilde işlediğini ve neden var olduğunu anlamaya çalışıyorum. İlk iki amaçta başarılı olabilmemiz konusunda mantıklı bir olasılık var sanırım ama Evren’in neden var olduğunu bulma konusunda o kadar iyimser değilim (HAWKING).” (M. WHITE, J. GRIBBIN, Stephen…, 323)

12 – “Tanrı’nın varlığına ilişkin bir argümana bilim yalnız başına kanıtlar sunamaz. (…) İlahi varlığın keşfedilmesi deneyler ve denklemlerle değil, bunların ortaya koydukları yapıların anlaşılmasıyla gerçekleşir.” (FLEW, Yanılmışım…, 145)

13 – “Tanrı’nın varlığına inanıyorum. Tanrı’nın varlığını etrafımdaki her şeyde, özellikle de bir bilim adamı olarak yürüttüğüm çalışmalarda açıkça hissedebiliyorum. Öte yandan Tanrı’nın varlığını, bir hipotezin doğruluğunu ispat ettiğim şekilde ispat edemem.” (Prof. S. L. BERSANEK)” (H. MARGENAU, R. A. VARGHESE, Kosmos…, 136)

14 – “Evren’deki hassas ayar tek başına bize Tanrı’nın sıfatları hakkında bir şey söylemez. Bunu başka yollardan anlarız. Fakat Evren’deki hassas ayar O’nun var olduğu, dünyayı yarattığı ve bundan dolayı da Evren’in bir gayesi olduğu sonucuna varmamıza yardımcı olur. Evren’i, düşünen varlıkların yaşayabileceği bir ortam olarak çok hassas bir dengede yarattığını anlarız.’

Antropik kanıtın ikna ediciliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?’ diye sordum;

Matematiğin bize iki artı ikinin dört ettiğini söylediği anlamda kati değil.’ dedi Collins. ‘Antropik delil daha ziyade kümülatif bir argüman. Doğa sabitlerinin ve kanunlarının sıra dışı hassas ayarı, güzellikleri, keşfedilebilirlikleri, algılanabilirlikleri; bütün bunlar birbirine kuvvet vererek Tanrı hipotezini sahip olduğumuz en makul seçenek durumuna getiriyor. Diğer bütün teoriler, bu bütünlüğü açıklamada yetersiz kalıyor.’ ” (STROBEL, Hani…, 197)

Kaynak; Bilim Hakkında.com

***********************************************************************

ALLAH İSMİNİN MANALARI

Allah isminin beş manası, vasfı vardır ki Allah’ın gayrı hiçbir şeye müşabih olmadığına işaret ederler.

1 – Kıdem; O evvelin de evvelidir sonradan olmamıştır hep vardır.

2 – Bekâ; Sonradan da sonradır, hep olacaktır.

3 – Vahdaniyyet; Eşsizdir, şeriki yoktur, nazîri yoktur, her şeyin müsebbibidir. Her şey ona muhtaçtır, “Ol” deyince olur ve yine O’nun emri ile ölür.

4 – Muhalefetün li’l-havâdis;O yaratandır ve yaratıklarına benzemez.

5 – Kıyam bi-nefsihî; varlığı Zatıyla kâimdir, hiçbir şeye muhtaç değildir. (T. Bekir Bayraktaroğlu- Esmaü-l Hüsna/43)

******************************************

            “ALLAH” İSMİ HAKKINDA.

Öğrendiğime göre bazı isimlerin anlamları birbirine karışmıştır. Bu da bir ismin diğer bir isme güç ve kuvvet vermesi içindir. Bunlardan bazıları birçok isimlerin anlamını ihtiva ederler. Burada cüz-i isimler asli isimlerin hükmü altına girmektedir. Asli, yani temel isimlerin bir ismine de aslın aslı denilir ve burada son bulur. Bu adların ilki Allah adıdır. İşte bu isim ilâhi isimlerin başlangıcı ve ilkidir.

İkincisi ise er Rahmân adıdır ki bu isim 2. Rütbede sayılır. Bunlardan her birinin diğer bütün isimler üzerinde etkisi ve şümulü bulunmaktadır.

Şimdi bütün güzel isimlerin sözü edilen iki ismin kapsamına girdiğini öğrenmiş olduğu takdirde bilmelisin ki bu isimlerden her birinin ayrı ayrı özel durumu bulunmaktadır. Ne var ki bütün isimler aynı itibarda ve özel durumda olmayıp bir diğer ismin şümulüne girmiş olurlar. Şimdi sizlere bu isimlerden her birinin özel itibarının neler olduğunu açıklayalım.

Hak Tealânın adı ancak vücudu müretteb yani tertip edilmiş, düzenlenmiş isimlere girmiştir. Yoksa izafi idam yani lafzen silinerek veya yok edilerek ve sarfen, yani vücudatı değiştirilen veya dağıtılan ikinci rütbede vücut bulamayan adlara girmiş olurlar. Nitekim müretteb veya tertipli olanların özel adları olduğu gibi vücudu bulunmayanların da özel adları vardır.

Hak tealânın adının yok edici veya idam edici adları şunlardır; El Mâni’, el Kâbıd/z, el Mümîd, el ‘Alîm, el Bâtın, el Mübtelî, es Semî’, el Azîz, el Ğanî, el Müzil, el Afûv, el Kebîr, el Mütealî, el İlâh, el Vâris, el Vâkî, er Râtık, er Refî’, Zül-Arş, el Mümtahin, ZülCelâl, el Kuddûs, el Cebbâr, el Mütekebbîr, El Ahâd, es Samed.

Yukarıda geçen adların tümü Yüce “Allah” adının özelliklerindendir. Bu adlara hiçbir zaman Rahmân adı girmiş olmaz. Ancak itibarî olarak ikinci rütbede olan adlara Rahman adı dâhil olur.

Rahmân adına gelince bu ad ancak ilk rütbede vücut bulan adlara girer. Bu adlar şunlardır; er Rabb, er Rahmân, er Rahîm, el Mâlik, el Muhît, el Kadîr, el Hakîm, et Tevvâb, el Mufaddıl, el Basîr, Zül-fazl, el Velî, en Nasîr, el Vâsi, el Bedî’, el Kâfi, er Raûf, eş Şedîdü-lAzâb, el Karîb. El Mucîb, es Serîü-l Hisâb, el Habîr, El Bâsıd, el Hayy, el Kayyûm, (Bu iki isim Rahman isminin azametli özelliğidir) el Hamîd, el Müstena’im, el Vehhâb, el Câmî’, el Muksıd, Mâlikü-l Mülk, el Muîz, uzak bir yönden el Hakem, ve diğer bir yönden en Nasr, el Hayy, el Vekîl, el Mürsil, es Sâdık, eş Şâkir, el Fâtır, el Kâhir, el Kâdî, el Muğîs, el Kâdir, el Fâlık, el Latîf, el Bârî, el Hâdî, el Muğîs, ed Darr, en Nâfi el Kavîy, el Hafîz, el Mücîd, el Vedûd, el Fa’âl, e4l Hâfız, er Râfî’, el Müdebbir, el Kahhâr, el Vakîy, el Velî, el Mennâr, el Kefîl, el Mükrim, el Muktedir, el Cenân, el Bâkî, el Mu’ti el Fatık el Bâis, el Hakk, el Mevlâ, ez Zekîy, el Vâfî, en Nûr, el Mübîn eş Şâfî el kerim, el Muhsin, el Mubdî, et Tahîr el Fettah, el Allâm, eş Şekûr, Züt-tûl, el Mümtahîn, er Rezzâk, el Metîn, el Berr, el Mu’nî, Zü’l-Celâli ve’l-ikrâm ez Zâhir, el Müheymin, el Cebbar, el Hâlık el Bârî, el Musavvir (bu isim hüküm yönünden pek azametlidir. Ez Zârî, zü’l Mearic, eş Şedîdü’l Batş.

Yukarıda açıklanan isimlerden başka Allah’a nispet edilen isimler çok fazladır. Böyle olmasının sebebi nedir? Çünkü İlâhi rahmet Rahmân adındaki özelliğe binaen gazab, hiddet ve öfkeyi az da olsa geçmiştir. Bu da ancak azametli isim olan Allah adına yaklaşmak veya ulaşmakla değil ona tabi olmakla ve ona yetişmekle mümkün olur. (A. Süleyman et Tilmsânî-Esma-i Hüsna/10-11)

******************************************************************

PEYGAMBER DİLİNDEN BAZI DUALAR

1 – “Allah’ın adıyla, Allah’a tevekkül ediyorum. Allah’ım! Sapıtmak ve saptırılmaktan, alçalmak ve alçaltılmaktan, zulmetmek ve zulmedilmekten, bilgisizlikten ve bilgisiz bırakılmaktan Sana sığınırım.” (Tirmizî)

2 – “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalplerimizi tâatine çevir.” (Müslim)

3 – “Allah’ım kalbimi aydınlık kıl, lisanımı, kulağımı, gözümü, ardımı, önümü, üstümü, altımı aydınlık eyle. Allah’ım, nurumu büyüt.” (Buharî-Müslim)

4 – “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalbimi dininin üzerinde sabit kıl.” (Tirmizî)

5 – “Allah’ım! Senden yararlı bilgi, hoş rızık, kabul edilmiş amel isterim.” (İbn Mace)

6 – “Allah’ım, yaptığım şeylerin şerrinden ve yapmadığım şeylerin şerrinden Sana sığınırım.” (Müslim)

7 – “Allah’ım, cehennem fitnesinden ve cehennem azabından, zenginliğin ve fakirliğin şerrinden Sana sığınırım.” (Ebû Davud)

8 – “Allah’ım, nimetinin elden çıkmasından, afiyetinin ters dönmesinden, ansızın azabına uğramaktan ve her türlü gazabından Sana sığınırım.” (Müslim)

9 – “Allah’ım, Senden sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve beni Senin sevgine ulaştıracak ameli isterim. Allah’ım, Senin sevgini bana nefsimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle.” (Tirmizî)

10 – “Allah’ım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlıktan ve cimrilikten Sana sığınırım. Kabir azabından Sana sığınırım. Hayatın ve ölümün fitnesinden Sana sığınırım.” (Müslim)

11 – “Allah’ım, Senden rahmetini icap ettiren şeyleri, mağfiretini gerektiren şeyleri, bütün günahlardan esen kalmayı, bütün iyilikleri ganimet olarak kazanmayı, cennete nail olmayı ve cehennemden kurtulmayı isterim.” (Müslim)

12 – “Allah’ım, işimi koruyan dinimi ıslah et, geçimimi sağlayan dünyamı ıslah et, dönüp varacağım yer olan ahiretimi ıslah et. Hayatı her hayrı artırmama vesile eyle, ölümü bütün kötülüklerden kurtulmama çare eyle.” (Müslim)

13 – “Allah’ım! Dünyada ve ahirette Senden esenlik isterim; Allah’ım, dinim, dünyam, ailem ve malım konusunda Senden af ve esenlik isterim. Allah’ım, ayıplarımı ört. Korkularımdan beni emin eyle. Önümde, ardımda, sağımda, solumda, üstümde olanlardan beni koru. Altımdakilerden de Senin azametine sığınırım.” (Ebû Davud)

14 – “Allah’ım, hatamı ve cahilliğimi, işimde aşırılığımı ve benden iyi bildiğin şeylerimi bağışla. Allah’ım, ciddimi ve şakamı bağışla, hataen ve kasten yaptıklarımı bağışla. Bütün bunlar bende vardır. Allah’ım, yapıp ileriye gönderdiğim ve yapmayıp geriye bıraktığım; açıkladığım ve gizlediğim şeylerimi ve benden daha iyi bildiğin şeylerimi bağışla. İleriye süren ve geriye bırakan Sensin. Sen her şeye kadirsin.” (Buharî-Müslim)

15 – “Gökleri ve yeri yaratan, görünen ve görünmeyeni bilen, her şeyin Rabbi, meliki ve sahibi olan Allah’ım! Senden başka ilah olmadığına şahidim. Nefsimin kötülüğünden, şeytan ve ortaklarının şerrinden Sana sığınırım. Nefsime bir kötülüğün gelmesinden veya Müslümanlara karşı bir suç işlemeye onu itmesinden gene Allah’a sığınırım.” (Tirmizî)

16 – Allah’ım! Kalplerimizi birleştir. Aramızı düzelt ve bizi kurtuluş yollarına ilet. Bizi karanlıklardan aydınlığa çıkar ve büyük günahların açığından da gizlisinden de uzaklaştır (Ebu Davud)

17 – Allah’ım! Senden bana teslim olmuş bir kalp ve doğru söyleyen bir lisan lütfetmeni niyaz ediyorum (Tirmizî)

18 – “Allah’ım! Öfkenden rızana; cezandan affına sığınırım. Senden yine sana sığınırım. Sana övgüyü saymakla bitiremem. Sen kendini nasıl övdüysen öylesin.” (Müslim)

19 – “Allah’ım! Dalalete (sapıklığa) düşmekten veya (başkalarını) dalalete düşürmekten, hataya düşmekten veya (başkasını) hataya düşürmekten, zulmetmekten veya zulme uğramaktan, cahillik etmekten veya cahillikle karşılaşmaktan, sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd)

20 – “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, huşu duymayan kalpten, kabul olunmayan duadan doymayan nefisten sana sığınırım.” (Müslim)

21 – Allah’ım! Bize imanı sevdir ve onu bize güzel göster. Küfürden, fasıklıktan ve isyandan nefret ettir. Bizi doğru yolda olanlardan eyle (Hâkim, Da’avat 1868).

22 – Allahım! Dinî-dünyevî hayatım ile ailem ve malım için Senden bereket ve sağlık niyaz ediyorum (Hâkim, Da’avat 1902).

23 – Allahım! Senden bana teslim olmuş bir kalp ve doğru söyleyen bir lisan lütfetmeni niyaz ediyorum (Tirmizî, Da’avat 23).

24 – “Başka bir ilâh yok, ancak Allah var. O’nun şerîki yoktur. Mülk O’nundur, hamd de O’nundur. O her şe¬ye kaadirdir. Allah’ım, Senin verdiğine engel olacak da yoktur, vermediğini verecek de yoktur. Ve servet sahi¬bi olanlara servetleri sana karşı bir menfaat veremez. Ya¬ni servetine güvenerek sana âsî olanları o servetleri kurtaramaz.” Buhârî, Ezân, 155

25 – “Allah’ım, benim kalbime nur ver, benim kulağıma nur ver, benim gözüme nur ver, sağ tarafıma nur ver, soluma da nur ver, benim önüme de nur ver, arkama da bir nur. Nurumu çoğalt, nurumu çoğalt, nurumu çoğalt.” (Buhari)

26 – “Allah’ın, ismiyle kapıdan çıkıyor ve O’na güveniyorum. Kötülüklerden dönme gücünü de, iyiliklere sarılma gücünü de veren yalnız Allah’tır.” (Cami’üs Sağir)

27 – “Allah’ım! Yolumu şaşırmaktan ve savrulmaktan, küçük düşmekten ve düşürülmekten, haksızlığa uğramaktan ve uğratılmaktan, kaba hareketlerden ve kaba hareketlere itilmekten, isyan ettirilmekten sana sığınırım.” (Cami’üs Sağir)

28 – “Ulu Allah’a tövbe ediyor, günahlarımın bağışlanmasını O’ndan diliyorum. O tüm varlıklara hükmetme gücünü elinde tutan ölümsüz diridir.” (Cami’üs Sağir)

29 – Allah’ım altından kalkılmaz belâ ve musibetlerden, bahtsızlıktan, kötü yazgıdan, düşmanları sevindirecek duruma düşmekten sana sığınırım. (Hüccetullahi’l-Baliğa)

30 – Allah’ım şüphesiz ben, cehennem azabından cehennem fitnesinden, kabir fitnesinden, kabir azabından, zenginlik fitnesinin şerrinden, fakirlik fitnesinin şerrinden, mesih-Deccal fitnesinin şerrinden sana sığınırım. (Hüccetullahi’l-Baliğa)

31 – Allah’ım benim günahlarımı kar ve dolu suyu ile yıka. Kalbimi beyaz elbisenin kirden paklandığı gibi her türlü kötülükten arındır. Benimle günahlarımın arasını doğu ile batı arasını uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır. (Hüccetullahi’l-Baliğa)

32 – Allah’ım nefsime takvasını ver ve onu arındır. Onu arındıracak ancak sensin, onun velisi, mevlâsı (Efendisi) sensin. (Hüccetullahi’l-Baliğa)


ESMA DERSLERİ 1 –“ALLAH’I” ZİKRETMEK IV

$
0
0

Resim4

KUR’AN A GÖRE ZİKRİN FAYDA VE MÜJDELERİ

1 – O hâlde beni zikredin (anın – düşünün) ki sizi zikredeyim. Şükredin bana (değerlendirin beni), sakın küfretmeyin (hakikatiniz ve varlığın hakikati olduğumu inkâr etmeyin). (Bakara/152)

2 – Unuttuğunda Rabbini (hakikatin olan Esmâ mertebesini) zikret (hatırla)! Ve de ki: “Umarım Rabbim beni kurbunda (mâiyet sırrının yaşandığı Tecelli-i Sıfat mertebesi. {İnsan-ı Kâmil, Sıfatların tecellisi bahsi; Abdülkerîm Ciylî. A.H.}) olgunluğa erdirir. (Kehf/24)

3 – Bir de sayılı günlerde (hac bayramı 2./3./4. günleri) Allâh’ı zikredin (tekbir getirin). (Bakara/203)

4 – Onlar (öze ermişler) ayakta, otururken ya da yanları üzere uzanmışken Allâh’ı anıp (hatırlayıp), semâların ve arzın yaratılışını (günün getirisi ölçüsünde evren ve derûnu ya da beyin indînde bedenin yeri ve özelliklerini) tefekkür edip; “Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın! Subhan’sın (yersiz ve anlamsız bir şey yaratmaktan münezzeh, her an yeni bir şey yaratma hâlinde olansın)! (Açığa çıkardıklarını değerlendirmemenin getireceği pişmanlıktan) yanmadan bizi koru” (derler).(A. İmran/191)

5 – Onlar ki iman etmişlerdir ve şuurları Allâh’ı hakikatlerinde olarak hatırlayıp hissetmenin tatminini yaşar! Kesinlikle biline ki, şuurlar Bizikrillâh (Allâh’ı, Esmâ’sının işaret ettiği anlamlar doğrultusunda hakikatinde HATIRLAYIP hissetmek) ile mutmain olur! (Ra’d/28)

6 – And olsun ki, Rasûlullâh’ta sizin için mükemmel bir örnek yaşam vardır! Allâh’ı ve sonsuz geleceği umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler (hatırlayanlar) için! (Ahzab/21)

7 – (Onlar o) Ricaldir ki, kendilerini ne ticaret ne de (dünyevî) alışveriş Allâh’ın Zikri’nden (hakikatlerini hatırlamaktan engelleyip), salâtın ikamesinden (hakikatini yaşamaktan) ve zekâtı vermekten (kendisindekini karşılıksız paylaşmaktan) alıkoymaz! Onlar, kalplerinde (şuurlarında açığa çıkan içsellikteki hakikat) ve gözleriyle görecekleri (âfakta müşahede edilecek dışsal gerçeklik) nedeniyle, dönüşülecek süreçten korkarlar. (Nur/37)

8 – Allâh’ı çok zikreden (hatırlayan) erkekler ve zikreden kadınlar var ya, işte Allâh onlar için bir mağfiret ve azîm bir ecir hazırlamıştır. (Ahzab/35)

9 – Elbette ki Allâh zikri (hatırlanışı) Ekber’dir (Ekberiyeti hissettirir)! Allâh ne hâlde olduğunuzu bilir. (Ankebut/45)

10 – Ey iman edenler! Allâh’ı çok zikredin! Sabah – akşam (devamlı) O’nu tespih edin! (Ahzab/41-42)

11 – Rabbini nefsinde, haddini bilerek, hissederek ve gizlice, gösterişsiz, sesini yükseltmeden, sabah – akşam zikret, hatırla ve derinliğine düşün! Gâfillerden olma! (A’raf/205)

12 – (Endişeli ortamda) salâtın edâsından sonra, ayakta veya otururken ya da yanlarınız üzere uzanmışken (sürekli) Allâh’ı zikredin. Zikrettiğinizle doyuma ulaştığınızda salâtı ikame edin (yaşayın – yönelişin tam hakkını verin, zikirle girmiş olduğunuz hissediş ile). Kesinlikle salâtın, belli vakitlerde yaşanması, iman edenlere yazılmıştır. (Nisa/103)

13 – İman edenler için, Allâh’ın zikri (hatırlanışı) ve Hak’tan inzâl olana bilinçlerinin huşû duyması vakti gelmedi mi? Ki daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar (ibadetleri âdete dönüşmesin, çalışmalarını düşünerek hissederek yapsınlar)! Onların (İsrailoğullarının) üzerlerinden uzun müddet geçmişti de (ibadetleri âdete dönüşmüştü), bu yüzden kalpleri katılaşmıştı (yaptıklarını düşünüp hissedip yaşamadan, âdet diye yapmaya başlamışlardı)! Onlardan (Yahudilerden) çoğunun inançları bozuktur! (Hadîd/16)

14 – Bunun yanı sıra Rabbini çokça an ve sabah akşam O’nun şanının yüceliğini hisset. (A. İmran/41)

15 – O salât tamamlandığında arzda yayılın, Allâh’ın fazlından talep edin ve (el Esmâ’sıyla hakikatiniz olan) Allâh’ı çok zikredin (HATIRLAYIN) ki kurtuluşa eresiniz! (Cuma/10)

16 – Rabbinin ismini zikret (hatırla) ve her şeyden kesilip sırf O’na yönel! (Müzzemmil/8)

17 – Sabah – akşam Rabbinin ismini zikret (hatırla)! Gecenin bir kısmında O’na secde et; O’nu tespih et – gece içinde uzun şekilde. (İnsan/25-26)

18 – Kesinlikle iman edenler o kimselerdir ki, “Allâh”ı anıp düşündüklerinde onların şuurlarında ürperti olur (o azamet yanında kendi acziyetlerini düşünmekten); onlara O’nun işaretleri okunduğunda, onların imanlarını arttırır (düşünebildikleri oranda)... Onlar Rablerine tevekkül ederler (hakikatlerindeki El Vekiyl isminin, gereğini yerine getireceğine iman ederler). (Enfal/2)

19 – Arafat’tan hep birlikte akıp dönerken, Meşari Haram’da (Müzdelife) Allâh’ı zikredin. O’nu, hidâyetinin sizde açığa çıktığı kadarıyla zikredin. Muhakkak ki bundan önce siz (hakikatten) sapmışlardandınız. (Bakara/198)

20 – Hac ibadetinizi bitirince babalarınızı anma (âdetinizdeki) zikrinizden çok daha şiddetli şekilde Allâh’ı zikredin. (Bakara/200)

21 – Rabbinin ismini zikredip (hatırlayıp) bilfiil salât eden (yaşayan) kurtulmuştur. (A’lâ/15)

22 – Onlar ki, “Allâh” anıldığında o anlam şuurlarında haşyet oluşturur… Kendilerine isâbet edenlere sabredenler ve salâtı ikame edenlerdir. (Hac/35)

KUR’AN A GÖRE ZİKİRSİZLİĞİN CEZA VE TEHDİTLERİ

1 – Allâh kimin derûnunu İslâm’ı kavrayacak şekilde genişletti ise, o Rabbinden bir nûr üzere değil midir? Allâh’ın zikrinden (hatırlattığından) kalpleri kasavetlenene (içleri sıkılıp bunalanlara) yazıklar olsun! İşte onlar apaçık şekilde (hakikatten) sapmayı yaşamaktadırlar! (Zümer/22)

2 – Kim (dünyevî – dışa dönük şeylerle) Rahmân’ın zikrinden (Allâh Esmâ’sının kendi hakikati olduğunu hatırlayarak bunun gereğini yaşamaktan) âmâ (kör) olursa, ona bir şeytan (vehim, kendini yalnızca beden kabulü ve beden zevkleri için yaşama fikri) takdir ederiz; bu (kabulleniş), onun (yeni) kişiliği olur! (Zuhruf/36)

3 – İkiyüzlüler Allâh’ı aldatmaya kalkarlar, (oysa) Allâh, hilelerinin sonucunu kendi aleyhlerine oluşturur! Salâta kalktıklarında üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş olsun diye; Allâh’ı da çok az hatıra getirirler. (Nisa/142)

4 – Şeytan, içki ve kumar türleri ile aranıza düşmanlık ve kin yerleştirmeyi, sizi Allâh zikrinden ve salâttan engellemeyi murat eder ancak… Artık vazgeçtiniz değil mi? (Maide/91)

5 – Şeytan (yalnızca beden olma fikri) onlara yerleşti de, onlara Allâh’ın zikrini (hatırlatılan hakikatlerini, bedeni terk edip Allâh Esmâ’sıyla var olmuş yapılarıyla {şuur} sonsuza dek yaşayacaklarını) unutturdu! İşte onlar Hizbüş Şeytan’dır (şeytanî fikir yandaşları – kendini yalnızca beden sananlar)... Dikkat edin, muhakkak ki Hizbüş Şeytan (kendini yalnızca beden sananlar) hüsrana uğrayanların ta kendileridir! Mücadele/19)

6 – Ey iman edenler… Mallarınız da evladınız da sizi Allâh’ın zikrinden (Hakikatinizi hatırlamaktan) meşgûl edip (gereğini yaşamaktan) alıkoymasın! Kimler bunu yaparsa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir! (Münafikun/9)

7 – Kim Rabbinin zikrinden (hatırlattığı Hakikatinden) yüz çevirirse, onu gittikçe şiddetlenen bir azaba sokar! (Cin/17)

**************************************************************

ALLAH (C.C.) ZİKRETMENİN FAZİLETİ,

Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“Siz beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakIn nankörlük etmeyin.” (Bakara/152)

Sabit-ül Bünnanî (R,A.) der ki “Ben Rabbimin beni ne zaman anacağını biliyorum.» Dinleyenler bu söz karsısında irkilerek «bunu nasıl biliyorsun» diye sorarlar. Sabit-ül Bünnanî: «Ben O’nu ne zaman anarsam o da beni o zaman anar» diye karşılık verir.

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“Ey iman edenler Allah’ı sık sık anın.” (Ahzab/ 41)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“…. Arafat’tan indiğiniz zaman Allah’ı “Mes’arul haram” da anın. O size nasıl hidayet verdiyse siz de O’nu zikredin» (Bakara/198)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“ … Hacc görevlerinizi bitirince atalarınızı andığınız kadar, hatta daha hararetli bir dil ile Allah’ı anınız» (Bakara/200)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

Bu derin düşünceliler ayakta, oturarak ve yanları üstü uzanmışlarken Allah’ı anarlar ve ey Rabbimiz, sen bütün bu varlıkları boşuna yaratmadın, seni böyle bir isnattan tenzih ederiz, o halde bizi cehennem azabından koru.» diyerek göklerin ve yerin yaratılışı hakkında enine boyuna düşünceye dalarlar.” (Al-i Imran/191).

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“ … Namazı kılınca ayakta, oturuyorken ve yan üstü uzanmışken Allah’ı anınız.» (Nisa/103)

Ibn. Abbas (R.A.) yukardaki ayeti tefsir ederken: «Yani gece gündüz, denizde karada, evde, yolda, varlıkta, darlıkta, sağlıkta hastalıkta, gizli açık her zaman ve her yerde Allah (C.C)’i anınız.»

Ulu Allah (C.C) münafiklari:

«Allah’ı çok az anarlar» diye kınamaktadır.” (Nisa/142)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“ … Rabbini, içinden yalvararak ve çekinerek, yüksek sesle konuşmayarak sabah-aksam an da gafillerden olma.» (A´raf/205)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“ … Allah’ı zikretmek, hiç şüphesiz, en büyük ibadettir” (Ankebut/45)

Ibn. Abbas (R.A.) yukardaki ayeti hakkında der ki. «Bu ayeti iki türlü anlamak mümkündür;

1) Allah (C.C)’in sizi anması, sizin O’nun anmanızdan daha önemlidir.

2) Allah (C.C)´i anmak, geride kalan her türlü ibadetten üstündür.» Buna dâir deha birçok ayetler vardır.

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

… Gafiller arasında Allah (C.C)’i anan kimse, kuru otlar arasındaki yeşil otlar gibidir

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Gafiller arasında Allah (C.C)’i anan kimse, cephe kaçakları arasındaki savaşçı gibidir

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

Ulu Allah (C.C) söyle buyurur: “Beni andığı sürece, dudakları benim adımla kıpırdadıkça ben kulum ile birlikteyim.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Kulun islediği ameller içinde, ona Allah (C.C)’in azabından en kurtarıcı olanı, Allah (C.C)’i anmaktır”

Sahabeler «Cihâd da mi bunun ayarında değil» diye sorarlar. Peygamber’imiz (S.A.S) onlara:

“Düşmana vura vura kılıcın kırıldıktan sonra yine bir kılıcı vura vura kırmak ve bir üçüncü kılıcı, yine düşmanla vuruşa vuruşa kırmak durumu dışında Cihâd bile onun ayarında değildir.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Cennet bahçelerinde gezinmek isteyen kimse ulu Allah’ı sık sık ansın.”

Peygamber (S.A.S) efendimize «en faziletli amel nedir?» diye sorarlar. Peygamber (S.A.S)`imiz “Allah (C.C)’i anan dilin kurumadan can vermendir.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Sabah-aksam Allah (C.C)’in adını an ki, sabah ve aksama günahsız giresin.

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Sabah aksam Allah (C.C)’in adını dilden düşürmemek. Allah (C.C) yolunda düşman iie vuruşurken kılıç kırmak ve mali cömertçe dağıtmaktan daha faziletlidir.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Ulu Allah (C.C) buyuruyor: “Kulum beni içinden anınca ben onu içimden anarım. Beni kalabalık arasında anarsa ben de onu daha hayırlı bir kalabalık içinde anarım. Bana bir karış yaklaşırsa ben de ona bir dirsek boyu yaklaşırım. Bana bir dirsek boyu yaklaşırsa ben de ona bir kulaç yaklaşırım. Bana doğru yürüyünce ben ona doğru koşa koşa giderim.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Yedi kimse var ki, Allah (C.C), başka hiç bir gölgenin bulunmadığı günde onları Arş’ının gölgesi altına alır. Bu yedi kimseden biri. Yalnız başına iken Allah (C.C)’i anarak O’nun korkusu ile gözleri yaşarandır.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Beni İyi dinleyin. Size amellerinizin en hayırlısını, Rabbinizin katında en temiz olanı, size en yüksek, derece kazandıranı, kâğıt ve altın para dağıtmaktan sizin İçin daha hayırlı olanı, düşman ile karşılaşıp onun boynunu vurmaktan veya boynunuzu ona vurdurup şehit olmaktan sizin hesabınıza daha faydalı olanı size söyleyeyim mi?”

Sahabeler: “Bu amel nedir, ya ResulAllah (S.A.V)” diye sorarlar. Peygamber (S.A.V)´imiz «Allah (C.C)’i dilden düşürmemektir» diye cevap verir.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Ulu Allah (C.C.) söyle buyuruyor: “Beni anmaktan benden bir şey istemeye fırsat bulamayanlara, isteyenlere en değerli bağışı sunarım.”
Fudayl (r.a.) der ki: «Öğrendiğime göre ulu Allah (C.C.) söyle buyurur: “Ey kulum, beni sabahtan sonra bir saat ve aksamdan sonra bir saat anarsan, ikisi arasında gecen zaman parçalarında sana kâfiyim.”

Âlimlerden biri der ki: Ulu Allah (C.C.) söyle buyurur:

“Kalbine nazar atfettiğim zaman benim zikrimin orada baskın olduğunu gördüğüm kulun bütün karar ve davranışlarına yön vermeyi üzerime alır, onun sözdaşı ve yakîn olurum.”

Hasan-ül Basrî (r.a.) der ki: «Allah (C.C.)’i anmak iki türlüdür: Birincisi: Allah (C.C.) ile aranda kalacak şekilde gizli olarak O’nu anmandır. Zikrin bu çeşidi, ne kadar güzel ve üstün derecelidir. Bundan daha değerlisi de Allah (C.C.)’i, O’nun haram kıldıkları ile karşılaşınca anmaktır.”

Rivayete göre Allah (C.C.)’in adını ananlardan başka herkes susuzluk içinde dünyadan ayrılır.

Muaz Ibni Cebel (R.A.) der ki. «Cennetlikler sadece Allah (C.C.)’i anmadan geçirdikleri bir saate hayıflanırlar.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

Bir oraya gelerek Allah (C.C.)’in adını anan kimselerin melekler çevresini kuşatır, onları rahmet bürür ve Allah (C.C.) da onları yanındakiler arasında anar.

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Bir araya gelerek Allah (C.C.)’in rızasından başka hiç bir şey beklemeden O’nun adını ananlara gökten «Günahlarınız bağışlanmış olarak kalkınız, kötülükleriniz iyiliklere dönüştürülmüştür.” diye seslenilir.

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Bir yerde oturup da Allah (C.C.)’in adını anmayan ve Peygamber’ine salat-ü selâm getirmeyen bir grup. Kıyamet Günü bu davranışı karsısında hayıflanmak zorunda kalır.”

Hz. Davud (A.S.) ulu Allah (C.C.)’a söyle dua eder. “Allah’ım! Beni senin adını ananların meclisinden geçip gafillerin arasına katılmaya giderken görünce ayağımı kir, bu bana tarafından bağışlanmış bir nimet olur.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“İyi bir toplantıya katılmak, mü´minin iki milyon kötü toplantıda kazandığı günahı giderir.”

Ebû Hureyre (R.A.) der ki. «Gök halkı içinde Allah (C.C.)’in adı anılan kimselerin evlerini, yıldızları birbirlerine gösterir gibi gösterirler.»

Süfyan Ibni Üyeyne (R.A.) der ki; “Mü`minler bir araya gelip Allah (C.C.)’in adını andıkları zaman gerek şeytan ve gerekse dünya onların yanından kaçar. Şeytan dünyaya; «Görüyor musun, ne yapıyorlar» diye hayıflanır. Fakat dünya şeytana «Bırak yapsınlar, yoruldukları zaman. teker teker hepsini enselerinden tutup sana getiririm.» diye karşılık verir.

Ebû Hureyre {R.A.) bir gün çarsıya girer ve: «Peygamber (S.A.V) efendimizin mirası camide bölüşülürken sizi burada görüyorum» der. Bu sözleri duyan esnaf ve halk çarsıyı pazarı bırakıp camiye koşuşurlar, fakat bölüşülen bir miras göremezler. Bunun üzerine Ebû Hureyre’ye: «Biz camide bölüşülen bir miras göremedik» derler. Ebû Hureyre onlara: «Peki, ne gördünüz» diye sorar. Onlar da «Allah (C.C.)’in adını anan ve Kur’an okuyan kimseler gördük» derler. Ebû Hureyre onlara: «işte Peygamber’imizin mirası budur» diye karşılık verir.

Amesin Ebû Salih’ten onun da Ebû Hureyre ve Ebû Hudri’den (R.A) rivayet ettiklerine göre;

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Allah (C.C.)’in kulların amellerini yazanlar dışında yeryüzünde devamlı dolasan bir grup meleği vardır. Bunlar bir araya gelerek Allah (C.C.)’in adını anan bir mü’min grup görünce birbirlerine «Aradığınız burada, gelin» diye seslenerek bir araya toplanırlar ve gökyüzüne yücelinceye kadar bu grubun etrafını sararak beklerler.

Göğe çıkınca, Allah (C.C.) onlara: «Kullarımı ne ile meşgul iken bıraktınız» diye sorar, onlar da «Sana hamd ederken, seni noksan sıfatlardan tenzih ederken ve seni yüceltirken yanlarından ayrıldık» diye cevap verirler.

Ulu Allah (C.C.): «Peki, onlar beni gördüler mi» diye sorar, melekler: «hayır» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «Peki beni görseler ne yaparlar» diye sorar. Melekler de: «Seni görselerdi, hamdleri, tesbihleri ve seni yüceltmeleri, daha kuvvetli olurdu.» diye cevap verirler.

Allah (C.C.) onlara sorar. «Peki, hangi şeyden çekinerek bana sığınıyorlar?» Melekler «cehennemden» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «Cehennemi gördüler mi» diye sorar. Melekler «Hayır» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «Peki cehennemi görseler ne yaparlardı» diye sorar. Melekler de «Cehennemi görseler ondan daha çok kaçınırlar, daha çok nefret ederdi» diye cevap verirler.

Allah (C.C.) onlara: «istedikleri nedir» diye sorar: Melekler «Cennet» derler. Allah (C.C.) onlara: «Peki, hiç gördüler mi» diye sorar. Melekler: «Hayır» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «Peki, cenneti görmüş olsalardı, davranışları ne olurdu?» diye sorar. Onlarda: «Eğer cenneti görselerdi, ona karşı daha güçlü bir arzu duyarlardı» derler.

Bunun üzerine Ulu Allah (C.C.) meleklere: «Sizi şahit tutuyorum ki, onların hepsinin günahlarını bağışladım» der. Melekler «aralarında falan kimse de vardı, o zikretmek için değil, başka bir amaçla aralarına katılmıştı» derler. Ulu Allah (C.C.): «Onlar öyle bir topluluktur ki, onlar ile birlikte oturan bedbaht olmaz.»

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Gerek benim ve gerekse benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli söz «lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike lehu (Allah’tan başka ilâh yoktur, tektir, ortağı yoktur)» sözüdür.

Bir kimse günde yüz kere “la ilahe illallahu vahdehu lâ serike lehül mülkü ve lehul hamdü ve huve alâ külli sey’in kadir” (Allah’tan başka ilâh yoktur, tektir, ortağı yoktur. Varlığın mülkü O’nundur. Hamd O’na mahsustur, o her şeye kadirdir)» derse on köle Azad etmiş gibi olur, amel defterine yüz iyilik yazılır ve kötülüklerinin yüz tanesi de silinir, o gün aksama kadar bu sözler onun şeytandan koruyucusu olur. Ondan daha fazla bu sözleri söyleyenlerden başka hiç kimse onun yaptığından dana üstün bir ibadet ile Allah (C.C)’in huzuruna gelmez.»

Peygamber’imiz (S.A.S.) buyuruyor ki:

“ … Düzgün bir şekilde abdest alıp arkasından basını göğe dikerek “Eşhedü en lâ ilahe illallâhu vahdehu lâ serike lehu ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu” (Allah’tan başka ilâh olmadığına. O’nun tek ve ortaksız olduğuna. Muhammed’in O’nun kulu ve Resul’ü olduğuna şehadet ederim)» diyen bir kulun önünde cennetin bütün kapıları açılır ve dileğinden içeri girer.» İ. Gazalî/Kalplerin Keşfi-317-322)

*******************************************************

“İnsanın kalbine zikir yerleşince daha durmaz. Çarşıda, pazarda alışveriş yaparken kalp ‘Allah’ der. Siz istemeseniz de çalışır. Nasıl ki mideniz sizin elinizde olmadan gıdaları hazmediyor, siz uyurken bile işine devam ediyorsa, içine zikir yerleşen kalp de öylece zikreder. Bunun sevabını yalnızca Allah bilir.’’ (Seyyid Abdülbaki)

***************************************************************

İLAHİ

Allah emrin tutalım,
Rahmetine batalım,
Bülbül gibi ötelim,
Allah Allah diyelim.

Allah adı uludur,
Emrin tutan kuludur,
Mü’minlerin yoludur,
Allah Allah diyelim.

Allah adı dillerde,
Sevgisi gönüllerde,
Şol korkulu yerlerde,
Allah Allah diyelim.

Ölüp kabre varınca,
Melek sual sorunca,
Rabbin kimdir deyince,
Allah Allah diyelim.

Kocayuben göçmeden,
Teneşire çıkmadan,
Melil melil bakmadan,
Allah Allah diyelim.

Yunus seyredip gezer,
Ölüm tedbirler bozar,
Görmek istersen dîdar,
Allah Allah diyelim.
(Yunus Emre)

******************************************************************************************************************

Hz. Peygamber Efendimiz, Kâbe ye girdiği zaman üç yüz atmış tane put vardı. Bunları sildi süpürdü ve dışarıya attı. O, elle tutulan gözle görülen bu putları atmakla ilâ yevmil kıyam izinden gelen bütün inanmış mü’minlerin gönlünü de temizlemiştir.

“Gönül de bazen puthâneye benzer. Gönlünü Hak’tan: gayri olan sevgileri doldurma ki, orasını bir puthâneye benzetmeyesin.”

Kişi ister padişah ister âlim olsun, gönlünü zikrullah ve muhabbetullah ile bezeyip temizlemezse yani ilâhî marifetten, zikirden ve Allah sevgisinden uzak kalırsa o gönül put hane gibi olur. Çünkü Hak’tan gayri olan sevgiler, o gönlü put haneye döndürür.

“Gönlü put haneye dönen kişinin ne huzuru ne neşesi ne de aşkı ve şevki vardır. Çünkü o kişi, süfli işlerin peşindedir.”

Dışarıdan bakarsanız, o kişi boylu poslu, kelli felli, akıllı uslu bir insandır, ama onun gönlü perişandır ve put hane gibidir.

Gerçi bilerek ya da bilmeyerek bütün eşyaya sevgimiz, sonunda Allah’a dayanır. İnsan bilse de bilmese de her neyi severse farkında olmadan Allah’ı sever. Sevgi Allah’a aittir. Eşyadan yansır, varlığın tamamını kapsar. Bunu bilmek ya da bilmemek söz konusudur. Yüksek idrake erişildiği zaman her ne olursa olsun sevilenin Allah olduğunun farkına varır. İşte o zaman arif, cümle varlıkta Hakk’ı müşahede eder.

Temaşa eyledim kevn-i mekânı nûr-ı vahdetle,

Görünen cümle eşyadan hemîn Mevlâ imiş bildim.

(Şemseddîn-i Sivasî)

Put ise, gerçek olmayan sevgi demektir. Altın, gümüş, şan şöhret, makam mevki’ v.s. hep puttur.

Bu konuda tevhidin babası olan Hz. İbrahim (a.s.)’ın Allah’a yalvarışı, duası vardır. .

“Ey Allah’ım! Ufûl eden,’sönen, bugün var yann yok olan sevgilerden benim gönlümü kurtar. Gelip geçici sevgilere kaptırma, gönlümü onlarla doldurma.” (Enam/77)

Evi seversin yanıverir. Altını, gümüşü seversin hırsız girip çalıverir. Rütbeyi makamı seversin, benim mevkim makamım şudur dersin, dilin kemiği yoktur bir yanlış söz söylersin toplumda değerin düşüverir. Senelerdir senin etrafında olan insanlar, çekilip kayboluverirler. Bunlar gerçek sevgi değil; ancak mâsivâdır. Bununla ilgili pek çok güzel sözler vardır. Bir kâmil şöyle der:

“Padişah inmez saraya hâne ma’mûr olmadan”

Gönülhânesi, ma’mûr olmadan padişah yani Allah (c.c.) gönle giremez. Gönül sarayına eğer padişahı da’vet ediyorsak o saray padişaha layık olmalıdır yani gönlü mâsivâ denilen sevgiden arıtıp durulmalıyız.

Gönül nasıl temizlenir, terfi’ ettirilir?

Diyelim ki, evinizin önünde bir bahçe ve bahçede bir erik ağacı var. Siz bu ağacın ekşi eriğini, olgun ve tatlı erik yaparak beğenilen, sevilen, lezzetli, halkın itibar ettiği bir erik olmasını istiyorsunuz ve bu ekşi erikten kurtulalım diyorsunuz. Ne yaparsınız? O eriğin üstünde olan tatlı bir eriğin aşısını vurursunuz.

Aşıyı da herkes yapamaz. Onun da ehli olması lâzım. Ustaya: “Usta, gel de şu benim ağacı ne olur aşılıyıver,” der, arkasında önünde gezip peşinde koşarsınız. Sonunda onun gönlünü yaparsınız ve usta gelir. Senin bahçendeki ekşi erik ağacına bir tatlı eriğin aşısını yapar. O aşı tutar, artık senin bahçendeki erik ağacı ekşi değil; tatlı meyve vermeye başlar. Bunun gibi insanın da aşılanması lâzımdır. (Halveti zikir)

“ALLAH” ZİKRİNDEN GAFİL OLMAK

ResulAllah (sa.) şöyle buyurmuştur.

Kim bir yere oturur ve orada Allah’ı zikretmezse bu kendine Allah’tan bir hasret ve nedamet olur. (Ebu Davud)

ResulAllah (sa.) şöyle buyurmuştur.

Herhangi bir topluluk bir meclisten Allah’ı zikretmeden kalkarsa, mutlaka sanki eşek lâşinden kalkmış gibi olurlar ve bu onlar üzerinde hasret ve nedamete dönüşür. (Ebu Davud)

ResulAllah (sa.) şöyle buyurmuştur.

Allah’ı zikretmeden fazla konuşmayın çünkü Allah zikredilmeden yapılan çok konuşma kalp için bir kasvettir ve insanların Allah’tan en uzak olanı da kalbi kasvetli olandır. (Kenzu’l-ummâl)

Kim zikrin tadını alır, Allah’ı zikretmek suretiyle nasıl kalp huzuruna ulaşıldığını, o anda kalbinden perdelerin nasıl kaldırıldığını anlarsa, o Allah Tealâyı sanki başgözüyle görüyormuş gibi olur.

Aksine kim de dünyaya yönelir çoluk çocuğa, mala mülke karışır, Allah’ı unutursa o kişi de bulduklarını sanki yitirmiş gibi kalır, kendisiyle kalbi arası perdelenir. Bu haslet onu ateşe ve her türlü şerre götürür. Bunlar ise o kimse için hasret ve nedamet demektir. Hasret ve nedametler katmerleştiği zaman artık kurtuluş ümidi kalmaz.

ResuAllah söz konusu hasret ve nedameti en iyi şekilde ortadan kaldıracak bir ilaç koymuştur. Bunu her hâle uygun düşecek ve gaflet zehrine panzehir etkisi yapacak bir zikir koymak suretiyle yapmıştır. ResulAllah bu zikirlerin faydalarına dikkat çekmiş, bunlar yapılmadığı zaman onların yerini hasret ve nedametlerin dolduracağını beyan buyurmuştur.

İbadetin Allah’ın kulları üzerinde hakkı olduğuna inanmak

İnsan yaratıldığında içine şanı yüce olan yaratıcısına karşı bir “meyl” konulmuştur. Bu meyl farkı edilmesi çok zor bir duygudur. Ancak ona uygun ve mahal(mazinne, hakkında zannedilen) bulunan şeyle idrak edilebilir. Sağlıklı vicdanların kabul edeceği üzere, ona layık ve mahal olan şey de, Allah Tealâya ibadetin O’nun kulları üzerinde bir hakkı olduğuna inanmaktır. Çünkü O; insanlara nimetler vermiş, amellerinden dolayı da sorumlu tutmuştur. Bu durumda kim iradeyi ve Allah Tealânın kulları üzerinde hakkının sabit olduğunu inkâr ederse, yahut mücazatın bulunmadığını iddia ederse, o kimse fıtri safiyyetini kaybetmiş bir dehri (Tabiatperest, materyalist) demektir. Çünkü o kendi yaratılışı sırasında özüne yerleştirilmiş bulunan fıtri meylin mahallini kendi aleyhine olmak üzere bozmuş, onun naibini, halefini, yerini dolduracak şeyi ifsat etmiştir.

İnsan ruhunda nurani bir letafet vardır, bu yapı itibarıyla Allah’a meyleder.

Eğer bu meylin esasını öğrenmek istersen bil ki; İnsan ruhunda nurani bir letafet vardır bu yapı itibarıyla –aynen demirin mıknatısa doğru meyli gibi- Allah’a meyleder. Bu vicdan (sezi) yolu ile elde edilen bir sonuçtur. Kendi letafetleri üzerinde dikkatlice düşünen ve her letafeti kendi özelliği ile kavrayan herkes bu nurani letafeti ve yapı itibarıyla onun Allah Tealâ’ya doğru meyledişini mutlaka kavrar.

Bu meyle ehl-i vicdan; “Zat-ı muhabbet” derler. Bu –aynen diğer duygularda olduğu gibi bir duygudur.

İnsan süflî bir meşgale içerisinde olduğu zaman uyuşturucu kullanmış gibi olur.

İnsan, süflî letafetler içerisinde kendisini kaybetmiş bir halde ise, o zaman bedeninde uyuşturucu kullanmış bir kimse gibi olur; ne soğuğu ne de sıcaklığı hisseder. Süflî letafetlerin etkinliklerini kaybetmesi halinde, nesemenin parçalarından pek çoğunun dağıl¬ması, özellik ve kuvvetlerinden birçoğunun noksanlaşması sonucu doğar. Etkinliğin kaybolması ya ıztırarî ölümle olur. Ya da nefsanî ve bedenî riyazetler gibi ihtiyarî ölümle ve acayip yollara tutunmak suretiyle olur. Bu durumda o, kendisinden uyuşturucunun et¬kisi kaybolan kimse gibi olur; uyuşturucuyu aldığı sırada hiç hissetmediği şeyleri duymaya başlar.

İnsan Öldüğünde, Eğer Allah’a Yönelmiş Halde Değilse, O Bahtsızın Biri (Şaki) dir:

İnsan öldüğü zaman, Allah’a yönelmiş bir halde değilse, yönelmeyişi basit bir cehalet ve halis bir yoksunluk sebebiyle ise o, insan türünün kemâl hali itibariyle bahtsızın biri (şakî) dir.

Kendisine orada bulunan bazı şeyler açılmış olabilir; fakat kabiliyetinin bulunmayışı sebebiyle inkişâf tam olarak gerçekleş¬mez, bunun sonucunda şaşkın ve çaresiz bir halde kalır. Allah’a yönelmeyiş hali, ilmî ve amelî melekelerinde ona ters düşen bir halin bulunması sebebiyle ise, bu halde çekişine olur; nefs-i natıka tarafı Ceberut âlemine doğru çeker, neşeme ise kazanmış olduğu ters düşen hal ile birlikte süflî âleme doğru çeker. Bu durumda nefsin cevherinden doğan ve üzerine yayılan bir ürperti (vahşet, yalnızlık) hali ortaya çıkar.

Muhtemelen bu durum, bazı olayların -ki bunlar ürperti (vahşet) suretleridir- surete bürünmesini gerektirir. Bu aynen, safra mizaçlı birinin uykusunda ateş ve alev görmesi gibidir. Bu, nefsin bilinmesi hikmetinin ortaya koyduğu bir esastır. Yine bu hal, Mele-i a’lâ sakinlerinin öfkeli bakışlarını doğurur ve bu, me¬leklerin ve ihtiyar sahibi diğer zevatın kalplerine o kişiye azap et¬meleri ve elem vermeleri şeklinde ilhamlara dönüşür. İşte bu, insanların nefislerinde doğan düşünce ve insiyakların sebeplerini bilmenin gerektirdiği bir esas olmaktadır.

Kısaca; Ceberut tarafına doğru meylin bulunması; bağını süflî zulmetlerin istilasından çözmeyi temin edecek amellerin ge¬rekliliği; bu amellerin terki sebebiyle sorgulanma; her kişide ken¬disini gösteren insan türüne ait hükümler, kuvvetler ve ondan kaynaklanan sonuçlar mesabesindedir. Bu durum, türlerin yaratı¬cısı olan ve âleme varlık veren Allah’tan küllî maslahata uygun düşecek şekilde böyle takdir edilmiştir; insanların üzerinde anlaşmaları ve kendiliklerinden üstlenmeleri, insanlar arasında geçerli bulunan merasimler böyle olduğu için öyle değildir. Bütün bu ameller, aslında Allah Teâlâ’ya doğru cezbedilen -sözünü ettiği¬miz- nuranî letafetin hakkının verilmesi; onun gereklerinin tam olarak yerine getirilmesi, eğriliklerinin doğrultulmasıdır.

Ancak, bu mana çok incedir ve bu nükteyi çok az kimse kav¬rayabilir. Bu sebeple hakkın; bu mana neye meyletmiş, neye yö¬nelmiş ve neye doğru yanaşmışsa, ona nisbet edilmesi gerekir. Sanki bu, bir başka cihete meyleden nefsin bazı kuvvelerini belir¬lemektir. Sanki bu yukarıda geçen “Allah’a meyleden nuranî letafetin hakkının verilmesi” sözümüzün bir özeti gibidir.

İlâhî şeriatlar, işte bu sırrı, insanların fıtrî bilgileriyle kolay-ca anlayabilecekleri basit bir ifadeyle açıklayarak inmişlerdir. Bu konuda sünnetullah, anlaşılması zor manaları, o manalara uygun misalî kalıplara koyarak indirmektir. Meselâ, bizden birinin, rüya¬sında tamamen soyut olan bir manayı, âdeten o soyut şeyden ayrıl¬mayan, ya da dengi ve benzeri bulunan bir şeyin suretinde görme¬si ve böylece algılaması gibi.
Denildi ki: İbadet, Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki bir hak¬kıdır. Buna göre, Kur’ân’ın hakkı, ResulAllah’ın (s.a.) hakkı, efen¬dinin hakkı, anne babanın hakkı, akrabalık hakkı.., bunlar da ona kıyas edilmelidir. Aslında bütün bunlar, kişinin kemâle erebilmesi için uyması gereken nefsinin yine kendisi üzerindeki hakkıdır. Dolayısıyla nefsine zulmederek onları yerine getiremezlik edemez. Bu haklar, esasen kişinin kendi nefsine ait bir hak olmakla birlikte, muamelede bulunulan ve talep hakkı olan kimselere nispet edile¬rek (meselâ ana baba hakkı gibi) isimlendirilmiştir. Bu itibarla, sakın ola ki, zahirleri üzere anlayanlardan olmayasın; aksine işin hakikatini gören ve ona göre hareket edenlerden olasın. (Ş. Veliyyullah Dihlevi-Hüccetullahi’l Bâliğa/C-1 253-255)

***********************************************************

ALLAH İSM-İ CELİLİ İLE ZİKRETMEK

İnsan çok boyutlu bir yapıya sahiptir. Bir yönü ile dünya ile ilgiliyken, diğer bir yönü ile berzah âlemi ve ahiret ile ilgilidir. Bir taraftan dünyevi işlerinin idaresi ile meşgulken diğer taraftan ahirete yönelik hazırlıklar yapabilmektedir. Kalbinde hem nefsine ait bir sevgisi varken hem de ailesine, toplumuna aynı değerleri taşıdığı kişilere de sevgi duyabilmektedir. Kendi içinde aynı anda pek çok derdi, tasayı, nefreti, sevgiyi, ilgiyi, arzuyu, ihtirası, sıkıntıyı ve sorunu taşıyabilmektedir.

İnsan çok boyutlu yapısı gereği aynı anda birden fazla hatta bazen çok daha fazla manevi hastalık sahibi olabilmektedir. Kişide riya, ucb, kibir, haset, uzun emellilik, haramlara karşı umursamazlık, rızık endişesi, gaflet, yalan söyleme gibi manevi hastalıklar aynı anda beraber bulunabilmektedir. Böylesi durumlarda tedavi daha zorlaşmakta ve düzelmek için daha fazla çaba harcanması gerekmektedir. Bu daha fazla murakabe ve muhasebeyi gerektirdiği gibi daha fazla ibadet, riyazet ve virdi de gerektirmektedir.

Amellerde asıl olan az da olsa devamlı olmalarıdır. Her gün yapılan zikirler insanın manevi hayatı için çok büyük önem arz etmektedir. Her gün ısrarla belirli sayılarda En-Nûr ismini vird edinen Müslümana –ihlaslı olması ve kendisi için nimetlere ulaşmasına engel maddi manevi maniler olmaması durumunda-doğruyu ve yanlışı görüp kalp nuruna sahip olma nimeti bahşedilir. El-Hadi ismi ile doğru yolu bulmak ve çocuklarının da doğruyu bulup serkeş olmamaları nimeti istenilir. El-Bedi ismi ile Allah’ın yardımına nail olmak, maddi ve manevi güzelliklere kavuşmak arzulanır. El-Baki ömür uzunluğu ve sağlıklı olmak, El-Varis uzun ömür, bol makam, şeref ve rızık sahibi olmak, Er-Reşid güzel ahlaka sahip olmak, kötü alışkanlıklardan korunmak, Es-Sabur ise başladığı işi kolay bitirmek, sinirini yenmek ve sabırlı olmak gibi nimetlere kavuşmaya vesiledir.

Yapılan her ibadetin insanın kalbi ve ruhunun derinlikleri üzerinde tesiri vardır. İbadet ve ameller kişinin imanını ve ahlakını doğrudan etkilediği gibi, imanın kuvvet bulup güçlenmesi de amelleri ve ahlakı doğrudan etkiler. Bunlar çok iç içe geçmiş mertebelerdir. Zikir de bu etkiye sahip bir ameldir. Allah’ı zikretmek insanın kalbini, ruhunu, ahlakını, imanını ve amellerini etkiler bir özelliktedir. Zikir ile oluşan manevi haller, ruhta bir genişliğe ve kalpte bir nurlanmaya sebep olur. Bu durum insanın ahlakında, insanlarla ilişkilerinde, sözlerinin tesirinde, dünyevi olaylara karşı sabrında bir artış doğurur.

Yüce Allah’ın her bir isminin ayrı bir manası ve kalp üzerinde ayrı bir tesiri vardır. Vird olarak belirlenip, her gün tekrarlanmaları halinde süreç içerisinde etkileri görülmeye başlanır. Vird ile Allah’ın c.c. esmasının tekrarlanması aslında Yüce Allah’tan c.c. istekte bulunmak demektir.

ALLAH ismi celili tüm isimlerden farklı, hepsinden üstün ve hepsini kapsayıcı bir özelliktedir. Allah ismi şerifi Cenabı Hakkın Celal ve Cemal tüm isimlerini kendisinde toplamıştır. Bütün isimler Allah isminde gizlenmiştir. Diğer isimler Allah isminin sıfatları konumunda olup, onun bir kısım özelliklerini açıklar vaziyettedirler. Allah ismi ise hiç bir isme sıfat olmaz. O zat ismi olup, Yüce Allah’ın c.c. tüm isim ve sıfatlarını içine alan özel bir isimdir. Durum böyle olunca Allah ismi şerifi ile yapılan zikrin faydaları da tüm isimlerden hasıl olan faydaları içine almıştır. Allah ismi şerifini vird edinen kişi hangi esmaya ihtiyacı varsa ondan gelecek faydayı görür. Birden fazla manevi hastalığı olan ve birden fazla tecelliye ihtiyacı olan hepsini birden bu ismin bereketi ile görür.

Allah ismi; ruhi hastalıklardan, kalp katılığından, küfürden, maddi ve manevi bataklıktan, nefsin istek ve arzularından kurtulmak, düşmanlarını yenmek, merhamet sahibi olmak, Allah’ın istediği şekilde hayat sürmek, son nefeste imanlı ölmek, kalbin nurlanması, imanlı olması ve şifa bulmak, güç, kuvvet ve rızık kazanmak, gizli sırlara, irfanî bilgilere vakıf olmak, hem dünya, hem de ahiret saadetine ermek gibi pek çok faydaları içinde barındırır.

***************************************************

“ALLAH” ZİKRİ HAKKINDA BİLİNMESİ GEREKENLER.

Lafza-i Celal zikrinin gizli olarak çekilmesinde karşılaşılan en büyük problem, bu zikri çeken kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanmasıdır. Bu durumda kişi zikirden lezzet duyamadığı gibi boşu boşuna zikir çektiği duygusuna da kapılabilir.

Öncelikle şunu belirtelim ki, gizli zikir çok faziletli ve kazançlı olduğu için şeytanlar bu konuda çok vesvese verirler. Zâki ile haddinden fazla uğraşırlar. Bunlara aldanmamak gerekir. Hele bir de buna ilaveten Lafza-i Celal zikri, bizzat Allah’ın zatını zikir olduğu için, ayrıca bunun üstünde daha faziletli bir kelime olmadığından, şeytanların hücumları kat kat artmaktadır.

Yukarıdaki gibi bir probleme sahip olan kişilerin, yani gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanan kişilerin, önce bu zikre şeytanların ne kadar düşman olduklarını bilmeleri gerekir. Ayrıca bu zikri çeken kişilerin kafalarına şeytanların olmadık düşünceleri vesvese yolu ile attıklarını, bu yüzden zikir sırasında gönüllerini huzursuzlukla, hoşnutsuz duygularla doldurduklarını da unutmamalıdırlar. Lafza-i Celal zikrinde Allah’ın rızası gizlidir. Şeytanlar bunu çok iyi bildiklerinden bu zikre adeta savaş açarlar.
Şu kesindir ki, kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanması, şeytanların vesveseleri ile olan bir haldir. Bu hale zerre kadar değer verilmemelidir, yani bu hal sebebiyle gizli zikirden vazgeçmemek, onu ihmal etmemek gerekir. Böyle bir konuda sıkıntısı olan kişiler, aşağıda önerdiğimiz bir yolla Lafza-i Celal zikrini çekerlerse problemlerini kolaylıkla aşabildikleri gibi gizli zikirden büyük bir zevk de alacaklardır. Ayrıca Allah’ın (c.c.) izniyle bu zikri en faziletli bir şekilde çeken kişiler grubuna yükseleceklerdir:

Lafza-i Celal zikri sırasında önemli olan şey, içeriden Allah kelimesini ‘sesle söylemek’ değildir. Sesi ölçü olarak gördüğümüzde çekilen tespihin hızına yetişmemiz imkânsızdır. İlkyazımızda da belirttiğimiz gibi gizli zikirde tespih elimizden geldiğince hızlı çekilir, döndürülür. Daha doğrusu tespihi ne kadar hızlı çekersek zikrimiz o kadar faziletli ve bereketli geçer, amacına da ulaşır. Temel ölçümüz, tespihin çekilişteki sesinin ‘Allah’ diye zikrettiğini kabul etmektir. Bunun yanında içimizin de (kalbimizin veya tespihi tutan elimizin üzerinde bulunduğu letaif noktasının) bu tespih çekiliş sesi ile birlikte ‘Allah’ kelimesini zikrettiğini düşünmektir, kabul etmektir. Kısacası tespihin çekiliş sesi ile içimizin bir uyum, ritim halinde Allah’ı zikrettiğini düşünmemiz, kabul etmemiz gerekir.

Tespihin çekiliş sesi ile içimizin bir uyum ve ritim halinde Allah’ı zikrettiğini düşünmemiz büyük bir konsantrasyonu gerektirir. Onun için gözler kapatılır. Bütün dikkat tespihe ve tespihin üzerinde olduğu manevi organ üzerine teksif edilir. Hiçbir şey düşünülmez. Sadece Allah’ın zatının huzurunda olduğu duygusu korunmaya çalışılır.

Bu öyle bir ayardır ki, önceleri bu konuda bazı sıkıntıların yaşanması pek tabiidir. Zira sofi her tespih çekişte kendisini içten de ‘Allah’ diye bir sesi söyletmek zorunda hisseder. Hâlbuki tespihin devredişi çok hızlıdır. Her tespihte ‘Allah’ diye bir sesi söylemek imkânsızdır. Daha doğrusu böyle içten yükselen bir ses vardır ama bu sesten ziyade kalbinden veya tespihin üzerinde olduğu letaif noktasından gelen bir ‘uyumdur, ritim’dir. Bir iç monolog (iç konuşma) değildir. Bu uyum ve ritim Allah lafzını söylüyormuş diye kabul edilir. Daha doğrusu hiçbir kuşkuya kapılmadan içten yükselen böyle bir uyum ve ritimle çekilen tespihin sesinin birlikte ‘Allah’ diye zikre koyulduğu düşünülür. Yani tespih taneleri çekilirken onunla beraber içimizden yeknesak bir tempo ile ruhumuzdan yükselen sese benzer bir yapıda ama daha hızlı olan bir uyum ve ritim söz konusudur. Burada en açık olan şey, daha doğrusu olması gerekli olan şey, bizim tespih çekerken böyle bir uyum ve ritimle Lafza-i Celali de zikrettiğimize inanmamızdır.

İşte Lafza-i Celal zikri vücut tarafından özümsendiğinde değişik organlarda bu sözünü ettiğimiz uyum ve ritim bizzat sezilmeye ve duyumsanmaya da başlar. Yani organlar tıpkı titreşimdeki cep telefonu gibi akıl almaz bir hızla, yani farkına varılan bir uyum ve ritimle zikre geçerler. Buna sultani zikir dendiğini belirtmiştik. Bu durum için elimizde tespih olmasına da gerek yoktur. Zikir yapmadığımız halde gün boyunca bu sultani zikir bazı organlarda açıkça hissedilir. İşte böyle güzel bir hal yaşayan sofi fırsatı ganimet bilmelidir. Boş zamanlarında veya bir işle meşgulken dilini damağına yapıştırarak kendince bu çeşitli organlarında varlığını açıkça hissettiği sultani zikre bilinçle iştirak etmelidir. Çünkü zikir bilinçli olarak çekilmedikçe amaca ulaştırmaz. Bu sultani zikir yardımıyla yapılan gizli zikir, tespihle yapılan zikirden kat kat daha hızlıdır. Hem de çok faziletlidir. Çünkü bu sırada kişinin vücudu tüm hücreleri ile birlikte çok hızlı bir tempo ile Allah’ı zikretmektedir. Bunun için çok şey yapmaya gerek yoktur. Dil damağa yapıştırıldıktan sonra tüm vücudun Allah’ı zikrettiğini düşünmek, bu düşünce ile içinde oluşan uyuma, ritme kendini bırakmak yeterlidir.
Sultani zikre ulaşmamış kişiler de bu yolla, yani dilini damağına yapıştırarak zikrederlerse kısa zamanda büyük kazançlar elde ederler. Ama bu onlara çok zor gelecektir. Bu yol ilk zamanlarda pek kullanışlı değildir. Onun için böylelerine herhalukarda elde bir tespihi (küçük de olabilir) düşürmeden zikretmek daha yararlıdır.

İmam-ı Rabbani Hazretleri peygamberimizin risaletten önce dili damağa yapıştırmak suretiyle gizli zikir yaptığını belirtmektedir. Nitekim peygamberimiz Mekke’den Medine’ye hicret sırasında saklanmak amacıyla sığındıkları Sevr mağarasında Hz. Ebubekir’e de bu zikri talim eylemişlerdir.

İnsan dışındaki bütün canlı ve cansız varlıklar, yaratılışları istikametinde kendi dilleri ile zikir halindedirler. Mikro âlemde maddenin en küçük parçası atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar sınırsız bir hızla dönerek bu zikir halini gerçekleştirirken; makro âlemde dünya gerek kendi ekseni gerekse güneşin etrafında yaptığı dönüşlerle ayrı ayrı zikirlerde bulunur. Güneş sisteminin belli bir yörüngede Vega yıldızına doğru akışı da başka bir zikir halidir. Bitkiler ve hayvanlar da zikirden asla gafil değillerdir. Yalnız bu dünyada imtihana tabi tutulmakta olduğu için insanların büyük bir kısmı zikirden uzak bir hayat yaşamaktadır: “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı tespih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile O’nu tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O kullarına karşı Halîm ve Gafûr’dur ( İsrâ suresi, 44).”

Şiir sanatında sevdiğim bir kavram vardır: İmge. İmge hayalden farklı bir kelimedir. Hayal yaşadığınız şeyleri veya gelecekte yaşayacağınız şeyleri kafamızda canlandırmamızdır. İmge ise hayali tıpkı modern ressamlarda olduğu gibi değiştirmedir. Hayali gerçek hayatın kanunlarının ve alışılmışın dışında, bambaşka bir kompozisyonla yeniden kurmadır. Picasso’nun resimlerinde başın yanında kolların bitivermesi gibi.

Sultani zikir büyük bir devlettir. Böyle bir devlete eren sofinin bundan çok iyi yararlanması, bunu çok iyi değerlendirmesi gerekir. Özellikle uyurken başını yastığa koyduğunda yukarıda söylediğimiz egzersizi daha da genişletebilir. Kendisini mezarda çürümüş, tamamen toprak olmuş kabul ederek (böylece fenafillâhın egzersizleri olan murakabe-i vahidiyyeti de yapmış olur) her zerresinin zikre geçtiğini düşünür. Atomun çekirdeği etrafında elektronların sonsuz bir hızla zikrettiğini hayal eder. Mezarındaki toprakla birlikte bütün dünya cansız maddeleriyle beraber zikirdedir. Onların her bir atomu tıpkı sofinin elindeki tespih gibidir. Çekirdekler, tespih daneleri hükmünde olan elektronlarını çevresinde sonsuz bir hızla döndürmektedirler. Hatta bu imgeye atomun yapısına benzeyen gezegenlerin ve yıldızların kozmik hareketlerini de katar. Böylece Allah’ın (c.c.) zatı huzurunda bütün evrenin cansız varlıklarının koro halinde zikre koyulmuş olduğunu imgeler. Artık vücudu veya toprağı, maddenin en küçük yapı taşından ta galaksilere kadar her şeyin zikir halinde olduğu bu âleme intibak etmiş olur. O da evren korosuna kendince katılır. Bu muhteşem tabloya sofinin tamamen toprak olmuş bedeni de bir ritim ve uyumla renk verir.

Cansız varlıklarda rızık, geçim endişesi olmadığı için onlar her daim zikirdedirler. Zikirden hiç gafil kalmazlar. En küçük yapı taşları, sözünü ettiğimiz tarzda yüce Allah’ı zikrederler. Çünkü iradeleri tamamen Allah’a (c.c.) bağlıdır. Allah ise şanını en mükemmel şekilde zikrettirendir. Sonra sırasıyla bitkiler ve hayvanlar gelir. Bitkiler tevekküllerinden yerlerinden ayrılmazlar. Hayvanlara göre zikre daha bir tutkundurlar. Çünkü iradeleri hayvanlara göre daha bir azdır, daha bir Allah’a bağlıdır. Hayvanlar zikirde insanlardan öndedirler. İnsan kadar bir iradeye malik olmadıkları için yüce Allah onlara zikir nimetini daha çok tattırmaktadır. İnsanların bazılarına zikir hiç nasip olmaz.

Şeytanlar hiçbir zaman bizden uzak değillerdir. İleri manevi hallerde varlıkları da görülebilir. Onlar duman halinde tüm bedeni, organları sararlar. Letaiflerde nurların görülmesinde olumsuz etkilerde bulunabilirler. Sultani zikirle birlikte yapacağımız daimi zikirler onların bellerini de kıracaktır.

Tasavvuf ve tarikat yolunun bazı temel esasları vardır. Bunlara uymadıkça zikir devleti pek ele geçmez. Geçse de zikirden lezzet alma nimeti pek bulunmaz. Bunlardan ikisine çok dikkat etmek gerekir: Birincisi nefsi her şeyden, herkesten küçük görmedir. Bu sayede başkalarından gelen kötülükler hoşnutlukla karşılanır. Nefse her kötülük az bile görülür. Bu da zikirde bu yoldan gelebilecek nefsani ve şeytani vesveselerin önünü tıkar. Zira başka zaman değil de tam ibadet sırasında nefis ve şeytanlar vesveseleri ile bu damarı çok kullanarak ibadetteki huzuru ve ihlâsı zedelerler. İkincisi dünyayı kalpten çıkarmadır. Dünya herkese başka türlü hitap eder. Çünkü herkes başka bir nimetine tutkundur. Ama para bu farklılıkları genellikle biraraya getirir, birarada toplar. Onun için zekât ve sadaka vermeye azami derecede dikkat etmek gerekir. Bu yolun, yani Nakşibendiyye tarikatının başında bulunan Hz. Ebubekir’in (r.a.) gerektiğinde her şeyini İslam dini için fedadan kaçınmaması boşuna değildir. Zekât ve sadaka verme gönlün dünyaya düşkün olmasını önler. Gönlü Allah’a bağlar.

Bu iki noktaya dikkat eden kişide Allah’ın izni ile zikir çekme aşk haline gelebilir. Özellikle gizli zikirde karşılaşılan büyük problem, yani bu zikri çeken kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanması sorunu Allah’ın izni ile bu sayede çözüme kavuşur. İnsanların çoğu başkalarıyla kavgalarını ve dünyayı (parayı) Allah’la aralarına perde koydukları için Allah’ı gönül huzuruyla zikredemezler. Allah’ı zikretmek isteseler bile bu böyle bir durumda onlara nasip olmaz.

‘Lafza-i Celal zikrinde’ kişi canlı veya toprak olmuş bedenini ve evrendeki cansız maddelerin atomlarını zikir halinde canlandırırken ‘Kelime-i tevhit zikrinde’ ise insanın kendi bedenini, tüm evreni Allah’ın zatı karşısında yok etmesi amaçlanır. Ölüm insan için bunu sağlar, kıyamet de tüm evrenin yok oluşunu gerçekleştirecektir. İnsan ölünce tüm bedeni toprak olacaktır, kıyamet kopunca da tüm evren yıkılacak, maddenin en küçük parçası olan atomlar bile dağılıp aslı olan yokluğa dönüşecektir. Baki kalan sadece yüce Allah’ın zatı olacaktır. İşte Kelime-i tevhit zikri çekilirken bu esasa çok dikkat etmek gerekir. Zikir sırasında Allah (c.c.) dışında her şeyi yok bilmek gerekir. Onların faniliklerini göz önüne getirmek bu açıdan yararlıdır. Yine kendimizi mezarda çürümüş, tamamen toprak olmuş gördükten sonra evrenin büyük bir patlama ile yokluğa karıştığı imgesini gözümüzün önünde canlandırabiliriz. Bu hayalden sonra Allah’ın zatının ezeli ve ebedi olduğunu, baki kaldığını düşünmek gerekir. ‘Yeryüzünde olan her şey fanidir, ancak celal ve ikram sahibi olan Rabbinin zatı bakidir. (Rahman suresi, 26-27).’

Lafza-i Celalin hızlı çekilmesi gerektiğini belirtmiştik. Kelime-i tevhit zikrini de hızlı çekmek çok yararlıdır. Çünkü bu şekilde çekmek kişiye büyük bir coşku verir. Coşku da aşkı doğurur. Bir zikir aşkla çekildi mi kişiyi Allah’ın izni ile ileri makamlara ve hallere ulaştırır. Tespihi hızla çekme dolayısıyla ‘la-ilahe’ tespihin bir tanesine, ‘illallah’ diğerine denk düşebilir. Ama yine de bu iş kişiden kişiye değişebilir. Aslında tespih böyle bir anda sayıyı belirleyen bir alet değil, coşku sağlayan bir unsur olur. Elbette Nakşibendiyye tarikatında Kelime-i tevhit zikri kalple çekilmez. Kişinin kendi duyacağı bir ses ayarıyla zikredilir. Virtte doğal olarak sayıyı korumak hâkim olduğu için zikirde tespih taneleri o kadar hızlı çekilemez. Ama sayısız zikirde coşkuyu artırmak için eldeki tespihi dediğimiz veya dilediğimiz tarzda kullanabiliriz. Zikrin o zaman tadına doyum olmaz.

İnsanın tek başına yalnız havas bilgileri ile (Allah’ın şu güzel ismini şu kadar çekersen şu faziletlere sahip olacaksın tarzında bilgiler…) zikre yönelmesi beraberinde büyük itikadi yanlışlıklar ve sapmalar da getirebilecektir. Zikir ehil birisinin, mürşid-i kâmilin rehberliğinde çekilmedikçe insana yarar kadar zarar da verebilir. Tabii bu sözünü ettiğimiz şey, Laza-i Celal (Allah), kelime-i tevhit gibi zikirleri çokça çekme ile ilgilidir. İnsan kararında oldukça, mürşid-i kâmilsiz, kendisi de yalnız başına zikir edinebilir. Bir takım haller yaşadığında bir mürşid-i kâmile danışabilir, başvurabilir. Esma-i Hüsna zikri de mürşid-i kâmile başvurmadan kişinin kendi isteğiyle çekilebilir. Ama yine de Esma-i Hüsnada da ihtiyatlı olmak lazımdır. En azından tasavvuf ve tarikat kültürünü hazmetmek gerekir. Tasavvuf ve tarikat kültürünün de temelini her an tövbe ve istiğfar halinde olma, nefisle mücadele etme, onu her daim küçük görme ve Allah rızasını amaç olarak kabul etme oluşturur. Çünkü şeytanlar hiçbir fırsatı kaçırmaz. Kılavuzsuz yola çıkanları çeşitli tehlikeler bekleyebilir. Örneğin yaptığı zikirle dualarının kabul edildiğini gören birisi istidraca düşebilir. Benliği güçlenip kendisinde olmayan çeşitli büyüklükler görebilir, kibire ve ucuba kapılabilir. Çünkü zikrin neticesi birtakım haller yaşanmaya başlayacaktır. Bunların bazısı Rahmani bazısı da şeytanidir. Bunları insanın yalnız başına birbirinden ayırması imkânsızdır. Birbirlerine çok benzerler. Farkına varmadan şeytanın oyuncağı olabilir. Bunlar da insanı ebedi helake, pişmanlığa götürmeye yeter. Ayrıca vesveseye de düşebilir. Hele içinde bulunduğumuz çağda insanlar gerekli dini ve itikadi bilgilerden bile yoksunken onların ellerine verilecek böyle bir havas bilgisi Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinin gereği ve amacı dışında zikredilmesine yol açacaktır. Onun için zikir yoluna gireceklerin bir mürşid-i kâmilin himayesine girmesi en doğru yoldur. Nefis tezkiye olmadıkça zikir, özellikle Esma-i Hüsna zikri ona yarardan ziyade zarar verecektir. Çünkü böyle bir kişi Allah’ın güzel isimlerine hep nefis hesabıyla bakacaktır. Bu da onu manevi olarak zarara sokacaktır. Hâlbuki Esma-i Hüsna zikrini çekmenin temel amacı Allah’ı övüp yüceltme veya O’nun güzel ahlakıyla ahlaklanmadır. O’nun rızası dışında her şey nefis hesabınadır. Allah’ın rızası dışında kendisine bir hedef çizen ve bu konuda Esma-i Hüsnadan umut bekleyen kişi ise yoldan çıkmıştır. Nefis ve şeytanlar onu aldatmıştır. Allah (c.c.) bu durumlara düşmekten bizleri korusun. Âmin. Evet, şu ayet-i kerime bu kişilere hitap etmektedir: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, ayet 180).”

Rabıta ve zikrin feyziyle kısa zamanda kalp ve letaif noktaları açılarak ilahi (kırmızı, sarı, beyaz, yeşil, siyah, bunların karışımı değişik tonlardaki renkli) nurlar görülebilir.

Biz ilk zamanlarımızda bu nurlara karşı çok meraklı idik. Tabii varlıklarını kitaplardan okurduk. Acaba gerçekten görebilecek miyiz, diye kendi kendimize söylenip dururduk. Bizden önce bu yola girenlere, ileri derecede zikir çekenlere bu ilahi nurları görüp görmediklerini sorardık. Onlar nedense konuşmak istemezler, Nakşibendiyye yolunda her şey gizlidir, sırlar söylenmez, kabilinden cevaplar verirlerdi. Dedikleri doğruydu. Bir insanın durduk yerde hallerini etrafa anlatması edebe aykırıdır. Tasavvuf ve tarikat yolu ise baştan sona edeptir. Bir de o kişinin gurura, ucuba düşmesine neden olabilir. Bu da telafisi mümkün olmayan büyük zararlar getirebilir. Ayrıca nazar tehlikesi de bunun cabasıdır. Allah her birimizi bu afatlardan korusun. Âmin.

Kuran-ı Kerim’de yüce Allah, pek çok yerde ‘böbürlenenleri’ ve ‘övünenleri’ sevmediğini beyan buyurmuşlardır (Hadid suresi 23, Lokman suresi 18, Nisa suresi 36, Kasas suresi 76, vb.)Tasavvuf ve tarikat yolu nefsi ezmek ve hiç etmek sanatıdır. Kişi bu yolda kendisinde çok az da olsa bir varlık gördüğü zaman anında manevi ilerlemesi durur, çeşitli sıkıntılar yaşamaya başlayabilir. Bu büyük tehlikelere karşın Allah’a sığınarak ve sadatlardan manevi himmet dileyerek insanların bu konulardaki meraklarını gidermek, onlara tavsiyelerimizin daha etkili olması için, ayrıca onları rabıta ve zikre teşvik etmek gayesiyle yaşadığımız tecrübelerden birazcık da olsa kısaca bahsetmek istiyoruz:

Gerçekten sultani zikirde tüm vücudun veya bazı organların hücreleri titreşimdeki cep telefonu misali akıl almaz bir hızla zikretmektedir.
Gerçekten kalp ve letaifler açıldığında bu noktalardan, daha doğrusu göğüsten, ibadetler sırasında (namaz ve zikir gibi) çok büyük hazlar alındığı gibi gözler kapalı olduğunda değişik renklerdeki nurlar da görülmektedir.

Gerçekten değişik renkteki nurlar görüldükten epey bir zaman sonra saydam bir nur halesi, daha doğrusu nur kalesi insanı kuşatmaktadır. Bu insanı şeytanlara karşı korumaktadır.

Böyle nimetleri kullarına bahşeden Rabbimize kelimeleri adedince şükürler, hamd u senalar olsun.

Sofiler rabıta ve zikirlerine dikkat ederlerse kısa zamanda bu söylediğimiz halleri yaşayacaklardır. Tabii tasavvuf ve tarikat yolunda bu halleri yaşamak önemli değildir. Bu konuda vesveselere düşmemek de gerekiyor. Çünkü insan bunlarla da imtihan edilebilir. İnsan bir ömürde bu halleri yaşamasa bile Allah’ın (c.c.) rızasına erebilir. Önemli olan da budur. Bu tür halleri yaşayan kişilerin de Allah’ın rızasına erdiğini düşünmek doğru değildir. Son nefeste imansız gitme tehlikesi peygamberler dışında herkes için geçerlidir. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s) de dediği gibi Allah (c.c.) ahrette bizleri yaşadığımız manevi hallerden sorguya çekmeyecektir. Önemli olan Allah’ın emir ve yasaklarını (şeriatı) yerine getirip Allah’ın rızasına ermedir. Rabıta ve zikirde amaç, Allah rızasıdır. Hal elde etmek değildir. Böyle bir isteğin kalpte olması bile bir fitnedir. İmtihan konusudur. Allah’ın rızası ile araya giren aşılmaz bir perdedir. Allah hepimizi bu tür afatlardan korusun. Âmin.

Özellikle rabıta sırasında insan nefsini çok ezmeli, kendini toprak misali yok bilip sadatlardan gelecek feyze ve nura talip olmalıdır. Aslında bu bütün ibadetlerde, hatta yaşamın her anında böyle olmalıdır. Onları rabıtada görmek istemek gibi bir duygu her şeyden önce bir edepsizliktir. Böylelerinin rabıtanın nuru ve feyzinden de bir nasipleri olmaz.

Allah fazl u ikramıyla bizlere son nefese kadar zikrini ve mürşid-i kâmile yapılan rabıtayı sevdirsin ve bizlere her daim rızasını nasip eylesin. Âmin. (Muhsin İyi)

**************************************************

MÜNACAT – 1

Âlemlerin Rabbi sensin Allah’ım,
Bana Hz. Âdem’in tövbesini ver.
Ey Vedud olan büyük Allah’ım,
Bana Hz. Nuh’un direncini ver.

Celalinden cemaline sığındım,
Allah’ım Sen’den Sana sığınırım.
Yalnız Seni sevdim Seni andım,
Bana Hz. İbrahim’in imanını ver.

Ey seven, sevindiren ve sevdiren,
Sevgi var et sonsuz hazinenden.
Ben Seni layıkıyla övemem,
Bana Hz. İsmail’in sevgisini ver.

Gönüllerin mutlak hâkimi Sen’sin.
Ben isteyen Sen ise verensin.
Her canlının zikrettiği Sen’sin,
Bana Hz. Yakub’un dirayetini ver.

Zatını hamd ile aciz olduğum,
Sana sığınıp Sana tutundum.
Yardan da serden geçemiyorum,
Bana Hz. Yusuf’un iffetini ver.

Açtım elim kovmazsın diye geldim,
Kanadı kırık bir kuş gibiyim.
Yarım bırakılmış düş gibiyim,
Bana Hz. Musa’nın celâletini ver.

Ey kalplerin ve gönüllerin sahibi,
Varlığım Senin varlığının şahidi.
Sonsuz sevgi selinle sevindir bizi,
Bana Hz. Harun’un sadakatini ver.

Kulluk edemedim lutfuna geldim,
Sen Rabbimsin diye Seni sevdim.
Ben isteyenim Sen ise verensin,
Bana Hz. Davud’un sadasını ver.

Aklımı hissimin elinde hor etme,
Yüreğimi derdim içinde kor etme,
İman etmeyi yüreğime zor etme,
Bana Hz. Süleyman’ın gayretini ver.

Kul kulca ister Sen ise verensin,
Yoğu var varı yok edensin,
Sen ki, ihtiyaçları giderensin,
Bana Hz. Eyyub’un sabrını ver.

Halim arzuhalim, duruşum duam.
Sensizsem neyim var Senle ne gam.
Ayırma beni yüce Kur’ân’dan
Bana Hz. Lokman’ın hikmetini ver.

Aklımı nefsimle rezil etme,
Hissimi şehvetle zelil etme,
Beni kötü nefsime kul etme,
Bana Hz. Zekeriyya’nın hizmetini ver.

Hesap gününde Kur’ân-ı şahit kıl.
Zora düşer Seninle olmayan akıl,
Bizi kitabına uyanlardan kıl.
Bana Hz. Yahya’nın şahadetini ver.

Hasetten, fesattan, kesattan uzak tut,
Nifaktan, fısktan, fücurdan uzak tut,
Şirkten, küfürden, müşrikten uzak tut,
Bana Hz. Meryem’in adanmışlığını ver.

Sen ki, Ehad’sın, Vâhid’sin, Samed’sin,
Sen hiçbir şeye muhtaç değilsin.
Sen teksin, birsin, sevindirensin,
Bana Hz. İsa’nın safiyetini ver.

İmtihan potasında erit bizi,
Sonsuz sevgi selinle sev bizi,
Sevdir, sevindir, mutlu et bizi,
Bana Hz. Muhammed’in muhabbetini ver.

Bilmediğimi bildir, görmediğimi göster.
Sen veresin kul ise kulca ister,
Cana can, kalbe ferman, derde derman ver,
Bana Hak Yolu’nun sevdasını ver.

Abdullah Yaşar Erdoğan


ESMA DERSLERİ 2 – “HÛ” VE AÇIKLAMASI

$
0
0

Resim1

{{(“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.)}}

KUR’AN DAN BAZI AYETLER;

1 – Fetelakka Ademü min Rabbihi kelimâtin fetâbe aleyh* inneHU HUvetTevvaburRahıym; (Bakara/37)

Âdem, Rabbinden (beynindeki Esmâ mertebesi boyutundan) gelen ilim ile -kelimeler- (yapmaması gerekeni fark edip, kendisinden açığa çıkan vehmine tâbi olma hatasını itiraf edip) tövbe etti. Tövbesi kabul edildi. Şüphesiz ki HÛ; O, tövbeyi kabul edip Rahıymiyeti ile bunun güzel sonuçlarını yaşatandır.

2 – Fein amenû Bi misli mâ amentüm BiHİ fekadihtedev* ve in tevellev feinnema hüm fiy şıkak* feseyekfiykehümüllahu ve HUves Semiy’ul ‘Aliym; (Bakara/137)

Eğer onlar da, sizin O’na iman ettiğiniz kapsamda iman ederlerse, hakikate giden yolu bulmuş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, parçalanmış ve dar kafalı olarak kalırlar. Onlara karşı Allâh sana yeterlidir! “HÛ”; Es Semi’dir, El Aliym’dir.

3 – Allâhu lâ ilâhe illâ HÛ* elHayy’ül Kayyûm.. (Bakara/255)

Allâh O, tanrı yoktur sadece HÛ! Hayy ve Kayyum (yegâne hayat olan ve her şeyi kendi isimlerinin anlamı ile ilminde oluşturan – devam ettiren)

4 – HUvelleziy yüsavviruküm fiyl erhami keyfe yeşa’* la ilâhe illâ HUvel Aziyz’ul Hakiym; (A. İmran/6)

Sizi rahimlerde (ana karnında – Rahıymiyetinde – varlığınızı oluşturan Esmâ mertebesinde) dilediği gibi şekillendiren (oluşturan – programlayan) “HÛ”dur! Tanrı yoktur sadece “HÛ”; Aziyz’dir, Hakiym’dir.

5 – ŞehidAllâhu enneHÛ lâ ilâhe illâ HUve, vel Melâiketü ve ulül ‘ılmi kaimen Bil kıst* lâ ilâhe illâ HUvel Aziyz’ül Hakiym; (A. İmran/18)

Allâh şehâdet eder, kendisidir “HÛ”; tanrı yoktur; sadece “HÛ”! Esmâsının kuvveleri olanlar (melâike) ve Ulül İlm de (ilim açığa çıkardığı mahaller) bu hakikatin Hak oluşuna şehâdet eder, Adl’i kaîm kılarlar. Tanrı yoktur, sadece “HÛ”; Aziyz, Hakiym’dir.

6 – Kul ya eyyühenNasü inniy Rasûlullahi ileyküm cemiy’anilleziy leHU mülküs Semavati vel Ard* lâ ilâhe illâ HUve yuhyiy ve yümiyt*(‘Araf/158)

De ki: “Ey insanlar… Kesinlikle ben hepinize gelmiş Allâh Rasûlü’yüm… Semâların ve arzın mülkü ‘HÛ’nundur! İlâh yoktur sadece ‘HÛ’! Diriltir, öldürür! Bu yüzden iman edin, Esmâ’sıyla nefsinizin dahi hakikati olan Allâh’a ve Ümmî Nebi olan O Rasûl’e ki O, Esmâ’sıyla nefsinin dahi hakikati olan Allâh’a ve O’nun bildirdiklerine iman eder. O’na tâbi olun ki hakikate erdirilesiniz.”

7 – Ve in cenehu lisselmi fecnah leha ve tevekkel alellah* inneHU HUves Semiy’ul ‘Aliym; (Enfal/61)

Eğer barışa yanaşırlar ise, sen de ona (barışa) yanaş! Allâh’a tevekkül et (Allâh’ı vekîl tut = El Vekiyl isminin kuvvesine yönel)! Çünkü O,Semi’’dir, Aliym’dir.

8 – HUve yuhyiy ve yümiytü ve ileyHİ turce’un; (Yunus/56)

“HÛ”! Diriltir ve öldürür! O’na rücu edeceksiniz (Hakikatinizin, Esmâ’sıyla yaratılmış olduğunu Hakk-el yakîn yaşayacaksınız)!

9 – Kalu eta’cebiyne min emrillâhi rahmetullahi ve berakâtühu aleykum ehlel beyt* inneHU Hamiydun Meciyd; (Hud/73)

Dediler ki: “Allâh’ın hükmüne mi şaşıyorsun? Allâh’ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir ey hane halkı! Muhakkak ki O, Hamiyd](EL HAMİYD… Açığa çıkardığı evrensel kemâlâtı “Veliyy” ismi kapsamında açığa çıkardığı âlem sûretlerince seyredip değerlendirendir! Hamd yalnızca kendisine aittir!)’dir, Meciyd’dir.”

10 – Ve inne Rabbeke HUve yahşüruhüm* inneHU Hakiymun Aliym; (Hicr/25)

(Babaları) dedi ki: “Daha önce kardeşini (Yusuf’u) size güvenip emanet ettiğim gibi (şimdi de) onu size güvenip emanet mi edeyim? Koruyucu olma itibarıyla Allâh en hayırlıdır! O, Erhamur Rahıymiyn’dir.”

11 – Kale Rabbiy ya’lemul kavle fiys Semai vel’ Ard* ve HUves Semiy’ul ‘Aliym; (Enbiya/4)

(Hz. Rasûlullâh): “Benim Rabbim semâda ve arzda konuşulanı bilir… O, Semi’dir, Aliym’dir” dedi.

12 – Ve lâ ted’u meAllâhi ilâhen âhar* lâ ilâhe illâ HU* küllü şey’in halikün illâ vecheHU, leHUl hükmü ve ileyHi türce’un; (Kasas/88)

Allâh yanı sıra tanrıya (dışsal güce) yönelme! Tanrı yoktur, sadece “HÛ”; Her şey (şey’iyeti itibarıyla) yoktur sadece O’nun vechi (mevcuttur)! Hüküm O’nundur… O’na (hakikatiniz olan Esmâ mertebesinin farkındalığına) döndürüleceksiniz!

13 – Lev eradAllâhu en yettehıze veleden lastafa mimma yahlüku ma yeşau, subhaneHU, HUvAllâhul Vâhid’ül Kahhâr; (Zümer/4)

Eğer Allâh bir çocuk edinme irade etseydi (olmasını kesin arzulasaydı), elbette yarattıklarından dilediğini süzüp seçerdi… Subhan’dır O! “HÛ” Allâh Vâhid, Kahhâr’dır!

14 – Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh* innAllâhe yağfiruzzünube cemiy’a* inneHU “HU”vel ĞafûrurRahıym; (Zümer/53)

De ki: “Ey nefslerinin hakkını vermede israf etmiş kullarım (benliğinin hakikatini yaşamak yerine ömrünü bedensellik yolunda harcamış olan)! Allâh Rahmetinden ümit kesmeyin! Muhakkak ki Allâh bütün suçları (tövbe edene) mağfiret eder… Muhakkak ki O, Ğafûr’dur, Rahıym’dir.”

15 – Fa’lem ennehu lâ ilâhe illAllâhu vestağfir li zenbike ve lil mu’miniyne vel mu’minat* vAllâhu ya’lemu mütekallebeküm ve mesvaküm; (Muhammed/19)

Gerçek buysa bil ki, Lâ ilâhe illAllâh (Tanrı yoktur; sadece Allâh); kendi zenbin (beşer yanının getirdiği perdelilikten kaynaklanan kusurlar), iman eden erkekler ve iman eden kadınlar için mağfiret dile (bağışlanmaları için Hakikati kavramalarına çalış)! Allâh dönüp dolaştığınız yeri (hâllerinizi) de, varıp sonsuz yaşayacağınız yeri de bilir!

16 – Yes’eluhu men fiysSemavati vel’Ard* külle yevmin HUve fiy şe’n; (Rahman/29)

Semâlarda ve arzda ne varsa O’ndan talep eder; “HÛ” her “AN” yeni iştedir!

17 – LeHU mülküsSemâvati vel’Ard* yuhyiy ve yumiyt* ve HUve ‘alâ külli şey’in Kadiyr; (Hadîd/2)

O’na aittir semâların ve arzın mülkü… Diriltir ve öldürür! O, her şeye Kaadir’dir.

18 – “HU”vel’Evvelu vel’Âhıru vezZâhiru velBâtın* ve HUve Bi kulli şey’in ‘Aliym; (Hadîd/3)

“HÛ”dur, Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın (“HÛ”dan gayrı olarak hiçbir şey yoktur)! O Bi-küllî şey’in (Esmâ’sıyla her şey’i yaratmış olan olarak) Aliym’dir (Bilen’dir şeylerin tamamını)!

19 – “HU”velleziy halekasSemâvati vel’Arda fiy sitteti eyyamin sümmesteva ‘alel’Arş* ya’lemu ma yelicu fiyl’Ardı ve ma yahrucu minha ve ma yenzilu minesSemâi ve ma ya’rucu fiyha* ve HUve me’akum eyne ma küntüm* vAllâhu Bima ta’melune Basıyr; (Hadîd/4)

O, semâları ve arzı altı süreçte yaratan, sonra da arşa istiva edendir! Arza gireni ve ondan çıkanı; semâdan inzâl olanı ve onun içinde urûc edeni bilir… Nerede olursanız O sizinle (hakikatinizin Esmâ ül Hüsnâ’sıyla varolması sonucu) beraberdir! (Mâiyet sırrına işaret). Allâh yaptıklarınızı (yaratan olarak) Basıyr’dir.

20 – Yuliculleyle fiynnehari ve yulicunnehare fiylleyl* ve HUve ‘Aliymun Bi zatissudur; (Hadîd/6)

Geceyi gündüze dönüştürür, gündüzü de geceye dönüştürür! O, sadırların zâtı olarak (içlerindekilerin Esmâ’sıyla hakikati olarak) Bilen’dir!

21 – “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* ‘Âlimulğaybi veşşehâdeti, “Hu”verRahmânurRahıym; (Haşr/22)

“HÛ” Allâh, tanrı yok, sadece “HÛ”! Gayb ve şehâdeti daimî bilendir! “HÛ”, Er Rahmân (tüm El Esmâ özelliklerini mündemiç olan) Er Rahıym’dir (tüm El Esmâ özelliklerini açığa çıkaran – o özelliklerle Efâl âlemini seyrinde yaşamakta olan).

22 – “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir* SubhânAllâhi ‘ammâ yüşrikûn; (Haşr/23)

“HÛ” Allâh, tanrı yok, sadece “HÛ”! Melik’tir (efâl, oluşlar âleminde mutlak hükmü yürüyen), Kuddûs’tür (yaratılmışlığa ve kevne ait nitelenmelerden, yaratılmış kavramlardan münezzeh), Selâm’dır (yaratılmışlarda yakîn ve kurb hâlini oluşturup mâiyet sırrını açığa çıkartan), Mu’min’dir (iman açığa çıkartarak hakikatini müşahedeye yönelten), Müheymin’dir (gözetip himaye eden, muhteşem azametini seyirde yaratılmışlığı kaldıran), Aziyz’dir (karşı konulması imkânsız olarak dilediğini yapan), Cebbâr’dır (iradesini zorunlu kabul ettiren), Mütekebbir’dir (Mutlak yegâne Kibriyâ {eniyeti} olan)! Allâh, onların ortak koştukları tanrı kavramlarından Subhan’dır!

23 – “HU”vAllâhul Hâlik’ul Bâri’ül Musavviru leHUl’ Esmâ’ül Hüsnâ* yüsebbihu leHÛ mâ fiysSemâvâti vel’Ard* Ve “HU”vel’Aziyz’ul Hakiym; (Haşr/24)

O Allâh, Hâlık (mutlak yaratan – Esmâ özelliklerini fiile dönüştüren), Bâri (her yarattığını, zaman ve özellik olarak tüme uyumlu tafsile getiren), Musavvir (sonsuz mânâ sûretlerini açığa çıkaran); Esmâ ül Hüsnâ O’na aittir! Semâlarda ne var ve arzda ne varsa Allâh’ı tespih (ortaya koydukları işlevle Esmâ özelliklerini açığa çıkararak kulluk etmeleri) içindir; “HÛ” Aziyz’dir, Hakiym’dir.

24 – Kul HUvAllâhu Ehad; (İhlas/1)

De ki: “HÛ Allâh EHAD’dır! (son – sınır kavramsız TEK’tir)”

25 – Ve lem yekün leHÛ küfüven ehad; (İhlas/4)

“O’na hiçbir küfuv (denk) olmadı! (hiçbir düşünülen O’na denk özellikler açığa çıkaramaz.)”

********************************************************

(S. KONEVİ’den)

Bilinmelidir ki hüviyet, ilâhlığın/ilâhiyyet sırrıdır. O celâl ve kemâl özelliğiyle yegâne ezeli mevcuttur.

Hüve/ O Allah’ın kullarını; De ki O/Hüve. (İhlas/1) ifadesiyle kendisine davet ettiği ilk kelimedir. Böylelikle sadece bu zamirle ifade tamamlanmıştır. Bunun ardından ise “Allah” demiştir.

“Allah” bütün harfleri ve vad’i hakikatleriyle zât-ı ahadiyete delâlet eden özel, kuşatıcı isimdir.

Bu isimde ki hüviyet sırrı, onun mürekkep harflerin hükümlerinden soyutlandıktan sonra zuhur etmesidir. Bunun nedeni bu isim “ağyar” dan tam anlamıyla mücerretliği ve eserlerin hakikatlerinden münezzehliğinin gücüdür. Her ne kadar “Hüve/O” he ve Vav harflerinden meydana gelmiş olsa bile bu isimde sabit harf “He” dir. Çünkü vav harfi, “Allah” kelimesinin sonunda düşmüştür. Ayrıca “Huma/O ikisi “ ve “hum/onlar” ifadesinde olduğu gibi ikilikte ve çoğulda bu harf düşer. Böylelikle He harfi, sıfatların silinmesi nispet ve izafelerin düşmesiyle “mutlak ahadiyet” e delâlet etmek üzere sabit kalmıştır.

Bilinmelidir ki Hüviyette ki “He” evvellik mertebesinin, ulûhiyette ise âhirlik mertebesinin sahibidir. Binaenaleyh bu harfin hüviyette bir başlangıcı, Ulûhiyette ise bir nihayeti vardır. Bu durum pek çok sırlara ve değerli manâlara işaret eder.

Bunlardan ikisi, hüviyetin manâlarından ehl-ikeşf in kalplerine yayılan “reca” kokularıdır. Şöyle ki; Varlığın merkezi, devridir. Böylelikle nihayet bidayetin aynıdır. Aynı zamanda rahmet her şeyden önce geldiği gibi, her şeyin dönüşü de O’nadır.

Bu önemli sır ve bilgilerden biri de, hüviyetin celâli ve O’nun bütün isimlere üstünlüğüdür. Şöyle ki; Zat’a ait “Hüviyet” zamirinden ibaret olan “He/O” nin aslı, merfuluktur. Bu durum mutlak üstünlüğün kemâlinin kendisi nedeniyle kendisine ait olmasına işaret eder.

Bir harfin mecrur ve mansub olması ise, İrab harekelerini kabul edişi cihetinden ortaya çıkmıştır. Bu ise bu harfin bütün sıfatları, hükümleri, na’tları, nispetleri, izafeleri, lâzımları, layıkları, arazları içerdiğine işaret etmektedir.

Hüviyetin üstünlüğünün gücü –Ki üstünlük hüviyetin aslıdır- Vav harfini istilzam etmiştir. Çünkü vav harfi, zammenin kardeşidir ve çoğul zamiri vav harfine nispet edilmiştir. Bunun yanı sıra vav harfi mahreç mertebelerinde harflerin özelliklerini içerme ve ihata etme özelliğine sahiptir. Vav, He nin bâtını, harekesi de onun harekesinin aksidir. Bunun yanı sıra her iki harf te “devri” dir. Çünkü “He” nin harekesi ve mahreci ehl-i keşf’e göre kalbin yakınında göğsün bâtınındandır. Nefes onunla/he uzar ve bütün harflerin mahreçlerine uğrayıp iki dudağın zahirine ulaşır.

Bunun ardından nefes ihâta edici ve kuşatıcı dönüşünde bütün harflerin hükümleriyle boyanmış olarak, adeta şimşek hızıyla kendisinden ortaya çıktığı asla geri döner. “Vav” ın harekesi ise “He” nin harekesinin zıddıdır. Çünkü vav iki dudak arasından ortaya çıkar sonra göğe doğru uzanır. Böylelikle vav da daha önce belirtildiği gibi bütün harflerin mahreçlerine uğrar. Bunun ardından ise kendisinden ortaya çıktığı iki dudağa geri döner.
Binaenaleyh He nin hareketi, gayb âleminden şahadet alemine doğrudur. Çünkü onun zatı başlangıç/mebde mertebesinden olmasını gerektirir. Buna karşın vav ın hareketi ise şahadet âleminden gayb âlemine doğrudur.

Buna göre her iki harfte, harflerin varlıklarının hakikatlerini çıkışta ve girişte kaynak ve varış mertebelerini de içerir ve kapsar. Her iki harfte hem hakikat ve hem de mânâ olarak birbirlerine intibak eder. Bunların arasında ki uyum bir dairenin başlangıcının son una uyumlu olmasına benzer. Her iki harfte bütün mukaddes ve ruhani harflerin hakikatlerini kendilerinde toplarlar. Söz konusu harfler ilahi isimlerin maddeleridir. Bu harflerin bir kısmı –farklı konumlarına göre- diğer bir kısmı ile birleştiğinde, bunların birleşmesi ve bir araya gelmesinin eserlerinden ruhanî ilim sahipleri için bir takım tasarruflar meydana gelir. Bu tasarruflar cismanî, rûhani, melekûti, süfli, ve ulvi âlemlerdedir.

İnsan nefesinin zahiri telaffuz edilen bütün harflerin maddesi olduğu gibi aynı şekilde Nefes-i Rahman’ın zahiri de bütün varlık harflerinin maddesidir. Varlık söz konusu Nefes-i Rahman ile ayakta durur/kaim, O her şeyi ayakta tutar/Kayyûm. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur O kendisiyle beraber başka birinin var olmasından yücedir ve hüküm sahibidir. (A. İmran/6)

Cüneyd-i Bağdadî den şöyle bir olay rivayet edilmiştir. Birisi Cüneyd’in huzurunda hapşırmış, ardından da El-Hamdülillâh/Allah’a hamd olsun demiş. Bunun üzerine Cüneyd adama; “Hakkın söylediği gibi “hamd âlemlerin Rabbi’ne mahsustur/ El Hamdülillâhi Rabbil âlemin de” demiş.

Adam şöyle karşılık vermiş; “Âlem nedir ki Allah ile birlikte zikredilsin”

Cüneyd şöyle cevap vermiştir; “Şimdi öyle söyle, çünkü yaratılmış kadime bitiştiğinde, yaratılmıştan geriye bir şey kalmaz.”

Buna göre birinci ifade Allah’a fani olup, çokluğun perdelerini görmeyen ve de “izzet” çölünde kendinden geçmiş kimsenin makamıdır.

İkinci ifade ise (Cüneyd’in sözü) Tahkik sahibi Kâmilin makamıdır. Bu makam” fena”da yedi mertebenin tavırlarını/etvarü-l meratisi-s seb’a aşıp ezeli ve ebedi olarak; “Her şey yok olucudur, ancak O’nun vechi bâkidir. (kasas/88) ifadesinin hakikatini hakka-l yakîn idrak etmenin ardından Hakkın bekâ” sı ile bâki kalan kimsenin makamıdır. Çünkü insan başlangıçta “zikre değer bir şey” (İnsan/1) ve gerçekte/nefsü-l emir bir varlığa sahip değildi ki o varlıktan “fani” olsun. Aksine faninin varlığı vehim ve hayal mahsulüdür. Binaenaleyh kişi işin gerçeğini keşf edip şunu müşahede ettiği için hayal ortadan kalkmıştır. Her halükarda “fani”, bâki olan ise “bâki” olmaya devam eder.

Bu durumda insan hakkın lisanı ile “Hamd âlemlerin rabbi Allah içindir” der. Bu ifade (her şeyi kendinde) içeren ve kemâl özelliğinde ki hakikatin varlık mertebelerine seyredişini dile getirir.

Allah hidayet edendir. (S. KONEVİ/Esma-i hüsna şerhi)

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

(AHMED HULUSİ) den

“HÛ’vAllahulleziy la ilahe illâ HÛ”! İster vahiy yollu gelsin, ister bilinç yollu üzerine eğilinsin, algılanan her “şey”in hakikatinin derûnu… Öylesine ki; Ekberiyet tecellisi sonucu önce “haşyeti”, sonucu olarak da “hiç”liği yaşatır ve bu yüzden de O’nun hakikatine erişilemez! “Basîretler ona ulaşmaz!” Mutlak bilinmezliğe ve kavranılmazlığa işaret ismidir! Nitekim “ALLÂH” dâhil tüm isimler ““ya bağlı geçer Kurân’da!

“HU ALLAHu EHAD”,

“HU’ver Rahmanur Rahıym”,

“Hu’vel’Evvelu vel’Ahıru vez’Zahiru vel’Batın”,

“HU’vel Aliyyül Azıym”,

“HU’ves Semiy’ul Basıyr” ve Haşr Sûresi’nin son üç âyeti gibi!

Bu arada şunu da bir diğer okunuş şekli itibarıyla fark ederiz ki, isimlerin öncesindeki “HÛ” ismi işaretiyle önce tenzih vurgulaması yapılır, sonra da söz edilen isimlerle teşbihe işaret edilir. Bu da hiçbir zaman gözden kaçırılmaması gereken bir işarettir.

“Külle yevmin Huve fi şe’n” (55/29) ayetinde, dikkat ederseniz “HÛ” ismi var.. “ALLAH” ismi geçmiyor! “” ismi, cüz’ün özündeki Teklik boyutu değil mi? İşte O, Teklik boyutu, her an cüz’lerdeki tasarrufu oluşturmakta. Oluşumun kaynağı O!

“HÛ” nun mânâsı; Çokluk görüntüsünün ardındaki, Öz’deki Teklik boyutudur.

İşte Arapçadaki “” kelimesi, varlığın özündeki bir boyutsal öteliğe işaret eder; niteliksiz ve niceliksiz bir yolla!

Sayısız “nokta”ların Hâlik”i olup; “nokta”lar indinde “nükte” olan ““!?

İlminde “nokta”dan yarattıklarını, hayal hammaddesiyle var kılan “HÛ”!?

Ve bütün bunlardan “GANΔ olana işaret eden, “HÛ”!

Soru: Şehâdet, “HÛ”ya bağlanırsa, o şehâdetin izahı yapılabilir mi? Şayet yapılamaz ise Allah nasıl şehâdet eder?

Cevap: Şehâdet kesrete ait bir kavramdır. Kesret sûretlerinden şehâdet etmektedir. “Atan bendim” deki gibi… “” ya yapılmayan şehâdetle tenzihiyet olmaz.

Soru: “Abduhû ve Rasûluhu”, yani Abdullah ve Rasûlullah dediğimizde,

” isminin kulu ve Rasûlü olmakla Allah isminin kulu ve Rasûlü olmak arasındaki anlam farkı nedir?

Cevap: Birisi Allah’ı Hüviyetinde bulmayı anlatır. Öteki, Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olmayı. “HU” kelimesi, Kurân’da, sabit tek bir mertebeye değil, içinde geçtiği konunun mahiyetine göre, değişik mertebelere işaret eder.

Âyet sonundaki bu tanımlama daima “” denerek Allah adıyla işaret edilenin tenzih yönüne; Esmâ adıyla da teşbih yönüne işaret ederek OKU’yanda tevhid bakışını oluşturmak amacını gütmektedir Allahu âlem. “” dan sonraki, pek çok âyette geçtiği üzere Türkçedeki noktalı virgül anlamındadır, bize göre.

Mutlak Zât’a işâret. : ismi, hüviyeti Zât’a işaret eden isimdir ki birçok yerde önce “” denerek hüviyeti Zât’ın âlemlerden ve tüm mânâlarla kayıtlanmaktan berî olduğu vurgulanır, sonra O’nda açığa çıkan bir özelliğe işaret eden isim belirtilir, sözü edilen konuya bağlı olarak.

“Hû” İsmiyle İşaret Edilip, Fark Edilmesi Gereken Gerçek.

Arapça’daki “HÛ” kelimesi, varlığın özündeki bir boyutsal öteliğe işaret eder; niteliksiz ve niceliksiz bir yolla!

“HÛ”nun mânâsı; “çokluk” görüntüsünün ardındaki, Öz’de¬ki Teklik boyutudur. Hatta… “HÛ” ismi, “Nokta”nın var olduğu Ahadiyete işaret eden isimdir!

” ismi, cüzün özündeki Teklik boyutu değil mi?..

İşte O, Teklik boyutu, her an birimlerdeki tasarrufu oluşturmakta… Oluşumun kaynağı O!..

Yani, şu parmağımın ucundaki hayatiyet ve canlılık, koldan gelen damarların getirdiği enerji ve kan ile kaîm!.. Bu parmağın hareketini, bu hareketi, koldan gelen hareket simgesinin netice¬si oluşturuyor. “HÛ” kelimesinin mânâsı bir anlamıyla “O” demektir!.. Bir diğer anlamıyla da “Zât’ın hüviyetine” işaret eder.

Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, “zâhir” kelimesi kapsamına girer… “Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey!

Bunların, sana göre tümü, “O”dur!.. Yani, bunların hepsi de -ki bu çokluk kavramı sana göredir- “O” dediğin varlıktır! Yani, “HÛ”!.. Düşünmeye çalışalım…

“Ben” dediğimiz özümüzü fark etmeye çalışalım… Maddenin özüne yönelip “zoom”lama yapalım…

Molekül-atom-nötron-nötrino-kuark-kuanta boyutlarına inip, düşünebildiğimiz her şeyi parçacık-dalga boyutunda hissetmeye zorlayalım kendimizi…

İşte bu yaptığımız, bir boyutsal “zoom”lama veya “Mi’râc”tır! Şunu fark edelim ki;

Bize göre sonsuz olan evren, bir anda, “nokta”dan var olmuş bir açı, “<”! Sonsuzluk düzleminde, bir noktadan meydana gelmiş bir “<” -açı-! “Evren” kelimesiyle ya da “evren içre evrenler” tanımla¬masıyla anlattığımız her şey bu açıda –“<”- yer almakta!.. Bu “<” açı ve dayandığı “nokta” ise, anlarından bir andaki yaratışı “” ismiyle işaret edilenin!..

Sayısız “an”lardaki, sayısız “nokta”lardan, yalnızca bir “an”daki bir “nokta”dan yaratılmış “evren içre evrenler”den birindeyiz!..

“İnsan-ı Kâmil” ya da “Hakikat-i Muhammedî” isim-leriyle işaret edilen ise o “nokta”dan var olan varlık! “NOKTA” ise bir “nükte”!.. Sayısız “nokta”ların Hâlık’ı olup; “nokta”lar, indînde, “nükte” olan “” adıyla işaret edilen!.. İlminde, “nokta”dan yani heyulâdan yarattıklarını, hayal hammaddesiyle var kılan “”!.. Ve bütün bunlardan “ĞANİYY” olana işaret eden, “”!.. İşte “” ismiyle işaret edilip, müslümanların fark etmesi istenen Hakikat!.. …….

HU” ismi Allah’ın, tenzih itibariyle Ahadiyetin Gaybına işaret ederken teşbih itibariyle de arzda(bedende) açığa çıkmış “Halife”ye işarettir. (Ahmed Hulusi)

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

“H Ü V E”

B i s m i l l a h i r r a h m a n i r r a h i m

İlâhî kudretin bu dünyada bilinen isimleri olduğu gibi bilmediğimiz nice âlemlerde ve ilâhî âlemde de tatbikata konulmamış, zuhur bulmamış nice isimlerinin olduğu hakikattir. Gerçekte bütün isimlerin Rabbimizin zatına ait olduğu aşikârdır. Kudret-i ilâhîyenin zatiyyetini işaret eden isimlerin bilinmesi mümkün olmadığından Rabbimiz bir lütuf yaparak isimden münezzeh bir nokta olan Hüve zamirini işaret buyurmuşlardır.

Gerek bu dünyada gerekse ilâhî âlemlerde hangi isimlerin fiili icrada olduğunu bilemiyoruz. Zuhur yapmış ve yapmamış namütenahi isimlerin sahibi olan Hüve’yi hiçbir isim tam olarak tarif ve tavsif edemeyeceğinden, zatiyyet-i ilâhîye Hüve’yi işaret buyurmuşlardır.

Hüve zâttır, nübüvvet Allah ismine bağlıdır; velâyet ise Hüve’ye bağlıdır. Hz. Muhammed (s.a.v) Hatemen Nübüvvet olarak Hüve’yi daima hususiye de tutarak Allah ismini zikretmiştir.

Sevgili Efendimiz Kur’an-ı Kerîm’de pek çok yerde Hüve zamirini belirterek Hüve’nin hususiyetleri ile ilgili bilgiler vermiştir. Kur’an’da Hüve kendini zamir olarak hususiye de tutmuştur. Yani Hüve zamirdir, ondaki hakikat ise zâtîyeti ilâhîyedir.

Hüve’nin tam tatbikat ismi Allah ismidir. Hatmül Velâyet ise, velâyet icabı Hüve’yi zikreder. Peygamber Efendimiz Hatmül Velayet sırrı ile lütfetmiş olduğu Hüve sırrının Allah’ın arzuyu ilâhîsi ile zamanı geldiğinde açılacağını işaret etmişlerdir. Hüve’nin dünyada velâyet sırrı ile tatbikatta olduğu bilinmektedir. Hüve noktası yanlışı reddetmez; doğrultur, düzeltir; ondaki rahmeti görür; yanlıştan doğruyu çıkartır.

Vacib ul-Vücûd kelimesinin Hüve anlamında yazıldığını görmekteyiz. Ancak Vacib ul-Vücud bir isimdir. Hüve isim değildir. Hüve, İsimlerden münezzeh olarak Allah’ın zatiyyet-i hüviyetini işaret eder. Hüve’nin göründüğü gönül noktası olarak Hz. Muhammed (s.a.v) in verdiği bir karar Allah ismi tarafından tatbikata koyulmaktadır. Ancak, Allah ismine itiraz edenlere bir mühlet verilmektedir. Hüve’nin göründüğü risalet noktasına itirazı ise Allah ismi kabul etmemektedir. Kur’an’ın anlatımı ile bütün peygamberlere yapılan itirazlar Hüve’ye itiraz şeklinde sayıldığı için makbul tutulmamıştır.

Nitekim kendisine itiraz eden hanımını Lût Peygamber bağışlanmasını istemesine rağmen Allah onu bağışlamadı ve helâk olanlardan oldu. Çünkü o itiraz Hüve’ye karşı yapılmıştı. Yine Nuh Peygamberin oğlu da babasına itiraz etmişti. Babasının oğlu için Allah’tan bağışlanma istemesine rağmen Allah kabul etmedi. Çünkü o itirazın aslında Hüve’ye yapıldığı görülmektedir.

Maide sûresi 78. âyetinde,

“Lü’ınelleziyne keferu min beniy israiyle alâ lisani davude ve ıysebni meryeme zalike bima asav ve kanu ya’tedune.”

“Benî İsrail’den küfre düşenler Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın lisanı üzere lânetlenmişlerdir. İsyan ettikleri ve saldırgan oldukları için böyledir.” buyrulmaktadır.

Haşr sûresi 22-24. âyetlerinde,

“Hüvallahülleziy lâ ilahe illa hu alimü’l ğaybi ve’ş şehadeh hüve’r rahmanü’r rahıym hüvallahülleziy lâ ilahe illa hu el melikü’l kuddüsü’s selamü’l mü’minü’l müheyminü’l aziyzü’l cebbarü’l mütekebbir sübhanallahi ‘amma yüşrikun hüvallahü’l haliku’l bariyü’l müsavvirü lehü’l esmaü’l husna yüsebbihu lehu ma fiy’s semavati ve’l ard ve hüve’l aziyzü’l hakiym”

“Hüve’dir Allah ki Hüve’den başka ilah yoktur alimidir gaybın ve şahid olunanın Hü ve’dir er Rahman er Rahim ‘Hüve’dir. Allah ki Hüve’den başka ilah yoktur. El Melik’tir, El Kuddüs’tür, Es Selam’dır, El Mümin’dir, El Müheymin’dir, El Aziz’dir, El Cebbar’dır, El Mütekebbir’dir. Sübhandır. Allah Şirk koştuklarından. Hüve’dir Allah, el Halik’tir, el Barî’dir, el Müsavvir’dir. Hû’nundur esmaül hüsna. Tesbih eder Hû’yu semavatta ve arzda olanlar. Ve ‘Hüve’dir el Aziz, El Hakim…” buyrulmaktadır.

Hadis: Resûlullah (s.a.v) seferden dönerken, uğradığı her tümsekte üç kere tekbir getirir, arkadan da: “Lâ ilahe illallahu vahdehu la şerike leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir.

(Allah’tan başka ilah yoktur. Hû tekdir, ortağı yoktur, mülk Hû’nundur, hamd Hû’yadır. Hüve her şeye kadirdir) dönüyoruz, tevbe ediyoruz, kulluk ediyoruz, secde ediyoruz, Rabbimize hamd ediyoruz.

Allah va’dinde sadık oldu, kuluna yardım etti. (Hendek Harbi’nde) müttefik orduları tek başına helâk etti” buyururdu. (İbnu Ömer Kütübü Sitte Hadis No: 1834)

Hicr sûresi 25. âyetinde,

“Ve inne rabbeke hüve yahşürühüm innehu hakiymün aliym”

“Ve muhakkak ki Rabb’in ‘Hüve’ onları haşreder ve muhakkkak Hû Hakîm’dir. Alîm’dir.”

Al-i İmrân sûresi 18. âyetinde,

“Şehidallahü ennehu la ilâhe illâ hüve velmelaiketü ve ülül’ılmi kaimen bilkıstı la ilâhe illâ hüvelaziyzülhakiymü”

“Şehadet eder Allah illâ ‘Hüve’den başka bir ilâh olmadığına ve melekler ve kıst (adalet) ile kaim olan ilim sahipleri de. İllâ ‘el Aziz’, ‘el Hakîm’ ‘Hüve’den başka ilâh yoktur.”

Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdular ki: “Duaların en faziletlisi arefe günü yapılan duadır. Ben ve benden önceki peygamberlerin söyledikleri en faziletli söz, ‘lâ ilahe illallahu vahdehu la şerike leh lehü’l’mülkü ve lehü’l-hamdü ve Hüve ala külli şey’in kadir. (Allah’tan başka ilah yoktur, Hû tektir, Hû’nun ortağı yoktur, mülk Hû’nundur, hamd Hû’ya aittir. “Hû” her şeye kadirdir) sözüdür.” (Amr İbnu Şuayb an Ebihi an Ceddihi Kütübü Sitte Hadis No:1863)

Bakara sûresi 255. âyetinde,

“Allahü la ilâhe illâ hüve’l hayyül kayyum”

“Allah… ‘El Hayy’, ‘el Kayyum’ ‘Hüve’den başka ilâh yoktur.” buyrulmaktadır.

Resûlullah’a (s.a.v), “Kur’an-ı Kerim’deki en büyük âyet hangisidir?” diye sorulduğunda şöyle cevap verdi:” “Allahü lâ ilâhe illa hüvel hayyül kayyum/ Allah el-Hayy”el-Kayyum” “Hüve’den başka ilâh yoktur. (Ebu Davud)

Hiçbir isim O’nu tam olarak ifade edemez. Nitekim ilâhî yaratıcıyı çeşitli isimlerle ilâh edinmişlerdir. Hüve kendisinin hiçbir isimle tahdit edilemeyeceğini böylece bildirmektedir. (ELL HACC HÜSEYİN VEDAD)

*******************************************************************

“Hu”

Hu”, Allah’a kavuşmak, maksada ulaşmaktır. Hu; İsm-i A’zâm’dır, Altı Esma’nın tercümanıdır. Evliyanın kalp gözünü açan Hu’ dur.

Hu” demek; “ben Sen’ den geldim, Sen gönderdin, yine Sana döneceğim”, “Allah’a kavuşmak” demektir. Hu, sana kavuşacağım. Hu, hedefe kavuşmaktır…..

Hu esması bir ateştir; bir aşktır; bir deryadır.”

Bu açıklamamızdan sonra “Hu” esmasının bir özelliğini daha değinelim. “Hu” esmasını okurken çok dikkatli olmak lâzımdır. Eğer usulünce okunursa insanın içini yakıverir. Çünkü o, bir ateştir. O halde nasıl okumalıyız? Ağız açık olmalı, dilin ucu üst dişlerin dibine yapışıp göbekten “Hu” diye okunmalıdır….

Allah sevgisinin bir zerresi, her kimin gönlüne düştüyse o bütün vücûdu istilâ ve işgal eder. Zira aşk kelimesi, bize Selçuklular zamanında Farsçadan gelmiştir. Fars kökenli olan bu kelime, Farsça ‘da “Işk” olup “Sarmaşık bitkisi” demektir. “Sarmaşık bitkisini diktiğin zaman o binayı nasıl çok kısa zamanda kuşatıp kapsarsa aşkın bir zerresi de insan denilen âbide-i ilâhîyenin gönlüne düşünce bütün vücûdu yakar tutuşturur.

Usûlüne riâyet ederek kalbin üstüne okunan “Hu” ismi, dervişe çok büyük aşk ve muhabbet temîn eder; yanıklık verir. Böylece derviş kesretten vahdete iner ve gönlü yanar. Çünkü “Hu” mazhar-ı külldür. O heptir. Allah nedir? Allahu Allah, Allah külldür. “Allahu halûku külli şeyin” dir. Hu esmasına devam etmekle bunun zevki nereye varır? Bunu da yine Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin dörtlüğüyle ifâde edelim:

Üçüncü Hüvallah dersin okur

Garip bülbül gibi durmayıp şakır

Kendi vücûdunda bula gör Hakk’ı

Erişir canına feyz-i Hûda’nın

Aşkın bir zerresi, bir anda hücreleri tutuşturuverir. Onun için Selçuklular, ışk olarak aldıkları kelimenin telaffuzunu daha da güçlendirmişler ve aşk demişler. Aşkın Arapçası muhabbettir. Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Allah onları sevdi; onlar da Allah’ı sevdi.“(Maide Suresi Ayet 54)

“İmân edenlerin Allah’a sevgileri, muhabbetleri çok şiddetlidir.” (Bakara Suresi Ayet 165) buyrulur.

Bu gerçeği, Niyâzî Mısrî Hazretleri şu güzel sözleriyle ifade etmiştir:

Gir sema’a zikr ile gel yane yane Hu deyu

Er sefâ-yı aşk-ı Hakk’a yane yane Hu deyu

Hep erenler Hu ile kaldırdılar can perdesin

Açtılar gözlerin andan yane yane Hu deyu

Gördüler Hu kaplamış hep on sekiz bin âlemi

Feyz alırlar cümle Hu’dan yane yane Hu deyu

Zât-ı Hakk’ı buldular buluştular bu Hu ile

Dost göründü her taraftan yane yane Hu deyu

Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar

Kuntu kenzin haznesinden yane yane Hu deyu

(Niyazi Mısri) (AHMED-İ DEVRAN KARSEVİ)

**********************************************************

(DÜCANE CÜNDİOĞLU) dan.

“HU” ESMASI HAKKINDA

Sûfi dervişler niçin Hû diye diye zikredip dururlar? Zikir meclislerinin vird-i zebanı niçin hep Hûdur?

Bil ki bu, uzun bir zaman boyunca ve herhangi bir surette dile gel(e)memiş bir sorunun ifadesidir. Öyle ki sorunun makam-ı hakikîsi, çoğunluk tarafından fark da, zikr de edilmemiştir.
Fark edilseydi, acaba önümüzde sadece lafzen değil, mânen de zikredilip hatırlandığını gösterir alâmetler bulunmaz mıydı?

Demek ki sorulmamış bir soru var elimizde; kıymetini bilmemiz, şefkatle üzerine katlanmamız gereken bir soru. Özenle sorulmalı bu yüzden. O denli özen gösterilmeli ki hayreti mucib olmalı, şaşkınlığa yol açmalı, aramızdan şaşakalanlar çıkarsa şayet, onları hâllerine terk etmeli de şaşkınlığın tevlid ettiği şevk-i tefahhus (curiosité) zail olmadan hemen yaklaşmalı soruyu dile getiren yârin diline. VE dahi cevabını bulmak için değil, aramak için, evet sırf aramak için, ilk kez olsun, bir kez olsun dile gelmiş, diliyle gelmiş şu sevgiliye merhaba demekten kaçınmamalı.

Hû’nun anlamının, nicedir mahcub (perdeler arkasında) bulunmasından ötürü fark edilmediği ve bu gerekçeyle üzerindeki perdenin kaldırılmaya çalışıldığı mı söylenmek isteniyor?

Hayır! Bilâkis Hû, o kadar açıkta, o kadar açıklıkta ki, üzerinde o denli parlak ışık huzmeleri var ki öylesine bildik lâfızlardan sayılıyor ki görüldüğü, bilindiği ve dahi tanındığı için kimse tarafından fark edilmeksizin hâline bırakılıyor.

Hû’nun gizlenmek için açığa çıktığı unutulduğundan, Hûnun açıklanmaya, açık kılınmaya ihtiyacı olduğu asla ama asla düşünülmüyor. Her daim telâffuz ediliyor ve lâkin telâffuz edilen her defasında kavranılmadan kalıyor. Herhangi bir sorunun konusu kılınamamış olması da bu yüzden.

Sorarsak her hâlde şöyle bir cevap alacağız: Hû, Arapça’da üçüncü tekil şahıs zamiri ‘o’ karşılığında kullanılan hüvenin kısaltılmışıdır ve ‘Allah’ demektir. Dervişler de hû çekmek suretiyle Allah Teâlâ’yı zikretmiş, böylelikle O’nu anmış olurlar. Binaenaleyh arada pek bir fark yoktur.

Bu cevapla yetinilmeyip ismi var iken niçin bir zamir aracılığıyla Allah Teâlâ’nın anıldığı sorulur da biraz daha tafsilât istenirse, muhtemelen şöyle bir açıklamayla karşılaşılacaktır:

Arapça da biz gibi çoğul zamirler nasıl tâzim ve tekrim (ululamak) için kullanılırsa, gaib’e (uzağa) işaret eden zamirler de aynı maksatla kullanılır. İsm-i zat olan Allah adı yerine, bu ismin yerini tutan O (hüve) zamiri tazim ve tekrim maksadıyla kullanılır, vs.

Hû (hüve), esma-i hüsnâ listeleri arasında yer almıyor; zira hüve —zahire nazaran— bir isim değil, aksine zamir, üstelik zamir-i gaib! Acaba “Hayy’dan gelen Hû’ya gider” deyişinde geçen Hû, tıpkı “Allah’tan geldik, dönüşümüz yine O’nadır” kavl-i keriminde olduğu gibi zamir olarak mı kullanılıyor?

Cevap vermekte acele etmeyelim de biraz daha düşünelim. Meselâ “Edeb yâ Hû!” ifadesinde geçen ve zahirde “üçüncü tekil şahıs zamiri” olarak kullanıldığı sanılan Hû’ya nasıl olup da nida edatı olan yâ (=ey) ile hitap edilebiliyor? “Ey sen!” denildiği gibi, burada da “Ey O!” deniliyor olabilir mi? Türkçe de kaba bir ifade biçimine bürünmüş olan “Yok yahu!” tabirindeki Hû da sanırım bu kullanımların yanına yerleştirilebilecek bir haysiyette değil.

Soruyu belirgin kılmak için konunun etrafında dolanmayı sürdürelim ve soralım:

Dervişler “Hû, Hû” diye zikrederlerken, hakikaten gayba veya gaibe işaret ediyor olabilirler mi? Eğer böyle ise, cevap verilmeli değil mi, aynı zamanda bu dervişler niçin Hû’yu karşılarına almaktan kaçınmayıp kendilerini bile bile “yâ Hû” diye seslenen münadiler hâline getiriyorlar?

* * *

Son bir değini: İhlâs Suresi Kul hüve Allahu ehad… diye başlıyor ve meâl sahiplerinin çoğunluğu bu ifadeyi, “De ki: O Allah birdir” şeklinde Türkçeleştiriyorlar. “O Allah” terkibinde geçen ‘o’ zamirinin istikameti, ne gariptir, tıpkı ‘Bu kitap’ veya ‘Şu kalem’ terkiplerindeki işaret zamirlerinin kullanımında olduğu gibi kendisinden sonra gelen sözcüğe (Allah lafzına) doğru. Oysa mezkûr surede geçen hüve (o), işaret zamiri değil, şahıs zamiri. Şahıs zamirleri ise, işaret zamirlerinin aksine kendilerinden önce geçen isimlerin yerini tutarlar.

Bu durumda, nasıl oluyor da zahiren şahıs zamiri durumunda olan hüveye (=o), hiç düşünmeden “Bu Allah”, “Şu Allah” gibi işaret zamiri mânâsı verilebiliyor da “O Allah” deniliyor.

Cevabı bilmiyoruz, zira soruyu bilmiyoruz. Soruyu öğrenmeye başladık, belki bir gün cevabı da öğrenebiliriz! Ne diyelim, nasib yâ Hû! Yani, sadece edebimizi değil, nasibimizi de artır yâ Hû!

Akl-ı kasırhanemizce nasib edeb’e tekaddüm eder göründüğünden, o halde bize önce nasib, sonra edeb ihsan eyle yâ Hû! Kime yalvaralım, hâlimizi kime arz edelim; burada senden başkası yok ki yâ Hû!

* * *

Tekrarlamak zorundayız: Uzun bir zaman boyunca ve hiçbir surette sorulmamış bir soru var elimizde. Hû’nun anlamını bilmediğimiz kesin. Anlamını idrak etmediğimiz, edemediğimiz bir şeyin ehemmiyetini nasıl idrak edebiliriz? Elbette edemeyiz.

Demek ki biz Hû’nun sadece anlamından değil, ehemmiyetinden de haberdar değiliz.

Soru cevaptan önce gelir. Sorulmamış bir sorunun cevabı olabilir mi? Olamaz. Demek ki önce cevapsız bir soruyu dile getirmek, yani önce sorunun konusunu fark etmek zorundayız.

Hû sorusu, uzun bir zaman boyunca ve hiçbir surette sorulmamış bir sorudur. Bu hususa işaret edildi. Hû fark edilseydi, muhakkak ki zaman içinde herhangi bir sorunun konusu haline gelmiş de olurdu. Olmadı. Sorunun konusunun ortada olmadığı söylenemez; zira Hû hep ortadaydı, O her yerdeydi ki hâlâ da öyledir.

Hüvenin hüviyeti fark edilmediği içindir ki bir türlü soru konusu olamadı. Hû hiç dile gelmedi, denemez, dile geldi; fark edilmeden dile geldi ve zaten bu nedenle bir sorunun konusu olamadı. O hâlde denebilecek olan şudur: Hû fark edilmeksizin ve tabiatıyla soru suretine bürünmeksizin dile geldi.

* * *

Şimdi Hû’dan bahs edeceğiz, yani onu bahsimize mevzû kılacağız. Bahs, lügatte, bir şeyi aramak maksadıyla toprağı eşelemek, kazmak demek olduğundan, biz de Hûnun toprağını eşeleyecek, özünün, etrafındaki curufâttan ayrılmasını sağlayacağız. Bahsimizi birlikte gerçekleştirdiğimizden Hû’yu sadece bahsin değil, isteşlik bildiren mübahasenin de mevzûu (konusu) haline getireceğiz. Aradığımızı bulursak, bulduğumuza birlikte atf-ı nazar eyleyeceğiz; yani sadece mübahase ile yetinmeyip “karşılıklı bakmak” anlamına gelen münazaraya da koyulmuş olacağız. Görevimiz bahs u münazara. Çünkü Hû’nun özü, uzun zaman boyunca bahs u münazara mevzûu yapılmadı.

[Batılıların diyalektik adını verdikleri ilmin bizim geleneğimizdeki karşılığı, yaygın olarak kullanılan İlm-i Cedel değil, Âdab’ul-Bahs ve’l-Münazaradır; yani soruşturulacak konuyu, toprağı kazar gibi lafız, kavram ve yargı yığınları arasından seçmek, ayıklamak ve sağlam sorularla yola koyulmak (=mübahase); ardından da soru konusu haline gelmiş özün ne olduğuna, hakikatine bakmak (=münazara).]

* * *

Hûnun özünü merak ediyor muyuz? Hayır! Etseydik sorardık. Oysa bu soru henüz soruluyor. Merak edebilmemiz için, bilmediğimiz bir şeyle karşılaşmalıyız; daha açıkçası karşılaştığımız şeyi bilmediğimizi bilmeliyiz.

Bilmediğimizi nasıl bilebiliriz? Bilmediğimizi bildiğimizden nasıl emin olabiliriz? Şaşmakla elbette. Şaşan ve şaşıran kişi, bilmediğini bilen kişidir. Bilirse kişi şaşmaz; zira bilen kişi şaşmaz. O hâlde elimizde şaşmaktan (hayretten) başka hiçbir ölçüt yok. Şaşarsak, şaşırabilirsek, bu takdirde merak da edebiliriz. Merak edersek sorarız, yani bizi şaşırtan o şey neyse, ona daha da yaklaşmak isteriz. Bilinç düzeyinde bilinecek nesneye yaklaşmanın biricik yolu soru sormaktır çünkü.

Hûnun özüne yaklaşmak için soru sormayı sürdürmeliyiz. Böylelikle onun ne olduğunu değil sadece, ne olmadığını da bilmeye çalışmalıyız.

* * *

İhlas Suresi’nin girişindeki hû, işaret zamiri değil, burası açık. O halde —daha önce işaret edildiği üzere— şahıs zamiri olması gerek. Oysa burada hû’nun öncesi yok. Çünkü sure şöyle başlıyor:

De ki: O. Sormak gerekmez mi: Hangi O?

Zamir, adı üstünde, isimle mukayyet olan, ismin yerini tutan demek. Hâlbuki metinde zamirden önce geçen bir isim yok! Buradaki hû, hangi ismin yerini tutuyor, bu meçhul! Surenin girişindeki cümle, bir isim cümlesi. Hûnun bu cümlenin öznesi olduğu ne malum, belki de yüklemi!

Metnin bir soru üzerine nazil olduğu ittifak edilmiş bir mesele. İlk muhatabların “O nedir?” (Mâ hüve?) diye sordukları ve bunun üzerine bu surenin inişiyle mezkur cevabın verildiği bilinmekte. Bu durumda, o nedir, sualinin cevabı şöyle olmaz mı: O o’dur, O Allah’tır, O birdir.

Hû’dan bahs etmeyi sürdürelim: Sorudaki Hû ile cevaptaki Hû acaba aynı Hû mu? Acaba cevapta geçen Hû, ‘o’ anlamına gelen bir zamir olmayabilir mi, tıpkı “Edeb yâ Hû!”, “Nasib yâ Hû!” deyişlerinde geçen Hû’nun ‘o’ anlamına gelen bir zamir olmadığı gibi?

Hûnun özünü, hâlâ kendisine atf-ı nazar edecek kadar açıklığa getirebilmiş değiliz. Toprağı eşelemeye devam etmeli, Hûnun yüzünü bize göstermesi, gösterebilmesi için çapalamayı sürdürmeliyiz. Yunanca on to (var/varlık) sözcüğünü karşılamak maksadıyla Arapça da önce hüve ve hüviyet, sonra vücut ve mevcut sözcüklerinin kullanıldığını hatırlayalım. Meselâ “varlık olarak varlık” veya “var olması bakımından var olan” karşılığında İslâm Felsefe ve Kelâmında kullanılan terim şudur: min-haysu-hüve-hüve.

* * *

Bahse şimdilik son vereceğiz ve bulduğumuza kısaca şöyle bir nazar atfetmekle yetineceğiz: “Edeb yâ Hû” deyişinde geçen Hû, “Vücud/Varlık” anlamına gelir ve kabaca Bizi terbiye eyle ey VARLIK demektir. Sûfiler “Hû! Hû!” diye zikrederlerken gayba ve gaibe değil, bilâkis her yerde varlığını duydukları, duyumsadıkları Varlık’a işaret ettiklerini ve Varlık, Varlık, Varlık diyerek VARLIK’a ve VARLIK’ın birliğine şehadette bulunduklarını yakînen ve iyanen bilmekte idiler. Bilmeyen onlar değil, biziz. Hâl böyleyken, kime yalvaralım, hâlimizi kime arz edelim, burada senden başkası yok ki ey VARLIK! (DÜCANE CÜNDİOĞLU) http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com.tr/2012/11/hu.html

********************************************************

HÜVE İSMİ ŞERİFİ.

Bil ki bu isim ehli tasavvuf katında tahakkukun nihayetinden haber vermektedir. Zahir ehline göre ise sözün tamamlanması için habere ihtiyaç duyan mübtedadır. Tarikat ehline göre ise hiçbir şeye ihtiyaç duymamaktır. Zira “Hüve” ismi şerifi tam bir cümle anlamı ifade etmektedir ve kendisine bağlanılacak veya kelime/kelimeler grubu takdiri gibi başka bir şey söz konusu olmaksızın tam anlam ifade eden bir kelamdır/cümledir. Zira bu Kurbiyetin hakikatlerinde onların/ariflerin helak olması ve Hakk zikrinin onların sırlarını istila etmesidir Böylece onların kalplerine başka bir şey girmemektedir her beyandan uzak durup bununla yetinirler.

İ.Ebubekir İbn Furek şöyle der; “Hüve” kelimesi iki harftir “ha” ve “vav” harfleri. “Ha” harfi boğazın en son noktasından çıkar ve mahreçlerin en sonuncusudur. “Vav” ise dudaktan çıkar ve mahreçlerin ilkidir. Buna göre “Hüve” sözcüğü her sonradan olanın O’ndan başladığına ve her şeyin sonunun O olduğuna ve O’na işaret etmektedir. Allah (Kur’an da) “O ilktir sondur.” (Hadid/3) buyurmaktadır.

İşaret ehlinden birisi şöyle dedi Allah Teâlâ “Hüve/O” sözüyle sırları açan, “O” isminin dışındaki diğer isimlerle ise kalpleri açandır.

Denilmiştir ki Âşıkların keşfi “Hüve/O” sözüyle, Müheymin kulun keşfi “Allah” lafzaî celaliyle, Âlimlerin keşfi “Ehad” sözüyle, Akıllıların keşfi “Samed” sözüyle, Avam’ın keşfi ise “Lem yelid ve lem yûled Ve lem yekün leHÛ küfüven ehad.” Buyruğuyladır. (Abdülkerim Kuşeyri/ Şerh-i Esmâillahil Hüsnâ)

**********************************************************

“HU” VE AÇIKLAMASI

“Hû” Sûfilere göre, Allah’ın zatına işaret eden ismidir. Arapça ‘da üçüncü tekil şahıs zamiri olan Hû (hüve) ilk tasavvuf kaynaklarında, cem’ halini yaşayan sâlikin tevhid anlayışını ifade etmek amacıyla “Hû bilâ Hû” ifadesi içinde kullanılmıştır.(1) Baklî de bu ifadeyi “aynü’lcem’ makamı” anlamında yorumlamıştır.(2)

Muhyiddin-i Arabi Hz.leri’ne göre “”, hiçbir varlığın müşahede edemeyeceği Allah’ın mutlak gayb ve sır olan zatına işaret eder ki, bu da Hadis-i Şeriflerde ifade edilen ihsan makamının karşılığıdır.(3)

Hüviyyet-i mutlak, sırrı vücûd, gaybı mutlak, amâyı mutlak” gibi tabirlerle de vücud mertebelerinin ilki olan bu makama işaret edilir. “” bazı mutasavvıfların lâhût, ceberût, melekût ve nâsût şeklinde sıraladıkları varlık mertebelerinin ilki olan ve künhi zâta tekabül eden lâhût mertebesidir.

Bu mertebe, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının bâtını ve hakikatidir. Necmeddin-i Kübrâ Hz.leri’nin telakkisine göre Allah’ın ismindeki elif ve lâm, harfi ta’riftir. Lâm harfinin şeddeli olması, tarifte mübalağa içindir. Dolayısıyla Allah’ın isminin aslı “he” harfidir. Böylece canlıların alıp verdikleri her nefeste Allah’ın ismi olan “he” sesi vardır. Alınan her nefesteki “he”nin kaynağı kalp, verilen nefesteki “he”nin kaynağı ise arştır. “Hû” kelimesindeki “vav” ise ruhun ismidir.(4)

Kelâm âlimi Fahreddin er-Râzî gerek tefsirinde, gerekse “Levâmi’u’l-beyyinât” adlı eserinde konuyu tasavvufi bir anlayışla yorumlamıştır. Râzî’ye göre İhlâs sûresinin ilk üç kelimesi “Hû, Allah, ahad” üç makamı ifade etmektedir: “Hû” mukarrebûnun makamı olup makamların en yücesidir. Buna göre bizatihi var olan sadece O’dur. O’nun dışındakiler mümkün varlıklardır ve yok hükmündedir.

İkinci kelime olan “Allah” Ashâbı yemîn’in makamıdır. Bu makamda olanlar Hakk’ı ve halkı mevcut bilirler. “Ahad” ise, Vâcibü’l-Vücüdun birden çok olabileceğini düşünen Ashâb-ı Şimâl’in makamıdır. [5] Aynı müellife göre bu üç kelimeden “Hû”, Kur’an’da nefs-i mutmainne [6] mukarreb ve sâbık [7] diye anılanların mertebesine işaret eder. Allah “muktesıd” [8] diye anılan Ashâb-ı yemîn’in mertebesidir. Bu aynı zamanda nefs-i levvâme mertebesidir. “Zâlimün linefsihi” [9] olan Ashâb-ı şimâl, ise nefs-i emmâre sahibidir. Râzî bu üç kelimeyi Şeriat, Tarikat ve Hakikat, mertebelerine de tatbik eder.( 0)

İlk dönem sufilerinin kelime-i tevhidi ve Allah ismini zikir maksadıyla tekrar ettiklerini bilinmekteyse de “Hû” nun aynı zamanda tekrar edilmesi özellikle tarikatların teşekkülünden sonra yaygınlık kazanmıştır.

Sûfilere göre zikrin en faziletlisi Allah’ı bir şey isteme anlamı taşımayan bir ifadeyle anmaktır. Bundan dolayı talep anlamı taşımayan ve Allah’ın zati ismi olan Hû da en faziletli zikir telakki edilmiştir.

İmam Ali’nin çok defa “Ya hû, Ya men Hû, Lâ ilâhe İllâ Hû” diye zikrettiğinin sebebi kendisine sorulduğunda “” nun İsmi-Azam olduğunu söylediği rivayet edilir.

Gazzali’de Lâ ilahe İllallâh avamın tevhidi Lâ ilâhe İllâ hû havassın tevhidi olduğunu söyler.

Allah hangi isimle zikrediliyorsa o ismin feyz ve tecellileri istenir. Mesela Kerîm ismi ile ihsan Şâfî ismi ile şifa umulur. “Hû” ismiyle yalnız O’nun zatı istendiğinden bu ismin tecellisi kâmil bir keşiftir.

Seyr-i sülüklerini Allah’ın bazı isimlerinin belli sayıda tekrarlamak suretiyle gerçekleştiren tarikatlerde (Tarık-ı Esma) sâlik nefsi emmare mertebesinde “Lâ ilâhe İllallâh”,Nefsi Levvame mertebesinde “Allah” Nefsi Mülhime de “HÛ” ismiyle zikir yapar. Böylece sırayla tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve Tevhid-i zat makamlarına ulaşır.

Mutasavvıf şairlerin “Hû” kelimesi ile biten şiirlerinin bir kısmı ilahi olarak bestelenmiştir “Hû” kelimesi tarikat folklorunda çeşitli anlamlarda yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Mesela Dervişler birbirlerine hitap ve cevap amacıyla “” derler Tekkeye girmek isteyen kişi izin almak için “Destur” der, içeriden “Hû” sesi gelirse girebilir. Tekke hayatında geniş bir uygulama alanı bulan gülbankler “Hû” diye sona erer. “Ya Hû”, “Bu da geçer Ya Hû”, “Hoş gör Ya Hû”, “İllâ Hû”, “Edep Ya Hû” çekmek mutasavvıfların yanında halkında çok sık kullandığı ifadelerdir.

Allah’ın yetkinliğini, yüceliğini, aşkınlığını dile getiren “Hû”, “O” sözcüğü içeriğinde ki genellik nedeniyle Allah’ın insanlar tarafından bilinmeyen bütün yönleriyle, evrende ki bütün tecellileriyle tanıtmayı ve onaylamayı amaçlar.

Bu bedenle ünlü düşünür İman-ı Gazzali “Mişkatül- envar” adlı eserinde avam’ın (sıradan insanlar) tevhidinin Lâ ilahe İllallâh (Allah’tan başka ilah yoktur sadece Allah vardır), Havassın (Bilgeler, sûfiler) tevhidinin “Lâ ilâhe İllâ Hû” (O’ndan başka ilâh yoktur.” biçiminde olduğunu belirtir. Buna göre “şey” ler O’nun yansımasıdır, her şey O’nda başlar, O’nda biter.

Arap abecesindeki “He” harfinin iki gözlü biçiminden esinlenen bazı sûfîler “” sözcüğünden “Allah’ın her şeyi gören gözleri”, “İki tarikat büyüğünün birleşmesi”, SÛfînin Allah’ta fani olması” gibi simgesel anlamlar çıkarırlar.

Tarikatlarda “” sözcüğü ile yapılan ve “HÛ” çekmek diye adlandırılan zikir çok yaygındır. Örneğin Mevlevilikte Mürit “Destur” diyerek izin ister, içeridekiler “Gir” anlamına “Hû” diyerek karşılık verirler. Sema ayini sonunda da ”Dem-i Hz.Mevlâna, sırrı Şems-i Tebrizî, Kerrem-i İmam Ali, Hû diyelim” denilerek ayine katılanlar uzunca bir “Hû” çekerler. (11)

Kur’an okumada, zikirde, ezan okumada, kamet getirmede, namaz kılmada, cenaze de, nefes vermede, getirilen tekbirlerde mevcuttur (Cenaze defninde 15 defa evde 15 defa yerde, 15 defa kabirde, 15 defa da cenazeyi defnettikten sonra evde okunan Kur’an ın sonunda çekilen tekbirlerde “” çekilir.

İnsan ister istemez “Hû” ile meşgul olmaktadır Müslüman biri “” olmadan ibadet yapamaz. Kur’an okumanın sonunda okunan surelerin sonunda getirilen tekbirlerin (AllahuEkber) içinde “” çekilir ve adedi 15 tir. Günde 5 vakit okunan ezanlarda (Allahu Ekber) ezanın tekbirlerinde müezzin “” der. 5 vakit farz namazların evvelinde getirilen kamette de çekilen “Hû” ismi şerifidir

24 saatte kılınan namazların tamamında toplam olarak 229 defa tekbir söylenir. Ve bu tekvirlerde “Hû” çekilir. Ramazan da teravih namazında 20 rekâtta çekilen “Hû” sayısı 105 adettir. Teravih namazında hoca cemaate 105 defa “” çektirir. “Hû” her çekilen tekbirlerin içindedir. Namaz içinde çekilen her tekbirin (Allahu ekber) içinde 1 adettir.

Kur’an okumanın sonunda çekilen tekbirlerin her birinin içinde 5 er defa “” vardır. AllaHû ekber AllaHû ekber Lâ ilâhe illallâHû VallaHû ekber AllHû ekber ve lillâhil hamd)

Sabah ve akşam namazlarının ardından diyanet işleri başkanlığının görevlileri olan hocalar, el Haşr suresinin 22., 23, ve 24. Ayetlerinde 6 şar defa “” çekerler Tüm Müslümanlar da ferdi olarak bu ayetleri okurlarken 6.şar defa “” çekerler.

Rivayete göre insanda 24 saatte 24.000 nefes vardır. Her nefesi alıp verişlerinde insanoğlu Müslüman olsun olmasın her gün 24 saatte 24.000 defa “” çeker ama o çektiği “” dan gafildir. Çünkü dinini iyi bilmediklerinden dolayı bilmediklerine düşmanlık etmektedirler.

İnsanın her nefesi son nefestir. Bir nefes insana ömründe bir kere gelir, ikinci gelen nefes başka nefestir. Bunlar teşbih gibi bir biri ardınca dizilmişlerdir. Bu nefesler üzerine memur olan melek, her nefes insandan ne hal üzerine çıkarsa, mühürler ve saklar. Rûzi ceza da meydana çıkarılarak mühür açılınca ne hal ile mühürlenmişse o hal ve kıyafette zuhur eder.

Bir kimse erginlik çağına girdikten sonra, ölünceye kadar kaç nefes alıp vermişse, her nefesten sırasına göre on beş kere sual eder. buyuruldu. (12)

Aziz değerli ruh kardeşim sakın nefeslerinden gafil olup zarar ziyana uğrama. Nefeslerinin her birini bir inci mercan gibi bil, değerlendirmeye gayret et. Bir günde 24 saat vardır ve 24.000 kere nefes vardır. Her nefes bir kitap ve bir dosyadır bir gün içerisinde ki nefes kitaplarının sayısı da 24.000 dir. Her kitabın içinde de 15 hesap vardır. Bu sebeple 24.000 nefesi 15 ile çarparak hesap edersek bir günde Cenab-ı Hakk kullarına ” 360.000 defa hesap soracaktır. Bu hesaplar nefes, kitap ve dosyaları kıyamet günü tek bir kitapta toplanarak Cenab-ı Hakk; “Ala kitabını oku” buyuracağı gün o kitap ta sunulacaktır. (13) Çünkü bu nefesler bir daha geri gelmez bilmiş olasın. Hiçbir bilim ve ilim mensupları “Hû” yu inkâr edemez. “Hû” çekmek belirli bir topluluğa ait değil aksine bütün yaratılanlara mahsustur. Çünkü “Hû” ayeti kerimelerle sabittir. Kur’an ı kerimde “Hû” esmasının geçtiği nice ayetler vardır. Uzun süre diye ayetleri buraya yazmıyoruz. (Kadiri – Tasavvuf)

1 – Zeccac say/438

2 – Meşrebül-ervah say/282

3 – El Fütuhar say/128

4 – Tasavvufi hayat say/141 Türkiye Diyanet vakfı İslam ansiklopodisi c-18, say/ 260

5 – Mefatihül- Gayb xxxıı – 179

6 – El Fecr/27

7 – El Vakıa/101

8 – Fatır/32

9 – Fatır/32

10 – levaimül beyyinat say/111

11 – Büyük larousse cilt 11 – say 5405

12 – Miftahül Kulûb say / 307

13 – İsra/14

http://www.gavsulazam.de/turk/tasavvuf/hu.htm

**********************************************************



ESMA DERSLERİ (10-1) 3 – er RAB

$
0
0

Rab

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi. Düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Amin, amin, ya muin.Değerli dostlar bugün esma dersimizin 10. sunda birlikteyiz. Bir araya getiren Allah’a, Rabbe hamd olsun bizi burada bir araya getirdiği gibi inşaAllah yarın büyük günün ardından cennetinde de bir araya getirir. Bizi burada bir araya topladığı gibi büyük ailemizin dağılmış kafalarını bir araya toplasın, dağılmış yüreklerini de bir araya toplasın ve insanlık ailemizin kayıp çocuklarını yuvalarına toplasın.

En önemlisi de bu galiba. Bunun için öncelikle bir yuvamızın olması gerekiyor, göreceğimiz bir menzilin olması gerekiyor. Tabii ki yuvamızı kendi, ellerimizle yıkmamamız gerekiyor, abâd ve imar etmemiz gerekiyor. İnsan kendi eliyle yuvasını yıkar mı derseniz yıkar. Kendi eliyle kendini yıkan insan yuvasını yıkmaz mı? Bunun içinde şuur gerekiyor tabii bunun içinde insanın emaneti taşıma liyakati gerekiyor, bilinç gerekiyor. Ama hepsinden öte bunun için rabbin rububiyetinin tecellisini görmek ve bu tecellinin değerini bilmek gerekiyor.

Bugün, Esma ül Hüsna da esma listesinin ilk sırasında yer alan Rab sıfat ismini göreceğiz inşaAllah. Rab; Allah’ın çok özel bir sıfatı mastar aslında lügat olarak, önce lügavi bir çerçeve çizeyim ondan sonra mevzuya gireriz. Kısaca anlamı terbiye etmek, yalın kat anlam bu, ıslah etmek, yetiştirmek, bakmak, göz kulak olmak, açılımları bunlar. Terbiyenin tarifi ise bir şeyi ilkel halinden alıp aşama aşama kemaline doğru ulaştırmak. Bir şeyi bidayetinden nihayetine doğru aşama aşama ulaştırmak.

Tabii bir şeyi dedim, bu bir şeyin içine her şey girer mi? Her şey girer, onun için Rab ismin in tecellisinin dışında kalan bir varlık bulunmamaktadır. Birazdan buna geleceğiz.

Rabbül veled, Arapların kullanımında çocuğu terbiye eden kişiye deniyor. Toprağı terbiye edip ıslah ettiği için yağmura veya yağmur yüklü buluta rabab’ deniliyor. Rabab’tül ediym; deriyi tabakladım manasına geliyor çünkü deriyi terbiye etmiş oluyorsunuz. Aynı kökten kullanılıyor. Bu kök anlam genişleyerek sahip olmak, babalık etmek manasına ulaşıyor. Aynı dil ailesinden Aramice ve Akad’ca da Rab; Ulu büyük anlamına geliyor. Hz. İsa’nın dilinden bunu çok duyuyoruz, Rabbi diyor Hz. İsa. Aramca; Hz. İsa’nın konuştuğu dil, dolayısıyla incilin dili. Hz. İsa’nın dilinden rabbi dediğinde babam manasına geliyor. Tabii bu b ir mecaz baba mecazı aslında büyüğü çağrıştırıyor. Onun için bu mecazı hakikate çeviren Hz. İsa’nın salikleri, müntesipleri on u babanın oğlu olarak isimlendiriyorlar. Dolayısıyla Hz. İsa oluyor Tanrının oğlu. Yani mecaz cahillerin elinde hakikate dönüşünce Tevhidden şirk çıkartıyorlar. Onun için mecazı cahillerin eline ya vermemek lazım, ya veriyorsanız istismarını önlemek lazım. Dolayısıyla İsevilerin teslisçi Hıristiyanlığa “evrilmelerinin” sebebi Hz. İsa’nın dilinde ki Rab, büyük, ulu, yüce manasına gelen, yine baba manasına gelen Rab mecazının hakikate hamledilmesi.

Aslında Yahudilikte 3 tür tanrı anlayışı var ve bu 3 anlayış tanrıya verilen 3 isimden yola çıkar. Rabbilik anlayış, elohist anlayış, yahvist anlayış denir bunlara. Rabbilik anlayış tanrıya Rab diyenler. Elohist anlayış tanrıya ilah diyenler ve yahvist anlayış da tanrıya yahve, ya hüve, ey O olan, yani isim vermeyenler, tanrı isimsiz olan, tanrı adlandırılamaz diyen anlayış. Dolayısıyla Hz. İsa’nın mensubu olduğu damar Musevi damarı, rabbilik anlayış damarı. İşte Hz. İsa’da Rab diye yalvarıyor fakat dediğim gibi teslisçi Hıristiyanlık bunu istismar ediyor.

Bizde de maalesef bazen halk dilinde kötü bir alışkanlık var. Allah baba diyorlar haşa. Bu aklı başında bir Müslüman’ın söyleyeceği bir laf değil. Zaten aklı başında hiç kimseden de böyle bir şey duymadım. Allah hakkında birazcık fikri olan böyle bir şey konuşmaz. Ama bunu daha çok İslam’la pek alakası olmayan, İslami bilgiyi hiç almamış insanlarda görüyorum ve bazı eli kalem tutanlar da bunu ciddi ciddi, sanki Müslüman’ların bir teziymiş gibi işleyebiliyorlar gariptir. Bir Müslüman böyle bir cümle kuramaz. Çünkü Allah hakkında cinsiyet caiz değildir, Allah erkek veya kadın değildir ki, öyle bir şey yoktur. Onun için Allah hakkında cinsiyet çağrıştıran hiçbir şey kullanılmaz. Cinsiyet noksanlığa delalet eder. Öyle değil mi?

Cinsiyet yaratılmış olmaya delalet eder. Niye? Çünkü cinsiyet ikişerli olmaya delalet eder, zevce delalet eder. Ne ki yaratılmış o zevceyn veya zıddeyn’dir. Ne ki yaratandır O tektir. doğmamış ve doğurulmamıştır. Lem yelid ve lem yûled. (İhlas/3) aslında doğmamış ve doğurtmamıştır. Neden doğurtmamıştır diyor orada; Lem yelid diyor, lem telid değil. Lem telid gelseydi o zaman doğurmamıştır dememiz lazım. Ama lem yelid; doğurtmamıştır. Niye? Çünkü Allah’a babalık isnat edilerek bu şirk işleniyor. Bu vahyin indiği çağda da bu şirk işleniyor ve daha çok bunu yapanlar da kendilerini Hz. isa’ya nispet eden Hıristiyanlar. Onun için ihlas suresinin bu ayetleri Hıristiyanlığın Allah’ı baba olarak gören şirkini ret içindir. O nedenle müennes olarak değil de müzekker olarak geliyor lem yelid. Eğer müennes gelseydi lem telid gelecekti, yani ana değildir olacaktı. Ama Lem yelid gelince baba değildir manasına geliyor. Dolayısıyla doğurtmamıştır diye tercüme etmemiz daha doğrudur. Meali şerifte de zaten böyledir.

Rabbüd darr; ev sahibi anlamına geliyor. Aslında yalın kat bu manaya gelse de evi düzenleyen, çeken, çeviren, bakımını üstlenen manasını taşıyor.

Rabib ve Rabibe de Kur’an da da geçiyor ve rebaibükümüllatiy fiy hucuri.. (Nisa/23) hücrelerinizde yani hanelerinizde yetişmiş olan üvey evlatlarınız. Rabaib; Rabibenin çoğulu. Kim bunlar? sonradan evlendiği hanımın önceki kocasından olan çocukları, rabib ve rabibe. Onun için Kur’an bir hanımın önceki eşinden olan çocuklarını sonraki kocasının yanında getirir yetiştirirse Muharramata dahil oluyor. Çünkü bu muharramat ayetinden bir parça, bir cümle. Yani kimler mahremdir, Namahrem değil. O babalığın kızı değildir ama o hücrede yetişiyorsa o hanede o babalığa mahrem oluyor, na mahrem olmuyor.

Bu çok ilginç ben bunu evlatlık için bir hukuki zemin olarak değerlendirmiştim. Evlatlık alma hususunda Müslümanlar sıkıntı yaşıyorlar ve bu sıkıntı da geleneksel fıkhın mahremiyet düzeyinde evlatlığa bir açıklama getiremeyişi. Oysa ki İslam’da bir yetimi, kimsesiz, sahipsiz bir çocuğu alıp büyütmekten daha güzel daha büyük sevap olabilir mi? Yani bunu nasıl yasaklayacaksınız. İslam tarihi yetimlerin destanı ile doluyken. Dolayısıyla sırf mahremiyet meselesine getirip de orada çıkmaza sokmayı ben İslam’ın maksatlarıyla uyuşur bulmuyorum. Bu işin çıkar yolu olmalı ve bunun çıkar yolu da Muharramat ayetidir, Muharramat ayetinde ki bu cümledir. Eğer o babadan olmadığı halde hanımının önceki kocasından olan kızı hücrede, hanede evde yetişmiş olmayı hukuki bir mesnet kabul ediyorsa Kur’an, yani hükmü ona göre belirliyorsa hanede yetişmiş olmak evlatlık içinde hükmü ona göre belirleyen bir zemin olabilir. Olmalıdır da Yeter ki o evlat alındığında o haneye gelsin, o hanede büyüsün, kendisini o haneye ait bilsin o hükmü değiştirir, naçizanemde bu kanaatin vardır.

Onun için böyle bir meseleden dolayı yer yüzünün en büyük problemlerinden biri olan ve daha da büyüyeceğe benzeyen sahipsiz çocuklar meselesini, anneli babalı yetim ya da annesiz babasız yetim çocuklar meselesini Müslüman’ların bir krizi haline getirmektense, Müslüman’ları geleceğin sahipsiz çocuklarının anne ve babaları konumuna taşıyan böyle bir yaklaşımı ben ihtiramla karşılarım, hürmetle karşılarım. Dolayısıyla meseleyi çıkmaza sokmak değil, meseleyi çözmek esastır ve İslam’ın da maksadı merhamettir, adalettir, rahmettir öyle değil mi, iyiliktir özünde budur.

Rabbe; Terbiyesi altına evlat verilen üvey anne için kullanılıyor. Rab isminin lügavi çerçevesini işliyoruz, bunları zikretmek durumunda hissediyorum kendimi kusura bakmayın lütfen. Aramızda ilmi seviyesi her türde olan insanlar var. Bizi şu anda TV ekranların ın başında izleyen insanlar arasında ilmi seviyesi her türde olan insanlar var. İçlerinde Arapça bilenleri, Arapçayla hemhal olanları, ilim sahibi olanları, alim olanları var. Onlar içinde, onları da dikkate alarak burada konuşmak zorunda hissediyorum kendimi. Onun için kardeşlerimin hepsi; Bizi bunlar çok fazla ilgilendirmiyor diyebilirler. Ama onlar bazı yerlerde sabretmek durumundadırlar, çünkü şu anda bizi izleyenler arasın da ilim sahibi tipleri de onlara hitap ederken sabrediyorlar, bu karşılıklı oluyor. On un için bu kadar çeşitli, bu kadar seviyesi farklı bir kitleye eğer bir ders anlatıyorsanız hakikaten zorlanırsınız.

Burada kimi esas alacaksınız? Eğer en yüksek seviyeden hitabı esas alırsanız o zaman o seviyede olmayanlar ne yapacaklar. Yok en düşük seviyeden alırsanız, tutarsanız çıtayı o zaman diğerleri ne yapacaklar. Onun için biz gelin ara sıra onlara selam verelim, ara sıra öbürlerine selam verelim herkes kendi payını alsın inşaAllah.

Kelime aynı yolu izleyerek yönetmek, toplamak çoğaltmak anlamına ulaşıyor. Er Ribbe, 10 kişilik, 10.000 kişilik cemaat anlamına geliyor Arapçada. Er Rab Rab: Yaban ineği sürüsü için kullanılıyor. Kök kelimede iki “b” bir araya geliyor Ra b b. Bu çok ilginçtir, Arap dilinde bir özelliktir bu, eğer bir kelimede iki harf aynı harfse o zaman birbirine girme anlamı, birbirine dahil olma anlamı, vurgusu var. Onun içinde bir şeyin bir şeye ilavesi vurgusunu katıyor bu.

İlk kelimenin harekesi kesra olunca, altında esire olunca başın ı eğmiş oluyor kelime. Onun için bu manaya aynen yansıyor. Ribbii..! Ribb, Rabb değil de Ribb olursa Allah’a rabbe boyun eğen manasına geliyor. Ribbiyyun; Kur’an da aynen böyle geçer, Allah’a rabbe boyun eğenler. Fakat ilk kelimenin harekesi, Damme olursa, ötre diyorsunuz ya başını kaldırmış oluyor. Damma; failin harekesidir öznenin harekesidir. Dolayısıyla o zaman başını kaldırıyor az ve nadir olana delalet ediyor, az olana. Onun için Rubbe, yani rubbe edatı ihtimal bildiren, azlın ve nadirliğe delalet ediyor rubbe. Rabbe, Ribbe, Rubbe. Bakınız harekeler manaya nasıl yansıyor. Hareke altta olursa bağını eğdiriyor, hareke üstte olursa başın ı kaldırıyor, ortada olursa mefuliyete delalet ediyor, yani öyle bir şey. Daha doğrusu mef’ulün üzerinde fiil gerçekleştiren bir fail olduğun u gösteriyor. Mutlaka mef’ul isteyen, onun için mef’ulsüz Rabb ismi olamazdı. Eyvallah..! Rabb olması için mutlaka bir merbub olması lazım. Allah’ın Rabb sıfatı tecelli etmesi için varlığın, mahluklatın yaratılması lazım. Eyvallah buradan bu sonucu çıkarıyoruz. Bir mef’ul şart. Mef’ul olmadan Rububiyetin gerçekleşeceği mahlukat olmadan Rabliği olmaz. Bu sonuca varıyoruz, Gördünüz mü aslında lügavi çerçeve çokta alimleri, bilginleri ilgilendiren şey diye atmamak lazımmış kenara. Nazari çerçeve;

Rabb ismi Allah’ın eşsiz terbiyesini, hem mahlukatı terb iyeye cevap verecek şekilde yaratmasını, hem de onlar üzerinde yönetici ve otorite olmasını ifade ediyor.

İki mübalağa unsuru taşıyor, birinci biraz önce söyledim iki “b” birden geliyor, Ra b, b. Bu mübalağa un suru. İkincisi Rabb aslında mastardır fakat fail ismi olmuş, özne olmuş. Arapça da böyle bir kural var. Mastardan özne türetilir yani mastar özne yerine kullanılır daha doğrusu. Peki mastar özne yerine kullanılırsa ne olur? Rabb mastar, terbiye etmek aslında yalın kat. Fakat terbiye eden manasına kullnıyoruz.

Peki bir Arap bu kalıbı niye kullanır? Eğer işi adı olmuşsa işini öyle iyi yapmış, işinde öyle meşhur olmuş, işinde öyle sağlam olmuş, işinde öyle şöhret kazanmış, işinde öyle kemale ermiş ki işi adı olmuş, yani terbiyeyi öyle güzel yapmış, terbiye de öyle mükemmel olmuş, terbiyesiyle öyle şöhret olmuş ki işi ismi olmuş. Eyvallah..! Oturdu mu? işi adı olmuş, Rabb olmuş.

Onun için Arapça da mastar işte öyle isim oluyor, fail oluyor. Fail ismi yerine kullanılıyor. Burada da böyle, böyle bir mübalağa vasfı var yani terbiyesini mükemmel yapan, muhteşem terbiye eden, eksiksiz terbiye eden, terbiye işinin ondan güzel kimsen in yapamadığı zat demektir. Amenna ve saddakna, başkası söylenebilir mi?

Bazı alimler Rabb ismini Seyyid, Malik, Müslih, Mabud, müdebbir gibi isimlerin eş anlamlısı saymışlar. Buna itirazımız var. Neden? Bir kere mutlak manada eş anlamlılık yoktur çünkü ihtilaf-ul esma tedıllü ‘alâ ihtilaf-ül mana isimlerin kelimelerin farklılığı anlamın farklılığına delalet eder, farlı ise farklıdır.ç Onun için Arap dilinden ikisi eş anlamlı olan iki ayrı kelime bilmiyorum. Bana hangi örneği verirseniz verin size bir farklılığını söylerim. Yani öyle gibi durur işte Ke’sb e bardaktır kû’d de bardaktır ama ke’sb dolu bardaktır. İçi dolu ise ke’s denir boş veya dolu olduğunu bilmeyiz kû’d dediğimiz zaman. Bakınız ud’ ud’ da oturdur iclis’te oturdur. Fakat yatana otur denilmek için ud’ud’ denir, ayaktakine otur denilmek için iclis denir. etae de geldi dir, cae de geldidir ama genellikle galibiyetle biri manevi için eta, öbürü de maddi geliş için ifade edilir. Yani öyle birbirinin aynı iki kelime yoktur. Şek te şüphedir gayb de şüphedir, mirye de şüphedir, şüphe de şüphedir. Fakat dördü de ayrıdır.

Taberi ve Kurtubi de seyyit, malik ve Müslih anlamına almışlar oysaki taşın seyidi olmaz seyyid insan için olur öyle değil mi. Dolayısıyla seyyid birebir anlam karşılığı olamaz. Öte yandan Allah’ın Malik vasfı Rabb ismine değil, El Melik ismine daha yakışır öyle değil mi. Hepsinden öte eğer Rabb demek Malik demek olsaydı Kul e’ûzü BirabbinNâs, Melikin Nâs, İlâhin Nâs. (Nas/1-2-3) diye ardı ardına gelmezdi. Eğer Rabbünnas Melikunnas ile eşit olsaydı iki ayrı ayete ihtiyaç yoktu değil mi. Demek ki insanlığın rabbi ayrı bir şey demek, insanlığın Meliki ayrı bir şey demek. Fark olmasa iki ayrı ayet olmazdı. Özetle bu manalar olsa olsa Rabb isminin asli değil tali manaları olabilir. Rabb ismin in asli manasına tekrar döndük, terbiye eden, yalın kat manası.

Elhamdülillâh heleki terbiye eden. O Bir düşünsenize Allah terbiye işini ben sizin terbiye işinizi sizi yönetenlerin üzerine yıktım dese, yetkimi devrettim dese..! Verilmiş sadakamız varmış, ne yaparlardı bizi, iktidar değiştikçe terbiye de değişirdi düşünsenize. Allah Allah..! adamı deliye döndürürler, toplumu deliye döndürürler, çığırından çıkarırlar düşünsenize.

Hele ki terbiye işini üstlenmiş..! Niye? Bunun için Elhamdülillâhi Rabbil alemiyn, sırf bunun için hamdin tamamı alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Alemlerin Rabbi, ilâhı değil, Rahman’ı değil, Rahiym’i değil, Rezzak’ı değil,i Hallâk’ı değil Rabbi. Niye çünkü bizi terbiye ederken çıkar üzerine kurmaz çünkü hiçbir ihtiyacı yok. Baba terbiye ederken eh neslini devam ettirecek, var bir çıkarı olmaz mı. Anne terbiye ederken bak bak falanın oğlu, falanın kızı ne terbiyeli diyecekler. Öğretmen terbiye ederken ücret alıyor, maaş alıyor, mürebbi terbiye ederken işi o da onun için.

Ya Allah terbiye ederken? Hiçbir çıkarı yok. İnsan ne rakibidir, ne hasmıdır, ne hısımıdır. kuludur. Yaratsa bıraksa ve dönüp bakmasa kimin ne demeye hakkı var? Yine de sonsuz hakkı vardır kulu üzerinde yine de ödeyemez kulu hakkını, sırf yaratmış olmasının hakkını ödeyemez. Bir de Rabb olmanın hakkını nasıl ödesin. Dolayısıyla Allah’ın Rububiyeti zatına hamletmiş olması ve Rabb olması başlı başına bir teşekkür vesilesi olur. Hamdin tamamı Alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur Elhamdülillahirabbil alemiyn.

Bu lügavi çerçeveden çıkan sonucu Allah’ın rububiyetini anlama babında Kur’an da ki referanslarını da göstererek şöyle özetleyeyim.

1 – Terbiye ve bakımını üstlenen ihtiyacını da giderir. Öyle mi, birinin terbiyesini üstlenen onun ihtiyacını da giderir. Bebeğin terbiyesini anne üstlenmişse onun ihtiyacını da giderir. Fakat bebeğin ihtiyacını anne giderir de kimin verdiği ile giderir. Rabbin rububiyeti ile eğer anneye bebeği emzirecek alet edevatı vermeseydi, o sütü vermeseydi, o muhteşem sistemi kurmasaydı nasıl verecekti, nereden verecekti, nereden getirecekti. O zaman anne de bebeğini emzirirken Elhamdülillahirabbil alemiyn demek durumunda, aynen öyle. Rabbin rububiyetinin annede ki tecellisidir. Süt verme eylemi ve o eyleme ilişkin tüm o muhteşem cihaz. Birazdan ayrıntısına geleceğim, onun ayrıtlısına geldiğimde Allah’ın rububiyyetinin nasıl mucizevi bir sistem olduğunu, o rububiyetin nasıl mucizelere medar olduğunu göreceğiz inşaAllah.

Terbiye eden ihtiyacını giderir değil mi, onun için Rabbimiz terbiyesini üstlendim diye ihtiyacını da gideriyor. Madem Rabbim, ihtiyacı da bana ait. Terbiyesi için gerekli olan şeyleri verendir. Şuara/77-80. ayetler, Kureyş/3-4 ayetlerdir delili.

2 – Terbiye eden terbiye ettiğini gözetimi ve denetimi altında tutar. Tutar mı? tutar. Tutması lazım mı?Lazım. Gözetim ve denetim altında tutmayacaksa terbiyesini üstlenmesinin bir gereği yok. Ama insan şöyle demeye getiriyor; Tamam ya Rabbi rububiyetinin bir kısmı mutlaka benim üzerimde tecelli etmeli, çünkü senin rububiyetinin tecellisi olmasa nefes alamam. Senin rububiyyetinin tecellisi olmasa toprağı ekemem, senin rububiyyetinin tecellisi olmasa su içemem çünkü su olamaz, çünkü bulut yağmur yağdırmaz, çünkü deniz buhar vermez, toprak meyve vermez, ektiğini yetiştirmez. Senin rububiyyetinizin tecellisi olmasa şu gökte deveran eder bu muhteşem cisimler birbirine çarpar ve mahvolurdu. Senin rububiyyetinin tecellisi olmasa hücrelerim birbirini dinlemez komşu olmaz kaos oluşurdu. Senin rububiyyetinin tecellisi olmasa içtiği su hücrelerime bir enerji olarak yansımazdı. Yediğim lokma hücrelerime bir enerji olarak yansımazdı. Senin rububiyyetinin tecellisi olmasa şu güneş ölüm alameti olur, sağlık ve hayat alameti olmazdı, işareti olmazdı. Senin rububiyetinin tecellisi olmasa ya Rabbi bir an bile ayakta kalamazdım, bunlara evet ya Rabbi.

Ama oradan ileri gitme Allah’ım senin rububiyyetinin tecellisi burada kalsın, mesela davranışlarıma lütfen müdahale etme bizim siyasete hiç karışma, hele para kazanırken bana asla yaklaşma ya Rabbi. Yani rububiyyetini oraya kadar seviyorum ama oradan öte sevmiyorum demek ne kadar büyük küstahlık. Yani şimdi o zaman dürüst olmak lazım, tutarlı olmak lazım.

Aman Allah’ım insan Rabbine ne kadar nankörlük yapıyor. Buna rağmen rabbini eksik etmiyor iyi mi? Ey insan Rububiyyetimi kestim senden demiyor kesse zaten varlığı kalmaz.Demek ki şefkat ve merhameti işte böylesine Rabb ça bir şey, Nisa/1, Maide/117 delil.

3 – Terbiye eden terbiye ettiğinin büyüğü ve otoritesidir, doğru mu? Doğru terbiye ediyorsa üzerinde bir otorite kullanması lazım, çocuklarını, bebeği terbiye ediyorsunuz, otorite kullanmıyor musunuz. O bilmez ki, bebek bilmez ki. Sobaya doğru yürürken ateşe doğru yürürken, uçuruma doğru yürürken nasıl anne yüreğinden çırpınmaz, nasıl kendini canhıraş çığlıkla kaldırıp ta atmaz bebeğinin üstüne yavrum diye.

Peki bunu yavrunun lehine mi aleyhine mi değerlendireceğiz? Elbette ki lehine, hangi anne kınanabilir yavrusunu tehlikeden koruduğu için, böyle bir şey insanın aklından geçer mi. Mesela bir anneyi uçuruma doğru emekleyen bir bebeğin üstüne atlayıp ta oradan aldığı için sen bebeğin özgürlüğünü kısıtlıyorsun diyecek biri var mı? Çok komik oldu değil mi gülünç oldu yani. Sen bebeğin özgürlüğünü kısıtlıyorsun. Ne özgürlüğü? Uçuruma yuvarlanma özgürlüğünü. Bakın hiç gitmedi, yakışmadı.

Peki Allah’ın bizi terbiyesine gelince, Allah’ın bizim için sınırlar koyması, biz ateşe yürürken aman kulum ateşe gidiyor tutayım da ateşe gitmesin diye nebiler göndermesini, kitaplar göndermesini, yasaklar ve sınırlar koymasını niye garip karşılar bazıları, burada garip olan nedir?

Ha..! şöyle bir şey söyleyebilir ama o bebek, o bilmez. Ama biz bebek değiliz. Annenin bebeğe göre aklının ilerlemiş olmasıyla Allah’ın, Aklı kül ünün insana göre farkını nasıl kıyaslarım ben Allah aşkına. Kıyas kabul eder mi? Allah’a göre biz bebekten de bebeğiz. Ne gördük ki. Alemleri yaratanın 15 milyar yaşında olan şu bildiğimiz tek alem, daha kaç alem var onu da bilmiyoruz. Allah’ın “tecrübesi” yanında insanın bildiği nedir ki.

Bittik değil mi, Allahuekber dedik orada. O zaman ey insan ne olur yapma bunu ma ğarreke BiRabbikelkeriym. (İnfitar/6) Seni, bu kadar cömert olan Rabbine –Rabb gelince onu hemen italik yapın ki zihninize yüreğinize değsin. BiRabbikelkeriym. BiHallakıhel keriym, Biilahikel keriym deyin, BiRahmanıkel keriym deyin, BiRahiymikelkeriym deyin, BiRezzakıkelkeriym deyin veya BiRabbikelkeriym. Rabb ismine özel vurgu.- Bu kadar cömert olan Rabbine karşı senin böyle nankör eden ne ey insanoğlu. Delili Şura/10.

4 – Terbiye edenin terbiye ettiği üzerinde nesi vardır? Hakkı vardır. Var mıdır? Bunu kim inkar edebilir ki Allah aşkına. O zaman çocukları annesiz doğurtmamız gerekiyor. Yani anneleri yok edeceğiz. Var mı böyle bir sistem? O zaman terbiye edenin terbiye ettiği üzerinde hakkı vardır. Terbiye ne kadar büyükse hakta o kadar büyüktür. Allah’ın terbiyesi ne kadar büyükse hakkı da o kadar büyüktür. Fecr/15-17 ayetleri bunun delili.

5 – Terbiye ettiğinden itaat ve kulluk beklemesi Allah’ın hakkıdır. Ne hakkı, hak neyi doğurur ona geldik. İtaat ve kulluk beklemesi Allah’ın hakkıdır. Demek ki Allah’a itaat ve kulluğumuz aslında bizim ona yaptığımız bir şey değil, O’nun bizim üzerimizde ki hakkıdır. Yani Rabbimizin hakkını kullukla ödemiş olmuyoruz, sadece hakkını ikrar etmiş oluyoruz. Bu çok mühim. Zaten hakkın var ya Rabbi dediğimizde hakkım helal olsun diyor. Yeter ki inkâr etmeyelim. Ödememizi istemiyor çünkü Allah’ın hakkı ödenmez, borç borçla ödenmez. Allah’ın hakkını ödemek için alacağınız her nefes bir hak. Kullandığınız dil bir hak. O’nun vermediği bir dil bulun, onunla ödeyin. O’nun vermediği bir beden bulun onunla ödeyin. O’nun yaratmadığı b ir hava bulun onu soluyarak ödeyin. O’nun yaratmadığı bir zaman bulun onu kullanarak ödeyin bulabilirseniz. Bulamayacaksanız eğer Allah’ın hakkını ödemek mümkin değil. Hakkını itiraf eden ödemiş sayılacak. Hatta sadece ödemiş değil bir de üstüne ödül alacaktır. Eyvallah..! İşte böyle, Rabb olmak böyle bir şey.

6 – Her varlık en sonunda kendini terbiye edenin huzurunda toplanır. En’am/38. Bu kon uda çok ayet var da ben sadece örnek olarak bire tanesini aldım. Yani ahiretin varlığı Allah’ın huzurunda toplanmamız da Allah’ın rububiyetinin bir gereğiymiş. Hani Rabb isminin 3. ve son manası da toplamak bir araya getirmekti ya o köke aynı zamanda bir atıftır bu.

Allah’ın Rabb oluşunun sırrı nedir? Sevgidir. Allah’ın Rabb oluşunun sırrı “Allah” ismi içinde gizlidir. Allah imside sevgiye delalet eder. Daha önce esma dersinde görmüştük onun için geçiyorum. Dolayısıyla Hud/90. ayetine bakınız diyorum sadece. Anne baba evladını beklenti için terbiye eder. Çünkü terbiyesiz bir evladın anne babasına laf gelir öyle değil mi. Bakıcı bebeğin terbiyesini ücret karşılığı üstlenir. Öğretmek talebenin terbiyesini görevi olduğu için üstlenir. Fakat Allah kulunun terbiyesini onu sevdiği için üstlenir. İşte onun için rububiyetin tecellisinde iman ve inkar, hakk ve batıl, iyi ve kötü ayırt edilmez.

Onun içindir ki Kul e’ûzü BirabbinNâs – Melikin Nâs – İlâhin Nâs. (Nas/1-2-3) İnsanlığın rabbi olması, insanlığın ilahı olmasından önce gelir. Niye? Çünkü herkesin Rabbidir, inananların ilâhıdır. Allah’tan başkasını ilah biliyorsa, lâ ilâhe illAllah deniyorsa onun ilahı başka bir şey. Ama Lâ ilâhe illAllah demeyenin de Rabbidir. Rabb isminin şumulüne girmeyen bir varlık yoktur. Firavun da girer Musa’da. Nemrud’da girer İbrahim’de. Firavun Rabb olduğunu iddia ederek Rabb isminin tecellisi dışında kalmış değil, kalsaydı var olmazdı sadece küstahlık yapmış oldu o kadar. Küstahlık yapmış olduğuyla kaldı.

Rabb isminin kapsamı bütün bir varlığı tepeden tırnağa kuşatır, içten dışa kuşatır. Eyvallah..!

Gelelim Kur’ani çerçeveye. Yoruluyor musunuz? Ben yoruluyorum. Size anlatmaktan değil anlamaktan dolayı yoruluyorum. Anlamak adamı çok yoruyor bitiriyor. Onun için demiş ya; Ya aklım ermeseydi, ya elim erseydi. Onun için demiş ya Konfüçyüs; Cehalet saadettir. Yani yarım söylemiş affedersin iz, eşekler mes’uttur diye bitirseydi tamamlanacaktı cümle. Yani hakikaten insanın bazen eline bir çöp alıp Ömer gibi; Nolaydım, keşke bir çöp olaydım diyesi geliyor. Anlamak yoruyor bilmek yoruyor, mesuliyet yoruyor. Rabbe muhatap olmak yoruyor, Rabb isminin tecellisinin en azami üstünde göründüğü varlık kim? İnsan. İnsan olmak yoruyor.

Kur’ani çerçeve; Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak. (‘Alâk/1) Yaratan Rabbin adına oku. Yaratan Rabbin adıyla oku. Yaratan Rabbin adına, dikkat buyurun. Bu ilk inen ayet. İlk inen ayette ilk kullanılan sıfat Rabb sıfatı. Esmanın hepsi bir tarafa, Rabb sıfatı daha ilk ayette muhatabın yüreğine nazil oluyor. Yaratan Rabbin adına.

Demek ki yaratması rububiyetinin bir gereğiymiş diyorsunuz bir. Okumak ve okumamı kolaylaştıran tüm araçlar rububiyetin bir gereği imiş. Akıl rububiyetinin bir gereği imiş. Daha doğrusu akıl rububiyetinin bir tecellisi imiş, irade rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Okumamı temin eden varlık rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Okuyacağım varlık rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Yani bu emrin müştemilatına giren her şey rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Oradan onu anlıyorsunuz. Ikra’ Bismi Rabbik. Eyvallah, Bismi ilâhik değil buyurun lütfen. (Devam edecek)


ESMA DERSLERİ 3 – er RAB (10-2)

$
0
0

Rab

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

[(10-1) den devam]

Allah’ın 99 ismi vardır denilen hadiste İnne lillahi fis’aten ve tis’ıyne ismen Femen ahsaha dehalel cenneh. Allah’ın 99 ismi vardır bunları ihsa eden cennete girdi bilsin kendisini denilen hadiste Allah’ın 99 ismi deniliyor, ince bir ayrıntı Allah’ın. Eğer Allah’ın denilmeseydi Allah dahil 99 aramamız gerekirdi Allah ismi. Ama Allah ismi; ismi has, gerisinde eğer bu rakama hakiki, bir mana yükleyeceksek, sayısal bir değer yükleyeceksek Allah ismi dışında 99 isim aramamız lazım. Dolayısıyla Allah ismi dışında Rabb vahiyden ilk geçen sıfattır, vahiy sürecinde ilk. Sadece vahiy sürecinde mi? Hayır, nüzül sürecinde öyle de Mushafta da öyle, peki mushafın en son ismi nedir? Kul e’ûzü BirabbinNâs, Melikin Nâs, İlâhin Nâs, Min şerril vesvâsil hannâs, Elleziy yüvesvisü fiy sudûrin Nâs, Minel cinneti ven Nâs. (Nas) son sıfatta yine Rabb.

Demek ki rububiyyetiyle başlıyor rububiyyetiyle bitiyor. Neden? Vahiy O’nun rububiyyetinin en büyük tecellisidir, altını çiziyoruz. Eğer Rabbimizin Rabliği olmasaydı vahyi indirmezdi. Demek ki vahyin iniş amacı Allah’ın terbiye etmesidir, bunu anlıyoruz oradan. Vahiy rububiyetin tecellisi ise vahyin iniş amacı da ilahi terbiye olarak görüyoruz.

Allah ismi Kur’an da 2697 kez gelir. Rakamlarla önce bir izah edeyim. Rabb ismi ise Kur’an da 962 kez gelir. 1/3 kadar yaklaşık, ama Allah isminden sonra en çok kullanılan isim Rabb ismidir.

4 yerde Devlet başkanı manasında Hz. Yusuf döneminde ki Mısır melikine atfen kullanılır. Yusuf/23. ayette ise tevriyeli kullanılır kale me’azâllahi inneHU Rabbiy ahsene mesvay. (Yusuf/23) Yusuf dedi ki; Allah’a sığınırım, yani heykelek dedi kadın, haydi gelsene dedi, Yusuf dedi ki Allah’a sığınırım. O benim rabbimdir. Ahsene mesvay beni ne güzel terbiye etmiştir, yetiştirmiştir, iyilik yapmıştır yani. Şimdi O benim Rabbimdir derken kimi kastetti. inneHu Rabbi. Muhatap zannetti ki efendisi için kullandı fakat kendisi kastetti ki, Allah’a sığınırım diyor zaten O benim Rabbim. Bu daha yakışık almaz mı. Bir peygamber nihayetinde unutmayalım, onun için burada tevriyeli kullanıyor.

Tevriyeli kullandığı böyle bir yer de var. Naziat/24 te ise Firafun kendisi için kullanmış ene Rabbukümül’a’lâ. (Naziat/24) Ben sizin en büyük Rabbinizim, ben Rabbinizim ve en büyüğüm. İki şekilde de anlaşılabilir. Niye rabbinizim diyor dikkat buyurun, ilahınızım diyemiyor çünkü biliyor gökleri kendisinin yaratmadığını, yerleri kendisinin yaratmadığını. Herkeste biliyor. Peki niye Rabbinizim diyor ve rububiyyete ortak çıkıyor? Çünkü Allah’ın Rububiyyetinin yeryüzünde hükümran olmasını istemiyor, sıkıntısı orada. Müşriklerin sıkıntısı neyse Firavun un da sıkıntısı da aynı şey.

Diyeceksiniz ki bugün aynı sıkıntıyı duyan kesimler yok mu? Var, hemde çok. İnsanlık tarihi boyunca sıkıntı rububiyyetle ilgili. Genellikle uluhiyetle ilgili sıkıntı yok. Eski Yunanda da bakınız. Onun için Tanrılar tanrısından söz ediliyor, yani en yüce bir tanrı var. Fakat O’nun insan hayatına müdahalesine iş gelince orada duruyor.

İşte ilk ivmeyi kazandıran, ilk vuruşu yapan tanrı, ondan sonra emekliye ayrılan haşa tanrı, böyle bir tez işleniyor. Dolayısıyla batıda da maalesef zihinlerde olan tanrı anlayışı genellikle bu. Müstean olan, mutlak olan, eşya üzerinde hakim olan bir Allah anlayışı çok zayıf, zayıf olduğu için eşyanın Rabbi gibi davranmaya başladılar.

Bakın sıkıntı burada biz elimize geçirdiğimiz şeyin içinde ki ilahi sanatı keşfetmeye, onun içinde ki yasaları keşfetmeye çalışırken mutlaka on un rabbinin Allah olduğuna iman ederek yapmaya çalışırız. Bizim bilim öğrettiğimiz çağlarda da böyle yapmışız Endülüste bilim üretirken, Bağdat’ta bilim üretirken, Semerkant’ta Buhara’da bilim üretirken, İstanbulda bilim üretirken bunu böyle düşünmüşüz böyle yapmışız. Ama bu iş batıya geçtikten sonra, yani bizim bıraktıklarımızın üzerine batı ilave etmeye başladıktan sonra sıkıntı burada gerçekleşmiş.

Nedir? Eşyanın rabbine saygı duymadan bilim üretmek. İşte orada iş çığırından çıkmış. Eşyanın Rabbine saygı duyarak bilim ürettiğinizde, ürettiğiniz bilimi de, onun üzerinden ürettiğiniz eşyayı da emanet olarak görüyorsunuz. Dolayısıyla bilgiye emanet muamelesi yaptığınız için emanete ihanet etmekten korkuyorsunuz. Ama onun Rabbini inkâr edip, kendinizi Rabbin yerine koyduğunuzda artık bilgiye mülkiyet olarak bakıyorsunuz. Bilgiye mülkiyet olarak baktığınızda bilgini üzerinde her türlü işleme kendinizi ehil görüyorsunuz, yetkin görüyorsunuz. O zaman atom bombası yapmayı da kendinize meşru görüyorsunuz. Yani kitle imha silahları yapmayı da kendinize meşru görüyorsunuz. Hatta bir böcek imal ediyorsunuz ormanların tamamını yiyip bitiriyor. Bir mikrop imal ediyorsunuz ondan bomba yapıyorsunuz. Yani insanların kökünü kurutacakmış, insanlara zarar verecekmiş, masumları öldürecekmiş b unlar sizin ilgi alanınıza girmiyor çünkü bilgiye mülkiyet muamelesi yapıyorsunuz.

Bilmem problemin kökeni anlaşılabiliyor mu. Yani Rabb ismine iman edip bu ismin tecellisini şöyle kavramak, şuuruna ulaşmakla ulaşmamak arasında çok derin fark var çok büyük fark var..

Hepside birden fazla Rabb edinmeyi kınayan, Rabbe boyun eğen Rabb adamı anlamında 4 yerde. Ribbiyyun, Rabbaniyyun şeklinde.

İşin ilginci ne biliyor musunuz, Tirmizi ve İbn. Mace de gelen isim listeli hani duvarlarınızda vardır bazılarının, bazılarınız çocuklarına ezberletiyor, piyasa da radyolarda falan baya işin cılkı çıktı, suyu çıktı, ezberlenen isim listeleri var ya bu listelerden iki tane var piyasada tümü. Biri İbn. Mace listesi, biri Tirmizi listesi. Bu iki listede ki isimler arasında bir isim yok -hatta bir isim değil 26 isim yok Kur’an dan da- Rabb ismi yok. Çok ilginç. Allah’ın Kur’an da 962 kez geçen bu mübarek Rabb ismi bu iki listede yok. Nasıl olmuşta olmuş? Muhaddislerin bu iki isim listesinin ikisine birden Müdreç, hadisin aslına sonradan ilave edilmiş bir şey olarak bakmaları boşuna değil. Yani peygamberimizden gelmiş değil. Dolayısıyla yok oluşuna oradan yola çıkarak ancak açıklayabiliriz başka türlü açıklayamayız. Çünkü başka bir çok isim de yok. Kur’an da geçiyor orada geçmiyor. Orada geçen isimlerden bir çoğu da Kur’an da yok. Dolayısıyla bunu böyle açıklayabiliriz.

Rabb isminin Kur’an da geçtiği hiçbir yerde el takısıyla gelmemesi dikkat çekici gerçekten. Nasıl geliyor? El takısıyla gelmemesi Rabb isminin elbette ki nekira yani belirsiz formda gelmiş olduğunu gösteriyor. Fakat muzaf olarak geliyor, muzaf olarak geldiği yerlerde yani tamlanan olarak geliyor, isimin tanlaması. Biliyorsunuz Ahmedin kalemi diyorsunuz, Hasan’ın yeleği diyoruz, Mehmet’in ayakkabısı diyoruz bu bir isim tamlamasıdır. Tamlanan var, tamlayan var. Tamlanan Hasan, tamlayan yelek. Benim Rabbim.

Çok ilginç değil mi Rabbi, Rabbük, 242 yerde Rabbük geliyor Kur’an da. Senin Rabbin, Rabbin kulu değil, Tamlama öyle değil muzaf olarak geliyor, muzafınleh değil bu çok ilginç. Yani Rabb kendisini ona nispet ediyor, kula. Ne demek? Beni benimse ey kul, rububiyyetimi benimse ey kul, rububiyyetimi ne kadar benimsersen o kadar tecelli eder. Bu çok ince bir nokta bu çok güzel ve hassas bir nokta. 242 yerde tam rabbüke geliyor. Çoğunda da muhatap zamiriyle efendimiz kastediliyor.

Yine 243 yerde çoğul zamiriyle Rabbühüm, Rabbüküm, sizin Rabbiniz onların Rabbi. Yine aynı, benimseyin rububiyyetimi, rububiyyetime yakın olun, rububiyyetimi kendinizin bilin, benimseyin ki tecelli etsin, ayrıksı durmayın. Rabbinizin rububiyyetinin tecellisi üzerin izde görülsün, onu yüreğinize bir elbise gibi giyinin, aklınıza bir elbise gibi giyinin. Tabir caizse onu size verilmiş bir rızık gibi yiyin, hücrelerinizde rububiyyet tecelli etsin, elinizde tutmaya, gözünüzde görmeye, kulağınızda işitmeye, ayağınızda yürümeye, kalbinizde duymaya, sevmeye, aklınızda düşünmeye dönüşsün.

Dönüşürse ne olur? Benim rububiyyetimin tecellisi kalbinizde sevmeye, hissetmeye dönüşürse Allah ile sev ersin iz. Sevgin iz Allah’ın rububiyyetinin tecellisi olur. Sevdiğinize siz de Rabbin tecellisi üzerinden bakarsınız. Eğer aklınızda tefekküre dönüşürse düşünceye, o zaman Allah’ın rububiyyeti üzerinden düşünürsünüz ve o zaman gören gözünüz, işiten kulağınız, tutan eliniz, yürüyen ayağınız seven kalbiniz düşünen aklınız olur Allah. Amin.

178 yerde Rabbiym, Rabbimiz şeklinde geçiyor, Rabbiym, Rabbüne, yani da ünlemi kullanılmıyor 2 yer hariç. Ya Rabb Kur’an da 2 yer hariç hiç kullanılmıyor. 962 kullanımda 2 tane ya ile kullanılıyor, o da nedir Furkan/30, Zuhruf/88. Özelliği ne ikisi de ahirete ilişkin şikâyet babında, hemde Resulün ağzından Furkan/30 da Allah Resulü;

Ya Rabbi inne kavmittehazû hazel Kur’âne mehcura. (Furkan/30) Rabbim, bu toplum, bu ümmet bu Kur’an ı terk etti, daha doğrusu terk etti demeyelim işlevsiz bıraktı. Çünkü metruke denmiyor mehcura deniyor. Öyle değil mi metruk ta Arapça çünkü. Yani elinde Kur’an ı taşıdı ama yüreğinde taşımadı Mushafı havaya kaldırdı ama Kur’an ı havaya kaldırmadı. Mushafı öptü ama Kur’an ı öpmedi. Tecvid ile okumaya özen gösterdi ama tertil ile okumaya hiç dikkat etmedi. Yani bu manaya geliyor, metruk anlamına değil işlevsiz bırakma anlamına. Yani hummul üt tevra sümme lem yahmiluhe. Yani Tevrat’ı ellerinde taşıdıkları halde onun sorumluluğunu üstlenmeyenler aynı öyle. Oysa ki Kur’an da Rabbimizden kullara nida kullanılıyor.

Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh. (Zümer/53) Deki ey hayatını israf eden kullarım ne olur Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Elhamdülillâh, ne diyelim şimdi böyle Keriym bir rabbe.

Hazin olma gönül zinhar

Keriym Allah’ımız var,

Daima eyle İstiğfar,

Keriym Allah’ımız var.

Neden böyle? Çünkü nida uzaktakine yapılır, Allah ise yakındır şah damarından yakındır. Onun için ey..! diye uzaktakine, çünkü nida dalgın olanı uyandırmak için, intibaha getirmek için yapılır. Önce Ey..! dersin, dikkatini çekersin ondan sonra söyleyeceğini söylersin. Oysa Allah hep uyanık. lâ te’huzuHÛ sinetün vela nevm. (Bakara/255) O’nu ne uyku basar ve ne de dalgınlık. Onun için uyumayan ve unutmayan bir Allah’ımız var. Onun için sadece ahirete teallik iki yerde peygamberin dilinden gelir onun dışında, o istisnadır “ya” nidası gelmez.

Tamlanan olarak gelişi sevgi ve şefkat. Rabbimin kuluyum yerine benim Rabbim, bizim Rabbimiz. Buna dikkat çekmiştim bir daha dikkat çekmiş olayım. Neden? Eğer kul onu benimserse o da kulu benimser de onun için. Kul O’n un rububiyyetini içselleştirir ve benimserse, Rabbimizin kul üzerinde rububiyyetinin tecellisi artar. Çünkü rububiyyete şükür benimseme şeklindedir. Her şeyin şükrü o nimetin üstünden olur. Rububiyyetinin şükrünü ed ederseniz eğer o rbubiyyetini, daha fazla tecelli ettirir sizin üzerinizde. O zaman Rabliğini artmış görürsünüz, bilmem anlatabiliyor muyum. O zaman sizin üzerinizde Rabliği daha fazla tecelli eder.

O rububiyyetini farklı şekillerde gerçekleştirir. Bakarsınız Rabbinden şefkat tokadı dahi yese, benim rabbim değil mi der. Benim Rabbim dedi ya, Rabbiy dedi ya bir kere, benim rabbim değil mi. Anne çocuğuna vurur anne diye ağlar. Anne vurdu ama? Ağlatan annen? Annem diye ağlar. Ya rabbim şefkat tokadı vurursa n iye başka kapılar arıyorsun, kimin kapısına gideceksin, var mı Allah’ın kapısından başka bir kapı. Hem Allah’ın kapısından başka bir kapıya gidersen hacet giderir mi? Allah gibi muamele eder mi?

İnsanlara muhtaç etmesin Allah. Bakın en yakınınız dahi bir ihtiyacınızı gördüğü zaman gözünüzün içine bakıyor. Rabbin iz öyle şefkatli ki veriyor, sadece ve sadece verdiğine nankörlük etmeyin yeter, dönüyor bir daha veriyor. Hatta nankörlük ediyoruz bir daha veriyor. Bir daha nankörlük ediyoruz bir daha veriyor. Bir daha bir daha..! Hayran olmamak elde değil Allah’a, Rabbe hayran olmamak elde değil. Şöyle görüyorum insanları O’nu ne kadar üzecek iş yapıyorlar, O’nu üzecek iş yapanları dahi Rabliğinden mahrum etmiyor. Bakıyorum vermiş..! Ya Rabbi ne kadar genişsin diyorum. ..Vasi’un aliym. (Bakara/261) Genişsin ya Rabbi ama ‘Aliym’sin de Yani bilmediğim için geniş davranıyor değilim, biliyorum ama yine de kullarıma geniş davranıyorum. AllahuEkber. Kurban olmaz mısınız böyle bir Rabbe.

Bazen vererek terbiye eder, bazen alarak. Bazen kurt üzerin den terbiye üzerinden bazen kuzu üzerinden. Hastayı bakarsınız Doktorla rububiyyetini tecelli ettirir, bakarsınız Doktoru da hastayla terbiye eder. Aslında kim kiminle şifa buldu anlayamazsınız. Bazı hekimler vardır hastası yüzünden hidayete kavuşmuştur. Şimdi kim kimi tedavi etti bilemezsiniz. Aslında Doktor, hekim on un bedenini tedavi ederken, hastanın bedeni üzerinden Rabbimiz Doktoru tedavi eder.

Bakarsınız bazen bir evlat verir ki Rabbimiz anne babaya İllallah dedirtir. Fakat aslında onlar evlatlarını terbiye ettiklerini düşünürler, Rabbimiz evlat üzerinden anne babayı terbiye etmektedir. Bazen bakarsınız, Rabbimizin hikmeti sınırsız ve sonsuzdur. Bir özürlü evlat verir, Rabbim kolay getire böyle kardeşlerime. Onların cenneti oradadır onu söyleyeyim o yavrudadır. O yavruya bakarken o yavruyu imtihan anahtarı olarak görsünler. Rabbim bu, verir.

Hiçbirimiz için de garanti yoktur onu söyleyeyim ve böyle imtihan ettiklerine haşa sizin ne günahınız vardı, ne günah işlediniz de böyle imtihan edildiniz diyen bir adam, Allah’ın Hakîym isminin sırrını hiç anlamamış demektir. Aksine böyle bir adam şom ağızlıdır kör gözlüdür. Ölmeden kimseyi mutlu diye adlandırma, böyle söyleyen acaba sözünü Allah nasıl yedirecek bilmiyorum. Ama mutlaka yedirir bunu biliyorum. Onun için böyle bir imtihan gördüğünüzde sadece ve sadece dua edin ve ibret alın. Numuneyi imtisal ve ibreti alem ikisi de. Dolayısıyla yavru üzerinden anne baba terbiye ediliyor. Aslında yavru üzerinden anne babaya kredi açılıyor.

{{ Bu konuda insanın aklına “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise senin kendi nefsindendir.”(Nisa/79). Ayeti geliyor.

Bu ayet ışığında insanın başına gelen kötülük, fenalık ve musibetler kendimizin veya daha önceki atalarımızın hatasından kaynaklanıyor olamaz mı. Mesela yiyecek içecek ve kullandığımız şeylerdeki sunni ve zararlı şeyler, Nazar dediğimiz kötü bakışların genetiğimizdeki bozulmalara sebep olması, farkına varmadığımız zararlı enerji dalgalarının bedenimiz üzerindeki etkileri (radyasyon, manyetik dalgalar vs.) Tüm bunların sebep olacağı bozunum yüzünden sakat doğmuş bir çocuğu size Allah değil, bizim eksikliklerimiz yüzündendir. Çünkü Allah kuluna zulmetmez. Hata yapılmışsa karşılığına katlanmamız gerekmektedir bu kader sebebine, imtihan sebebine vs. bağlanamaz.}}

Parçada kötü duruyor bu ama bütünde gelin de siz bakın bir. Öyle değil mi Allah aşkına. Aynı şeyin dünyada örnekleri de var görmüyor musunuz. Şu madalya kazanan sporcuların ödediği bedeli. Eğer işi spor dünyasından çıkarın ne garip bir şey. Çalışan çocuklara karşı dünya sözüm ona çok hassas. Ama spor yapıyorsa orada akan sular duruyor. Oysa ki çalışan çocuğun katlandığı eziyet ne ki. O atletizm yapan çocukların katlandığı eziyetleri biliyor musunuz. İnanın insan çekmez onu. Öyle sıkı bir disiplin, öyle taşınmaz bir yük ki hem de yıllar boyu bu. İstediğini yiyemiyor, istediğini giyemiyor, istediği yerde bulunamıyor, günde şu kadar antrenman yapmak zorunda vs. Bedenini kırdıkça kırıyor, ezdikçe eziyor. Yani bir adama spor dışında onun çok küçük bir şeyini uygulayın işkenceden adamı içeri atarlar. Adına spor deyince bir şey falan olmuyor bakın.

Demek ki imaj ne kadar önemli görüyorsunuz değil mi. Modern dünyanın imaja yaptığı yaptırımı görüyorsunuz. Onun için işin o tarafı başka bir şey. Ama bir madalya almak için katlandıkları, ödedikleri bedellere baksanıza. Antrenman üstüne antrenman, 10 saat, 12 saat, 8 saat, 6 saat gündelik antrenmanlar ve gerçekten de insan gücünü zorlayan şeyler bunlar. Çünkü eğer rekor kıracaksa gücünü zorlaması lazım yani sınırını aşması lazım.

Peki bütün bunların sonunda aldığı ne? Madalya. Peki o madalyayı alınca hepsi bitiyor. Yorgunluk bitiyor. Bu madalya ne işe yarar? Şu darı dünyada 3 gün lük hayatta işte efendim birazcık rahat yaşıyor.

Ya ahirette ebedi madalyayı alacaksanız ne olur bu iş? AllahuEkber. O zaman ebedi madalyayı alırken o insanların dünyada işte ya buda katlanılır mı diyenlerden Rabbin huzurunda Ya rabbi beni niye mahrum ettin demeyeceği ne malum. Onun için en azından hikmetini düşünüp çenemizi tutalım derim. Doğru düşünelim, doğru yerden bakalım derim.

Rabb ismin in en güzel tariflerinden biri Kur’an da, hatta belki en güzeli Hz. Musa ile Firavun arasında ki geçen şu diyaloga dikkat edin lütfen.

..femen Rabbuküma ya Musa (Tâhâ/49) Ey Musa sizin Rabbiniz kim. Yani ne iş yapar, ne yapar bu manada soruyor kim. Verilen cevaba dikkat buyurun lütfen;

..Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. (Tâhâ/50) Rabbimiz öyle bir Rabb ki, öyle bir Allah’ ki eşyaya fıtratını verdi ve sonrada o eşyayı, o fıtratı gerçekleştirmek, o hedefi gerçekleştirmek için içine koyduğu o potansiyeli kemale erdirmek için dosdoğru bir yöne kılavuzluk etti, yönlendirdi sümme heda.

Bu kadar güzel olur ancak tarif. ..Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu her şeye hilkatini irade etti, hilkatini verdi ve sümme heda sonra ne yaptı onu, o hilkati gerçekleştirecek bir yola kılavuzladı, yönlendirdi. İşte bu.

Görüyor musunuz, bakın kâinata her şeyin içine hilkatini koydu, yaratılış amacını koydu. Tesviye budur fesevvake, sonra seni tesviye etti, yani ma hulika leh ini yükledi, yaratılış amacını yükledi. Onun için her şeyin yaratılış amacı istikametinde gider. Yeryüzün e yaratılış amacını yüklemiştir yer yüzü buna ihanet etmez. Gökyüzüne yüklemiştir, sivrisineğe bile yüklemiştir yaratılış amacını biliyor musunuz. Onun için o yaratılış amacından sapma göstermez.

Kur’an da; en yadribe meselen ma be’ûdaten femâ fevkahâ. (Bakara/26) Allah bir sivrisineği misal vermekten utanmaz. Hatta daha küçüğünü bile misal vermekten utanmaz. Niye utansın ki. Sivrisinek meğer neymiş nasıl Allah yükler hilkatini ve ondan sonra nasıl yönlendirir. Sivrisinek diyorsunuz, en küçük hesapta, hatta içimizden bazı cahiller; Allah her şeyi yarattı da şunu niye yarattı diyebilirler.

Ben başta çok yaygın okunması gereken bildirilerin çok tefsir edildiğini biliyorum. Öyle değil mi, çok özel insanlar okusun diye yazdığınız bir kitabı az basıyorsunuz. Ve özel insanlar okuyor. Ama herkes okusun diye bastığınız kitabı kampanya yapıyorsunuz binlerce, yüz binlerce, milyonlarca basıyorsunuz öyle değil mi. Sivrisinek herkesin okuması için basılmış bir kitap. Rabbimiz kampanya yapmış yer yüzünün her bir tarafında çok tefsir ediliyor, çoğaltılıyor sürekli çoğaltılıyor. Sivri sinek deyip te geçmemeniz için bilmeniz gerekiyor. 4 Tane labaratuar var bir sivrisinekte.1 – ısı labaratuarı, 2 – kan labaratuarı, 3 – Hareket labaratuarı, 4 – ışık labaratuarı. Bunları tahlil ediyor labaratuarında. 100 ü aşkın gözü var, her gözün bir merceği var bu merceği zihne bağlayan kanallar dahil. Arı peteği gibi gözü. Tam 48 tane dişi olan bir ağzı var. bisturi gibi ameliyat yapıyor, her biri bir cerrah, dünyanın en küçük cerrahları ameliyat yapıyor, önce kesiyor ama kesmeden evvel bir sıvı salgılıyor çünkü kesince kan oraya hücum edecek, kan hücum edince Allah kana da o yaratılışı vermiş oraya kan yürüyor demiş. Kan yürüyen yeri hemen tıkayacaksın. Onun için kanın içinde ki bazı unsurlar geliyor kan çıkan yeri anında askerler gibi orayı tutuyor yani o cephede zayıflık var, sur düşmek üzere, haydi oraya hücum orayı savunalım. Savunuyorlar ve kısa zaman içinde kan orada pıhtılaşıyor. Pıhtılaştıran o sistem, savunma sistemi.

Fakat sivri sineğe kim öğretti kanın bu savunma sistemini? Savunma sistemini durdurmak için önce oraya bir sıvı salgılıyor. Bu salgıladığı aynı zamanda küçük bir narkoz, lokal anestezi yapıyor ve onun için elinizi vurduğunuzda vakit çoktan geçmiş oluyor. Yani o tavanda size gülüyordur muhtemelen. Çünkü anlamıyorsunuz, işini bitirip gitmiştir ve o kısa zamanda işini bitirirken vücudunun 8 katı kan emebiliyor. Bu 200 lt. su içmeye tekabül ediyor insanda ve çatlamıyor.

Vücudu kıllarla örülü ve bu kılların her biri demin söylediğim 4 unsuru, alan reseptör gibi çalışıyor. Bir kalbi var, kapakçıkları var, atarları var, toplarları var ama 2 de ciğere benzer kalbi var kanatlara bağlı. O yüzden 500 kez çırpıyor 1 saniyede. Eğer bir makineya insanın iki kolunu bağlasalar ve bir saniyede 500 kez çırpsa mafsallarından kollar kopup gidiyor. Düşünsenize 500 kez, bir saniyede. Bu ne güç, bu ne ihtişam ve aynı zamanda işte ne işe yarar diyorsunuz.

Ne işle yarar gerçekten? Ben bedava hacamatçılar diyorum, bedava hacamat yapıyorlar ve kanı temizledikleri kanaatim vardır. Daha bilmediğimiz sırları olduğuna kalıbımı basarım. Niye? Rabbül Alemiyn yaratmışsa mutlaka bir işi vardır.

Ama en küçük işi o. Büyük işlerinden birini de ben şöyle yorumluyorum; Cennet gibi bir bahçe yaptınız, içine de cennet köşkü gibi bir köşk kondurdunuz, eksik yok. Bir eliniz yağda bir eliniz balda her şey tamam. Ama her şeyin en güzel olduğu, sizin tam lezzetin doruğunda olduğunuz bir sırada vızzz..! geldi kondu ve size ey akıllı burası cennet değil, sen yanlışsın, yanlış yerde arıyorsun, burası dünya onun için ben sana bunu hatırlatmaya geldim dedi ve bir öpücük kondurdu. Siz o öpücükle uyandınız hakikaten bura cennet değil, cennet olsa sivrisinek sokmaz. Belki sonsuz faydaları sayılırda bir tanesi de bu olduğunu düşünüyorum.

Onun için; Rabbin kimdir ey Musa? ..Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. (Tâhâ/50) Rabbi,m öyle bir Rabb dir ki, O her bir şeye yaratılış amacını yükledi ve o amacı gerçekleştirecek donanımla on u donattı, oraya yöneltti. Bakın en küçüğü bu. Ya en büyüğü? Ya büyükleri, ya şöyle göğe doğru bir baksak, ya güneşe baksak, Bakın, ihtişamına bakın. Milyarlarca yıldan beri yanıyor. Güneş kütlesi kadar bir fosil yakıtı eğer karbonik yanma ile yakmaya kalksanız güneşin doğumundan bugüne kadar ki yanma içerisinde 3 milyarda bire tekabül eden bir zamanda yanıp bitecekti. Ama ne küçüldüğü var, ne azaldığı var hala yanıyor. Çünkü nükleer yanma ile yanıyor, karbonik yanma ile yanmıyor. Bizim dünyamız da karbonik yanma ile yandı her şey.

Bakınız, oysa ki dünyamız güneşten koptu, Kur’an la da sabit. Önce birdiler ..fefetaknahüma. (Enbiya/30) biz onu ayırdık. Dolayısıyla dünya karbonik yanma ile yandı ve bizler karbonun çocuklarıyız, karbonun ekmeğini yiyoruz. Kim inkar eder külün ekmeğini, Allah’ın ekmeğini yiyoruz tabii ki. Ama yine geldik ..Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. (Tâhâ/50) Rabbim o zattır ki ey firavun her bir şeye yaratılış amacını yükledi ve onu o amacı gerçekleştirecek yola yöneltti. Güneşe amacını yükledi ve ona “sen ısıt” dedi, sen “ışıt” dedi. Emri aldı ..semi’nâ ve eta’nâ… (Bakara/285) dedi. fekale leha ve lil Ardı’tiya tav’an ev kerha. yere ve göğe yöneldi ve dedi ki ister istemeyerek, ister isteyerek rabbinizin emrine gelin. Onlar da dediler ki kaleta eteyna tai’ıyn biz isteyerek geldik. (Fussilet/11) dediler. Dolayısıyla yere bak Elhamdülillâhirabbilalemiyn, göğe bak Elhamdülillâhirabbilalemiyn.

Evet, önümüzde ki ders o alemlerin rabbidir. Ne demek alemlerin rabbi? İnşallah onu işlemek üzere bugün dersimize noktayı burada koyuyoruz. Rabbim rububiyyetinin tecellilerini üzerimizde göstersin. Rububiyyetinin şuuruna varan o bahtiyarlardan etsin ve inşaAllah O’nun rububiyyetinden aldığı terbiye ile etrafına terbiye yansıtan, o terbiyeyi ahlakında, aklında, kalbinde, davranışında toplumunda gösteren kullarından etsin.

Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn.

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)


ESMA DERSLERİ 1 –“ALLAH” I TANIMAK – 1

$
0
0

Resim3

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

“ALLAH” İSMİ CELÂLİ ÂDEM A.S. TARAFINDAN KONULDU.

İsm-i Celâl (Allah ismini) ilk koyan Âdem A.S. dır. şöyle ki; Cenab-ı Hakk Âdem babamıza ruhu üfleyince yerinden sıçrayıp bir ayağı üzerine gelerek bir dizini de yere koyup o vaziyette durdu ve işte bu halde iken ona Rabbisiyle ilgili büyük bir müşahede meydana geldi. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk ona konuşma imkânı lütfetti de o yüce zattan müşahede ettiği esrarı söyledi. Cenab-ı Hak ezeli ismi ile tespit ettiği bu isimlerle anılmasını irade etti. İşte bunun içindir ki güzel isimleri peygamberlerin dilinde akıtıp anılmasını sağladı. Seçkin kulları bu isimlerle O’nu zikretmeye koyuldular.

Eğer varlık âleminin efendisi Hz. Muhammed A.S. efendimize o güç getirilemeyecek müşahedesinden kendisinde meydana gelen manalar için isimler koymuş olsaydı onu işiten herkes eriyip yok olurdu. Ne var ki Cenab-ı Hakk kulları hakkında çok lütufkârdır, Allah daha iyisini bilir.

Esma-i Hüsna (Allah’ın güzel isimleri) öncesizdir, ancak bu öncesizlikten maksat onların lafzı değil manalarıdır. Lafızlar ise sonradan bu manalara konulmuştur. Çünkü her lafız arîzidir, arizî olan her şey sonradan olmadır Bilhassa seyyaliyet taşıyan lafızlar ve sesler ârizî olduğuna göre sonradan olmaları çok tabiidir. Allah en iyisini bilir.

İSM-İ CELÂL DE (ALLAH) ÜÇ ESRAR VARDIR

1 – Allah’ın yaratıklarının bir sınırı ve sayısı belli değildir. O’nu yarattığı mahlûkat çok faklıdır. İnsanlara, cinlere, hayvanlara ve başka yaratıklara ayrılmaktadır. Bu yaratıkların çoğunu insanların çoğunluğu bilmez. Bu çokluğa rağmen Allah birdir, mülkünde tektir, O’nunla beraber başka bir müdebbir (İşleri düzenleyen, önlem alıcı) yoktur, O’nun veziri de yoktur.

O yalnızdır, çok yücedir, kendi mülkünde ve mahlûkatında tasarruf eder. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında kalmaz ve hiçbir şey de O’nun kudretinin dışına çıkmaz. Her şeyi kahriyle saltanatı altına almış ve her şeyi kudretiyle kuşatmıştır. Nitekim ayette; Allah onları ardlarından çevirmiştir. (Buruc/20) der.

2 – Cenab-ı Hakk mahlûkatında dilediği gibiğ tasarruf eder, şunu zengin kılar, şunu ise fakir yapar. Şunu Azîz kılar şunu ise zelil ve hakir kılar. Şunu beyaz tenli şunu da siyah tenli kılar. Şunu meneder, şunu da ayırır. Zaman ve mekânlarda bunları dilediği gibi evirip çevirir.

Özetleyecek olursak deriz ki; Doğrusu Allah her an bir şandadır. Kendi isteği ile davranma O’na mahsustur. Mahlûkatında dilediği gibi hükmeder, dilediğini yapar. O her türlü noksanlıktan ve sonradan olma sıfatlardan yücedir ve münezzehtir. O’ndan başka İlâh yoktur.

3 – Allah çok mukaddes ve münezzehtir, keyfiyet (nicelik ve nasıllık) ölçüsüne girmez. Mahlûkatından hiçbir şeye de benzemez. Bununla beraber O’nun kuvvet ve şiddeti, kahır ve saltanatı vardır. O kadar ki eğer kendisini mahlûkatta gizleyen hicaplar olmasaydı bütün mahlûklar toz haline gelip yok olurdu. Hepsi de kayıp toz haline gelirdi. Yani Cenab-ı Hakk ara yerdeki perdeleri kaldırıp mahlûkatına tecelli etmiş olsaydı hepsi de kum, toz haline gelip yok olurdu, eserleri bile kalmazdı. O kadar ki âleme bakan biri; Şu âleme hiçbir mahlûkat gelmemiştir, burada hiç kimse yaşamamıştır derdi.

Ancak ne var ki Cenab-ı Hakk kendi rahmetiyle ve yüce hikmetiyle yaratıklara merhamette bulunmuş ezelde takdir ettiği kazasına göre onları korumuştur. Ve bu kudret ve hikmetine göre o herhangi bir mahlûku yaratmak istediğinde onu yaratmadan önce hisabını yaratmıştır.
İşte bu esrarı ancak basiret sahibi olanlar bilebilir. Sadece İsm-i Celal’i söylemekle mahlûkattan hiç birini müşahedeye ihtiyaç duymaksızın bu esrarı anlayabilir. (Ş. Abdülâziz Debbağ-El İbriz)

***********************************************************************

ALLAH KİMDİR?

Arapların “Allah”, batılıların “God” ve Farsların “Huda” dedikleri varlık. Her toplumun, kendisine has bir tabirle ona işaret ettikleri bu varlık kimdir? Ne gibi nitelik ve özellikleri vardır? Onun bizimle irtibatı nedir? Biz onunla nasıl irtibat kurabiliriz?

Beşerin düşünce tarihine bir göz gezdirdiğimizde (Allah’ın varlığına inanma) temeli geçmişten beri çok yaygın, bilinen bir şey olduğu anlaşılır. Başka bir deyimle; Allah’ın varlığına inanma tarihi, insanın varlık tarihiyle aynıdır. Bu Allah’ın varlığına inanan herkesin, O’nu aynı şekilde tasavvur ve tarif ettikleri anlamına gelmez.

Bu görüş farklılıkları, özellikle İlahi peygamberlerin, öğretilerinden faydalanmadan kendi düşüncelerine dayanarak; Allah’ı tanımak isteyenlerin arasında çoktur. Yüce Allah’ın sıfatlarını İslâm’da geldiği şekliyle açıklamadan önce dünyaca ünlü bilim adamlarının Allah konusundaki görüşlerini inceleyeceğiz. Zira bu yolla, İslâm’ın Tevhid düşüncesinin öbür düşüncelere olan üstünlüğü biraz aydınlanmış olacaktır.

SOKRAT’IN (M.Ö 399-470) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Sokrat kendisiyle yaşayan öbür Yunanlılar gibi birden fazla Allah’ın varlığına inanıyordu. Bundan dolayı felsefe tarihinde ondan aktarılanlardan şunlar anlaşılmaktadır ki; Sokrat’a göre: Saadete varmak için insanın Allah’a, onun hidayet ve yardımına ihtiyacı yoktur. Ona göre insanın kemâli ahlâkî temellere bağlı kalmakla mümkün olsa da, insan yaşamında Allah ve onunla irtibat konusuna yer verilmemiştir.

EFLATUN’UN (348-425) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Eflatun iki varlığa Allah derdi. Biri “Mutlak hayır” diğeri “Yaratan” dır. Eflatun “Mutlak (koşulsuz) hayır’ı” asıl Allah bilip ondan baba diye söz ederdi. “Yaratan’a” ise oğul derdi. Eflatuna göre “Mutlak hayır’ı” tanımak çok zor olup, hatta öbür marifetlerden sonra, gerçekleşen en zor marifettir. Bu iki tanrıyı sadece felsefe tanıyabilir. Filozoflar ruhsal, zihinsel hatta fiziki açıdan özel bir konuma sahip olan şahıslardır.

Elbette bu filozoflar da birçok aşamadan sonra elli yaşında “Mutlak hayır’ı” tanıyabilirler. Halkın genelini oluşturan diğerleri ise sonsuza dek Allah’ı tanıyıp derk etmekten mahrum olacaklardır.

ARİSTO’NUN (322-384) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Aristo’ya göre âlem her zaman var olup, hiç kimse onu var etmemiştir. Bu yüzden Aristo’nun Allah’ı bu cihanın yaratıcısı değildir. Sadece cihanı hareket ettirendir. Kendisi ise hareket etmez. Aristo’nun tanrısının, en açık niteliği (özelliği) “Hareketsiz hareket ettiren”dir. Aristo’nun tanrıbiliminde en önemli noktası şudur: Allah’a tapmak, onu sevmek, ondan yardım beklemek mümkün değildir. Aristo’nun tanrısı kesinlikle, insanın sevgisine karşılık veremez. Onun tanrının iradesi olmayıp hiçbir şey yapamaz. Sadece kendi zatını düşünmekle meşguldür.

ORTAÇAĞ HIRİSTİYANLARININ DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Batıda dinden kaçış nedenleri, bölümünde kilisenin insan-i özelliklere sahip bir tanrı görüntülemeye çalıştığını söylemiştik. Burada başka bir noktayı ekliyoruz.

Orta çağda “Allah, evrendeki diğer sebepler gibi, bir etkendir” düşüncesi yaygın idi. Allah’ı kabul edenler bu dönemde deprem, güneş ve ay tutulması gibi, olayların nedenlerini bulamadıklarından onu Allah’a isnat ederlerdi.

Bu düşünce tarzının sonucu olarak “Allah’ı bilmediklerimizin ardında aramamız gerekir. Doğal olarak bilgimiz ne kadar çoğalır, cahilliğimiz azalırsa, Allah’ın etki alanı da o kadar daralacaktır. Eğer bir gün insan bütün varlıkların doğal nedenlerini tanır ve ortaya çıkarırsa artık Allah için hiçbir şey geriye kalmayacaktır.

Bu düşünceye göre; âlemin bazı varlıkları, Allah’ın varlığının alametidir. Yani nedenleri belirlenmemiş varlıklardır. Allah’ın evrenle böyle bir bağlantısı olduğuna inananlar olduğundan

August Comte itiraz ederek diyor: “Bilim, Allah’ı kendi işinden uzaklaştırarak onu inzivada bıraktı.”

Onun bu sözden kastı şudur: şimdiye kadar halk her şeyin nedenini, Allah olduğunu zannediyorlardı. Yani Allah’ı bir cadıcı gibi bir anda karar alıp mukaddimesiz istediği olayı yaratan, bir güç simgesi biliyorlardı. Örneğin birisi hastalanıp ateşi yükseldiğinde, niçin ateşi yükseldi? sorusuna –Allah ateşi onda yarattı, diye cevap veriyorlardı. Bu sözün anlamı hiçbir doğal sebebin ateşin oluşmasında etken olmadığıdır.

Ama günümüzde bilim, ateşin sebebinin falanca mikrop olduğunu bulunca, artık Allah, bu olayın sebebi olmaktan dışarı çıktı. Bu şekilde gün geçtikçe olayların sebepleri ortaya çıkıyor, böylece de Allah’ın etken sahası daraldıkça daralıyordu. Gerçekte bu şekilde düşünenler için Allah, diğer etkenler gibi, bir etken olup, bu âlemin bireylerinden biridir.

GALİLE’NİN (1564-1642) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Orta çağdan ve bilimin göz alıcı ilerlemesiyle Galile gibi düşünürler, Allah’tan yeni görünüm ve tefsirler ileri sundular.

Galile, evreni bir atomlar topluluğu olarak görmektedir. Evreni atomlar oluşturmuştur. Evrende oluşan her şey atomların değişik hareket ve tepkilerinden (bileşimlerinden) vücuda gelirler. Bu esnada Allah’ın işi sadece atomları yaratmaktır. Atom Allah’ın kudretiyle yaratıldıktan sora artık Allah’a hiçbir ihtiyacı kalmayıp, bağımsız olarak hareket edecektir.

NYOTON’UN (1642-1729) DÜŞÜNCELERİNDE ALLAH

Nyoton’a göre, Allah’ın kâinatla irtibatı saatçinin saatle olan irtibatına benzer. Saat saatçi eliyle yapıldıktan sonra, nasıl ona hiçbir ihtiyacı olmadan bağımsız olarak hareketine devam ediyorsa, kâinatta Allah tarafından yaratıldıktan sonra, bağımsız olarak hareketine devam eder. Nyoton görüşlerine şu noktayı da eklemektedir. Zaten bu görüşüyle Niyoton, Galile ve onun gibilerden ayrılır. Ona göre Allah bazen âlemin işlerine karışır. Gezegenlerin, yıldızların hareketindeki bazı düzensizlikleri düzeltir. Buna ilave olarak Allah, yıldızların birbirleriyle çarpışmasına engel olur.

Bu görüş Allah’ın, sadece sebepleri belli olmayan yerlerde huzurunun olduğunu ve olaya karıştığını savunan, ortaçağ düşüncesinin yaklaşık olarak devamıdır. Oysa daha sonraları yıldızların fiili hareketlerinde ve birbirleriyle çarpışmamaları için Allah’ın direkt olarak olaya karışmasının gereği yoktur. Bu olay tamamen bilimsel kurallarla açıklanabilir. Bu yüzden Allah’ın fiil ve etken alanı iyice kısıtlanmış oldu.

17. ve 18. Asrın bilim adamları Galile’nin Allah konusundaki görüşünü kabullendiler. Ona göre Allah yaratılışın başlangıcında âlemi yaratarak, kendi başına bıraktı. Kâinatın, kalıcılığı için artık Allah’ın varlığına ihtiyacı yoktur. Mühendis tarafından yapıldıktan sonra evin mühendise hiçbir ihtiyacının kalmaması gibi.

İSLÂM’DA ALLAH

İslâm dininin zuhuru ve yayılmasındaki asıl delilin, o zat-ı mukaddese lâyık olduğu şekilde Allah’ı (Allah’ın hakikatini) tanıtması olduğunu biliyoruz. Yüce Allah hiçbir mektep ve inançta Kuran’ı Kerimde nitelendiği gibi, tanıtılmamıştır. Hatta önceki İlahi dinlerde bile bu nitelendirmeler gerçek kemal ve aslına ulaşamadı. Kuran’ı Kerim, beşerin dilinin gücü miktarı, Allah’ı en kâmil şekilde insana tanıtma gayretindedir.
Kuran’ı Kerimin haberine göre Allah;

* Rahmet ve nimeti geniştir. Her şeyi bilendir. (Bakara/115)

* Hesap görenlerin en çabuğudur. (En’am/62)

* Diri ve her şeye hâkimdir. (Tâhâ/111)

* Çok yüce ve uludur. (Lokman/30)

* Azamet ve ikram sahibidir. (Rahman/27)

* Sameddir. (İhlas/2)

* O ilktir (Her varlıktan önce vardır), sondur (Her varlıktan sonra vardır), zahirdir, batındır. (Hadîd/3)

* Allah müteâldir. Yani düşünüp idrak edebileceğimiz her şeyden yücedir. Asla onun hakikatini, cemâl ve celâlini olduğu gibi derk edemeyiz. (En’am/100)

* Gözler O’nu göremez; halbuki O gözleri görür. (En’am/103)

* Allah birdir ve O’ndan başka ilah yoktur. (A. İmran/108)

* O birdir. (vahid ve eheddir) (İhlas/1) (Nahl/1)

* O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. (Şûrâ/11)

* En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin. (A’raf/180)

* O öyle bir Allah’tır ki, kendinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selamet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. (Haşr/23)

* En yüce sıfatlar Allah’a aittir. (Nahl/60)

* Nereye dönersek, Allah oradadır. (Bakara/115)

* O her şeyi bilendir, (Hadîd/3)

* Her şeye kadirdir. (Bakara/284)

* Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız. (Kaf/16)

* De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” “Allah’ındır” de. O, rahmet etmeyi kendi nefsine yazmıştır. Sizi, varlığında asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Ama kendilerini zarara sokanlar inanmazlar. (En’am/12)

* O, kullarının üstünde tam hâkimdir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. (En’an/18),

* Karşı durulmaz güç sahibi (Rad/16) olmakla beraber, tövbeyi kabul eden (Mü’min/3), lütfü en bol olan (A. İmran/8), çok seven (Buruc/14), çok şefkatli (A. İmran/30), Lütuf sahibi (Mü’min/3), Rahmet sahibi (En’am/133), tövbeleri kabul eden (Bakara/37), üstün lütuf sahibidir. (A. İmran/74)

* O duaları duyup kabul edendir. (Mü’min/60)

* Allah’ın rahmet ve kudret eli açıktır, dilediği gibi (rızk) verir. (Maide/64)

* Kuran’ın tanıttığı Allah; Yaratan (Haşr/24), gökleri ve yeri yoktan var edendir. (En’am/14) Bunlardan daha üste O, Her şeyin yaratıcısıdır. (En’am/102)

O halde varlık âleminde var olan, vücuda gelen her şey, Allah’tan olup varlığı ona bağımlı ve muhtaçtır.

* O göklerin yerin Rabbidir, Arşında Rabbidir. (Zuhruf/82)

Göklerde vardır, ama gök değildir; yerde vardır yer olmaksızın, her yerde vardır O.

Nerede olursak Allah bizimledir. Yaptığımız her şeyi bilir. (Hadîd/4)

Kuran’ın Allah’ı Rab (ihtiyar sahibi, her şeyin maliki ve müdebbiridir) Âlemlerin Rabbidir. (Fatiha/2)

Ne yaratma ve saltanatta, (En’am/162) (İsrâ/111) ne Rablik (En’am/164) ve hüküm etmede (en’am/57) nede şefaat (Zümer/44) ve diğer kemâllerde onun eşi ve benzeri yoktur. Allah’ın dışında kemâlden bir şeyler alanda ancak Allah’ın izniyledir. Herkes O’na muhtaçtır, sadece zengin ve övülmeye lâyık olan O’dur. (Fatır/15)

Kuran’ı Kerim gerçekte Allah’ı tanıma ve marifet kitabıdır. Kuran ayetleri bu konuda o kadar derin ve dakiktir ki en büyük bilim adamı ve düşünür bile onun derinliğine ulaşamazlar. Kuran’ı Kerimin Allah’ı en dakik, en güzel ve en yüce şekliyle tarif etmektedir. Bu yüzdendir ki, gerçek arif, hekim düşünür, değerli müfessir İmam Humeyni (r.a) şöyle buyuruyor:

“Eğer Kuran olmasaydı mârifetullah (Allah’ı tanıma) kapısı sonsuza dek kapanmış olurdu. O’nu (Allah’ı), bu kadar olduğu kadarıyla da hiçbir kitapta, hatta İslâm-i İrfân kitaplarında bile, bulamazsınız. Onların tabirleri gibi, Kuran tabirleri bir anlıkta değildir. Kuran’da, daha başka bir şekilde ve değişik bir letafetle mevcuttur.” (Kuran, “Marifetullah babı”, s.32)

DİĞER SEMÂVİ KİTAPLARDA ALLAH

Dediğimiz gibi öbür semâvi kitaplarda Allah’ı tanıma konusunda aynı yöntemi izlemişlerdir. A.J Arberry “İslâm’da akıl ve vahiy” adlı eserinde şöyle diyor:

“Eflatun döneminde Yunan, Allah’ın varlığının deliller yardımıyla kanıtlanması konusundaki sözlerin kaynağı idi. Bu Batı insanlarının, ilk kez kendi yaratıcısını aramaya başlaması idi. “Ahd-i Âtik” (M.Ö) yazarlarının hiçbiri, Allah’ın varlığı konusunda şüphe ve soruyu gerektirecek ve kararsızlığa yol açacak, karışık bir konuyla karşılaşmadılar. Zira Sami ırkından gelen halk Allah’ı vahyin kendisinde buluyordu. “Ahd-i Âtik” hakkında dediğimiz şeyler, biraz farklılıkla “Ahd-i Cedid” (M.S) içinde geçerlidir.”

Usta”yı mütalaa ettiğimizde (Allah’ın varlığının kesin ve aşikâr) bilmek Sami kavmine ve onların dini kitaplarına özgü olmayıp, bunun Arya kitabında da Allah’ın varlığı kanıta ihtiyacı olmayan, açık bir şey olarak hesaplanmıştır.

Hindistan’ın kutsal kitapları arasında yer alan “O Panişadlar” da bazen yaratıcının varlığı ve ilk neden konusundaki sorular göze çarpmaktadır. Ama bu ibaretler çoğunlukla, ilk neden ve yaratılışın kaynağı kimdir? Sıfatları nelerdir? Konusuyla ilgilidir. Onun asıl varlığı konusunda olan şüpheyle alakası yoktur.

NUH, AD VE SEMUT KAVİMLERİNDE ALLAH’A İNANÇ

Bazı Kuran ayetlerinden, sadece İslâm peygamberinin döneminde değil hatta Nuh, Ad, Semut ve onlardan sonra gelen diğer kavimlerinde kendi peygamberleriyle Allah’ın asıl varlığı konusunda değil sadece Tevhid, nübüvvet ve miad üzerinde kendi peygamberleriyle çatıştıkları ve düşmanlık ettikleri anlaşılmaktadır. Putperestler varlık âlemini yaratan unvanıyla Allah’ın varlığını kabullenerek tasdik ediyorlardı. Putlara ise onun özel tecellileri olarak tapıyorlardı. Kendileriyle Allah arasında vasıta, şefaatçi olarak hacet ve ihtiyaçlarını karşılamaları için, putlara taparlardı.

“Sizden öncekilerin, Nuh, Ad ve Semut kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah’tan başkası bilmez. Peygamberleri, kendilerine mucizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerin ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderilenleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz. (İbrahim/9)

Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Halbuki O, sizin günahlarınızdan, bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için, sizi (Hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: Sizde bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz; siz bizi atalarımızın batmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse, bize apaçık bir delil getirin! (İbrahim/10)

Peygamberleri onlara dediler ki: “ (Evet) biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat, Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah’ın izni olmadan, bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Müminler ancak Allah’a dayansınlar.” (İbrahim/11)

“Hem, bize yollarımızı göstermiş olduğu halde, ne diye biz, Allah’a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkülde sebat etsinler” (İbrahim/12)

Allame Tabatabai bu ayetlerin tefsirinde, şu noktaya tekit eder: “Bu putperestlerin Allah’ın varlığında şüpheleri yoktu. Sadece tevhid, risâlet ve miâd konularını inkâr ediyorlardı. Hatta “Fatiri’s-Semevat” ve’l-Erz” cümlesiyle Allah’ın varlığı değil birliği kanıtlanmaya çalışılıyor.

Tebersi “Mecmeu’l-Beyan”, Seyyid Kutub “Fizlâli’l-Kuran” da ve diğer bazı müfessirler bu görüşü kabullenerek putperestlerin Allah’ın varlığını değil birliğini inkâr çabasında olduklarına inanmaktadırlar.

PEYGAMBER DÖNEMİNDEKİ HALK VE ALLAH

Birçok Kuran ayetinden, Kuran’ı Kerimin nazil olduğu dönemlerde halkın, Allah’ın varlığını ve kâinatın bir yaratıcısının vücudunu kabul ettiğini, hatta putperest Arapların bile, bir yaratıcının olduğunu kabullendikleri anlaşılmaktadır.

“Andolsun ki onlara : “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. O halde, nasıl haktan çevrilip döndürülüyorlar? (Ankebut/61)

“Andolsun ki onlara: “Gökten su indirip onunla ölümünün ardından, yer yüzünü canlandıran kimdir?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. (Ankebut/63)

“Andolsun ki onlara, gökleri ve yeri kim yarattı? Diye sorsan; “Onları şüphesiz güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı” derler.” (Zuhruf/9 – Yunus/18) Not; Kaynak; Allah’ı tanımanın önemi

*******************************************************************

GÜNÜMÜZDE ALLAH

İnsanlığın, Allah anlayışı ve inancı, tarih boyunca çeşitli durumlar arz etmiştir. Tarihte ve günümüzde insanlığı, sahip olduğu Allah inancı ve anlayışına göre dört bölümde sınıflandırmak mümkündür:

A – Allah’ın mülkünde yaşayıp O’nun nimetleriyle nimetlenmelerine rağmen, Allah’ın varlığını kabul etmeyenler. Bunların Kur’an ölçüsünde “kâfirler”dir.

B – Allah’ın bu kâinatın yaratıcısı ve rızık veren olduğunu kabullenmekle birlikte, Allah ile beraber, bir takım varlıklara, sistemlere kulluk belirtisi göstererek çeşitli ilahlara tapanlar. Bunlar Kur’an a göre “müşrik” olanlardır.

C – Allah’a ve O’nun bildirdiği gerçeklere inanmadığı halde inanmış görünenler. Kur’an, bunları “münafıklar” olarak tanıtmaktadır.

D – Allah’tan başka hiçbir ilah tanımayıp, O’na tam olarak iman edip teslim olanlar. Kur’an ölçüsünde “mü’min” olanlar da bunlardır. Günümüzde Allah’ın varlığı konusunda tartışmaya girenler pek azdır ve bunlar tarih boyunca azınlık halinde kalmışlardır. Ancak Allah hakkında esas sapma, hayatla ilgili konularda Allah’ın emirlerinin yerine başkalarının emirlerine teslim olmada ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın her devirde gösterdiği karakteristik Şirk çeşidi budur. Bunun için Kur’an-ı Kerim, insanların dikkatini bu konuda daha çok çekmektedir. “İşte Rabbiniz Allah, O’ndan başka hiçbir ilah yok. Her şeyi yaratan O’dur. O’na ibadetle kulluk edin. O her şeye Vekîldir.” (En‟am 102) mealindeki ayet bu konuya açıklık getirmektedir.

İnsanların doğru yola yönelmeleri, ancak ilah olarak Allah’ı tanımalarıyla mümkündür. Onların, Allah’ın emirlerini hayatlarında uygulamaları, ilah olarak yalnız Allah’ı tanımaları, hiçbir ortak koşmaksızın yalnız O’na ibadet etmeleri hiç unutmayacakları hakikatler olmalıdır.

Allah’ın hâkimiyeti sadece insanlara ait değildir. Her şey O’nun hâkimiyeti altındadır. Çünkü O’dur her şeyi yaratan. “Bu gerçeği kabul ediyorum ve buna inanıyorum.” demek bu hakikatin gereğini yerine getirmektir. Bu da Allah’ın emirlerini kabullenmek, sadece O’nun emirlerine teslim olmak ve bağlanmakla olur.

Müslümanlık, zahiren mü’min görünmekten ibaret değildir. Dünyada ve ahirette kesin kurtuluş, hakkıyla iman edip Allah katında geçerli olan amel-i salih ile mümkün olur. İman olmadan yani Allah’a inanılmadan yapılan işler görünürde iyi olsalar bile, ahirette geçerli değildir. Allah’ın emrettiği şekilde iyi işler yapılmadan iman hakiki olgunluğa erişemez.
Allah’ın kesin müjdesi, hakiki bir imanla, salih amel işleyerek dünyalarını değerlendiren gerçek mü’minleredir. Allah’a gerçek anlamda inanmak; Allah’ın zat ve sıfatlarına, indirdiği ve gönderdiği her hükme, O’nun gönderdiği ve istediği şekilde inanmakla mümkün olur. Yaptığımız tüm işlerin O’nun katında geçerli olması da yine O’nun rızası için yapılmasına bağlıdır.

Allah böyle bilinmeden ve O’na bu şekilde inanılmadan hakiki imana ulaşılamaz. Şüphe yok ki, Allah’a iman, O’ndan gelen her hakkı tanıyıp kabul ve tasdik etmekle olur. Bu imana yakışan şuur da, iyi veya kötü her işin karşılığının verileceğini bilmek, ömür boyu Allah’tan gelmiş olan ilahi kaideleri hakkıyla yerine getirmektir. Böyle olanlar her türlü korku ve kederden kurtulacaktır.

Bu kanun, her zaman ve herkes için geçerli olan hak yasadır. Kur’an da: “Her kim Allah’a ve ahiret gününe iman edip imanının gereğine yaraşır iyi işler yaparsa bunlara ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.” (Maide 69)mealindeki ayet bu gerçeği ifade eder.

İnsan dünyada gördüğü herhangi bir üstünlüğe bağlanıp kalmamalıdır, mükemmel gördüğü her şeye kul olmamalıdır. Yaratılmışlarda gördüğü üstünlük onu hemen Allah’ın eşsiz ve sonsuz kemaline götürmeli ve insan böylece Allah’a bağlanmalıdır. İnsan ancak bu durumda “Allah’tan başka ilah yoktur” demiş ve yaptığı işleriyle de sözünü doğrulamış olur. Çünkü gerçek Tevhid, ilahlıkta şirki yok etmektir. İlahlığı sadece Allah’a tahsis edip bu gerçeği ilan etmektir.

Kur’an da belirtilen bu Tevhid anlayışı günümüz insanlarının bir kısmı tarafından kabul edilmemekte veya yanlış anlaşılmaktadır. Allah’ın insanlık için gönderdiği İslam dini insanın hayatının her yönünü düzenleyen bir hayat nizamıdır. Allah bu nizamı insanlar hayatlarının her bölümümde uygulasınlar diye göndermiştir.

Kim Allah’ın ve peygamberinin bildirdiği esaslara uymayan bir iş yapar veya bir görüşü benimserse Allah’ın nizamına uymadığı için yanlış ve batıl içindedir. Kur’an bu gerçeği çok açık bir şekilde şöyle belirtir:

“Ey insanlar! Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” (A‟raf/ 3)

İslam’a ters düşen her şeyin haram olduğunu kabul ederek yaşayan insanlar, Allah’ı ilahlıkta tek kabul etmiş, “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” gerçeğine uymuş olurlar. Her konuda gerçeği, Allah’ın bildirdiği ilahi ölçü ile görmek ve Allah’ın nizamını öylece kabullenmek Kur’an a uygun bir Allah anlayışı olur. Bunun aksi bir iman ve anlayış İslam’a uygun değildir.

Nitekim Mekkeli müşrikler de Allah’ı ve O’nun yaratıcı olduğunu kabul ediyorlardı. Ama O’nun ilahlıkta birliğini ve tekliğini tanımıyorlardı. “İlahları hep bir ilah mı yapmış? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir”(Sâd 5) diyorlardı.

            Allah, Kur’an da kendisinin hakkı olan ilahlığı kimseye vermediğini, O’na eş ve ortak tanıyanların davalarının batıl olduğunu açıkça belirtmiştir. O halde Allah’ın birliğini tanımak, O’ndan şirk ve benzerlerini uzaklaştırmak ve O’nun dışındakilerin tamamını ilah tanımamak demektir.

Günümüzde bazı insanlar Allah sevgisi konusunda da birtakım yanlışlıklar içindedirler. Gönülde O’ndan daha sevimli hiçbir varlık olmamalıdır. Canlı-cansız, maddi-manevi Allah’tan başka herhangi bir varlığın O’nun sevgisine ortak edilmesi, herhangi bir sistem veya dünya görüşünün O’nun nizamından üstün tutulması; “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.” gerçeğine aykırıdır.

“İnsanlardan bazıları, Allah’tan başka eşler kabul eder, Allah’ı sever gibi onları severler. Mü’minler ise en çok Allah’ı severler. Zulmedenler azabı gördükleri zaman bütün güç ve kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke şimdi bilselerdi.” (Bakara 165)

Davranışlarımızın ardındaki yaptırıcı güç Allah’a iman ve O’nun yüce emirleri değil de, başka varlıkların sevgisi ve tesiri ise amellerimiz Allah katında geçerli olamaz. Çünkü bu ameller Allah için yapılmamıştır.

Sevginin doğal sonucu itaattir, yani sevilen varlığın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Allah dışındaki varlıkları sevip onlara İslam’a aykırı konularda itaat etmek, onları mabut, ilah edinmek demektir. Ayetteki “ Allah’tan başka denkler” cümlesinden maksat Allah’a isyan konusunda itaat edilen efendiler, büyükler, reisler vb. kimselerdir. Gönülde Allah gibi sevilen varlıklar isterse peygamberler veya Allah’ın veli kulları olsun durum değişmez. Çünkü Allah için sevmekle, Allah gibi sevmek aynı değildir. Allah’ı sevenler peygamberleri ve müminleri severler. Ancak Allah’ı sever gibi değil, Allah emrettiği için severler. Gönle doğan her duyguya, akla gelen her düşünceye itaat etmek, sevilen bir şeyi veya kimseyi mabut kabul etmek, onları ilahlık makamına yükseltmektir. Bu durum ise Allah’ın hakkına bir zulümdür.(Bak. Allah, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız) ( Dr. Ramazan SÖNMEZ – el-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ)
 

**********************************************************

FITRAT VE ALLAH

Kuran’ı Kerim ayetlerinden, Allah’ın varlığını kabul etmenin, ona yönelmenin ve ona tapmaya eğilimin fıtrî olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yani insanın yaratılışının temeline bırakılmıştır. Dediğimiz konunun gerçekliğini beyan eden, Kuran ayetlerini zikretmeden önce birkaç noktayı hatırlatmakta yarar vardır.

Fıtrat “fetr” kökünden olup bir şeyi uzununa bölmeye denir. Daha sonra her türlü bölmeye itlak olmuştur. Yaratılış, yokluk zulmetini parçalamak menzilesine olduğundan, bu kavramın, en önemli anlamlarından biri yaratmak, var etmektir. Bu sözcükten buluş (ibda-ihtira) manası da anlaşılır
.

Fıtrat “fi’let” veznindendir. Fi’let vezniyse türe delâlet eder. Öyleyse fıtrat lügat ta yaratılışın özel bir şeklidir. İnsan fıtratı, insanın özel bir yaratılışa sahip olduğu anlamınadır.

Görülen şu ki bu kelimeyi (fıtrat) ilk kez Kuran’ı Kerim, insan hakkında kullanmıştır. Daha önce böyle bir anlamda kullanılmamıştır.

KURAN’DA FITRAT

Kuran’ı Kerimde “fe-te-re” kökünden alınan kelimeler değişik anlamlarda kullanılmıştır. “Enam/79” “isra/51” “Taha/72” “Hud/51” “Enam/14” “Şura/11” “Mülk/3” Gibi yerlerde “yaratmak” ve “var etmek” anlamına gelir. “Futur” “Mülk/3” ayetinde (yarık), “Münfetir” ise (yarılmış) anlamında kullanılmıştır.

          “Fıtrat” kelimesi ise Kuran’ı Kerimde sadece bir yerde kullanılmıştır. Orada da “Allah” kelimesine izafi olmuştur. “Fıtratullah” İnsan hakkında ise “Fetere’n-Nase Aleyha” (Rum/30) gelmiştir.

İşte bu ayet-i şerife de ki ıstılah Müslümanların tanınmış, meşhur kültüründe “Fıtrat” teriminin ortaya çıkmasına neden oldu. Düşünürlerin, filozofların, ariflerin tanrıbiliminde (Allah’ı tanıma konusunda) ve insanbilimde (insanı tanıma konusunda) ilham kaynağı oldu.

İNSANIN İLAHİ SIFATLARI

İnsanın kemâle hidayetini, son saadetini temin etme davasını güden bir mektep insan hakkında neler düşündüğünü, onun özel tanımını hakkındaki düşüncelerini oraya koymalıdır.

İslâm’ın İlahi mektebinde de insan hakkında hem Kuran ayetlerinde, hem de Masumların rivayetlerinde birçok değişik konular gelmiştir. Bütün açılardan onları incelemek büyük ve değerli kitaplar oluşturur.

İslâm’ın insan konusundaki düşüncelerini, en iyi yansıtan kelime “Fıtrat”tır. Öyleyse İslâm’ın insan hakkındaki tarifine “Fıtrat Kuramı” adını verebiliriz.

FITRAT KURAMININ KISACA AÇIKLAMASI

Bu kurama (nazariyeye) göre:

1 – İnsan ilk fıtrat ve ilk yaratılış bakımından özel bir şekle sahiptir. Dışarıdan tahmin edilemeyen kendi iç dünyasından (fıtratından) ortaya çıkan özel tanıma ve yönelişlere sahiptir. Başka bir deyimle, insan her yazıyı eşit oranda kabul edebilecek yazılmamış bir levha ya tahta değildir. Onun batınında özel meyil ve marifetler bırakılmıştır.

2 – İnsanın, bâtıninde olan yönelişlerin (meyillerin) bazıları onun hayvani mertebesine, bazıları ise, insani mertebesine merbuttur. İnsanın, İlahi fıtratı sadece insanın, insanlığıyla ilgili olan yönelişleriyle ilgilidir. Cinsi istek gibi hayvanla insan arasında ortak olan meyillere ait değildir.

3 – Bu meyil ve düşünce tarzı insanı hayvandan ayırır. Eğer, birisi tamamen bu özellikleri kaybederse, görünüşte insanda olsa, gerçekte hayvandır.

4 – Bu bilinç veya meyiller (eğilimler)insan türüne hastır. Bu türün, bütün fertleri arasında eşittir. Belli bir zaman ve makamdaki halka mahsus değildir. Özel bir topluma, halka ve ırka ait değildir. Bütün insanlar her zaman ve mekânda, her türlü koşul altında, ona sahiptirler.

5 – Bu bilinç ve meyillerin kuvvet ve istidat yönü vardır. Yani, onları zeminesi insan varlığının temel ve esaslarındandır. Ama onun gelişmesi, canlanması, ortaya çıkması, insanın zahmet ve çabasına bağlıdır.

6 – Eğer insan bu fıtrî gerçekleri kendisinde geliştirir, canlandırırsa bütün yaratıklardan hatta meleklerden üstün olur. Kemâlin en yüce mertebesine yükselir. Ama onların ateşini kendisinde söndürürse, kendisindeki insana ait İlahi fıtratı yerine hayvani isteklerini güçlendirirse bütün hayvanlardan daha aşağı olarak cehennemin en kötü ve korkunç mertebesine düşecektir.

7- Önceden de değindiğimiz gibi insanın fıtratıyla ilgili güçlerin bazıları, tanıma ve bilinç (idrak) kavramları olup bazılarıysa meyil ve istek kavramlarıdır.

Mantıkta “ilk bedihi şeyler” diye söz edilen şeyler, fıtrî tanımaların bir kısmıdır. Hakikati arama, erdeme ulaşma isteği, güzelliği isteme, insanın fıtrî eğilimlerinin bazılarıdır.

ALLAH’I TANIMA VE ONA YÖNELİŞİN FITRÎ OLMASI

Kuran’ı Kerimin ayetlerinden anlaşılan, hem Allah’ı tanımanın hem de ona yönelişin fıtrî olduğudur. ‘Allah herkes için aşikardır’ bahsinde Kuran’a göre, Allah’ın varlığını kabullenmenin herkeste var olduğu, Allah’ın varlığının, meçhul bir konu olmadığından kanıta da ihtiyaç ve gerek duymadığını demiştik. O bölümde dediklerimizden, Allah’ı tanımanın fıtrî olduğu da anlaşılmış olur.

Fıtrat ayeti” olarak meşhur olan Rum suresi 30. Ayet özellikle, bu konuya delâlet etmektedir.

“(Resulüm) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat, insanların çoğu bilmezler” (Rum/30)

Bu ayet tam bir açıklıkla “Dinin” fıtrî olduğunu bildirmektedir. Müfessirlerin ayetteki “Din” den kastın ne olduğu hakkında iki ayrı görüşleri vardır.

A – Dinden kasıt İslâm’ın ahkâm ve maarif topluluğu özelliklede İslâm’ın temel ahkâm ve maarifidir. Bu görüşe göre dinde var olan genel şeyler -ki, onların en önemlisi Allah’ı tanıma ve ona tapmaktır- insanın fıtratında (yaratılışında) bırakılmıştır.

B – Fıtratla muvafık olan dinden kasıt Allah’ın karşısında tamamen teslim olmak ve İslâm dinin kabullenme durumudur. Zira dinin canı ve özeği Allah karşısında eğilmek, tam bir şekilde onun emirlerine uymaktır.

“Allah nezdinde hak din İslâm’dır.” (A. İmran/19)

Bu görüşe göre dinin fıtrî olmasının anlamı şudur: İnsanın yaratılışında, Allah’a tapmaya meyletme bırakılmıştır. Allah’a tapmanın fıtrî olması halinde, Allah’ı tanımanın da fıtrî olacağı bellidir. Zira insanın fıtrî olarak, bir varlığa tapmaya yönelip de onu tanımaması nasıl mümkün olabilir.

BURHAN-I NAZM (Düzen Delili)

Allah’ın varlığının aşikâr bir şey olduğunu, her insanın fıtratında, O’nun varlığına inanma duygusunun bırakılmış olduğunu demiştik. Yani insan fıtrî olarak, samimi kalpten Allah’ın varlığına inanır. Elbette bu Allah’ın varlığını kanıtlamak için başka delillerin olmadığı anlamına gelmez. Tarih boyunca Allah’a tapan insanlar tarafından, O’nun, varlığını kanıtlamak için, birçok deliller ileri sürülmüştür. Yüce Allah’ın varlığını ispat eden en sade ve açık delillerden birisi düzen delilidir. Bu delil iki mukaddimeden oluşmuştur.

A) – Evren münezzem topluluklardan oluşmuştur.

B) – Her düzenli topluluğun mutlaka bir düzenleyeni vardır.

Sonuç: Evrende var olan münezzem ve uyumlu toplulukların, bir düzenleyeni vardır.
Bu delilin muhteva ve aslını anlamak çok basittir. Hatta okuma, yazma bilmeyen birçok insan bile onu bilir. Bu evrendeki fevkalâde düzenin eserlerini görerek, düzeni var eden (yaratan) bir Allah’ın varlığını anlarlar. Ama düzen burhanını ilmi açıdan açıklamak için, ilk önce düzeni tarif ettikten sonra önceki iki mukaddimeyi açıklamamız gerekir.

DÜZENİN TARİFİ

Düzeni şöyle tarif edebiliriz: “Birbirinden farklı cüzlerin (parçaların) özel bir nicelik ve nitelikle, bir araya gelerek birbirleri arasındaki uyumdan belli bir hedefi temin etmesine düzen denir.” Örneğin saat düzenli bir şeydir. Zira onda, her biri özel nicelik ve niteliklere sahip olan, parçacıklar birbirinin kenarında yer almıştır. Ayrıca bu parçalar özel bir maden türünden olmalıdır. Bunların arasındaki düzenli ve uyumlu çalışma, saat akreplerini, zamanı doğru gösterecek şekilde harekete geçirmelidir.

DÜZENDE KAVRAMINDA BİRKAÇ ÖNEMLİ NOKTA

1- Düzeni var edenin (düzenleyicinin) hikmet ve kudreti var ettiği düzenle orantılıdır. Öyleyse söz konusu düzen ne kadar dakik ve hesaplı olursa bu, onu var edenin daha fazla hikmet ve kudretinin olduğunu kanıtlar.

2 – Düzen burhanında kâinatta baştan-başa bir düzen ve dengenin olduğunu ispatlamaya gerek yoktur. Yani kâinatın her yerinin, belirli bir düzene sahip olduğunu kanıtlamak gerekmez. Sadece “kâinatta akıl almaz dakik düzenlerin var olduğunu kabullenmemiz yeterlidir.

Başka bir deyimle; bizim bildiğimiz düzenlerden, hâkim ve güçlü bir düzenleyicinin varlığını anlarız. Kâinatın bilmediğimiz kısımlarında, düzen olsun veya olmasın bizim kanıtımızı etkilemez. Kâinatta bilip kabul ettiğimiz, düzenlerin bir düzenleyiciye kesinlikle ihtiyacı vardır. İster cihanda sadece bu düzenler var olsun, isterse bunların dışında başka düzenlerde olmuş olsun bizim kanıtlamaya çalıştığımız şeye etkisi yoktur.

3 – Düzen burhanı, “Kainat, aklı olmayan, şuursuz tabiatın sonucudur. Atomların birbirine karşı şuursuz hareketinden doğan etki ve tepki sonucu var olmuştur” düşüncesini savunanların sözlerini reddeder.

4-Tecrübe yoluyla kazanılan bilimler ilerledikçe, tabiattaki yeni düzenleri ortaya çıkarmaktadır. Buda düzen delilini daha kalıcı ve sağlam kılmaktadır. Zira tabiatın sırlarını çözen her yeni buluş, Allah’ın varlığını kanıtlamak için, yeni ayet ve deliller bilginlerin hizmetine sunmaktadır. (ihtiyarında bırakmaktadır)

Ünlü astrolog Hearşel şöyle der: “Bilim ilerledikçe ezeli ve ebedi olan Allah’ın varlığını ispatlamak için, daha güçlü ve diş kıran deliler ele gelmektedir.” (Mearif-i İslâm, s.41)

Kuran’ı Kerim Allah’ın varlığını çok açık (aşikâr) bir şey bildiği bildiğinden Yüce Allah’ın asıl varlığını kanıtlamak için açıkça delil ileri sürmez. Ama Allah’ın, varlık âleminin yaratılması, düzenlenmesi ve tedbiri konusunda hiçbir şerikinin olmadığını, bütün âlemlerin Rabbinin sadece O olduğunu kanıtlamak için, kâinattaki varlıkların hayret verici düzen ve uyumunu hatırlatarak halkı bu konuda iyice düşünmeye davet etmektedir. Kâinatta var olan her şeyi onun varlığının kanıtlamak için bir ayet ve nişane sayar. Bu ayetlerden bazılarına göz atalım.

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (A. İmran/190)

“Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır.” (Casiye/4)

Şüphesiz yerin ve göklerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suya, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır. (Bakara164)

“Kesin olarak inananlar için, yeryüzünde ayetler vardır. Kendi nefislerinde de öyle. Görmüyor musunuz? (Zariyat/20-21)

HİKMET VE ADALET ALLAH

Allah hekimdir ve onun bütün sıfatları hekimânedir. Hikmetin iki anlam taşıdığını ve her ikisinin de Allah’ın subuti sıfatlarından olduğuna dikkat etmek gerekir.

1 – Failin fiilinin, devamı ve kalıcılığı, fiilin kemâlin ve erdemin doruk noktasında olup onda hiçbir eksikliğin yolu olmaması.

2 – Failin hiçbir çirkin ve beğenilmeyen iş yapmayarak, bütün lâyık ve güzeli işleri yapma durumudur.

Birinci tarife göre “Hikmet”

Yüce Allah bütün kemâllere sahip olup, ilim ve kudreti sonsuz olduğundan her şeyi bilir, her şeye gücü yeter hâkimdir. Hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Bu yüzden onun fiilinin en kâmil, en muhkem ve en kalıcı fiil, kendisi, ise “Yaratanların en üstünü” (Saffat/125) olacağı kesindir.

İkinci tarife göre “Hikmet”

İkinci anlamda Yüce Allah’ı hikmetle vasıflandırmak, (Akıl birçok yerde kötü işi iyi işten ayırt edebilir) hakikatini kabul etmeğe bağlıdır.

Örneğin, doğru sözlü olma, emaneti koruma, muhtaca yardım etme, akla göre beğenilen ve güzel şeylerdir. Bunun karşısında, yalancılık, emanete ihanet etmek, muhtaç ve güçsüzlere zulüm etmek ise, çirkin ve kötüdür. Bu temele “Aklın anlayabileceği bir şey; iyi ve kötünün akli oluşu” denir.

Bu gerçeği kabul ettikten sonra diyoruz ki: Yüce Allah koşulsuz olarak, ihtiyaçsızdır. Hiç kimseye muhtaç değildir. mutlak olarak her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter. Güzel işleri bilir, onları yapmaya kadirdir. Aynı şekilde kötü işleri tanır ve onları terk etmeye de gücü yeter. Böyle bir varlık, kesinlikle çirkin ve kötü işler yapmayarak güzel işleri de kesinlikle terk etmez.

ADALET VE ALLAH

Allah adildir, asla zulüm etmez. Öyleyse adalet Allah’ın subuti ve zulüm ise, selbi sıfatlarındandır.

Adaletten kasıt Ali (a.s)’ın buyurduğu gibi “Her şeyi kendisine, münâsip olan makamına bırakmaktır.”

Bazen, “Hak sahibi herkese hakkını vermeğe” de adalet demişlerdir.

Bu ikincisi öncekinden daha dar anlama sahip olup, onun bireylerinden biridir. Yani (hakkı sahibine vermek) (bir şeyi kendine lâyık olan yerde) karar verme” yerlerinden biridir.

Aklın hükmüyle adalet beğenilen güzel bir iş olup zulümse çirkin ve kötüdür. Öte taraftan yüce Allah hekim olduğundan, bütün güzeli işleri yapar. Ondan kesinlikle hiçbir çirkin iş sadır olmaz. Öyleyse O adil olup zalim değildir.

Yukarıdaki açıklamadan, İlah adaletin Allah’ın hikmetinin bir özelliği olduğu anlaşılır.

-Kuran’dan şahitler-

Kuran’ı Kerimin birçok ayetinde (hekim) ismi Allah’a isnat olunmuştur.

“Şunu iyi bilin ki Allah azizdir, hâkimdir.” (Bakara/209/228…)

“O (Allah) ki; yarattığı her şeyi güzel yapmıştır.” (Secde/7)

“Rahman olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü bir çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk/3)

Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilemeyeceğimizi mi sandınız?” (Mü’minûn/115)

“Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaramadık.” (Sâd/27)

            “Biz onlara zulmetmedik, fakat, onlar kendilerine haksızlık ediyorlardı.” (Nahl/118)…

“Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.” (A. İmran/182)…

“Allah hiçbir kimseye Zulüm (haksızlık) etmek istemez.” (A. İmran/108)

TEVHİD

Tevhid ıstılahta, Allah’ı ve varlığın kaynağını bir bilmek anlamındadır. İslâm’da Tevhid dini yani; bir, eşsiz ve tek olan Allah’a inanmak ondan başka tapılmaya lâyık birinin (mabudun) olmadığını kabullenmektir. Eğer İslâm dinini bir cümlede özetlemek istersek, o cümle mukaddes “La İlahe illallah” olacaktır. Bu cümle Kuran’ın ve İslâm-i öğretilerin özetidir. Bu yüzden Kuran’ı Kerim 60 kereden fazla değişik ibaretlerle, bu yüce ve semâvi şiârı tekrarlamıştır.

“Çünkü onlara: Allah’tan başka tanrı yoktur, denildiği zaman kibirle direnirlerdi. (Saffat/35)

“İlahınız bir tek olan Allah’tır.” (Bakara/163)

“Senden başka hiçbir tanrı yoktur.” (Enbiya/87)

“Benden başka tanrı yoktur” (Nahl/2)

“Allah’tan başka ilah yoktur.” (A. İmran/62)

Saf saf dizilmişlere, toplayıp sürenlere, zikir okuyanlara yemin ederim ki, ilahınız birdir.” (Saffat/1-2-3-4)

“De ki: O, Allah birdir.” (İhlas/1)

“Allah, adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu ikrar etmişlerdir. Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilah yoktur.” (A. İmran/18)

“Senden başka hiçbir resulü göndermedik ki ona: “Benden başka ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya/25)

TEVHİDİN DERECELERİ

Tevhidin birçok derecesi vardır. Tevhidin karşısında olan şirkinde aynı şekilde dereceleri vardır. Bu dereceler şunlardan ibarettir:

ZATTA TEVHİD

Zatta tevhid yani; varlık âleminin kaynağının yalnızca bir varlık olduğuna inanmaktır. Yani bütün varlıkları vasıtayla, veya vasıtasız onun yarattığına, onu ise başka bir varlığın yaratmadığına inanmaktır.

Başka bir deyimle, zatta tevhid yani; bütün varlıkların sadece bir yaratanı olduğuna, varlık âlemini, bütün azamet ve büyüklüğüyle, çokluk ve çeşitliğiyle bir kaynağı (mebde ve menşei) olduğuna inanmaktır.

“De ki: Allah her şeyi yaratandır.” (Ra’d/16)

Elbette bu sözün anlamı, O yegâne varlık kaynağının vasıtasız direkt olarak her varlığı yarattığı anlamına gelmez. Bir varlık bir veya birkaç vasıtayla Allah’ın yaratığı olabilir. Örneğin Allah “A” varlığını yaratıp daha sonra Allah’ın yarattığı ve O’na bağımlı olan “A” da “B” yi, oda “C” yi yaratabilir. Bu örnekte de “A” vasıtasız olarak, “B” bir vasıtayla, “C “ ise iki vasıtayla Allah’ın yaratıklarıdır. Böyle bir faraziyeyi kabul etmek “Zatta tevhid” ile çelişmez.

SIFATTA TEVHİD

Sıfatta Tevhid yani; Allah’ın zati sıfatlarının –ilim, kudret, hayat gibi- zatının özü (kendisi) olduğuna inanmaktır. Allah’ın zati sıfatları kavram açısından çeşitli ve farklıdır. Ama mistak açısından hepsi bir ve Allah’ın zatının kendisi olup bir şeyden fazla değillerdir.

Gerçekte tevhidi sıfat iki konuya inanmaktır.

1-İlim ve kudret gibi sıfatlar Allah’ın zatına zait (dışında-izafi) değillerdir.

2-Bu sıfatlar Allah’ın zatında terkip ve çokluk oluşturmazlar. Sıfatın zatla bir olması üsteki iki konuyu ifade eder. Allah’ın zatı terkipsiz olup, kesinlikle terkibin yeri yoktur. Onun için cüzler düşünülemez.

FİİLDE TEVHİD

Fiilde Tevhid yani; âlemdeki varlıkların zatları bağımsız olmayıp, Allah’ın yaratığı ve O’na bağımlı olmakla beraber, onların fiilleri (eylemleri) de Allah’ın gücü ve kuvvetiyledir. Yani fiilde de, zatlarında oldukları gibi bağımsız değillerdir.

Başka bir deyimle, zatta Tevhid yani; Allah’ın zatta ortağı yoktur. fiilde tevhid yani; Allah etkenlikte (failiyyet) ve tesirde birdir.

Elbette bu, Allah’ın yaratıklarının hiçbirinin, kendi fiil ve etkilerinin olmadığı anlamına gelmez. Zira anlamı şudur “Yaratıkların fiil ve eserleri Allah’ın havl ve kuvvetinin yardımıyla, onlardan sadır olur. Dini şiar olan “La havle vela Kuvvete illa billah” dakik olarak, fiilde tevhidi beyan etmektedir.

FİİLDE TEVHİDİN İNSANIN HAYAT VE DAVRANIŞLARINDA Kİ ETKİLERİ

Fiilde tevhid; âlemin müstakil tek sahibinin ve yaratıcısının Allah olduğuna, diğerlerinin bütün sahip oldukları ve yaptıklarının ise Allah’ın yardımıyla olduğuna inanmakla sonuçlanır.

Önce; insan hiçbir şeyi ve hiç kimseyi yüce Allah’la birlikte tapmaya lâyık görmemeli, O’ndan başkasına boyun eğmemelidir.

“Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına, ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf/40)

Daha sonra; insanın bütün dayanağı ve güveni Allah’a olmalıdır. Bütün işlerinde, O’na tevekkül etmelidir. Sadece ondan yardım dilemeli, ondan başkasından korkmamalıdır. O’ndan başkasına ümit bağlamamalıdır. Hatta bütün doğal şartlar ve sebepler onun aleyhine olsa dahi, ümitsizliğe kapılmamalıdır. Zira eğer Allah isterse, bir anda durumlar değişir, işler yoluna girer.

“Kim Allah’tan çekinirse, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” (Tâlâk/2-3)

Not; Kaynak; Allah’ı tanımanın önemi


ESMA DERSLERİ 1 –“ALLAH” I TANIMAK – II

$
0
0

ARAŞTIRMALAR 2

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

ALLAH’I TANIMAK NEDİR?

Allah’ı onun yüce isim ve niteliklerini tanıma, onun ilimsel, bireysel ve toplumsal etkisinin ötesinde insanın saadeti için çok değerli ve etkili bir şeydir. İnsanın tekâmülü Yüce Allah’ı doğru bir şekilde tanımasına bağlıdır. Allah’ı lâyık olduğu şekliyle tanımayan, güzel işler yapmaya özen gösterse de asla insan-i kemâlin son derecesine ulaşamayacaktır.

Allah’ı doğru bir şekilde tanımak nefsani kemâlin en yüce derecesi olup insani hakikate ve Allah’ın tarafına doğru yüceltir. “O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i salih ulaştırır.” (Fatır/10)

İnsanın Allah’ı tanıması huzuri tanıma ve husuli tanıma olmak üzere iki çeşittir.

İnsanın Allah’a yönelik huzuri tanıması da iki genel şekle ayrılmaktadır. Birincisi, fıtri anlayış veya fıtri olarak Allah’ı tanımadan ibarettir. Bu başlık altında daha önce incelemede bulunmuş ayeti ve fıtrat ayetinin belirtilen fıtri olarak Allah’ın tanımaya ve zayıf ve yarı bilinçli huzuri derke işaret ettiğini söylemiştir.

Huzuri tanıma ilmi; fıtri şekliyle kazanılacak/elde edilecek türden değildir ve insanın ihtiyar ve iradesi kapsamının dışındadır. Dolayısıyla doğal olarak ahlak ilmi sahasında yer almamaktadır. Fıtri anlayış insanların çoğunda salt yer ve potansiyelden ibarettir; ona sahip olan kimse, kendi çabasıyla onu yeniden eyleme ve belirsizlik halinden bilinçli huzuri anlayış merhalesine ulaştırabilir.

İkinci tür huzuri ilim ise insanın kendi aktivitesiyle ona nail olduğu ve tekâmül merhalelerini kat ettikten sonra bu açık ve bilinçli huzuri ilmin feyzin kaynağı tarafından kendisine verilme liyakatine erdiği ilimdir.

Bu huzuri ilim de aşamalıdır ve bir takım merhalelere sahiptir. Onun en son merhalesi, yaratılışın nihai hedefi ve insani kemalin en yüce gayesidir. Gerçekte insanın yaratılış nedeni de bu noktaya ulaşmaktadır. Bundan dolayı, ahlaki faaliyetler de kendi alanında bu hedefe kilitlenmeli ve insani kemalin bu noktasına ulaşma yolunda yer almalıdır.

Kur’an ayetleri ve hadisler de görme, şuhud ve bakma gibi muhtelif tabirlerle bu hakikate işaret etmekte ve Allah dostlarının diğer âlemde ona nail olacaklarına delalet etmektedir. Gerçekte ona nail olmakla onlar, ebedi saadeti elde etmişlerdir. Nitekim ayette şöyle buyruluyor:

O gün bir takım yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır.” (Kıyamet/22-23)

ALLAH’I TANIMA VE İMAN İLİŞKİSİ

Bütün ahlaki değerlerin kökü, Allah’a imandır. İslam açısından bir iş iman dürtüsüyle gerçekleşmeyene dek değerli sayılmayacaktır. İman ise bilgi ve tanımaya dayalıdır. Öyle ki bilginin eksiklik ve çokluğu doğal bir şekilde imanın eksiklik ve çokluğunda etkili olmaktadır. Her ne kadar da insanın bilgisi nitelikli ve derin olursa, imanı da o oranda nitelikli ve derin olur.

Bu iki öncülün tabii neticesi, imanın konusuna yönelik bilgi ve tanıma, ahlaki değerlerin kök ve usulleri zümresinden sayılmasıdır. İmanın az ve çok dozaja sahip mertebeli bir hakikat olması, niteliği ve gücü fazla olması oranında insanı daha fazla bir hareket ve çabaya, daha disiplinli davranışsal bir düzene sevk etmesi ve neticede insanın ebedi kurtuluş, felah ve saadetiyle ilgili olarak yüce değerler yaratması gibi bilgi ve tanıma da bu ölçüde azlık ve çokluğu olan bir dozaja sahiptir.

Güçlü olduğu oranda imanı etkileme yoluyla, daha yüce bir değer yaratır ve insanın ebedi saadetine ulaşmasında ve de hayatındaki en temel değer ve kemale varmasında derin bir etki oluşturur. Özetle daha yüce bir saadete ermek için insanın imanını daha bir güçlendirmesi gereklidir ve imanın daha çok takviye edilmesi için de edebildiğince kendi bilgi ve tanımasını artırmalıdır. Elbette bu, diğer şartların yanındaki gerekli bir şarttan ibarettir.

Allah’ı tanıma konusu, bizim ahlaki, insani ve manevi gelişimimizde etkili olan bir ilimdir. Ama onu fazla kullanma ve önemsemenin kendisinin canlı etkili ve aktif olmasındaki tesiri, tıpkı sayısal bilimler ve matematik gibidir. Eğer biz Allah’ı tanımakla ilgili felsefi, kelami önermeleri ve onun kanıtlarını bir defa okur, görür ve hatta iyi anlarsak ve gerçekte kesin deliller yoluyla Allah’ın varlığı bize açıkça ispatlanırsa, ama onu zihinde arşivledikten sonra pratikte ondan gaflet edersek gerçekte, ilahi konuları halletmişizdir. Lakin bu bilgi canlı değildir, hayat ve tekâmülümüzde göz alıcı bir etki oluşturmaktan yoksundur.

Eğer günlük ve tekrar ederek ona yönelir ve uygun fırsatlarda ona müracaat edip o bilgileri kendi bilinçli zihnimizde hazır hale getirmeye çalışırsak, doğal olarak bu durumda Allah’ı tanıma bizde canlı ve aktif olacaktır. Pratik hayatımız, davranışsal düzenimiz, manevi ve ahlaki tekâmülümüz ve insani yücelişimizde rol ifa edecektir. Günlük iş ve çabalarımıza cihet verecektir. Bu Kur’an’ın üzerinde ısrar ettiği Allah’ı tanımadır:

“Müminler saadete ermişlerdir. Onlar namazda huşu içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar zekâtlarını verirler. Ve onlar ırzlarını korurlar.” (Mü’minun/1-2-3-4-5)

Kur’an’da oldukça göze çarpan bu gibi ayetler gerçekte Allah’ı tanımanın canlı ve aktif bir halde olmasından kaynaklanan imanın canlı olması ve pratik etkisi üzerinde ısrarla durmaktadır. Bundan dolayı, bilgi ve tanıma iki açı ve kanaldan insanın tekâmülünde etki bırakabilir:

Birincisi, nitelik cihetindendir; yani insanın bilgisi ne kadar daha kesin, sağlam, aydın olur ve kuşku sarsılma, şüphe ve müphemlikten yoksun olursa ve deyim yerindeyse yakin mertebesine ulaşır ve yakîn mertebesi artarsa, bu oranda daha güçlü bir imana, yüce bir inanca ve daha geniş ve derin pratik bir bağlılığa sahip olacaktır.

İkincisi ise şundan ibarettir. İnsan elde ettiği bilgiye yönelik edebildiğince önem vermeli, defalarca ona müracaat etmeli ve kendi pratik ve günlük hayatında onun etkili olmasına çalışmalıdır. Böyle olduğu takdirde tabii bir şekilde böyle bir bilgi unutulmaya yüz tutmayacak ve içimizde canlı, aktif ve etkili bir imanı muhafaza edecektir. Bundan dolayı, bilginin mertebeleri ve ona yönelmenin tekrar edilmesinin imanın gelişimi, sağlamlaşması, kalıcılığı, ömrü ve görkemi hususlarında birçok etkisi olacaktır.

İşte tam burada Kur’an’ın neden özellikle ilim ve marifetin faziletine vurguda bulunduğunu anlıyoruz. Zira ilmin fazileti hakkında gelen ayetlerle ilgili olarak açıkça denebilir ki onun en kâmil ve açık reel örneği Allah’ın zatına, fiillerine ve sıfatlarına yönelik olanıdır. Bu bilgi, kesinlikle mutlak ayetlerdeki ilmin reel örneklerindendir. Ayrıca sadece bu çeşit ilmin kastedildiği ayetlerde mevcuttur. Onun fazilet ölçüsü ve üstünlük kriterlerinin de imana ve o kanaldan insanın davranışlarına, hareket biçimine dünyevi ve ebedi saadetine bıraktığı etki ve insanın maddi, manevi, ferdi ve toplumsal ideal ve doğru hayat ve yaşamına kaynaklık etmesidir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor:

Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet edin” (Enfal/24)

ALLAH’I TANIMANIN YOLU

Şimdi Allah’ı tanımanın mefhumu, onun iman ile ilişkisi ve taşıdığı yüce değer açıklığa kavuştuktan sonra şu soru sorulmaktadır: İnsan nasıl Allah’ı tanımaya ve bu değerli bilgiye ulaşabilir?

Bu soruya yanıt bazında bilimsel önermelerin iki türlü olduğunu söylüyoruz: Bir grup önermeler apaçıktır; salt bu önermelerin özne, yüklem ve irtibatını tasavvur etmek, insanın onu tasdik etmesi için yeterlidir. Ama bir önerme apaçık olmadığı, düşünmeye ve tahlile ihtiyaç duyduğu zaman, belirtilen tasavvurlar tek başına insanın tasdiklemesine kaynaklık edemezler. Böyle bir durumda tasdik etmeyi gerçekleştirmenin mantıklı yolu, önermenin özne, yüklem ve irtibatının tasavvur edilmesinin yanında onun ispat edilmesi için kanıt getirmemizdir.

Elbette bizim için bilgi elde etmenin yolu, akli kanıta özgü değildir. İnsanın bilgisine konu olan değişik mevzulara uygun olarak bilimsel konularda deneyimden tarihi konuları nakletmeden ve fıkhi konularda masumların sözlerinden vb. değişik başka yollardan da bazen yararlanılmaktadır. Bunların her biri kendi yerinde, kendileriyle ilgili konularda bilgi kazandırmaktadır. Ama Allah’ı tanıma konusunda birden fazla bir yol mevcut değildir ki o da akli kanıttan ibarettir.

Konu Allah’ı tanımak olduğu vakit, böyle bir konuda başkalarının ve hatta Peygamber ve yahut İmamların sözlerine dayanmamızın anlamı yoktur. Aynı şekilde duyusal deneyim yöntemiyle de bu bilgiyi elde etmek mümkün değildir. Bundan dolayı Allah’ı tanımak için mevcut olan tek yol, akli kanıt olacaktır. Açık olduğu üzere daha önce de belirtildiği gibi buradaki bahsimiz husuli yöntemle Allah’ı tanıma hakkında olup akli istidlal ve kanıt yoluyla hasıl olmayan ve kendisine ulaşma yolunun nefsin üzerinde odaklaşma, onunla cihat etme ve Allah-u Teala’ya ibadet etmeden ibaret olan huzuri tanıma yöntemi değildir.

Husuli yöntemle Allah’ı tanıma düzleminde açık ve ikna edici kanıtlar mevcuttur. Biz, burada onları beyan edeceğiz. Onlar hakkında bilgilenmek istenirse kelam ve felsefe gibi ilgili ilimlere müracaat edilebilir.

Bu alanda hatırlatmamız gereken tek şey şudur: Allah’ı tanıma kanıtları, genellikle bir takım öncüller, usuller ve varsayımlara dayanmaktadır. Söz konusu kanıtları gerçek bir şekilde anlamak, bu öncülleri anlamaya bağlıdır. Bu öncülleri de anlamak, mantık, kelam ve pratik felsefeyle irtibatlı ve haşir-neşir olmakla mümkündür. Bu yüzden, bilgisiz ve belirtilen ilimlerden bir duyumu olmayan fertler için bu konuların anlatılması ve kanıtların getirilmesi, fayda vermemekle beraber bazen zararlı da olabilir ve cevabını çabuk anlamayacakları şüpheleri zihinlerinde oluşturabilir.

O halde öğretimde öğrencinin anlama düzeyini göz önünde bulundurmalı, ilgili konuları onun idrak kapasitesi ve anlama düzeyinde riayet ederek kendisine öğretmeli ve yanıtı güç olan zor şüpheleri dile getirmekten kaçınmalıyız. Böylece Allah korusun onun hidayetine vesile olmak yerine sapmasına neden olmaktan sakınmalıyız.

Allah’ı tanımak ve ilahi marifetleri elde etmek için en iyi yöntemin velileri, peygamberlerin ve hepsinden daha iyi olan semavi kitap Kur’an’ın yöntemi ve yüce Allah’ın beyanı olduğu söylenebilir.

ALLAH’I TANIMA DÜRTÜLERİ

Hangi etken ve dürtüler, insanı Allah’ı tanıma yolunda adım atmaya ve O’nun hakkında bilgi elde etmek için çalışmaya sevk etmektedir?

A – Bütün bilimler ve insanın tüm bilgi ve tanımaları sahasında olumlu etkisi olan dürtülerden biri de hakikati isteme fıtratından ibarettir. Yüce Yaratıcı insanı öyle bir şekilde yaratmıştır ki o, fıtri olarak ve kendi içinden gerçekleri tanımak istemekte, sürekli bu yitiğini bulma düzleminde sorular sormakta, çeşitli alanlarda ve muhtelif konulardaki meseleleri halletme peşinde bulunmaktadır. İnsanın şimdiye kadarki marifet ve bilim alanındaki göz alıcı gelişiminin sırrı da budur. İnsan, günbegün daha çok dallara ayrılan felsefe, muhtelif bilimler ve değişik uzmanlık branşlarını vücuda getirmiş ve bu yoldan da icat ve keşiflere, hayatta ilerleme ve yücelmeye ulaşmıştır.

Hakikat istemi, her insanın içinde kökü olan fıtri ve cebri bir meyildir. Bunun için bazen merak güdüsü tabiri de kullanılmaktadır. Bu eğilim, hangi isimle kendisini anarsak analım, gerçekte insan hakikatinin bir parçasıdır. İnsan fıtrat ve organizmasında ve onun varlık derinliklerinde kökü bulunmaktadır. Ondan gaflet ettiğimiz vakit, gerçekte kendi insaniyetimizin bir bölümü ve varlığımızın bir parçasından gaflet etmiş oluruz. Bundan dolayı, insanın insaniyet ve insani yetkinliği, gerçekleri araştırmayı ve onları derk etmeyi gerektirmektedir. Eğer insan bu işte aksaklık yaparsa, gerçekte kendi insaniyeti darbe yemiş olur ve hayvaniyet ve ondan aşağı bir dereceye kadar alçalır.

Bundan dolayı biz daha genel, geniş ve derin olacak insanda bulunan “hakikat istemi” ve “kemal istemi” arasında bir bağ kurarak veya şöyle dersek daha iyi olur. Bu iki eğilim arasında mevcut olan gerçek bağa yönelik bilinç ve şuur vermeyle fertleri bu alanda daha çok çabalamaya ve aktif olmaya sevk edebiliriz. Çünkü hiçbir insan, eksik olmayı, hayvaniyet bataklığına sapmayı ve insaniyet ve insani kemalden uzak olmayı istemez.
Eğer hakikatleri derk etmede taksirde bulunmanın manasının bu olacağını insan anlarsa, alçalmanın önünü almak için edebildiği oranda çalışma ve çabasını artıracak bir takım sorular soracak ve yanıt istemeye veya meselelere yanıt vermeye hazır hale gelecektir. Doğal olarak en önemli köklü sorulardan biri de şu olacaktır: Evrenin bir yaratıcısı var mıdır? Eğer varsa, onun sıfat ve fiilleri nelerdir?

Elbette bu güdünün bütün fertlerde gerekli işlevi yoktur; bilakis toplumda bu dürtünün kendilerinde güçlü olduğu salt, fıtri tahrik ve hakikati isteme hedefiyle ilim, marifet ve gerçeği anlamanın peşinde gidenler sınırlı bir gruptan ibarettir. Tevhit, Allah’ı tanıma ve ilgili konular gibi marifetleri elde etmenin peşinde olan kimselerde hakikat istemi dürtüsünde eklenmesi gereken en azından başka dürtülerinde olması ve onu takviye etmesi gereklidir. Böylece bu yolda adım atmaya güç yetirebileceklerdir. Büyük bir azmi olan, hakikatleri onların başında da varlığın yaratıcısını salt hakikati anlamak ve kendi bilgisini artırmak için araştırmaya tabi tutmak isteyen kimseler oldukça azdır.

Kur’an’da birçok yerde hakka ve hakikate vurguda bulunmasının bizim sözümüze bir teyit teşkil ettiği bu özenin Kur’an’ın insandaki bu eğilimin varlığını kabul ettiğine dair delil olduğunu ve ona terbiyesel önemli bir etken sıfatıyla dayanmayı benimsediğini söyleyebiliriz. Bu yüzden aşağıdaki şu ayetlere rastlıyoruz:

Gerçek, Rabbinden gelendir, artık kuşkulananlardan olma. (Bakara/147)

Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. (Bakara/213)

Bu ayet, hakkın ne olduğu veya hangisinin olduğu hususunda ihtilaf edenlerin tümünün hakkı talep ettiklerini göstermektedir. Ve şöyle buyruluyor:

Resule indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün.” (Maide/83)

Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umup dururken niçin Allah’a ve bize gelen gerçeğe iman etmeyelim?” (Maide/84)

Hakka götüren mi uyulmağa daha lâyıktır, yoksa (tutulup) yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı?” (Yûnus/35)

Sen bize gerçeği mi getirdin yoksa şaka mı ediyorsun? dediler.” (Enbiya/55)

Yukarıdaki ayetler, insanda böyle bir eğilimin varlığını varsaymış ve böyle bir eğilimin varlığı düzleminde bu yoldan muhtelif şekillerde hak hakkında söz söylemektedir. Zira insanda böyle bir eğilim olmadığı takdirde, realitede hakka bu tip bir vurguda bulunmak manasız olacaktır.

Bu eğilimin varlığı geçidinden hakkın reel örneğin teyin edilerek kendi özel hedeflerine doğru ona cihet verilmektedir. Başka bir ifadeyle Kur’an-ı Kerim, insanda hakka yönelik fıtri iki yoldan onu takviye ve teyit etmekte ve de yönlendirmektedir.

Birincisi, bu eğilimin üzerine el koyma yolundan insanı onun varlığına yönelik uyarmak ve duyarlı kılmak, onu tahrik ve dürtmektir.

İkincisi, bu eğilime konu olan şeyin, cihetinin hakikatleri tanımaya yönelik insan hareket ve faaliyetlerinin ve onların en büyük ve yücesi olan Yüce Allah’ın varlığının daha açıklığa ve belirginleşmesine neden olan hakkın reel örneğini tayin etme ve onu tanıtma yolundadır.

B – İnsanda bulunan ve bu bahse uygun olarak kendisine işaret edilebilecek diğer bir dürtü de kendini sevmektir. Kendini sevmek, güçlü deruni bir etken rolüyle insanı kendi kemallerinin peşinden gitmeye, kendinde insani fazilet ve erdemi korumaya iter. Felsefe ve nefis ilmi açısından kendini sevmenin (veya bencilliğin ve kendine tapmanın) kısımlarından biri de bazen kendisinden “yücelik istemi” diye bahsedilen insanın aşırı bir şekilde insaniyetinin korunmasını ve hayvanlardan farklı olmayı istemesidir. İnsan yaşamı, sağlam akli temellere ve davranışları akli seçimlere dayanmalı, ideoloji ve dünya görüşü çerçevesinde, makul ve mantıklı kalıp ve standartlarda belirginleşmelidir.

Bundan dolayı insani yaşamda, insan davranışları değersel ve akli kalıplarda belirginleşmektedir. Onlar da akli tanıma ve bakışlara ve hepsinin başında yer alan Yüce Allah’ı tanımaya dayanacaktır. Başka bir ifadeyle eğer insan Allah’ı tanımazsa, gerçekte sahih ve akli bir dünya görüşüne sahip olmayacak ve makul bir dünya görüşünün olmaması sebebiyle de doğru bir ideoloji sahibi olmaktan yoksun kalacaktır. Bu surette sahih ve insani davranışlar böyle biri tarafından sergilenemeyecektir.

Bu düzlemde zarif ve aynı halde açık bir tarzda bu hakikate vurguda bulunan, bilgisi olmayan akli ve mantıki kanun ve usullere göre yaşamını sürdürmeyen kimseleri hayvanlar derecesine ve hatta hayvanlardan daha aşağı ve sapmış bir dereceye indiren bir takım Kur’an ayetlerine rastlıyoruz:
Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” (A’raf/179)

Burada Kur’an ayetlerinin iki yerde kendisine değindiği bir hakikati anımsatıyoruz. Birinci yerde şöyle buyuruyor:

“Allah katında yeryüzünde yaşayanların en kötüsü, inkâr edenlerdir. Onlar artık inanmazlar.” (Enfal/55) İkinci yerde ise şöyle buyuruyor:

Allah katında, yeryüzündeki canlıların en kötüsü gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal/22)

Şimdi eğer bu iki ayeti yan yana koyup tatbik edersek, imanın yokluğunun bir çeşit batıni körlüğün, doğru bilginin bulunmayışının ve aklı kullanmanın bir sonucu olduğu neticesini alırız. Bundan dolayı, imanı elde etmenin yolu, aklı kullanmaktır. Böylece onun vesilesiyle bizde imanın oluşmasının zemininin meydana gelmesine dönük doğru bilgiye ulaşmamız sağlanacaktır.

Gerçekte yukarıdaki ayetler gibi bu şekilde insani idraklere vurguda bulunan ve onun yokluğunu insaniyetin yokluğuyla eş ve bir bilen ayetler, bu yolla insanları düşünceyi kullanma ve hak marifetleri elde etme yolunda çabalamaya sevk etmeye çalışmaktadır. Şu ayet bunun bir örneğidir:

Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini veya kavradıklarını mı sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibi, hatta gidişçe daha sapkındırlar.” (Furkan/44)

C – Bu alanda kendisine işaret edebilecek ve bilgi elde etmeye etkili olabilecek üçüncü dürtü, hakkı tanıma, nimet verene teşekkür etme ve şükürde bulunma fıtratından ibarettir. Sağlıklı bir fıtrata sahip her insan, bir insanın iyiliğine maruz kaldığı zaman, iyilik eden şahsa karşı kendisini borçlu hisseder ve bu iyilikten dolayı ona bir şekilde teşekkür etmeyi düşünür.

Böyle bir temayülün, insan fıtratının derinliklerinde kökü bulunmakta ve uygun ortamlarda kendi etkilerini göstermektedir. Elbette bazı etkenlerin bu eğilimin etkisini engellemesi veyahut bir takım hareket ve davranışlardan ötürü insan fıtratında bir sapmanın meydana gelmesi bundan istisnadır.

İnsan bu âlemde fikir ve düşüncesi oranında ne kadar çok nimete sahip olduğu hakikatini anladığından, düşüncesinin derinliği, dikkatinin çokluğu, çok önemli ve zarif incelik ve nimetleri daha iyi derk edebileceğini ölçüsünce kendini daha çok geniş ve derin olarak nimetler içerisinde boğulmuş görür.

Doğal olarak burada insanın aklına şu soru gelir: Bu nimetler kimdendir? Ben hangi şahsın ihsanına muhatap olmaktayım?

İşte burada kendisine nimet vereni tanıyıp nimetinin şükür ve teşekkürünü eda etmesi için hakkı tanıma fıtratı onu bu alanda çabalama ve araştırmaya iten en güçlü etkenlerden biri olarak kendini gösterir. Veyahut onun için mümkün olursa, hatta bir şekilde bu ihsan ve nimetleri telafi etmeye çalışır. Gerçekte o, bu işi kendi insani görevi olarak telakki eder. Buradaki bir kusur, kendisi için deruni bir rahatsızlık, vicdan azabı ve pişmanlık getirecektir. Bu tıpkı banka aracılığıyla kendisine büyük bir miktar paranın havale edildiği bir kimsenin paranın sahibi ve havaleyi imzalayanı tanımaması gibidir. Böyle bir şahıs, fıtri olarak gücü yettiği oranda onu tanımaya çalışacaktır. Bu hakkı tanıma hissi, ya onu bulup bir şekilde bu iyiliği telafi edinceye ya da onu bulmaktan ümitsiz oluncaya kadar böyle bir şahsı rahat bırakmayacaktır.

Gerçekte bu Allah’ın insan organizmasına koyduğu fıtri ve alışılarak elde edilmeyen bir eğilimdir. Bu, insan gerçeğinin bir parçasıdır; öyle ki insan kendinde adeta bir eksiklik ve noksanlık hissetmekte ve bunu ortadan kaldırıp insaniyetini kâmil kılmak için çabalamaktadır.

Kur’an, insan organizmasında fıtri olan bu eğilimin varlığını varsaymakta ve bir etken olarak onu takviye etmeye ve yönlendirmeye koyulmaktadır.

İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?” (Rahmân/60)

Gerçekte bu, Kur’an’ın yanıtını insanın vicdan derinliklerinden talep ettiği sorular türündendir. Kur’an, bu soruyu insan fıtratını uyandırmak ve bu fıtri olan hakkı tanıma temayülünü onda aktif hale getirmek için sormaktadır. Bundan da öteye, eğer yüce Allah’ın nimetlerini hatırlatan ve nimetleri birer birer O’na isnat eden birçok ayet üzerinde biraz dikkat edersek, bütün bu ayetlerin gerçekte şu hedefe yönelik olduğunu anlayacağız:

Ayetler, insanın hakkı tanıma fıtratında terbiyesel bir etken olarak istifade etmek ve onu aktif hale getirecek, tahrik edecek ve cihetlendirecek insan şahsiyetini olgunlaştırmak ve kemale ulaştırmak istemektedir. Bir örnek olarak aşağıdaki şu ayetlere işaret ediyoruz:

And olsun ki onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, “Onları güçlü olan, her şeyi bilen yaratmıştır” derler. O, suyu gökten bir ölçüye göre indirir. Biz onunla ölü memleketi diriltiriz. İşte siz de böyle diriltileceksiniz. Her sınıf varlığı yaratan O’dur. Gemiler ve hayvanlardan binesiniz diye size binekler var etmiştir. Bütün bunlar; üzerlerine oturunca Rabbinizin nimetini anarak: “Bunları buyruğumuza veren ne yücedir; zaten bizim takatimiz bunlara yetmezdi; şüphesiz Rabbimize döneceğiz” demeniz içindir.” (Zuhruf/9-10-11-12-13-14)

Evet Yüce Allah bu nimetleri size vermiştir. Asayişte olmanız için yeryüzünü size beşik kılan O’dur. İlerleyebilmeniz için yolları da sizin için düzenleyen O’dur. Binmeniz için gemi ve bineği hizmetinize veren O’dur. Böylece Allah’ın nimetlerini hatırlamalı, O’na teşekkür etmeli, O’nu anmalı ve O’na yönelmelisiniz.

D – Hakkı tanıma yolunda insanı çabalamaya yöneltebilecek diğer bir dürtü de yüce mertebeli bir makam ve kâmil güçlü bir varlığa “yakınlaşma temayülü”dür. İnsan şu düşüncededir: Eğer varlık âlemine bir tanrı hâkimse, O’nun yönlendirmesiyle kendi kemaline ulaşabilir, O’nun buyruklarına uymayla O’na yakınlaşabilir ve rahmetinin civarında yer alabilir. Bu, O’nu tanıma gayesine dönük bir araştırma yapmak için kendi başına bir dürtüdür. Bu, gerçekte insanın fıtri isteklerinden olup onun kendisini ve kemalini sevmesinden kaynaklanmaktadır.

Birazcık bir dikkatle fertlerin günlük hayatlarında ve normal hareket, davranış ve söylemlerinde güçlü makam ve konuma sahip bir şahsa yakınlaşma ve onunla ilişki kurma temayülünü iyice hissetmek mümkündür.

Bundan dolayı, kamil mevcuda yakınlaşma temayülü, insan fıtratından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda, eğer bir varlık, bütün varlıkların üstünde ve mutlak kâmil olursa, ona yakınlaşma ile diğer varlıklara yakınlaşma kesinlikle karşılaştırılamayacaktır. Çünkü mutlak kemal mefhumunu aşkın mebde ve varlığın yaratıcısında yeniden tanımak istersek, hak ve batıl sultan ve hükümdarlarından büyük âlim ve bilginlere kadar dünyanın bütün yüce şahsiyetlerini, güzellik ve zenginliklerin tümünü göz önünde bulundurursak, o ilahi mutlak kemal ile kıyaslandığında bir şey hesap edilmeyecek ve engin bir denizin yanında küçük bir damla gibi kalacaktır.

Bu gerçeği, göz önünde bulundurarak, böyle yüce bir makama yakınlaşma ile O’nun kulları olan zahiri insani şahsiyetlere yakınlaşma nasıl kıyaslanabilir ve O’na ibadet etme ve yakınlaşma yerine diğerlerine yönelinebilir?

Bu engin düşünce, insanda derin bir dürtü canlandırmakta ve tahrik etmektedir. Bazen giderilmesi mümkün olmayan şiddetli bir susuzluk misali insanı o mutlak kemalin ardından irfan geçidinden geçip bu berrak ve tatlı sudan içerek elde ettiği marifet sayesinde susuzluğunu azaltması için arayışa sürüklemektedir. Böylece tanıdıktan sonra O’nun dergâhında bir makam elde etmek ve O’na yakınlaşmaya O’nun rahmet civarında yer almak için insan O’na ibadet etmeye ve tapınmaya koyulmalıdır.

Bu sade örneğin zikredilmesinin henüz yolun başında olan kimseler için faydalı olduğu oldukça açıktır. Ama yolu kat eden, yakınlaşma ve yücelmenin bazı merhalelerine ulaşmış kimselerin doğal olarak böyle örneklere ihtiyacı olmayacaktır.

Şimdiye kadar belirttiğimiz şeyler, bu alanda insanda etkili olan en temel dürtülerdir. Gerçi burada anımsatmalıyız ki normal ve genel halk kesiminde bu dürtülerin ateşleme ve dürtülmesi güçlü değildir. İnsanların çoğunda hakkı isteme, hakkı tanıma veya yücelik istemi veyahut aşkın bir varlığa yaklaşma dürtüsü tek başına büyük bir rol oynayamamakta ve onları Allah’ı tanıma hususunda harekete geçirememektedir.

Elbette bu değerlerin ve insani aşkın dürtülerin etkisi altında kalan insanların sayılı ve az bir kısmı bundan müstesnadır. Böyle insanlar, salt hakikat istemi, hakkı tanımak, yücelik istemi ve sadece insanların rabbi olan Yüce Allah’ın dergâhına yakınlaşmak ve orada bir makam elde etmek için çabalama ve arayışa girişmekte, Allah’ı tanıması ve O’na tapmaya doğru hareket etmektedirler.

Elbette başka dürtülerden de bahsedilebilir. Bu dürtülerin anlaşılması daha kolay, etkileri daha somut ve kazanımları daha peşin olduğu için, insanların geniş ve büyük bir kesiminde etkili ve hareket ettirici olabilmektedir. Çünkü onların fayda ve zararı veya zevk ve elemi herkes için somut ve anlaşılır olacak ve de insanların çoğunu kendi etkisiyle hareket ve çabalamaya sürükleyebilecektir.

E – İkinci tür dürtülerden biri “menfaat istemi” dürtüsüdür. İnsanlar genellikle maddi menfaatleri elde etme ve zararları önlemede çaba olup bütün hareket, çalışma, söylem ve eylemlerini bu esas üzerine düzenlemektedirler.

Böyle bir dürtünün derin olarak etkisi altında olan insan, eğer Allah’a itaat etmeyle bir takım menfaatlere ulaşabileceği ihtimalini verirse, Allah’ı tanıması ve O’na itaat etmesi için bu ihtimalin onu çalışma ve çabalamaya sürüklemesi yeterlidir.

Ama soru şudur: Bu ihtimal, nereden ve nasıl insan zihninde meydana gelmektedir?

Yanıt şudur: Peygamberlerin gelmesi ve taşıdıkları bütün vaatler ile semavi kitapların gönderilmesi, şu ihtimali insanların zihninde meydana getirmeye yeterlidir: Gerçekte, Allah var olabilir bütün işlerin başı O’nun elinde olabilir, Allah’a itaat etmek insan mal ve bedeninde veya toplumsal konularda bir takım menfaatleri peşinden getirebilir, insanın esenliğini artırabilir, toplumda cinayet, tecavüz ve hırsızlığı azaltabilir ve toplumda insanların güvenlik, huzur ve asayişini artırabilir. Nitekim Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor:

“(O) ülkelerin halkı inanıp (kötülüklerden) korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık.” (A’raf/96)

Evet bunlar ve bunlara benzer olasılık ve ihtimaller insanda “menfaat istemi” dürtüsünün -ki sürekli bu olasılık ve ihtimaller ile insanı tahrik etmektedir- onu Allah’ı tanıma hususunda araştırma ve düşünmeye, tartışma ve incelemeye, okuma ve etüt etmeye, öğretme ve öğrenmeye ve bu deruni ateşi söndürmeye koyulmasına dönük çabalamaya ve arayışa girişmesi için yeterlidir. Çünkü insan güçlü bir şekilde pozitivist olup duyusal idraklerin ve zahiri ve maddi zevklerin derin olarak etkisinde saklandığından, kesinlikle bu dünyaya ait maddi menfaatlere yönelik dikkat, diğer âleme ait manevi yönlere yönelik dikkatten çok kendisini etki altında bırakacaktır. Bu yüzden, terbiyesel düzlemde de bu etkenlerden güzel bir şekilde istifade edilebilir.

F – Bu alanda genel düzeyde derin etki bırakabilecek ikinci bir dürtü de “acıdan kaçma” veya “elemi önleme” dürtüsünden ibarettir. Gerçekte bunun bundan önce belirttiğimiz menfaat istemi dürtüsüyle birlikte bir madalyonun iki yüzü sayıldığı ve tıpkı onun gibi, insanın duyusallık eğilimi özelliğinden addedildiği söylenebilir.

İnsan dünyevi dert, acı ve azaplardan güvenlikte olmak ve bu maddi dünyada ona pusu kurmuş yırtıcı hayvanlar, hastalıklar, savaşlar ve birçok tehlikelerden kaçmak için sürekli düşünmekte, plan kurmakta ve çabalamaktadır. Bu dürtü onda o kadar güçlüdür ki en büyük insani güç, çaba, fırsat ve sermayeleri kendine özgü kılmaktadır. Öyle ki yıkıcı atom bombalarının kimyasal ve biyolojik silahların yapımındaki devletlerin ve süper güçlerin silahlanma yarışının, önemli insani güç ve yeteneklerin harcanmasının veya diktatörce hareketlere girişmenin ve insani saygınlığı ayaklar altına almanın önemli nedenlerinden birinin de karşı taraftaki düşmandan ve tehlike, acı ve zararlardan korkma dürtüsü olduğu söylenebilir. Zira bu alanda bir aksamanın olması durumunda bunların insana yönelmesi ve onun emniyetini tehdit etmesi imkan dahilindedir.

Bundan dolayı, bu güçlü bir etken olup insanın güçlü boyutlarından biridir ki terbiyesel alanlarda ve insanın tekâmülüne cihet vermede iyi bir şekilde ona yaslanılabilir. Hatta bu dünyaya özgü zahiri, yüzeysel ve maddi idraklerle uğraşı olan ve daha üstün idraklerden gafil olan halkın gazeli ve insanların çoğu hususunda insani aşkın dürtülerinden çok bu yüzeysel ve daha somut olan dürtülerden istifade edilmesi gerektiğini söyleyebiliriz.

Kur’an, “menfaat istemi” ve “acıdan kaçma” dan ibaret olan bu iki dürtünün varlığını insanda kabul etmiş ve muhtelif düzeylerde ve çeşitli alanlarda insanın yetiştirilmesi ve terbiye edilmesi için o ikisinin varlığından geniş bir ölçüde istifade etmiştir. Kur’an özellikle toplumsal boyutlarda daha çok “elemi önleme” ve “acıdan kaçma” dürtüsünü öneme haiz görmektedir. Bu türden ayetler Kur’an’da çok olduğundan detaylıca onları incelemek mümkün değildir. Ama örnek olarak ayetlerden bir bölümüne burada yer vereceğiz:

“Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek (kırbaç) vurun; Allah’a ve ahiret gününe inananlar iseniz Allah’ın cezasını uygulamada sizi, onlara karşı acıma duygusu kaplamasın. Mü’minlerden bir grup da onlara yapılan azâba şâhid olsun.” (Nûr/2)

Bu ayette acıdan kaçma dürtüsünden yararlanılmıştır. Müslümanların terbiye ve yetiştirilmesi, İslam toplumunu temizlemek ve bozulmayla mücadele etmek için üç acı etkeninden istifade edilmiştir. Birincisi, değnek yeme acısıdır. İkincisi diğerlerinin onlara önem vermemesi ve acımaması acısıdır. Üçüncüsü ise, haysiyetin gitme acısıdır ki inananlardan bir grubun seyretmesiyle zina eden şahıs hususunda gerçekleşmektedir.

Allah’a ve Elçisine itâ’at edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız, devletiniz gider. Sabredin, çünkü Allâh sabredenlerle beraberdir.” (Enfal/46)

Ve şöyle buyruluyor:

“Sebelilerin yurtlarında Allah’ın kudretine bir işaret vardır: Sağlı sollu iki bahçe vardı. Onlara: “Rabbinizin verdiği rızktan yiyin ve O’na şükredin. İşte hoş bir şehir ve bağışlayan bir Rab” denmişti. Fakat onlar yüz cevirdiler; bunun için Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik, onların bahçelerini, buruk yemişli, ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. İşte böylece, inkârlarından ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasına ceza mı veririz?” (Sebe’/15-16-17)

            Ve şöyle buyruluyor:

            “Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz? O zaman, yer, sarsıldıkça sarsılır. Gökte olanın başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz.” (Mülk/16-17)

Ve şöyle buyruluyor:

Ey inananlar, Allah’ın size olan nimetini hatırlayın, hani bir zaman size ordular gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allâh, yaptıklarınızı görmekteydi.” (Ahzab/9)

Ve bir ayette tümel bir kanun ve sünnet şeklinde şöyle buyruluyor:

Bu, Allah’ın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmemesinden dolayıdır.” (Enfal/53)

Bunlar ve birçok başka ayet, fayda ve zarardan ibaret olan bahsimizin konusu iki dürtüyü insanda varsaymış, muhtelif içtimai ve ferdi alanlarda gelişme ve yetkinlik yolunda insanın hidayete ermesi gayesiyle o ikisinin varlığından istifade etmiştir.

Bizim buradaki sözümüz şudur: Fertlerin çoğunda yaygın ve bununla birlikte derin ve etkili olan bu iki dürtüden onları çabalamaya, düşünsel ve idraki faaliyete yöneltme yolunda istifade edilebilir ve o ikisini aktif hale getirip yöneltmekle onları Allah’ı tanıma ve marifet yolunda ilerletmek mümkündür.

İnsan kendi fayda ve zararının bir kimsenin elinde olduğunu ve O’nun kendisini nimetlere boğabileceğini veya bela, acı ve musibetlere duçar kılabileceğini bilirse, yahut bunun ihtimalini bile verirse, çabalamaya ve arayışa girişecektir. Zira onu tanımak ve tanıdıktan sonra da onun lütuf, iyilik ve nimetlerine sahip olacak şekilde davranmak ve onun tarafından insana yönelebilecek öfke, gazap ve zararlardan korunmak isteyecektir. Kur’an özellikle bu düzlemde şöyle buyuruyor:

Allah’tan başka; sana ne fayda, ne de zarar veremeyecek olan şeylere yalvarma! Eğer böyle yaparsan, o takdirde sen muhakkak zâlimlerden olursun. (diye emredilmiştir) Eğer Allâh sana bir zarar dokundursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilese, O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yunus/106-107)

Kur’an İbrahim’in dilinden zarif bir ifadeyle bu hususa vurguda bulunup şöyle buyuruyor:

Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O’dur. Beni yediren de, içiren de O’dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O’dur. Ahiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum O’dur.” (Şuârâ/78-79-80-81-82)

G – Bu alanda etkili olan ve işlerliği olabilecek etken ve maddi dürtülerden bir diğeri de “ruhsal sükûnet ve huzura olan meyil” dir. İnsan Yüce Allah’a inanma ve iman etmeyle kendisi için sanki sağlam bir sığınak, çok şefkatli ve güçlü bir yar ve yardımcı, hami ve destekçi bulmuş olur. Bu insanın kendisini huzurlu hissetmesine ve kendisine güvenmesine yol açar.

İnsanların dünyasında gündemde olan ve günbegün daha fazla gündemi işgal eden önemli konulardan biri de insanların ruhsal acılarıdır. Ruhsal elem ve ıstırapları ortadan kaldırmanın ve onlarla mücadele etmenin yollarını keşfetmek ve bu vesileyle insana ve insanlık toplumuna bir hizmet etmek gayesiyle psikoloji alanında büyük çaplı araştırma ve incelemeler yapılmıştır.

Bizler ise Allah’a inanmanın ve onunla ünsiyet kurmanın inanmış bir şahıs için en büyük ruhi huzuru hediye getireceğini bilmekteyiz. Bizzat bunun kendisi, yitiklerini yani ruhsal huzurlarını bulma hususunda çaba ve arayış içinde olan insanlara bu yolda adım atmaları ve huzur veren Allah’ı aramaları ve O’nu tanımada gayret sarf etmeleri için önemli bir dürtü olabilir:

İyi bilin ki gönüller, ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d/28)

Bütün bu acı, elem ve ıstıraplara maruz kalan, önemli bir şekilde huzura temayülü olan, onu elde etmek için bütünüyle çabalamaya ve birçok bedel ödemeye hazır olan insanın her ne kadar bu hakikate inancı olmasa da bir ihtimal düzeyinde bu yoldan da huzura ulaşabileceğine, insanın çöküş ve onun ruhunun yorulmasına neden teşkil eden elem ve acılarla mücadele edilebileceğine inandığını varsayarsak, bu ihtimal, Allah’ı tanıma yolunda onun ciddiyet ve çaba göstermesine sebep olacaktır. Bazı kimseler için bu hakikat o kadar değerlidir ki bütün varlıklarını ve büyük servetlerini onu elde etmek için harcamaya hazırdırlar. Onu bulmak için bu yoldan gitmenin gerekliliğine dair zayıf bir ihtimal verseler dahi, çabalarını bu yöne kaydıracaklardır.

Elbette Müslüman bir toplumda yaşayan, iman nimetine ve ilahi lütfun sayesinde nispi bir huzura sahip olan bizler, gerektiği şekilde bu sözün mefhumunu derk etmeyebiliriz. Ama iman nimetinden yoksun olan, yaşamı anlamsız bilen, boşluk hisseden, kendileri için bir dayanak görmeyen, geleceği karanlık ve bulanık gören fert ve toplumlar, ıstırap, vahşet ve kaygılanmadan acı çekeceklerdir. Her ne kadar onlar için bütün maddi nimetler temin edilse de olması gerektiği şekilde huzura kavuşamayacaklardır. Onlar küçük olayların karşısında bile güçlükle dayanmaktadırlar. Onların mukabilinde inanmış ve Allah’ı tanıyan bir şahıs ise olayların karşısında dimdik olup kontrolünü kaybetmekten uzaktır. Nitekim bir hadiste şöyle buyruluyor:

“İnanmış kimse tufanların kendisini sarsamayacağı yalçın bir dağ gibidir.

Bundan dolayı, henüz ilahi marifeti elde etmemiş ama ciddi bir şekilde ruhi huzuru kazanma peşinde olan bir insan, en azından Allah’a tapmanın ve O’nu anmanın gönül huzuruna sebep olacağı ihtimalini verdiği zaman, bir olasılık vesilesi sıfatıyla Yüce Allah ile ilgili bilgi elde etmeye koyulacaktır.

H – Diğer bir etken de beşeri menfaat ve maslahatların kazanılmasıdır. Bozulmaya ve dejenerasyona müptela olan insanlık toplumlarının ve bazılarının bataklığa battığı toplumların tümü, acı içinde kıvranmaktadır. Reformistler ve düşünürler, bozulma ve çökmeden kurtulmak için bir yol bulmanın düşüncesindedir. Şimdi eğer insana yol gösterebilecek bir Tanrı’nın var olduğu ihtimalini verecek olurlarsa, gerçekte insanlığın yitiği olan bu varlığı bulmak için kesinlikle O’nun peşine düşeceklerdir. Bu, insanı Allah’ı tanıma hususunda çabalamaya iten güçlü bir dürtüdür. Fertler, sosyal dertleri derk ettikleri ölçüde bu meydanda çaba sarf edeceklerdir.

Elbette ilahi ve İslami toplumlarda da böyle düzensizlik ve sorunlar mevcuttur ama birinci olarak, bu düzensizlikler Allah’tan habersiz olan toplumların maruz kaldığı bahtsızlıklarla mukayese edildiğinde zikre şayan değildir.

İkinci olarak İslami toplumların problemleri de iman zaafından ve doğru tam olarak Allah’ın buyruklarına göre hareket etmemekten kaynaklanmaktadır. Bu zaaf noktalarının ortadan kaldırılması ve amelde dikkatin fazlalaşması oranında o problemler de ortadan kalkacaktır.

Bu konunun sonunda şu neticeye ulaştık: İnsanda muhtelif dürtüler onun Yüce Allah’ı tanımasına neden olabilmektedir. Onların tümel usulleri ise şunlardan ibarettir: Hakikat istemi, kemal istemi, kendini sevme, hakkı tanıma, faydayı elde etme ve zararı defetme dürtüleri Bunlardan bazıları da değişik dallara sahiptir. Bizler, onları tahrik ve takviye etme ve de onlara cihet vermeyle insanın terbiye edilmesi, yetiştirilmesi ve yücelmesi alanında faydalı bir çaba gösterebilir, onda marifet ve Yüce Allah’ı tanımayı icat edebilir ve onun gelişim ve kemaline katkıda bulunabiliriz. Not; Kaynak; “Allah’ı tanımak

*****************************************************

ALLAH’IN İKRAMLARI.

Bilirsiniz Allah’tır insanı yaratan,

Sahip olduğu her şey,

İkramdır O’ndan.

Neymiş bunlar diye sorarsak eğer,

Dört şeyden bahsetsek buna değer.

Birincisi fıtrattır. Yani doğası (1),

Tertemiz olarak vermiş onu,

Bulunmaz kir ve pası.

İrade vermiş sana hem de vicdan,

Doğrular ordadır eğer kullanırsan.

İradeyi kullanırsın dilediğince,

O da yaratacaktır hemen ce.

Diğer ikram ne derseniz,

Duyu ve şuurdur bilirseniz. (2)

Bu şuurdur insanı insan yapan,

Diğer varlıklardan üstün kılan,

Mesela bir fareyi düşünün,

Tuzaktaki peynire baksa şöyle bir,

Başka şey görmez, onu gıda bilir.

Altındaki tuzağı istese de göremez,

Neden yakalandığını inan bilemez.

İnsan da baksa oradaki peynire,

Tuzak olduğunu o an bilecektir.

Bu büyük bir ikram değil de nedir.

Allah’ın insana 3. ikramı akıldır,(3)

Doğruyu, yanlışı, kıyaslamayı,

Sahip olduğu akılla yapacaktır.

4. İkram nedir derseniz,

Vahydir o artık düşünürseniz. (4)

Doğruların tek kaynağı onlardır,

Her şeyi yaratanın insana,

Gönderdiği doğrulardır.

Kullanma kılavuzu olarak,

Kabul et onu,

Her şeyi bilen ve yaratan,

Göndermiştir onu.

Değerini bil dostum harcama kendini,

Sonra pişman olursun ezilen sinek gibi.

Yaşadığın her an fırsatın olsun,

Dilerim her şey gönlünce olsun.

(1) – “O halde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dine, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah’ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Rum/30)

(2) – “Bir dil ve bir çift dudak (konuşmak için) vermedik mi?”
“Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi; iki apaçık yolu (hayır ve şer yollarını) göstermedik mi? (Belet/9-10)

(3) – “Bu Kur’ân, kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir tebliğdir.” (İbrahim/52)

(4) – “Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan/2) (A.Akar )

********************************************************************************

ALLAH’A YAKLAŞMAK, YAKÎN.

Allah’a yaklaşmanın yollarını, bu yolların konakları, varılacak makamları beş fasılda bildirilecektir.

Cenab-ı Hakkı bilme ve tanımanın anahtarı, insanın kendi nefsini bilmesidir. İrfan nuru ârifin kalbine akar En yüksek direk Allah’ı bilmektir.

Ârif olan dünyayı unutur Allah bilgisine erer ve kendinden geçerek onunla kalır. Bu suretle de her türlü korku ve üzüntüden uzak ve emin olur. Cenab-ı Hakkı noksan (selbî) sıfatlardan uzak ve emin olur. Cenab-ı Hakkı noksan sıfatlardan uzak ve kemâl sıfatlarıyla vasıflanmış olduğunu bilir. Bu bilgiler 9 madde de açıklanacaktır.

Madde 1 – Allah’ı bilmeyi ve bu bilginin önemini bildiren ayet ve hadisler;

Ey Aziz bil ki Cenab-ı Hakk kullarına kendisini bilip tanımalarını teşvik eden ve öğrenme yolunu göstererek Kur’an da birçok ayetler indirmiştir. Hz. Peygamber de Müteaddit hadislerde bunun lüzum ve önemine lüzum ve önemine işaret buyurmuşlardır.

Ayet;

Cenab-ı Hakk “Bir kimseye Nûr vermezse o hiçbir zaman nûr sahibi olamaz, nurlanamaz.” Allah işiten ve görendir. (Nûr/40)

Kutsi Hadisler;

Ey Âdemoğlu nefsini bilen gerçekten beni bilir. Beni bilen de mutlaka beni ister, beni isteyen de bulur ve dileklerine erer. O zaman gönlünde benden başkası yaşamaz.

Ey Âdemoğlu alçak gönüllü ol ki beni bilip tanıyasın. Beni görebilmek için aç kal, bana ermen için yalnızlığa çekilip ibadet et.

Ey Âdemoğlu kalbinden marifetimi yitirenin kalbi kör olur. Beni bilenin kalbinde ne hüzün ne de korku kalır.

Hz. Peygamberin Hadisleri;

Ben Allah’ı ziyadesi ile bilirim, çünkü bu bilgi kalp işidir.

Allah’ı gerçekten tanır ve bilirseniz dualarınızla dağlar yok olur.

Allah’ını en iyi bileniniz nefsini iyi bilendir.

Allah’ımı en güzel şekilde gördüm, elini iki omuzumun arasına koyunca soğukluğunu memelerimin arasında duydum. Bundan sonra göklerde ve yerde ne varsa hepsini öğrendim.

Madde 2 – Nefis bilgisi Marifetullah’ın sebebi olduğunu bildirir.

Nefsini bilen muhakkak Allah’ını da bilir.

Nefsini bilen her ilim ve marifete vakıf olur. Nefsini bilen Allah’a yakın, mutlu, bilmeyen ise ondan uzak olur.

Nefsini bilen Hakkı bilir, bilmeyen sapıklık içinde helak olur.

Nefsini bilen âlemin gizliliklerini de bilir, bu fani dünyaya önem vermez ve sonsuz kurtuluşa nail olur.

Nefsini bilen fazıldır, bilmeyen Haktan gafildir.

Nefsini bilen Allah’tan uzak kalmamış gafletten kurtulmuş ve O’nun yüksek huzuruna varmış olur.

İnsana nefsini öğreten akıl en yüksek akıldır. Allah’a yakîn olma yolunu seçmek hikmetin en üstünüdür.

Nefsini bilmeyen Allah’tan gafildir O’nu bilemez.

Cenab-ı Hakk Davud (AS) a “Nefsini bil ki beni bilesin” diye buyurmuş. Davud (AS) da Ya rabbi, nefsimi nasıl bileyim ve seni nice tanıyayım? Diye sormuş. Allah’ta ona; “Nefsini aciz, zayıf ve fani olduğun u bil ki benim kuvvetli, kudretli ve Bâki olduğumu bilesin ve ondan beni benimle bulasın.” Diye cevap vermiş.

Madde 3 – Marifet-i Mevlânın (Allah’ı bilme) en yüksek dilen ve gaye olduğunu bildirir.

Marifetullah gönülde bir nurdur, Allah sevgisi, ruhun zaferi ve sevinç kaynağıdır. Allah’ın birliğine inanış, ona bağlanma ve huzur içinde yaşama anahtarıdır.

Marifetullah büyük bir hazinedir, O’nun sevgisi sonsuz bir zaferdir.

Allah’ı bilen uyanık ve halktan özür dileyici olur.

İlim halkın, marifet Hakkın öğretmesiyle kazanılır. Yani ilim öğrenme, marifet tanıma yolu ile elde edilir.

İlmin meyvesi marifetullahtır, marifetullahın meyvesi Allah’ın buyruklarını yerine getirmektir.

Hakkın müşahedesi (Allah’ı görme) gözle olmaz, ancak gerçek bir imana sahip kalp O’nu idrak edebilir.

En faydalı ilim marifetullahtır, bunun yeri de uyanık kalptir. Allah’ın birliğini tanımak marifet, O’nun benzeri bulunmadığını bilmek hakiki tevhiddir.

İrfanın hakikati, eşyanın hakikatlerine nüfuz etmek ve eşyayı zatında olduğu gibi görmektir. Marifetullah, Allah’ın her varlıktan önce ve her şeyden sonra olduğunu, içte ve dışta görünenin, her şeyi bilen, her işinde hâkim olan ve bütün yaratıklara bol rızıklar ihsan edenin O olduğunu bilmektir.

Allah’ın kullarına en büyük ihsanı 2 şeydir;

Biri marifetullah diğeri muhabbetullahtır. (Allah sevgisi. Marifetullah gönülde nûr, ışıktır, muhabbetullah Allah’tan gayri sevgileri yakan bir ateştir. Allah’ı bilmek O’nu daima anmakla hayat bulmaktır. Allah’ın zikrinden uzak kalmak, O’nu unutmak cehalet karanlığında kalmaktır.

Marifetullah hakikati Allah’ı dille zikretmek, sevgisini kalpte yaşatmak ve bu gayretle huzuruna gitmektir. Marifetullah canda bir inançtır ki bütün vücut organları onunla rahata erer ve gönülde bir hayattır ki ruh onunla mutmaindir, huzur içindedir.

Marifetullah gönül âleminde güneş gibidir, akıl aya, ilim de yıldızlara benzer. Marifetullah öyle bir cevherdir ki arşın altında bulunan her şey onunla aydınlanır.

Madde 4 – Ârifin masivayı (Allah’tan gayrisini) unutup Hz. Mevlâ’yı bulduğunu bildirir.

Ârif odur ki hiçbir iş ve faaliyet onu Allah ile meşgul olmaktan alıkoyamaz ve bir an bile Allah’ın huzurundan ayrılıp gafil olmaz.

Ârif odur ki kendisi susar ve Hakk onun sırlarından söyler. Ârif odur ki masivayı bırakıp yalnız bildiğiyle (Allah ile) meşguldür.

Ârif odur ki kendi tedbirini bırakır Hakkın tedbirine sarılır, onu bekler, ona önem verir. Ârif odur ki hiçbir şeye üzülmez, her ne olsa sevinir.

Ârif odur ki derin ve devamlı düşüncesiyle melekler alemini aşar. Ârif odur ki irfanını mutluluğunun sermayesi bilir ve onu ehli olmayan, anlamayan kimselere söylemekten çekinir ve tiksinir.

Ârif odur ki Allah’tan gayrisine ısınmaz ve başkasını hatırından bile geçirmez.

Ârif odur ki kendi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarında yok eder, ta ki O’ndan gayrisini bilmeyip O’nunla söyleyip, O’nunla işite.

Abid’i yaşatan su ve ekmek, ârifi yaşatan ise irfan nurudur.

İlim nehirdir, Hikmet denizdir, Âlimler nehirleri tavaf ederler (çevrelerinde dolaşırlar) Hikmet sahipleri denizlere dalarlar. Ârifler ise kurtuluş gemilerinde gezerler.

Ârif odur ki Allah’ın sırlarını ehli olmayana anlamayana açıklamaz. Sevinç ve acılarını kimseye söylemez.

Madde 5 – Ârifinin kendi vücudundan fâni olup Allah ile bekâ bulduğunu bildirir.

Bu kulun cismi dünyada kalbi ahirete bağlıdır. Manevi alanda günbegün ilerledikçe dünyadan yüz çeviren ve bu yüzden halk tarafından kınanan bu kimsenin, yüksek âleme karşı özleyişi artar ve ölümü arzulamaya başlar. Vakta ki vadesi gelir gül ve reyhan kokuları içinde ve cennetle müjdelenen ruhu uçar ve hoş nefsi sevinerek bu oyuncak dünyayı bırakıp Allah’ın yakınına varır. Fakir ve zayıf olan nefis için orada büyük mülk ve sonsuz nimetler vardır. O Allah’tan rahmet, şefkat, selâm ve anlatılması imkânsız ikram ve lütuflar görür. Bu daimi devlet ebediyen elden çıkmaz.

Bir hadisi şerifte denilmiştir ki Dünyada muhakkak bir cennet vardır onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennette marifetullahtır.

Beyt;

Bugünkü cenneti irfana dâhil olsa uşşak,

Yarın ki yad olan huri veya gılmanı neylerler.

Madde 6 – Ârifin korku ve hüznünden emin ve kurtulmuş olarak ve Allah’a ısınarak huzur ve rahat içinde şen ve neşeli yaşadığını bildirir.

Ârifin Allah ile arası iyi olduğu için halk ile de arası iyidir.

Ârif cismini Mevlâ’sının rızasına vakfedip rahata ermiştir. Ârifin Halk ile muamelesi Hakka uymak içindir. Ârifin bütün arzuları yok olmuş ki onun hiçbir muradı kalmamıştır.

Ârifin bir alameti de bazen seni öyle karşılar ki sanki onun en yakın dostu sensin. Bazen de sana öyle bir yüz çevirir ki sanki seni ne biliyor, ne tanıyor. Nitekim Hz. Peygamber de ev halkıyla sohbette iken ezan sesini duyar duymaz yerinden öyle bir fırlardı ki sanki onlarla konuşan o değildi.

Madde 7 – Zahid ehliyle İrfan ehlinin yani iyi insanlarla Allah’a yakın olanların farkını bildirir.

Zahid gezici, ârif uçucudur.

Âlim söylediklerinin aşağısında, ârif onların üstündedir.

Ârif marifeti ehlullahtan başkasına söylemez. Susması en iyi sözdür.

Zâhidin ibadeti alâka iledir, ârifin ki zevkledir.

Zâhid ahireti ârif Mevlâ’yı ister.

Zâhid nefsiyledir, ârif Allah’ı iledir.

Zâhidin zikri dili ile, ârifinki kalp ve canıyladır.

Zâhidin kalbi sebeplerledir, ârifin ruhu Allah iledir.

Mü’minin bakışı Allah’ın nuru ile, ârifin ki Allah iledir.

Mü’min Allah’ın ipine, ârif Allah’a tutunur.

Ârif cismini ruhuna, ruhunu da Allah’a feda etmiştir. Zâhid nefsiyle halka bakıp düşman kesilir ve üzülür,

Abidin kuvveti su ve ekmekte, ârifin kuvveti Allah’ı anmaktadır. Gafilin kıblesi Altın ve gümüş, ârifin kıblesi ise Rahîm olan Allah ve O’nun nurudur.

Madde 8 – İrfan ehlinin yüksek şanını ve irfanlarının kemâlini bildirir.

Cenab-ı Hakk kendini bilir, O’ndan başka hiç kimse kendisini bilemez. Ârifler Hakkı yine Hakk ile bilirler ve her şeyde Hakkı görürler.

Ârifler dünyayı geçici bir hayal olarak görür ve bu sebepten ona bağlanmazlar, Allah’tan başkasını istemezler.

Ârifin kalbi Allah’a dönüş ve varışta sürati şiddetli rüzgârlardan ve göz kamaştırıcı şimşekten daha hızlıdır.

Madde 9 – Cenab-ı Hakkın sıfat-ı selbiyeden (eksik sıfatlardan) münezzeh, kemâl ve sübut sıfatlarıyla muttasıf olduğunu kâinat zerrelerinin hepsi âlemin bütün cüzleri, tüm yaratıkların ve insanoğlunun iş ve halleri O’nun kudret ve tedbiriyle idare edildiğini bildirir.

Cenab-ı Hakk birdir, ortağı ve benzeri yoktur. Yemek, içmek, giyinmek, uyumak âdetinden doğmaktan ve doğurulmaktan münezzehtir. Yerde ve gökte, solda, sağda, yukarıda, aşağıda değildir. Cihetten ve mekândan münezzehtir. Suretten şekilden, organdan, renkten münezzehtir. Varlığının başı ve sonu yoktur, varlığı kendisindendir başkasından değildir. Korku, keder, hastalık gibi değişikliklerden kısaca bütün eksikliklerden münezzehtir.

Bu âlem yokken O vardı, istese âlemi bir anda yok eder ve yine var eder, O’na hiçbir şeyin gücü yetmez. Her şeye O hükmeder, başkasından zarar ve fayda görmekten münezzehtir. Bütün insanlar Mü’min olsa ve daim ibadet etseler O’na bir fayda vermediği gibi, hepsi kâfir ve kötü olsalar da O’na bir zarar gelmez. Bunlar sıfat-ı selbiyedir ki Allah bunlardan arınmıştır, münezzehtir.

Not Kaynak; E. İbrahin Hakkı-Marifetullah/Cilt1/s.152-161

*********************************************************

ALLAH’A YAKINLIK

Mânevi bir hal içinde bulunduğun zaman başkasını isteme. İster daha altını, ister daha üstünü, hiçbir makam arzu etme.

Padişah kapısına geldiğinde hemen içeri girmeyi isteme, zorla içeri alınıncaya kadar bekle. Kendi isteğinle değil zorla içeri alınmalısın. Tekrar tekrar istemelisin, pek nazlı da olma.

İçeri girmek için mücerret izinle de yetinme, seni tecrübe için olabilir, belki de padişah tarafından deneniyorsun. Koşma, bekle ta ki seni zorla içeri alsınlar. Bu şekilde içeri alınman senin için bir fazilet olur, padişah tarafından sana bir ikram olur.

Saraya bu şekilde girdikten sonra seni kimse tekdir edemez. Tekdir sana ancak yapacağın kusurdan dolayı gelir. O seni bizzat içeri aldıktan sonra korku da olmaz. Padişahın yaptıklarından mes’ul olmazsın. Ancak kendi isteğinle yaptığın şey sonunda mes’ul duruma düşersin. Yaptığın hareket neticesi sana taarruz vaki olur.

Bu makamda senin için iyi olmayan şey kendi arzunla hareket etmendir. Sabrın azlığı, edebe riayetsizliğin, bulunduğun hale rıza göstermemen senin için hiçte iyi olmayan hareketlerdir.

Saraya girmek sana nasip olursa başını önüne eğ gözlerini etrafta gezdirmekten sakın Edepli, terbiyeli olarak verilen her hizmet ve vazifeyi yapmaya çalış. Daha fazla yükselmeyi isteme.

Ayet: “ Onlara verdiğimiz dünyalıklara gözlerini çevirme, (Hicr/88) onları tecrübe etmek için, dünya süsü olarak kadın verdik. Rabbın sana verdiği rızık, hem hayırlı hem de devamlıdır. Allah-ü Teala, bu ayetle seçkin Peygamberine edep öğretiyor, dolayısıyla bize.

– Halini muhafaza et, verilene razı ol. Buyrulmasındaki Murad:

– Sana verdiğim pek çok hayır, peygamberlik, ilim kanaat, sabır, İslam dini üzerindeki saltanat ve o yoldaki mücadele senin için en büyük nimettir. Ötekilere verdiklerimden daha iyi ve güzeldir.

Bütün hayır, haddi bilmekte ve ona razı olmaktadır. Bununla beraber başkalarının hiçbir şeyine göz dikmemektedir. Başka bir şeye iltifat etmemektedir. Çünkü o baktığın ve arzu ettiğin şey üç kısma ayrılır. Birincisi, senin nasibin olmasıdır. İkincisi başkasının nasibi olma ihtimali. Üçüncüsü, ne senin ne de başkasınındır. İhtimal ki; Allâh-ı Teâlâ, onu bir tecrübe vasıtası olarak yaratmıştır.

Baktığın şey her ne ise. Eğer o, sana nasip olmuşsa ihtirasa düşüp ardından koşsan da gelir koşmasan da. İstesen de gelir, istemesen de. Bu hale göre, mutlaka onu elde etmek için çırpınman ve edebe uymayan bazı hareketler yapman sana yakışmaz. Bu hal, ilim ve akıl ölçüsüne vurulursa hiç de sevilen bir şey olarak meydana çıkmaz.

Eğer o şey, başkasının nasibi ise çırpınman niçin? Çünkü o şey sana hiçbir zaman gelmez.

Yine o şey, ihtimal ki hiç kimsenin nasibi değildir, fitne ve tecrübe için yaratılmıştır. Böyle olduğuna göre, akıllı olan kimse nasıl nefsi için, böyle bir fitneyi ister. Ve kendine celb etmeği arzu eder?

Bu izahlardan anlaşılıyor ki; Bütün selamet ve iyilik, manevi hali muhafazada ve haddi tecavüz etmemededir. Avuç içi kadar dar yerde de kalsan, geniş sahalara da çıksan, her ikisi de sana göre müsavi olmalı ve yukarıda anlattığımız halini ve edebini muhafaza etmeğe çalışmalısın. Başını önüne eğ. Çok edepli ol. Daha da üstün vazife görmeğe çalış. Çünkü padişaha en çok sen yakınsın, senin kabahatin de çabuk görülür. Bu sebepten senin için tehlike daha fazladır.

Bulunduğun halin daha üstüne ve daha aşağısına geçmeği isteme. Orada sabit kalmayı, baki olmayı arzu etme. Bulunduğun vazifenin şeklini değiştirmeğe yeltenme. Böyle bir şey yapmağa senin bir salahiyetin yoktur. Böyle bir şey yaparsan nimetleri inkâr yolunu tutmuş olursun; bu ise, dünya ahirette sahibini utandırır.

Sonuna kadar, anlattığımız şeyleri yapmağa çalış. Neticede öyle bir hale gelirsin ki, o halde senin için bir makam verilir. Seni ondan hiç ayırmazlar. Sen de onun, Allah tarafından bir vergi olduğunu anlarsın. Böyle oluşun delili ve beyanı meydandadır, bunu bilir ve o halin devamına çalışırsın. Veliler için haller vardır. Ebdal için makamlar vardır. Ve sana hidayeti Allah nasip edecektir. (Ş. Abdülkâdir Geylâni-Fütuh-ül Gayb)

************************************************************

Devam edecek


TAFSİR LESSONS ÂLİ İMRAN (001-025) (21)

$
0
0

231

“Euzubillahiminesheytanirracim.”
“Bismillahirrahmanirrahim”

Dear fellows, today we come to a new stop for our journey in Qur’an’s country. Today we will continue our lesson with a new chapter. Sura of Al-u Imran.

The Al-u Imran chapter has taken its name from a family we have encountered in 33 verses. Hence the name, Al-u Imran means Imran’s family. According to the stories the “Imran” name is the name of the father of Moses and Aaron. It’s also the name of the grandfather of Mary, mother of Jesus. That’s why the family includes Jesus, Mary –his mother-, Hanne –her mother-, so with that family tree it also includes the prophets Zachariah and John the Baptist.

So whether the name is taken for the father of Moses and Aaron, or the grandfather of Mary, based on the event we will see in this chapter, it’s obvious the need for this name.

The chapter of Al-u Imran has Madina origin. Both in Otto, Ibn Abbas and Cafer chronologies, this chapter has come as the third after Baqarah and Enfal chapters. So the arrival and origin of this verse has no debate over it.

According to the records, the first 83 verses came down at the ninth year of Hejira, when the Necran Christians had visited the Islam country. That year had a reputation in history as Am-ul Mufit, The Year of Ambassadors. A large group of Christians in Necran came to Rasulallah when they had learnt that a country was founded by an Islamic prophet and the entire Arab Peninsula was included.

This team was a 64 people group. There were several famous religion scholars in it. These scholars were also the administrators of the Necran country. These people came to Rasullallah and they talked, debated for a few days in prophets masjid. They exchanged their thoughts and ideas. The most focused topic was of course the position of Jesus in Christianic ideology.

Some of the people in that group were taking Jesus as a part of holy trinity, as in one of the three elements of god, some were thinking him as the son of god.

Also some were mentioning him with the Holy Spirit and announcing Jesus as a god. So there wasn’t a consensus between themselves as well.

Rasulallah had argued with them about the origin of Jesus and finally the group gave up. But they didn’t give a straight answer to Rasulallah when they were asked to submit to Islam either. So Rasulallah invited them to Mulaene, a cursing. “Let’s each of us wish for a curse of Allah for the other. Whichever of us is on the path of truth for the ones who is gone astray.” Naturally with the warnings of sane and educated individuals from the group, they backed down from that invitation of mulaene. Because there were many scholars in that group which realized that Rasulallah was indeed a prophet of Allah. So they warned the Necran group saying; “A community which took a curse from a prophet surely gets it.

Rasulallah hosted the Necran group in Madina for days. They performed their religious prays and duties in prophets masjid with their own ways. Rasulallah hosted them with all his hospitability and sent them off after a few days. They accepted the sovereignty of Islam over their country and with that agreement the visit was ended.

Of course there might be some disagreements for the stories that indicates the reason of arrival for the first 83 verses was this. Because there were some verses among them which talk about or point the jews as well. It’s possible that those verses came down right after the battle of Badir or some during the battle.

The content of this chapter is about warning the Muslims for a danger we may call, “Becoming Christianic-minded”. As you remember the Sura of Baqarah was warning us about the dangers of becoming jew-minded. While we were translating Baqarah, we learnt the dangers of becoming jewminded, step by step with solid historical facts. And now, muslims has been warned about the dangers of falling into christianic mentality.

One of the biggest manifestation of the christanic-minded danger is interpreting the basic reference and main sources of religion, wrong. As in causing a falsification, a corruption in semantics. Haven’t the christians misinterpret some words and sentences in Bible, when they falsely give Jesus a godlike position. The ideology of three; the belief of trinity which we see it as a shirk; the father, son and holy spirit mentality; don’t you know that it is a belief manifested from the semantic corruption of some verses in Bible?

So while Qur’an wants us to pay attention to this fact, it warns us about closed meaning, figurative approaches. So we may name this tendency of misinterpreting the words or meanings of texts, corrupting the verses meanings unintentionally or intentionally which leads people to understand Allah’s words (mostly the closed meaning verses, the speeches which cannot be understood at first look, verses which point out signs of the unknown or the verses which tries to simplify the meanings of a difficult subject with humans simple words) totally wrong and false at the end; as the tendency of becoming christian-minded.

That’s why Qur’an handles the situation with a verse, the seventh verse of this chapter to establish a seperation for the entire Qur’an. In that verse the verses are seperated as closed meaning, figurative and open meaning, literal. The most obvious answer to the question of why this topic has been processed in this sura; is because it contains a warning for muslims against the dangers of falling into christianic mentality.

“Bismillahirrahmanirrahim”

1-) Eliif, Laaam, Miiiym;
1-) Eliif, Laaam, Miiiym. (A.Hulusi)
1 – Elif, Lam Mim, (A.Yusuf Ali)

We had made the tafsir of these “Hurufu Mukadda”, (Private Letters) in the first verse of Al-Baqarah. Now I want to dedicate the explanation here to the lesson we had studied there and move on without further information. And yet, it would be appropriate to give a short summary.

Eliif, Laaam, Miiiym; You may see this as “A-B-C” or “Elif-Be-Te-Fe”. Almost one fourth of the entire Qur’an’s chapter, the suras begin with these kind of letters. They are called “Huruf-u Mukadda”, “Private Letters” and they must be read seperately. As in letter by letter like they are a sentence on their own. That’s why they are also called private.

According to one explanation, these lettes are actually an explanation saying; “O humans, the text you hold in your hands, the text which Allah addresses you by, they are made from these letters. Look, Allah informs you the celestial message with these letters.” According to this aspect, if you put all suras which begin with Mukaddaat together, you see that they are always with one, two, three, four or five. They varies between one and five. Five at most, one at least.

An interesting coincidence since al words in Arabic language have one to five letters in it. They are either one lettered, two, three, four or five lettered words. You cannot find a single word which includes more than five letters in it. You might think about the message here like this then.” Here is the celestial speech, comes with a form of this languages form. Allah chose this language, this speech as a tool, a path to deliver the message to the entire humanity.”

One of the proofs for people who defend this aspect is; all chapters begin with Huruf-u Mukadda, also have references to revelations, Qur’an and celestial speech. There might be an opposition for this though. Because there are several chapters which talks about revelations and celestial messages but don’t start with these private letters. There are more than a few in fact. So it is possible to use the deductions of Caliphs Abu Bekir, Omar, Otto and Ali for this particular idea. “Every book has a secret, a mystery, a code, a key. Qur’an’s code, key is these letters.” Allah knows best. This chapter of Alu-Imran starts the speech with the introduction of Allah right after private letters. There are information about the celestial identity which says this.

2-) Allahu la ilahe illa HUvel Hayy’ul Kayyum;

He is Allah; there is no god or godhood, only ‘HU’ (the Name HU denotes the Absolute Essence, which can never be conditioned or limited by the corporeal worlds and/or any concepts. It is usually followed by another Name to signify the quality that becomes manifest through HU, in regards to the relevant topic), Hayy (life itself) and Qayyum (everything finds life and subsists with HU). (A.Hulusi)

Allah. There is no god but He,-the Living, the Self-Subsisting, the Supporter of all. (A.Yusuf Ali)

Allahu la ilahe illa HU Allah. There is no god, only Allah. El Hayy’ul Kayyum; So who is this Allah? Allah is the source, the foundation of life and existence. It’s an identity. This verse informs us about the celestial identity. Our Rabb begins with an introduction of Himself while addressing us, talking us. This way, we are able to understand the existence behind those words; the being who talks to humans,opens a dialogue with us. And we realize that Allah is the one who has no partners, no visual, no similar and Allah is the unique source and foundation of Allah life and existence.

So the message here is this. “You, the humanity which has met these text through the history, don’t you forget that you are also in this existence, your foundation is also Allah. Your sources belong to Allah. So don’t just act like you meet a random speech in front of Allah’s words. Don’t ignore while you read and listen the words of Allah. Don’t you ever forget that the existence who addresses you, who talks to you, who converses you is the source and foundation of all lives and existence, including yours.”

3-) Nezzele aleykel Kitabe Bil Hakki musaddikan lima beyne yedeyhi ve enzelet Tevrate vel Inciyl;

He, as the very reality itself, revealed what is in your hands (disclosed in your consciousness), the Book (knowledge of the reality and sunnatullah) confirming the Truth from the past. He had also revealed the Torah (knowledge disclosed to Moses) and the Gospel (knowledge disclosed to Jesus). (A.Hulusi)

It is He Who sent down to thee (step by step), in truth, the Book, confirming what went before it; and He sent down the Torah (of Moses) and the Gospel (of Jesus) … (A.Yusuf Ali)

Nezzele aleykel Kitab; Allah sent down the Book to you step by step. Bil Hakki musaddikan lima beyne yedeyh This book, this truth which stands the tides of time, which confirms all truth from the past, this celestial message… It is Allah who sent down to you step by step, one after another. The lima beyne yedeyh expression here has a literal meaning of between two hands, as in right in front of you, but if you add it to the whole verse the expression gains a metaphorical meaning of “All truths above time and space is also in the content of Qur’an.” More than it’s only about the old testaments, the message has a wider meaning which includes all the revelations from the past and the aspect of their permenancy.

In fact this expression doesn’t just points to a time period in the past. It is the opening of something right in front of you. As in the closest thing to a person. So what should we understand from this then? “All the essences of past revelations, all the permanent nature of the messages timeless truths has reached to you. and this book contains all of them. It is Allah who sent down such a revelation to you. ve enzelet Tevrate vel Inciyl; This meaning we discussed until now is proved by this last sentence. Allah had sent down Torah and Gospel as well.

Tora is the Hebrew name of law, hence the name. It is also called Pentatoc. Accoring to old greek language it means first five books. Today we called Tora as the first five books of Bible. We see the Tora for that five books within Bible.

Also when Qur’an talks about Tora, the message is directly about that section. Otherwise the Bible which contains Old and New Testaments isn’t called the Tora since it contains the 39 books which belongs to the entirety of Isrealian prophets. Qur’an never calls it Tora anywhere in its verses. It is referenced as Book. But we know that here Qur’an points the direction of the first five books of Bible when it mentions Tora.

Gospel name comes also from a greek origin of the word evangelic or evangelos which also has a meaning of herald in the same language. As you know the Gospel is the name of the first writings which was collected after the 60. year of Jesus’s death. But if you ask that this Gospel is the truth Allah mentions in Qur’an, then I say it is obvious that Gospel mentioned in these verses are nothing but the truths revealed to Prophet Jesus.

4-) Min kablu huden lin Nasi ve enzelel Furkan* innelleziyne keferu Bi ayatillahi lehum azabun shediyd* vAllahu Aziyz’un Zuntikam;

As HUDA for people (to guide them to the reality, to show them the right path). He also revealed the Furqan (the ability to distinguish right from wrong, the good from the bad). Certainly, those who cover and deny the signs of Allah (the manifestations of His Names) will have severe suffering. Allah is the Aziz, the Zuntaqim (enforces the consequences of actions without any sympathy). (A.Hulusi)

Before this, as a guide to mankind, and He sent down the criterion (of judgment between right and wrong). Then those who reject Faith in the Signs of Allah will suffer the severest penalty, and Allah is Exalted in Might, Lord of Retribution. (A.Yusuf Ali)

Min kablu huden lin Nas In the past, Allah sent down the truth as a guide o humanity. ve enzelel Furkan Allah also revealed the Furkan.

Furkan is a feature of revelations. Not just Qur’an. It’s a feature of all revelations and Qur’an is also included. So it’s not just specific for Qur’an. This Furkan feature is used for both Qur’an, Gospel and Tora and other revelations. So it has a feature of including all Allah’s messages. What is this feature then? It’s the criterion of differentiating the right from wrong, good from bad, true from false, hakk from superstitions, beautiful from ugly. That’s why all revelations have this feature. And since Qur’an has Furkan, it becomes the first and foremost feature. And also the reason why one of the other names of Qur’an is Furkan.

innelleziyne keferu Bi ayatillahi lehum azabun shediyd For those who deny Allah’s messages, they will have severe sufferings. vAllahu Aziyz’un Zuntikam; Allah is Aziyz (Exalted in Might) and Zuntakiym (Lord of Retribution)

Dear friends, our Rabb introduces the revelations in this verse. In fact he has been revealing His identity since the last verse. We understand from these verses that what form of Allah we have been addressed, how has Allah addressed us. We also realize these verses have big blessings for us. These verses show us the true meanings of Allah’s taking notice of us humans, turning to us and sending us messages.

Of course we also see here with metaphorical expressions of people who become alienated from revelations and how great suffering they will meet, a horrible catastropy they will fall. Actually coming this verses end with a form of Aziyz and Zuntikam, as in introducing Allah as Aziyz’un Zuntikam; shows us two distinctive names of Allah. Allah being Aziyz means even the entire humanity unite against Allah’s words, even they all rebel against Allah, Allah wouldn’t lose anything from His might. Nothing can shake Allah’s might. Allah also is Zuntikam Lord of retribution, owner of revenge.

To be accurate, it’s not revenge as we come to an understanding in our lives. Those are obviously metaphorical expressions. These words are used to simplify the truths of the unknown and truths of Allah’s being for simple human minds. Otherwise it is impossible to describe these names with their full meanings. But it is clear that revenge holds the meaning of punishment, retribution by its nature.

So here, Allah expresses, He will punish those who betray Allah and defy the messages, the revelations.

5-) InnAllahe la yahfa aleyHİ shey’un fiyl Ardi ve la fiys Sema’;

Allah! Nothing in the heavens (the dimension of consciousness – angelic realm – the quantal dimension; the essence of matter) and the earth (dimension of matter – the body – the earth) is hidden from Him (because He comprises the essence of everything with His Names. Concepts such as hidden or apparent apply only to ‘things’ or thingness)! (A.Hulusi)

From Allah, verily nothing is hidden on earth or in the heavens. (A.Yusuf Ali)

InnAllahe la yahfa aleyHİ shey’un fiyl Ardi ve la fiys Sema’; and after this, Allah wants us to take attention to His identity and orders us: Nothing is hidden on earth or in heavens from Allah. Nothing on earth or in heavens is a secret for Allah, hidden from Allah.

This expression in this verse gains a very different meaning within this group of verses which talks about Allah. According to this, not only the actional attitude of humanity for revelations is revealed and accounted for but the heart and mind are also within Allah’s gaze. If nothing is hidden on earth or in heavens from Allah then how can a man hide his attitude about the speech of Allah from Him? This attitude whether in his heart or in his mind or in his behaviours; Allah surely knows about them all. And continues.

6-) HUvelleziy yusavvirukum fiyl erhami keyfe yesha’* la ilahe illa HUvel Aziyz’ul Hakiym;

It is HU who shapes (forms, programs) you in the womb (mother’s womb – in Arabic rahim; the productive mechanism within your essence: rahimiyyah) as He wishes. There is no god, only HU, the Aziz, the Hakim. (A.Hulusi)

He it is Who shapes you in the wombs as He pleases. There is no god but He, the Exalted in Might, the Wise. (A.Yusuf Ali)

HUvelleziy yusavvirukum fiyl erhami keyfe yesha’ who shapes you in the wombs as He pleases. Why is it needed for an expression like this. Remember the entry of this chapter. First verses indicated that Allah is the source of existence, right? Both the source and fountation of exitence. So now, Allah as the source of life and existence explains how He creates here. As in how is Allah El Hayy, El Kayyum? How is Allah be the source of life and Absolute Life. This verse explains this fact.

HUvelleziy yusavvirukum fiyl erhami keyfe yesha‘ It is Allah who shapes you in the wombs as He pleases. la ilahe illa HU Yes, here it is again. There is no god, only Allah. And Allah is vel Aziyz’ul Hakiym; Exalted in Might. Above all imperfection, the perfect one. Allah is Mighty and all Might comes from Allah. Even all existence go against Allah, nothing is lost in Allah’s might. But also, there is wisdom for everything Allah does.

So if you ask a question like this; why did Allah create people who go against Him, who rebel Him, who disobey His orders, who turn their backs to Allah even Allah shows the mercy to face them; why did Allah create man who have this attitude of pushing Allah away? Here is the answer. Because Allah is Hakiym. Allah has wisdom. If there is no evil, can goodness be known? If there is no uglyness, what would be the value of beauty? You cannot appreciate the light if there is no darkness.

7-) HUvelleziy enzele aleykel Kitabe minhu ayatun muhkematun hunne Ummul Kitabi ve uharu muteshabihat* fe emmelleziyne fi kulubihim zeygun feyettebiune ma teshabehe minhubtigael fitneti vebtigae te’viylih* ve ma ya’lemu te’viylehu illAllah* ver Rasihune fiyl ilmi yekulune amenna Bihi kullun min indi Rabbina* ve ma yezzekkeru illa ulul elbab;

It is HU who has revealed to you the KNOWLEDGE (Book). Some of its signs are clear (open and net commands) and comprise the basis – foundation of the knowledge (Book) – and some of it is allegorical (metaphoric and symbolic expressions). Those with deviation (ulterior motives, distorted thoughts) in their hearts, judge with the allegorical verses, interpreting them for the purpose of causing provocation. Only Allah knows their (true and precise) interpretation. Those who are grounded in knowledge (deep contemplators) say, “We believe, all of it is from our Rabb.” And none can discern this except those who have reached the essence (the intimates of reality through whom Allah hears, sees and speaks; ulul albab). (A.Hulusi)

He it is Who has sent down to thee the Book: In it are verses basic or fundamental (of established, clear meaning); they are the foundation of the Book: others are not entirely clear. But those in whose hearts is perversity follow the part thereof that is not clear, seeking discord, and searching for hidden meanings in it, but no one knows its interpretation except Allah. And those who are firmly grounded in knowledge say: “We believe in the Book; the whole of it is from our Lord:” and none will grasp the Message except men of understanding. (A.Yusuf Ali)

HUvelleziy enzele aleykel Kitab Again Allah is the one who sent down to you the Book. This part came exactly like this before as you remember. But here we see it again. Especially for the prophet first reader of this verse and following him, all the old and modern readers of this verse. It says again; Allah is the one who sent down to you the Book. You should put yourselves for the “you” part in this verse and think like these verses came down for “you.” Like you are the ones who take the verses. You are directly in contact with Allah and Allah is in contact with you. If you see the situation with this heart, with this state of mind, you’ll see that your perception becomes different.

minhu ayatun muhkematun hunne Ummul Kitab Some of its verses are clear and absolute. ve uharu muteshabihat And some of its verses are, muteshabih. We should stay on this topic for a while. Muteshabih.

Muteshabih means similar. Look alike, similarity. But this classification is used in only one place in Qur’an and it is this verse. In fact this verse we have been reading is one of the key texts in Qur’an. This particular expression… This sentence is one of the key text to realize the true meaning of Qur’an. If a person is willing to approach this celestial message, if he is willing to put this text to a classification; he should take this expression in this verse unders serious consideration.

There are some key texts in Qur’an to help people opening the truths to humans. This text is one of the keys, the first one in fact. This sentence gives us the seperation between Muhkem (Clear) and Muteshabihat (Unclear).

Muhkem, clear, strengthened, clarified, absolute. We just translate muhkem. We open it, open its meaning and translate. But there’s also a muteshabih. Not with a single meaning, not clear, hard to understand with first glance or never to be fully comprehended alone. Those are muteshabih. So what do we do with those verses? We use Te’vil.

Clear verses give us the answer for “What does Allah say?” It’s their purpose. But unclear verses always comes with questions like, “What’s the message of Allah here, what should we understand from it?” And right at that time we should be able to explain Allah’s intented message there. This is what te’vils difference from simple translations. Clear verses explanation lays on the literal semantic areas. Unclear verses explanation is morely in lexical semantics territory.

For these unclear verses, or the verses which involve symbolic or alegoric expressions, we can say that they are the Windows opening to the unknown. You can seperate the text into two sections. The side which forces people minds, challenge their comprehensions; more truely the side which cannot penetrate peoples doubtful mind blocks and gush out from the minds withour fully absorbed. It’s two sides. Almost like one side faces the earth and the other side looks at the greatest of the greatest. This dimension which exceeds the norms of texts, this is the dimension of muteshabih, unclear. We can seperate these verses in three sections.

1-The symbolical expessions. The expressions about Allah, angels, djinns, devil, heaven or hell. All relevant verses may be included this section. They gain unclear verse titles because of their being the keys to unknown natures. Unknown involves the truths beyond humans simple comprehension. The verses about these topics. As in the verses about Allah, angels, djinns, heaven, hell or afterlife, their jobs are limiting the truths of the unclear to a level of humans simple comprehension. They turn the truth to human language. Or we can say, they translate a far beyond language to a human tongue.

Of course in that process, the chosen words are from humans language. The images created are from humans material natures. The things people already be known to them. Like to describe heaven, the garden word is used. But people at least know that the metaphorical garden here has no similarity with a simple garden as we know it. Not with a leaf, not with a tree or water as we come to realize. A garden beyond humans capacity, a garden we cannot compare with anything. That’s why these expressions are only symbolic, metaphorical. We should understand that these particular words are chosen only to appeal our comprehension, only to simplify the uncomprehensible truths to limited human minds. Beyond that, they are in the territory of unknown, impossible to grasp the full potential of the truth.

2-Second type of unclear verses is the imaginative expression of a difficult thought. As in an ungraspable concept. For example; the creation of universe. Knowledges beyond our minds horizon. To be able to explain such an existence, a person should push his mind to the limit. So naturally it is impossible to describe such expressions via the things humans are familiar with.

That’s why when Qur’an describes truths, existences like these it uses the anaphor methods like it does for the creation of universe. Qur’an uses anaphoric expressions. The creation of existence, the story of Adam. The manifestation of first people, Allah’s actins over existence and the relation between Allah and people fall under this category.

All these are difficult to explain. They are high and hard thoughts. So naturally it is not possible to fit these thoughts into simple linguistic terms. That’s why it is inevitable to use metaphors to reach the limits of spoken language as well as readers minds. This is the second type of unclear verses.

3-Third type is explaining a simple thought with the enrichments of a language which is called belagat (eloquence). You may come across verses like these. Mainly it is easy to understand an idea with a few and clear words, concepts people may grasp without any effort. But Qur’an may use a mighthy language, an incredible style, a high declaration at that moment. This is one of the method Qur’an uses to address people and deliver the message. So as you can see unclear verses can be collected under these three categories. And all the verses in Qur’an are either muteshabih (unclear) or muhkem (clear) verses.

fe emmelleziyne fi kulubihim zeygun Why did Qur’an make a classification like this. The classification of clear and unclear verses… Qur’an doesn’t explain this just that we know. Actually making this seperation Qur’an wants us to notice a faith problem. This problem is no other that becoming christian-minded itself. Giving other meaning to celestial messages than it’s intended one, abusing the message, blurring the speech. This is another method of corrupting. You may call this the corruption of commentary.

There are two distinct methods are used to destroy celestial messages. It’s either destroying the text itself or pulling the meaning to other sides and giving the celestial messages false meanings, meanings that Allah doesn’t want us to fall into. This is the method Qur’an is warning us here, this second type of corruption and it says;

fe emmelleziyne fi kulubihim zeygun Those with deviation in their hearts, those who have bent, corrupted hearts, feyettebiune ma teshabehe min they go after the muteshabih parts. People who have deviation in their hearts, they go after the unclear parts of celestial messages. Why is that? Sometimes to expoit. Sometimes to abuse. Sometimes because it doesn’t go with their business or just plain they don’t like the message itself. Their inner selves don’t like what the message says. Sometimes they think themselves as a riot against Allah. Because they want to revolt. Also there are some devious hearted people go after the unclear verses because it doesn’t go with their agenda. Whatever the reasons may be, there are always those types of people come throughout the history. Their role is to corrupt the sources of references for faith and belief, even today there are people who undertake this hideous task.

feyettebiune ma teshabehe minhubtigael fitneti vebtigae te’viylih So why they go after these unclear parts; to create sedition. Simply to plant the seeds of corruption in society. Or to make their own Te’vil. Qur’an brings forward these two agenda. To create sedition and to make different Te’vil. What is the reason for Te’vil in this situation? Like I counted before, maybe they have their own plans or they simply don’t like the message itself. Their choices wouldn’t go with Allah’s choice. They are either politically or economically in contradiction with Allah’s orders. Allah’s message. That’s why they choose the way of corrupting the meaning of message instead of trying to destroy or deny it. They bend, they warp, they distort. But where is the real distortion in this scenario? In their hearts. Because those who have distorted eye sight, cannot see the truth right.

And this is the reason why they search the fault, the error, the distortion in what they look, not in their eyesight. They should look for it in their hearts. People who approach the truth with a warped heart, cannot see its nature. Qur’an doesn’t show the truth to people who appoach it with a distorted heart. That’s why Qur’an is shifaa-ul lil mu-minin, cure for those who show faith to itself.

…ve la yeziyduz zalimiyne illa hasara; Isra/82. We reveal Quran, healing and grace for those who believe! But this only increases the frustration of the wrongdoers. Qur’an only increases the harm and frustration of those who have distorted hearts.

ve ma ya’lemu te’viylehu illAllah No one but Allah knows its Te’vil. In other words, we cannot comprehend the truths with their full potential since Allah reduced them to metaphoric expressions, allegoric words in order to make them understandable for mere human minds. Trying to make all those mighty truths fit into our limited mind worlds is impossible. We can only comprehend these truths with similarity principles.

For example we understand heaven as the garden metaphor. Out minds can make way to understanding the concept of heaven by using this abstraction. Beyond that our mind capacity must be more than current state. Beyond that, our minds either go to heaven and see for themselves our need to explore the concept with other ways. Some truths of the unknown are beyond humans grasp.

So we have no choice but to understand the concept with metaphors. We cannot have the capacity to go further than that. We only see the simple copies. It’s not the same as the original. The original is something else entirely. This is the truth that wants to be told here. ve ma ya’lemu te’viylehu illAllah no one but Allah knows its true te’vil, true form.

ver Rasihune fiyl ilmi yekulune amenna Bihi kullun min indi Rabbina those who are grounded in knowledge say: “We believe in the Book, we believe it entirely. kullun min indi Rabbina the whole of it is from our Rabb. They don’t show any hesitation? Why? Because they observe the situation with faith.

Faith is a pre-knowledge. People who have no pre-knowledge of faith and try to reach the celestial messages, surely cannot handle the weight of the truths in these texts. That’s why faith is a necessity in all this. Faith gives humans a front knowledge. With that knowledge, a person may read the subtexts in this text. He can be one with the truths. With the help of celestial messages, a transaction starts with these words and human heart. This is only possible with faith. This is also the reason why Allah starts this text with introducing Himself. Allahu la ilahe illa HUvel Hayy’ul Kayyum; The words starts with that. If you have no faith, if you have no pre-knowledge, the necessary tools, you cannot establish a connection with celestial messages in your hearts and you cannot open your hearts to the very secrets of holy words.

ve ma yezzekkeru illa ulul elbab; The most beautiful expression about the truth came at last at the end of the verse. Only the people of deep understanding may notive these heavy truths. Yes, these truths we have been told since the beginning of this verse, these classifications of truths, the truths we should open ourselves and download to out mind worlds; only the men of deep undertandings have this potential to fully grasp the concept.

8-) Rabbena la tuzig kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lena min ledunKE rahmeten, inneKE entel Vehhab;

“Our Rabb, after giving us guidance (enabling us to recognize and discern the reality) do not turn our consciousness (back to the illusory identity – ego based existence), and bestow your grace upon us from your Self (ladun; the potential of the Names comprising my essence). Most certainly you are the Wahhab.” (A.Hulusi)

“Our Lord!” (they say), “Let not our hearts deviate now after Thou hast guided us, but grant us mercy from Thee; for Thou art the Grantor of bounties without measure. (A.Yusuf Ali)

Rabbena Our Rabb! Right here, the celestial mesage of Qur’an turns into a pray rising from humans language to Allah’s domain. It almost like Allah teaches us to pray and what should we want from Him. We learn the needs of ours from Allah again. And we also learn something else. We realize the problems we encountered above are mainly a heart problem, a faith problem and to avoid them, we use this pray.

Rabbena la tuzig kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lena min ledunKE rahmeten O our Rabb, after giving us guidance, after making us reach the right path, don’t let our hearts deviate, lost their ways. ve heb lena min ledunKE rahme and bestow your grace upon us from your Self inneKE entel Vehhab; For you are Wahhab, The Grantor of bounties without measure. This is the reason why we ask from you a part of your unlimited and unconditional blessing. This blessing we have asked for is nothing but the constant truth in our hearts, since you are the one who can turn hearts.

Heart means fickle. It cannot stay in one place for long. It’s nature is not constant. The revolution comes from the same root. Always in motion, so we can assume that the power of heart doesn’t have a center. This power is difficult to pinpoint. If you search for people we can see this fact. Some peoples hearts are in their egos. Some are in their stomachs. Some peoples hearts look for their minds for power and some search for their souls. Other peoples hearts may have more terrible places, like down as in lust.

That’s why the real message here is the pray. The linguistic root, foundaton meaning of heart points out this fact. But beyond that I want you to pay attention to the pray, what should we ask from Allah. Moving on.

9-) Rabbena inneKE camiun Nasi liyevmin la raybe fiyh* innAllahe la yuhliful miy’ad;

“Our Rabb, you will surely gather mankind in a period of whose coming there is no doubt. And never will Allah fail to fulfill His promise.” (A.Hulusi)

“Our Lord! Thou art He that will gather mankind together against a Day about which there is no doubt; for Allah never fails in His promise.” (A.Yusuf Ali)

Rabbena inneKE camiun Nasi liyevmin la raybe fiyh Our Rabb, you will surely gather mankind together in that Day which there is no doubt. innAllahe la yuhliful miy’ad; for Allah never fails in His promise

After teaching us this pray, our Rabb shows us the way of how to call for Allah, how to approach the revelations rightly and how to possess a heart like this. And it is time to learn about people who choose denial because they lack these features. Here Allah says;

10-) Innelleziyne keferu len tugniye anhum emvaluhum ve la evladuhum minAllahi shey’a* ve ulaike hum ve kudunnar;

Certainly for the deniers neither their wealth nor their children will benefit them against what becomes manifest from Allah. They are fuel for fire. (A.Hulusi)

Those who reject Faith,- neither their possessions nor their (numerous) progeny will avail them aught against Allah. They are themselves but fuel for the Fire. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne keferu Those who cannot have these hearts, those who reject Faith; len tugniye anhum emvaluhum ve la evladuhum minAllahi shey’a neither their possessions nor their children will benefit them, help them against Allah. The verse says, no possessions, no children, no wealth, no position basically nothing from earth may help a person to stand against Allah. Those who leave Allah will fall into the pull of materials, o friends. Those who leave Allah falls into earthly stuff. And when someone is pulled by materials, that things always pull you further from Allah. That’s why you should hang on to Allah’s blessings, Allah’s mercy with your hearts all the time. That’s the only way of saving yourselves if or when you fall in to earths pull. So that you avoid being lowest of the low (estel-i safilin)

It is like being caught to a flood. A human is like a ship, a heart is like a ship in fact. All the things in this world is an ocean. If the water stays out of the ship, destination doesn’t change. And water is good for the ship if used properly. Like the wealth and position a person have may help him go further if used properly. But if the water is in the ship, surely the ship will sink.

If the world gets into the heart, if the possessions, positions fall into hearts, if money, gold, silver or any kind of earthly gains find their ways to heart; it is the same meaning as the water finds its way to ship. It is the first step of sinking. The souls who hold on to Allah rises. The bodies who hold on to stuff, falls. That’s why your bodies stay on earth with all materials. If you improve, if you work with your souls side, that you may be able to save yourselves from earths pull. Only then you may find peace among great souls. ve ulaike hum ve kudunnar; Those who fall into earthly stuff, they are the fuel for fire.

This is a metaphoric expression like the one above. This verse is among the muteshabih (unclear) verses. Them, being the fuel of fire. Neither can I describe what kind of fire this is nor any of us comprehend. But we are told that this truth is like a material on earth, a burning thing and that’s it. But what kind of fire will it be? Nothing like we have seen before, that’s for sure. This fire will be a catastropy that we have never encountered before. But in our mind world, in our living material concepts, this high truth can only be described with these words. So we take these words as they are and comprehend the situation as it is.

But the people of knowledge, people who have deeper understanding, they don’t downsize the truth to simple metaphors even they are also told the situation with the same simple words. They don’t forget that the real truths have a higher degree, higher value. They don’t think about the simple earthly fire as we know it when they hear the word “fire”. They can see the deeper truth behind those words and comprehend the concepts.

Here, Qur’an gives us an example about the people who treat the celestial message like they are blind and deaf, people who cannot reach the holy revelations as they should. The example is from our history and this historical fact is about the era of pharaohs.

11-) Kede’bi ali fir’avne velleziyne min kablihim* kezzebu Bi ayatina* feehazehumullahu Bi zunubihim* vAllahu shediydul ikab;

(Their course) is just like the dynasty of the Pharaoh and those who came before them. (They had) denied our signs (the manifestations of the Names). And Allah seized them in their error. Allah is severe in recompense (severe in enforcing the due consequence of an offence; shadid al-iqab). (A.Hulusi)

(Their plight will be) no better than that of the people of Pharaoh, and their predecessors: They denied our Signs, and Allah called them to account for their sins. For Allah is strict in punishment. (A.Yusuf Ali)

Kede’bi ali fir’avne velleziyne min kablihim Yes. Their course as in the people who are described above as the rejectors of Faith and people who turn their backs to Allah and pulls back to the earths glamours life of vanity. Their course is just like the dynasty of the Pharaoh and those who came before them.

Qur’an makes a comparison here. Just like Qur’an pulls this example of pharaohs who live hundreds, thousands years ago to the people of Qur’ans first readers in seventh century, we also may pull these examples today from the time. We may see the targets of this verse even today. Just like the groups, societies and masses we encounter today, we can compare them by their courses and the similarty of these courses with the pharaohs and other wrong pathed groups.

What did they do? What are the common features which helps us define them? How can we seperate them from others? This kezzebu Bi ayatina They denied our messages. How can one be pharaoh, how can a society become a pharaoh society. The first feature is this. kezzebu Bi ayatina They denied our messages.

So what is the result? What will happen to a society which denies the celestial messages and slander the revelations Allah sent down? feehazehumullahu Bi zunubihim And Allah seized them in their errors. vAllahu shediydul ikab; For Allah is strict in punishment.

12-) Kul lilleziyne keferu setuglebune ve tuhsherune ila cehennem* ve bi’sel mihad;

Say to the disbelievers (those who deny the reality), “You shall be defeated and gathered in hell… How wretched a resting place!” (A.Hulusi)

Say to those who reject Faith: “Soon will ye be vanquished and gathered together to Hell,-an evil bed indeed (to lie on)!” (A.Yusuf Ali)

Kul lilleziyne keferu setuglebune ve tuhsherune ila cehennem Say to those types, those people who take denial as a job, who resist on denial, say to them; setuglebune you will be defeated. Say to those infidels, those deniers, those ungreatfuls, those blasphemers who turn their backs to Allah after Allah showed His grace by addressing them, those revelation deniers; setuglebune you will be defeated.With your attitudes you will surely be defeated. You will, because you raise your flag against Allah. You become arrogant to Allah. You turn your backs to Allah’s message. You turn your backs to the truth. And the price of rejecting the truth is losing both on earth and in afterlife.

Lose what? First of all, losing yourselves. Because you cannot turn your back to Allah without turning back to yourself. You cannot deny the facts of Allah without denying yourself. That’s why a person who close his eyes to his own truths becomes a stranger to himself. Once he become a stranger to himself, he become a stranger to earth. This process finally leads him to defeat. This is the definition of defeat.

Defeat of what, then? Defeat to earth, you will be vanquished by the things you think you own. You will be defeated to position even you have a greater value than mere materials. Even you have a greated honor than your wealth or your house, your job, your car; even you have more honorable that all of them, in the end those things without any value, those dishonorable materials will defeat you. They will conquer you. Your backs will be floored in this match. You will face the defeat. Because this things you think you own, will own you at the end. The reason is because you turn your backs to Allah. Remember the words above;

en tugniye anhum emvaluhum ve la evladuhum minAllahi shey’a Neither their stuff nor their children will help them stand against Allah. This verse is like a follow-up for this truth. setuglebune ve tuhsherune ila cehennem you will be defeated and exiled to Hell. What an evil bed it is! ve bi’sel mihad; what a wreched bed, what an evil cradle it is.

Actually mihad; comes from mehd. The cradle, which is more meaningful. Because people who have a final destination as hell are spiritually in a kids level. Of course we don’t mean as a purity or innocence, they aren’t clean as a baby but their souls are not grown. Their minds are not fully developed. Their perceptions, their foresight, judgement skills are not developed. They have no sense of seperation the good from bad. Actually they have no developed skills as a soul. That’s why their destination will be thir wreched cradle. They will be bundled in that terrible cradle.

13-) Kad kane lekum ayetun fiy fieteynil tekatâ* fietun tukatilu fiy sebiylillahi ve uhra kafiretun yeravnehum misleyhim ra’yel ayn* vAllahu yueyyidu Bi nasrihi men yesha’* inne fiy zalike le ‘ibreten liulil ebsar;

The truth is there were signs for you and a lesson to be taken from the two groups who met in opposition. While one group was fighting for the cause of Allah, the others were deniers; (the believers) saw with their own eyes that (the deniers) were twice their number. But Allah supports whom He wills with His aid. Certainly there is a great lesson in this for those with insight. (A.Hulusi)

“There has already been for you a sign in the two armies that met (in combat): One was fighting in the cause of Allah, the other resisting Allah. these saw with their own eyes twice their number. But Allah doth support with His aid whom He pleaseth. In this is a lesson for such as have eyes to see.” (A.Yusuf Ali)

Kad kane lekum ayetun fiy fieteynil tekata There is a message for you in the two armies that met in combat. fietun tukatilu fiy sebiylillah One was fighting in the cause of Allah kafiretun yeravnehum misleyhim ra’yel ayn the other resisting Allah yeravnehum misleyhim ra’yel ayn They, true believers… Most of the translators say the situation here is the battle of Badir. But just as the owner of the verse wants us to pay attention to the fact, the conclusion we arrive is a fact throughout the history. The active subject of history is not with the crowds but the few, the ones who have discipline and faith. The passive objects of history are the crowds lack of discipline and faith and accept theit fate as passive crowds or groups. Yes.

So this verse brings out this fact and expresses these truths by saying; There is a sign for you in the two armies met in combat. One was fightings in the cause of Allah and the other resisting on denial.

ve uhra kafiretun yeravnehum misleyhim ra’yel ayn* they, the true believers saw with their own eyes twice their number. Faithfuls look at infidels and see them twice their number. In Badir battle it was three in fact. The infidels were three times crowded from believers. The faithfuls are just 300 people and the Meccan heathens were 1000 well-armed, well-geared army. So if you take the situation as an expression of truth above time, you may approach the concept with more understanding.

vAllahu yueyyidu Bi nasrihi men yesha’ Yes, what is the main thing here? It is about whom Allah supports, which side is accompanied by truth. That’s why Qur’an says, Allah helps whoever He wishes. You don’t need a single thing if you already have Allah’s support, if you have a shelter, an aid, a friend as Allah. If you don’t have Allah, then what can you have? At this point having Allah as your support is a gain comes from your faith, discipline and effort. It is all about your value.

inne fiy zalike le ‘ibreten liulil ebsar; Certainly there is a great lesson in this for those with insight. Of course people with insights may surely read the laws of history. They read and they see. The truth shows that even with a small number of people with true mind, the few real thinkers, even they don’t have enough to stand against big crowds at first glance, they always be victorious against the rest of people, against the big and undisciplined crowds. That’s why it is a shame for who trust only the number of people with him. It is important to be with Hall, not to be with crowd. People who choose their sides just by looking where the crowd are the ones been forgotten among active subjects, among those with faith, mind and discipline.

kem min fietin kaliyletin galebet fieten kesiyraten Bi iznillah Bakara/249 Remember the verse explained the incident of Talut and Calut. There are many incidents in history like this one. A small group of people stand victorious over many crowds with their faiths and disciplines.

14-) Zuyyine linNasi hubbushehevati minen Nisai vel beniyne vel kanatiyril mukantareti minezzehebi vel fiddati vel haylil musevvemeti vel en’ami vel hars* zalike metaul hayatid dunya* vAllahu ‘indehu husnul meab;

Beautified for the people is the desire to indulge in the pleasures of women and children, heaped up sums of gold and silver, noble horses and cattle. However these are but transitory pleasures of the world. But Allah… The most beauteous goal (to attain) is with Him. (A.Hulusi)

Fair in the eyes of men is the love of things they covet: Women and sons; Heaped-up hoards of gold and silver; horses branded (for blood and excellence); and (wealth of) cattle and well-tilled land. Such are the possessions of this world’s life; but with Allah is the best of the goals (to return to). (A.Yusuf Ali)

Zuyyine linNasi hubbushehevati Beautified for the people is to have passionate love. What is this passionate love, the targets of this desire? minen Nisai women vel beniyne kids, especially sons vel kanatiyril mukantareti minezzehebi vel fiddati wealth in the forms of gold and silver vel haylil musevvemeti horses, high-priced and favorite horses vel en’ami herds and flocks vel hars lands, terrains, crops… All of these are beautified for the people is to have passionate desires and love. Qur’an says this.

In fact these were the targets of that eras desirable objects.You may transfer them to our days and change or multiply them by looking at your desires. zalike metaul hayatid dunya All those are earths temporary values. All those listed above are earths temporary values.

vAllahu ‘indehu husnul meab; but with Allah is the best of the goals. Really; which future do you want? Choose which future is really for you, then you may measure the worths of everthing whether they are really worthy or not. If your measure of worth is your lust, then you should read this verse again. Because you will surely find your greatest values among the things listed above. An important anecdote hubbushehevat the love of lust; the verse talks about a passionate desire. A passionate love. But in reality this is not love, this is by all means, desire. Friends; desire chains you, love sets your free. That’s why here the topic is about the things that put your hearts in chains, things that bind your hands, block your minds with invisible ropes; basically earthy desires for the things like women, kids, stuff or wealth. This desires are the ones which turn a person completely blind to truths including his eternal future. They tune a persons priorities to temporary future and make him sacrifice this eternal happiness for small earthy price. This verse is a danger sign for all these.

15-) Kul eunebbiukum Bi hayrin min zalikum* lilleziynettekav inde Rabbihim cennatun tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha ve ezvacun mutahharetun ve ridvanun minellah* vAllahu Besiyr’un Bil’ibad;

Say, “Shall I tell you of something even better than all of this? For those who are protected in the sight of Allah there are Paradises underneath which rivers flow, they will reside therein eternally. There they will have pure spouses (this could also denote the spouse of consciousness; a perfect body free from any ailment) and the pleasure of Allah. Allah, as the essence of His servants, is the Basir. (A.Hulusi)

Say: Shall I give you glad tidings of things far better than those? For the righteous are Gardens in nearness to their Lord, with rivers flowing beneath; therein is their eternal home; with spouses purified; and the good pleasure of Allah. For in Allah’s sight are (all) His servants,- (A.Yusuf Ali)

Kul eunebbiukum Bi hayrin min zalikum Say, “Shall I tell you of something even better than all of this? lilleziynettekav inde Rabbihim cennatun tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha For the righteous, for the ones who know their responsibilities for Allah are Gardens in nearness to their Rabb, with rivers flowing beneath; therein is their eternal home; ve ezvacun mutahharetun with pure spouses ve ridvanun minellah* and more which is the greatest of all, the pleasure of Allah. vAllahu Besiyr’un Bil’ibad For in Allah sees all His servants,

Allah’s sight including all His servants or a persons actions are all seen by Allah; these are in the domain of the word basiyr. There is a unity here. That’s why I translate it as a whole. Seeing something completely, not just the visual outside actions but the intentional inside ideas as well. Not just bodies but the hearts as well. Allah sees not just material actions, Allah sees the content of minds as well. Sees and decides the fate accordingly.

We also see in this verse a form of simplyfing an unknown concept for human minds . In this verse people are informed with gardens with rivers flowing beneath and pure spouses. Actually those are all metaphors for unclear concepts. They are all truths of the unknown but they are reduced to simple words so that people may understand with their limited perceptions.

16-) Elleziyne yekulune Rabbena innena amenna fagfir lena zunubena ve kina azaben nar;

They will say, “Our Rabb, we have indeed believed. Forgive us our faults and protect us from burning (suffering).” (A.Hulusi)

(Namely), those who say: “Our Lord! we have indeed believed: forgive us, then, our sins, and save us from the agony of the Fire;”- (A.Yusuf Ali)

Elleziyne yekulune Rabbena innena amenna fagfir lena Our Lord! we have indeed believed: forgive us, zunubena forgive our sins ve kina azaben nar and save us from the agony of the Fire. Very clear. Moving on.

17-) EsSabiriyne ves Sadikiyne vel Kanitiyne vel Munfikiyne vel Mustagfiriyne Bil eshar;

(They are) the patient ones, loyal, content (in submission with the comprehension of their servitude), they give (to the needy) and ask for forgiveness for their inadequacies in the early morning (the process of awakening). (A.Hulusi)

Those who show patience (firmness and self-control); who are true (in word and deed); who worship devoutly; who spend (in the way of Allah); and who pray for forgiveness in the early hours of the morning. (A.Yusuf Ali)

EsSabiriyne Patient ones; people who show patience agains challenge ves Sadikiyne loyal to their promises of faith,people who submit to Allah and won’t bow down to anything or anyone, vel Munfikiyne people who spend in the way of Allah, vel Mustagfiriyne Bil eshar; who pray for forgiveness in the early hours of the morning. Or like Ibn. Mansur explained in his Lisan-Arap book, this also means from heart, from soul, from the depth of a persons essence. People who ask for forgiveness from the depths of their souls, hearts and essences. What about all those people then? Like the verse above actually, Allah sees them. Allah sees them all.

O our Rabb, we show faith to you. Forgive us, forgive our sins and protect us from the suffering of fire. People who say this, who show patience, resistance, show loyalty to their faith, who bow down only to Allah and spend in the way of Allah, people who ask for forgiveness from the depths of their hearts with honesty. vAllahu Besiyr’un Bil’ibad; Allah sees them. Allah sees them all.

Dear friends, there is another truth revealed here. It’s asking for forgiveness from Allah. I should pass many stories come from Rasulallah about early times for now because of the time situation. But we should remember the saying of Rasuallah, “I ask for forgiveness from Allah 100 times a day.”

In fact this is knowing one’s place. Tevbe, forgiveness.. Asking forgiveness from Allah. This is another meaning of; “I know my place, o Rabb.” This is a confession of a person to realize his position. If we search the situation more closely, the real reason surfaces. This is a person’s path for knowing himself. By asking forgiveness, one also means; “I know myself, o Rabb.”

A person who says “estagfirullah”, a person who asks for forgiveness from Allah, also says “I know myself, O Rabb.” He admits his limits to Allah. He confesses his potential about knowing his place. A persons journey for learning Allah starts with knowing his place at first. This is the truth explained here. This is the message here.

18-) ShehidAllahu enneHU la ilahe illa HUve, vel Melaiketu ve ulul ‘ilmi kaimen Bil kist* la ilahe illa HUvel Aziyz’ul Hakiym;

Allah knows with certainty that none exists other than He. He is HU, there is no other, only HU… And (so do) the forces (potentials) of His names (angels; compositions of qualities that manifest through the knowledge of reality) and those of knowledge (those who possess this knowledge also know, and thus testify to this reality) and maintain themselves in accord with this truth… There is no god, only HU, the Aziz, the Hakim. (A.Hulusi)

There is no god but He: That is the witness of Allah, His angels, and those endued with knowledge, standing firm on justice. There is no god but He, the Exalted in Power, the Wise. (A.Yusuf Ali)

ShehidAllahu enneHU lâ ilâhe illâ HUve Allah knows with certainty that none exists other than He. This is the exact verse. Allah is the witness that none exists other than He. vel Melaiketu ve ulul ‘ilmi kaimen Bil kist* His angels, and those endued with knowledge, standing firm on justice acting only with justice, they are also witnesses, la ilahe illa HUvel Aziyz’ul Hakiym; There is no god, only Allah. And Allah is the owner of Power and Wisdom. Allah is witness, angels are witnesses, people of knowledge who stand firm on justice are witnesses on this truth; says Qur’an.

If you take this truth about knowing Allah as a follow up on people who know themselves, who ask for forgiveness like we described above; then this knowledge must be built over a foundation of faith like this. As in, knowing yourself is only possible if you build your truth on a firm faith foundation like this. If not, if the foundation is not like this one, than the person eventually forgets his limits. When he does, he might think himself as something more. He might even claim that he is a god.

Of course he wouldn’t say; “I’m a god, I’m a deity.”, but act like one. He acts like a god. He even tries to do Allah’s job. Tries to interfere Allah’s domain. Tries to interfere Allah’s message. Not only turns his back to Allah’s message, he might go far to create his own message and put it over Allah’s.

19-) Inned Diyne ‘indAllahil Islam* ve mahtelefelleziyne utulKitabe illa min ba’di ma caehumul ilmu bagyen beynehum* ve men yekfur Bi ayatillahi fe innAllahe seriy’ul hisab;

Indeed, the religion (system and order) in the sight of Allah is Islam (the whole of creation is in a state of submission, whether conscious or unconscious of the qualities of the Names)! Those to whom a Book (knowledge) has been given, have fallen into division after this knowledge, because of jealousy and ambition. And whoever covers the existence of Allah in His signs (which are the manifestations of His Names) indeed Allah is swift in reckoning (Allah instantly puts into effect the consequences of one’s actions; sari-ul-hisab). (A.Hulusi)

The Religion before Allah is Islám (submission to His Will): Nor did the People of the Book dissent there from except through envy of each other, after knowledge had come to them. But if any deny the Signs of Allah, Allah is swift in calling to account. (A.Yusuf Ali)

Inned Diyne ‘indAllahil Islam Then these truths complete one another. What is the only religion in the domain of Allah. It’s Islam. Islam may be used for 3 meanings. Close, peace and submission. It’s submission to Allah totally and salvation. Redemption. Of course people who submit to Allah find inner peace too. His war ends and his inner peace takes over. His heart tastes the peace. A person who realize himself and finds his inner peace, reaches his salvation. And moving on.

ve mahtelefelleziyne utulKitabe illa min ba’di ma caehumul ilmu bagyen beynehum* Those to whom a Book has been given, have fallen into division after this knowledge, because of jealousy and ambition. Yes, out of jeaously, they diset from the proofs of truths. They started to argue their faiths. ve men yekfur Bi ayatillahi fe innAllahe seriy’ul hisab; Whoever denies Allah’s message, whoever chooses to ignore Allah’s message fe innAllahe seriy’ul hisab; He should know that Allah is swift in reckoning, his account will be called soon.

20-) Fein haccuke fe kul eslemtu vechiye Lillahi ve menittebean* ve kul lilleziyne utul Kitabe vel ummiyyiyne eeslemtum* fein eslemu fekadihtedev* ve in tevellev fe innema aleykel belag* vAllahu Basiyr’un Bil’ibad;

If they argue with you say, “My face is in submission to Allah; so are those who follow me!” Ask those to whom the knowledge of reality and sunnatullah has been given and the illiterate ones (those who are unaware of this reality; the dualists), “Have you also accepted Islam?” If they submit they would have accepted the reality. But if they turn away, your duty is only to inform. Allah, as a result of His Names comprising His servants, is the Basir (evaluates). (A.Hulusi)

So if they dispute with thee, say: “I have submitted my whole self to Allah and so have those who follow me.” And say to the People of the Book and to those who are unlearned: “Do ye (also) submit yourselves?” If they do, they are in right guidance, but if they turn back, thy duty is to convey the Message; and in Allah’s sight are (all) His servants.

Fein haccuke fe kul eslemtu vechiye Lillahi ve menittebean If they argue with you, say; “I have submitted my whole self to Allah.” ve menittebean and those who follow me also submitted. ve kul ask them lilleziyne utul Kitabe vel ummiyyiyne eeslemtum those who are entrusted with the revelations and those who are ignorant to the truth. As in ask to the people of the book and the heathens eeslemtum “Have you also submitted yourselves to Allah?”

This is Islam. The other name of the constant values of humanity. That’s why Islam cannot be called a property for a single society. Islam is the name of all truths for humanity throughout the entire history and all prophets are Islam prophets. All the religions described by all prophets was indeed Islam. So people who have submitted themselves to Allah completely are called muslim, because Islam is submission.

fein eslemu fekadihtedev The verse continues, If they do, is they have also submit themselves to Allah completely, then they have also found savalation, they are in the right path. ve in tevellev fe innema aleykel belag If they choose the ignore, turn their backs, then your duty is only and only informing them. vAllahu Basiyr’un Bil’ibad; Allah sees all His servants.

21-) Innelleziyne yekfurune Bi ayatillahi ve yaktulunen Nebiyyiyne Bi gayri Hakkin ve yaktulunelleziyne ye’murune Bil kisti minen Nasi febeshirhum Bi azabin eliym;

As for those who deny the existence of Allah in His signs (the manifestations of His Names), and kill the Nabis against the will of the Reality, and kill those who enjoin justice, give them the tidings of a severe suffering! (A.Hulusi)

As to those who deny the Signs of Allah and in defiance of right, slay the prophets, and slay those who teach just dealing with mankind, announce to them a grievous penalty. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne yekfurune Bi ayatillahi ve yaktulunen Nebiyyiyne Bi gayri Hakkin After declaring this truth, Qur’an turns its face to Jews; which have a criminal record for killing the prophets sent to them Innelleziyne yekfurune Bi ayatillahi Those who deny Allah’s verses, messages ve yaktulunen Nebiyyiyne and kill the prophets without mercy Bi gayri Hakkin without mercy, relentlessly ve yaktulunelleziyne ye’murune Bil kisti minen Nasi and kill those who teach just dealing with mankind febeshirhum Bi azabin eliym; give them the tidings of a severe suffering.

There is a subtle irony here. Because they are in waiting for a heaven of their own. But you give them tidings of hell. Because they slaughtered their own prophets, o Muhammad. It’s not unusual for them to deny you. Not surprising at all. Because they stoned, killed, cut down, choked their own prophets which come among them.

22-) Ulaikelleziyne habitat a’maluhum fid dunya vel ahireti, ve ma lehum min nasiriyn;

They are the ones whose deeds will be worthless both in this world and the eternal life to come. There will be no helpers for them. (A.Hulusi)

They are those whose works will bear no fruit in this world and in the Hereafter nor will they have anyone to help. (A.Yusuf Ali)

Ulaikelleziyne habitat a’maluhum fid dunya vel ahireti, Those who act like that, who turn their backs to celestial message, those who play deaf against the Allah’s verses; this verse is for them. Ulaikelleziyne habitat a’maluhum fid dunya vel ahireti, They are those whose works will bear no fruit in this world and in Afterlife. How can it be possible if a man turns his back to celestial messages and still develops a peaceful philosopy independent from Allah? You cannot create a peaceful thinking without Allah, only religions may create a conscience ideology. No form of other ideologies may create a conscience concept independent from Allah. ve ma lehum min nasiriyn; There will be no helper for them.

An example for this, me friends. Think about a human, who wants to take a small orphan girl under his wings and raise her. At first you may think this is an action to be impressed, right? A poor, orphan, homeless girl and this man chooses to take her into his home and care for her. But can you still have the same feelings if you manage to look that mans heart and see these intentions? “I should raise this girl then use her for my own amusement.” What can you say if you have the power to listen to this mans heart and hear this intentions? Your reactions must be something like; “What a disgusting behaviour!”

So what makes you change your thoughts about the situation from a seen noble action to this disgustion behaviour? It’s the distinction comes from knowing the intention. And Allah knows all the intentions.

23-) Elem tera ilelleziyne utu nasiyben minel Kitabi yud’avne ila Kitabillahi li yahkume beynehum summe yetevella feriykun minhum ve hum mu’ridun;

Have you not seen those who were given a share of the revealed knowledge; they are invited to the revelation of Allah, that a judgment be made between them, but then some of them turn away and leave. (A.Hulusi)

Hast thou not turned thy vision to those who have been given a portion of the Book? They are invited to the Book of Allah, to settle their dispute, but a party of them turn back and decline (the arbitration). (A.Yusuf Ali)

Elem tera ilelleziyne utu nasiyben minel Kitabi yud’avne ila Kitabillahi li yahkume beynehum Have you not seen those who were given a share of the revelations? They are invited to the Book of Allah, to settle their dispute. summe yetevella feriykun minhum ve hum mu’ridun; but then some of them turn away from Allah’s message. But they were invited to Allah’s book earlier. As in they were called to settle their disputes by using Allah’s book. This is a historical reference.

24-) Zalike Bi ennehum kalu len temessenen naru illa eyyamen ma’dudat* ve garrehum fiy diynihim ma kanu yefterun;

This is because they think, “The fire will not touch us except for numbered days.” Their invented delusive belief is a betrayal to their religion. (A.Hulusi)

This because they say: “The Fire shall not touch us but for a few numbered days”: For their forgeries deceive them as to their own religion. (A.Yusuf Ali)

Zalike Bi ennehum kalu len temessenen naru illa eyyamen ma’dudat* Do you know why they behave like that? Because they say; “The fire will not touch us except for numbered days.” Why such a twisted idea? ve garrehum fiy diynihim ma kanu yefterun; For their forgeries deceive them as to their own religion.

They were slandering Allah. Why they fall into a twisted ideology? Because they were in thoughts that they are the chosen society. They named a irrelevant value like race which a person has no right to choose his own as a superiority reason. They fall into a celestial race mentality. This is the simplistic, most vulgar materialism. Because measuring a value, a humans value with something a human has no right to choose is nothing but a simple materialism.

25-) Fekeyfe iza ceme’nahum li yevmin la raybe fiyhi ve vuffiyet kullu nefsin ma kesebet ve hum la yuzlemun;

So how will it (their state) be when we gather them together in a period that is sure to come, and the results of their deeds are given without any injustice! (A.Hulusi)

But how (will they fare) when We gather them together against a Day about which there is no doubt, and each soul will be paid out just what it has earned, without (favor or) injustice? (A.Yusuf Ali)

Fekeyfe iza ceme’nahum li yevmin la raybe fiyhi Let’s check their destiny, destination. iza ceme’nahum li yevmin la raybe fiyhi when we gather them together in that day which there is no doubt ve vuffiyet kullu nefsin ma kesebet and each soul will be paid out just what it has earned ve hum la yuzlemun; and there will be no injustice for anyone. What will they do then? Then we will see their claims are really true. We will see how those “The fire will not touch us except for numbered days” saying, putting the holy race mentality up front every chance people; how will they pay the price of turning their backs to prophets messages? We shall see them all.

All thanks to Allah who sent these messages without limitation.

Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.
Esselamu aleykum.”


ESMA DERSLERİ 1 –“ALLAH” I TANIMAK – III

$
0
0

ARAŞTIRMALAR 3

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

HZ. MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI “ALLAH”

“TANRI”DAN “ALLAH”A

“İnsan gibi düşünen bir TANRI”dan, “ALLÂH” anlayışına!

İnsanoğlu, asırlar ve asırlar boyunca, karşılaştığı pek çok olayın üstesinden gelememenin aczi ile bir yerlere, bir şeylere sığınma, bir şeylerden medet umma duygusu içinde, aklı erebil¬diğince çeşitli nesnelere tapınma hissi duymuştur.

Bu tapınma, medet umma, başarı isteme gibi duygular da doğal olarak insanı çeşitli tanrı kavramlarına yönelmeye ve onlardan arzuları doğrultusunda bir şeyler umut etmeye itmiştir.

Bu arayış içindeki insan, kendisinde güç vehmettiği, arzuladıklarını verebileceğini sandığı çeşitli nesneleri bir tanrı olarak varsaymaya başlamış ve böylece de tanrılara tapılma dönemine girilmiştir.

Tapılacak tanrıları önce yeryüzünden seçen insanoğlu, bu kabulleniş içinde, kâh madenlere, kâh nebatlara, kâh da hayvanlara tapınma yoluna gitmiştir.

Daha sonraki aşamada, yeryüzündekilerin bir tanrı değil, kendisi gibi bir ölümlü olduğunu fark edince; Nebi ve Resul’ler tarafından yeryüzünde yaşayan bu varlıkların tanrı olamayacağı kendilerine idrak ettirilince, bu tanrılarına tapmaktan vazgeçmişlerdir… Ancak ne var ki, bu defa da semâda bulunan, tanrı kabul ettikleri varlıklara yönelmişler ve çeşitli etkilerini fark ettikleri yıldızlara tapınmaya koyulmuşlardır.
İnsanoğlu neyin üstesinden gelememiş, neyin sırrını çöze¬memiş ise, o, insan için bir bilinmez güç olarak kalmış ve onda bir “tanrılık” kavramı kabul edilmiştir.

Oysa yerde veya semâda bir tanrı fikri günümüz bilimsel verilerine tamamıyla ters düşen, varsayımdan başka bir şey değildir… Nitekim bu bilimsel gerçekliğe ters düşen varsayım, Kur’ân-ı Kerîm tarafından da Kelime-i Tevhid ile, “tanrı yoktur” ifadesiyle reddedilmektedir.

Asırlar ve asırlar öncesinde ateşe ve yıldızlara tapınarak, “tanrı” mevhumu ile kendini kozaya hapseden insanoğlu; daha sonraki devirlerde de yetiştikleri çevrelerin şartlandırmaları ile tefekkürden uzak bir biçimde yaşam sürmelerinin pahasını “tanrılarına” köle olmak ve bununla kendilerini tatmin etmek suretiyle ödemişlerdir.

Kozalarını günden güne daha kalınlaştırmak ve daha içinden çıkılmaz hâle getirmek suretiyle!

Hz. Muhammed (aleyhisselâm), Mekke’de kendisinin “ALLÂH RASÛLÜ” olduğunu açıkladığı zaman, sadece KÂBE’de 360 farklı tanrıyı sembolize eden, 360 tane PUT bulunmaktaydı. İnsanlar, her biri ayrı bir görev yapan 360 tanrıyı simgeleyen bu putlara tapınarak tatmin olma yolu içindeydiler.

Düşünemiyorlardı yerde ya da semâda bir tanrı olamayacağını!.. Çünkü henüz evrenin gerçek boyutları hakkında bir fikirleri yoktu!

Yeryüzünde ya da semâda bir yıldızda oturup, Dünya’yı ve Dünya üzerindeki insanları yöneten; kâh onların işlerine karışıp, kâh da onları kendi hâllerine bırakıp imtihan eden; yukarıdan insanların davranışlarına bakıp, onları tanımaya çalışan ve nihayet hoşuna giden işler yapanları cennetine, emirlerine uymayanları da cehennemine yollayacak olan bir tanrı!

İşte bu vehim içindeki insanoğlunun o yeryüzündeki ya da semâdaki tanrısına yaranmak, onun gözüne girmek için, yapmadığı saçmalıklar kalmıyordu.

Hatta Hz. Ömer’in ifadesiyle, kurabiyeden, tanrılarını sembolize eden putu yapıyor; önce onun karşısına geçip tapınıyor; sonra da oturup, afiyetle o tanrıyı temsil eden putu yiyorlardı… Ve hatta, vehmettiği, var sandığı tanrıya yaranmak için sekiz yaşındaki kızını diri diri mezara koyup üzerine toprak atarak, onu ölüme mahkûm ediyorlardı!

TANRI-İLÂH; birimin ötesindeki, tapınılan varlık anlamına gelir. Övülen, yüceltilen, büyütülen ve bütün bun¬ların karşılığında da kişiye istek ve arzuları istikametinde bağışlarda bulunacağı umulan varlıktır TANRI!

O tanrı, sana birtakım emirler verecek; sen de onun emir¬lerine uyarak onun gönlünü edeceksin, ki seni cennetine soksun, sana sayısız dünya güzellikleri bağışlasın; ya da kendi hür aklın, hür iraden ile ona karşı gelmek suretiyle onun düşmanlığını kazanacaksın, o da bu yüzden senden intikam alıp, seni türlü türlü azaplara düçar edecek!

İşte insanlar, bu yanlış, bâtıl ve ilkel düşünce ve inanç içinde tanrılara taparlarken; Hz. Muhammed (aleyhisselâm), “ALLÂH RASÛLÜ” olduğunu, almış olduğu vahiy sonucu olarak açıklayıp; artık insanların tanrıya tapmaması için elinden gelen gayreti göstermeye başladı.

“TANRI YOKTUR SADECE ALLÂH VARDIR” mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hz. Muhammed’in vurguladığı bu gerçek,
KELİME-İ TEVHİD şeklinde formüle edilmişti.

Neydi, KELİME-İ TEVHİD’in mânâsı?

İslâm Dini’nin temelini, “LÂ İLÂHE İLLÂLLÂH” sözünün mânâsı oluşturur.

Lâ ilâhe illâllâh” ne demektir?

Bu söz basit olarak ele alınırsa;

TANRI yoktur sadece ALLÂH vardır” anlamında değerlendirilir.

Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak.

Lâ ilâhe”de; “”, yoktur; “ilâhe”, “TANRI” demektir; yani, “Lâ ilâhe”, “tapınılacak tanrı yoktur” demektir.

Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim;

Kelime-i Tevhid, “Lâ ilâhe” ile başlıyor… Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor:

Yoktur tapılacak varlık!” yani “lâ İlâhe!

Akabinde, bir açıklama geliyor.

İllâ”=“sadece”, “ALLÂH” vardır!.. “İLLÂ ALLÂH” yani “sadece ALLÂH!”

Burada özellikle vurgulamamız gereken son derece önemli bir husus vardır.

Dinde, tefekkürden uzak bir biçimde ezbercilikle yetişmiş, etiketi ne olursa olsun, bazı taklitçi kişilerin içine düştüğü, son derece önemli bir yanılgı vardır.

“Lâ ilâhe illâ ALLÂH” uyarısını, halkın anladığı Arapçanın sıradan kurallarıyla yorumlamak suretiyle, çok büyük bir hataya düşmektedirler!

             Şöyle ki. “Lâ recülün illâ Âli” dendiği zaman, bu ifade dilimize “Âli’den başka er kişi yoktur” ya da “Âli gibi er kişi yoktur” veya “Er kişi olarak Âli gibisi yoktur” tarzlarında çevrilebilir.

             Oysa “İLL” kelimesi “ALLÂH” kelimesiyle yan yana kullanıldığı zaman bu asla “ALLÂH gibi bir tanrı yoktur” şeklinde anlaşılamaz… Yani, “başka bir tanrı-ilâh vardır ama o ALLÂH gibi değildir” şeklinde yorumlanamaz. Çünkü “Allâh” isminin işaret ettiği anlam, böyle bir yaklaşımı temelden reddeder!

Ayrıca bir de şu hususu iyi anlamak gerekir;

KÂNE” yani “İDİ” eki, nasıl “ALLÂH” isminin işaret ettiği anlam yanında, genel kullanım mânâsını yitirir; geniş zaman kavramına dönüşürse; aynı şekilde “İLL” kelimesi de “ALLÂH” ismiyle yan yana gelince, genel kullanım alanı dışına taşıp “SADECE” kavramıyla anlaşılır!

Önce “KÂNE” sözcüğüne bir misal verelim; “KânAllâhu ğafûrur rahıyma” dendiği zaman; bunu, nasıl “ALLÂH ĞAFÛR ve RAHIYM İDİ” diye çeviremezsek; “ALLÂH” isminin işaret ettiği özellikler, geçmiş zamanla kayıtlanmaktan berî ise.

Aynı şekilde; “İLLÂ ALLÂH” dendiği zaman da, “illâ” kelimesinin asla “başka” ya da “gibi” anlamlarına anlaşılmayıp; “sadece” anlamıyla idrak ve kabul edilmesi zorunludur!

Zira “ALLÂH” isminin bize işaret ettiği varlığın özellikleri, kendi dışında bir mevcut kabul etmediği gibi, hele hele, Varlığı yanı sıra başka bir vücud sahibinden söz etmeyi hiç kabul etmez!

İşte bu sebeplerledir ki, gerek “İLL”, gerek “KÂNE” ve gerekse de bu türden, zaman ve vücud ifade eden kavramları “ALLÂH” ismiyle yan yana gördüğümüzde, bunları genel kullanımda anladığımız mânâda değil, “ALLÂH” isminin işaret ettiği kavrama uygun bir anlamda anlamak mecburiyetindeyiz.

Bunu yapmadığımız takdirde, ortaya çıkacak olan kavram, ötemizde, hatta evrenin ötesinde bir TANRI yani İLÂH kavramı olacaktır!

İşte bu gerçeği göz önüne almış olarak; bu noktayı ince bir dikkatle kavramaya çalışırsak fark ederiz ki; “Tapılacak tanrı yoktur, sadece ALLÂH vardır!

Bu cümleden birinci mânâ olarak açığa çıkan gerçek şudur:

Tapılacak tanrı yoktur”… Evet, burada, kesin olarak, tapılacak bir öte tanrı olmadığını vurguladıktan sonra, “İLLÂ ALLÂH” diyor.

           “İLL” kelimesi, yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere genel kullanım itibarıyla, “ancak” manasına anlaşılabileceği üzere; buradaki özellik dolayısıyla, “SADECE” anlamında kul¬lanılmıştır.

Evet, “İLL” kelimesi, “ALLÂH” kelimesiyle bir arada kullanıldığı zaman, kesinlikle “SADECE” anlamında algılan¬mak zorundadır, zira “ALLÂH”tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, “ALLÂH” ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nispetle tarif edilsin!.. Bu hususu da geniş şekilde “HZ. MUHAMMED NEYİ OKUDU?” isimli kitabımızda açmaya çalıştık.

İşte bu gerçek dolayısıyladır ki, “İLL” kelimesi “ALLÂH” ismiyle yan yana kullanıldığı zaman bunu daima “SADECE” kelimesiyle tercüme etmek zorundayız.

Nitekim bu mânâ İngilizceye tercüme edilirken “There is no God BUT ALLÂH” şeklinde değil; “There is no God ONLY ALLÂH” Şeklinde tercüme edilmelidir… Ki böylece, İslâm Dini’nin getirmiş olduğu VAHDET, TEKLİK inanç veya düşünce sistemi fark edilebilsin.

Evet, sadece “ALLÂH” vardır ki, “rO ALLÂH, tapılacak bir tanrı değildir” anlamı mevcuttur bu açıklamada… Çünkü başta, kesin olarak “LÂ İLÂHE” yani “tapılacak TANRI yok¬tur” hükmü veriliyor!

Öyle ise “ALLÂH” İsmi ile İşaret Edilen, insanın dışında, ötesinde ve hatta bu var gördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!

Bu takdirde “tapınma” nedir, “kulluk” nedir?

Tapınma” ve “kulluk”.

Burada öncelikle üzerinde durmamız gereken konudur “tapınma” ve “kulluk”; bu kelimelerin anlamı nedir?

            “TAPINMA” kelimesi bir “tanrıya” bağımlı olarak kullanılır. Tapınılan ve tapan ikilisinin mevcudiyetine bağlı olarak “tapınma” olayı söz konusu olur.

Sen” varsındır... “Sen”in bir de “tanrın” vardır!.. Ve sen, bu tanrına tapınırsın!.. Yani “tapınma” denilen olay, iki ayrı varlık arasında geçerli olan bir davranış türüdür… Tanrıya, gökteki veya yerdeki herhangi bir tanrıya inanan kişinin, bu mânâda ortaya koyduğu çeşitli davranışlara verilen isimdir “tapınma”… “Sen”in ona yönelik yaptığın fiiller!

Nitekim Kelime-i Şehâdet’teki “ABDU HÛ” kelimesi, “Abdiyet-kulluk”un “Hüviyete” yani “”ya zorunlu olarak yapılmakta olduğunu açık seçik göstermektedir.

KULLUK” kelimesinin anlamına gelince;

Birimin, varoluş gayesine ve programına göre, davranış ortaya koyuşunun adıdır “kulluk”.

Nitekim Zâriyat Sûresi’nin 56. Âyetin de bu gerçek şöyle vurgulanmaktadır:

BEN CİNİ VE İNSİ YALNIZCA (Esmâ özelliklerimi açığa çıkarmak suretiyle) KULLUK ETMELERİ İÇİN YARATTIM!” (Zâriyat: 56)

Elbette ki, “ALLÂH” adıyla işaret edilenin, bu gayeyle yarattığı varlıkların, varoluş gayeleri dışına taşmaları asla mümkün değildir! Çünkü bu âyette bir hüküm ve sonucuna işaret edilmektedir.

Ayrıca burada hemen şu âyetle işaret edilen mânâyı dahi hatırlamalıyız:

…HAREKET EDEN HİÇBİR CANLI YOKTUR Kİ ONUN ‘Bİ’NASİYESİNDE (alnında-beyninde var olarak/beyninden) TUTMUŞ OLMASIN (Fâtır’ın beyni programlaması)…” (Hûd: 56)

Nitekim Fâtiha Sûresi’ndeki, “Sana kulluk ederiz”in anlamı; “Senin bizi varediş gayene ve programlamana göre ne gerekiyorsa onu yerine getirmek suretiyle görevimizi yaparız” demektir bu anlamda.

Ayrıca, “KUL KÜLLÜN YA’MELU ALÂ ŞAKILETİHİ” deniyor âyeti kerimede. Yani:

DE Kİ: ‘HERKES YARATILIŞ PROGRAMI (fıtratı – şâkılesi) DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYAR!’…” (İsra’: 84)

FÂTIR”ın kendi dilediği mânâlara uygun sûretleri ve bu sûretlerin birimlerini, varediş gayesine uygun olarak şekillendirmesi sonucu; onların da fıtratları (varediliş programları) gereği bu fiilleri ortaya koymaları, kulluklarıdır.

Özde, tâat ve ma’siyet farkı olmaksızın tüm birimlerin tüm davranışları, kulluklarıdır.

Kulluğun türüne ise “tâat” veya “ma’siyet” adları verilmiştir ki; yukarıda izah ettiğimiz üzere, hepsi de esasen kulluktur.

Yedi semâ (yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar), arz (bedenler) ve onların içindekiler O’nu tespih eder (Esmâ’sının özelliklerini açığa çıkaran işlevleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar)! Hiçbir şey yok ki, O’nun Hamdı olarak, tespih etmesin! Fakat siz onların işlevini anlamıyorsunuz!..”

(İsra’: 44) Âyeti, varlıktakilerin tümünün, anlatılan biçimde kulluklarını yerine getirdiklerini ifade etmektedir.

Bir diğer ifadeyle; birimin, kendi özünü ve orijinini tanıma çalışmalarının, faaliyetlerinin adıdır “tâat” olan kulluk!.. Kendi özündeki hazineden mahrum kalmaya ve pişmanlıklara dönük olan fiillerin adıdır “ma’siyet” olan kulluk!

Netice… “Kulluk”; varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır… “Tapınma” ise, bir birimin, var sandığı bir “tanrıya”, dilediği bir biçimde yönelerek, zamanın belli bir bölümünde prestij etmesi ve ondan bir şeyler ummasıdır.

Sonuç…

TANRI”YA TAPINILIR; “ALLÂH”A KULLUK EDİLİR!.

Peki öyle ise… “ALLÂH”a “kulluk” neden ve nasıl yapılmaktadır?

Bunu anlayabilmek için önce “ALLÂH”ın “AHAD” oluşunun mânâsını kavramak gerek!

ALLÂH”ın “AHAD” oluşunu şayet iyice idrak edersek, görürüz ki (basîretle), bir ALLÂH, bir de de yanı sıra kâinat gibi iki ayrı yapı mevcut değildir!

Yani, bir “ALLÂH” var, bir de âlemler mevcut; değil!

Başka bir deyişle; bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir “TANRI mevcut” anlayışı, tümüyle bâtıldır!

Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, bir TANRI değildir!

Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, AHAD’dır!

Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, sonsuz mânâlara sahip olup, her an bunları seyir hâlindedir!

Bu “SEYR”in mahalli de, “Esmâ âlemi”dir!

ZÂT’ı itibarıyla Vâhid-ül AHAD… Sıfatları itibarıyla HAYY, ALİYM, MÜRİYD, KAADİR, SEMİ’, BASIYR, KELİYM’dir.

Kendisinde bulunan özellikleri itibarıyla, sayısız mânâlara sahiptir ki; bunların bir kısmı gene Hz. Muhammed tarafından “Esmâ ül Hüsnâ”da açıklanmıştır.

Efâl âlemi” denen fiiller âlemi ise… Buna, “tüm varlıklarıyla, o varlıkların algılayabildiği evren” de denebilir.

Efâl âlemi” denen fiiller âlemi, yani meleklerin, cinlerin ve insanların da içinde yer aldığı kâinat ise bu varlıkların algılama araçlarına, duygularına göre mevcut olup; ALLÂH’ın “İLMİNDE”, ALLÂH’ın “İNDÎNDE” mev¬cut “İLMÎ SÛRETLER”dir.

Ya da başka bir ifade tarzıyla, var olan her şey, hakikatte “İLMÎ SÛRETLER”dir… “Ki bunlar asla vücud kokusu almamışlardır” hakikat ehline göre…

Kısacası, yaşadığımız kâinata ait olarak bilinen her şey, gerçekte vücud, varlık sahibi olmayıp; sadece ve sadece “ALLÂH’ın İLMİNDE” mevcut, basit anlayışımıza indirgenmiş ifadesiyle “hayal olan” varlıklardır!

İNSAN, hangi devirde yaşarsa yaşasın; beş duyu ile algıladığı verilere dayanarak, hangi ilme sahip olursa olsun, varlığın ORİJİNİNİ-HAKİKATİNİ asla hissedemez!

Beş duyu ilmi, sizi makrokozmosta ya da mikrokozmosta sayısız uzaylara ve boyutsal evrenlere sürükler!.. Beş duyu ilmiyle yıldızlardan galaksilere, galaksilerden karadeliklere, karadeliklerden akdeliklere, akdeliklerden yeni evrenlere sürük¬lenir; hep ÖTEDE BİR TANRI yanılgısı içinde yaşar gider¬siniz!

“RUH İNSAN CİN” isimli kitabımızda, günümüz insanının “UZAYLI VARLIK” dediği, eski dildeki ifadesiyle “CİN” denen varlıkların, insanları aldatma ve gerçekten saptırma yollarını anlatırken, bu yollardan birinin de çeşitli “Din’den” veya “HAKK’tan” görüntülerle, fikirlerle, insanı “ALLÂH”tan mahrum etmek olduğuna değinmiştik… Bilvesile, burada da aynı noktaya mevzumuz yönünden değinmek istiyorum…

UZAYLI” sanılan bu varlıklar ya da İslâm’daki adıyla “CİNLER”, iki konuda kesinlikle yetersizdirler ve ilişkide oldukları insanları da bu iki konudan daima uzak tutmaya çalışırlar… Ki bu iki konu; ALLÂH’ın AHAD oluşu ve KADER konularıdır!

Zaten, KADER olayı, ALLÂH’ın AHAD oluşunun doğal sonucudur!

İslâm’ın “Tevhid” inancı, yani Hz. Muhammed’in açıkladığı inanç sistemi; TAPILACAK TANRI OLMADIĞI, ALLÂH’ın AHAD olduğu ve bu yüzden bir TANRI’nın mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde hep, insanın bilfiil kendi çalışmalarının, yaptıklarının karşılığını alacağı şöyle vurgulanır:

İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır!” (Necm: 39)

Muhakkak ki siz o feci azabı tadıcılarsınız! Yaptıklarınızın sonucundan başka bir şey yaşamazsınız!” (Sâffât: 38-39)

…Yaptıklarınızdan başkası ile cezalandırılmazsınız (yaptıklarınızın sonuçlarını yaşarsınız)!” (Yâsiyn: 54)

Her birinin, yaptığı amellerinden (oluşan) dereceleri vardır. Tâ ki onlar, haksızlığa uğratılmaksızın amellerinin karşılığını tam görsünler.” (Ahkaf: 19)

Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü üzere; insan, Dünya’da yaptığı çalışmalarının karşılığını göreceğine göre, acil olarak ilk yapması gereken şey ölüm ötesi yaşamın ne olduğunu araştırarak “ALLÂH”ın ne olduğunu idrak etmektir… Zira, “DİN” konusunun temel taşı, “ALLÂH” kavramıdır.

Öncelikle ve kesinlikle şunu belirtelim ki, kim “ALLÂH” isminin mânâsını anlamamışsa, mevcudatın yapısını öz değeriyle bilmesine asla imkân yoktur!

Esasen, evrenin ve insanın yapısını dahi, ancak, “ALLÂH”ın ne olduğunu anlayabildikten sonra kavramak şansına sahibiz. Aksi hâlde, lokalize değerlendirmelerle yetin¬mek zorunda kalacak ve konunun özünden mahrum olacağız! …..

Beş Duyudan kayıtsız Düşünelim!

Bize göre, yani beş duyulu birimlere göre, içinde yaşadığımız bir evren; ve gene bize göre makro-mikro sayısız âlemler mevcuttur… Ancak dikkat edelim, bütün bunlar, hep, gözle algıladığımız verilere göre, böyledir!

Oysa…

Şu içinde bulunduğunuz mekânı alsalar, tavanını açarak, altmış milyar defa büyütme kapasitesi olan elektron mikroskobunun lâmına oturtsalar…

Ve sonra da siz geçip o mikroskobun üzerinden, az önce içinde bulunduğunuz mekâna baksanız…

Acaba ne görüyor olacaksınız?..

Bir milyar defa büyütme ile biz bir cismi değil, o cismin atom bileşenlerini görürüz!.. Hele, bu sayı 60 milyara ulaştığında… Gözümüzde bütün insanlar, eşyalar, koltuklar, yazıhaneler veya odadaki diğer cisimler tamamıyla kaybolacak; beynimizin vereceği hüküm tümüyle değişecektir!.. Ve…

Gayrı ihtiyarî ağzımızdan şu sözler dökülecektir; “Aaa, burada hiçbir şey yokmuş!.. Şuraya bak, sadece atomlar-dan, onların çevresinde dönen elektronlardan başka bir şey göremiyoruz!.. Peki nereye gitti bunca insan ve eşya!??”

Bu konuşmayı yapan beyin, az önce, mikroskoba bakmadan evvel, burada insanlar ve eşyalar var diyen beynin ta kendisidir! Beyin aynı beyindir de, değişen sadece algılama boyutu ve algılama aracına getirilen ek kapasitedir!

Demek ki beyin önce, mevcut algılama aracına göre çeşitli şekillerde ve insanların varlığına dair hükümler verirken; algılama aracının kapasitesi genişletildiği anda, bu hükmünü değiştirerek, burada atomlardan, çekirdek etrafında dönen sayısız elektronlardan başka birşey yok şeklinde yargıya var-maktadır!..

Acaba, biz, bu güçlendirilmiş mercekler dizini ile yani elek-tron mikroskobu ile yaşamak, böyle doğup böyle ölmek zorunda olsaydık… Şimdi hâlâ, bugün varlığını iddia ettiğimiz şeylerin mevcudiyetini iddia edebilecek miydik?.. Yoksa, üzerinde yaşadığımız Dünya’nın, uzayın ve algıladığımız her şeyin, atomların bileşmesinden meydana gelmiş tek bir yapı olduğunu mu savunacaktık?..

Şayet beynimiz; altmış milyar büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu yerine, on trilyon defa büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu ile evrene bakmak duru¬munda olsaydı; biz, gene ayrı ayrı cisimlerin, insanların varlığından söz edebilecek miydik?..
Yoksa, algılayacağımız, mevcut, bölünmez, parçalanmaz, süregiden sonsuz, sınırsız TEK mi olacaktı?..

Şayet anlatmak istediğim bu hususu size ulaştırabildimse…

Geldiğimiz bu noktada size izaha çalışacağım şey şudur:

GERÇEKTE, mevcut olan tek, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK’tir!.. AHAD’dır!.. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da makro planda kendisinin dışında hiçbir şey olmayan “ALLÂH AHAD”dır!

Ancak biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz... Çünkü, beynimiz kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte!..

Oysa beyin, kesitsel algılama araçlarının yani beş duyusu-nun son derece sınırlı değerlendirme kapasitesiyle kayıtlı kalmasa… Bu sınırlar içinde algıladığı verileri, yalnızca, evren-deki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek kabul etse…

Sonra derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden, daha nelerin mevcut olabileceğini tespit edebilse… Ve sonra, onların yapısal derinliklerine doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel öz ile karşılaşsa… Ve nihayet kendi “ben”liğinin dahi o evrensel “öz” içinde “yok” oluşunu fark edebilse…

İşte bu işin çok önemli birinci yanı!

Konunun ikinci önemli yanı da şurası…

Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, “AHAD” yani sınırsız-sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şâmil bulunduğuna göre; bu takdirde, O’nun varlığı yanı sıra var olabilecek ikinci bir varlık, nerede, hangi BOYUTTA veya hangi başlangıç noktasında O’nun varlığına bir sınır çizerek, kendine yer açabilecektir?!!

“AHAD ALLÂH” dışında var kabul edilecek ikinci bir varlığın, TANRI’nın yeri neresidir?..

ALLÂH”ın içinde mi, yoksa dışında mı?!!

Allâh”ın Tecellisi Yoktur!

Düşünebildiğimiz ve düşünemediğimiz her noktada, tüm özellikleri ile sadece kendisi var olduğuna göre; TECELLİSİ DE OLMAZ!..

Tecelli”; görünme, belirme, açığa çıkma gibi anlamlarda kullanılır…

Oysa, bütün bu ifadelerden anlaşılan, iki ayrı varlıktır!

Hâlbuki biliyoruz ki, var olan TEK’tir ve olup biten her şey O “TEK”te olup bitmektedir!

Bu durumda “O”nun “tecelli”sinden söz edilebilir mi?..

Tecelli” kelimesi, ifade yetersizliğinden dolayı kullanılmakta olan bir kelimedir. Hakiki mânâda, karşılığı yoktur!

Zira, gerçekten bir tecellinin var olabilmesi için, önce bir merkez, bir öz, bir cevher olması ve buradan da “tecelli mahalline” uzanan ya da yansıyan mânâlar olması icap eder!.. Mesela, Güneş’in merkezinden uzaya yayılan ışınlar gibi…

Yani, “ALLÂH”ın da bir merkezi olmalı ki, oradan “tecel-li” eden mânâlar kabul edilebilsin!.. Bu muhaldir!

ALLÂH”ın bir merkezi, lokalize olduğu bir yeri mevcut değildir ki, oradan herhangi bir yere tecellisinden söz edilebilsin… Tecelli için, bir çıkış merkezi gereklidir… Çıkış noktası olmadığı zaman ise “tecelli” kelimesi anlamını yitirir!

TECELLİ” kelimesinin bu kabulleniş ve anlatım ötesin-deki gerçek anlamı ise şudur:

Allâh” adıyla işaret edilenin, ilminde, isimlerinin özel-liklerini seyir sırasında, bu isimlerin mânâlarının Efâl âlemi olarak seyrine verilen ilmindeki projeksiyonun adıdır.

Geçmişte çeşitli zâtlar tarafından “tecelli” kelimesi kullanılmıştır. Bizim de 1967 senesinde çıkan bir kitabımızın adı “TECELLİYÂT”tır. Bu da genel kullanım içinde yer almıştır. Ayrıca, bu konuyu kavramaya istidat ve kabiliyeti olanları öz anlama yaklaştırabilmek için gene böyle yardımcı kelimelere gerek duyulur.

Evet, bu hususu da böylece vurguladıktan sonra şimdi beraberce araştırmamıza devam edelim… “ALLÂH”a tapınılır mı?.. “ALLÂH”a kim tapınacaktır?.. Hz. Muhammed’in, “ALLÂH” ile ilgili olarak, bir soruya verdiği cevabı hatırlayalım burada:

ALLÂH var İDİ ve O’nunla beraber hiçbir şey yok İDİ!

Bu tanımlamayı duyanlar, Hz. Muhammed’in “İlmin kapısı” olarak nitelendirdiği Hz. Âli’ye koşarak sözcükleri aynen naklediyorlar ve ondan bir açıklama bekliyorlar…

Hz. Âli şu öz cümle ile cevap veriyor:

“El an kemâ kân!”

Bu cümleyi şöyle tercüme edebiliriz:

Hâlâ, o andaki gibidir!

Bu ilk anda anlaşılan yönüyle demektir ki; “O anda öyle idi, o andan bu an’a kadar geçen zamanda hiçbir şeyi değiştirmedi; hâlâ da öyledir!..”

Veya konuya biraz daha vukuf sahibi bir kişi olarak, şöyle de bakma imkânına sahip olabiliriz:

El an” ifadesindeki “el” Arapçadaki anlamıyla “harfi tarif”tir… Yani İngilizcedeki “The” kelimesinin karşılığıdır. “Rastgele bir şey değil, herkesin bildiği bir şey” anlamında olarak kullanılır.

Mesela “kitap” dediğinizde, herhangi bir kitap anlaşılır… Ama bu kitap kelimesinin başına “el” ya da “The” kelimesini getirdiğiniz zaman, bu, sizin ve karşınızdakinin bildiği, üzerinde mutabık olduğunuz bir kitap anlamına gelir.

İşte buradaki “an” sözcüğünün başına “el” gelmesi, o bilinen mahut “an” anlamını getirir… Dolayısıyla da yukarıdaki cümleyi şöyle anlayabiliriz:

İçinde bulunduğumuz an, O işaret edilen ‘an’dır!

Yani, yaşamakta olduğumuz “şu an”, “ALLÂH”ın var olup, “O”nun yanı sıra hiçbir şeyin var olmadığı “an”ın ta kendisidir!
Esasen burada kesinlikle bilmemiz zorunlu olan şu husus da vardır: “Zaman” kavramı; yaratılmış, yani sonradan olmuş mahlûklar için geçerli olan bir kavramdır.

Yaratılmış olanların başı-sonu, geçmişi, hâli ve geleceği vardır… Oysa “ALLÂH” geçmiş ve gelecek zaman kavramlarından münezzehtir!…. (A. Hulusi/Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”-17/30)

*********************************************************

ALLAH’I BİLİMSEL OLARAK TANIMANIN YOLLARI

Bilim insanlık için büyük bir miras. Yapılan her araştırma, bu mirasın değerini sürekli olarak artırıyor. Yapılan her araştırma ile insanlık, doğada bulunan hayranlık uyandırıcı çalışmaların farkına varıyor. Küçük olsun veya büyük olsun, dikkatle baktığınızda, pek çok sistemin hayranlık uyandırıcı bir şekilde işlediğini göreceksiniz.

Belirli bir yaratıcı gücün varlığına pek çok insan, inanabilir veya inanmayabilir. Ancak bütün insanlığın ortak bir aklı vardır. İnançlar farklı olabilir ancak ortak akıl insanları ortak bir sonuca götürecektir. Eğer küçücük bir ortamda sürekli düzenli işleyen bir sistem varsa, orayla ilgilenen bir aklında bulunması gerekir. Bilim sadece elle tutulabilen ve gözle görülen verileri incelemek değildir. Akli yargıların kesin olarak hem fikir olduğu konular, bilimin çerçevesindedir.

Peki, insanoğlu, kendi kanaatini özgür bırakırsa gerçekten doğada var olan simetriyi ve estetiği göremez mi? İşte bu noktada görmek, bilmek ve incelemek bilimin alanından geçer. Doğru bir açı ile görüp bakarsak, tüm bu simetrinin ve düzeni bir hâkimi olduğunu anlarız.

Canlıları daha yakından incelediğimizde, onlarda var olan olağanüstü yapıların detaylarına daha yakından baktığımızda, çok önemli gerçekler ile karşılaşıyoruz. Tüm bu varlıkların deneme yanılma sonucu elene elene oluşma ihtimali yoktur. Kaldı ki deneme yanılma sonucu oluşsa bile doğada biz bu varlıkların kalıntılarına rastlamamız gerekir. Oysa ne mikro düzeyde ve ne makro düzeyde doğadaki fosillere ve kalıntılara baktığımızda, günümüzde soyu devam eden canlıların atalarına rastlıyoruz ve bu canlılarda en ufak bir bozulma yok.

Yaratıcımız Allah, bizleri kendisine bilimsel olarak inanmamızı istiyor. Hatta öyle ki var olan bu yaratılışa kayıtsız şartsız değil de, bilimsel araştırmalar ile ulaşmamızı istiyor. Bu konuyu Kuran ayetine Yüce Allah şu şekilde belirtiyor:

Kim Allah ile beraber ona ilişkin geçerli kesin bir kanıt (burhan)ı olmaksızın başka bir ilaha taparsa, artık onun hesabı Rabbinin Katındadır. Şüphesiz inkâr edenler kurtuluşa eremezler. (Mü’minun/117)

Kesin kanıtlar üzerine, bilimsellik üzerine Yüce Allah’ın varlığına ulaşmak, Allah’ın başlıca istediği hususlar arasındadır. Peki, sizler Yüce Allah’ın varlığına ne kadar bilimsel olarak ulaşıyorsunuz?

Günümüzdeki gelenekçi anlayış, insanları yobazlığa ve bağnazlığa sürükledi. Ancak Yüce Allah’ı doğru tanımak gerekir. İnsanlar eğer Yüce Allah’ı bilimsel olarak tanıyabilirler ise, gerçekten Yüce Allah’ı çok sevecekler ve O’nun emirlerini tutkulu bir şekilde uygulayacaklardır. Zaten Allah, insanlığın faydasına olmayan ve bilimsel olmayan bir konuyu emretmez.

ALLAH’IN VARLIĞI BİLİMSEL OLARAK YA DA AKIL YOLUYLA ISPAT EDİLEBİLİR Mİ?

Hayır, edilemez. Başta bilimsel metotlar olmak üzere hiçbir rasyonel argüman Allah’ın varlığını ispat etmez, O’nun (Şanı En Yüce) varlığına işaret ederler. Bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir. Bu noktada hikmetin gerektirdiği durum, “akla kapı açmak fakat iradeyi elden almamaktır.” Yani insan, Allah’ın varlığının akla uygun olduğunu görmeli fakat iradesi elinden alınmışçasına, ister istemez Allah’ın varlığına inanmak zorunda kalmamalıdır. Kalmamalıdır ki başka hikmetlerin yanı sıra, dünyanın bir sınav meydanı olabilmesinin bir anlamı bulunsun. Bu ise, Allah’ın varlığının ispat edilememesini gerektirir.

Ayrıca belirtelim ki, bilim Allah’ın yokluğunu da ispat etmez. Onun yaptığı sadece Allah’ın varlığı argümanının akla uygun olduğunu söylemekten ibarettir.

Dolayısıyla bu soruya verilecek temel cevap, Allah’ın ispat olunabilir değil ancak hissedilebilir bir gerçeklik olduğudur. Hissetme için ise bilimsel metotlardan çok daha fazlasına ihtiyaç vardır. İnsanı oluşturan maddi ve manevi parçaların bütününü içeren çok daha geniş bir argümanlar yumağına. Fakat biz burada onlara girmeyip, Allah’ın varlığını bilimsel olarak ispat edilemez kılan nedenler konusunda bazı düşünür ve bilim adamlarının görüşlerine bakalım:

1 – “Akıl bu konuları şanına yaraşır şekilde incelemekten acizdir. Nitekim şöyle demişlerdir: İnsanların aklı ve bilgisi sınırlıdır. Yüce ALLAH ise sonsuzdur. Sonlu olanın sonsuz olana ulaşması ise imkânsızdır.” (FAHRÜDDİN RAZİ, Tefsir-i Kebir, 1, 157)

2 – “Sınırlı olan akıl, sınırsız olanın Zatını kapsayıp kuşatamaz. Akıl kuşatamadığını -dolayısıyla sınırlayamadığını- kavrayamaz. Kavraması için mutlaka sınırlaması gerekir. Her ne ki sınırlıdır, o Allah olamaz. Bu yüzden de “Her ne ki aklına geliyor, o Allah değildir” demişlerdir.” (İSLAMOĞLU, ALLAH, 31)

3 – “Allah” bilgi nesnesi kılınamayacak kadar yüce olduğundan, bilgimiz O’nu kuşatamaz. Kuşatamadığı için de O, bilgi nesnesine dönüştürülemez. Böyle demekle O’nun bilinemez değil, insan bilgisi tarafından kuşatılamaz olduğunu söylemiş oluruz. Fakat O, Esmasıyla ve Esmasının varlıktaki tecellileri ile bilinir. O, Zatıyla idraklerin ötesinde bir el-Batın, sıfatlarıyla göz önünde bir ez-Zahir’dir. O’nun her yönüyle bilinebilir ve kavranabilir olduğunu söylemek, O’nun hiçbir biçimde bilinemez olduğunu söylemekle aynı kapıya çıkar.” (İSLAMOĞLU, ALLAH, 56)

4 – “Kant’a göre, Tanrı, inancın değil de bilginin konusu olsaydı insanın özgürlüğünden söz etmek mümkün olmazdı.” ( YARAN, Tanrı İnancının…, 43)

5 – “Bugün hakkında hiçbir kavram oluşturulamadığı için Tanrı’dan uzak durulması gerektiği sanılıyor. Oysaki gerçekte bu, O’nun yeniden keşfedildiğinin bir işaretidir. ‘Tanrı’nın niteliği hakkında aklım karışıyor’ (I am confused as to what God is) dediği zaman kişi bilmeden St. Thomas’ın ‘Hikmetli Sözler Kitabı’ ile ilgili şerhinde kullandığı kelimeleri tekrar etmektedir. St. Thomas, bu kelimeleri, Tanrı’nın ne olmadığı konusunda bilgisini geliştirerek Tanrı’nın var olduğunu söylemek durumuna düşen kişiyi tarif ederken kullanmıştır. Bu konuda kişinin aklına gelen ve ‘dır’ yüklemiyle ifade edilen ne olursa olsun, Tanrı’yı tam ifade etmez. Çünkü biz sadece hissedilebilir, sonlu objelerin varlığını tasarlayabiliriz.” (GİLSON, Ateizmin…, 62)

6 – “Şimdi, Allah’ın varlık delilleriyle ilgili her değeri kesin olarak reddeden zamanımızın insanları için seslenerek onlara şunu sormakta bir sakınca görmüyorum: Siz neyi bir ispat olarak isimlendiriyorsunuz? Bilimsel ispat deneysel ya da matematikseldir. Bir deney, bir hipotezi doğrulamak maksadıyla başvurulmuş ya da provoke edilmiş bir gözlemdir. Deneysel bir doğrulama hissedilebilir bir algılama objesidir ve mademki teolojik bilginin objeleri, tanım itibariyle fizik ötesi bir düzene aittirler, o halde bunlar beş duyuya ait algılardan kaçarlar.” (GİLSON, Ateizmin…, 119)

7 – “Biz Tanrı kanıtını hem her yerde görürüz hem de hiçbir yerde göremeyiz.” (DAVIES, Tanrı ve…, 148)

8 – “Tanrı varsa ve yeryüzünü gerçekten yaratmışsa, onu Euclide geometrisi üzerine kurmuş, insan zekasına ancak üç boyutlu kavrayabilecek gücü vermiştir. Bununla beraber eskiden de şimdi de -hatta en kalburüstü olanlar arasında- yeryüzünün ve daha da genişleterek bütün evrenin yalnız Euclide ilkelerine dayandığını şüpheyle karşılayanlar, hatta Euclide’e göre yeryüzünde mümkün olmayan iki doğrunun kesişmesinin belki sonsuzluğun bir yanında gerçekleştiğini düşünenler çıkıyor. Azizim aklım bunlara ermedikten sonra Tanrı’yı nasıl anlayabilirim? (DOSTOYEVSKİ)” (Akt: DÜZ, Dostoyevski, 142)

9 – “Pek çok filozof hala, Tanrı’nın var oluşu ispatlanamazsa, O’nun hakkında konuşmanın da anlamlı olmadığını kabul etmektedirler. Bununla birlikte bu, birkaç nedenden dolayı savunulabilir bir konum değildir. İlk olarak Tanrı kavramı delille ispatlanabilir bir kavram türü değildir. O, aşkın bir gerçeklikle ilişkili olabildiği kadarıyla açık empirik gözlem düzeyine indirgenemez. O, empirik doğrulamanın ilişkili olduğu kavramlardan farklı bir anlam katmanına aittir. Ve gittikçe artan bir şekilde bilinmektedir ki, Tanrı kavramından daha az sorunlu olan kavramlar bile bir zamanlar düşünüldüğü gibi bu yöntemle doğrulanamazlar. Bu, basitçe bizim gerekli testleri gerçekleştirebileceğimiz araçlara sahip olmayışımızdan değil, aksine bizzat kavramların yeterli biçimde, kapsamlı doğrulamayı neyin oluşturacağını söylememize izin verecek şekilde tanımlanmayışları nedeniyledir. Biz şu belli delilin, belli bir iddianın ‘lehinde söz ettiğini’ ve diğer delilin de ‘aleyhinde söz ettiğini’ bilebiliriz, ancak kuşkuya neyin bir son vereceğini söyleyemeyiz.” (KING, Tanrı’nın…, 143)

10 – “Tanrı’nın varlığını kanıtlamak ya da çürütmekte kullanılacak bilim temelli her savın sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bilimde Tanrı’yı aramak, içindeki küçük oyuncuları görmek için televizyonu açmaya benziyor.” (UNWIN, Tanrı’nın…, 37)

11 – “Ben hala Evrenin nasıl işlediğini, niye o şekilde işlediğini ve neden var olduğunu anlamaya çalışıyorum. İlk iki amaçta başarılı olabilmemiz konusunda mantıklı bir olasılık var sanırım ama Evren’in neden var olduğunu bulma konusunda o kadar iyimser değilim (HAWKING).” (M. WHITE, J. GRIBBIN, Stephen…, 323)

12 – “Tanrı’nın varlığına ilişkin bir argümana bilim yalnız başına kanıtlar sunamaz. (…) İlahi varlığın keşfedilmesi deneyler ve denklemlerle değil, bunların ortaya koydukları yapıların anlaşılmasıyla gerçekleşir.” (FLEW, Yanılmışım…, 145)

13 – “Tanrı’nın varlığına inanıyorum. Tanrı’nın varlığını etrafımdaki her şeyde, özellikle de bir bilim adamı olarak yürüttüğüm çalışmalarda açıkça hissedebiliyorum. Öte yandan Tanrı’nın varlığını, bir hipotezin doğruluğunu ispat ettiğim şekilde ispat edemem.” (Prof. S. L. BERSANEK)” (H. MARGENAU, R. A. VARGHESE, Kosmos…, 136)

14 – “Evren’deki hassas ayar tek başına bize Tanrı’nın sıfatları hakkında bir şey söylemez. Bunu başka yollardan anlarız. Fakat Evren’deki hassas ayar O’nun var olduğu, dünyayı yarattığı ve bundan dolayı da Evren’in bir gayesi olduğu sonucuna varmamıza yardımcı olur. Evren’i, düşünen varlıkların yaşayabileceği bir ortam olarak çok hassas bir dengede yarattığını anlarız.’

Antropik kanıtın ikna ediciliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?’ diye sordum;

Matematiğin bize iki artı ikinin dört ettiğini söylediği anlamda kati değil.’ dedi Collins. ‘Antropik delil daha ziyade kümülatif bir argüman. Doğa sabitlerinin ve kanunlarının sıra dışı hassas ayarı, güzellikleri, keşfedilebilirlikleri, algılanabilirlikleri; bütün bunlar birbirine kuvvet vererek Tanrı hipotezini sahip olduğumuz en makul seçenek durumuna getiriyor. Diğer bütün teoriler, bu bütünlüğü açıklamada yetersiz kalıyor.’ ” (STROBEL, Hani…, 197)

Kaynak; Bilim Hakkında.com

***********************************************************************

ALLAH İSMİNİN MANALARI

Allah isminin beş manası, vasfı vardır ki Allah’ın gayrı hiçbir şeye müşabih olmadığına işaret ederler.

1 – Kıdem; O evvelin de evvelidir sonradan olmamıştır hep vardır.

2 – Bekâ; Sonradan da sonradır, hep olacaktır.

3 – Vahdaniyyet; Eşsizdir, şeriki yoktur, nazîri yoktur, her şeyin müsebbibidir. Her şey ona muhtaçtır, “Ol” deyince olur ve yine O’nun emri ile ölür.

4 – Muhalefetün li’l-havâdis;O yaratandır ve yaratıklarına benzemez.

5 – Kıyam bi-nefsihî; varlığı Zatıyla kâimdir, hiçbir şeye muhtaç değildir. (T. Bekir Bayraktaroğlu- Esmaü-l Hüsna/43)

******************************************

            “ALLAH” İSMİ HAKKINDA.

Öğrendiğime göre bazı isimlerin anlamları birbirine karışmıştır. Bu da bir ismin diğer bir isme güç ve kuvvet vermesi içindir. Bunlardan bazıları birçok isimlerin anlamını ihtiva ederler. Burada cüz-i isimler asli isimlerin hükmü altına girmektedir. Asli, yani temel isimlerin bir ismine de aslın aslı denilir ve burada son bulur. Bu adların ilki Allah adıdır. İşte bu isim ilâhi isimlerin başlangıcı ve ilkidir.

İkincisi ise er Rahmân adıdır ki bu isim 2. Rütbede sayılır. Bunlardan her birinin diğer bütün isimler üzerinde etkisi ve şümulü bulunmaktadır.

Şimdi bütün güzel isimlerin sözü edilen iki ismin kapsamına girdiğini öğrenmiş olduğu takdirde bilmelisin ki bu isimlerden her birinin ayrı ayrı özel durumu bulunmaktadır. Ne var ki bütün isimler aynı itibarda ve özel durumda olmayıp bir diğer ismin şümulüne girmiş olurlar. Şimdi sizlere bu isimlerden her birinin özel itibarının neler olduğunu açıklayalım.

Hak Tealânın adı ancak vücudu müretteb yani tertip edilmiş, düzenlenmiş isimlere girmiştir. Yoksa izafi idam yani lafzen silinerek veya yok edilerek ve sarfen, yani vücudatı değiştirilen veya dağıtılan ikinci rütbede vücut bulamayan adlara girmiş olurlar. Nitekim müretteb veya tertipli olanların özel adları olduğu gibi vücudu bulunmayanların da özel adları vardır.

Hak tealânın adının yok edici veya idam edici adları şunlardır; El Mâni’, el Kâbıd/z, el Mümîd, el ‘Alîm, el Bâtın, el Mübtelî, es Semî’, el Azîz, el Ğanî, el Müzil, el Afûv, el Kebîr, el Mütealî, el İlâh, el Vâris, el Vâkî, er Râtık, er Refî’, Zül-Arş, el Mümtahin, ZülCelâl, el Kuddûs, el Cebbâr, el Mütekebbîr, El Ahâd, es Samed.

Yukarıda geçen adların tümü Yüce “Allah” adının özelliklerindendir. Bu adlara hiçbir zaman Rahmân adı girmiş olmaz. Ancak itibarî olarak ikinci rütbede olan adlara Rahman adı dâhil olur.

Rahmân adına gelince bu ad ancak ilk rütbede vücut bulan adlara girer. Bu adlar şunlardır; er Rabb, er Rahmân, er Rahîm, el Mâlik, el Muhît, el Kadîr, el Hakîm, et Tevvâb, el Mufaddıl, el Basîr, Zül-fazl, el Velî, en Nasîr, el Vâsi, el Bedî’, el Kâfi, er Raûf, eş Şedîdü-lAzâb, el Karîb. El Mucîb, es Serîü-l Hisâb, el Habîr, El Bâsıd, el Hayy, el Kayyûm, (Bu iki isim Rahman isminin azametli özelliğidir) el Hamîd, el Müstena’im, el Vehhâb, el Câmî’, el Muksıd, Mâlikü-l Mülk, el Muîz, uzak bir yönden el Hakem, ve diğer bir yönden en Nasr, el Hayy, el Vekîl, el Mürsil, es Sâdık, eş Şâkir, el Fâtır, el Kâhir, el Kâdî, el Muğîs, el Kâdir, el Fâlık, el Latîf, el Bârî, el Hâdî, el Muğîs, ed Darr, en Nâfi el Kavîy, el Hafîz, el Mücîd, el Vedûd, el Fa’âl, e4l Hâfız, er Râfî’, el Müdebbir, el Kahhâr, el Vakîy, el Velî, el Mennâr, el Kefîl, el Mükrim, el Muktedir, el Cenân, el Bâkî, el Mu’ti el Fatık el Bâis, el Hakk, el Mevlâ, ez Zekîy, el Vâfî, en Nûr, el Mübîn eş Şâfî el kerim, el Muhsin, el Mubdî, et Tahîr el Fettah, el Allâm, eş Şekûr, Züt-tûl, el Mümtahîn, er Rezzâk, el Metîn, el Berr, el Mu’nî, Zü’l-Celâli ve’l-ikrâm ez Zâhir, el Müheymin, el Cebbar, el Hâlık el Bârî, el Musavvir (bu isim hüküm yönünden pek azametlidir. Ez Zârî, zü’l Mearic, eş Şedîdü’l Batş.

Yukarıda açıklanan isimlerden başka Allah’a nispet edilen isimler çok fazladır. Böyle olmasının sebebi nedir? Çünkü İlâhi rahmet Rahmân adındaki özelliğe binaen gazab, hiddet ve öfkeyi az da olsa geçmiştir. Bu da ancak azametli isim olan Allah adına yaklaşmak veya ulaşmakla değil ona tabi olmakla ve ona yetişmekle mümkün olur. (A. Süleyman et Tilmsânî-Esma-i Hüsna/10-11)

******************************************************************

PEYGAMBER DİLİNDEN BAZI DUALAR

1 – “Allah’ın adıyla, Allah’a tevekkül ediyorum. Allah’ım! Sapıtmak ve saptırılmaktan, alçalmak ve alçaltılmaktan, zulmetmek ve zulmedilmekten, bilgisizlikten ve bilgisiz bırakılmaktan Sana sığınırım.” (Tirmizî)

2 – “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalplerimizi tâatine çevir.” (Müslim)

3 – “Allah’ım kalbimi aydınlık kıl, lisanımı, kulağımı, gözümü, ardımı, önümü, üstümü, altımı aydınlık eyle. Allah’ım, nurumu büyüt.” (Buharî-Müslim)

4 – “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalbimi dininin üzerinde sabit kıl.” (Tirmizî)

5 – “Allah’ım! Senden yararlı bilgi, hoş rızık, kabul edilmiş amel isterim.” (İbn Mace)

6 – “Allah’ım, yaptığım şeylerin şerrinden ve yapmadığım şeylerin şerrinden Sana sığınırım.” (Müslim)

7 – “Allah’ım, cehennem fitnesinden ve cehennem azabından, zenginliğin ve fakirliğin şerrinden Sana sığınırım.” (Ebû Davud)

8 – “Allah’ım, nimetinin elden çıkmasından, afiyetinin ters dönmesinden, ansızın azabına uğramaktan ve her türlü gazabından Sana sığınırım.” (Müslim)

9 – “Allah’ım, Senden sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve beni Senin sevgine ulaştıracak ameli isterim. Allah’ım, Senin sevgini bana nefsimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle.” (Tirmizî)

10 – “Allah’ım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlıktan ve cimrilikten Sana sığınırım. Kabir azabından Sana sığınırım. Hayatın ve ölümün fitnesinden Sana sığınırım.” (Müslim)

11 – “Allah’ım, Senden rahmetini icap ettiren şeyleri, mağfiretini gerektiren şeyleri, bütün günahlardan esen kalmayı, bütün iyilikleri ganimet olarak kazanmayı, cennete nail olmayı ve cehennemden kurtulmayı isterim.” (Müslim)

12 – “Allah’ım, işimi koruyan dinimi ıslah et, geçimimi sağlayan dünyamı ıslah et, dönüp varacağım yer olan ahiretimi ıslah et. Hayatı her hayrı artırmama vesile eyle, ölümü bütün kötülüklerden kurtulmama çare eyle.” (Müslim)

13 – “Allah’ım! Dünyada ve ahirette Senden esenlik isterim; Allah’ım, dinim, dünyam, ailem ve malım konusunda Senden af ve esenlik isterim. Allah’ım, ayıplarımı ört. Korkularımdan beni emin eyle. Önümde, ardımda, sağımda, solumda, üstümde olanlardan beni koru. Altımdakilerden de Senin azametine sığınırım.” (Ebû Davud)

14 – “Allah’ım, hatamı ve cahilliğimi, işimde aşırılığımı ve benden iyi bildiğin şeylerimi bağışla. Allah’ım, ciddimi ve şakamı bağışla, hataen ve kasten yaptıklarımı bağışla. Bütün bunlar bende vardır. Allah’ım, yapıp ileriye gönderdiğim ve yapmayıp geriye bıraktığım; açıkladığım ve gizlediğim şeylerimi ve benden daha iyi bildiğin şeylerimi bağışla. İleriye süren ve geriye bırakan Sensin. Sen her şeye kadirsin.” (Buharî-Müslim)

15 – “Gökleri ve yeri yaratan, görünen ve görünmeyeni bilen, her şeyin Rabbi, meliki ve sahibi olan Allah’ım! Senden başka ilah olmadığına şahidim. Nefsimin kötülüğünden, şeytan ve ortaklarının şerrinden Sana sığınırım. Nefsime bir kötülüğün gelmesinden veya Müslümanlara karşı bir suç işlemeye onu itmesinden gene Allah’a sığınırım.” (Tirmizî)

16 – Allah’ım! Kalplerimizi birleştir. Aramızı düzelt ve bizi kurtuluş yollarına ilet. Bizi karanlıklardan aydınlığa çıkar ve büyük günahların açığından da gizlisinden de uzaklaştır (Ebu Davud)

17 – Allah’ım! Senden bana teslim olmuş bir kalp ve doğru söyleyen bir lisan lütfetmeni niyaz ediyorum (Tirmizî)

18 – “Allah’ım! Öfkenden rızana; cezandan affına sığınırım. Senden yine sana sığınırım. Sana övgüyü saymakla bitiremem. Sen kendini nasıl övdüysen öylesin.” (Müslim)

19 – “Allah’ım! Dalalete (sapıklığa) düşmekten veya (başkalarını) dalalete düşürmekten, hataya düşmekten veya (başkasını) hataya düşürmekten, zulmetmekten veya zulme uğramaktan, cahillik etmekten veya cahillikle karşılaşmaktan, sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd)

20 – “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, huşu duymayan kalpten, kabul olunmayan duadan doymayan nefisten sana sığınırım.” (Müslim)

21 – Allah’ım! Bize imanı sevdir ve onu bize güzel göster. Küfürden, fasıklıktan ve isyandan nefret ettir. Bizi doğru yolda olanlardan eyle (Hâkim, Da’avat 1868).

22 – Allahım! Dinî-dünyevî hayatım ile ailem ve malım için Senden bereket ve sağlık niyaz ediyorum (Hâkim, Da’avat 1902).

23 – Allahım! Senden bana teslim olmuş bir kalp ve doğru söyleyen bir lisan lütfetmeni niyaz ediyorum (Tirmizî, Da’avat 23).

24 – “Başka bir ilâh yok, ancak Allah var. O’nun şerîki yoktur. Mülk O’nundur, hamd de O’nundur. O her şe¬ye kaadirdir. Allah’ım, Senin verdiğine engel olacak da yoktur, vermediğini verecek de yoktur. Ve servet sahi¬bi olanlara servetleri sana karşı bir menfaat veremez. Ya¬ni servetine güvenerek sana âsî olanları o servetleri kurtaramaz.” Buhârî, Ezân, 155

25 – “Allah’ım, benim kalbime nur ver, benim kulağıma nur ver, benim gözüme nur ver, sağ tarafıma nur ver, soluma da nur ver, benim önüme de nur ver, arkama da bir nur. Nurumu çoğalt, nurumu çoğalt, nurumu çoğalt.” (Buhari)

26 – “Allah’ın, ismiyle kapıdan çıkıyor ve O’na güveniyorum. Kötülüklerden dönme gücünü de, iyiliklere sarılma gücünü de veren yalnız Allah’tır.” (Cami’üs Sağir)

27 – “Allah’ım! Yolumu şaşırmaktan ve savrulmaktan, küçük düşmekten ve düşürülmekten, haksızlığa uğramaktan ve uğratılmaktan, kaba hareketlerden ve kaba hareketlere itilmekten, isyan ettirilmekten sana sığınırım.” (Cami’üs Sağir)

28 – “Ulu Allah’a tövbe ediyor, günahlarımın bağışlanmasını O’ndan diliyorum. O tüm varlıklara hükmetme gücünü elinde tutan ölümsüz diridir.” (Cami’üs Sağir)

29 – Allah’ım altından kalkılmaz belâ ve musibetlerden, bahtsızlıktan, kötü yazgıdan, düşmanları sevindirecek duruma düşmekten sana sığınırım. (Hüccetullahi’l-Baliğa)

30 – Allah’ım şüphesiz ben, cehennem azabından cehennem fitnesinden, kabir fitnesinden, kabir azabından, zenginlik fitnesinin şerrinden, fakirlik fitnesinin şerrinden, mesih-Deccal fitnesinin şerrinden sana sığınırım. (Hüccetullahi’l-Baliğa)

31 – Allah’ım benim günahlarımı kar ve dolu suyu ile yıka. Kalbimi beyaz elbisenin kirden paklandığı gibi her türlü kötülükten arındır. Benimle günahlarımın arasını doğu ile batı arasını uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır. (Hüccetullahi’l-Baliğa)

32 – Allah’ım nefsime takvasını ver ve onu arındır. Onu arındıracak ancak sensin, onun velisi, mevlâsı (Efendisi) sensin. (Hüccetullahi’l-Baliğa)


ESMA DERSLERİ 1 –“ALLAH’I” ZİKRETMEK IV

$
0
0

Resim4

KUR’AN A GÖRE ZİKRİN FAYDA VE MÜJDELERİ

1 – O hâlde beni zikredin (anın – düşünün) ki sizi zikredeyim. Şükredin bana (değerlendirin beni), sakın küfretmeyin (hakikatiniz ve varlığın hakikati olduğumu inkâr etmeyin). (Bakara/152)

2 – Unuttuğunda Rabbini (hakikatin olan Esmâ mertebesini) zikret (hatırla)! Ve de ki: “Umarım Rabbim beni kurbunda (mâiyet sırrının yaşandığı Tecelli-i Sıfat mertebesi. {İnsan-ı Kâmil, Sıfatların tecellisi bahsi; Abdülkerîm Ciylî. A.H.}) olgunluğa erdirir. (Kehf/24)

3 – Bir de sayılı günlerde (hac bayramı 2./3./4. günleri) Allâh’ı zikredin (tekbir getirin). (Bakara/203)

4 – Onlar (öze ermişler) ayakta, otururken ya da yanları üzere uzanmışken Allâh’ı anıp (hatırlayıp), semâların ve arzın yaratılışını (günün getirisi ölçüsünde evren ve derûnu ya da beyin indînde bedenin yeri ve özelliklerini) tefekkür edip; “Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın! Subhan’sın (yersiz ve anlamsız bir şey yaratmaktan münezzeh, her an yeni bir şey yaratma hâlinde olansın)! (Açığa çıkardıklarını değerlendirmemenin getireceği pişmanlıktan) yanmadan bizi koru” (derler).(A. İmran/191)

5 – Onlar ki iman etmişlerdir ve şuurları Allâh’ı hakikatlerinde olarak hatırlayıp hissetmenin tatminini yaşar! Kesinlikle biline ki, şuurlar Bizikrillâh (Allâh’ı, Esmâ’sının işaret ettiği anlamlar doğrultusunda hakikatinde HATIRLAYIP hissetmek) ile mutmain olur! (Ra’d/28)

6 – And olsun ki, Rasûlullâh’ta sizin için mükemmel bir örnek yaşam vardır! Allâh’ı ve sonsuz geleceği umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler (hatırlayanlar) için! (Ahzab/21)

7 – (Onlar o) Ricaldir ki, kendilerini ne ticaret ne de (dünyevî) alışveriş Allâh’ın Zikri’nden (hakikatlerini hatırlamaktan engelleyip), salâtın ikamesinden (hakikatini yaşamaktan) ve zekâtı vermekten (kendisindekini karşılıksız paylaşmaktan) alıkoymaz! Onlar, kalplerinde (şuurlarında açığa çıkan içsellikteki hakikat) ve gözleriyle görecekleri (âfakta müşahede edilecek dışsal gerçeklik) nedeniyle, dönüşülecek süreçten korkarlar. (Nur/37)

8 – Allâh’ı çok zikreden (hatırlayan) erkekler ve zikreden kadınlar var ya, işte Allâh onlar için bir mağfiret ve azîm bir ecir hazırlamıştır. (Ahzab/35)

9 – Elbette ki Allâh zikri (hatırlanışı) Ekber’dir (Ekberiyeti hissettirir)! Allâh ne hâlde olduğunuzu bilir. (Ankebut/45)

10 – Ey iman edenler! Allâh’ı çok zikredin! Sabah – akşam (devamlı) O’nu tespih edin! (Ahzab/41-42)

11 – Rabbini nefsinde, haddini bilerek, hissederek ve gizlice, gösterişsiz, sesini yükseltmeden, sabah – akşam zikret, hatırla ve derinliğine düşün! Gâfillerden olma! (A’raf/205)

12 – (Endişeli ortamda) salâtın edâsından sonra, ayakta veya otururken ya da yanlarınız üzere uzanmışken (sürekli) Allâh’ı zikredin. Zikrettiğinizle doyuma ulaştığınızda salâtı ikame edin (yaşayın – yönelişin tam hakkını verin, zikirle girmiş olduğunuz hissediş ile). Kesinlikle salâtın, belli vakitlerde yaşanması, iman edenlere yazılmıştır. (Nisa/103)

13 – İman edenler için, Allâh’ın zikri (hatırlanışı) ve Hak’tan inzâl olana bilinçlerinin huşû duyması vakti gelmedi mi? Ki daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar (ibadetleri âdete dönüşmesin, çalışmalarını düşünerek hissederek yapsınlar)! Onların (İsrailoğullarının) üzerlerinden uzun müddet geçmişti de (ibadetleri âdete dönüşmüştü), bu yüzden kalpleri katılaşmıştı (yaptıklarını düşünüp hissedip yaşamadan, âdet diye yapmaya başlamışlardı)! Onlardan (Yahudilerden) çoğunun inançları bozuktur! (Hadîd/16)

14 – Bunun yanı sıra Rabbini çokça an ve sabah akşam O’nun şanının yüceliğini hisset. (A. İmran/41)

15 – O salât tamamlandığında arzda yayılın, Allâh’ın fazlından talep edin ve (el Esmâ’sıyla hakikatiniz olan) Allâh’ı çok zikredin (HATIRLAYIN) ki kurtuluşa eresiniz! (Cuma/10)

16 – Rabbinin ismini zikret (hatırla) ve her şeyden kesilip sırf O’na yönel! (Müzzemmil/8)

17 – Sabah – akşam Rabbinin ismini zikret (hatırla)! Gecenin bir kısmında O’na secde et; O’nu tespih et – gece içinde uzun şekilde. (İnsan/25-26)

18 – Kesinlikle iman edenler o kimselerdir ki, “Allâh”ı anıp düşündüklerinde onların şuurlarında ürperti olur (o azamet yanında kendi acziyetlerini düşünmekten); onlara O’nun işaretleri okunduğunda, onların imanlarını arttırır (düşünebildikleri oranda)... Onlar Rablerine tevekkül ederler (hakikatlerindeki El Vekiyl isminin, gereğini yerine getireceğine iman ederler). (Enfal/2)

19 – Arafat’tan hep birlikte akıp dönerken, Meşari Haram’da (Müzdelife) Allâh’ı zikredin. O’nu, hidâyetinin sizde açığa çıktığı kadarıyla zikredin. Muhakkak ki bundan önce siz (hakikatten) sapmışlardandınız. (Bakara/198)

20 – Hac ibadetinizi bitirince babalarınızı anma (âdetinizdeki) zikrinizden çok daha şiddetli şekilde Allâh’ı zikredin. (Bakara/200)

21 – Rabbinin ismini zikredip (hatırlayıp) bilfiil salât eden (yaşayan) kurtulmuştur. (A’lâ/15)

22 – Onlar ki, “Allâh” anıldığında o anlam şuurlarında haşyet oluşturur… Kendilerine isâbet edenlere sabredenler ve salâtı ikame edenlerdir. (Hac/35)

KUR’AN A GÖRE ZİKİRSİZLİĞİN CEZA VE TEHDİTLERİ

1 – Allâh kimin derûnunu İslâm’ı kavrayacak şekilde genişletti ise, o Rabbinden bir nûr üzere değil midir? Allâh’ın zikrinden (hatırlattığından) kalpleri kasavetlenene (içleri sıkılıp bunalanlara) yazıklar olsun! İşte onlar apaçık şekilde (hakikatten) sapmayı yaşamaktadırlar! (Zümer/22)

2 – Kim (dünyevî – dışa dönük şeylerle) Rahmân’ın zikrinden (Allâh Esmâ’sının kendi hakikati olduğunu hatırlayarak bunun gereğini yaşamaktan) âmâ (kör) olursa, ona bir şeytan (vehim, kendini yalnızca beden kabulü ve beden zevkleri için yaşama fikri) takdir ederiz; bu (kabulleniş), onun (yeni) kişiliği olur! (Zuhruf/36)

3 – İkiyüzlüler Allâh’ı aldatmaya kalkarlar, (oysa) Allâh, hilelerinin sonucunu kendi aleyhlerine oluşturur! Salâta kalktıklarında üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş olsun diye; Allâh’ı da çok az hatıra getirirler. (Nisa/142)

4 – Şeytan, içki ve kumar türleri ile aranıza düşmanlık ve kin yerleştirmeyi, sizi Allâh zikrinden ve salâttan engellemeyi murat eder ancak… Artık vazgeçtiniz değil mi? (Maide/91)

5 – Şeytan (yalnızca beden olma fikri) onlara yerleşti de, onlara Allâh’ın zikrini (hatırlatılan hakikatlerini, bedeni terk edip Allâh Esmâ’sıyla var olmuş yapılarıyla {şuur} sonsuza dek yaşayacaklarını) unutturdu! İşte onlar Hizbüş Şeytan’dır (şeytanî fikir yandaşları – kendini yalnızca beden sananlar)... Dikkat edin, muhakkak ki Hizbüş Şeytan (kendini yalnızca beden sananlar) hüsrana uğrayanların ta kendileridir! Mücadele/19)

6 – Ey iman edenler… Mallarınız da evladınız da sizi Allâh’ın zikrinden (Hakikatinizi hatırlamaktan) meşgûl edip (gereğini yaşamaktan) alıkoymasın! Kimler bunu yaparsa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir! (Münafikun/9)

7 – Kim Rabbinin zikrinden (hatırlattığı Hakikatinden) yüz çevirirse, onu gittikçe şiddetlenen bir azaba sokar! (Cin/17)

**************************************************************

ALLAH (C.C.) ZİKRETMENİN FAZİLETİ,

Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“Siz beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakIn nankörlük etmeyin.” (Bakara/152)

Sabit-ül Bünnanî (R,A.) der ki “Ben Rabbimin beni ne zaman anacağını biliyorum.» Dinleyenler bu söz karsısında irkilerek «bunu nasıl biliyorsun» diye sorarlar. Sabit-ül Bünnanî: «Ben O’nu ne zaman anarsam o da beni o zaman anar» diye karşılık verir.

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“Ey iman edenler Allah’ı sık sık anın.” (Ahzab/ 41)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“…. Arafat’tan indiğiniz zaman Allah’ı “Mes’arul haram” da anın. O size nasıl hidayet verdiyse siz de O’nu zikredin» (Bakara/198)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“ … Hacc görevlerinizi bitirince atalarınızı andığınız kadar, hatta daha hararetli bir dil ile Allah’ı anınız» (Bakara/200)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

Bu derin düşünceliler ayakta, oturarak ve yanları üstü uzanmışlarken Allah’ı anarlar ve ey Rabbimiz, sen bütün bu varlıkları boşuna yaratmadın, seni böyle bir isnattan tenzih ederiz, o halde bizi cehennem azabından koru.» diyerek göklerin ve yerin yaratılışı hakkında enine boyuna düşünceye dalarlar.” (Al-i Imran/191).

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“ … Namazı kılınca ayakta, oturuyorken ve yan üstü uzanmışken Allah’ı anınız.» (Nisa/103)

Ibn. Abbas (R.A.) yukardaki ayeti tefsir ederken: «Yani gece gündüz, denizde karada, evde, yolda, varlıkta, darlıkta, sağlıkta hastalıkta, gizli açık her zaman ve her yerde Allah (C.C)’i anınız.»

Ulu Allah (C.C) münafiklari:

«Allah’ı çok az anarlar» diye kınamaktadır.” (Nisa/142)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“ … Rabbini, içinden yalvararak ve çekinerek, yüksek sesle konuşmayarak sabah-aksam an da gafillerden olma.» (A´raf/205)

Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

“ … Allah’ı zikretmek, hiç şüphesiz, en büyük ibadettir” (Ankebut/45)

Ibn. Abbas (R.A.) yukardaki ayeti hakkında der ki. «Bu ayeti iki türlü anlamak mümkündür;

1) Allah (C.C)’in sizi anması, sizin O’nun anmanızdan daha önemlidir.

2) Allah (C.C)´i anmak, geride kalan her türlü ibadetten üstündür.» Buna dâir deha birçok ayetler vardır.

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

… Gafiller arasında Allah (C.C)’i anan kimse, kuru otlar arasındaki yeşil otlar gibidir

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Gafiller arasında Allah (C.C)’i anan kimse, cephe kaçakları arasındaki savaşçı gibidir

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

Ulu Allah (C.C) söyle buyurur: “Beni andığı sürece, dudakları benim adımla kıpırdadıkça ben kulum ile birlikteyim.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Kulun islediği ameller içinde, ona Allah (C.C)’in azabından en kurtarıcı olanı, Allah (C.C)’i anmaktır”

Sahabeler «Cihâd da mi bunun ayarında değil» diye sorarlar. Peygamber’imiz (S.A.S) onlara:

“Düşmana vura vura kılıcın kırıldıktan sonra yine bir kılıcı vura vura kırmak ve bir üçüncü kılıcı, yine düşmanla vuruşa vuruşa kırmak durumu dışında Cihâd bile onun ayarında değildir.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Cennet bahçelerinde gezinmek isteyen kimse ulu Allah’ı sık sık ansın.”

Peygamber (S.A.S) efendimize «en faziletli amel nedir?» diye sorarlar. Peygamber (S.A.S)`imiz “Allah (C.C)’i anan dilin kurumadan can vermendir.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Sabah-aksam Allah (C.C)’in adını an ki, sabah ve aksama günahsız giresin.

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Sabah aksam Allah (C.C)’in adını dilden düşürmemek. Allah (C.C) yolunda düşman iie vuruşurken kılıç kırmak ve mali cömertçe dağıtmaktan daha faziletlidir.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Ulu Allah (C.C) buyuruyor: “Kulum beni içinden anınca ben onu içimden anarım. Beni kalabalık arasında anarsa ben de onu daha hayırlı bir kalabalık içinde anarım. Bana bir karış yaklaşırsa ben de ona bir dirsek boyu yaklaşırım. Bana bir dirsek boyu yaklaşırsa ben de ona bir kulaç yaklaşırım. Bana doğru yürüyünce ben ona doğru koşa koşa giderim.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Yedi kimse var ki, Allah (C.C), başka hiç bir gölgenin bulunmadığı günde onları Arş’ının gölgesi altına alır. Bu yedi kimseden biri. Yalnız başına iken Allah (C.C)’i anarak O’nun korkusu ile gözleri yaşarandır.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Beni İyi dinleyin. Size amellerinizin en hayırlısını, Rabbinizin katında en temiz olanı, size en yüksek, derece kazandıranı, kâğıt ve altın para dağıtmaktan sizin İçin daha hayırlı olanı, düşman ile karşılaşıp onun boynunu vurmaktan veya boynunuzu ona vurdurup şehit olmaktan sizin hesabınıza daha faydalı olanı size söyleyeyim mi?”

Sahabeler: “Bu amel nedir, ya ResulAllah (S.A.V)” diye sorarlar. Peygamber (S.A.V)´imiz «Allah (C.C)’i dilden düşürmemektir» diye cevap verir.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Ulu Allah (C.C.) söyle buyuruyor: “Beni anmaktan benden bir şey istemeye fırsat bulamayanlara, isteyenlere en değerli bağışı sunarım.”
Fudayl (r.a.) der ki: «Öğrendiğime göre ulu Allah (C.C.) söyle buyurur: “Ey kulum, beni sabahtan sonra bir saat ve aksamdan sonra bir saat anarsan, ikisi arasında gecen zaman parçalarında sana kâfiyim.”

Âlimlerden biri der ki: Ulu Allah (C.C.) söyle buyurur:

“Kalbine nazar atfettiğim zaman benim zikrimin orada baskın olduğunu gördüğüm kulun bütün karar ve davranışlarına yön vermeyi üzerime alır, onun sözdaşı ve yakîn olurum.”

Hasan-ül Basrî (r.a.) der ki: «Allah (C.C.)’i anmak iki türlüdür: Birincisi: Allah (C.C.) ile aranda kalacak şekilde gizli olarak O’nu anmandır. Zikrin bu çeşidi, ne kadar güzel ve üstün derecelidir. Bundan daha değerlisi de Allah (C.C.)’i, O’nun haram kıldıkları ile karşılaşınca anmaktır.”

Rivayete göre Allah (C.C.)’in adını ananlardan başka herkes susuzluk içinde dünyadan ayrılır.

Muaz Ibni Cebel (R.A.) der ki. «Cennetlikler sadece Allah (C.C.)’i anmadan geçirdikleri bir saate hayıflanırlar.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

Bir oraya gelerek Allah (C.C.)’in adını anan kimselerin melekler çevresini kuşatır, onları rahmet bürür ve Allah (C.C.) da onları yanındakiler arasında anar.

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Bir araya gelerek Allah (C.C.)’in rızasından başka hiç bir şey beklemeden O’nun adını ananlara gökten «Günahlarınız bağışlanmış olarak kalkınız, kötülükleriniz iyiliklere dönüştürülmüştür.” diye seslenilir.

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“Bir yerde oturup da Allah (C.C.)’in adını anmayan ve Peygamber’ine salat-ü selâm getirmeyen bir grup. Kıyamet Günü bu davranışı karsısında hayıflanmak zorunda kalır.”

Hz. Davud (A.S.) ulu Allah (C.C.)’a söyle dua eder. “Allah’ım! Beni senin adını ananların meclisinden geçip gafillerin arasına katılmaya giderken görünce ayağımı kir, bu bana tarafından bağışlanmış bir nimet olur.”

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“İyi bir toplantıya katılmak, mü´minin iki milyon kötü toplantıda kazandığı günahı giderir.”

Ebû Hureyre (R.A.) der ki. «Gök halkı içinde Allah (C.C.)’in adı anılan kimselerin evlerini, yıldızları birbirlerine gösterir gibi gösterirler.»

Süfyan Ibni Üyeyne (R.A.) der ki; “Mü`minler bir araya gelip Allah (C.C.)’in adını andıkları zaman gerek şeytan ve gerekse dünya onların yanından kaçar. Şeytan dünyaya; «Görüyor musun, ne yapıyorlar» diye hayıflanır. Fakat dünya şeytana «Bırak yapsınlar, yoruldukları zaman. teker teker hepsini enselerinden tutup sana getiririm.» diye karşılık verir.

Ebû Hureyre {R.A.) bir gün çarsıya girer ve: «Peygamber (S.A.V) efendimizin mirası camide bölüşülürken sizi burada görüyorum» der. Bu sözleri duyan esnaf ve halk çarsıyı pazarı bırakıp camiye koşuşurlar, fakat bölüşülen bir miras göremezler. Bunun üzerine Ebû Hureyre’ye: «Biz camide bölüşülen bir miras göremedik» derler. Ebû Hureyre onlara: «Peki, ne gördünüz» diye sorar. Onlar da «Allah (C.C.)’in adını anan ve Kur’an okuyan kimseler gördük» derler. Ebû Hureyre onlara: «işte Peygamber’imizin mirası budur» diye karşılık verir.

Amesin Ebû Salih’ten onun da Ebû Hureyre ve Ebû Hudri’den (R.A) rivayet ettiklerine göre;

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Allah (C.C.)’in kulların amellerini yazanlar dışında yeryüzünde devamlı dolasan bir grup meleği vardır. Bunlar bir araya gelerek Allah (C.C.)’in adını anan bir mü’min grup görünce birbirlerine «Aradığınız burada, gelin» diye seslenerek bir araya toplanırlar ve gökyüzüne yücelinceye kadar bu grubun etrafını sararak beklerler.

Göğe çıkınca, Allah (C.C.) onlara: «Kullarımı ne ile meşgul iken bıraktınız» diye sorar, onlar da «Sana hamd ederken, seni noksan sıfatlardan tenzih ederken ve seni yüceltirken yanlarından ayrıldık» diye cevap verirler.

Ulu Allah (C.C.): «Peki, onlar beni gördüler mi» diye sorar, melekler: «hayır» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «Peki beni görseler ne yaparlar» diye sorar. Melekler de: «Seni görselerdi, hamdleri, tesbihleri ve seni yüceltmeleri, daha kuvvetli olurdu.» diye cevap verirler.

Allah (C.C.) onlara sorar. «Peki, hangi şeyden çekinerek bana sığınıyorlar?» Melekler «cehennemden» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «Cehennemi gördüler mi» diye sorar. Melekler «Hayır» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «Peki cehennemi görseler ne yaparlardı» diye sorar. Melekler de «Cehennemi görseler ondan daha çok kaçınırlar, daha çok nefret ederdi» diye cevap verirler.

Allah (C.C.) onlara: «istedikleri nedir» diye sorar: Melekler «Cennet» derler. Allah (C.C.) onlara: «Peki, hiç gördüler mi» diye sorar. Melekler: «Hayır» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «Peki, cenneti görmüş olsalardı, davranışları ne olurdu?» diye sorar. Onlarda: «Eğer cenneti görselerdi, ona karşı daha güçlü bir arzu duyarlardı» derler.

Bunun üzerine Ulu Allah (C.C.) meleklere: «Sizi şahit tutuyorum ki, onların hepsinin günahlarını bağışladım» der. Melekler «aralarında falan kimse de vardı, o zikretmek için değil, başka bir amaçla aralarına katılmıştı» derler. Ulu Allah (C.C.): «Onlar öyle bir topluluktur ki, onlar ile birlikte oturan bedbaht olmaz.»

Peygamber’imiz (S.A.S) buyuruyor ki:

“ … Gerek benim ve gerekse benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli söz «lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike lehu (Allah’tan başka ilâh yoktur, tektir, ortağı yoktur)» sözüdür.

Bir kimse günde yüz kere “la ilahe illallahu vahdehu lâ serike lehül mülkü ve lehul hamdü ve huve alâ külli sey’in kadir” (Allah’tan başka ilâh yoktur, tektir, ortağı yoktur. Varlığın mülkü O’nundur. Hamd O’na mahsustur, o her şeye kadirdir)» derse on köle Azad etmiş gibi olur, amel defterine yüz iyilik yazılır ve kötülüklerinin yüz tanesi de silinir, o gün aksama kadar bu sözler onun şeytandan koruyucusu olur. Ondan daha fazla bu sözleri söyleyenlerden başka hiç kimse onun yaptığından dana üstün bir ibadet ile Allah (C.C)’in huzuruna gelmez.»

Peygamber’imiz (S.A.S.) buyuruyor ki:

“ … Düzgün bir şekilde abdest alıp arkasından basını göğe dikerek “Eşhedü en lâ ilahe illallâhu vahdehu lâ serike lehu ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu” (Allah’tan başka ilâh olmadığına. O’nun tek ve ortaksız olduğuna. Muhammed’in O’nun kulu ve Resul’ü olduğuna şehadet ederim)» diyen bir kulun önünde cennetin bütün kapıları açılır ve dileğinden içeri girer.» İ. Gazalî/Kalplerin Keşfi-317-322)

*******************************************************

“İnsanın kalbine zikir yerleşince daha durmaz. Çarşıda, pazarda alışveriş yaparken kalp ‘Allah’ der. Siz istemeseniz de çalışır. Nasıl ki mideniz sizin elinizde olmadan gıdaları hazmediyor, siz uyurken bile işine devam ediyorsa, içine zikir yerleşen kalp de öylece zikreder. Bunun sevabını yalnızca Allah bilir.’’ (Seyyid Abdülbaki)

***************************************************************

İLAHİ

Allah emrin tutalım,
Rahmetine batalım,
Bülbül gibi ötelim,
Allah Allah diyelim.

Allah adı uludur,
Emrin tutan kuludur,
Mü’minlerin yoludur,
Allah Allah diyelim.

Allah adı dillerde,
Sevgisi gönüllerde,
Şol korkulu yerlerde,
Allah Allah diyelim.

Ölüp kabre varınca,
Melek sual sorunca,
Rabbin kimdir deyince,
Allah Allah diyelim.

Kocayuben göçmeden,
Teneşire çıkmadan,
Melil melil bakmadan,
Allah Allah diyelim.

Yunus seyredip gezer,
Ölüm tedbirler bozar,
Görmek istersen dîdar,
Allah Allah diyelim.
(Yunus Emre)

******************************************************************************************************************

Hz. Peygamber Efendimiz, Kâbe ye girdiği zaman üç yüz atmış tane put vardı. Bunları sildi süpürdü ve dışarıya attı. O, elle tutulan gözle görülen bu putları atmakla ilâ yevmil kıyam izinden gelen bütün inanmış mü’minlerin gönlünü de temizlemiştir.

“Gönül de bazen puthâneye benzer. Gönlünü Hak’tan: gayri olan sevgileri doldurma ki, orasını bir puthâneye benzetmeyesin.”

Kişi ister padişah ister âlim olsun, gönlünü zikrullah ve muhabbetullah ile bezeyip temizlemezse yani ilâhî marifetten, zikirden ve Allah sevgisinden uzak kalırsa o gönül put hane gibi olur. Çünkü Hak’tan gayri olan sevgiler, o gönlü put haneye döndürür.

“Gönlü put haneye dönen kişinin ne huzuru ne neşesi ne de aşkı ve şevki vardır. Çünkü o kişi, süfli işlerin peşindedir.”

Dışarıdan bakarsanız, o kişi boylu poslu, kelli felli, akıllı uslu bir insandır, ama onun gönlü perişandır ve put hane gibidir.

Gerçi bilerek ya da bilmeyerek bütün eşyaya sevgimiz, sonunda Allah’a dayanır. İnsan bilse de bilmese de her neyi severse farkında olmadan Allah’ı sever. Sevgi Allah’a aittir. Eşyadan yansır, varlığın tamamını kapsar. Bunu bilmek ya da bilmemek söz konusudur. Yüksek idrake erişildiği zaman her ne olursa olsun sevilenin Allah olduğunun farkına varır. İşte o zaman arif, cümle varlıkta Hakk’ı müşahede eder.

Temaşa eyledim kevn-i mekânı nûr-ı vahdetle,

Görünen cümle eşyadan hemîn Mevlâ imiş bildim.

(Şemseddîn-i Sivasî)

Put ise, gerçek olmayan sevgi demektir. Altın, gümüş, şan şöhret, makam mevki’ v.s. hep puttur.

Bu konuda tevhidin babası olan Hz. İbrahim (a.s.)’ın Allah’a yalvarışı, duası vardır. .

“Ey Allah’ım! Ufûl eden,’sönen, bugün var yann yok olan sevgilerden benim gönlümü kurtar. Gelip geçici sevgilere kaptırma, gönlümü onlarla doldurma.” (Enam/77)

Evi seversin yanıverir. Altını, gümüşü seversin hırsız girip çalıverir. Rütbeyi makamı seversin, benim mevkim makamım şudur dersin, dilin kemiği yoktur bir yanlış söz söylersin toplumda değerin düşüverir. Senelerdir senin etrafında olan insanlar, çekilip kayboluverirler. Bunlar gerçek sevgi değil; ancak mâsivâdır. Bununla ilgili pek çok güzel sözler vardır. Bir kâmil şöyle der:

“Padişah inmez saraya hâne ma’mûr olmadan”

Gönülhânesi, ma’mûr olmadan padişah yani Allah (c.c.) gönle giremez. Gönül sarayına eğer padişahı da’vet ediyorsak o saray padişaha layık olmalıdır yani gönlü mâsivâ denilen sevgiden arıtıp durulmalıyız.

Gönül nasıl temizlenir, terfi’ ettirilir?

Diyelim ki, evinizin önünde bir bahçe ve bahçede bir erik ağacı var. Siz bu ağacın ekşi eriğini, olgun ve tatlı erik yaparak beğenilen, sevilen, lezzetli, halkın itibar ettiği bir erik olmasını istiyorsunuz ve bu ekşi erikten kurtulalım diyorsunuz. Ne yaparsınız? O eriğin üstünde olan tatlı bir eriğin aşısını vurursunuz.

Aşıyı da herkes yapamaz. Onun da ehli olması lâzım. Ustaya: “Usta, gel de şu benim ağacı ne olur aşılıyıver,” der, arkasında önünde gezip peşinde koşarsınız. Sonunda onun gönlünü yaparsınız ve usta gelir. Senin bahçendeki ekşi erik ağacına bir tatlı eriğin aşısını yapar. O aşı tutar, artık senin bahçendeki erik ağacı ekşi değil; tatlı meyve vermeye başlar. Bunun gibi insanın da aşılanması lâzımdır. (Halveti zikir)

“ALLAH” ZİKRİNDEN GAFİL OLMAK

ResulAllah (sa.) şöyle buyurmuştur.

Kim bir yere oturur ve orada Allah’ı zikretmezse bu kendine Allah’tan bir hasret ve nedamet olur. (Ebu Davud)

ResulAllah (sa.) şöyle buyurmuştur.

Herhangi bir topluluk bir meclisten Allah’ı zikretmeden kalkarsa, mutlaka sanki eşek lâşinden kalkmış gibi olurlar ve bu onlar üzerinde hasret ve nedamete dönüşür. (Ebu Davud)

ResulAllah (sa.) şöyle buyurmuştur.

Allah’ı zikretmeden fazla konuşmayın çünkü Allah zikredilmeden yapılan çok konuşma kalp için bir kasvettir ve insanların Allah’tan en uzak olanı da kalbi kasvetli olandır. (Kenzu’l-ummâl)

Kim zikrin tadını alır, Allah’ı zikretmek suretiyle nasıl kalp huzuruna ulaşıldığını, o anda kalbinden perdelerin nasıl kaldırıldığını anlarsa, o Allah Tealâyı sanki başgözüyle görüyormuş gibi olur.

Aksine kim de dünyaya yönelir çoluk çocuğa, mala mülke karışır, Allah’ı unutursa o kişi de bulduklarını sanki yitirmiş gibi kalır, kendisiyle kalbi arası perdelenir. Bu haslet onu ateşe ve her türlü şerre götürür. Bunlar ise o kimse için hasret ve nedamet demektir. Hasret ve nedametler katmerleştiği zaman artık kurtuluş ümidi kalmaz.

ResuAllah söz konusu hasret ve nedameti en iyi şekilde ortadan kaldıracak bir ilaç koymuştur. Bunu her hâle uygun düşecek ve gaflet zehrine panzehir etkisi yapacak bir zikir koymak suretiyle yapmıştır. ResulAllah bu zikirlerin faydalarına dikkat çekmiş, bunlar yapılmadığı zaman onların yerini hasret ve nedametlerin dolduracağını beyan buyurmuştur.

İbadetin Allah’ın kulları üzerinde hakkı olduğuna inanmak

İnsan yaratıldığında içine şanı yüce olan yaratıcısına karşı bir “meyl” konulmuştur. Bu meyl farkı edilmesi çok zor bir duygudur. Ancak ona uygun ve mahal(mazinne, hakkında zannedilen) bulunan şeyle idrak edilebilir. Sağlıklı vicdanların kabul edeceği üzere, ona layık ve mahal olan şey de, Allah Tealâya ibadetin O’nun kulları üzerinde bir hakkı olduğuna inanmaktır. Çünkü O; insanlara nimetler vermiş, amellerinden dolayı da sorumlu tutmuştur. Bu durumda kim iradeyi ve Allah Tealânın kulları üzerinde hakkının sabit olduğunu inkâr ederse, yahut mücazatın bulunmadığını iddia ederse, o kimse fıtri safiyyetini kaybetmiş bir dehri (Tabiatperest, materyalist) demektir. Çünkü o kendi yaratılışı sırasında özüne yerleştirilmiş bulunan fıtri meylin mahallini kendi aleyhine olmak üzere bozmuş, onun naibini, halefini, yerini dolduracak şeyi ifsat etmiştir.

İnsan ruhunda nurani bir letafet vardır, bu yapı itibarıyla Allah’a meyleder.

Eğer bu meylin esasını öğrenmek istersen bil ki; İnsan ruhunda nurani bir letafet vardır bu yapı itibarıyla –aynen demirin mıknatısa doğru meyli gibi- Allah’a meyleder. Bu vicdan (sezi) yolu ile elde edilen bir sonuçtur. Kendi letafetleri üzerinde dikkatlice düşünen ve her letafeti kendi özelliği ile kavrayan herkes bu nurani letafeti ve yapı itibarıyla onun Allah Tealâ’ya doğru meyledişini mutlaka kavrar.

Bu meyle ehl-i vicdan; “Zat-ı muhabbet” derler. Bu –aynen diğer duygularda olduğu gibi bir duygudur.

İnsan süflî bir meşgale içerisinde olduğu zaman uyuşturucu kullanmış gibi olur.

İnsan, süflî letafetler içerisinde kendisini kaybetmiş bir halde ise, o zaman bedeninde uyuşturucu kullanmış bir kimse gibi olur; ne soğuğu ne de sıcaklığı hisseder. Süflî letafetlerin etkinliklerini kaybetmesi halinde, nesemenin parçalarından pek çoğunun dağıl¬ması, özellik ve kuvvetlerinden birçoğunun noksanlaşması sonucu doğar. Etkinliğin kaybolması ya ıztırarî ölümle olur. Ya da nefsanî ve bedenî riyazetler gibi ihtiyarî ölümle ve acayip yollara tutunmak suretiyle olur. Bu durumda o, kendisinden uyuşturucunun et¬kisi kaybolan kimse gibi olur; uyuşturucuyu aldığı sırada hiç hissetmediği şeyleri duymaya başlar.

İnsan Öldüğünde, Eğer Allah’a Yönelmiş Halde Değilse, O Bahtsızın Biri (Şaki) dir:

İnsan öldüğü zaman, Allah’a yönelmiş bir halde değilse, yönelmeyişi basit bir cehalet ve halis bir yoksunluk sebebiyle ise o, insan türünün kemâl hali itibariyle bahtsızın biri (şakî) dir.

Kendisine orada bulunan bazı şeyler açılmış olabilir; fakat kabiliyetinin bulunmayışı sebebiyle inkişâf tam olarak gerçekleş¬mez, bunun sonucunda şaşkın ve çaresiz bir halde kalır. Allah’a yönelmeyiş hali, ilmî ve amelî melekelerinde ona ters düşen bir halin bulunması sebebiyle ise, bu halde çekişine olur; nefs-i natıka tarafı Ceberut âlemine doğru çeker, neşeme ise kazanmış olduğu ters düşen hal ile birlikte süflî âleme doğru çeker. Bu durumda nefsin cevherinden doğan ve üzerine yayılan bir ürperti (vahşet, yalnızlık) hali ortaya çıkar.

Muhtemelen bu durum, bazı olayların -ki bunlar ürperti (vahşet) suretleridir- surete bürünmesini gerektirir. Bu aynen, safra mizaçlı birinin uykusunda ateş ve alev görmesi gibidir. Bu, nefsin bilinmesi hikmetinin ortaya koyduğu bir esastır. Yine bu hal, Mele-i a’lâ sakinlerinin öfkeli bakışlarını doğurur ve bu, me¬leklerin ve ihtiyar sahibi diğer zevatın kalplerine o kişiye azap et¬meleri ve elem vermeleri şeklinde ilhamlara dönüşür. İşte bu, insanların nefislerinde doğan düşünce ve insiyakların sebeplerini bilmenin gerektirdiği bir esas olmaktadır.

Kısaca; Ceberut tarafına doğru meylin bulunması; bağını süflî zulmetlerin istilasından çözmeyi temin edecek amellerin ge¬rekliliği; bu amellerin terki sebebiyle sorgulanma; her kişide ken¬disini gösteren insan türüne ait hükümler, kuvvetler ve ondan kaynaklanan sonuçlar mesabesindedir. Bu durum, türlerin yaratı¬cısı olan ve âleme varlık veren Allah’tan küllî maslahata uygun düşecek şekilde böyle takdir edilmiştir; insanların üzerinde anlaşmaları ve kendiliklerinden üstlenmeleri, insanlar arasında geçerli bulunan merasimler böyle olduğu için öyle değildir. Bütün bu ameller, aslında Allah Teâlâ’ya doğru cezbedilen -sözünü ettiği¬miz- nuranî letafetin hakkının verilmesi; onun gereklerinin tam olarak yerine getirilmesi, eğriliklerinin doğrultulmasıdır.

Ancak, bu mana çok incedir ve bu nükteyi çok az kimse kav¬rayabilir. Bu sebeple hakkın; bu mana neye meyletmiş, neye yö¬nelmiş ve neye doğru yanaşmışsa, ona nisbet edilmesi gerekir. Sanki bu, bir başka cihete meyleden nefsin bazı kuvvelerini belir¬lemektir. Sanki bu yukarıda geçen “Allah’a meyleden nuranî letafetin hakkının verilmesi” sözümüzün bir özeti gibidir.

İlâhî şeriatlar, işte bu sırrı, insanların fıtrî bilgileriyle kolay-ca anlayabilecekleri basit bir ifadeyle açıklayarak inmişlerdir. Bu konuda sünnetullah, anlaşılması zor manaları, o manalara uygun misalî kalıplara koyarak indirmektir. Meselâ, bizden birinin, rüya¬sında tamamen soyut olan bir manayı, âdeten o soyut şeyden ayrıl¬mayan, ya da dengi ve benzeri bulunan bir şeyin suretinde görme¬si ve böylece algılaması gibi.
Denildi ki: İbadet, Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki bir hak¬kıdır. Buna göre, Kur’ân’ın hakkı, ResulAllah’ın (s.a.) hakkı, efen¬dinin hakkı, anne babanın hakkı, akrabalık hakkı.., bunlar da ona kıyas edilmelidir. Aslında bütün bunlar, kişinin kemâle erebilmesi için uyması gereken nefsinin yine kendisi üzerindeki hakkıdır. Dolayısıyla nefsine zulmederek onları yerine getiremezlik edemez. Bu haklar, esasen kişinin kendi nefsine ait bir hak olmakla birlikte, muamelede bulunulan ve talep hakkı olan kimselere nispet edile¬rek (meselâ ana baba hakkı gibi) isimlendirilmiştir. Bu itibarla, sakın ola ki, zahirleri üzere anlayanlardan olmayasın; aksine işin hakikatini gören ve ona göre hareket edenlerden olasın. (Ş. Veliyyullah Dihlevi-Hüccetullahi’l Bâliğa/C-1 253-255)

***********************************************************

ALLAH İSM-İ CELİLİ İLE ZİKRETMEK

İnsan çok boyutlu bir yapıya sahiptir. Bir yönü ile dünya ile ilgiliyken, diğer bir yönü ile berzah âlemi ve ahiret ile ilgilidir. Bir taraftan dünyevi işlerinin idaresi ile meşgulken diğer taraftan ahirete yönelik hazırlıklar yapabilmektedir. Kalbinde hem nefsine ait bir sevgisi varken hem de ailesine, toplumuna aynı değerleri taşıdığı kişilere de sevgi duyabilmektedir. Kendi içinde aynı anda pek çok derdi, tasayı, nefreti, sevgiyi, ilgiyi, arzuyu, ihtirası, sıkıntıyı ve sorunu taşıyabilmektedir.

İnsan çok boyutlu yapısı gereği aynı anda birden fazla hatta bazen çok daha fazla manevi hastalık sahibi olabilmektedir. Kişide riya, ucb, kibir, haset, uzun emellilik, haramlara karşı umursamazlık, rızık endişesi, gaflet, yalan söyleme gibi manevi hastalıklar aynı anda beraber bulunabilmektedir. Böylesi durumlarda tedavi daha zorlaşmakta ve düzelmek için daha fazla çaba harcanması gerekmektedir. Bu daha fazla murakabe ve muhasebeyi gerektirdiği gibi daha fazla ibadet, riyazet ve virdi de gerektirmektedir.

Amellerde asıl olan az da olsa devamlı olmalarıdır. Her gün yapılan zikirler insanın manevi hayatı için çok büyük önem arz etmektedir. Her gün ısrarla belirli sayılarda En-Nûr ismini vird edinen Müslümana –ihlaslı olması ve kendisi için nimetlere ulaşmasına engel maddi manevi maniler olmaması durumunda-doğruyu ve yanlışı görüp kalp nuruna sahip olma nimeti bahşedilir. El-Hadi ismi ile doğru yolu bulmak ve çocuklarının da doğruyu bulup serkeş olmamaları nimeti istenilir. El-Bedi ismi ile Allah’ın yardımına nail olmak, maddi ve manevi güzelliklere kavuşmak arzulanır. El-Baki ömür uzunluğu ve sağlıklı olmak, El-Varis uzun ömür, bol makam, şeref ve rızık sahibi olmak, Er-Reşid güzel ahlaka sahip olmak, kötü alışkanlıklardan korunmak, Es-Sabur ise başladığı işi kolay bitirmek, sinirini yenmek ve sabırlı olmak gibi nimetlere kavuşmaya vesiledir.

Yapılan her ibadetin insanın kalbi ve ruhunun derinlikleri üzerinde tesiri vardır. İbadet ve ameller kişinin imanını ve ahlakını doğrudan etkilediği gibi, imanın kuvvet bulup güçlenmesi de amelleri ve ahlakı doğrudan etkiler. Bunlar çok iç içe geçmiş mertebelerdir. Zikir de bu etkiye sahip bir ameldir. Allah’ı zikretmek insanın kalbini, ruhunu, ahlakını, imanını ve amellerini etkiler bir özelliktedir. Zikir ile oluşan manevi haller, ruhta bir genişliğe ve kalpte bir nurlanmaya sebep olur. Bu durum insanın ahlakında, insanlarla ilişkilerinde, sözlerinin tesirinde, dünyevi olaylara karşı sabrında bir artış doğurur.

Yüce Allah’ın her bir isminin ayrı bir manası ve kalp üzerinde ayrı bir tesiri vardır. Vird olarak belirlenip, her gün tekrarlanmaları halinde süreç içerisinde etkileri görülmeye başlanır. Vird ile Allah’ın c.c. esmasının tekrarlanması aslında Yüce Allah’tan c.c. istekte bulunmak demektir.

ALLAH ismi celili tüm isimlerden farklı, hepsinden üstün ve hepsini kapsayıcı bir özelliktedir. Allah ismi şerifi Cenabı Hakkın Celal ve Cemal tüm isimlerini kendisinde toplamıştır. Bütün isimler Allah isminde gizlenmiştir. Diğer isimler Allah isminin sıfatları konumunda olup, onun bir kısım özelliklerini açıklar vaziyettedirler. Allah ismi ise hiç bir isme sıfat olmaz. O zat ismi olup, Yüce Allah’ın c.c. tüm isim ve sıfatlarını içine alan özel bir isimdir. Durum böyle olunca Allah ismi şerifi ile yapılan zikrin faydaları da tüm isimlerden hasıl olan faydaları içine almıştır. Allah ismi şerifini vird edinen kişi hangi esmaya ihtiyacı varsa ondan gelecek faydayı görür. Birden fazla manevi hastalığı olan ve birden fazla tecelliye ihtiyacı olan hepsini birden bu ismin bereketi ile görür.

Allah ismi; ruhi hastalıklardan, kalp katılığından, küfürden, maddi ve manevi bataklıktan, nefsin istek ve arzularından kurtulmak, düşmanlarını yenmek, merhamet sahibi olmak, Allah’ın istediği şekilde hayat sürmek, son nefeste imanlı ölmek, kalbin nurlanması, imanlı olması ve şifa bulmak, güç, kuvvet ve rızık kazanmak, gizli sırlara, irfanî bilgilere vakıf olmak, hem dünya, hem de ahiret saadetine ermek gibi pek çok faydaları içinde barındırır.

***************************************************

“ALLAH” ZİKRİ HAKKINDA BİLİNMESİ GEREKENLER.

Lafza-i Celal zikrinin gizli olarak çekilmesinde karşılaşılan en büyük problem, bu zikri çeken kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanmasıdır. Bu durumda kişi zikirden lezzet duyamadığı gibi boşu boşuna zikir çektiği duygusuna da kapılabilir.

Öncelikle şunu belirtelim ki, gizli zikir çok faziletli ve kazançlı olduğu için şeytanlar bu konuda çok vesvese verirler. Zâki ile haddinden fazla uğraşırlar. Bunlara aldanmamak gerekir. Hele bir de buna ilaveten Lafza-i Celal zikri, bizzat Allah’ın zatını zikir olduğu için, ayrıca bunun üstünde daha faziletli bir kelime olmadığından, şeytanların hücumları kat kat artmaktadır.

Yukarıdaki gibi bir probleme sahip olan kişilerin, yani gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanan kişilerin, önce bu zikre şeytanların ne kadar düşman olduklarını bilmeleri gerekir. Ayrıca bu zikri çeken kişilerin kafalarına şeytanların olmadık düşünceleri vesvese yolu ile attıklarını, bu yüzden zikir sırasında gönüllerini huzursuzlukla, hoşnutsuz duygularla doldurduklarını da unutmamalıdırlar. Lafza-i Celal zikrinde Allah’ın rızası gizlidir. Şeytanlar bunu çok iyi bildiklerinden bu zikre adeta savaş açarlar.
Şu kesindir ki, kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanması, şeytanların vesveseleri ile olan bir haldir. Bu hale zerre kadar değer verilmemelidir, yani bu hal sebebiyle gizli zikirden vazgeçmemek, onu ihmal etmemek gerekir. Böyle bir konuda sıkıntısı olan kişiler, aşağıda önerdiğimiz bir yolla Lafza-i Celal zikrini çekerlerse problemlerini kolaylıkla aşabildikleri gibi gizli zikirden büyük bir zevk de alacaklardır. Ayrıca Allah’ın (c.c.) izniyle bu zikri en faziletli bir şekilde çeken kişiler grubuna yükseleceklerdir:

Lafza-i Celal zikri sırasında önemli olan şey, içeriden Allah kelimesini ‘sesle söylemek’ değildir. Sesi ölçü olarak gördüğümüzde çekilen tespihin hızına yetişmemiz imkânsızdır. İlkyazımızda da belirttiğimiz gibi gizli zikirde tespih elimizden geldiğince hızlı çekilir, döndürülür. Daha doğrusu tespihi ne kadar hızlı çekersek zikrimiz o kadar faziletli ve bereketli geçer, amacına da ulaşır. Temel ölçümüz, tespihin çekilişteki sesinin ‘Allah’ diye zikrettiğini kabul etmektir. Bunun yanında içimizin de (kalbimizin veya tespihi tutan elimizin üzerinde bulunduğu letaif noktasının) bu tespih çekiliş sesi ile birlikte ‘Allah’ kelimesini zikrettiğini düşünmektir, kabul etmektir. Kısacası tespihin çekiliş sesi ile içimizin bir uyum, ritim halinde Allah’ı zikrettiğini düşünmemiz, kabul etmemiz gerekir.

Tespihin çekiliş sesi ile içimizin bir uyum ve ritim halinde Allah’ı zikrettiğini düşünmemiz büyük bir konsantrasyonu gerektirir. Onun için gözler kapatılır. Bütün dikkat tespihe ve tespihin üzerinde olduğu manevi organ üzerine teksif edilir. Hiçbir şey düşünülmez. Sadece Allah’ın zatının huzurunda olduğu duygusu korunmaya çalışılır.

Bu öyle bir ayardır ki, önceleri bu konuda bazı sıkıntıların yaşanması pek tabiidir. Zira sofi her tespih çekişte kendisini içten de ‘Allah’ diye bir sesi söyletmek zorunda hisseder. Hâlbuki tespihin devredişi çok hızlıdır. Her tespihte ‘Allah’ diye bir sesi söylemek imkânsızdır. Daha doğrusu böyle içten yükselen bir ses vardır ama bu sesten ziyade kalbinden veya tespihin üzerinde olduğu letaif noktasından gelen bir ‘uyumdur, ritim’dir. Bir iç monolog (iç konuşma) değildir. Bu uyum ve ritim Allah lafzını söylüyormuş diye kabul edilir. Daha doğrusu hiçbir kuşkuya kapılmadan içten yükselen böyle bir uyum ve ritimle çekilen tespihin sesinin birlikte ‘Allah’ diye zikre koyulduğu düşünülür. Yani tespih taneleri çekilirken onunla beraber içimizden yeknesak bir tempo ile ruhumuzdan yükselen sese benzer bir yapıda ama daha hızlı olan bir uyum ve ritim söz konusudur. Burada en açık olan şey, daha doğrusu olması gerekli olan şey, bizim tespih çekerken böyle bir uyum ve ritimle Lafza-i Celali de zikrettiğimize inanmamızdır.

İşte Lafza-i Celal zikri vücut tarafından özümsendiğinde değişik organlarda bu sözünü ettiğimiz uyum ve ritim bizzat sezilmeye ve duyumsanmaya da başlar. Yani organlar tıpkı titreşimdeki cep telefonu gibi akıl almaz bir hızla, yani farkına varılan bir uyum ve ritimle zikre geçerler. Buna sultani zikir dendiğini belirtmiştik. Bu durum için elimizde tespih olmasına da gerek yoktur. Zikir yapmadığımız halde gün boyunca bu sultani zikir bazı organlarda açıkça hissedilir. İşte böyle güzel bir hal yaşayan sofi fırsatı ganimet bilmelidir. Boş zamanlarında veya bir işle meşgulken dilini damağına yapıştırarak kendince bu çeşitli organlarında varlığını açıkça hissettiği sultani zikre bilinçle iştirak etmelidir. Çünkü zikir bilinçli olarak çekilmedikçe amaca ulaştırmaz. Bu sultani zikir yardımıyla yapılan gizli zikir, tespihle yapılan zikirden kat kat daha hızlıdır. Hem de çok faziletlidir. Çünkü bu sırada kişinin vücudu tüm hücreleri ile birlikte çok hızlı bir tempo ile Allah’ı zikretmektedir. Bunun için çok şey yapmaya gerek yoktur. Dil damağa yapıştırıldıktan sonra tüm vücudun Allah’ı zikrettiğini düşünmek, bu düşünce ile içinde oluşan uyuma, ritme kendini bırakmak yeterlidir.
Sultani zikre ulaşmamış kişiler de bu yolla, yani dilini damağına yapıştırarak zikrederlerse kısa zamanda büyük kazançlar elde ederler. Ama bu onlara çok zor gelecektir. Bu yol ilk zamanlarda pek kullanışlı değildir. Onun için böylelerine herhalukarda elde bir tespihi (küçük de olabilir) düşürmeden zikretmek daha yararlıdır.

İmam-ı Rabbani Hazretleri peygamberimizin risaletten önce dili damağa yapıştırmak suretiyle gizli zikir yaptığını belirtmektedir. Nitekim peygamberimiz Mekke’den Medine’ye hicret sırasında saklanmak amacıyla sığındıkları Sevr mağarasında Hz. Ebubekir’e de bu zikri talim eylemişlerdir.

İnsan dışındaki bütün canlı ve cansız varlıklar, yaratılışları istikametinde kendi dilleri ile zikir halindedirler. Mikro âlemde maddenin en küçük parçası atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar sınırsız bir hızla dönerek bu zikir halini gerçekleştirirken; makro âlemde dünya gerek kendi ekseni gerekse güneşin etrafında yaptığı dönüşlerle ayrı ayrı zikirlerde bulunur. Güneş sisteminin belli bir yörüngede Vega yıldızına doğru akışı da başka bir zikir halidir. Bitkiler ve hayvanlar da zikirden asla gafil değillerdir. Yalnız bu dünyada imtihana tabi tutulmakta olduğu için insanların büyük bir kısmı zikirden uzak bir hayat yaşamaktadır: “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı tespih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile O’nu tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O kullarına karşı Halîm ve Gafûr’dur ( İsrâ suresi, 44).”

Şiir sanatında sevdiğim bir kavram vardır: İmge. İmge hayalden farklı bir kelimedir. Hayal yaşadığınız şeyleri veya gelecekte yaşayacağınız şeyleri kafamızda canlandırmamızdır. İmge ise hayali tıpkı modern ressamlarda olduğu gibi değiştirmedir. Hayali gerçek hayatın kanunlarının ve alışılmışın dışında, bambaşka bir kompozisyonla yeniden kurmadır. Picasso’nun resimlerinde başın yanında kolların bitivermesi gibi.

Sultani zikir büyük bir devlettir. Böyle bir devlete eren sofinin bundan çok iyi yararlanması, bunu çok iyi değerlendirmesi gerekir. Özellikle uyurken başını yastığa koyduğunda yukarıda söylediğimiz egzersizi daha da genişletebilir. Kendisini mezarda çürümüş, tamamen toprak olmuş kabul ederek (böylece fenafillâhın egzersizleri olan murakabe-i vahidiyyeti de yapmış olur) her zerresinin zikre geçtiğini düşünür. Atomun çekirdeği etrafında elektronların sonsuz bir hızla zikrettiğini hayal eder. Mezarındaki toprakla birlikte bütün dünya cansız maddeleriyle beraber zikirdedir. Onların her bir atomu tıpkı sofinin elindeki tespih gibidir. Çekirdekler, tespih daneleri hükmünde olan elektronlarını çevresinde sonsuz bir hızla döndürmektedirler. Hatta bu imgeye atomun yapısına benzeyen gezegenlerin ve yıldızların kozmik hareketlerini de katar. Böylece Allah’ın (c.c.) zatı huzurunda bütün evrenin cansız varlıklarının koro halinde zikre koyulmuş olduğunu imgeler. Artık vücudu veya toprağı, maddenin en küçük yapı taşından ta galaksilere kadar her şeyin zikir halinde olduğu bu âleme intibak etmiş olur. O da evren korosuna kendince katılır. Bu muhteşem tabloya sofinin tamamen toprak olmuş bedeni de bir ritim ve uyumla renk verir.

Cansız varlıklarda rızık, geçim endişesi olmadığı için onlar her daim zikirdedirler. Zikirden hiç gafil kalmazlar. En küçük yapı taşları, sözünü ettiğimiz tarzda yüce Allah’ı zikrederler. Çünkü iradeleri tamamen Allah’a (c.c.) bağlıdır. Allah ise şanını en mükemmel şekilde zikrettirendir. Sonra sırasıyla bitkiler ve hayvanlar gelir. Bitkiler tevekküllerinden yerlerinden ayrılmazlar. Hayvanlara göre zikre daha bir tutkundurlar. Çünkü iradeleri hayvanlara göre daha bir azdır, daha bir Allah’a bağlıdır. Hayvanlar zikirde insanlardan öndedirler. İnsan kadar bir iradeye malik olmadıkları için yüce Allah onlara zikir nimetini daha çok tattırmaktadır. İnsanların bazılarına zikir hiç nasip olmaz.

Şeytanlar hiçbir zaman bizden uzak değillerdir. İleri manevi hallerde varlıkları da görülebilir. Onlar duman halinde tüm bedeni, organları sararlar. Letaiflerde nurların görülmesinde olumsuz etkilerde bulunabilirler. Sultani zikirle birlikte yapacağımız daimi zikirler onların bellerini de kıracaktır.

Tasavvuf ve tarikat yolunun bazı temel esasları vardır. Bunlara uymadıkça zikir devleti pek ele geçmez. Geçse de zikirden lezzet alma nimeti pek bulunmaz. Bunlardan ikisine çok dikkat etmek gerekir: Birincisi nefsi her şeyden, herkesten küçük görmedir. Bu sayede başkalarından gelen kötülükler hoşnutlukla karşılanır. Nefse her kötülük az bile görülür. Bu da zikirde bu yoldan gelebilecek nefsani ve şeytani vesveselerin önünü tıkar. Zira başka zaman değil de tam ibadet sırasında nefis ve şeytanlar vesveseleri ile bu damarı çok kullanarak ibadetteki huzuru ve ihlâsı zedelerler. İkincisi dünyayı kalpten çıkarmadır. Dünya herkese başka türlü hitap eder. Çünkü herkes başka bir nimetine tutkundur. Ama para bu farklılıkları genellikle biraraya getirir, birarada toplar. Onun için zekât ve sadaka vermeye azami derecede dikkat etmek gerekir. Bu yolun, yani Nakşibendiyye tarikatının başında bulunan Hz. Ebubekir’in (r.a.) gerektiğinde her şeyini İslam dini için fedadan kaçınmaması boşuna değildir. Zekât ve sadaka verme gönlün dünyaya düşkün olmasını önler. Gönlü Allah’a bağlar.

Bu iki noktaya dikkat eden kişide Allah’ın izni ile zikir çekme aşk haline gelebilir. Özellikle gizli zikirde karşılaşılan büyük problem, yani bu zikri çeken kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanması sorunu Allah’ın izni ile bu sayede çözüme kavuşur. İnsanların çoğu başkalarıyla kavgalarını ve dünyayı (parayı) Allah’la aralarına perde koydukları için Allah’ı gönül huzuruyla zikredemezler. Allah’ı zikretmek isteseler bile bu böyle bir durumda onlara nasip olmaz.

‘Lafza-i Celal zikrinde’ kişi canlı veya toprak olmuş bedenini ve evrendeki cansız maddelerin atomlarını zikir halinde canlandırırken ‘Kelime-i tevhit zikrinde’ ise insanın kendi bedenini, tüm evreni Allah’ın zatı karşısında yok etmesi amaçlanır. Ölüm insan için bunu sağlar, kıyamet de tüm evrenin yok oluşunu gerçekleştirecektir. İnsan ölünce tüm bedeni toprak olacaktır, kıyamet kopunca da tüm evren yıkılacak, maddenin en küçük parçası olan atomlar bile dağılıp aslı olan yokluğa dönüşecektir. Baki kalan sadece yüce Allah’ın zatı olacaktır. İşte Kelime-i tevhit zikri çekilirken bu esasa çok dikkat etmek gerekir. Zikir sırasında Allah (c.c.) dışında her şeyi yok bilmek gerekir. Onların faniliklerini göz önüne getirmek bu açıdan yararlıdır. Yine kendimizi mezarda çürümüş, tamamen toprak olmuş gördükten sonra evrenin büyük bir patlama ile yokluğa karıştığı imgesini gözümüzün önünde canlandırabiliriz. Bu hayalden sonra Allah’ın zatının ezeli ve ebedi olduğunu, baki kaldığını düşünmek gerekir. ‘Yeryüzünde olan her şey fanidir, ancak celal ve ikram sahibi olan Rabbinin zatı bakidir. (Rahman suresi, 26-27).’

Lafza-i Celalin hızlı çekilmesi gerektiğini belirtmiştik. Kelime-i tevhit zikrini de hızlı çekmek çok yararlıdır. Çünkü bu şekilde çekmek kişiye büyük bir coşku verir. Coşku da aşkı doğurur. Bir zikir aşkla çekildi mi kişiyi Allah’ın izni ile ileri makamlara ve hallere ulaştırır. Tespihi hızla çekme dolayısıyla ‘la-ilahe’ tespihin bir tanesine, ‘illallah’ diğerine denk düşebilir. Ama yine de bu iş kişiden kişiye değişebilir. Aslında tespih böyle bir anda sayıyı belirleyen bir alet değil, coşku sağlayan bir unsur olur. Elbette Nakşibendiyye tarikatında Kelime-i tevhit zikri kalple çekilmez. Kişinin kendi duyacağı bir ses ayarıyla zikredilir. Virtte doğal olarak sayıyı korumak hâkim olduğu için zikirde tespih taneleri o kadar hızlı çekilemez. Ama sayısız zikirde coşkuyu artırmak için eldeki tespihi dediğimiz veya dilediğimiz tarzda kullanabiliriz. Zikrin o zaman tadına doyum olmaz.

İnsanın tek başına yalnız havas bilgileri ile (Allah’ın şu güzel ismini şu kadar çekersen şu faziletlere sahip olacaksın tarzında bilgiler…) zikre yönelmesi beraberinde büyük itikadi yanlışlıklar ve sapmalar da getirebilecektir. Zikir ehil birisinin, mürşid-i kâmilin rehberliğinde çekilmedikçe insana yarar kadar zarar da verebilir. Tabii bu sözünü ettiğimiz şey, Laza-i Celal (Allah), kelime-i tevhit gibi zikirleri çokça çekme ile ilgilidir. İnsan kararında oldukça, mürşid-i kâmilsiz, kendisi de yalnız başına zikir edinebilir. Bir takım haller yaşadığında bir mürşid-i kâmile danışabilir, başvurabilir. Esma-i Hüsna zikri de mürşid-i kâmile başvurmadan kişinin kendi isteğiyle çekilebilir. Ama yine de Esma-i Hüsnada da ihtiyatlı olmak lazımdır. En azından tasavvuf ve tarikat kültürünü hazmetmek gerekir. Tasavvuf ve tarikat kültürünün de temelini her an tövbe ve istiğfar halinde olma, nefisle mücadele etme, onu her daim küçük görme ve Allah rızasını amaç olarak kabul etme oluşturur. Çünkü şeytanlar hiçbir fırsatı kaçırmaz. Kılavuzsuz yola çıkanları çeşitli tehlikeler bekleyebilir. Örneğin yaptığı zikirle dualarının kabul edildiğini gören birisi istidraca düşebilir. Benliği güçlenip kendisinde olmayan çeşitli büyüklükler görebilir, kibire ve ucuba kapılabilir. Çünkü zikrin neticesi birtakım haller yaşanmaya başlayacaktır. Bunların bazısı Rahmani bazısı da şeytanidir. Bunları insanın yalnız başına birbirinden ayırması imkânsızdır. Birbirlerine çok benzerler. Farkına varmadan şeytanın oyuncağı olabilir. Bunlar da insanı ebedi helake, pişmanlığa götürmeye yeter. Ayrıca vesveseye de düşebilir. Hele içinde bulunduğumuz çağda insanlar gerekli dini ve itikadi bilgilerden bile yoksunken onların ellerine verilecek böyle bir havas bilgisi Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinin gereği ve amacı dışında zikredilmesine yol açacaktır. Onun için zikir yoluna gireceklerin bir mürşid-i kâmilin himayesine girmesi en doğru yoldur. Nefis tezkiye olmadıkça zikir, özellikle Esma-i Hüsna zikri ona yarardan ziyade zarar verecektir. Çünkü böyle bir kişi Allah’ın güzel isimlerine hep nefis hesabıyla bakacaktır. Bu da onu manevi olarak zarara sokacaktır. Hâlbuki Esma-i Hüsna zikrini çekmenin temel amacı Allah’ı övüp yüceltme veya O’nun güzel ahlakıyla ahlaklanmadır. O’nun rızası dışında her şey nefis hesabınadır. Allah’ın rızası dışında kendisine bir hedef çizen ve bu konuda Esma-i Hüsnadan umut bekleyen kişi ise yoldan çıkmıştır. Nefis ve şeytanlar onu aldatmıştır. Allah (c.c.) bu durumlara düşmekten bizleri korusun. Âmin. Evet, şu ayet-i kerime bu kişilere hitap etmektedir: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, ayet 180).”

Rabıta ve zikrin feyziyle kısa zamanda kalp ve letaif noktaları açılarak ilahi (kırmızı, sarı, beyaz, yeşil, siyah, bunların karışımı değişik tonlardaki renkli) nurlar görülebilir.

Biz ilk zamanlarımızda bu nurlara karşı çok meraklı idik. Tabii varlıklarını kitaplardan okurduk. Acaba gerçekten görebilecek miyiz, diye kendi kendimize söylenip dururduk. Bizden önce bu yola girenlere, ileri derecede zikir çekenlere bu ilahi nurları görüp görmediklerini sorardık. Onlar nedense konuşmak istemezler, Nakşibendiyye yolunda her şey gizlidir, sırlar söylenmez, kabilinden cevaplar verirlerdi. Dedikleri doğruydu. Bir insanın durduk yerde hallerini etrafa anlatması edebe aykırıdır. Tasavvuf ve tarikat yolu ise baştan sona edeptir. Bir de o kişinin gurura, ucuba düşmesine neden olabilir. Bu da telafisi mümkün olmayan büyük zararlar getirebilir. Ayrıca nazar tehlikesi de bunun cabasıdır. Allah her birimizi bu afatlardan korusun. Âmin.

Kuran-ı Kerim’de yüce Allah, pek çok yerde ‘böbürlenenleri’ ve ‘övünenleri’ sevmediğini beyan buyurmuşlardır (Hadid suresi 23, Lokman suresi 18, Nisa suresi 36, Kasas suresi 76, vb.)Tasavvuf ve tarikat yolu nefsi ezmek ve hiç etmek sanatıdır. Kişi bu yolda kendisinde çok az da olsa bir varlık gördüğü zaman anında manevi ilerlemesi durur, çeşitli sıkıntılar yaşamaya başlayabilir. Bu büyük tehlikelere karşın Allah’a sığınarak ve sadatlardan manevi himmet dileyerek insanların bu konulardaki meraklarını gidermek, onlara tavsiyelerimizin daha etkili olması için, ayrıca onları rabıta ve zikre teşvik etmek gayesiyle yaşadığımız tecrübelerden birazcık da olsa kısaca bahsetmek istiyoruz:

Gerçekten sultani zikirde tüm vücudun veya bazı organların hücreleri titreşimdeki cep telefonu misali akıl almaz bir hızla zikretmektedir.
Gerçekten kalp ve letaifler açıldığında bu noktalardan, daha doğrusu göğüsten, ibadetler sırasında (namaz ve zikir gibi) çok büyük hazlar alındığı gibi gözler kapalı olduğunda değişik renklerdeki nurlar da görülmektedir.

Gerçekten değişik renkteki nurlar görüldükten epey bir zaman sonra saydam bir nur halesi, daha doğrusu nur kalesi insanı kuşatmaktadır. Bu insanı şeytanlara karşı korumaktadır.

Böyle nimetleri kullarına bahşeden Rabbimize kelimeleri adedince şükürler, hamd u senalar olsun.

Sofiler rabıta ve zikirlerine dikkat ederlerse kısa zamanda bu söylediğimiz halleri yaşayacaklardır. Tabii tasavvuf ve tarikat yolunda bu halleri yaşamak önemli değildir. Bu konuda vesveselere düşmemek de gerekiyor. Çünkü insan bunlarla da imtihan edilebilir. İnsan bir ömürde bu halleri yaşamasa bile Allah’ın (c.c.) rızasına erebilir. Önemli olan da budur. Bu tür halleri yaşayan kişilerin de Allah’ın rızasına erdiğini düşünmek doğru değildir. Son nefeste imansız gitme tehlikesi peygamberler dışında herkes için geçerlidir. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s) de dediği gibi Allah (c.c.) ahrette bizleri yaşadığımız manevi hallerden sorguya çekmeyecektir. Önemli olan Allah’ın emir ve yasaklarını (şeriatı) yerine getirip Allah’ın rızasına ermedir. Rabıta ve zikirde amaç, Allah rızasıdır. Hal elde etmek değildir. Böyle bir isteğin kalpte olması bile bir fitnedir. İmtihan konusudur. Allah’ın rızası ile araya giren aşılmaz bir perdedir. Allah hepimizi bu tür afatlardan korusun. Âmin.

Özellikle rabıta sırasında insan nefsini çok ezmeli, kendini toprak misali yok bilip sadatlardan gelecek feyze ve nura talip olmalıdır. Aslında bu bütün ibadetlerde, hatta yaşamın her anında böyle olmalıdır. Onları rabıtada görmek istemek gibi bir duygu her şeyden önce bir edepsizliktir. Böylelerinin rabıtanın nuru ve feyzinden de bir nasipleri olmaz.

Allah fazl u ikramıyla bizlere son nefese kadar zikrini ve mürşid-i kâmile yapılan rabıtayı sevdirsin ve bizlere her daim rızasını nasip eylesin. Âmin. (Muhsin İyi)

**************************************************

MÜNACAT – 1

Âlemlerin Rabbi sensin Allah’ım,
Bana Hz. Âdem’in tövbesini ver.
Ey Vedud olan büyük Allah’ım,
Bana Hz. Nuh’un direncini ver.

Celalinden cemaline sığındım,
Allah’ım Sen’den Sana sığınırım.
Yalnız Seni sevdim Seni andım,
Bana Hz. İbrahim’in imanını ver.

Ey seven, sevindiren ve sevdiren,
Sevgi var et sonsuz hazinenden.
Ben Seni layıkıyla övemem,
Bana Hz. İsmail’in sevgisini ver.

Gönüllerin mutlak hâkimi Sen’sin.
Ben isteyen Sen ise verensin.
Her canlının zikrettiği Sen’sin,
Bana Hz. Yakub’un dirayetini ver.

Zatını hamd ile aciz olduğum,
Sana sığınıp Sana tutundum.
Yardan da serden geçemiyorum,
Bana Hz. Yusuf’un iffetini ver.

Açtım elim kovmazsın diye geldim,
Kanadı kırık bir kuş gibiyim.
Yarım bırakılmış düş gibiyim,
Bana Hz. Musa’nın celâletini ver.

Ey kalplerin ve gönüllerin sahibi,
Varlığım Senin varlığının şahidi.
Sonsuz sevgi selinle sevindir bizi,
Bana Hz. Harun’un sadakatini ver.

Kulluk edemedim lutfuna geldim,
Sen Rabbimsin diye Seni sevdim.
Ben isteyenim Sen ise verensin,
Bana Hz. Davud’un sadasını ver.

Aklımı hissimin elinde hor etme,
Yüreğimi derdim içinde kor etme,
İman etmeyi yüreğime zor etme,
Bana Hz. Süleyman’ın gayretini ver.

Kul kulca ister Sen ise verensin,
Yoğu var varı yok edensin,
Sen ki, ihtiyaçları giderensin,
Bana Hz. Eyyub’un sabrını ver.

Halim arzuhalim, duruşum duam.
Sensizsem neyim var Senle ne gam.
Ayırma beni yüce Kur’ân’dan
Bana Hz. Lokman’ın hikmetini ver.

Aklımı nefsimle rezil etme,
Hissimi şehvetle zelil etme,
Beni kötü nefsime kul etme,
Bana Hz. Zekeriyya’nın hizmetini ver.

Hesap gününde Kur’ân-ı şahit kıl.
Zora düşer Seninle olmayan akıl,
Bizi kitabına uyanlardan kıl.
Bana Hz. Yahya’nın şahadetini ver.

Hasetten, fesattan, kesattan uzak tut,
Nifaktan, fısktan, fücurdan uzak tut,
Şirkten, küfürden, müşrikten uzak tut,
Bana Hz. Meryem’in adanmışlığını ver.

Sen ki, Ehad’sın, Vâhid’sin, Samed’sin,
Sen hiçbir şeye muhtaç değilsin.
Sen teksin, birsin, sevindirensin,
Bana Hz. İsa’nın safiyetini ver.

İmtihan potasında erit bizi,
Sonsuz sevgi selinle sev bizi,
Sevdir, sevindir, mutlu et bizi,
Bana Hz. Muhammed’in muhabbetini ver.

Bilmediğimi bildir, görmediğimi göster.
Sen veresin kul ise kulca ister,
Cana can, kalbe ferman, derde derman ver,
Bana Hak Yolu’nun sevdasını ver.

Abdullah Yaşar Erdoğan



ESMA DERSLERİ 2 – “HÛ” VE AÇIKLAMASI

$
0
0

Resim1

{{(“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.)}}

KUR’AN DAN BAZI AYETLER;

1 – Fetelakka Ademü min Rabbihi kelimâtin fetâbe aleyh* inneHU HUvetTevvaburRahıym; (Bakara/37)

Âdem, Rabbinden (beynindeki Esmâ mertebesi boyutundan) gelen ilim ile -kelimeler- (yapmaması gerekeni fark edip, kendisinden açığa çıkan vehmine tâbi olma hatasını itiraf edip) tövbe etti. Tövbesi kabul edildi. Şüphesiz ki HÛ; O, tövbeyi kabul edip Rahıymiyeti ile bunun güzel sonuçlarını yaşatandır.

2 – Fein amenû Bi misli mâ amentüm BiHİ fekadihtedev* ve in tevellev feinnema hüm fiy şıkak* feseyekfiykehümüllahu ve HUves Semiy’ul ‘Aliym; (Bakara/137)

Eğer onlar da, sizin O’na iman ettiğiniz kapsamda iman ederlerse, hakikate giden yolu bulmuş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, parçalanmış ve dar kafalı olarak kalırlar. Onlara karşı Allâh sana yeterlidir! “HÛ”; Es Semi’dir, El Aliym’dir.

3 – Allâhu lâ ilâhe illâ HÛ* elHayy’ül Kayyûm.. (Bakara/255)

Allâh O, tanrı yoktur sadece HÛ! Hayy ve Kayyum (yegâne hayat olan ve her şeyi kendi isimlerinin anlamı ile ilminde oluşturan – devam ettiren)

4 – HUvelleziy yüsavviruküm fiyl erhami keyfe yeşa’* la ilâhe illâ HUvel Aziyz’ul Hakiym; (A. İmran/6)

Sizi rahimlerde (ana karnında – Rahıymiyetinde – varlığınızı oluşturan Esmâ mertebesinde) dilediği gibi şekillendiren (oluşturan – programlayan) “HÛ”dur! Tanrı yoktur sadece “HÛ”; Aziyz’dir, Hakiym’dir.

5 – ŞehidAllâhu enneHÛ lâ ilâhe illâ HUve, vel Melâiketü ve ulül ‘ılmi kaimen Bil kıst* lâ ilâhe illâ HUvel Aziyz’ül Hakiym; (A. İmran/18)

Allâh şehâdet eder, kendisidir “HÛ”; tanrı yoktur; sadece “HÛ”! Esmâsının kuvveleri olanlar (melâike) ve Ulül İlm de (ilim açığa çıkardığı mahaller) bu hakikatin Hak oluşuna şehâdet eder, Adl’i kaîm kılarlar. Tanrı yoktur, sadece “HÛ”; Aziyz, Hakiym’dir.

6 – Kul ya eyyühenNasü inniy Rasûlullahi ileyküm cemiy’anilleziy leHU mülküs Semavati vel Ard* lâ ilâhe illâ HUve yuhyiy ve yümiyt*(‘Araf/158)

De ki: “Ey insanlar… Kesinlikle ben hepinize gelmiş Allâh Rasûlü’yüm… Semâların ve arzın mülkü ‘HÛ’nundur! İlâh yoktur sadece ‘HÛ’! Diriltir, öldürür! Bu yüzden iman edin, Esmâ’sıyla nefsinizin dahi hakikati olan Allâh’a ve Ümmî Nebi olan O Rasûl’e ki O, Esmâ’sıyla nefsinin dahi hakikati olan Allâh’a ve O’nun bildirdiklerine iman eder. O’na tâbi olun ki hakikate erdirilesiniz.”

7 – Ve in cenehu lisselmi fecnah leha ve tevekkel alellah* inneHU HUves Semiy’ul ‘Aliym; (Enfal/61)

Eğer barışa yanaşırlar ise, sen de ona (barışa) yanaş! Allâh’a tevekkül et (Allâh’ı vekîl tut = El Vekiyl isminin kuvvesine yönel)! Çünkü O,Semi’’dir, Aliym’dir.

8 – HUve yuhyiy ve yümiytü ve ileyHİ turce’un; (Yunus/56)

“HÛ”! Diriltir ve öldürür! O’na rücu edeceksiniz (Hakikatinizin, Esmâ’sıyla yaratılmış olduğunu Hakk-el yakîn yaşayacaksınız)!

9 – Kalu eta’cebiyne min emrillâhi rahmetullahi ve berakâtühu aleykum ehlel beyt* inneHU Hamiydun Meciyd; (Hud/73)

Dediler ki: “Allâh’ın hükmüne mi şaşıyorsun? Allâh’ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir ey hane halkı! Muhakkak ki O, Hamiyd](EL HAMİYD… Açığa çıkardığı evrensel kemâlâtı “Veliyy” ismi kapsamında açığa çıkardığı âlem sûretlerince seyredip değerlendirendir! Hamd yalnızca kendisine aittir!)’dir, Meciyd’dir.”

10 – Ve inne Rabbeke HUve yahşüruhüm* inneHU Hakiymun Aliym; (Hicr/25)

(Babaları) dedi ki: “Daha önce kardeşini (Yusuf’u) size güvenip emanet ettiğim gibi (şimdi de) onu size güvenip emanet mi edeyim? Koruyucu olma itibarıyla Allâh en hayırlıdır! O, Erhamur Rahıymiyn’dir.”

11 – Kale Rabbiy ya’lemul kavle fiys Semai vel’ Ard* ve HUves Semiy’ul ‘Aliym; (Enbiya/4)

(Hz. Rasûlullâh): “Benim Rabbim semâda ve arzda konuşulanı bilir… O, Semi’dir, Aliym’dir” dedi.

12 – Ve lâ ted’u meAllâhi ilâhen âhar* lâ ilâhe illâ HU* küllü şey’in halikün illâ vecheHU, leHUl hükmü ve ileyHi türce’un; (Kasas/88)

Allâh yanı sıra tanrıya (dışsal güce) yönelme! Tanrı yoktur, sadece “HÛ”; Her şey (şey’iyeti itibarıyla) yoktur sadece O’nun vechi (mevcuttur)! Hüküm O’nundur… O’na (hakikatiniz olan Esmâ mertebesinin farkındalığına) döndürüleceksiniz!

13 – Lev eradAllâhu en yettehıze veleden lastafa mimma yahlüku ma yeşau, subhaneHU, HUvAllâhul Vâhid’ül Kahhâr; (Zümer/4)

Eğer Allâh bir çocuk edinme irade etseydi (olmasını kesin arzulasaydı), elbette yarattıklarından dilediğini süzüp seçerdi… Subhan’dır O! “HÛ” Allâh Vâhid, Kahhâr’dır!

14 – Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh* innAllâhe yağfiruzzünube cemiy’a* inneHU “HU”vel ĞafûrurRahıym; (Zümer/53)

De ki: “Ey nefslerinin hakkını vermede israf etmiş kullarım (benliğinin hakikatini yaşamak yerine ömrünü bedensellik yolunda harcamış olan)! Allâh Rahmetinden ümit kesmeyin! Muhakkak ki Allâh bütün suçları (tövbe edene) mağfiret eder… Muhakkak ki O, Ğafûr’dur, Rahıym’dir.”

15 – Fa’lem ennehu lâ ilâhe illAllâhu vestağfir li zenbike ve lil mu’miniyne vel mu’minat* vAllâhu ya’lemu mütekallebeküm ve mesvaküm; (Muhammed/19)

Gerçek buysa bil ki, Lâ ilâhe illAllâh (Tanrı yoktur; sadece Allâh); kendi zenbin (beşer yanının getirdiği perdelilikten kaynaklanan kusurlar), iman eden erkekler ve iman eden kadınlar için mağfiret dile (bağışlanmaları için Hakikati kavramalarına çalış)! Allâh dönüp dolaştığınız yeri (hâllerinizi) de, varıp sonsuz yaşayacağınız yeri de bilir!

16 – Yes’eluhu men fiysSemavati vel’Ard* külle yevmin HUve fiy şe’n; (Rahman/29)

Semâlarda ve arzda ne varsa O’ndan talep eder; “HÛ” her “AN” yeni iştedir!

17 – LeHU mülküsSemâvati vel’Ard* yuhyiy ve yumiyt* ve HUve ‘alâ külli şey’in Kadiyr; (Hadîd/2)

O’na aittir semâların ve arzın mülkü… Diriltir ve öldürür! O, her şeye Kaadir’dir.

18 – “HU”vel’Evvelu vel’Âhıru vezZâhiru velBâtın* ve HUve Bi kulli şey’in ‘Aliym; (Hadîd/3)

“HÛ”dur, Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın (“HÛ”dan gayrı olarak hiçbir şey yoktur)! O Bi-küllî şey’in (Esmâ’sıyla her şey’i yaratmış olan olarak) Aliym’dir (Bilen’dir şeylerin tamamını)!

19 – “HU”velleziy halekasSemâvati vel’Arda fiy sitteti eyyamin sümmesteva ‘alel’Arş* ya’lemu ma yelicu fiyl’Ardı ve ma yahrucu minha ve ma yenzilu minesSemâi ve ma ya’rucu fiyha* ve HUve me’akum eyne ma küntüm* vAllâhu Bima ta’melune Basıyr; (Hadîd/4)

O, semâları ve arzı altı süreçte yaratan, sonra da arşa istiva edendir! Arza gireni ve ondan çıkanı; semâdan inzâl olanı ve onun içinde urûc edeni bilir… Nerede olursanız O sizinle (hakikatinizin Esmâ ül Hüsnâ’sıyla varolması sonucu) beraberdir! (Mâiyet sırrına işaret). Allâh yaptıklarınızı (yaratan olarak) Basıyr’dir.

20 – Yuliculleyle fiynnehari ve yulicunnehare fiylleyl* ve HUve ‘Aliymun Bi zatissudur; (Hadîd/6)

Geceyi gündüze dönüştürür, gündüzü de geceye dönüştürür! O, sadırların zâtı olarak (içlerindekilerin Esmâ’sıyla hakikati olarak) Bilen’dir!

21 – “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* ‘Âlimulğaybi veşşehâdeti, “Hu”verRahmânurRahıym; (Haşr/22)

“HÛ” Allâh, tanrı yok, sadece “HÛ”! Gayb ve şehâdeti daimî bilendir! “HÛ”, Er Rahmân (tüm El Esmâ özelliklerini mündemiç olan) Er Rahıym’dir (tüm El Esmâ özelliklerini açığa çıkaran – o özelliklerle Efâl âlemini seyrinde yaşamakta olan).

22 – “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir* SubhânAllâhi ‘ammâ yüşrikûn; (Haşr/23)

“HÛ” Allâh, tanrı yok, sadece “HÛ”! Melik’tir (efâl, oluşlar âleminde mutlak hükmü yürüyen), Kuddûs’tür (yaratılmışlığa ve kevne ait nitelenmelerden, yaratılmış kavramlardan münezzeh), Selâm’dır (yaratılmışlarda yakîn ve kurb hâlini oluşturup mâiyet sırrını açığa çıkartan), Mu’min’dir (iman açığa çıkartarak hakikatini müşahedeye yönelten), Müheymin’dir (gözetip himaye eden, muhteşem azametini seyirde yaratılmışlığı kaldıran), Aziyz’dir (karşı konulması imkânsız olarak dilediğini yapan), Cebbâr’dır (iradesini zorunlu kabul ettiren), Mütekebbir’dir (Mutlak yegâne Kibriyâ {eniyeti} olan)! Allâh, onların ortak koştukları tanrı kavramlarından Subhan’dır!

23 – “HU”vAllâhul Hâlik’ul Bâri’ül Musavviru leHUl’ Esmâ’ül Hüsnâ* yüsebbihu leHÛ mâ fiysSemâvâti vel’Ard* Ve “HU”vel’Aziyz’ul Hakiym; (Haşr/24)

O Allâh, Hâlık (mutlak yaratan – Esmâ özelliklerini fiile dönüştüren), Bâri (her yarattığını, zaman ve özellik olarak tüme uyumlu tafsile getiren), Musavvir (sonsuz mânâ sûretlerini açığa çıkaran); Esmâ ül Hüsnâ O’na aittir! Semâlarda ne var ve arzda ne varsa Allâh’ı tespih (ortaya koydukları işlevle Esmâ özelliklerini açığa çıkararak kulluk etmeleri) içindir; “HÛ” Aziyz’dir, Hakiym’dir.

24 – Kul HUvAllâhu Ehad; (İhlas/1)

De ki: “HÛ Allâh EHAD’dır! (son – sınır kavramsız TEK’tir)”

25 – Ve lem yekün leHÛ küfüven ehad; (İhlas/4)

“O’na hiçbir küfuv (denk) olmadı! (hiçbir düşünülen O’na denk özellikler açığa çıkaramaz.)”

********************************************************

(S. KONEVİ’den)

Bilinmelidir ki hüviyet, ilâhlığın/ilâhiyyet sırrıdır. O celâl ve kemâl özelliğiyle yegâne ezeli mevcuttur.

Hüve/ O Allah’ın kullarını; De ki O/Hüve. (İhlas/1) ifadesiyle kendisine davet ettiği ilk kelimedir. Böylelikle sadece bu zamirle ifade tamamlanmıştır. Bunun ardından ise “Allah” demiştir.

“Allah” bütün harfleri ve vad’i hakikatleriyle zât-ı ahadiyete delâlet eden özel, kuşatıcı isimdir.

Bu isimde ki hüviyet sırrı, onun mürekkep harflerin hükümlerinden soyutlandıktan sonra zuhur etmesidir. Bunun nedeni bu isim “ağyar” dan tam anlamıyla mücerretliği ve eserlerin hakikatlerinden münezzehliğinin gücüdür. Her ne kadar “Hüve/O” he ve Vav harflerinden meydana gelmiş olsa bile bu isimde sabit harf “He” dir. Çünkü vav harfi, “Allah” kelimesinin sonunda düşmüştür. Ayrıca “Huma/O ikisi “ ve “hum/onlar” ifadesinde olduğu gibi ikilikte ve çoğulda bu harf düşer. Böylelikle He harfi, sıfatların silinmesi nispet ve izafelerin düşmesiyle “mutlak ahadiyet” e delâlet etmek üzere sabit kalmıştır.

Bilinmelidir ki Hüviyette ki “He” evvellik mertebesinin, ulûhiyette ise âhirlik mertebesinin sahibidir. Binaenaleyh bu harfin hüviyette bir başlangıcı, Ulûhiyette ise bir nihayeti vardır. Bu durum pek çok sırlara ve değerli manâlara işaret eder.

Bunlardan ikisi, hüviyetin manâlarından ehl-ikeşf in kalplerine yayılan “reca” kokularıdır. Şöyle ki; Varlığın merkezi, devridir. Böylelikle nihayet bidayetin aynıdır. Aynı zamanda rahmet her şeyden önce geldiği gibi, her şeyin dönüşü de O’nadır.

Bu önemli sır ve bilgilerden biri de, hüviyetin celâli ve O’nun bütün isimlere üstünlüğüdür. Şöyle ki; Zat’a ait “Hüviyet” zamirinden ibaret olan “He/O” nin aslı, merfuluktur. Bu durum mutlak üstünlüğün kemâlinin kendisi nedeniyle kendisine ait olmasına işaret eder.

Bir harfin mecrur ve mansub olması ise, İrab harekelerini kabul edişi cihetinden ortaya çıkmıştır. Bu ise bu harfin bütün sıfatları, hükümleri, na’tları, nispetleri, izafeleri, lâzımları, layıkları, arazları içerdiğine işaret etmektedir.

Hüviyetin üstünlüğünün gücü –Ki üstünlük hüviyetin aslıdır- Vav harfini istilzam etmiştir. Çünkü vav harfi, zammenin kardeşidir ve çoğul zamiri vav harfine nispet edilmiştir. Bunun yanı sıra vav harfi mahreç mertebelerinde harflerin özelliklerini içerme ve ihata etme özelliğine sahiptir. Vav, He nin bâtını, harekesi de onun harekesinin aksidir. Bunun yanı sıra her iki harf te “devri” dir. Çünkü “He” nin harekesi ve mahreci ehl-i keşf’e göre kalbin yakınında göğsün bâtınındandır. Nefes onunla/he uzar ve bütün harflerin mahreçlerine uğrayıp iki dudağın zahirine ulaşır.

Bunun ardından nefes ihâta edici ve kuşatıcı dönüşünde bütün harflerin hükümleriyle boyanmış olarak, adeta şimşek hızıyla kendisinden ortaya çıktığı asla geri döner. “Vav” ın harekesi ise “He” nin harekesinin zıddıdır. Çünkü vav iki dudak arasından ortaya çıkar sonra göğe doğru uzanır. Böylelikle vav da daha önce belirtildiği gibi bütün harflerin mahreçlerine uğrar. Bunun ardından ise kendisinden ortaya çıktığı iki dudağa geri döner.
Binaenaleyh He nin hareketi, gayb âleminden şahadet alemine doğrudur. Çünkü onun zatı başlangıç/mebde mertebesinden olmasını gerektirir. Buna karşın vav ın hareketi ise şahadet âleminden gayb âlemine doğrudur.

Buna göre her iki harfte, harflerin varlıklarının hakikatlerini çıkışta ve girişte kaynak ve varış mertebelerini de içerir ve kapsar. Her iki harfte hem hakikat ve hem de mânâ olarak birbirlerine intibak eder. Bunların arasında ki uyum bir dairenin başlangıcının son una uyumlu olmasına benzer. Her iki harfte bütün mukaddes ve ruhani harflerin hakikatlerini kendilerinde toplarlar. Söz konusu harfler ilahi isimlerin maddeleridir. Bu harflerin bir kısmı –farklı konumlarına göre- diğer bir kısmı ile birleştiğinde, bunların birleşmesi ve bir araya gelmesinin eserlerinden ruhanî ilim sahipleri için bir takım tasarruflar meydana gelir. Bu tasarruflar cismanî, rûhani, melekûti, süfli, ve ulvi âlemlerdedir.

İnsan nefesinin zahiri telaffuz edilen bütün harflerin maddesi olduğu gibi aynı şekilde Nefes-i Rahman’ın zahiri de bütün varlık harflerinin maddesidir. Varlık söz konusu Nefes-i Rahman ile ayakta durur/kaim, O her şeyi ayakta tutar/Kayyûm. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur O kendisiyle beraber başka birinin var olmasından yücedir ve hüküm sahibidir. (A. İmran/6)

Cüneyd-i Bağdadî den şöyle bir olay rivayet edilmiştir. Birisi Cüneyd’in huzurunda hapşırmış, ardından da El-Hamdülillâh/Allah’a hamd olsun demiş. Bunun üzerine Cüneyd adama; “Hakkın söylediği gibi “hamd âlemlerin Rabbi’ne mahsustur/ El Hamdülillâhi Rabbil âlemin de” demiş.

Adam şöyle karşılık vermiş; “Âlem nedir ki Allah ile birlikte zikredilsin”

Cüneyd şöyle cevap vermiştir; “Şimdi öyle söyle, çünkü yaratılmış kadime bitiştiğinde, yaratılmıştan geriye bir şey kalmaz.”

Buna göre birinci ifade Allah’a fani olup, çokluğun perdelerini görmeyen ve de “izzet” çölünde kendinden geçmiş kimsenin makamıdır.

İkinci ifade ise (Cüneyd’in sözü) Tahkik sahibi Kâmilin makamıdır. Bu makam” fena”da yedi mertebenin tavırlarını/etvarü-l meratisi-s seb’a aşıp ezeli ve ebedi olarak; “Her şey yok olucudur, ancak O’nun vechi bâkidir. (kasas/88) ifadesinin hakikatini hakka-l yakîn idrak etmenin ardından Hakkın bekâ” sı ile bâki kalan kimsenin makamıdır. Çünkü insan başlangıçta “zikre değer bir şey” (İnsan/1) ve gerçekte/nefsü-l emir bir varlığa sahip değildi ki o varlıktan “fani” olsun. Aksine faninin varlığı vehim ve hayal mahsulüdür. Binaenaleyh kişi işin gerçeğini keşf edip şunu müşahede ettiği için hayal ortadan kalkmıştır. Her halükarda “fani”, bâki olan ise “bâki” olmaya devam eder.

Bu durumda insan hakkın lisanı ile “Hamd âlemlerin rabbi Allah içindir” der. Bu ifade (her şeyi kendinde) içeren ve kemâl özelliğinde ki hakikatin varlık mertebelerine seyredişini dile getirir.

Allah hidayet edendir. (S. KONEVİ/Esma-i hüsna şerhi)

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

(AHMED HULUSİ) den

“HÛ’vAllahulleziy la ilahe illâ HÛ”! İster vahiy yollu gelsin, ister bilinç yollu üzerine eğilinsin, algılanan her “şey”in hakikatinin derûnu… Öylesine ki; Ekberiyet tecellisi sonucu önce “haşyeti”, sonucu olarak da “hiç”liği yaşatır ve bu yüzden de O’nun hakikatine erişilemez! “Basîretler ona ulaşmaz!” Mutlak bilinmezliğe ve kavranılmazlığa işaret ismidir! Nitekim “ALLÂH” dâhil tüm isimler ““ya bağlı geçer Kurân’da!

“HU ALLAHu EHAD”,

“HU’ver Rahmanur Rahıym”,

“Hu’vel’Evvelu vel’Ahıru vez’Zahiru vel’Batın”,

“HU’vel Aliyyül Azıym”,

“HU’ves Semiy’ul Basıyr” ve Haşr Sûresi’nin son üç âyeti gibi!

Bu arada şunu da bir diğer okunuş şekli itibarıyla fark ederiz ki, isimlerin öncesindeki “HÛ” ismi işaretiyle önce tenzih vurgulaması yapılır, sonra da söz edilen isimlerle teşbihe işaret edilir. Bu da hiçbir zaman gözden kaçırılmaması gereken bir işarettir.

“Külle yevmin Huve fi şe’n” (55/29) ayetinde, dikkat ederseniz “HÛ” ismi var.. “ALLAH” ismi geçmiyor! “” ismi, cüz’ün özündeki Teklik boyutu değil mi? İşte O, Teklik boyutu, her an cüz’lerdeki tasarrufu oluşturmakta. Oluşumun kaynağı O!

“HÛ” nun mânâsı; Çokluk görüntüsünün ardındaki, Öz’deki Teklik boyutudur.

İşte Arapçadaki “” kelimesi, varlığın özündeki bir boyutsal öteliğe işaret eder; niteliksiz ve niceliksiz bir yolla!

Sayısız “nokta”ların Hâlik”i olup; “nokta”lar indinde “nükte” olan ““!?

İlminde “nokta”dan yarattıklarını, hayal hammaddesiyle var kılan “HÛ”!?

Ve bütün bunlardan “GANΔ olana işaret eden, “HÛ”!

Soru: Şehâdet, “HÛ”ya bağlanırsa, o şehâdetin izahı yapılabilir mi? Şayet yapılamaz ise Allah nasıl şehâdet eder?

Cevap: Şehâdet kesrete ait bir kavramdır. Kesret sûretlerinden şehâdet etmektedir. “Atan bendim” deki gibi… “” ya yapılmayan şehâdetle tenzihiyet olmaz.

Soru: “Abduhû ve Rasûluhu”, yani Abdullah ve Rasûlullah dediğimizde,

” isminin kulu ve Rasûlü olmakla Allah isminin kulu ve Rasûlü olmak arasındaki anlam farkı nedir?

Cevap: Birisi Allah’ı Hüviyetinde bulmayı anlatır. Öteki, Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olmayı. “HU” kelimesi, Kurân’da, sabit tek bir mertebeye değil, içinde geçtiği konunun mahiyetine göre, değişik mertebelere işaret eder.

Âyet sonundaki bu tanımlama daima “” denerek Allah adıyla işaret edilenin tenzih yönüne; Esmâ adıyla da teşbih yönüne işaret ederek OKU’yanda tevhid bakışını oluşturmak amacını gütmektedir Allahu âlem. “” dan sonraki, pek çok âyette geçtiği üzere Türkçedeki noktalı virgül anlamındadır, bize göre.

Mutlak Zât’a işâret. : ismi, hüviyeti Zât’a işaret eden isimdir ki birçok yerde önce “” denerek hüviyeti Zât’ın âlemlerden ve tüm mânâlarla kayıtlanmaktan berî olduğu vurgulanır, sonra O’nda açığa çıkan bir özelliğe işaret eden isim belirtilir, sözü edilen konuya bağlı olarak.

“Hû” İsmiyle İşaret Edilip, Fark Edilmesi Gereken Gerçek.

Arapça’daki “HÛ” kelimesi, varlığın özündeki bir boyutsal öteliğe işaret eder; niteliksiz ve niceliksiz bir yolla!

“HÛ”nun mânâsı; “çokluk” görüntüsünün ardındaki, Öz’de¬ki Teklik boyutudur. Hatta… “HÛ” ismi, “Nokta”nın var olduğu Ahadiyete işaret eden isimdir!

” ismi, cüzün özündeki Teklik boyutu değil mi?..

İşte O, Teklik boyutu, her an birimlerdeki tasarrufu oluşturmakta… Oluşumun kaynağı O!..

Yani, şu parmağımın ucundaki hayatiyet ve canlılık, koldan gelen damarların getirdiği enerji ve kan ile kaîm!.. Bu parmağın hareketini, bu hareketi, koldan gelen hareket simgesinin netice¬si oluşturuyor. “HÛ” kelimesinin mânâsı bir anlamıyla “O” demektir!.. Bir diğer anlamıyla da “Zât’ın hüviyetine” işaret eder.

Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, “zâhir” kelimesi kapsamına girer… “Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey!

Bunların, sana göre tümü, “O”dur!.. Yani, bunların hepsi de -ki bu çokluk kavramı sana göredir- “O” dediğin varlıktır! Yani, “HÛ”!.. Düşünmeye çalışalım…

“Ben” dediğimiz özümüzü fark etmeye çalışalım… Maddenin özüne yönelip “zoom”lama yapalım…

Molekül-atom-nötron-nötrino-kuark-kuanta boyutlarına inip, düşünebildiğimiz her şeyi parçacık-dalga boyutunda hissetmeye zorlayalım kendimizi…

İşte bu yaptığımız, bir boyutsal “zoom”lama veya “Mi’râc”tır! Şunu fark edelim ki;

Bize göre sonsuz olan evren, bir anda, “nokta”dan var olmuş bir açı, “<”! Sonsuzluk düzleminde, bir noktadan meydana gelmiş bir “<” -açı-! “Evren” kelimesiyle ya da “evren içre evrenler” tanımla¬masıyla anlattığımız her şey bu açıda –“<”- yer almakta!.. Bu “<” açı ve dayandığı “nokta” ise, anlarından bir andaki yaratışı “” ismiyle işaret edilenin!..

Sayısız “an”lardaki, sayısız “nokta”lardan, yalnızca bir “an”daki bir “nokta”dan yaratılmış “evren içre evrenler”den birindeyiz!..

“İnsan-ı Kâmil” ya da “Hakikat-i Muhammedî” isim-leriyle işaret edilen ise o “nokta”dan var olan varlık! “NOKTA” ise bir “nükte”!.. Sayısız “nokta”ların Hâlık’ı olup; “nokta”lar, indînde, “nükte” olan “” adıyla işaret edilen!.. İlminde, “nokta”dan yani heyulâdan yarattıklarını, hayal hammaddesiyle var kılan “”!.. Ve bütün bunlardan “ĞANİYY” olana işaret eden, “”!.. İşte “” ismiyle işaret edilip, müslümanların fark etmesi istenen Hakikat!.. …….

HU” ismi Allah’ın, tenzih itibariyle Ahadiyetin Gaybına işaret ederken teşbih itibariyle de arzda(bedende) açığa çıkmış “Halife”ye işarettir. (Ahmed Hulusi)

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

“H Ü V E”

B i s m i l l a h i r r a h m a n i r r a h i m

İlâhî kudretin bu dünyada bilinen isimleri olduğu gibi bilmediğimiz nice âlemlerde ve ilâhî âlemde de tatbikata konulmamış, zuhur bulmamış nice isimlerinin olduğu hakikattir. Gerçekte bütün isimlerin Rabbimizin zatına ait olduğu aşikârdır. Kudret-i ilâhîyenin zatiyyetini işaret eden isimlerin bilinmesi mümkün olmadığından Rabbimiz bir lütuf yaparak isimden münezzeh bir nokta olan Hüve zamirini işaret buyurmuşlardır.

Gerek bu dünyada gerekse ilâhî âlemlerde hangi isimlerin fiili icrada olduğunu bilemiyoruz. Zuhur yapmış ve yapmamış namütenahi isimlerin sahibi olan Hüve’yi hiçbir isim tam olarak tarif ve tavsif edemeyeceğinden, zatiyyet-i ilâhîye Hüve’yi işaret buyurmuşlardır.

Hüve zâttır, nübüvvet Allah ismine bağlıdır; velâyet ise Hüve’ye bağlıdır. Hz. Muhammed (s.a.v) Hatemen Nübüvvet olarak Hüve’yi daima hususiye de tutarak Allah ismini zikretmiştir.

Sevgili Efendimiz Kur’an-ı Kerîm’de pek çok yerde Hüve zamirini belirterek Hüve’nin hususiyetleri ile ilgili bilgiler vermiştir. Kur’an’da Hüve kendini zamir olarak hususiye de tutmuştur. Yani Hüve zamirdir, ondaki hakikat ise zâtîyeti ilâhîyedir.

Hüve’nin tam tatbikat ismi Allah ismidir. Hatmül Velâyet ise, velâyet icabı Hüve’yi zikreder. Peygamber Efendimiz Hatmül Velayet sırrı ile lütfetmiş olduğu Hüve sırrının Allah’ın arzuyu ilâhîsi ile zamanı geldiğinde açılacağını işaret etmişlerdir. Hüve’nin dünyada velâyet sırrı ile tatbikatta olduğu bilinmektedir. Hüve noktası yanlışı reddetmez; doğrultur, düzeltir; ondaki rahmeti görür; yanlıştan doğruyu çıkartır.

Vacib ul-Vücûd kelimesinin Hüve anlamında yazıldığını görmekteyiz. Ancak Vacib ul-Vücud bir isimdir. Hüve isim değildir. Hüve, İsimlerden münezzeh olarak Allah’ın zatiyyet-i hüviyetini işaret eder. Hüve’nin göründüğü gönül noktası olarak Hz. Muhammed (s.a.v) in verdiği bir karar Allah ismi tarafından tatbikata koyulmaktadır. Ancak, Allah ismine itiraz edenlere bir mühlet verilmektedir. Hüve’nin göründüğü risalet noktasına itirazı ise Allah ismi kabul etmemektedir. Kur’an’ın anlatımı ile bütün peygamberlere yapılan itirazlar Hüve’ye itiraz şeklinde sayıldığı için makbul tutulmamıştır.

Nitekim kendisine itiraz eden hanımını Lût Peygamber bağışlanmasını istemesine rağmen Allah onu bağışlamadı ve helâk olanlardan oldu. Çünkü o itiraz Hüve’ye karşı yapılmıştı. Yine Nuh Peygamberin oğlu da babasına itiraz etmişti. Babasının oğlu için Allah’tan bağışlanma istemesine rağmen Allah kabul etmedi. Çünkü o itirazın aslında Hüve’ye yapıldığı görülmektedir.

Maide sûresi 78. âyetinde,

“Lü’ınelleziyne keferu min beniy israiyle alâ lisani davude ve ıysebni meryeme zalike bima asav ve kanu ya’tedune.”

“Benî İsrail’den küfre düşenler Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın lisanı üzere lânetlenmişlerdir. İsyan ettikleri ve saldırgan oldukları için böyledir.” buyrulmaktadır.

Haşr sûresi 22-24. âyetlerinde,

“Hüvallahülleziy lâ ilahe illa hu alimü’l ğaybi ve’ş şehadeh hüve’r rahmanü’r rahıym hüvallahülleziy lâ ilahe illa hu el melikü’l kuddüsü’s selamü’l mü’minü’l müheyminü’l aziyzü’l cebbarü’l mütekebbir sübhanallahi ‘amma yüşrikun hüvallahü’l haliku’l bariyü’l müsavvirü lehü’l esmaü’l husna yüsebbihu lehu ma fiy’s semavati ve’l ard ve hüve’l aziyzü’l hakiym”

“Hüve’dir Allah ki Hüve’den başka ilah yoktur alimidir gaybın ve şahid olunanın Hü ve’dir er Rahman er Rahim ‘Hüve’dir. Allah ki Hüve’den başka ilah yoktur. El Melik’tir, El Kuddüs’tür, Es Selam’dır, El Mümin’dir, El Müheymin’dir, El Aziz’dir, El Cebbar’dır, El Mütekebbir’dir. Sübhandır. Allah Şirk koştuklarından. Hüve’dir Allah, el Halik’tir, el Barî’dir, el Müsavvir’dir. Hû’nundur esmaül hüsna. Tesbih eder Hû’yu semavatta ve arzda olanlar. Ve ‘Hüve’dir el Aziz, El Hakim…” buyrulmaktadır.

Hadis: Resûlullah (s.a.v) seferden dönerken, uğradığı her tümsekte üç kere tekbir getirir, arkadan da: “Lâ ilahe illallahu vahdehu la şerike leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir.

(Allah’tan başka ilah yoktur. Hû tekdir, ortağı yoktur, mülk Hû’nundur, hamd Hû’yadır. Hüve her şeye kadirdir) dönüyoruz, tevbe ediyoruz, kulluk ediyoruz, secde ediyoruz, Rabbimize hamd ediyoruz.

Allah va’dinde sadık oldu, kuluna yardım etti. (Hendek Harbi’nde) müttefik orduları tek başına helâk etti” buyururdu. (İbnu Ömer Kütübü Sitte Hadis No: 1834)

Hicr sûresi 25. âyetinde,

“Ve inne rabbeke hüve yahşürühüm innehu hakiymün aliym”

“Ve muhakkak ki Rabb’in ‘Hüve’ onları haşreder ve muhakkkak Hû Hakîm’dir. Alîm’dir.”

Al-i İmrân sûresi 18. âyetinde,

“Şehidallahü ennehu la ilâhe illâ hüve velmelaiketü ve ülül’ılmi kaimen bilkıstı la ilâhe illâ hüvelaziyzülhakiymü”

“Şehadet eder Allah illâ ‘Hüve’den başka bir ilâh olmadığına ve melekler ve kıst (adalet) ile kaim olan ilim sahipleri de. İllâ ‘el Aziz’, ‘el Hakîm’ ‘Hüve’den başka ilâh yoktur.”

Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdular ki: “Duaların en faziletlisi arefe günü yapılan duadır. Ben ve benden önceki peygamberlerin söyledikleri en faziletli söz, ‘lâ ilahe illallahu vahdehu la şerike leh lehü’l’mülkü ve lehü’l-hamdü ve Hüve ala külli şey’in kadir. (Allah’tan başka ilah yoktur, Hû tektir, Hû’nun ortağı yoktur, mülk Hû’nundur, hamd Hû’ya aittir. “Hû” her şeye kadirdir) sözüdür.” (Amr İbnu Şuayb an Ebihi an Ceddihi Kütübü Sitte Hadis No:1863)

Bakara sûresi 255. âyetinde,

“Allahü la ilâhe illâ hüve’l hayyül kayyum”

“Allah… ‘El Hayy’, ‘el Kayyum’ ‘Hüve’den başka ilâh yoktur.” buyrulmaktadır.

Resûlullah’a (s.a.v), “Kur’an-ı Kerim’deki en büyük âyet hangisidir?” diye sorulduğunda şöyle cevap verdi:” “Allahü lâ ilâhe illa hüvel hayyül kayyum/ Allah el-Hayy”el-Kayyum” “Hüve’den başka ilâh yoktur. (Ebu Davud)

Hiçbir isim O’nu tam olarak ifade edemez. Nitekim ilâhî yaratıcıyı çeşitli isimlerle ilâh edinmişlerdir. Hüve kendisinin hiçbir isimle tahdit edilemeyeceğini böylece bildirmektedir. (ELL HACC HÜSEYİN VEDAD)

*******************************************************************

“Hu”

Hu”, Allah’a kavuşmak, maksada ulaşmaktır. Hu; İsm-i A’zâm’dır, Altı Esma’nın tercümanıdır. Evliyanın kalp gözünü açan Hu’ dur.

Hu” demek; “ben Sen’ den geldim, Sen gönderdin, yine Sana döneceğim”, “Allah’a kavuşmak” demektir. Hu, sana kavuşacağım. Hu, hedefe kavuşmaktır…..

Hu esması bir ateştir; bir aşktır; bir deryadır.”

Bu açıklamamızdan sonra “Hu” esmasının bir özelliğini daha değinelim. “Hu” esmasını okurken çok dikkatli olmak lâzımdır. Eğer usulünce okunursa insanın içini yakıverir. Çünkü o, bir ateştir. O halde nasıl okumalıyız? Ağız açık olmalı, dilin ucu üst dişlerin dibine yapışıp göbekten “Hu” diye okunmalıdır….

Allah sevgisinin bir zerresi, her kimin gönlüne düştüyse o bütün vücûdu istilâ ve işgal eder. Zira aşk kelimesi, bize Selçuklular zamanında Farsçadan gelmiştir. Fars kökenli olan bu kelime, Farsça ‘da “Işk” olup “Sarmaşık bitkisi” demektir. “Sarmaşık bitkisini diktiğin zaman o binayı nasıl çok kısa zamanda kuşatıp kapsarsa aşkın bir zerresi de insan denilen âbide-i ilâhîyenin gönlüne düşünce bütün vücûdu yakar tutuşturur.

Usûlüne riâyet ederek kalbin üstüne okunan “Hu” ismi, dervişe çok büyük aşk ve muhabbet temîn eder; yanıklık verir. Böylece derviş kesretten vahdete iner ve gönlü yanar. Çünkü “Hu” mazhar-ı külldür. O heptir. Allah nedir? Allahu Allah, Allah külldür. “Allahu halûku külli şeyin” dir. Hu esmasına devam etmekle bunun zevki nereye varır? Bunu da yine Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin dörtlüğüyle ifâde edelim:

Üçüncü Hüvallah dersin okur

Garip bülbül gibi durmayıp şakır

Kendi vücûdunda bula gör Hakk’ı

Erişir canına feyz-i Hûda’nın

Aşkın bir zerresi, bir anda hücreleri tutuşturuverir. Onun için Selçuklular, ışk olarak aldıkları kelimenin telaffuzunu daha da güçlendirmişler ve aşk demişler. Aşkın Arapçası muhabbettir. Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Allah onları sevdi; onlar da Allah’ı sevdi.“(Maide Suresi Ayet 54)

“İmân edenlerin Allah’a sevgileri, muhabbetleri çok şiddetlidir.” (Bakara Suresi Ayet 165) buyrulur.

Bu gerçeği, Niyâzî Mısrî Hazretleri şu güzel sözleriyle ifade etmiştir:

Gir sema’a zikr ile gel yane yane Hu deyu

Er sefâ-yı aşk-ı Hakk’a yane yane Hu deyu

Hep erenler Hu ile kaldırdılar can perdesin

Açtılar gözlerin andan yane yane Hu deyu

Gördüler Hu kaplamış hep on sekiz bin âlemi

Feyz alırlar cümle Hu’dan yane yane Hu deyu

Zât-ı Hakk’ı buldular buluştular bu Hu ile

Dost göründü her taraftan yane yane Hu deyu

Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar

Kuntu kenzin haznesinden yane yane Hu deyu

(Niyazi Mısri) (AHMED-İ DEVRAN KARSEVİ)

**********************************************************

HU (HÜVE) SIRRI ve HÜVİYET TEVHİDİ

Hakk Teala “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliliğimi sevdim. Halkı zuhura getirdim (yarattım)” buyurarak Zatını “Ben” lafzıyla açıklamıştır. Hakk kendini ilahi hüviyetiyle (hüve) açtıktan sonra “Allah” lafzıyla uluhiyetini ilan etmiştir.

Hu zatın “Benliği” aynı zamanda hüviyetidir. Allah’ta kendi Zati hüviyetini Kur’an’da hüve lafzıyla açıklamıştır. Hüve kelimesi hüviyetini temsil ettiğinden hem Zatını hem Zatının gerekleri olan isim ve sıfatlarını bünyesinde bulunduran isimdir. Kökeni Zat olduğundan ismi-i azam olarak kabul edilmektedir. Hüve kelimesi hem ilahi Zatı, hem ilahi isimleri hem de ilahi sıfatları bünyesinde bulundurduğundan ism-i azam olarak kabul edilmektedir.

Kur’an’dan birkaç ayetle örnek verilecek olursa “ve hüves semiul alim” (Bakara/137)

“O (ilahi hüviyeti ile) semi (işitici) alim (bilici) dir” (Enbiya/4) buyurulmaktadır.

Zati hüviyetini semi ve alim isim-sıfatları ile açığa çıkmış demektir. Kendi Zatı bu vasıflarla vasıflandığı gibi, halkı zuhura getirdikten sonraki mertebelerde “izafi hüviyetler” dede bu vasıfları içermektedir.

Hüve kelimesindeki he harfi hüviyeti ve vav harfi ise hüviyeti temsil eden nefsi temsil etmektedir. Hüve lafzını Allah’ın zatını temsil ettiğinde He harfi Zati hüviyetini vav harfi Zati Nefsini temsil etmektedir. Halk edilen her şey (mevcudlar) bu Zati hüviyet ve Zati Nefs’ten aldıkları hisse, pay ve nefsi vasıflar ile Zati hüviyet ve Zati Nefsten hisse almış demektir. Yani her mevcudun ilahi hüviyet ve ilahi neftsen kendi mertebesinden bir payı, hissesi var demektir. Bu mertebe ve düzey her mevcudun Allah indindeki yeri, ayan-ı sabitesinin hükmü kadardır.

Yukarıdaki ayet örnek verilecek olursa Zati hüviyet ve Zati Nefsten aldığı pay kadar semi (işitici) ve alim (bilici) dir. Hakk zahirde de her mevcuda atom-molekül-genetik şifre kanalıyla bu özelliği sabitlemiştir. Hissesini tayin etmiştir. İnsana ise hissesini arttırabilecek hüviyet ve nefsi tayin etmiştir.

Ademi kendi suretinde halketti” ve “Ademi Rahman suretinde halketti” buyurarak Zati hüviyet ve Zati Nefsi vasıfları ile donanacak vasıflara ulaşabileceğini belirtmiştir.

Hüviyet gaybını bilip, ancak O mertebede Allah resulü “Künhü Zatını idrak edemedik” deyip Allah-kul çizgisini, sınırlarını bilmek için insan yaratılmıştır.

Kur’an da aynı vasıflı ayetlerle hüviyetini farklı isim ve sıfatlarla zikrederek, bu vasıflardan insanın hissesini-payını arttırması ve “Rahman suretine” ulaşması murad edilmektedir.

ve hüve errahmanirrahimin” (Hud/92) “O ilahi hüviyetiyle rahman ve rahimdir” buyurarak insanın nefsinde taşıyabileceği ölçüde bu vasıflarla donanması istenmektedir.

Benliğini, hüviyetiyle eş değer olduğunu ifade etmek içinde “ene tevvabürrahim” (Bakara/160) “Ben tevvab ve rahimim” buyurmaktadır.
Tüm ilahi isim ve sıfatlarını İlahi benliğinde topladığını ve bunu ilahi hüviyetiyle açığa çıkardığını ifade etmektedir. Dikkat çekici ifadelerde
“İnnehu hüves semiul alim” (Enfal/61) “Muhakkak ki hu (Ben-hüviyetim) ilahi hüviyetiyle semiul alim(işitici biliciyim)” buyurmuştur. Ayette birinci hu ile Zatına işaret etmiş, hüve ile Zati ilahi hüviyet ve nefsi vasıflarını belirtmiştir.

Benzer bir ayette “innehu” demeden “hüvessemiul alim” (Bakara/37) buyurarak bu vasıfları belirtmiştir. Kur’an da bu vasıflarını benzer ayetlerle “innehu hüve” ve “hüve” vasfıyla BENLİĞİ-HÜVİYETİNİ izah etmiştir. “İnnehu hamidun mecid” (Hud/73) ayetiyle “Muhakkak ki O (Zati ilahi hüviyetiyle) hamid ve meciddir” buyurarak üç formda da kendi TEK ve BİR HÜVİYETİNİ farklı vasıflarla izah etmiştir.

TEK VÜCUD HÜVİYETİ ile isim ve sıfatlarının çokluğu ile alemlerde zuhur ettiğini (kendi hüviyetini açığa çıkardığını) ifade etmektedir. Bunu açığa çıkarışını ulûhiyeti Zatına bağlamaktadır. Allah ismi camisi halkı zuhura getirdikten (yaratıldıktan) sonra kendine verdiği isimdir ilahi Zatın. Allah ismindeki sondaki Hu ilahi hüviyetini temsil ettiğinden bu mertebede de Zati hüviyeti halk ettikleri (yarattıkları) ile “hüviyet beraberliği” içindedir. Daha önce belirtildiği üzere her mevcud kendi mertebesinden bu ilahi beraberliği temsil etmektedir. Birkaç ayet örnek verilirse;

“vallahi gafururrahim” (Bakara/218) “Allah gafururrahimdir”;

“innallehe azizun hakim” (Bkara/220) “Muhakkak ki Allah aziz ve halimdir”

“Vallahu semiun aliym” (Bakara/224) “Allah semi ve alimdir”

“İnnallahe ala külli şeyin kadir” (Bakara/259) “Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir

İlahi hüviyet Allah ismine büründüğünde uluhiyeti (ilahlığı) ile açığa çıkmış demektir.

Allah ismi ile yani ulûhiyetinin bilinmesi için insanlığı yaratmıştır. Allah bilinirse, hem ulûhiyetini hem kendisi hem Rububiyeti anlaşılacaktır. “Nefsini bilen Rabbını bilir” (Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu) hadisinin bir açıdan açılımı da budur. Zati ilahi hüviyeti ve Zati Nefsini bilmenin kapısı aralanmıştır. Allah ismi camisinin kapısından Zatına, hüviyetine ulaşmanın yolu belirtilmiştir.

Bunu ifade eden ayetlerde ise; “lâ ilahe illa hüve yuhyi ve yümit” (Araf/158) “O’nun ilahi hüviyetinden başka ilah yoktur, ilahi hüviyetiyle O yuhyi (hayat verici) ve yumit (hayatı sonlandıran) dır”.

hüve yuhyi ve yumit” (Yunus/56) buyurarak bu vasıfların Zati hüviyetine-Zati Nefsine ait özellikler olduğunu vurgulamış ve bu vasıfları ile ilah olduğunu açıklamıştır.

Allahu lâ ilahe illa hüvel hayyul kayyum” (Bakara/255/Ali-İmran/2) ayetiyle Allah ismi ile zuhurdaki hüviyetiyle ilahlığını ilan ettiğini ve ilahi hüviyeti ile hayy ve kayyum olduğunu ilan etmektedir.

Hayy ve Kayyum oluşu ilahi hüviyeti ve Zati Nefsinin temel vasıflarıdır. Ulûhiyetini ilan eden en önemli sıfatlarıdır. Diğer tüm mevcudat bu vasıfları O’ndan aldığından bu özellikleri taşımaktadır. O’nun ulûhiyetinin altındaki mevcutlardır. O’nunla mevcutlardır. Bu vasıflarını Allah ismi ile açığa çıkarmaktadır. Allah ismi camisi ise tüm ilahi isim ve sıfatlarını ve tüm açığa çıkış mertebelerini bünyesinde taşıyan ismidir Zat’ın.

Allah isimlerdeki ilk elif Ahadiyeti Zatını, ilk lâm Ulûhiyetini Zatını, ikinci lâm Risalet ve velayet mertebelerini, gizli elif ilahi muhabbeti he ise ilahi hüviyetini temsil eder. Hüviyetin ve Zati Nefsin açığa çıkması gerekli olan her şeyi bünyesinde bulundurduğundan kelime-i tevhid bunları açıklayan temel unsur olmuştur. “lâ ilahe illallah” ve “lâ ilahe illa hu” temel tevhid kelimeleri olmuştur. “Allah” ve “Hu” ise mertebeleri açısından bilinmesi önemli olan hususlardır ilahi Zatın. Bir örnekle belirtecek olursa Allah ve hu ile vasıflarını ve isimlerini açığa çıkarır.

“lâ ilahe illa hüvel azizül hakim” (Ali-İmran/18) “ilahi hüviyetiyle aziz ve hakim olandan başka ilah yoktur”

“hüve ala külli şeyin kadir” (Hadid/2) “ilahi hüviyetiyle her şeye kadirdir

“İnnehu hüvel gafururrahim” (Hud/98)

“İnnehu hamidun mecid” (Hud/73)

Ayetlerini örnek verecek ilahi hüviyetiyle Hakk’ın TEK ve BİR, izafi hüviyetlerle mertebeler ve düzeyler açısından çok olduğunu ifade edebiliriz. Her nefis kendi mertebesinden temsil ettiği ve taşıyabileceği ilahi isim ve sıfatlardan hissesi kadar ilahi hüviyetten izler taşır. Bu nedenle Kur’an-ı natık olmak ve Kur’an ahlakı ile ahlaklanmak için nefsimizdeki isim ve sıfat tecellilerini hakkıyla yaşayarak izafi hüviyetimizi, ilahi hüviyet içinde eriterek Allah’ın boyası ile boyanmalıyız (sibgatullah). Kendi hüviyetimizi temsil eden nefsimizden açığa çıkan vasıfları ne denli Hakkani vasıflara bürünürse “hu sırrı”ndan o denli hissemiz olur. Allah indindeki yerimiz ve değerimiz artar. O kadar O’na benzer ve o kadar seviliriz. Bunun yolu ise Kur’an ile hemhal olmaktır. Peygamberin hüviyetine bürünerek O’nu yaşamaktır. Peygamber ahlakı ile ahlaklanmaktır. Bütün bu anlatılanları belirten ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:

“Hüvallahu vahidul kahhar” (Zümer/4)“İlahi hüviyetiyle Allah vahid ve kahhardır”

“Hüvellahüllezi lâ ilahe illa hu” (Haşr/23)“İlahi hüviyetiyle Allah’tır ki, İlahi hüviyetinden başka ilah yoktur”

İşte TEK VÜCUD HÜVİYETİNDE’de isim ve sıfatları ile seyran eden TEK ve BİR İLAH ALLAH’dır. O’na ulaşmanın ve Mutlak Tevhide ulaşmanın yolu ise bunları açıklayan Kur’an ve Sünnet-i Muhammedi’dir. Açılan hüviyetiyle şuhud edilir. Gizli hüviyetiyle hazine hükmündedir.
Alimülgaybı veşşehade hüverrahmanürrahim” (Haşr/23)

“Gaybıyla şehadetiyle bilendir, ilahi hüviyetiyle Rahman ve Rahimdir

Hüvellahu halikul bariul musavviru lehul esmaul Hüsna” (Haşr/24)

ilahi hüviyetiyle Allah halıktır, baridir, musavvirdir en güzel isimler O’nundur (hüviyetine aittir)”

İşte bütün mertebelerde ilahi hüviyet en güzel şekilde ifade edilmiştir. MUTLAK TEVHİDİ içeren ayetlerdir.

İlahi Zati Hüviyetin, gayb-şehadet, evvel-ahir-zahir-batın hiçbir ilahi isim ve sıfatı dışarıda bırakmadan TEK ve BİR HÜVİYET le ve İlahi BEN likte topladığını belirten ayette şöyle buyurulmaktadır:

“hüvel evvel, vel ahiri vez zahiri vel batın ve hüve ala külli şeyin alim” (Hadid/3)“O ilahi hüviyetiyle evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır ve ilahi hüviyetiyle her şeyi bilicidir”

Bilinen ve şuhud edilen TEK HÜVİYET ve BENLİK’tir. İlahi hüviyet isimleri ve sıfatlarıyla izafi hüviyetlerde nefislerin mertebelerine ve düzeylerine göre çoğalmıştır. Bu ise VAHDET-İ VÜCUD ve VAHDET-İ ŞUHUD’un açıklanabileceği kadar ki açılımıdır. Özeti ise VÜCUD TEK ve BİR, MERTEBELERİ ve DÜZEYLERİ ÇOKTUR. Gizli hazine açılmış ve mertebelerinde açığa çıktığı düzeylerde izafi hüviyetlerle O’nu temsil etmektedirler. Açılmayan ve açılacak olan “hüviyet gaybı” ismiyle BENLİĞİN de kapalı kalmıştır. Dilerse açar, dilerse açmaz. Zaman ve mekan itibariyle tayin eden O’dur. Bunu belirten ayette ise şöyle buyurulmaktadır:

“ve hüve meaküm eynema küntüm” (Hadid/4) “Nerede olursanız O ilahi hüviyetiyle sizinle beraberdir”

Hak bütün taayyün ve tecelli mertebelerinde “hüviyet beraberliği” ve “maiyet beraberliği” içinde her şeyle birliktedir.

“Külli yevme hüve fi şan” (Rahman/29) “O ilahi hüviyetiyle her an bir şandadır, tecellidedir”

buyurarak her an, her durumda isim ve sıfatları ile tecelliler çoğaldığından TEK HÜVİYET çoğalmış olmaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi:
Allah, TEK VÜCUD HÜVİYETİ ile Zatıyla kaim ve batın, Vücuduyla mevcud, sıfatıyla muhit ve tecelli, esmasıyla malum ve tecelli, kudretiyle fail, fiiliyle zahir, eserleriyle meşhud, batını ile sırdır.

MUTLAK TEVHİD (Vahdet-i Vücud – Vahdeti Şuhud) in özü, özeti sırrı bu cümlede saklıdır. Bu cümleyi idrak edip, hale çevirmek ise benliğini ilahi hüviyetle süslemektir ki, arzu edilen tevhid de budur. Bu da “Hu SIRRI” olarak ifade edilebilir. Daha iyi kavraması için “noktanın sırrı” ve “B sırrı” ile beraber okunması önerilir. Bütün bu bilgiler ışığında Hz. Resul (sav) e hitaben Allah şöyle buyuruyor:

“Fa’lem ennehu lâ ilahe illallah” (Muhammed/19) “Muhakkak bilki Allah’tan başka ilah yoktur”.

İşte bizlerden istenen Allah’ın bahsedilen TEK VÜCUD HÜVİYET’i ile ulûhiyet mertebesinden tecellide bulunduğu idrakine ulaşmamız ve MUTLAK TEVHİD ile yaşantımızı sürdürmemizdir. Bunun yolu da “Muhammeden Resulullah” hakikatiyle Kur’an ve Sünnet yolunda olmamızdır. Zatından, Zatına, Zatıyla ve isim ve sıfatlarıyla TEK VÜCUD HÜVİYETİN’de göründüğünü müşahede edip idrak etmemizdir. “Abduhu ve resuluhu” sırrıyla yaşamamızdır. Bunun yolu da “Hu sırrına” vakıf olmaktır. Hz. Ali (kv) bu sırra binaen “Ya Hu, ya men Hu, lâ ilahe illa hu” diye dua ederken, niçin böyle dua ettiğini soran kişiye Hu’nun ismi azam olduğunu açıklamıştır. Beyt:

Evvel ahir ne var ki Hu imiş,

Zahir batın ne var ki Hu imiş, Diyerek her mevcudu TEK VÜCUD HÜVİYETİ ile TEVHİD eder. Bütün peygamberler ve arifibillahlar “Hu SIRRI” na ulaşan zatlardır.

Zikrimiz esrâr-ı Hak’dır cânımız hayrân-ı Hû
Fikrimiz bâzâr-ı Hak’dır bağrımız biryân-ı Hû
Kalbimi ihyâ eden ol pâdişâhı Lemyezâl
Gönlümüz mi’mâr-ı Hak’dır katremiz ummân-ı Hû
Ders-i Hak’dan görmeyen bilmez bizim güftârımız
Dersimiz envâr-ı Hak’dır sırrımız seyrân-ı Hû
Tevhîd-i Zât-ı İlâhînin kemâlin söyleriz
Sözümüz ahbâr-ı Hak’dır özümüz mihmân-ı Hû
Dünyâ vü ukbâ hevâsın terk eden gelsin beri
Azmimiz dîdâr-ı Hak’dır derdimiz dermân-ı Hû
Dört kitâbın ma’nâsın keşf eyledik Hakk’el-yakîn
Sun’umuz ol kâr-ı Hak’dır keşfimiz ol hân-ı Hû
Enbiyânın evliyânın menzilinden al haber
Cânımız ber-dâr-ı Hak’dır olmuşuz mestân-ı Hû
Fakr içinde fakra erdik gayrı gitdi aradan
Seyrimiz dîdâr-ı Hak’dır vaslımız vicdân-ı Hû
İhtiyâr elden gidicek n’eylesin Ümmî Sinan
Varımız ol var-ı Hak’dır nutkumuz irfân-ı Hû
(Hz. Ümmi Sinan)
Mehmet İzzet Aslın

************************************************************************************************

(DÜCANE CÜNDİOĞLU) dan.

“HU” ESMASI HAKKINDA

Sûfi dervişler niçin Hû diye diye zikredip dururlar? Zikir meclislerinin vird-i zebanı niçin hep Hûdur?

Bil ki bu, uzun bir zaman boyunca ve herhangi bir surette dile gel(e)memiş bir sorunun ifadesidir. Öyle ki sorunun makam-ı hakikîsi, çoğunluk tarafından fark da, zikr de edilmemiştir.
Fark edilseydi, acaba önümüzde sadece lafzen değil, mânen de zikredilip hatırlandığını gösterir alâmetler bulunmaz mıydı?

Demek ki sorulmamış bir soru var elimizde; kıymetini bilmemiz, şefkatle üzerine katlanmamız gereken bir soru. Özenle sorulmalı bu yüzden. O denli özen gösterilmeli ki hayreti mucib olmalı, şaşkınlığa yol açmalı, aramızdan şaşakalanlar çıkarsa şayet, onları hâllerine terk etmeli de şaşkınlığın tevlid ettiği şevk-i tefahhus (curiosité) zail olmadan hemen yaklaşmalı soruyu dile getiren yârin diline. VE dahi cevabını bulmak için değil, aramak için, evet sırf aramak için, ilk kez olsun, bir kez olsun dile gelmiş, diliyle gelmiş şu sevgiliye merhaba demekten kaçınmamalı.

Hû’nun anlamının, nicedir mahcub (perdeler arkasında) bulunmasından ötürü fark edilmediği ve bu gerekçeyle üzerindeki perdenin kaldırılmaya çalışıldığı mı söylenmek isteniyor?

Hayır! Bilâkis Hû, o kadar açıkta, o kadar açıklıkta ki, üzerinde o denli parlak ışık huzmeleri var ki öylesine bildik lâfızlardan sayılıyor ki görüldüğü, bilindiği ve dahi tanındığı için kimse tarafından fark edilmeksizin hâline bırakılıyor.

Hû’nun gizlenmek için açığa çıktığı unutulduğundan, Hûnun açıklanmaya, açık kılınmaya ihtiyacı olduğu asla ama asla düşünülmüyor. Her daim telâffuz ediliyor ve lâkin telâffuz edilen her defasında kavranılmadan kalıyor. Herhangi bir sorunun konusu kılınamamış olması da bu yüzden.

Sorarsak her hâlde şöyle bir cevap alacağız: Hû, Arapça’da üçüncü tekil şahıs zamiri ‘o’ karşılığında kullanılan hüvenin kısaltılmışıdır ve ‘Allah’ demektir. Dervişler de hû çekmek suretiyle Allah Teâlâ’yı zikretmiş, böylelikle O’nu anmış olurlar. Binaenaleyh arada pek bir fark yoktur.

Bu cevapla yetinilmeyip ismi var iken niçin bir zamir aracılığıyla Allah Teâlâ’nın anıldığı sorulur da biraz daha tafsilât istenirse, muhtemelen şöyle bir açıklamayla karşılaşılacaktır:

Arapça da biz gibi çoğul zamirler nasıl tâzim ve tekrim (ululamak) için kullanılırsa, gaib’e (uzağa) işaret eden zamirler de aynı maksatla kullanılır. İsm-i zat olan Allah adı yerine, bu ismin yerini tutan O (hüve) zamiri tazim ve tekrim maksadıyla kullanılır, vs.

Hû (hüve), esma-i hüsnâ listeleri arasında yer almıyor; zira hüve —zahire nazaran— bir isim değil, aksine zamir, üstelik zamir-i gaib! Acaba “Hayy’dan gelen Hû’ya gider” deyişinde geçen Hû, tıpkı “Allah’tan geldik, dönüşümüz yine O’nadır” kavl-i keriminde olduğu gibi zamir olarak mı kullanılıyor?

Cevap vermekte acele etmeyelim de biraz daha düşünelim. Meselâ “Edeb yâ Hû!” ifadesinde geçen ve zahirde “üçüncü tekil şahıs zamiri” olarak kullanıldığı sanılan Hû’ya nasıl olup da nida edatı olan yâ (=ey) ile hitap edilebiliyor? “Ey sen!” denildiği gibi, burada da “Ey O!” deniliyor olabilir mi? Türkçe de kaba bir ifade biçimine bürünmüş olan “Yok yahu!” tabirindeki Hû da sanırım bu kullanımların yanına yerleştirilebilecek bir haysiyette değil.

Soruyu belirgin kılmak için konunun etrafında dolanmayı sürdürelim ve soralım:

Dervişler “Hû, Hû” diye zikrederlerken, hakikaten gayba veya gaibe işaret ediyor olabilirler mi? Eğer böyle ise, cevap verilmeli değil mi, aynı zamanda bu dervişler niçin Hû’yu karşılarına almaktan kaçınmayıp kendilerini bile bile “yâ Hû” diye seslenen münadiler hâline getiriyorlar?

* * *

Son bir değini: İhlâs Suresi Kul hüve Allahu ehad… diye başlıyor ve meâl sahiplerinin çoğunluğu bu ifadeyi, “De ki: O Allah birdir” şeklinde Türkçeleştiriyorlar. “O Allah” terkibinde geçen ‘o’ zamirinin istikameti, ne gariptir, tıpkı ‘Bu kitap’ veya ‘Şu kalem’ terkiplerindeki işaret zamirlerinin kullanımında olduğu gibi kendisinden sonra gelen sözcüğe (Allah lafzına) doğru. Oysa mezkûr surede geçen hüve (o), işaret zamiri değil, şahıs zamiri. Şahıs zamirleri ise, işaret zamirlerinin aksine kendilerinden önce geçen isimlerin yerini tutarlar.

Bu durumda, nasıl oluyor da zahiren şahıs zamiri durumunda olan hüveye (=o), hiç düşünmeden “Bu Allah”, “Şu Allah” gibi işaret zamiri mânâsı verilebiliyor da “O Allah” deniliyor.

Cevabı bilmiyoruz, zira soruyu bilmiyoruz. Soruyu öğrenmeye başladık, belki bir gün cevabı da öğrenebiliriz! Ne diyelim, nasib yâ Hû! Yani, sadece edebimizi değil, nasibimizi de artır yâ Hû!

Akl-ı kasırhanemizce nasib edeb’e tekaddüm eder göründüğünden, o halde bize önce nasib, sonra edeb ihsan eyle yâ Hû! Kime yalvaralım, hâlimizi kime arz edelim; burada senden başkası yok ki yâ Hû!

* * *

Tekrarlamak zorundayız: Uzun bir zaman boyunca ve hiçbir surette sorulmamış bir soru var elimizde. Hû’nun anlamını bilmediğimiz kesin. Anlamını idrak etmediğimiz, edemediğimiz bir şeyin ehemmiyetini nasıl idrak edebiliriz? Elbette edemeyiz.

Demek ki biz Hû’nun sadece anlamından değil, ehemmiyetinden de haberdar değiliz.

Soru cevaptan önce gelir. Sorulmamış bir sorunun cevabı olabilir mi? Olamaz. Demek ki önce cevapsız bir soruyu dile getirmek, yani önce sorunun konusunu fark etmek zorundayız.

Hû sorusu, uzun bir zaman boyunca ve hiçbir surette sorulmamış bir sorudur. Bu hususa işaret edildi. Hû fark edilseydi, muhakkak ki zaman içinde herhangi bir sorunun konusu haline gelmiş de olurdu. Olmadı. Sorunun konusunun ortada olmadığı söylenemez; zira Hû hep ortadaydı, O her yerdeydi ki hâlâ da öyledir.

Hüvenin hüviyeti fark edilmediği içindir ki bir türlü soru konusu olamadı. Hû hiç dile gelmedi, denemez, dile geldi; fark edilmeden dile geldi ve zaten bu nedenle bir sorunun konusu olamadı. O hâlde denebilecek olan şudur: Hû fark edilmeksizin ve tabiatıyla soru suretine bürünmeksizin dile geldi.

* * *

Şimdi Hû’dan bahs edeceğiz, yani onu bahsimize mevzû kılacağız. Bahs, lügatte, bir şeyi aramak maksadıyla toprağı eşelemek, kazmak demek olduğundan, biz de Hûnun toprağını eşeleyecek, özünün, etrafındaki curufâttan ayrılmasını sağlayacağız. Bahsimizi birlikte gerçekleştirdiğimizden Hû’yu sadece bahsin değil, isteşlik bildiren mübahasenin de mevzûu (konusu) haline getireceğiz. Aradığımızı bulursak, bulduğumuza birlikte atf-ı nazar eyleyeceğiz; yani sadece mübahase ile yetinmeyip “karşılıklı bakmak” anlamına gelen münazaraya da koyulmuş olacağız. Görevimiz bahs u münazara. Çünkü Hû’nun özü, uzun zaman boyunca bahs u münazara mevzûu yapılmadı.

[Batılıların diyalektik adını verdikleri ilmin bizim geleneğimizdeki karşılığı, yaygın olarak kullanılan İlm-i Cedel değil, Âdab’ul-Bahs ve’l-Münazaradır; yani soruşturulacak konuyu, toprağı kazar gibi lafız, kavram ve yargı yığınları arasından seçmek, ayıklamak ve sağlam sorularla yola koyulmak (=mübahase); ardından da soru konusu haline gelmiş özün ne olduğuna, hakikatine bakmak (=münazara).]

* * *

Hûnun özünü merak ediyor muyuz? Hayır! Etseydik sorardık. Oysa bu soru henüz soruluyor. Merak edebilmemiz için, bilmediğimiz bir şeyle karşılaşmalıyız; daha açıkçası karşılaştığımız şeyi bilmediğimizi bilmeliyiz.

Bilmediğimizi nasıl bilebiliriz? Bilmediğimizi bildiğimizden nasıl emin olabiliriz? Şaşmakla elbette. Şaşan ve şaşıran kişi, bilmediğini bilen kişidir. Bilirse kişi şaşmaz; zira bilen kişi şaşmaz. O hâlde elimizde şaşmaktan (hayretten) başka hiçbir ölçüt yok. Şaşarsak, şaşırabilirsek, bu takdirde merak da edebiliriz. Merak edersek sorarız, yani bizi şaşırtan o şey neyse, ona daha da yaklaşmak isteriz. Bilinç düzeyinde bilinecek nesneye yaklaşmanın biricik yolu soru sormaktır çünkü.

Hûnun özüne yaklaşmak için soru sormayı sürdürmeliyiz. Böylelikle onun ne olduğunu değil sadece, ne olmadığını da bilmeye çalışmalıyız.

* * *

İhlas Suresi’nin girişindeki hû, işaret zamiri değil, burası açık. O halde —daha önce işaret edildiği üzere— şahıs zamiri olması gerek. Oysa burada hû’nun öncesi yok. Çünkü sure şöyle başlıyor:

De ki: O. Sormak gerekmez mi: Hangi O?

Zamir, adı üstünde, isimle mukayyet olan, ismin yerini tutan demek. Hâlbuki metinde zamirden önce geçen bir isim yok! Buradaki hû, hangi ismin yerini tutuyor, bu meçhul! Surenin girişindeki cümle, bir isim cümlesi. Hûnun bu cümlenin öznesi olduğu ne malum, belki de yüklemi!

Metnin bir soru üzerine nazil olduğu ittifak edilmiş bir mesele. İlk muhatabların “O nedir?” (Mâ hüve?) diye sordukları ve bunun üzerine bu surenin inişiyle mezkur cevabın verildiği bilinmekte. Bu durumda, o nedir, sualinin cevabı şöyle olmaz mı: O o’dur, O Allah’tır, O birdir.

Hû’dan bahs etmeyi sürdürelim: Sorudaki Hû ile cevaptaki Hû acaba aynı Hû mu? Acaba cevapta geçen Hû, ‘o’ anlamına gelen bir zamir olmayabilir mi, tıpkı “Edeb yâ Hû!”, “Nasib yâ Hû!” deyişlerinde geçen Hû’nun ‘o’ anlamına gelen bir zamir olmadığı gibi?

Hûnun özünü, hâlâ kendisine atf-ı nazar edecek kadar açıklığa getirebilmiş değiliz. Toprağı eşelemeye devam etmeli, Hûnun yüzünü bize göstermesi, gösterebilmesi için çapalamayı sürdürmeliyiz. Yunanca on to (var/varlık) sözcüğünü karşılamak maksadıyla Arapça da önce hüve ve hüviyet, sonra vücut ve mevcut sözcüklerinin kullanıldığını hatırlayalım. Meselâ “varlık olarak varlık” veya “var olması bakımından var olan” karşılığında İslâm Felsefe ve Kelâmında kullanılan terim şudur: min-haysu-hüve-hüve.

* * *

Bahse şimdilik son vereceğiz ve bulduğumuza kısaca şöyle bir nazar atfetmekle yetineceğiz: “Edeb yâ Hû” deyişinde geçen Hû, “Vücud/Varlık” anlamına gelir ve kabaca Bizi terbiye eyle ey VARLIK demektir. Sûfiler “Hû! Hû!” diye zikrederlerken gayba ve gaibe değil, bilâkis her yerde varlığını duydukları, duyumsadıkları Varlık’a işaret ettiklerini ve Varlık, Varlık, Varlık diyerek VARLIK’a ve VARLIK’ın birliğine şehadette bulunduklarını yakînen ve iyanen bilmekte idiler. Bilmeyen onlar değil, biziz. Hâl böyleyken, kime yalvaralım, hâlimizi kime arz edelim, burada senden başkası yok ki ey VARLIK! (DÜCANE CÜNDİOĞLU) http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com.tr/2012/11/hu.html

********************************************************

HÜVE İSMİ ŞERİFİ.

Bil ki bu isim ehli tasavvuf katında tahakkukun nihayetinden haber vermektedir. Zahir ehline göre ise sözün tamamlanması için habere ihtiyaç duyan mübtedadır. Tarikat ehline göre ise hiçbir şeye ihtiyaç duymamaktır. Zira “Hüve” ismi şerifi tam bir cümle anlamı ifade etmektedir ve kendisine bağlanılacak veya kelime/kelimeler grubu takdiri gibi başka bir şey söz konusu olmaksızın tam anlam ifade eden bir kelamdır/cümledir. Zira bu Kurbiyetin hakikatlerinde onların/ariflerin helak olması ve Hakk zikrinin onların sırlarını istila etmesidir Böylece onların kalplerine başka bir şey girmemektedir her beyandan uzak durup bununla yetinirler.

İ.Ebubekir İbn Furek şöyle der; “Hüve” kelimesi iki harftir “ha” ve “vav” harfleri. “Ha” harfi boğazın en son noktasından çıkar ve mahreçlerin en sonuncusudur. “Vav” ise dudaktan çıkar ve mahreçlerin ilkidir. Buna göre “Hüve” sözcüğü her sonradan olanın O’ndan başladığına ve her şeyin sonunun O olduğuna ve O’na işaret etmektedir. Allah (Kur’an da) “O ilktir sondur.” (Hadid/3) buyurmaktadır.

İşaret ehlinden birisi şöyle dedi Allah Teâlâ “Hüve/O” sözüyle sırları açan, “O” isminin dışındaki diğer isimlerle ise kalpleri açandır.

Denilmiştir ki Âşıkların keşfi “Hüve/O” sözüyle, Müheymin kulun keşfi “Allah” lafzaî celaliyle, Âlimlerin keşfi “Ehad” sözüyle, Akıllıların keşfi “Samed” sözüyle, Avam’ın keşfi ise “Lem yelid ve lem yûled Ve lem yekün leHÛ küfüven ehad.” Buyruğuyladır. (Abdülkerim Kuşeyri/ Şerh-i Esmâillahil Hüsnâ)

**********************************************************

“HU” VE AÇIKLAMASI

“Hû” Sûfilere göre, Allah’ın zatına işaret eden ismidir. Arapça ‘da üçüncü tekil şahıs zamiri olan Hû (hüve) ilk tasavvuf kaynaklarında, cem’ halini yaşayan sâlikin tevhid anlayışını ifade etmek amacıyla “Hû bilâ Hû” ifadesi içinde kullanılmıştır.(1) Baklî de bu ifadeyi “aynü’lcem’ makamı” anlamında yorumlamıştır.(2)

Muhyiddin-i Arabi Hz.leri’ne göre “”, hiçbir varlığın müşahede edemeyeceği Allah’ın mutlak gayb ve sır olan zatına işaret eder ki, bu da Hadis-i Şeriflerde ifade edilen ihsan makamının karşılığıdır.(3)

Hüviyyet-i mutlak, sırrı vücûd, gaybı mutlak, amâyı mutlak” gibi tabirlerle de vücud mertebelerinin ilki olan bu makama işaret edilir. “” bazı mutasavvıfların lâhût, ceberût, melekût ve nâsût şeklinde sıraladıkları varlık mertebelerinin ilki olan ve künhi zâta tekabül eden lâhût mertebesidir.

Bu mertebe, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının bâtını ve hakikatidir. Necmeddin-i Kübrâ Hz.leri’nin telakkisine göre Allah’ın ismindeki elif ve lâm, harfi ta’riftir. Lâm harfinin şeddeli olması, tarifte mübalağa içindir. Dolayısıyla Allah’ın isminin aslı “he” harfidir. Böylece canlıların alıp verdikleri her nefeste Allah’ın ismi olan “he” sesi vardır. Alınan her nefesteki “he”nin kaynağı kalp, verilen nefesteki “he”nin kaynağı ise arştır. “Hû” kelimesindeki “vav” ise ruhun ismidir.(4)

Kelâm âlimi Fahreddin er-Râzî gerek tefsirinde, gerekse “Levâmi’u’l-beyyinât” adlı eserinde konuyu tasavvufi bir anlayışla yorumlamıştır. Râzî’ye göre İhlâs sûresinin ilk üç kelimesi “Hû, Allah, ahad” üç makamı ifade etmektedir: “Hû” mukarrebûnun makamı olup makamların en yücesidir. Buna göre bizatihi var olan sadece O’dur. O’nun dışındakiler mümkün varlıklardır ve yok hükmündedir.

İkinci kelime olan “Allah” Ashâbı yemîn’in makamıdır. Bu makamda olanlar Hakk’ı ve halkı mevcut bilirler. “Ahad” ise, Vâcibü’l-Vücüdun birden çok olabileceğini düşünen Ashâb-ı Şimâl’in makamıdır. [5] Aynı müellife göre bu üç kelimeden “Hû”, Kur’an’da nefs-i mutmainne [6] mukarreb ve sâbık [7] diye anılanların mertebesine işaret eder. Allah “muktesıd” [8] diye anılan Ashâb-ı yemîn’in mertebesidir. Bu aynı zamanda nefs-i levvâme mertebesidir. “Zâlimün linefsihi” [9] olan Ashâb-ı şimâl, ise nefs-i emmâre sahibidir. Râzî bu üç kelimeyi Şeriat, Tarikat ve Hakikat, mertebelerine de tatbik eder.( 0)

İlk dönem sufilerinin kelime-i tevhidi ve Allah ismini zikir maksadıyla tekrar ettiklerini bilinmekteyse de “Hû” nun aynı zamanda tekrar edilmesi özellikle tarikatların teşekkülünden sonra yaygınlık kazanmıştır.

Sûfilere göre zikrin en faziletlisi Allah’ı bir şey isteme anlamı taşımayan bir ifadeyle anmaktır. Bundan dolayı talep anlamı taşımayan ve Allah’ın zati ismi olan Hû da en faziletli zikir telakki edilmiştir.

İmam Ali’nin çok defa “Ya hû, Ya men Hû, Lâ ilâhe İllâ Hû” diye zikrettiğinin sebebi kendisine sorulduğunda “” nun İsmi-Azam olduğunu söylediği rivayet edilir.

Gazzali’de Lâ ilahe İllallâh avamın tevhidi Lâ ilâhe İllâ hû havassın tevhidi olduğunu söyler.

Allah hangi isimle zikrediliyorsa o ismin feyz ve tecellileri istenir. Mesela Kerîm ismi ile ihsan Şâfî ismi ile şifa umulur. “Hû” ismiyle yalnız O’nun zatı istendiğinden bu ismin tecellisi kâmil bir keşiftir.

Seyr-i sülüklerini Allah’ın bazı isimlerinin belli sayıda tekrarlamak suretiyle gerçekleştiren tarikatlerde (Tarık-ı Esma) sâlik nefsi emmare mertebesinde “Lâ ilâhe İllallâh”,Nefsi Levvame mertebesinde “Allah” Nefsi Mülhime de “HÛ” ismiyle zikir yapar. Böylece sırayla tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve Tevhid-i zat makamlarına ulaşır.

Mutasavvıf şairlerin “Hû” kelimesi ile biten şiirlerinin bir kısmı ilahi olarak bestelenmiştir “Hû” kelimesi tarikat folklorunda çeşitli anlamlarda yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Mesela Dervişler birbirlerine hitap ve cevap amacıyla “” derler Tekkeye girmek isteyen kişi izin almak için “Destur” der, içeriden “Hû” sesi gelirse girebilir. Tekke hayatında geniş bir uygulama alanı bulan gülbankler “Hû” diye sona erer. “Ya Hû”, “Bu da geçer Ya Hû”, “Hoş gör Ya Hû”, “İllâ Hû”, “Edep Ya Hû” çekmek mutasavvıfların yanında halkında çok sık kullandığı ifadelerdir.

Allah’ın yetkinliğini, yüceliğini, aşkınlığını dile getiren “Hû”, “O” sözcüğü içeriğinde ki genellik nedeniyle Allah’ın insanlar tarafından bilinmeyen bütün yönleriyle, evrende ki bütün tecellileriyle tanıtmayı ve onaylamayı amaçlar.

Bu bedenle ünlü düşünür İman-ı Gazzali “Mişkatül- envar” adlı eserinde avam’ın (sıradan insanlar) tevhidinin Lâ ilahe İllallâh (Allah’tan başka ilah yoktur sadece Allah vardır), Havassın (Bilgeler, sûfiler) tevhidinin “Lâ ilâhe İllâ Hû” (O’ndan başka ilâh yoktur.” biçiminde olduğunu belirtir. Buna göre “şey” ler O’nun yansımasıdır, her şey O’nda başlar, O’nda biter.

Arap abecesindeki “He” harfinin iki gözlü biçiminden esinlenen bazı sûfîler “” sözcüğünden “Allah’ın her şeyi gören gözleri”, “İki tarikat büyüğünün birleşmesi”, SÛfînin Allah’ta fani olması” gibi simgesel anlamlar çıkarırlar.

Tarikatlarda “” sözcüğü ile yapılan ve “HÛ” çekmek diye adlandırılan zikir çok yaygındır. Örneğin Mevlevilikte Mürit “Destur” diyerek izin ister, içeridekiler “Gir” anlamına “Hû” diyerek karşılık verirler. Sema ayini sonunda da ”Dem-i Hz.Mevlâna, sırrı Şems-i Tebrizî, Kerrem-i İmam Ali, Hû diyelim” denilerek ayine katılanlar uzunca bir “Hû” çekerler. (11)

Kur’an okumada, zikirde, ezan okumada, kamet getirmede, namaz kılmada, cenaze de, nefes vermede, getirilen tekbirlerde mevcuttur (Cenaze defninde 15 defa evde 15 defa yerde, 15 defa kabirde, 15 defa da cenazeyi defnettikten sonra evde okunan Kur’an ın sonunda çekilen tekbirlerde “” çekilir.

İnsan ister istemez “Hû” ile meşgul olmaktadır Müslüman biri “” olmadan ibadet yapamaz. Kur’an okumanın sonunda okunan surelerin sonunda getirilen tekbirlerin (AllahuEkber) içinde “” çekilir ve adedi 15 tir. Günde 5 vakit okunan ezanlarda (Allahu Ekber) ezanın tekbirlerinde müezzin “” der. 5 vakit farz namazların evvelinde getirilen kamette de çekilen “Hû” ismi şerifidir

24 saatte kılınan namazların tamamında toplam olarak 229 defa tekbir söylenir. Ve bu tekvirlerde “Hû” çekilir. Ramazan da teravih namazında 20 rekâtta çekilen “Hû” sayısı 105 adettir. Teravih namazında hoca cemaate 105 defa “” çektirir. “Hû” her çekilen tekbirlerin içindedir. Namaz içinde çekilen her tekbirin (Allahu ekber) içinde 1 adettir.

Kur’an okumanın sonunda çekilen tekbirlerin her birinin içinde 5 er defa “” vardır. AllaHû ekber AllaHû ekber Lâ ilâhe illallâHû VallaHû ekber AllHû ekber ve lillâhil hamd)

Sabah ve akşam namazlarının ardından diyanet işleri başkanlığının görevlileri olan hocalar, el Haşr suresinin 22., 23, ve 24. Ayetlerinde 6 şar defa “” çekerler Tüm Müslümanlar da ferdi olarak bu ayetleri okurlarken 6.şar defa “” çekerler.

Rivayete göre insanda 24 saatte 24.000 nefes vardır. Her nefesi alıp verişlerinde insanoğlu Müslüman olsun olmasın her gün 24 saatte 24.000 defa “” çeker ama o çektiği “” dan gafildir. Çünkü dinini iyi bilmediklerinden dolayı bilmediklerine düşmanlık etmektedirler.

İnsanın her nefesi son nefestir. Bir nefes insana ömründe bir kere gelir, ikinci gelen nefes başka nefestir. Bunlar teşbih gibi bir biri ardınca dizilmişlerdir. Bu nefesler üzerine memur olan melek, her nefes insandan ne hal üzerine çıkarsa, mühürler ve saklar. Rûzi ceza da meydana çıkarılarak mühür açılınca ne hal ile mühürlenmişse o hal ve kıyafette zuhur eder.

Bir kimse erginlik çağına girdikten sonra, ölünceye kadar kaç nefes alıp vermişse, her nefesten sırasına göre on beş kere sual eder. buyuruldu. (12)

Aziz değerli ruh kardeşim sakın nefeslerinden gafil olup zarar ziyana uğrama. Nefeslerinin her birini bir inci mercan gibi bil, değerlendirmeye gayret et. Bir günde 24 saat vardır ve 24.000 kere nefes vardır. Her nefes bir kitap ve bir dosyadır bir gün içerisinde ki nefes kitaplarının sayısı da 24.000 dir. Her kitabın içinde de 15 hesap vardır. Bu sebeple 24.000 nefesi 15 ile çarparak hesap edersek bir günde Cenab-ı Hakk kullarına ” 360.000 defa hesap soracaktır. Bu hesaplar nefes, kitap ve dosyaları kıyamet günü tek bir kitapta toplanarak Cenab-ı Hakk; “Ala kitabını oku” buyuracağı gün o kitap ta sunulacaktır. (13) Çünkü bu nefesler bir daha geri gelmez bilmiş olasın. Hiçbir bilim ve ilim mensupları “Hû” yu inkâr edemez. “Hû” çekmek belirli bir topluluğa ait değil aksine bütün yaratılanlara mahsustur. Çünkü “Hû” ayeti kerimelerle sabittir. Kur’an ı kerimde “Hû” esmasının geçtiği nice ayetler vardır. Uzun süre diye ayetleri buraya yazmıyoruz. (Kadiri – Tasavvuf)

1 – Zeccac say/438

2 – Meşrebül-ervah say/282

3 – El Fütuhar say/128

4 – Tasavvufi hayat say/141 Türkiye Diyanet vakfı İslam ansiklopodisi c-18, say/ 260

5 – Mefatihül- Gayb xxxıı – 179

6 – El Fecr/27

7 – El Vakıa/101

8 – Fatır/32

9 – Fatır/32

10 – levaimül beyyinat say/111

11 – Büyük larousse cilt 11 – say 5405

12 – Miftahül Kulûb say / 307

13 – İsra/14

http://www.gavsulazam.de/turk/tasavvuf/hu.htm

**********************************************************


ESMA DERSLERİ (10-1) 3 – er RAB

$
0
0

Rab

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi. Düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Amin, amin, ya muin.Değerli dostlar bugün esma dersimizin 10. sunda birlikteyiz. Bir araya getiren Allah’a, Rabbe hamd olsun bizi burada bir araya getirdiği gibi inşaAllah yarın büyük günün ardından cennetinde de bir araya getirir. Bizi burada bir araya topladığı gibi büyük ailemizin dağılmış kafalarını bir araya toplasın, dağılmış yüreklerini de bir araya toplasın ve insanlık ailemizin kayıp çocuklarını yuvalarına toplasın.

En önemlisi de bu galiba. Bunun için öncelikle bir yuvamızın olması gerekiyor, göreceğimiz bir menzilin olması gerekiyor. Tabii ki yuvamızı kendi, ellerimizle yıkmamamız gerekiyor, abâd ve imar etmemiz gerekiyor. İnsan kendi eliyle yuvasını yıkar mı derseniz yıkar. Kendi eliyle kendini yıkan insan yuvasını yıkmaz mı? Bunun içinde şuur gerekiyor tabii bunun içinde insanın emaneti taşıma liyakati gerekiyor, bilinç gerekiyor. Ama hepsinden öte bunun için rabbin rububiyetinin tecellisini görmek ve bu tecellinin değerini bilmek gerekiyor.

Bugün, Esma ül Hüsna da esma listesinin ilk sırasında yer alan Rab sıfat ismini göreceğiz inşaAllah. Rab; Allah’ın çok özel bir sıfatı mastar aslında lügat olarak, önce lügavi bir çerçeve çizeyim ondan sonra mevzuya gireriz. Kısaca anlamı terbiye etmek, yalın kat anlam bu, ıslah etmek, yetiştirmek, bakmak, göz kulak olmak, açılımları bunlar. Terbiyenin tarifi ise bir şeyi ilkel halinden alıp aşama aşama kemaline doğru ulaştırmak. Bir şeyi bidayetinden nihayetine doğru aşama aşama ulaştırmak.

Tabii bir şeyi dedim, bu bir şeyin içine her şey girer mi? Her şey girer, onun için Rab ismin in tecellisinin dışında kalan bir varlık bulunmamaktadır. Birazdan buna geleceğiz.

Rabbül veled, Arapların kullanımında çocuğu terbiye eden kişiye deniyor. Toprağı terbiye edip ıslah ettiği için yağmura veya yağmur yüklü buluta rabab’ deniliyor. Rabab’tül ediym; deriyi tabakladım manasına geliyor çünkü deriyi terbiye etmiş oluyorsunuz. Aynı kökten kullanılıyor. Bu kök anlam genişleyerek sahip olmak, babalık etmek manasına ulaşıyor. Aynı dil ailesinden Aramice ve Akad’ca da Rab; Ulu büyük anlamına geliyor. Hz. İsa’nın dilinden bunu çok duyuyoruz, Rabbi diyor Hz. İsa. Aramca; Hz. İsa’nın konuştuğu dil, dolayısıyla incilin dili. Hz. İsa’nın dilinden rabbi dediğinde babam manasına geliyor. Tabii bu b ir mecaz baba mecazı aslında büyüğü çağrıştırıyor. Onun için bu mecazı hakikate çeviren Hz. İsa’nın salikleri, müntesipleri on u babanın oğlu olarak isimlendiriyorlar. Dolayısıyla Hz. İsa oluyor Tanrının oğlu. Yani mecaz cahillerin elinde hakikate dönüşünce Tevhidden şirk çıkartıyorlar. Onun için mecazı cahillerin eline ya vermemek lazım, ya veriyorsanız istismarını önlemek lazım. Dolayısıyla İsevilerin teslisçi Hıristiyanlığa “evrilmelerinin” sebebi Hz. İsa’nın dilinde ki Rab, büyük, ulu, yüce manasına gelen, yine baba manasına gelen Rab mecazının hakikate hamledilmesi.

Aslında Yahudilikte 3 tür tanrı anlayışı var ve bu 3 anlayış tanrıya verilen 3 isimden yola çıkar. Rabbilik anlayış, elohist anlayış, yahvist anlayış denir bunlara. Rabbilik anlayış tanrıya Rab diyenler. Elohist anlayış tanrıya ilah diyenler ve yahvist anlayış da tanrıya yahve, ya hüve, ey O olan, yani isim vermeyenler, tanrı isimsiz olan, tanrı adlandırılamaz diyen anlayış. Dolayısıyla Hz. İsa’nın mensubu olduğu damar Musevi damarı, rabbilik anlayış damarı. İşte Hz. İsa’da Rab diye yalvarıyor fakat dediğim gibi teslisçi Hıristiyanlık bunu istismar ediyor.

Bizde de maalesef bazen halk dilinde kötü bir alışkanlık var. Allah baba diyorlar haşa. Bu aklı başında bir Müslüman’ın söyleyeceği bir laf değil. Zaten aklı başında hiç kimseden de böyle bir şey duymadım. Allah hakkında birazcık fikri olan böyle bir şey konuşmaz. Ama bunu daha çok İslam’la pek alakası olmayan, İslami bilgiyi hiç almamış insanlarda görüyorum ve bazı eli kalem tutanlar da bunu ciddi ciddi, sanki Müslüman’ların bir teziymiş gibi işleyebiliyorlar gariptir. Bir Müslüman böyle bir cümle kuramaz. Çünkü Allah hakkında cinsiyet caiz değildir, Allah erkek veya kadın değildir ki, öyle bir şey yoktur. Onun için Allah hakkında cinsiyet çağrıştıran hiçbir şey kullanılmaz. Cinsiyet noksanlığa delalet eder. Öyle değil mi?

Cinsiyet yaratılmış olmaya delalet eder. Niye? Çünkü cinsiyet ikişerli olmaya delalet eder, zevce delalet eder. Ne ki yaratılmış o zevceyn veya zıddeyn’dir. Ne ki yaratandır O tektir. doğmamış ve doğurulmamıştır. Lem yelid ve lem yûled. (İhlas/3) aslında doğmamış ve doğurtmamıştır. Neden doğurtmamıştır diyor orada; Lem yelid diyor, lem telid değil. Lem telid gelseydi o zaman doğurmamıştır dememiz lazım. Ama lem yelid; doğurtmamıştır. Niye? Çünkü Allah’a babalık isnat edilerek bu şirk işleniyor. Bu vahyin indiği çağda da bu şirk işleniyor ve daha çok bunu yapanlar da kendilerini Hz. isa’ya nispet eden Hıristiyanlar. Onun için ihlas suresinin bu ayetleri Hıristiyanlığın Allah’ı baba olarak gören şirkini ret içindir. O nedenle müennes olarak değil de müzekker olarak geliyor lem yelid. Eğer müennes gelseydi lem telid gelecekti, yani ana değildir olacaktı. Ama Lem yelid gelince baba değildir manasına geliyor. Dolayısıyla doğurtmamıştır diye tercüme etmemiz daha doğrudur. Meali şerifte de zaten böyledir.

Rabbüd darr; ev sahibi anlamına geliyor. Aslında yalın kat bu manaya gelse de evi düzenleyen, çeken, çeviren, bakımını üstlenen manasını taşıyor.

Rabib ve Rabibe de Kur’an da da geçiyor ve rebaibükümüllatiy fiy hucuri.. (Nisa/23) hücrelerinizde yani hanelerinizde yetişmiş olan üvey evlatlarınız. Rabaib; Rabibenin çoğulu. Kim bunlar? sonradan evlendiği hanımın önceki kocasından olan çocukları, rabib ve rabibe. Onun için Kur’an bir hanımın önceki eşinden olan çocuklarını sonraki kocasının yanında getirir yetiştirirse Muharramata dahil oluyor. Çünkü bu muharramat ayetinden bir parça, bir cümle. Yani kimler mahremdir, Namahrem değil. O babalığın kızı değildir ama o hücrede yetişiyorsa o hanede o babalığa mahrem oluyor, na mahrem olmuyor.

Bu çok ilginç ben bunu evlatlık için bir hukuki zemin olarak değerlendirmiştim. Evlatlık alma hususunda Müslümanlar sıkıntı yaşıyorlar ve bu sıkıntı da geleneksel fıkhın mahremiyet düzeyinde evlatlığa bir açıklama getiremeyişi. Oysa ki İslam’da bir yetimi, kimsesiz, sahipsiz bir çocuğu alıp büyütmekten daha güzel daha büyük sevap olabilir mi? Yani bunu nasıl yasaklayacaksınız. İslam tarihi yetimlerin destanı ile doluyken. Dolayısıyla sırf mahremiyet meselesine getirip de orada çıkmaza sokmayı ben İslam’ın maksatlarıyla uyuşur bulmuyorum. Bu işin çıkar yolu olmalı ve bunun çıkar yolu da Muharramat ayetidir, Muharramat ayetinde ki bu cümledir. Eğer o babadan olmadığı halde hanımının önceki kocasından olan kızı hücrede, hanede evde yetişmiş olmayı hukuki bir mesnet kabul ediyorsa Kur’an, yani hükmü ona göre belirliyorsa hanede yetişmiş olmak evlatlık içinde hükmü ona göre belirleyen bir zemin olabilir. Olmalıdır da Yeter ki o evlat alındığında o haneye gelsin, o hanede büyüsün, kendisini o haneye ait bilsin o hükmü değiştirir, naçizanemde bu kanaatin vardır.

Onun için böyle bir meseleden dolayı yer yüzünün en büyük problemlerinden biri olan ve daha da büyüyeceğe benzeyen sahipsiz çocuklar meselesini, anneli babalı yetim ya da annesiz babasız yetim çocuklar meselesini Müslüman’ların bir krizi haline getirmektense, Müslüman’ları geleceğin sahipsiz çocuklarının anne ve babaları konumuna taşıyan böyle bir yaklaşımı ben ihtiramla karşılarım, hürmetle karşılarım. Dolayısıyla meseleyi çıkmaza sokmak değil, meseleyi çözmek esastır ve İslam’ın da maksadı merhamettir, adalettir, rahmettir öyle değil mi, iyiliktir özünde budur.

Rabbe; Terbiyesi altına evlat verilen üvey anne için kullanılıyor. Rab isminin lügavi çerçevesini işliyoruz, bunları zikretmek durumunda hissediyorum kendimi kusura bakmayın lütfen. Aramızda ilmi seviyesi her türde olan insanlar var. Bizi şu anda TV ekranların ın başında izleyen insanlar arasında ilmi seviyesi her türde olan insanlar var. İçlerinde Arapça bilenleri, Arapçayla hemhal olanları, ilim sahibi olanları, alim olanları var. Onlar içinde, onları da dikkate alarak burada konuşmak zorunda hissediyorum kendimi. Onun için kardeşlerimin hepsi; Bizi bunlar çok fazla ilgilendirmiyor diyebilirler. Ama onlar bazı yerlerde sabretmek durumundadırlar, çünkü şu anda bizi izleyenler arasın da ilim sahibi tipleri de onlara hitap ederken sabrediyorlar, bu karşılıklı oluyor. On un için bu kadar çeşitli, bu kadar seviyesi farklı bir kitleye eğer bir ders anlatıyorsanız hakikaten zorlanırsınız.

Burada kimi esas alacaksınız? Eğer en yüksek seviyeden hitabı esas alırsanız o zaman o seviyede olmayanlar ne yapacaklar. Yok en düşük seviyeden alırsanız, tutarsanız çıtayı o zaman diğerleri ne yapacaklar. Onun için biz gelin ara sıra onlara selam verelim, ara sıra öbürlerine selam verelim herkes kendi payını alsın inşaAllah.

Kelime aynı yolu izleyerek yönetmek, toplamak çoğaltmak anlamına ulaşıyor. Er Ribbe, 10 kişilik, 10.000 kişilik cemaat anlamına geliyor Arapçada. Er Rab Rab: Yaban ineği sürüsü için kullanılıyor. Kök kelimede iki “b” bir araya geliyor Ra b b. Bu çok ilginçtir, Arap dilinde bir özelliktir bu, eğer bir kelimede iki harf aynı harfse o zaman birbirine girme anlamı, birbirine dahil olma anlamı, vurgusu var. Onun içinde bir şeyin bir şeye ilavesi vurgusunu katıyor bu.

İlk kelimenin harekesi kesra olunca, altında esire olunca başın ı eğmiş oluyor kelime. Onun için bu manaya aynen yansıyor. Ribbii..! Ribb, Rabb değil de Ribb olursa Allah’a rabbe boyun eğen manasına geliyor. Ribbiyyun; Kur’an da aynen böyle geçer, Allah’a rabbe boyun eğenler. Fakat ilk kelimenin harekesi, Damme olursa, ötre diyorsunuz ya başını kaldırmış oluyor. Damma; failin harekesidir öznenin harekesidir. Dolayısıyla o zaman başını kaldırıyor az ve nadir olana delalet ediyor, az olana. Onun için Rubbe, yani rubbe edatı ihtimal bildiren, azlın ve nadirliğe delalet ediyor rubbe. Rabbe, Ribbe, Rubbe. Bakınız harekeler manaya nasıl yansıyor. Hareke altta olursa bağını eğdiriyor, hareke üstte olursa başın ı kaldırıyor, ortada olursa mefuliyete delalet ediyor, yani öyle bir şey. Daha doğrusu mef’ulün üzerinde fiil gerçekleştiren bir fail olduğun u gösteriyor. Mutlaka mef’ul isteyen, onun için mef’ulsüz Rabb ismi olamazdı. Eyvallah..! Rabb olması için mutlaka bir merbub olması lazım. Allah’ın Rabb sıfatı tecelli etmesi için varlığın, mahluklatın yaratılması lazım. Eyvallah buradan bu sonucu çıkarıyoruz. Bir mef’ul şart. Mef’ul olmadan Rububiyetin gerçekleşeceği mahlukat olmadan Rabliği olmaz. Bu sonuca varıyoruz, Gördünüz mü aslında lügavi çerçeve çokta alimleri, bilginleri ilgilendiren şey diye atmamak lazımmış kenara. Nazari çerçeve;

Rabb ismi Allah’ın eşsiz terbiyesini, hem mahlukatı terb iyeye cevap verecek şekilde yaratmasını, hem de onlar üzerinde yönetici ve otorite olmasını ifade ediyor.

İki mübalağa unsuru taşıyor, birinci biraz önce söyledim iki “b” birden geliyor, Ra b, b. Bu mübalağa un suru. İkincisi Rabb aslında mastardır fakat fail ismi olmuş, özne olmuş. Arapça da böyle bir kural var. Mastardan özne türetilir yani mastar özne yerine kullanılır daha doğrusu. Peki mastar özne yerine kullanılırsa ne olur? Rabb mastar, terbiye etmek aslında yalın kat. Fakat terbiye eden manasına kullnıyoruz.

Peki bir Arap bu kalıbı niye kullanır? Eğer işi adı olmuşsa işini öyle iyi yapmış, işinde öyle meşhur olmuş, işinde öyle sağlam olmuş, işinde öyle şöhret kazanmış, işinde öyle kemale ermiş ki işi adı olmuş, yani terbiyeyi öyle güzel yapmış, terbiye de öyle mükemmel olmuş, terbiyesiyle öyle şöhret olmuş ki işi ismi olmuş. Eyvallah..! Oturdu mu? işi adı olmuş, Rabb olmuş.

Onun için Arapça da mastar işte öyle isim oluyor, fail oluyor. Fail ismi yerine kullanılıyor. Burada da böyle, böyle bir mübalağa vasfı var yani terbiyesini mükemmel yapan, muhteşem terbiye eden, eksiksiz terbiye eden, terbiye işinin ondan güzel kimsen in yapamadığı zat demektir. Amenna ve saddakna, başkası söylenebilir mi?

Bazı alimler Rabb ismini Seyyid, Malik, Müslih, Mabud, müdebbir gibi isimlerin eş anlamlısı saymışlar. Buna itirazımız var. Neden? Bir kere mutlak manada eş anlamlılık yoktur çünkü ihtilaf-ul esma tedıllü ‘alâ ihtilaf-ül mana isimlerin kelimelerin farklılığı anlamın farklılığına delalet eder, farlı ise farklıdır.ç Onun için Arap dilinden ikisi eş anlamlı olan iki ayrı kelime bilmiyorum. Bana hangi örneği verirseniz verin size bir farklılığını söylerim. Yani öyle gibi durur işte Ke’sb e bardaktır kû’d de bardaktır ama ke’sb dolu bardaktır. İçi dolu ise ke’s denir boş veya dolu olduğunu bilmeyiz kû’d dediğimiz zaman. Bakınız ud’ ud’ da oturdur iclis’te oturdur. Fakat yatana otur denilmek için ud’ud’ denir, ayaktakine otur denilmek için iclis denir. etae de geldi dir, cae de geldidir ama genellikle galibiyetle biri manevi için eta, öbürü de maddi geliş için ifade edilir. Yani öyle birbirinin aynı iki kelime yoktur. Şek te şüphedir gayb de şüphedir, mirye de şüphedir, şüphe de şüphedir. Fakat dördü de ayrıdır.

Taberi ve Kurtubi de seyyit, malik ve Müslih anlamına almışlar oysaki taşın seyidi olmaz seyyid insan için olur öyle değil mi. Dolayısıyla seyyid birebir anlam karşılığı olamaz. Öte yandan Allah’ın Malik vasfı Rabb ismine değil, El Melik ismine daha yakışır öyle değil mi. Hepsinden öte eğer Rabb demek Malik demek olsaydı Kul e’ûzü BirabbinNâs, Melikin Nâs, İlâhin Nâs. (Nas/1-2-3) diye ardı ardına gelmezdi. Eğer Rabbünnas Melikunnas ile eşit olsaydı iki ayrı ayete ihtiyaç yoktu değil mi. Demek ki insanlığın rabbi ayrı bir şey demek, insanlığın Meliki ayrı bir şey demek. Fark olmasa iki ayrı ayet olmazdı. Özetle bu manalar olsa olsa Rabb isminin asli değil tali manaları olabilir. Rabb ismin in asli manasına tekrar döndük, terbiye eden, yalın kat manası.

Elhamdülillâh heleki terbiye eden. O Bir düşünsenize Allah terbiye işini ben sizin terbiye işinizi sizi yönetenlerin üzerine yıktım dese, yetkimi devrettim dese..! Verilmiş sadakamız varmış, ne yaparlardı bizi, iktidar değiştikçe terbiye de değişirdi düşünsenize. Allah Allah..! adamı deliye döndürürler, toplumu deliye döndürürler, çığırından çıkarırlar düşünsenize.

Hele ki terbiye işini üstlenmiş..! Niye? Bunun için Elhamdülillâhi Rabbil alemiyn, sırf bunun için hamdin tamamı alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Alemlerin Rabbi, ilâhı değil, Rahman’ı değil, Rahiym’i değil, Rezzak’ı değil,i Hallâk’ı değil Rabbi. Niye çünkü bizi terbiye ederken çıkar üzerine kurmaz çünkü hiçbir ihtiyacı yok. Baba terbiye ederken eh neslini devam ettirecek, var bir çıkarı olmaz mı. Anne terbiye ederken bak bak falanın oğlu, falanın kızı ne terbiyeli diyecekler. Öğretmen terbiye ederken ücret alıyor, maaş alıyor, mürebbi terbiye ederken işi o da onun için.

Ya Allah terbiye ederken? Hiçbir çıkarı yok. İnsan ne rakibidir, ne hasmıdır, ne hısımıdır. kuludur. Yaratsa bıraksa ve dönüp bakmasa kimin ne demeye hakkı var? Yine de sonsuz hakkı vardır kulu üzerinde yine de ödeyemez kulu hakkını, sırf yaratmış olmasının hakkını ödeyemez. Bir de Rabb olmanın hakkını nasıl ödesin. Dolayısıyla Allah’ın Rububiyeti zatına hamletmiş olması ve Rabb olması başlı başına bir teşekkür vesilesi olur. Hamdin tamamı Alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur Elhamdülillahirabbil alemiyn.

Bu lügavi çerçeveden çıkan sonucu Allah’ın rububiyetini anlama babında Kur’an da ki referanslarını da göstererek şöyle özetleyeyim.

1 – Terbiye ve bakımını üstlenen ihtiyacını da giderir. Öyle mi, birinin terbiyesini üstlenen onun ihtiyacını da giderir. Bebeğin terbiyesini anne üstlenmişse onun ihtiyacını da giderir. Fakat bebeğin ihtiyacını anne giderir de kimin verdiği ile giderir. Rabbin rububiyeti ile eğer anneye bebeği emzirecek alet edevatı vermeseydi, o sütü vermeseydi, o muhteşem sistemi kurmasaydı nasıl verecekti, nereden verecekti, nereden getirecekti. O zaman anne de bebeğini emzirirken Elhamdülillahirabbil alemiyn demek durumunda, aynen öyle. Rabbin rububiyetinin annede ki tecellisidir. Süt verme eylemi ve o eyleme ilişkin tüm o muhteşem cihaz. Birazdan ayrıntısına geleceğim, onun ayrıtlısına geldiğimde Allah’ın rububiyyetinin nasıl mucizevi bir sistem olduğunu, o rububiyetin nasıl mucizelere medar olduğunu göreceğiz inşaAllah.

Terbiye eden ihtiyacını giderir değil mi, onun için Rabbimiz terbiyesini üstlendim diye ihtiyacını da gideriyor. Madem Rabbim, ihtiyacı da bana ait. Terbiyesi için gerekli olan şeyleri verendir. Şuara/77-80. ayetler, Kureyş/3-4 ayetlerdir delili.

2 – Terbiye eden terbiye ettiğini gözetimi ve denetimi altında tutar. Tutar mı? tutar. Tutması lazım mı?Lazım. Gözetim ve denetim altında tutmayacaksa terbiyesini üstlenmesinin bir gereği yok. Ama insan şöyle demeye getiriyor; Tamam ya Rabbi rububiyetinin bir kısmı mutlaka benim üzerimde tecelli etmeli, çünkü senin rububiyetinin tecellisi olmasa nefes alamam. Senin rububiyyetinin tecellisi olmasa toprağı ekemem, senin rububiyyetinin tecellisi olmasa su içemem çünkü su olamaz, çünkü bulut yağmur yağdırmaz, çünkü deniz buhar vermez, toprak meyve vermez, ektiğini yetiştirmez. Senin rububiyyetinizin tecellisi olmasa şu gökte deveran eder bu muhteşem cisimler birbirine çarpar ve mahvolurdu. Senin rububiyyetinin tecellisi olmasa hücrelerim birbirini dinlemez komşu olmaz kaos oluşurdu. Senin rububiyyetinin tecellisi olmasa içtiği su hücrelerime bir enerji olarak yansımazdı. Yediğim lokma hücrelerime bir enerji olarak yansımazdı. Senin rububiyyetinin tecellisi olmasa şu güneş ölüm alameti olur, sağlık ve hayat alameti olmazdı, işareti olmazdı. Senin rububiyetinin tecellisi olmasa ya Rabbi bir an bile ayakta kalamazdım, bunlara evet ya Rabbi.

Ama oradan ileri gitme Allah’ım senin rububiyyetinin tecellisi burada kalsın, mesela davranışlarıma lütfen müdahale etme bizim siyasete hiç karışma, hele para kazanırken bana asla yaklaşma ya Rabbi. Yani rububiyyetini oraya kadar seviyorum ama oradan öte sevmiyorum demek ne kadar büyük küstahlık. Yani şimdi o zaman dürüst olmak lazım, tutarlı olmak lazım.

Aman Allah’ım insan Rabbine ne kadar nankörlük yapıyor. Buna rağmen rabbini eksik etmiyor iyi mi? Ey insan Rububiyyetimi kestim senden demiyor kesse zaten varlığı kalmaz.Demek ki şefkat ve merhameti işte böylesine Rabb ça bir şey, Nisa/1, Maide/117 delil.

3 – Terbiye eden terbiye ettiğinin büyüğü ve otoritesidir, doğru mu? Doğru terbiye ediyorsa üzerinde bir otorite kullanması lazım, çocuklarını, bebeği terbiye ediyorsunuz, otorite kullanmıyor musunuz. O bilmez ki, bebek bilmez ki. Sobaya doğru yürürken ateşe doğru yürürken, uçuruma doğru yürürken nasıl anne yüreğinden çırpınmaz, nasıl kendini canhıraş çığlıkla kaldırıp ta atmaz bebeğinin üstüne yavrum diye.

Peki bunu yavrunun lehine mi aleyhine mi değerlendireceğiz? Elbette ki lehine, hangi anne kınanabilir yavrusunu tehlikeden koruduğu için, böyle bir şey insanın aklından geçer mi. Mesela bir anneyi uçuruma doğru emekleyen bir bebeğin üstüne atlayıp ta oradan aldığı için sen bebeğin özgürlüğünü kısıtlıyorsun diyecek biri var mı? Çok komik oldu değil mi gülünç oldu yani. Sen bebeğin özgürlüğünü kısıtlıyorsun. Ne özgürlüğü? Uçuruma yuvarlanma özgürlüğünü. Bakın hiç gitmedi, yakışmadı.

Peki Allah’ın bizi terbiyesine gelince, Allah’ın bizim için sınırlar koyması, biz ateşe yürürken aman kulum ateşe gidiyor tutayım da ateşe gitmesin diye nebiler göndermesini, kitaplar göndermesini, yasaklar ve sınırlar koymasını niye garip karşılar bazıları, burada garip olan nedir?

Ha..! şöyle bir şey söyleyebilir ama o bebek, o bilmez. Ama biz bebek değiliz. Annenin bebeğe göre aklının ilerlemiş olmasıyla Allah’ın, Aklı kül ünün insana göre farkını nasıl kıyaslarım ben Allah aşkına. Kıyas kabul eder mi? Allah’a göre biz bebekten de bebeğiz. Ne gördük ki. Alemleri yaratanın 15 milyar yaşında olan şu bildiğimiz tek alem, daha kaç alem var onu da bilmiyoruz. Allah’ın “tecrübesi” yanında insanın bildiği nedir ki.

Bittik değil mi, Allahuekber dedik orada. O zaman ey insan ne olur yapma bunu ma ğarreke BiRabbikelkeriym. (İnfitar/6) Seni, bu kadar cömert olan Rabbine –Rabb gelince onu hemen italik yapın ki zihninize yüreğinize değsin. BiRabbikelkeriym. BiHallakıhel keriym, Biilahikel keriym deyin, BiRahmanıkel keriym deyin, BiRahiymikelkeriym deyin, BiRezzakıkelkeriym deyin veya BiRabbikelkeriym. Rabb ismine özel vurgu.- Bu kadar cömert olan Rabbine karşı senin böyle nankör eden ne ey insanoğlu. Delili Şura/10.

4 – Terbiye edenin terbiye ettiği üzerinde nesi vardır? Hakkı vardır. Var mıdır? Bunu kim inkar edebilir ki Allah aşkına. O zaman çocukları annesiz doğurtmamız gerekiyor. Yani anneleri yok edeceğiz. Var mı böyle bir sistem? O zaman terbiye edenin terbiye ettiği üzerinde hakkı vardır. Terbiye ne kadar büyükse hakta o kadar büyüktür. Allah’ın terbiyesi ne kadar büyükse hakkı da o kadar büyüktür. Fecr/15-17 ayetleri bunun delili.

5 – Terbiye ettiğinden itaat ve kulluk beklemesi Allah’ın hakkıdır. Ne hakkı, hak neyi doğurur ona geldik. İtaat ve kulluk beklemesi Allah’ın hakkıdır. Demek ki Allah’a itaat ve kulluğumuz aslında bizim ona yaptığımız bir şey değil, O’nun bizim üzerimizde ki hakkıdır. Yani Rabbimizin hakkını kullukla ödemiş olmuyoruz, sadece hakkını ikrar etmiş oluyoruz. Bu çok mühim. Zaten hakkın var ya Rabbi dediğimizde hakkım helal olsun diyor. Yeter ki inkâr etmeyelim. Ödememizi istemiyor çünkü Allah’ın hakkı ödenmez, borç borçla ödenmez. Allah’ın hakkını ödemek için alacağınız her nefes bir hak. Kullandığınız dil bir hak. O’nun vermediği bir dil bulun, onunla ödeyin. O’nun vermediği bir beden bulun onunla ödeyin. O’nun yaratmadığı b ir hava bulun onu soluyarak ödeyin. O’nun yaratmadığı bir zaman bulun onu kullanarak ödeyin bulabilirseniz. Bulamayacaksanız eğer Allah’ın hakkını ödemek mümkin değil. Hakkını itiraf eden ödemiş sayılacak. Hatta sadece ödemiş değil bir de üstüne ödül alacaktır. Eyvallah..! İşte böyle, Rabb olmak böyle bir şey.

6 – Her varlık en sonunda kendini terbiye edenin huzurunda toplanır. En’am/38. Bu kon uda çok ayet var da ben sadece örnek olarak bire tanesini aldım. Yani ahiretin varlığı Allah’ın huzurunda toplanmamız da Allah’ın rububiyetinin bir gereğiymiş. Hani Rabb isminin 3. ve son manası da toplamak bir araya getirmekti ya o köke aynı zamanda bir atıftır bu.

Allah’ın Rabb oluşunun sırrı nedir? Sevgidir. Allah’ın Rabb oluşunun sırrı “Allah” ismi içinde gizlidir. Allah imside sevgiye delalet eder. Daha önce esma dersinde görmüştük onun için geçiyorum. Dolayısıyla Hud/90. ayetine bakınız diyorum sadece. Anne baba evladını beklenti için terbiye eder. Çünkü terbiyesiz bir evladın anne babasına laf gelir öyle değil mi. Bakıcı bebeğin terbiyesini ücret karşılığı üstlenir. Öğretmek talebenin terbiyesini görevi olduğu için üstlenir. Fakat Allah kulunun terbiyesini onu sevdiği için üstlenir. İşte onun için rububiyetin tecellisinde iman ve inkar, hakk ve batıl, iyi ve kötü ayırt edilmez.

Onun içindir ki Kul e’ûzü BirabbinNâs – Melikin Nâs – İlâhin Nâs. (Nas/1-2-3) İnsanlığın rabbi olması, insanlığın ilahı olmasından önce gelir. Niye? Çünkü herkesin Rabbidir, inananların ilâhıdır. Allah’tan başkasını ilah biliyorsa, lâ ilâhe illAllah deniyorsa onun ilahı başka bir şey. Ama Lâ ilâhe illAllah demeyenin de Rabbidir. Rabb isminin şumulüne girmeyen bir varlık yoktur. Firavun da girer Musa’da. Nemrud’da girer İbrahim’de. Firavun Rabb olduğunu iddia ederek Rabb isminin tecellisi dışında kalmış değil, kalsaydı var olmazdı sadece küstahlık yapmış oldu o kadar. Küstahlık yapmış olduğuyla kaldı.

Rabb isminin kapsamı bütün bir varlığı tepeden tırnağa kuşatır, içten dışa kuşatır. Eyvallah..!

Gelelim Kur’ani çerçeveye. Yoruluyor musunuz? Ben yoruluyorum. Size anlatmaktan değil anlamaktan dolayı yoruluyorum. Anlamak adamı çok yoruyor bitiriyor. Onun için demiş ya; Ya aklım ermeseydi, ya elim erseydi. Onun için demiş ya Konfüçyüs; Cehalet saadettir. Yani yarım söylemiş affedersin iz, eşekler mes’uttur diye bitirseydi tamamlanacaktı cümle. Yani hakikaten insanın bazen eline bir çöp alıp Ömer gibi; Nolaydım, keşke bir çöp olaydım diyesi geliyor. Anlamak yoruyor bilmek yoruyor, mesuliyet yoruyor. Rabbe muhatap olmak yoruyor, Rabb isminin tecellisinin en azami üstünde göründüğü varlık kim? İnsan. İnsan olmak yoruyor.

Kur’ani çerçeve; Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak. (‘Alâk/1) Yaratan Rabbin adına oku. Yaratan Rabbin adıyla oku. Yaratan Rabbin adına, dikkat buyurun. Bu ilk inen ayet. İlk inen ayette ilk kullanılan sıfat Rabb sıfatı. Esmanın hepsi bir tarafa, Rabb sıfatı daha ilk ayette muhatabın yüreğine nazil oluyor. Yaratan Rabbin adına.

Demek ki yaratması rububiyetinin bir gereğiymiş diyorsunuz bir. Okumak ve okumamı kolaylaştıran tüm araçlar rububiyetin bir gereği imiş. Akıl rububiyetinin bir gereği imiş. Daha doğrusu akıl rububiyetinin bir tecellisi imiş, irade rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Okumamı temin eden varlık rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Okuyacağım varlık rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Yani bu emrin müştemilatına giren her şey rububiyyetinin bir tecellisi imiş. Oradan onu anlıyorsunuz. Ikra’ Bismi Rabbik. Eyvallah, Bismi ilâhik değil buyurun lütfen. (Devam edecek)


ESMA DERSLERİ 3 – er RAB (10-2)

$
0
0

Rab

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

[(10-1) den devam]

Allah’ın 99 ismi vardır denilen hadiste İnne lillahi fis’aten ve tis’ıyne ismen Femen ahsaha dehalel cenneh. Allah’ın 99 ismi vardır bunları ihsa eden cennete girdi bilsin kendisini denilen hadiste Allah’ın 99 ismi deniliyor, ince bir ayrıntı Allah’ın. Eğer Allah’ın denilmeseydi Allah dahil 99 aramamız gerekirdi Allah ismi. Ama Allah ismi; ismi has, gerisinde eğer bu rakama hakiki, bir mana yükleyeceksek, sayısal bir değer yükleyeceksek Allah ismi dışında 99 isim aramamız lazım. Dolayısıyla Allah ismi dışında Rabb vahiyden ilk geçen sıfattır, vahiy sürecinde ilk. Sadece vahiy sürecinde mi? Hayır, nüzül sürecinde öyle de Mushafta da öyle, peki mushafın en son ismi nedir? Kul e’ûzü BirabbinNâs, Melikin Nâs, İlâhin Nâs, Min şerril vesvâsil hannâs, Elleziy yüvesvisü fiy sudûrin Nâs, Minel cinneti ven Nâs. (Nas) son sıfatta yine Rabb.

Demek ki rububiyyetiyle başlıyor rububiyyetiyle bitiyor. Neden? Vahiy O’nun rububiyyetinin en büyük tecellisidir, altını çiziyoruz. Eğer Rabbimizin Rabliği olmasaydı vahyi indirmezdi. Demek ki vahyin iniş amacı Allah’ın terbiye etmesidir, bunu anlıyoruz oradan. Vahiy rububiyetin tecellisi ise vahyin iniş amacı da ilahi terbiye olarak görüyoruz.

Allah ismi Kur’an da 2697 kez gelir. Rakamlarla önce bir izah edeyim. Rabb ismi ise Kur’an da 962 kez gelir. 1/3 kadar yaklaşık, ama Allah isminden sonra en çok kullanılan isim Rabb ismidir.

4 yerde Devlet başkanı manasında Hz. Yusuf döneminde ki Mısır melikine atfen kullanılır. Yusuf/23. ayette ise tevriyeli kullanılır kale me’azâllahi inneHU Rabbiy ahsene mesvay. (Yusuf/23) Yusuf dedi ki; Allah’a sığınırım, yani heykelek dedi kadın, haydi gelsene dedi, Yusuf dedi ki Allah’a sığınırım. O benim rabbimdir. Ahsene mesvay beni ne güzel terbiye etmiştir, yetiştirmiştir, iyilik yapmıştır yani. Şimdi O benim Rabbimdir derken kimi kastetti. inneHu Rabbi. Muhatap zannetti ki efendisi için kullandı fakat kendisi kastetti ki, Allah’a sığınırım diyor zaten O benim Rabbim. Bu daha yakışık almaz mı. Bir peygamber nihayetinde unutmayalım, onun için burada tevriyeli kullanıyor.

Tevriyeli kullandığı böyle bir yer de var. Naziat/24 te ise Firafun kendisi için kullanmış ene Rabbukümül’a’lâ. (Naziat/24) Ben sizin en büyük Rabbinizim, ben Rabbinizim ve en büyüğüm. İki şekilde de anlaşılabilir. Niye rabbinizim diyor dikkat buyurun, ilahınızım diyemiyor çünkü biliyor gökleri kendisinin yaratmadığını, yerleri kendisinin yaratmadığını. Herkeste biliyor. Peki niye Rabbinizim diyor ve rububiyyete ortak çıkıyor? Çünkü Allah’ın Rububiyyetinin yeryüzünde hükümran olmasını istemiyor, sıkıntısı orada. Müşriklerin sıkıntısı neyse Firavun un da sıkıntısı da aynı şey.

Diyeceksiniz ki bugün aynı sıkıntıyı duyan kesimler yok mu? Var, hemde çok. İnsanlık tarihi boyunca sıkıntı rububiyyetle ilgili. Genellikle uluhiyetle ilgili sıkıntı yok. Eski Yunanda da bakınız. Onun için Tanrılar tanrısından söz ediliyor, yani en yüce bir tanrı var. Fakat O’nun insan hayatına müdahalesine iş gelince orada duruyor.

İşte ilk ivmeyi kazandıran, ilk vuruşu yapan tanrı, ondan sonra emekliye ayrılan haşa tanrı, böyle bir tez işleniyor. Dolayısıyla batıda da maalesef zihinlerde olan tanrı anlayışı genellikle bu. Müstean olan, mutlak olan, eşya üzerinde hakim olan bir Allah anlayışı çok zayıf, zayıf olduğu için eşyanın Rabbi gibi davranmaya başladılar.

Bakın sıkıntı burada biz elimize geçirdiğimiz şeyin içinde ki ilahi sanatı keşfetmeye, onun içinde ki yasaları keşfetmeye çalışırken mutlaka on un rabbinin Allah olduğuna iman ederek yapmaya çalışırız. Bizim bilim öğrettiğimiz çağlarda da böyle yapmışız Endülüste bilim üretirken, Bağdat’ta bilim üretirken, Semerkant’ta Buhara’da bilim üretirken, İstanbulda bilim üretirken bunu böyle düşünmüşüz böyle yapmışız. Ama bu iş batıya geçtikten sonra, yani bizim bıraktıklarımızın üzerine batı ilave etmeye başladıktan sonra sıkıntı burada gerçekleşmiş.

Nedir? Eşyanın rabbine saygı duymadan bilim üretmek. İşte orada iş çığırından çıkmış. Eşyanın Rabbine saygı duyarak bilim ürettiğinizde, ürettiğiniz bilimi de, onun üzerinden ürettiğiniz eşyayı da emanet olarak görüyorsunuz. Dolayısıyla bilgiye emanet muamelesi yaptığınız için emanete ihanet etmekten korkuyorsunuz. Ama onun Rabbini inkâr edip, kendinizi Rabbin yerine koyduğunuzda artık bilgiye mülkiyet olarak bakıyorsunuz. Bilgiye mülkiyet olarak baktığınızda bilgini üzerinde her türlü işleme kendinizi ehil görüyorsunuz, yetkin görüyorsunuz. O zaman atom bombası yapmayı da kendinize meşru görüyorsunuz. Yani kitle imha silahları yapmayı da kendinize meşru görüyorsunuz. Hatta bir böcek imal ediyorsunuz ormanların tamamını yiyip bitiriyor. Bir mikrop imal ediyorsunuz ondan bomba yapıyorsunuz. Yani insanların kökünü kurutacakmış, insanlara zarar verecekmiş, masumları öldürecekmiş b unlar sizin ilgi alanınıza girmiyor çünkü bilgiye mülkiyet muamelesi yapıyorsunuz.

Bilmem problemin kökeni anlaşılabiliyor mu. Yani Rabb ismine iman edip bu ismin tecellisini şöyle kavramak, şuuruna ulaşmakla ulaşmamak arasında çok derin fark var çok büyük fark var..

Hepside birden fazla Rabb edinmeyi kınayan, Rabbe boyun eğen Rabb adamı anlamında 4 yerde. Ribbiyyun, Rabbaniyyun şeklinde.

İşin ilginci ne biliyor musunuz, Tirmizi ve İbn. Mace de gelen isim listeli hani duvarlarınızda vardır bazılarının, bazılarınız çocuklarına ezberletiyor, piyasa da radyolarda falan baya işin cılkı çıktı, suyu çıktı, ezberlenen isim listeleri var ya bu listelerden iki tane var piyasada tümü. Biri İbn. Mace listesi, biri Tirmizi listesi. Bu iki listede ki isimler arasında bir isim yok -hatta bir isim değil 26 isim yok Kur’an dan da- Rabb ismi yok. Çok ilginç. Allah’ın Kur’an da 962 kez geçen bu mübarek Rabb ismi bu iki listede yok. Nasıl olmuşta olmuş? Muhaddislerin bu iki isim listesinin ikisine birden Müdreç, hadisin aslına sonradan ilave edilmiş bir şey olarak bakmaları boşuna değil. Yani peygamberimizden gelmiş değil. Dolayısıyla yok oluşuna oradan yola çıkarak ancak açıklayabiliriz başka türlü açıklayamayız. Çünkü başka bir çok isim de yok. Kur’an da geçiyor orada geçmiyor. Orada geçen isimlerden bir çoğu da Kur’an da yok. Dolayısıyla bunu böyle açıklayabiliriz.

Rabb isminin Kur’an da geçtiği hiçbir yerde el takısıyla gelmemesi dikkat çekici gerçekten. Nasıl geliyor? El takısıyla gelmemesi Rabb isminin elbette ki nekira yani belirsiz formda gelmiş olduğunu gösteriyor. Fakat muzaf olarak geliyor, muzaf olarak geldiği yerlerde yani tamlanan olarak geliyor, isimin tanlaması. Biliyorsunuz Ahmedin kalemi diyorsunuz, Hasan’ın yeleği diyoruz, Mehmet’in ayakkabısı diyoruz bu bir isim tamlamasıdır. Tamlanan var, tamlayan var. Tamlanan Hasan, tamlayan yelek. Benim Rabbim.

Çok ilginç değil mi Rabbi, Rabbük, 242 yerde Rabbük geliyor Kur’an da. Senin Rabbin, Rabbin kulu değil, Tamlama öyle değil muzaf olarak geliyor, muzafınleh değil bu çok ilginç. Yani Rabb kendisini ona nispet ediyor, kula. Ne demek? Beni benimse ey kul, rububiyyetimi benimse ey kul, rububiyyetimi ne kadar benimsersen o kadar tecelli eder. Bu çok ince bir nokta bu çok güzel ve hassas bir nokta. 242 yerde tam rabbüke geliyor. Çoğunda da muhatap zamiriyle efendimiz kastediliyor.

Yine 243 yerde çoğul zamiriyle Rabbühüm, Rabbüküm, sizin Rabbiniz onların Rabbi. Yine aynı, benimseyin rububiyyetimi, rububiyyetime yakın olun, rububiyyetimi kendinizin bilin, benimseyin ki tecelli etsin, ayrıksı durmayın. Rabbinizin rububiyyetinin tecellisi üzerin izde görülsün, onu yüreğinize bir elbise gibi giyinin, aklınıza bir elbise gibi giyinin. Tabir caizse onu size verilmiş bir rızık gibi yiyin, hücrelerinizde rububiyyet tecelli etsin, elinizde tutmaya, gözünüzde görmeye, kulağınızda işitmeye, ayağınızda yürümeye, kalbinizde duymaya, sevmeye, aklınızda düşünmeye dönüşsün.

Dönüşürse ne olur? Benim rububiyyetimin tecellisi kalbinizde sevmeye, hissetmeye dönüşürse Allah ile sev ersin iz. Sevgin iz Allah’ın rububiyyetinin tecellisi olur. Sevdiğinize siz de Rabbin tecellisi üzerinden bakarsınız. Eğer aklınızda tefekküre dönüşürse düşünceye, o zaman Allah’ın rububiyyeti üzerinden düşünürsünüz ve o zaman gören gözünüz, işiten kulağınız, tutan eliniz, yürüyen ayağınız seven kalbiniz düşünen aklınız olur Allah. Amin.

178 yerde Rabbiym, Rabbimiz şeklinde geçiyor, Rabbiym, Rabbüne, yani da ünlemi kullanılmıyor 2 yer hariç. Ya Rabb Kur’an da 2 yer hariç hiç kullanılmıyor. 962 kullanımda 2 tane ya ile kullanılıyor, o da nedir Furkan/30, Zuhruf/88. Özelliği ne ikisi de ahirete ilişkin şikâyet babında, hemde Resulün ağzından Furkan/30 da Allah Resulü;

Ya Rabbi inne kavmittehazû hazel Kur’âne mehcura. (Furkan/30) Rabbim, bu toplum, bu ümmet bu Kur’an ı terk etti, daha doğrusu terk etti demeyelim işlevsiz bıraktı. Çünkü metruke denmiyor mehcura deniyor. Öyle değil mi metruk ta Arapça çünkü. Yani elinde Kur’an ı taşıdı ama yüreğinde taşımadı Mushafı havaya kaldırdı ama Kur’an ı havaya kaldırmadı. Mushafı öptü ama Kur’an ı öpmedi. Tecvid ile okumaya özen gösterdi ama tertil ile okumaya hiç dikkat etmedi. Yani bu manaya geliyor, metruk anlamına değil işlevsiz bırakma anlamına. Yani hummul üt tevra sümme lem yahmiluhe. Yani Tevrat’ı ellerinde taşıdıkları halde onun sorumluluğunu üstlenmeyenler aynı öyle. Oysa ki Kur’an da Rabbimizden kullara nida kullanılıyor.

Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh. (Zümer/53) Deki ey hayatını israf eden kullarım ne olur Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Elhamdülillâh, ne diyelim şimdi böyle Keriym bir rabbe.

Hazin olma gönül zinhar

Keriym Allah’ımız var,

Daima eyle İstiğfar,

Keriym Allah’ımız var.

Neden böyle? Çünkü nida uzaktakine yapılır, Allah ise yakındır şah damarından yakındır. Onun için ey..! diye uzaktakine, çünkü nida dalgın olanı uyandırmak için, intibaha getirmek için yapılır. Önce Ey..! dersin, dikkatini çekersin ondan sonra söyleyeceğini söylersin. Oysa Allah hep uyanık. lâ te’huzuHÛ sinetün vela nevm. (Bakara/255) O’nu ne uyku basar ve ne de dalgınlık. Onun için uyumayan ve unutmayan bir Allah’ımız var. Onun için sadece ahirete teallik iki yerde peygamberin dilinden gelir onun dışında, o istisnadır “ya” nidası gelmez.

Tamlanan olarak gelişi sevgi ve şefkat. Rabbimin kuluyum yerine benim Rabbim, bizim Rabbimiz. Buna dikkat çekmiştim bir daha dikkat çekmiş olayım. Neden? Eğer kul onu benimserse o da kulu benimser de onun için. Kul O’n un rububiyyetini içselleştirir ve benimserse, Rabbimizin kul üzerinde rububiyyetinin tecellisi artar. Çünkü rububiyyete şükür benimseme şeklindedir. Her şeyin şükrü o nimetin üstünden olur. Rububiyyetinin şükrünü ed ederseniz eğer o rbubiyyetini, daha fazla tecelli ettirir sizin üzerinizde. O zaman Rabliğini artmış görürsünüz, bilmem anlatabiliyor muyum. O zaman sizin üzerinizde Rabliği daha fazla tecelli eder.

O rububiyyetini farklı şekillerde gerçekleştirir. Bakarsınız Rabbinden şefkat tokadı dahi yese, benim rabbim değil mi der. Benim Rabbim dedi ya, Rabbiy dedi ya bir kere, benim rabbim değil mi. Anne çocuğuna vurur anne diye ağlar. Anne vurdu ama? Ağlatan annen? Annem diye ağlar. Ya rabbim şefkat tokadı vurursa n iye başka kapılar arıyorsun, kimin kapısına gideceksin, var mı Allah’ın kapısından başka bir kapı. Hem Allah’ın kapısından başka bir kapıya gidersen hacet giderir mi? Allah gibi muamele eder mi?

İnsanlara muhtaç etmesin Allah. Bakın en yakınınız dahi bir ihtiyacınızı gördüğü zaman gözünüzün içine bakıyor. Rabbin iz öyle şefkatli ki veriyor, sadece ve sadece verdiğine nankörlük etmeyin yeter, dönüyor bir daha veriyor. Hatta nankörlük ediyoruz bir daha veriyor. Bir daha nankörlük ediyoruz bir daha veriyor. Bir daha bir daha..! Hayran olmamak elde değil Allah’a, Rabbe hayran olmamak elde değil. Şöyle görüyorum insanları O’nu ne kadar üzecek iş yapıyorlar, O’nu üzecek iş yapanları dahi Rabliğinden mahrum etmiyor. Bakıyorum vermiş..! Ya Rabbi ne kadar genişsin diyorum. ..Vasi’un aliym. (Bakara/261) Genişsin ya Rabbi ama ‘Aliym’sin de Yani bilmediğim için geniş davranıyor değilim, biliyorum ama yine de kullarıma geniş davranıyorum. AllahuEkber. Kurban olmaz mısınız böyle bir Rabbe.

Bazen vererek terbiye eder, bazen alarak. Bazen kurt üzerin den terbiye üzerinden bazen kuzu üzerinden. Hastayı bakarsınız Doktorla rububiyyetini tecelli ettirir, bakarsınız Doktoru da hastayla terbiye eder. Aslında kim kiminle şifa buldu anlayamazsınız. Bazı hekimler vardır hastası yüzünden hidayete kavuşmuştur. Şimdi kim kimi tedavi etti bilemezsiniz. Aslında Doktor, hekim on un bedenini tedavi ederken, hastanın bedeni üzerinden Rabbimiz Doktoru tedavi eder.

Bakarsınız bazen bir evlat verir ki Rabbimiz anne babaya İllallah dedirtir. Fakat aslında onlar evlatlarını terbiye ettiklerini düşünürler, Rabbimiz evlat üzerinden anne babayı terbiye etmektedir. Bazen bakarsınız, Rabbimizin hikmeti sınırsız ve sonsuzdur. Bir özürlü evlat verir, Rabbim kolay getire böyle kardeşlerime. Onların cenneti oradadır onu söyleyeyim o yavrudadır. O yavruya bakarken o yavruyu imtihan anahtarı olarak görsünler. Rabbim bu, verir.

Hiçbirimiz için de garanti yoktur onu söyleyeyim ve böyle imtihan ettiklerine haşa sizin ne günahınız vardı, ne günah işlediniz de böyle imtihan edildiniz diyen bir adam, Allah’ın Hakîym isminin sırrını hiç anlamamış demektir. Aksine böyle bir adam şom ağızlıdır kör gözlüdür. Ölmeden kimseyi mutlu diye adlandırma, böyle söyleyen acaba sözünü Allah nasıl yedirecek bilmiyorum. Ama mutlaka yedirir bunu biliyorum. Onun için böyle bir imtihan gördüğünüzde sadece ve sadece dua edin ve ibret alın. Numuneyi imtisal ve ibreti alem ikisi de. Dolayısıyla yavru üzerinden anne baba terbiye ediliyor. Aslında yavru üzerinden anne babaya kredi açılıyor.

{{ Bu konuda insanın aklına “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise senin kendi nefsindendir.”(Nisa/79). Ayeti geliyor.

Bu ayet ışığında insanın başına gelen kötülük, fenalık ve musibetler kendimizin veya daha önceki atalarımızın hatasından kaynaklanıyor olamaz mı. Mesela yiyecek içecek ve kullandığımız şeylerdeki sunni ve zararlı şeyler, Nazar dediğimiz kötü bakışların genetiğimizdeki bozulmalara sebep olması, farkına varmadığımız zararlı enerji dalgalarının bedenimiz üzerindeki etkileri (radyasyon, manyetik dalgalar vs.) Tüm bunların sebep olacağı bozunum yüzünden sakat doğmuş bir çocuğu size Allah değil, bizim eksikliklerimiz yüzündendir. Çünkü Allah kuluna zulmetmez. Hata yapılmışsa karşılığına katlanmamız gerekmektedir bu kader sebebine, imtihan sebebine vs. bağlanamaz.}}

Parçada kötü duruyor bu ama bütünde gelin de siz bakın bir. Öyle değil mi Allah aşkına. Aynı şeyin dünyada örnekleri de var görmüyor musunuz. Şu madalya kazanan sporcuların ödediği bedeli. Eğer işi spor dünyasından çıkarın ne garip bir şey. Çalışan çocuklara karşı dünya sözüm ona çok hassas. Ama spor yapıyorsa orada akan sular duruyor. Oysa ki çalışan çocuğun katlandığı eziyet ne ki. O atletizm yapan çocukların katlandığı eziyetleri biliyor musunuz. İnanın insan çekmez onu. Öyle sıkı bir disiplin, öyle taşınmaz bir yük ki hem de yıllar boyu bu. İstediğini yiyemiyor, istediğini giyemiyor, istediği yerde bulunamıyor, günde şu kadar antrenman yapmak zorunda vs. Bedenini kırdıkça kırıyor, ezdikçe eziyor. Yani bir adama spor dışında onun çok küçük bir şeyini uygulayın işkenceden adamı içeri atarlar. Adına spor deyince bir şey falan olmuyor bakın.

Demek ki imaj ne kadar önemli görüyorsunuz değil mi. Modern dünyanın imaja yaptığı yaptırımı görüyorsunuz. Onun için işin o tarafı başka bir şey. Ama bir madalya almak için katlandıkları, ödedikleri bedellere baksanıza. Antrenman üstüne antrenman, 10 saat, 12 saat, 8 saat, 6 saat gündelik antrenmanlar ve gerçekten de insan gücünü zorlayan şeyler bunlar. Çünkü eğer rekor kıracaksa gücünü zorlaması lazım yani sınırını aşması lazım.

Peki bütün bunların sonunda aldığı ne? Madalya. Peki o madalyayı alınca hepsi bitiyor. Yorgunluk bitiyor. Bu madalya ne işe yarar? Şu darı dünyada 3 gün lük hayatta işte efendim birazcık rahat yaşıyor.

Ya ahirette ebedi madalyayı alacaksanız ne olur bu iş? AllahuEkber. O zaman ebedi madalyayı alırken o insanların dünyada işte ya buda katlanılır mı diyenlerden Rabbin huzurunda Ya rabbi beni niye mahrum ettin demeyeceği ne malum. Onun için en azından hikmetini düşünüp çenemizi tutalım derim. Doğru düşünelim, doğru yerden bakalım derim.

Rabb ismin in en güzel tariflerinden biri Kur’an da, hatta belki en güzeli Hz. Musa ile Firavun arasında ki geçen şu diyaloga dikkat edin lütfen.

..femen Rabbuküma ya Musa (Tâhâ/49) Ey Musa sizin Rabbiniz kim. Yani ne iş yapar, ne yapar bu manada soruyor kim. Verilen cevaba dikkat buyurun lütfen;

..Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. (Tâhâ/50) Rabbimiz öyle bir Rabb ki, öyle bir Allah’ ki eşyaya fıtratını verdi ve sonrada o eşyayı, o fıtratı gerçekleştirmek, o hedefi gerçekleştirmek için içine koyduğu o potansiyeli kemale erdirmek için dosdoğru bir yöne kılavuzluk etti, yönlendirdi sümme heda.

Bu kadar güzel olur ancak tarif. ..Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu her şeye hilkatini irade etti, hilkatini verdi ve sümme heda sonra ne yaptı onu, o hilkati gerçekleştirecek bir yola kılavuzladı, yönlendirdi. İşte bu.

Görüyor musunuz, bakın kâinata her şeyin içine hilkatini koydu, yaratılış amacını koydu. Tesviye budur fesevvake, sonra seni tesviye etti, yani ma hulika leh ini yükledi, yaratılış amacını yükledi. Onun için her şeyin yaratılış amacı istikametinde gider. Yeryüzün e yaratılış amacını yüklemiştir yer yüzü buna ihanet etmez. Gökyüzüne yüklemiştir, sivrisineğe bile yüklemiştir yaratılış amacını biliyor musunuz. Onun için o yaratılış amacından sapma göstermez.

Kur’an da; en yadribe meselen ma be’ûdaten femâ fevkahâ. (Bakara/26) Allah bir sivrisineği misal vermekten utanmaz. Hatta daha küçüğünü bile misal vermekten utanmaz. Niye utansın ki. Sivrisinek meğer neymiş nasıl Allah yükler hilkatini ve ondan sonra nasıl yönlendirir. Sivrisinek diyorsunuz, en küçük hesapta, hatta içimizden bazı cahiller; Allah her şeyi yarattı da şunu niye yarattı diyebilirler.

Ben başta çok yaygın okunması gereken bildirilerin çok tefsir edildiğini biliyorum. Öyle değil mi, çok özel insanlar okusun diye yazdığınız bir kitabı az basıyorsunuz. Ve özel insanlar okuyor. Ama herkes okusun diye bastığınız kitabı kampanya yapıyorsunuz binlerce, yüz binlerce, milyonlarca basıyorsunuz öyle değil mi. Sivrisinek herkesin okuması için basılmış bir kitap. Rabbimiz kampanya yapmış yer yüzünün her bir tarafında çok tefsir ediliyor, çoğaltılıyor sürekli çoğaltılıyor. Sivri sinek deyip te geçmemeniz için bilmeniz gerekiyor. 4 Tane labaratuar var bir sivrisinekte.1 – ısı labaratuarı, 2 – kan labaratuarı, 3 – Hareket labaratuarı, 4 – ışık labaratuarı. Bunları tahlil ediyor labaratuarında. 100 ü aşkın gözü var, her gözün bir merceği var bu merceği zihne bağlayan kanallar dahil. Arı peteği gibi gözü. Tam 48 tane dişi olan bir ağzı var. bisturi gibi ameliyat yapıyor, her biri bir cerrah, dünyanın en küçük cerrahları ameliyat yapıyor, önce kesiyor ama kesmeden evvel bir sıvı salgılıyor çünkü kesince kan oraya hücum edecek, kan hücum edince Allah kana da o yaratılışı vermiş oraya kan yürüyor demiş. Kan yürüyen yeri hemen tıkayacaksın. Onun için kanın içinde ki bazı unsurlar geliyor kan çıkan yeri anında askerler gibi orayı tutuyor yani o cephede zayıflık var, sur düşmek üzere, haydi oraya hücum orayı savunalım. Savunuyorlar ve kısa zaman içinde kan orada pıhtılaşıyor. Pıhtılaştıran o sistem, savunma sistemi.

Fakat sivri sineğe kim öğretti kanın bu savunma sistemini? Savunma sistemini durdurmak için önce oraya bir sıvı salgılıyor. Bu salgıladığı aynı zamanda küçük bir narkoz, lokal anestezi yapıyor ve onun için elinizi vurduğunuzda vakit çoktan geçmiş oluyor. Yani o tavanda size gülüyordur muhtemelen. Çünkü anlamıyorsunuz, işini bitirip gitmiştir ve o kısa zamanda işini bitirirken vücudunun 8 katı kan emebiliyor. Bu 200 lt. su içmeye tekabül ediyor insanda ve çatlamıyor.

Vücudu kıllarla örülü ve bu kılların her biri demin söylediğim 4 unsuru, alan reseptör gibi çalışıyor. Bir kalbi var, kapakçıkları var, atarları var, toplarları var ama 2 de ciğere benzer kalbi var kanatlara bağlı. O yüzden 500 kez çırpıyor 1 saniyede. Eğer bir makineya insanın iki kolunu bağlasalar ve bir saniyede 500 kez çırpsa mafsallarından kollar kopup gidiyor. Düşünsenize 500 kez, bir saniyede. Bu ne güç, bu ne ihtişam ve aynı zamanda işte ne işe yarar diyorsunuz.

Ne işle yarar gerçekten? Ben bedava hacamatçılar diyorum, bedava hacamat yapıyorlar ve kanı temizledikleri kanaatim vardır. Daha bilmediğimiz sırları olduğuna kalıbımı basarım. Niye? Rabbül Alemiyn yaratmışsa mutlaka bir işi vardır.

Ama en küçük işi o. Büyük işlerinden birini de ben şöyle yorumluyorum; Cennet gibi bir bahçe yaptınız, içine de cennet köşkü gibi bir köşk kondurdunuz, eksik yok. Bir eliniz yağda bir eliniz balda her şey tamam. Ama her şeyin en güzel olduğu, sizin tam lezzetin doruğunda olduğunuz bir sırada vızzz..! geldi kondu ve size ey akıllı burası cennet değil, sen yanlışsın, yanlış yerde arıyorsun, burası dünya onun için ben sana bunu hatırlatmaya geldim dedi ve bir öpücük kondurdu. Siz o öpücükle uyandınız hakikaten bura cennet değil, cennet olsa sivrisinek sokmaz. Belki sonsuz faydaları sayılırda bir tanesi de bu olduğunu düşünüyorum.

Onun için; Rabbin kimdir ey Musa? ..Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. (Tâhâ/50) Rabbi,m öyle bir Rabb dir ki, O her bir şeye yaratılış amacını yükledi ve o amacı gerçekleştirecek donanımla on u donattı, oraya yöneltti. Bakın en küçüğü bu. Ya en büyüğü? Ya büyükleri, ya şöyle göğe doğru bir baksak, ya güneşe baksak, Bakın, ihtişamına bakın. Milyarlarca yıldan beri yanıyor. Güneş kütlesi kadar bir fosil yakıtı eğer karbonik yanma ile yakmaya kalksanız güneşin doğumundan bugüne kadar ki yanma içerisinde 3 milyarda bire tekabül eden bir zamanda yanıp bitecekti. Ama ne küçüldüğü var, ne azaldığı var hala yanıyor. Çünkü nükleer yanma ile yanıyor, karbonik yanma ile yanmıyor. Bizim dünyamız da karbonik yanma ile yandı her şey.

Bakınız, oysa ki dünyamız güneşten koptu, Kur’an la da sabit. Önce birdiler ..fefetaknahüma. (Enbiya/30) biz onu ayırdık. Dolayısıyla dünya karbonik yanma ile yandı ve bizler karbonun çocuklarıyız, karbonun ekmeğini yiyoruz. Kim inkar eder külün ekmeğini, Allah’ın ekmeğini yiyoruz tabii ki. Ama yine geldik ..Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu sümme heda. (Tâhâ/50) Rabbim o zattır ki ey firavun her bir şeye yaratılış amacını yükledi ve onu o amacı gerçekleştirecek yola yöneltti. Güneşe amacını yükledi ve ona “sen ısıt” dedi, sen “ışıt” dedi. Emri aldı ..semi’nâ ve eta’nâ… (Bakara/285) dedi. fekale leha ve lil Ardı’tiya tav’an ev kerha. yere ve göğe yöneldi ve dedi ki ister istemeyerek, ister isteyerek rabbinizin emrine gelin. Onlar da dediler ki kaleta eteyna tai’ıyn biz isteyerek geldik. (Fussilet/11) dediler. Dolayısıyla yere bak Elhamdülillâhirabbilalemiyn, göğe bak Elhamdülillâhirabbilalemiyn.

Evet, önümüzde ki ders o alemlerin rabbidir. Ne demek alemlerin rabbi? İnşallah onu işlemek üzere bugün dersimize noktayı burada koyuyoruz. Rabbim rububiyyetinin tecellilerini üzerimizde göstersin. Rububiyyetinin şuuruna varan o bahtiyarlardan etsin ve inşaAllah O’nun rububiyyetinden aldığı terbiye ile etrafına terbiye yansıtan, o terbiyeyi ahlakında, aklında, kalbinde, davranışında toplumunda gösteren kullarından etsin.

Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn.

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)


TAFSİR LESSONS ALU İMRAN (026-049)

$
0
0

231

“Euzubillahiminesheytanirracim.”

“Bismillahirrahmanirrahim”

Rabbenah fil hayr vahtim bil hayr. Dear fellows, today we will continue our Qur’an lessons with the 26th verse of Alu-Imran chapter.

26-) Kulillahumme malikel mulki tu’til mulke men teshau ve tenzi’ul mulke mimmen tesha’* ve tu’izzu men teshau ve tuzillu men tesha’* Bi yediKEl hayr* inneKE ala kulli shey’in Kadiyr;

Say, “Allah, the sovereign of all sovereignty… You give sovereignty to whom You will and You take sovereignty away from whom you will. You honor whom You will and You abase whom You will. In Your hand is all good. Certainly, you are Qadir over all things.” (A.Hulusi)

Say: “O Allah. Lord of Power (And Rule), Thou givest power to whom Thou pleasest, and Thou strippest off power from whom Thou pleasest: Thou enduest with honor whom Thou pleasest, and Thou bringest low whom Thou pleasest: In Thy hand is all good. Verily, over all things Thou hast power. (A.Yusuf Ali)

Kulillahumme malikel mulki tu’til mulke men teshau ve tenzi’ul mulke mimmen tesha Say, “Allah, the absolute sovereign. You give sovereignty to whom You will and You take sovereignty away from whom you will. ve tu’izzu men teshau ve tuzillu men tesha’ You honor, bless, give might to whom You will and You abase, crush whom You will. Bi yediKEl hayr In Your hand is all good. The greatest beauty, the goodness is all yours. All the good things we see inthe universe are from you. They are the reflection of your cemal feature, all these beauties. inneKE ala kulli shey’in Kadiyr; and without a doubt you have power over all things.

Dear friends, this verse points to Allah’s might, grandeur and power. It has a role of a bridge between the verses we processed before and the verses we will study. Because whatever you do, whatever you think you do, you are always under Allah’s intervention. When a man knows this fact, he becomes a worshipper. Denying the intervention of Allah over universe and materials is denying Allah altogether.

Thinking about a field without Allah’s intervention in life, finally leads you to deny Allah’s presense. That’s why if a person is faithful, he should confirm the absolute authority of Allah over all things at first. It’s mandatory to know and believe that Allah is Malik ul mulk; the absolute authority, the real owner of sovereignty, and from this power Allah gives to whom He will, Allah chooses the individuals to give power or to strip the power from.

At this point Allah’s choice of giving someone sovereignty, or giving him power, doesn’t mean sharing His absolute sovereignty. This only shows the intervention of Allah over everything on earth. And this verse explains this fact with the words of Qur’an. The entire lineage of humanity cannot even take a step without the intervention of Allah. The history of mankind is filled with the signs of Allah’s intervention. That’s why when you read history, read human, read the ages, read the past; you may see Allah’s interventions. You should read them as such. Not without the sight without Allah, with the eyes opened with Allah.

This also points to honoring and abasing at the same time. The rise and falls in the march of humanity both physically and spiritually. All the actions led by Allah are bound to a rule, a law, a tradition. Allah the actions of humanity, all the deeds and behaviours connected to humans, are from Allah’s intervention. But that doesn’t mean those actions are all from Allah without anything humans add. So what does that information give to us? It means that all the rises and falls of humanity are from peoples actions and behaviours and the results are from Allah the law-bringer. This fact is explained us here.

27-) Tulicul leyle fiynnehari ve tulicun nehara fiyl leyl* ve tuhricul hayye minel meyyiti ve tuhricul meyyite minel hayy* ve terzuku men teshau Bi gayri hisab;

“You turn the night into day and turn the day into night. You bring the living out of the dead and the dead out of the living. You give provision (life sustenance) to whom You will without account.” (A.Hulusi)

“Thou causest the night to gain on the day, and thou causest the day to gain on the night; Thou bringest the Living out of the Dead, and Thou bringest the Dead out of the Living; and Thou givest sustenance to whom Thou pleasest, without measure.” (A.Yusuf Ali)

Tulicul leyle fiynnehari and after making us realize the truth, the message continues by saying, there is nothing wrong about ups and downs in mankinds history; as in there is nothing unusual about dynamic destiny and we may see this fact by just looking at the static destiny of universe. Tulicul leyle fiynnehari You extend the night and shorten the day, ve tulicun nehara fiyl leyl You extend the day and shorten the night.

It is almost like explaining the superstitious by night and Hakk by day; evil with the metaphor of night and goodness with the day, grief with night and joy with day. You may increase the numbers of examples. But if you want to see Allah’s intervention directly, you should observe the 24 hours of the days you live through. O mankind, you too have nights and days like this. In your historical run, in your long story, there are some nights and some days you met. Nimrod was one of the nights name, Abraham was the day of that night. Pharaoh was the name of another night, Moses was the day. Abu Cehil was another name of a night, Muhammad is the name of the day following it.

It’s like that. The history of mankind is the journey of these two concepts side by side. You cannot see one without experiencing the other. You cannot see, realize the value of the day without tasting the bitterness of night. Allah pulls one from the other. A son like Abraham from an idolmaker named Azer. A herald like Jesus from the nights of Rome. A bright day named Moses from one of the darkest nights as pharaoh. From the darkest times of ignorance in Arabia, a sun is revealed as Muhammad. That’s how Allah pulls one from another. And yet, the opposite is also possible. A night named Kanan came from a day named Noah. It’s possible because one completes the other, one follows the other all the time.

ve tuhricul hayye minel meyyiti ve tuhricul meyyite minel hayy Again you bring the living out of the dead and the dead out of the living. Just like I said before. Look at the dried trees. Observe the forest in winter. That trees you see like they will never be revived turns into a colorful jungle like heaven when the season turns into spring and summer. That dried forest turns into a living paradise. This fact is also a message about how seasons are in the nature of life. The forest becomes a verse. The forest becomes a book which you read and take the warning.

Observe the 24 hours. In fact the entire 24 hour in a day is like the small version of the entire lineage of humanity. You see yourself within. Morning is the birth, noon is the maturity, afternoon is the old age and evening is the death. Your bed is like your tomb, your night is your long wait for the Judgement Day, and after all that your morning you experience your ba’su ba’del mevt. In 24 hours, you live a life time, you experience more than a life time. ve terzuku men teshau Bi gayri hisab; You give provision to whom You will without account.

It is understandable why a verse like this ends up with this sentence. Of course we know the provision we read here is nothing to eat or dring. The provision Allah gives us is one of the biggest provision, the life, the amount of our breaths. Life is one of the biggest blessings that Allah gives us. Our breaths are a blessing, the air we take in, the life as a whole is a provision. In that sense you can see that skies are also a blessing like the earth. Day is a blessing so is the night. You take the message when you choose to see. That’s why when you choose to look all these from that angle, you realize the provision we talk about is nothing like some foods and drinks but we should understand the concept with its fullest.

28-) La yettehizil mu’minunel kafiriyne evliyae min dunil mu’miniyn* ve men yef’al zalike feleyse minAllahi fiy shey’in illa en tetteku minhum tukaten, ve yuhazzirukumullahu nefsehu, ve ilAllahil masiyr;

Let not the believers abandon the believers and take the deniers of reality as their friends. Whoever does this severs his ties with Allah. This can only be done for protection. Allah warns you to be careful of Him. To Allah is your return! (A.Hulusi)

Let not the believers take for friends or helpers unbelievers rather than believers: if any do that, in nothing will there be help from Allah. except by way of precaution, that ye may guard yourselves from them. But Allah cautions you (to fear) Himself; for the final goal is to Allah. (A.Yusuf Ali)

La yettehizil mu’minunel kafiriyne evliyae min dunil mu’miniyn Believers shouldn’t abandon the believers and take the deniers as their friends. The friendship here in Qur’an comes with two meanings.

1-Political friendship. What I mean from political friendship is basically, benefits. A muslim cannot work with a non-muslim even if his interests clash with another muslims interests. Qur’an rejects that form of friendship. As in a true believer cannot work with a non-muslim for their benefit to bring down another muslim. This verse puts a restriction to this action first. If we look at the first background of its arrival time, we see the reason of it.

2-What this verse implies, like many other verses, the ethical friendship. It’s this. Accepting the other sides lifestyle in order to be honored by them or being counted as equal by them. Establishing a friendship bond with someone or people of some other belief system other than yours just because you crave their acceptance and you want to be honored by them. Accepting their ways in order to be liked by them, this is ethical friendship. This verse of Qur’an restricts this type of behaviour. The friendship Qur’an never restricts is the real, human relations. Qur’an never puts a rule or restriction about this type for some group or religion sact. A true believing muslim may continue to have relations with any and every person in humanic perspective. Qur’an hasn’t restricted a contact in this level with any other religion members. That’s why there is a verse in Qur’an about Abu-Talip; Rasulallah’s uncle and one of people he loved most.

Inneke la tehdiy men ahbebte ve lakinnAllahe yehdiy men yesha’.. Kasas/56

You cannot help the ones you love to find the true way, only Allah gives salvation to whom He loves. From this verse we understand that a true believer might love someone who is unable to find the true path. Even the prophet might love someone like that. And this verse accepts this fact from the beginning and say; “Even if you love them, delivering them to the true path is another thing. Salvation is another thing.

ve men yef’al zalike so what happens if a muslim establishes an ethical or political relations with some non-muslim for his own benefit? The answer is this. ve men yef’al zalike whoever does this feleyse minAllahi fiy shey’in he severs his all ties with Allah.

A heavy statement. Severs his all ties, all bonds with Allah. His connection with Allah is cut, his relation with celestial is severed. Why? Because he shows disobedience to Allah’s orders. Because he becomes alienated to himself. And when someone becomes a stranger to himself, he becomes a stranger to Allah as well. Because he betrays his belief. Think about this from political angle. When his interests conflicts with another, he begins to serve his enemy to cover his interests. His interests conflicts with Islam’s interest, not just crosses, total confliction. And to avoid it, he begins to serve against Islam. To serve to another party which works against Islam is by all definition trying to harm Islam.

Ethical friendship also; abandoning your lifestyle and accepting another just to get some recognition and praise from other people. What does it say? Inferiority complex. Where does this inferiority complex come from? A persons becoming a stranger to himself? Why does a person becomes a stranger to himself? Because he hates himself.

What does this explain? The expression of hate for the truth.

What does this explain? In the end it drives a person to sell his own personality.

Yes, as you can see the breaking point, the final destination is a persons personality. That’s why there is a heavy statement here.

ve men yef’al zalike feleyse minAllahi fiy shey’in Whoever does this, he severs all his bonds with Allah. illa en tetteku minhum tukaten, except your actions for protection.

This “takiyye” word is also a big concept in Islamic law and it comes from this verse. Even there is another verse like this one in Qur’an talking about it, this verse is known as the verse of takiyye.

Of course this is a concept of an Islamic rule which people always use but never really understand. Takiyye isn’t something like hiding your identity and act with hypocracy. The message here is clear, what is it? “Except your actions for protection.” Takiyye is preventing any harm coming your way with the smootest way possible.

Actually this is the ideal explanation for takiyye. But other than this every sect studied this subject with all its depth and naturally reach to different views. The widest, most comfortable and free users of this action is the sect of Caferi. Even if their actions today doesn’t cover the historical practice of themselves, if we check the history we can say that Caferies have a wide practice area about the concept of takiyye. But Haniphs, Malikis, Shafies, Khambelies, Zhahiries and Ibadies and many other sect we cannot count here and some other Imams which haven’t people practice their visions today but there was before; they all put one rule of hiding yourself, hiding your beliefs in order to prevent a danger coming his way.

Danger of death, chastity, life and possession and organ losses. If a person faces any of these dangers, a person may hide his beliefs in order to prevent any danger coming his way just until the danger is gone.

ve yuhazzirukumullahu nefsehu, even the entire Islamic law handled and assess the situation, the base line in this takiyye, the principle that should be followed is this; the verse explains. ve yuhazzirukumullahu nefsehu, Allah warns you to be careful of Him. As in who your should really fear from, you should really be cautious to is Allah. While you doing all these and meet a situation of difficulty, and when you face this hardship, the one great door you should look for, you should count as the most important is Allah’s door. Don’t you ever forget that.

ve ilAllahil masiyr; Why? Because all roads lead to Allah, that why.

29-) Kul in tuhfu ma fiy sudurikum ev tubduhu ya’lemhullah* ve ya’lemu ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* vAllahu ala kulli shey’in Kadiyr;

Say, “Whether you conceal what is in your hearts or reveal it Allah (as its creator) knows it. He knows everything that is in the heavens and the earth (external and internal). Allah is Qadir over all things.” (A.Hulusi)

Say: “Whether ye hide what is in your hearts or reveal it, Allah knows it all: He knows what is in the heavens, and what is on earth. And Allah has power over all things. (A.Yusuf Ali)

Kul in tuhfu ma fiy sudurikum ev tubduhu ya’lemhullah Also again, why? Because “Say: “Whether you hide what is in your hearts or reveal it, Allah knows it all.” ve ya’lemu ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard Allah knows what is in the heavens, and what is on earth.

We can take the meaning as this; Allah who knows everything in heavens and on earth, surely knows what you have in your hearts, whether you hide them or reveal them. He knows the forty sly foxes you let roam in your hearts alleys. He knows what you hide in the deepest room of your hearts.

If this faith is revived in you, this belief of Allah always watching me, if you realize that Allah is always with you and if you manage to turn this belief into a lifestyle, then you may really be free. You don’t be a slave to another person. You only fear Allah and nothing else. You don’t have thousands of false gods. Having fear from one and only Allah, prevents you to fear from anything else. You become free, you won’t bow down to anyone else. Because you bow down to Allah alone. If this belief system sets in you, you feel secure and free at the same time.

vAllahu ala kulli shey’in Kadiyr; Don’t you ever think otherwise, Allah has power over all things. Allah is Kadiyr. This, especially this verse points to one of the who foundation of ethical stand. What are these two foundation? Ethical attitude to Allah. A safe and sound Allah belief. There are two foundation for this stand.

1-A healthy Allah faith
2-Here it is at the next verse, a healthy afterlife faith.

30-) Yevme tecidu kullu nefsin ma amilet min hayrin muhdara* ve ma amilet min su’* teveddu lev enne beyneha ve beynehu emeden be’iyda* ve yuhazzirukumullahu nefseHU vAllahu Rauf’un Bil’ibad;

Each person will find before him everything he has done of good or evil on that day. He will wish there were a great distance between it and himself! Allah warns you to heed Him (for He will definitely make you experience the consequences of your actions). Allah is Ra’uf to his servants (from their essence). (A.Hulusi)

On the Day when every soul will be confronted with all the good it has done, and all the evil it has done, it will wish there were a great distance between it and its evil. But Allah cautions you (to fear) Him. And Allah is full of kindness to those that serve Him. (A.Yusuf Ali)

Yevme tecidu kullu nefsin ma amilet min hayrin muhdara* ve ma amilet min su’ On the Day when every soul will find all the good it has done, and all the evil it has done teveddu lev enne beyneha ve beynehu emeden be’iyda it will wish there were a great distance between it and its evil. Yes, that’s human for you.

Of course firstly, one must have faith to a day and its sure arrival. But even for a faithful soul, there’s a weakness like this one. Every soul wants to be far out from the Judgement Day. Because the account will be heavy. Being question for your every action is a heav business. A sweating, shameful enough to peel off the meat of your face kind of business. That’s why this verse points to the second foundation of moral posture. First one is faith to Allah and the second one is to have faith to afterlife. This is about the second one.

ve yuhazzirukumullahu nefse the same line comes here again. This is the best attitude for a person to take for a mistake like that. ve yuhazzirukumullahu nefse Say them, Allah warns your to be cautious for Him. As in, if you have feelings to be stay far away from the Judgement Day, if you still have that feeling deep inside of you; only with being cautious to Allah may help you defeat that feeling. You can only defeat that fear by developing your responsibilities to Allah and being cautious to Him with every action you take. But you shouldn’t forget this either.

HU vAllahu Rauf’un Bil’ibad; Allah is full of kindness to those that serve Him. You shouldn’t forget this. How far, you might ask?

One day, the prophet showed a woman to the people around him. This was the scenery people saw back then. A middle aged woman. A kid on her back, a child in her one hand and another one in her other hand. 3 children and she was begging to feed them. A person approached to her and gave the woman a date fruit. Woman took the fruit and splitted it to 3 bits. She gave two bits to the children around her and took the last one to her mouth, chew it and gave it to babies mouth by smaller pieces. Rasulallah showed this woman and said;

“You see this woman. The compassion of Allah for those who serve Him is much more that this mothers compassion to her children.” That is the level of compassion.

Qur’an passes on another topic from this point. A new one but not completely independent from the last. A topic which has connection with the verses above. You may ask how can we see the compassion of Allah, how can Allah shows His compassion to humanity? Ask for the compassion of Allah inside the mankinds journey. Ask and you shall recieve the answer. This is the answer of the signs for Allah’s compassion.

31-) Kul in kuntum tuhibbunAllahe fettebi’uniy yuhbibkumullahu ve yagfir lekum zunubekum* vAllahu Gafur’un Rahiym;

Say, “If you love Allah follow me so that Allah will love you and forgive your faults. Allah is the Ghafur, the Rahim.” (A.Hulusi)

Say: “If ye do love Allah, Follow me: Allah will love you and forgive you your sins: For Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful.” (A.Yusuf Ali)

Kul in kuntum tuhibbunAllahe fettebi’uniy yuhbibkumullahu Say, “If you do love Allah follow me so that Allah will love you.” What happens if Allah loves you? ve yagfir lekum zunubekum forgive you your sins. Yes. The prophet’s call. If you follow me, you pay the price of this love. Because this is the price. First you should love Allah. But just saying, “I do love Allah.” isn’t enough. There’s a price for this love. You should take this responsibility if you are sincere in your love. What is the price of loving Allah. Following the prophet He sent. This is your responsibility.

So. Ask this. We pay our prices. We do love Allah, we do follow His prophet. Does Allah love us after we do all these? Absolutely. Allah says this. Yes. All right. You ask again. We do love Allah and we do pay the price. And Allah will love us back. How can we understand that? Allah will give back to you not as a price but as a blessing. A close relation in the form of blessings.

What would Allah do first, forgive you. This is the best fruit of such a love, isn’t it. vAllahu Gafur’un Rahiym; For Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful. Allah is the source of all mercy and forgiveness.

This verse talks about muhabbetullah. The close relation of Allah. From love, the seed of the life tree. The seed of the faith tree at some place. As in you might see in this verse that love becomes faith and faith turns into blessings.

How can love becomes faith. Just like this. How can water becomes the fruit after it runs from a trees root to its trunk and to its brunches, that’s how your love turns into Allah’s forgiveness, mercy and compassion. But the verse say this first. There’s a price for loving Allah and that price is to follow the prophet. You cannot love Allah without following the prophet.

32-) Kul etiy’ullahe verRasule, fein tevellev feinnAllahe la yuhibbul Kafiriyn;

Say, “Obey Allah and the Rasul!”… If they turn away, then indeed Allah does not like the deniers of reality. (A.Hulusi)

Say: “Obey Allah and His Messenger.”: But if they turn back, Allah loveth not those who reject Faith. (A.Yusuf Ali)

Kul etiy’ullahe verRasule, Say: “Obey Allah and His Messenger fein tevellev feinnAllahe la yuhibbul Kafiriyn If they turn away, then indeed Allah does not like the deniers of faith.

An intense expression. We are now facing a verse which puts disobeying Allah and Rasulallah as a blasphemy. It says, if you turn away your faces from Allah, Allah doesn’t like the deniers of faith. You might say you like Allah, you might say you believe but you say I don’t follow you. What kind of love this would be, I ask you.

You say you love Allah. Allah will ask, do you really love me? Yes. Then love this also. Because I love this. If you answer like, “I love you but I hate what you want me to.” This answer becomes a sign of your indecency, that your love isn’t true. That’ why this verse is the closing of the previous verse, 32 completes the 31 ve reveals the obedience to Allah and Rasul as the sign of love. And now it comes to another concept. How does Allah show compassion to humanity. The next 33rd verse is the explanation of that.

33-) InnAllahestafa Ademe ve Nuhan ve ale Ibrahiyme ve ale imrane alel alemiyn;

The truth is, Allah chose Adam, Noah, Abraham and his descendants, the family of Imran (in their time) over humans and purified them. (A.Hulusi)

Allah did choose Adam and Noah, the family of Abraham, and the family of Ìmrán above all people,- (A.Yusuf Ali)

InnAllahestafa Ademe ve Nuhan ve ale Ibrahiyme ve ale imrane alel alemiyn; Allah did choose Adam and Noah, the family of Abraham, and the family of Imran above the other humans in their era. Pulled them from other humans. Chose them and made them superior.

There are four elements here. Adam, Noah, Abraham’s family and Imran’s family. We take Adam as a specific name. Some may take it as the a general name, we leave that comment as a back up. If we take the name for a unique user, Adam and Noah are people and Abraham and Imran names are used to represent two distinct families. Four elements; two of them are individuals, two of them are families. Interestingly, this makes some calls in our minds.

What are those associations? It is like a summary for mankinds journey through history. Adam is the dawn of mankind. Noah is the morning. Abraham’s family represents the zeval, the moment when the sun is at the steepest point. Imran’s family is the noon time and by that timeline, Muhammad is the afternoon. The concept Vel asr, gains its meaning here. Swear to the afternoon. Innel insane lefi husr without a doubt the humanity is at loss, they are in frustration and defeat.

Yes, dear friends. Adam, Noah, Abraham’s family and Imran’s family. If we take them socialogically, Adam represents the childhood of humanity. Noah is the adolescency. Abraham represents the teenage years and Imran’s family is the young maturity. It’s like a short summary of humanities growing process. And this verse is like a door, opening for an incident which soon will be explained.

These people are chosen, it says, estafa, how can we understand this chosen. Allah chose these people. How had Allah chose Adam? Because choosing means seperating from others. So if Adam was among other people, then it’s fine. But Adam is the first of his kind, a prototype so to speak. So this chosing process isn’t something as a simple pick up among others. This choosing is something else entirely.

How then, this choice might be? This choice is like giving humanity the position of becoming the bearer of the trusted and turn them as the species blessed with the real mindful humanity. It points to the choice of being human. Adam the first of mankind. If we take the name as for one specific person of course. Noah is like a second ancestor for humanity. We might even say the ancestor of all prophets.

Abraham, which is known as the Ebul enbiya. The forefather of all prophets after him. And in both branches. Isaac from one branch which opens the way for sons of Israel and Ismael, the second branch which opens the way for Muhammad. So Abraham is the prophet as the Ebul Enbiya.

Among these names, first three of them had different and unique tests. Very interesting. How? First three of them were tested with blasphemy. Adam had tested with Cain’s blasphemy. Noah had tested with his son Kanaan and his wifes blasphemy. Abraham had tested with his fathers. It’s almost like the phrase; Allah revives the living from the dead. And the last two names of this verse, last two families. One had tested with negative, the fall in the close relatives, the fall of his father. and the second family, the family of Imran had tested with positive dimensions.

Again these two families also have a mutual ground too. Abraham’s family and Imran’s family. Remember Abraham’s family. A family which had tested with the sacrifice of Ismael. Yes. And Imran’s family dedicates Mary to Allah. It’s almost like a similarity. Now we will see this process of dedication.

What is the dedication process? Some may recall this concept from our book of “Story of Dedication.” It’s a book about the deep tafsir of 13 verses including this one. We studied the dedication process within three generation as a 11 stage and examined them with details. That’s why I don’t want to stay on those details because of the time limit. Then again I should mention about this dedication process with at least a small summary.

The reason why there is a dedication process mentioned here is not for Allah presents us a regular story throughout the history. Because Qur’an isn’t a history book. There is deep meaning in this incident of history we observe and it should carry a deep message above time. That meaning is something like this: “Look humanity, where you stuck, you get an example, you see an example. You should pass your obstacles with this example. See how Allah shows His intervention where humanity stuck at one point, so know that Allah may intervene the time you live in. But to get an intervention of Allah for your life, you should also realize and do your responsibilities. If you ask what you should do, what are your responsibilities, these verses will tell them to you.” Moving on.

34-) Zurriyyeten ba’duha min ba’d* vAllahu Semiy’un ‘Aliym;

Descendants from each other, as a single lineage… Allah is the Sami, the Aleem. (A.Hulusi)

Offspring, one of the other: And Allah heareth and knoweth all things. (A.Yusuf Ali)

Zurriyyeten ba’duha min ba’d* They are descendants from each other. What is that mean? This Adam, Abraham and family of Imran are from the same family line. But of course this line isn’t a blood line. It’s a family of that path. There is a descendant from blood and there is a descendant from the path. Otherwise you cannot show a single person who is not a descendant from Adam. It’s an obvious truth. Of course in some sentence where you count Adam, people should come from that bloodline as well. Then this verse should represent a deeper truth. There must be a deeper meaning about this sentence. A truth what should we realize, not something we already know. There is something else.

What is that, then? It’s this; the names counted here are the names of a process from a case where people carry the torch of the ones before him. They are a generation of path. vAllahu Semiy’un ‘Aliym; Allah hears all and knows all.

35-) Iz kaletimraetu imrane Rabbi inniy nezertu leKE ma fiy batniy muharreren fetekabbel minniy* inneKE entes Semiy’ul ‘Aliym;

Recall when Imran’s wife said, “My Rabb, I have unconditionally pledged the child in my womb to You; accept it from me. Certainly You are the Sami, the Aleem.” (A.Hulusi)

Behold! a wife of Ìmrán said: “O my Lord! I do dedicate into Thee what is in my womb for Thy special service: So accept this of me: For Thou hearest and knowest all things.” (A.Yusuf Ali)

Iz kaletimraetu imrane Rabbi inniy nezertu leKE ma fiy batniy muharreren First of all why the last sentence of the previous verse ended with Semiy’un ‘Aliym; It’s almost like that sentence is the flag of the following verses. As in Allah heard these words too. Allah heard these words just like He heard that Imran womans calls. How does Allah hear? Qur’an gives us an example from history.

Iz kaletimraetu imrane the “iz” here represents the time. The time when that Imran woman sad this. In fact when the time adverb is used in arabic language, it requires an answer everytime. From that point of view the translator and the linguistic Ferra said; “The answer of this time adverb is the 33rd verse. How? Let’s give the full meaning and the see how the answer reveal itself.

Iz kaletimraetu imrane Rabbi inniy nezertu leKE ma fiy batniy muharreren fetekabbel minniy Imran’s woman said; “O Rabb I dedicate to you what is in my womb for you with my own free will. fetekabbel minniy Will you accept this from me?” More truly, if we go back to the time adverbs answer; When the Imran woman said she dedicate her unborn child, the baby in her womb for Allah with her free will. Allah then; InnAllahestafa Allah chose Imran’s family alel alemiyn; above the people of their age. This is the answer ad the meaning of it. As in a new process starts like this, like a sentence like this. A sentence of a woman starts an era and end another. A sentence which changes the destiny of earths history. So who is this woman? When did that happen and where?

We should look into the historical records, we should explain some historical fact from the translations so that the background of this event should be understood better. We are at the second half of the previous century BC. The place is Palastine. The city of Beyt-ul lahm as we know it in Palastine. That area. And a family in that area. Imran and his wife. The wifes name isn’t given, why? Because Qur’an doesn’t give unnecessary informations in order to keep the readers focus and to prevent them to lose their focus. It wants us to look at the things it reveals. Not this things behind. If it is indeed necessary to give the name, Qur’an would give it. But the name is irrevelant, it’s not necessary. But what is? The fact that she is a woman. Qur’an points to the fact that she is a woman. The wife of Imran is revealed with this aspect.

Why does Qur’an do this? Because it contains a message for all women. “O women, there’s a great opportunity for you. If you want to give something to Allah, this is a great opportunity, notice it and take this chance.” That’s why there is a family of two. And the leader of this family is Imran. Some may say that Imran is the father of Moses and Aaron and Imran is the father of these two prophets, but what we see here is another Imran from the same bloodline of the previous one. This Imran is someone who lives almost 1800 years after the times of Moses.

This Imran and his wife had a humble family and he was also a son of a prophet and he was a religion expert. He was a temple attendant. Also he was known with his honesty, integrity and takwa, his closeness with Allah. But they had one problem as a family, they had no child. They had a long marriage almost about to end but they were tested by Allah with absence on children.

According to historical events, we know the wife of Imran’s name is Hanne; with the old greek dialect or the pass between aramic and greek language; Anna. Since it passed the arabic language as Anne we prefer the call her with that name. Anne or Hanne; it doesn’t matter. One day Hanne was sitting under a tree and saw a bird carrying food in its beak to its baby. At that time something flows inside, a feeling. She raised her hands to her Rabb and said; “O Rabb, I wish to have a baby like this bird so that I can feed him like it too.”

So intense with that emotion, so dedicated from her heart; the pray passed the barrier of skies and reached the destination. This pray reached directly to its destination. Because it was a pray of honesty. After that she became pregnant. She was old, as was her husband. According to the stories that reached us, after the pregnancy, records shows the death news of her husband. The child, Mary; her destiny is almost the same as the Rasulallah. Her father passed away before the birth.

Anne wanted to thank Allah for giving her such a gift. It was a great blessing. A fruit, after all those years. And Allah accepted her request with just one sentence and gave her a great gift.

So she wished to offer her thanks to Allah but she hadn’t got anything. Or she had everything, doesn’t matter. Because if she had many things but offered her daughter as a thank; it’s a great sacrifice. If she hadn’t got anything, all she had her little daughter and offered her to Allah, still a great offering. Whatever perspective you choose to look, it’s a great sacrifice nonetheless. With that meaning she looked at her belly which hold her one and only child. At that second she used this sentence to show her gratitude to Allah. “O Rabb, I dedicated this child growing in me to you, with my free will, without being under any pressure.”

Muharreren what is the meaning of it muharreren, have two meanings.

1-I dedicated this to you unbound from my ego, my demons, my instincts and my seducing feelings.

Could it be easy? Think about the motherly instincts, could it be that easy? Giving up on your child, delivering her back to the door you take her. You give a piece of your heart, not some stuff from your belongings. It’s something so hard for ego, for instincts, for humans seductive feelings, for herself and yet she did it.

2-Second freedom is about the enviroment. Definitely not that easy. Doing it in an enviroment like that. After all those years Anne reached what she truly wants, think about the advices, thoughts she would get. Someone comes and says;

Don’t be so rash, let her grow a while, raise her. Don’t you have something else to give Allah? You should have your happiness too.” Or some other might come and says;

Dear, Allah blesses others with 3 children, 4 children or 5; let them give their one child. Why should you do it?” Or some other piece of advice.

Does Allah need your child?” Examples might by replicated. But with all that pressure, she did this anyway.

Imran’s woman, why not by her name, why Imran’s woman, we mentioned this above because it holds a message for all woman, pointing her motherhood. fetekabbel minniy She dedicated. Of course there should be a proper way to dedicate something. She dedicated the one thing that she held dear. Not something from her stuff, something from her life she dedicated.

We may fall into the falsehood like this. Our ego might takes over and says; “If we commit something, we do it like this, we dedicate like a boss.” But she didn’t say that. What did she say then? “Will you accept this from me, my Allah?” She vailed and hesitated about if Allah would accept her dedication. “I wonder if my offering would be accepted by Allah. I wonder Allah accepts my gift.” That was her reason of panic. She didn’t fall into an ego trip and thought something like “I made my offering, it’s up to you to accept or deny it.” No. She vailed and humbly asked “Will you accept this gift from me, my Allah?” fetekabbel minniy..!

inneKE entes Semiy’ul ‘Aliym; Because my Allah, you are Semiy; you hear all things. You hear the screams coming from my heart and you are Aliym, you know everything; so you know my situation, my position. You know that I dedicated this baby to you with my most clean intentions. I don’t have a reason for negotiation, my Allah. That’s why; will you accept this gift from me? I didn’t do this just because to show off to other people. You know my intentions to their full depths.

36-) Felemma vedaatha kalet Rabbi inniy veda’tuha unsa* vAllahu a’lemu Bi ma vedaat* ve leysez zekeru kel unsa* ve inniy semmeytuha Meryeme ve inniy u’iyzuha BIKE ve zurriyyeteha minesheytanirraciym;

And when she delivered (the child who she thought would be a boy) she said, “My Rabb, I have delivered a girl.” Allah knew the female was not like the male (that a female could not perform in the same way as a male). “I have named her Mary. I seek protection from You for her and her lineage against the Satan, the expelled.” (A.Hulusi)

When she was delivered, she said: “O my Lord! Behold! I am delivered of a female child!”- and Allah knew best what she brought forth- “And no wise is the male like the female. I have named her Mary, and I commend her and her offspring to Thy protection from Satan, the Rejected.” (A.Yusuf Ali)

Felemma vedaatha kalet Rabbi inniy veda’tuha unsa Then she delivered her baby. Anne delivered her child and said; “O my Rabb, I have delivered a girl.” She was waiting for a boy, since those days only male children were dedicated to Allah’s temples and worshipping grounds. Only they were suitable for such sacrifice. Only boys were given to temples as a sacrifice and temples were raising them as Allah’s men, all scholars on the way of Allah. They were giving their lives and times to the cause of Allah.

That’s why she waited for a boy. Traditions were pushing her too. Because those days, patriarch traditions were in the lands, there was a roman culture. I remind you that they were in Palastine, which was ruled by Roman governors, under the rule of Rome, a country which invaded their culture, their lands and their hearts.

So in those lands, when Anne delivered her child and saw that she was a girl. She said; “O Rabb.” Ashamed like she was guilty, like she had a decision about the gender of her child. “I have delivered a girl.” she said.

vAllahu a’lemu Bi ma vedaat Right now the speech passes to Allah. As in the actor of the speech Allah already knew what she delivered. And continues. ve leysez zekeru kel unsa and Allah knew that a famale is not like a male. There is a meaning about this here. The meaning I choose to deliver. If the baby was a boy and not a girl like she wanted, there wouldn’t be a Mary, there wouldn’t be a mother of Jesus. How should she know, how could Anne knew better. That’s why she thought a boy would be better. But Allah knows the best. That’s why there is this sentence here. A comment under parantheses.

ve inniy semmeytuha Meryem and the speech goes back to Anne again; the sentence, the verse continues with her words; “I named her Mary.” ve inniy u’iyzuha BIKE ve zurriyyeteha minesheytanirraciym; Not only I just give her that name; “I have named her Mary. I seek protection from You for her and her lineage against the Satan, the expelled.” she said.

Here is a great advice. Anne shows us an examplary attitude. The mother of Mary, great Anne. What was she saying; how was this an example? Because she demonstrated that the education of a child starts in the womb and she seeked the way of educating her child by the smartest way possible, educating her with Allah. What can possible be better than education of Allah? The smartest path possible; isn’t that the best way, educating a child with Allah?

That’s why Anne, the mother of Mary, opened that door, pushed it wide open and delivered her to Allah. From the evil of Satan. Because that is an evil she cannot handle. If she gets hungry, she can be fed, if thirsty, she can be quenched. If she gets dirty, she can be cleaned. But what can possible be done to protect her from the evils of Satan? You can only deliver her to Allah. Anne was a mother so bright to know this fact. Not just thinking about the well-being of her child, she also thought the soul of her. That’s why she entrusted her childs souls to Allah, so to speak.

37-) Fetekabbeleha Rabbuha Bi kabulin hasenin ve enbeteha nebaten hasenen ve keffeleha Zekeriyya* kullema dehale aleyha Zekeriyyel mihrabe, vecede indeha rizka* kale ya Meryemu enna leki haza* kalet huve min indillah* innAllahe yerzuku men yeshau Bi gayri hisab;

So her Rabb accepted her with cordiality and raised her like a precious flower. He put her in Zachariah’s care. Every time Zachariah came to the temple he found her with new food. He asked her, “O Mary, where is this from?” Mary replied, “It is from Allah” (As a result of His grace it reached her through His servants). Indeed, Allah gives life sustenance (provision) to whom He wills, as He wills. (A.Hulusi)

Right graciously did her Lord accept her: He made her grow in purity and beauty: To the care of Zakariya was she assigned. Every time that he entered (her) chamber to see her, He found her supplied with sustenance. He said: “O Mary! Whence (comes) this to you?” She said: “From Allah. for Allah provides sustenance to whom He pleases without measure.” (A.Yusuf Ali)

Fetekabbeleha Rabbuha Bi kabulin hasenin So; an offering presented with such a beautiful attitude, a sacrifice so sincere; how do you think Allah accepted this gift? This verse gives you the answer for your question. Her Rabb accepted it with graciously. Bi kabulin hasen a gracious accept. A beautiful accept.

How can an acceptance be bad? It might be something like this; think about yourself bringing a small gift to a great authority. If he says something like; “Yeah, yeah, OK. Drop it behind the door and leave.” This is a bad acceptance. Because he doesn’t need that gift already. The door you present your gift is a great door and he doesn’t need anything from you. He has many but he accepts anyway just that you don’t feel bad. He might shoo you with an egoist and arrogant attitude. “Leave it and go away.” He might even kick you out and take your gift to his lessers and say; “Get these things to some other poors.” Those are all bad acceptances.But how does Allah accept? With a gracious way. And what does Allah do if He accepts your offerings with grace?

ve enbeteha nebaten hasenen and raised her like a flower. A flower. ve keffeleha Zekeriyya When Allah raises a flower, He chooses a gardener, a guardian worthy of that flower. He chooses a prophet named Zachariah as her gardener. And that’s how Allah did it, gave Mary the prophet Zachariah as a guardian.

kullema dehale aleyha Zekeriyyel mihrabe, vecede indeha rizka Every time that he entered (her) chamber to see her, He found her supplied with sustenance. Her chamber was the mihrab; a small room on the high floors reached by a ladder, you might still see rooms like that in some temples today. It’s like a cell where people dedicate their entire lives for Allah and worshipping. So whenever Zachariah entered her chamber, He found her supplied with sustenance.

Kale He asked; ya Meryemu enna leki haza O Mary, where do these come from?

Kalet Mary answered huve min indillah Those are from my Allah.

innAllahe yerzuku men yeshau Bi gayri hisab; and she continued “for Allah provides sustenance to whom He pleases without measure.”

We don’t know what those sustenances were. There is no explanataion in Qur’an or any other reliable hadith about what were those or where they came from, even there are many unreliable rumors about them. That’s why we have no evidence about those sustenances are something supernatural or extraordinary. And what we read in other translations are not based on strong evidences but also unreliable stories as well. What’s why when we read about those sustenances, we should think about how Allah has treated a gift presented to Him; not about the nature of those sustenances Allah sent to Mary in that era. We may see the evidences backing or thoughts in history too.

In that era, there was a great famine on those lands. Everyone was dying of hunger. The historical events also shows us that the famine was so intense, Zachariah had no power to look after Mary. And through that times, Zachariah entrusted Mary to his uncles son Joseph. He wanted Joseph to take care of Mary for a while. Since his financials were better at that time.

Because of famine, there were lots of mass deaths were happening in the area. But Mary was never be hungry. That’s why whenever Zachariah came to see Mary to check up on her, he saw foods near her, even there were no people have food in that famine times.

The message of this verse is about that. Allah looks after the things He has been gifted with. Allah looks after the offerings He has recieved.

38-) Hunalike de’a Zekeriyya Rabbehu, kale Rabbi heb liy min ledunKE zurriyyeten tayyibeten, inneKE Semiy’ud du’a’;

Thereupon Zachariah prayed to his Rabb, “My Rabb, grant me from Your ladun (the potential of the Names comprising my essence) a pure offspring. You are certainly the hearer of my prayer (perceiver of my introspection). (A.Hulusi)

There did Zakariya pray to his Lord, saying: “O my Lord! Grant unto me from Thee a progeny that is pure: for Thou art He that heareth prayer!” (A.Yusuf Ali)

Hunalike de’a Zekeriyya Here, the situation changes and the topic passes to another one. But it’s still interesting that it passes from Mary to Zachariah. I will explain the irony in a bit. Let’s continue.

Hunalike de’a Zekeriyya At the same point, at the same time Zachariah prayed to his Rabb. Why? Because Zachariah also had no child. Zachariah is a relative of Mary. According to the historical records with certain details; Mary’s mother and Zachariach’s wife are sisters. That’s why he is Mary’s aunt’s husband. There might be another relations but it is certain that Zachariah and Mary are related. And Zachariah had no child.

And when Zachariah saw the blessing Allah bestowed upon Mary, he opened his hands to pray for his Rabb with that feeling deep from his heart and he said; kale Rabbi heb liy min ledunKE zurriyyeten tayyibeten, inneKE Semiy’ud du’a’; “O Rabb, grant me a generation from your floor, grant unto me a progeny that is pure.” Almost like Mary when he saw her situation inneKE Semiy’ud du’a’ for You are the one who hear all prayers!”

39-) FenadethulMelaiketu ve huve kaimun yusalliy fiyl mihrabi, ennAllahe yubeshiruke Bi Yahya musaddikan Bi Kelimetin minAllahi ve seyyiden ve hasuran ve Nebiyyen minassalihiyn;

So when in the temple he was in a state of introspection with his Rabb, the angels said to him, “Allah gives you tidings of John, confirming a word (B-kalimah) from Allah (Jesus, the word of Allah, the manifestation of specific forces) and sayyid (the master/chief of forces) and chaste (in control of his ego), a righteous Nabi (living the Truth in his essence). (A.Hulusi)

While he was standing in prayer in the chamber, the angels called unto him: “Allah doth give thee glad tidings of Yahyá, (John)witnessing the truth of a Word from Allah, and (be besides) noble, chaste, and a prophet,- of the (goodly) company of the righteous.” (A.Yusuf Ali)

FenadethulMelaiketu What a sincere pray he had done, hulMelaike represents both time and space. It means, at the time, at that area. As in, when he saw Mary had been watched and guarded by Allah like that, a feeling surrounds him and right at that moment he made a prayer and also at that moment his prays were answered. An answer came to his call, his invitation.

FenadethulMelaiketu ve huve kaimun yusalliy fiyl mihrabi, While he was standing in prayer, standing for introspection in the chamber, angels called unto him ennAllahe yubeshiruke Bi Yahya “Allah has give you good tidings of John.” musaddikan Bi Kelimetin minAllahi witnessing the truth of a Word from Allah ve seyyiden ve hasuran ve Nebiyyen minassalihiyn; and he will be noble, chaste, and a prophet,- of the goodly company of the righteous. As in what you are hailed with good tidings of a boy much higher that you expected.

As you know John, also known as Prophet John. The one we see as “John the Baptist” in Bible. As a deep note, we also see Mary’s fathers name as Amran in Bible too.

40-) Kale Rabbi enna yekunu liy gulamun ve kad beleganiyel kiberu vemraetiy akir* kale kezalikAllahu yef’alu ma yesha’;

He said, “My Rabb, how can I have a son! I have reached old age and my wife is barren!” He said, “That may be (your case)… But Allah does as He wills!” (A.Hulusi)

He said: “O my Lord! How shall I have a son, seeing I am very old, and my wife is barren?” “Thus,” was the answer, “Doth Allah accomplish what He willeth.” (A.Yusuf Ali)

Kale Zachariah asked; Rabbi enna yekunu liy gulamun “My Rabb, how can I have a child, how can I have a son?”

Now we should ask this question, shouldn’t we? Back then weren’t you the one who want a child? Than why do you ask now how can you have one? There is a difference, and that difference is this. Back then he had made that pray with love, now he ask this question with mind. The previous words had come from love. Now they come from logic. His perception was in faith now he turns to logic. That’s the dimensions of the difference between faith perspective and logic perspective. When his sight was with faith he raised is hands to his Rabb. If he had looked at the situation with logic, he couldn’t do that. He did pray because he thought with love, he felt the love. John was a present for his love. But now he turns to logic.

People come back and forth like a pendulum between love and logic. The real deal is to balance them. Combine them. Making a connection between them. Doesn’t mind a connection already? Yes. That’s why now he turns back from loves world to body’s world. He comes from hearts eternal horizons to materials limited world and asks. He asked “How can I have a son?”

ve kad beleganiyel kiberu vemraetiy akir* I have reached old age and my wife is barren! How then I can have a son?” kale kezalik I don’t say Allah answered because lots of translator explained this kale with Allah’s answer, we just use FenadethulMelaike expression. That’s why I believe the kale here goes to angels. So angels answered kezalikAllah I’m giving the meaning according to Zemahsheri’s choice; “That’s how Allah is.” Zemahsheri saw this sentence as a name sentence and combined them. “That’s how Allah is.” yef’alu ma yesha’; Allah does as He wills! Allah is like that. If Allah wills something, it comes to life, simple is that.

41-) Kale Rabbic’al liy ayeten, kale ayetuke ella tukellimen Nase selasete eyyamin illa ramzen, vezkur Rabbeke kesiyran ve sebbih Bil ashiyyi vel ibkar;

He (Zachariah) said, “My Rabb, grant me a sign”. He said, “Your sign is that you will not be able to speak to people for three days except by gestures; so remember your Rabb much and experience the greatness of His glory in the morning and the evening.” (A.Hulusi)

He said: “O my Lord! Give me a Sign!” “Thy Sign,” was the answer, “Shall be that thou shalt speak to no man for three days but with signals. Then celebrate the praises of thy Lord again and again, and glorify Him in the evening and in the morning.” (A.Yusuf Ali)

Kale Rabbic’al liy ayeten The world of mind, the world of logic continues for Zachariah. His heart hadn’t settled yet. His logic was still rioting. Now he wanted proof. He said; Kale Rabbic’al liy ayeten “My Rabb, show me a sign.” kale ayetuke ella tukellimen Nase selasete eyyamin illa ramzen The kale here also refers to angels. Because the Rabb of all worlds was delivering His messages via angels. “Your sign is that you will not be able to speak to people for three days except by gestures.” Unable to speak and communicate only with signs. This action is called the silence fasting. It has another name as “Zachariah’s fasting.”

vezkur Rabbeke kesiyran ve sebbih Bil ashiyyi vel ibkar While in that time period, celebrate the praises of your Rabb again and again, and glorify Him in the evening and in the morning. Two distinct orders within the same sentence. Praise and glorify. Zikhr and tespih. This is the evidence of the different natures of zhikr and tespih. Because; Ihtilaf-ul Esma Yadullu ala ihtilaf-ul mana different names means different meanings. So if these two concepts come seperately in a sentence, that means zhikr isn’t tespih and tespih isn’t zhikr. Then zhikr here means focus on Allah, worry about Allah only. And tespih here means carry Allah on your tongue. Mention Allah always with every piece you got, including your tongue.

42-) Ve iz kaletil Melaiketu ya Meryemu innAllahestafaki ve tahhereki vastafaki ala nisail alemiyn;

And recall when the angels said to Mary, “O Mary, indeed Allah has purified (enabled you to experience your essence) and chosen you. He cleansed you (from the filth of duality) and chose you above all the women in the world (of your time)!” (A.Hulusi)

Behold! the angels said: “O Mary! Allah hath chosen thee and purified thee- chosen thee above the women of all nations. (A.Yusuf Ali)

Ve iz kaletil Melaiketu The current is cut again and another topic comes back. It almost readies us to a comparison. Look, this was the Zachariah’s condition, now let’s see Mary’s condition and changes the set. Ve iz kaletil Melaiketu ya Meryemu innAllahestafaki ve tahhereki vastafaki ala nisail alemiyn; And recall when the angels said to Mary, “O Mary, indeed Allah has chosen you. Allah has purified you and chose you above all the women in the world. As in Allah chose you above all women of your era, your time, your age you live in.

43-) Ya Meryemuknutiy li Rabbiki vescudiy verke’iy ma’ar raki’iyn;

“O Mary, be obedient to your Rabb (live in awe), prostrate (experience your inexistence in the sight of Allah’s existence) and bow with those who bow (feel and acknowledge the Names that are manifest in your being).” (A.Hulusi)

“O Mary! worship thy Lord devoutly: Prostrate thyself, and bow down (in prayer) with those who bow down.” (A.Yusuf Ali)

Ya Meryemuknutiy li Rabbiki vescudiy verke’iy ma’ar raki’iyn “O Mary; worship your Rabb devoutly: Prostrate yourself, and bow down with those who bow down.” Why? Because your body will be the topic of a holy birth. You should be ready for it. You will carry a good herald in the future. You should build a spiritual preparation for it. You should be stocking patience, resistance. You should stock faith because you will feel great pain. You will be the target of them. Because you will be a mother to an incredible birth. That’s why you should prepare yourself for that event, event that will be the turning point of the human history. So prepare yourself to that amazing event by worshipping your Rabb devoutly, prostrate and bow down with those who bow down.

44-) Zalike min enbail gaybi nuhiyhi ileyk* ve ma kunte ledeyhim iz yulkune aklamehum eyyuhum yekfulu Meryem* ve ma kunte ledeyhim iz yahtesimun;

This knowledge is what we reveal of the unknown to you. And you were not with them when they drew lots as to which of them should be Mary’s guardian. And you were not there when they were disputing with one another (regarding this). (A.Hulusi)

This is part of the tidings of the things unseen, which We reveal unto thee (O Messenger.) by inspiration: Thou wast not with them when they cast lots with pens (or arrows), as to which of them should be charged with the care of Mary: Nor wast thou with them when they disputed (the point). (A.Yusuf Ali)

Zalike min enbail gaybi nuhiyhi ileyk Right at this moment Qur’an carries the story to the reality of time and informs the reader by quoting. Qur’an says here; This is the knowledge we have given to you, knowledge that cannot be reached by humans mind without having the unknown. Because these informations, details of some of the things that had happened are not written in Bible. They are nowhere to be found. That’s why these information can only be coming from Allah to humanity.

ve ma kunte ledeyhim iz yulkune aklamehum eyyuhum yekfulu Meryem You were not with them when they drew lots as to which of them should be Mary’s guardian. They did draw lots. When Anne had brought Mary to the temple, when she had presented her offering; the attendants of temple, the monks must decided about her guardian. Because they had a great respect for Imran, the husband of Anne. That’s why they were in a race for taking care of the amazing child, the old Imran’s daughter. They drew lots and the lot came to Zachariah. This is the news about that event. ve ma kunte ledeyhim iz yahtesimun And you were not there when they were disputing with one another about who should take her, who should raise her.

45-) Iz kaletil Melaiketu ya Meryemu innAllahe yubeshiruki Bi Kelimetin minHU, ismuhul Mesiyhu ‘Iysebnu Meryeme veciyhen fid dunya vel ahireti ve minel mukarrebiyn;

When the angels said to Mary, “Allah gives tidings of a word from Him (B-kalimah; a servant to manifest His attributes) His name is the Messiah, Jesus, son of Mary. He is honored in this world (exalted in dignity) and the eternal life to come and is of the muqarriboon (lives in a state of qurbiyyah [manifests Names that are very specific to Allah due to his state of closeness] and an instrument for miracles).” (A.Hulusi)

Behold! the angels said: “O Mary! Allah giveth thee glad tidings of a Word from Him: his name will be Christ Jesus, the son of Mary, held in honor in this world and the Hereafter and of (the company of) those nearest to Allah.” (A.Yusuf Ali)

Iz kaletil Melaiketu ya Meryemu innAllahe yubeshiruki Bi Kelimetin minHU, ismuhul Mesiyhu ‘Iysebnu Meryeme Again angels said; “O Mary; Allah gives you the glad tidings of a word from Him.” What is this word? Why here Jesus is called a word? The meaning of it is this. Everything touch a person and leave a feeling by eyes, ears or any other senses and changes his perception is called a word. This “word” word may be famous for just audible uses but every single thing manages to leave a mark in heart or percieve by eyes is also called a word.

Even Gavl in Qur’an means speech. Gale equals to speech. And word is a speech too. But if you ask what is the difference between these two; Ibn Cinni published this difference in his book el-Hasa’is. He took the “Ga” “Ve” and “Le” roots and made six different combinations with these three letters. By the end of the process all words reached the same conclusion. Subtle and speeches which cannot reach the human mind.

But the word Kale comes from the root of hurting. Also have 6 different combinations; ke-le-me, me-le-ke, le-ke-me, me-ke-le and two others. One of them isn’t used, in the category of muhmel but the other five of them have the same common meaning in them. Sharp and strong. Truth that can shake a human. That’s why the word. As in whatever the Qur’an means to us, the body of Jesus has the same effect. The reaching point of Jesus in Islam (or Muhammed Law in that sense) is Qur’an. Not Bible. Bible isn’t the match of Jesus in Qur’an’s law. What is it then? The Prophet Jesus himself. He is like a single word that carries the entire law. He is like a word came down like Qur’an.

Iz kaletil Melaiketu ya Meryemu innAllahe yubeshiruki Bi Kelimetin minHU Angels said; “O Mary; Allah gives you the glad tidings of a word from Him.” ismuhul Mesiyhu ‘Iysebnu Meryeme His name is Messiah. The Jesus Messiah, son of Mary. Messiah means this; there was a tradition for old kings back then, old kings were covered in oil when they were about to get the throne. When a new king was about to take the crown, he was oiled. Baptism came from that tradition is a sense. Why? ‘Iysebnu Meryem Because it came as a response to a patriachal culture, a man centered tradition; a prophet which is called and mentioned with the name of her mother. Jesus, son of Mary. In that moment, Allah opposed a patriarchal culture like that.

veciyhen fid dunya vel ahireti ve minel mukarrebiyn; “His name will be held in honor in this world and the Hereafter and of those nearest to Allah.” Veciyhen a honorable person And he will be close to Allah both in this world and the afterlife. Those words are for the prophet Jesus.

46-) Ve yukellimun Nase fiyl mehdi ve kehlen ve mines salihiyn;

“He will speak to the people in the cradle and in maturity. He is of the righteous.” (A.Hulusi)

“He shall speak to the people in childhood and in maturity. And he shall be (of the company) of the righteous.” (A.Yusuf Ali)

Ve yukellimun Nase fiyl mehdi ve kehlen ve mines salihiyn; He will speak to the people in the cradle and in maturity. Of course, this is the sign of Jesus, explaining the truth in very young age like a fully grown man. This verse wants us to take notice of it.

47-) Kalet Rabbi enna yekunu liy veledun ve lem yemsesniy besher* kale kezalikillahu yahluku ma yesha’* iza kada emren feinnema yekulu lehu kun feyekun;

(Mary) asked, “My Rabb, how can I have a child when no man has touched me?” He said, “Just like that! Allah creates what He wills! When He decrees a matter, He only says ‘BE’ and it is.” (A.Hulusi)

She said: “O my Lord! How shall I have a son when no man hath touched me?” He said: “Even so; Allah createth what He willeth: When He hath decreed a plan, He but saith to it, ‘Be,’ and it is!” (A.Yusuf Ali)

Kalet Rabbi enna yekunu liy veledun She’s asking like Zachariah did. She asked; “My Rabb. How can I have a child?” ve lem yemsesniy besher* “Not a man has touched me.” kale kezalikillahu Allah is like that. yahluku ma yesha’*Allah creates what He wills. iza kada emren feinnema yekulu lehu kun feyekun; When Allah decrees a matter, he says “Be” and it is.

48-) Ve yuallimuhul Kitabe vel Hikmete vet Tevrate vel Inciyl;

He will teach (program – embed into existence) the Book (the knowledge of reality), Wisdom (the operation mechanism of the system and order formed by the Names of Allah in the worlds), the Torah (revelation – the knowledge revealed to Moses) and the Bible (the reality revealed as good news). (A.Hulusi)

“And Allah will teach him the Book and Wisdom, the Torah and the Gospel,” (A.Yusuf Ali)

Ve yuallimuhul Kitabe And the speech turns again. Making a small notice of Allah’s creating process, the speech comes back to the real message. Ve yuallimuhul Kitabe And Allah will teach him the Book. Not just the Book. vel Hikmete And Allah will teach him the Wisdom. Allah will teach him how to turn this knowledge into life. vet Tevrate vel İnciyl; Allah will also teach him the Tora and the Gospel.

49-) Ve Rasulen ila beni israiyle enniy kad ci’tukum Bi ayetin min Rabbikum, enniy ahluku lekum minet tiyni kehey’etit tayri feenfuhu fiyhi feyekunu tayran Bi iznillah* ve ubriul ekmehe vel ebrasa ve uhyil mevta Bi iznillah* ve unebbiukum Bi ma te’kulune ve ma teddehirune fiy buyutikum* inne fiy zalike le ayeten lekum in kuntum mu’miniyn;

And He will send him as a Rasul to the children of Israel. (He) will say, “Indeed I have come to you from your Rabb bearing His signs in my essence. I will create out of clay a form of a bird for you and breathe into it (activate the forces of the Names within it) and it will become a bird with the permission of Allah (B-iznillah; with the will of Allah’s Names to manifest in that particular form). I heal the blind and the leper, and give life to the dead with the permission of Allah (B-iznillah; in congruity with the forces of the Names comprising their essence). I also inform you (as Allah informs me) of what you eat and store in your houses. There is (an important) sign in this (regarding the power of your Rabb) for you, if you believe. (A.Hulusi)

“And (appoint him) as a messenger to the Children of Israel, (with this message): “‘I have come to you, with a Sign from your Lord, in that I make for you out of clay, as it were, the figure of a bird, and breathe into it, and it becomes a bird by Allah’s leave: And I heal those born blind, and the lepers, and I bring the dead into life, by Allah’s leave; and I declare to you what ye eat, and what ye store in your houses. Surely therein is a Sign for you if ye did believe; (A.Yusuf Ali)

Ve Rasulen ila beni israiyle enniy kad ci’tukum Bi ayetin min Rabbikum, Again Allah will appoint him as a messenger to the Children of Israel, enniy Like this. kad ci’tukum Bi ayetin min Rabbikum, “I bring you a message from your Rabb.” he will say.enniy ahluku lekum minet tiyni Out of clay, I will make you a figure of a bird. kehey’etit tayri feenfuhu fiyhi and I will breathe to it. feyekunu tayran Bi iznillah* And with Allah’s permission, it becomes a real bird. ve ubriul ekmehe vel ebrasa I have healed blinds and lepers ve uhyil mevta Bi iznillah* With Allah’s permission I have brought dead back to life. ve unebbiukum Bi ma te’kulune ve ma teddehirune With the things you stocked in your houses fiy buyutikum* What you eat and stocked in your houses, I declare them to you. inne fiy zalike le ayeten lekum in kuntum mu’miniyn; Surely therein is a Sign for you if you really believe;

He said this. With all the things we read, it’s possible to take them both literally and figuratively. If we take the making bird as literal, it means it is a miracle given to Jesus. But if we take it as figuratively; there are many uses of the word tayr (bird) in Qur’an. And most of them as different meanings. For example in the Nisa Chapter many verses included this word have the meaning of destiny.

Also several verses like this one, comes with the meanings of luck, fortune and destiny; 4-5 spots in Qur’an. Two possible meanings come out in that sense. “Within your destinies, I will change the course of history.” and “I am a great fortune in your lives.” Both meanings are possible and meaningful.

[Additional Info: Allah had showed His strenght of creating human from clay and breathing his soul via His worshipper and prophet Jesus; by showing them entirely without nothing hold back; the sons of Israel still didn’t show faith and claim that all of the miracles as magic. Even a situation uncomprehensable like a miracle should be chosen to call magic; it’s highly obvious that the entire happening happened literally and in that sense shouldn’t be taken as figuratively.
Back in the days the eyes which had seen the situation called the entire thing a magic trick; todays reader of the same verses couldn’t keep themselves to call it never happened and must be taken figuratively. Qur’an doesn’t need some rental methods to describe what really happened and if we want to understand this book with our best, we should take the resurrection incident made by Jesus as literal just like the creation of Adam. ALLAH CC. KNOWS THE VERY BEST. (Ismail Hakki) ]

But here we should talk about a truth like this, Zachariah had asked for a sign. Mary didn’t. This is the difference of Mary’s submission. Because if you submit yourself to Allah completely, then you only raise your hands for this truth and say; “If it is, so it shall be, O Rabb.” In that sense, I only wish for us to have a sincere submission like Mary’s submission.

Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.
Esselamu aleykum.


ESMA DERSLERİ (11-1) 3 – er RAB

$
0
0

Rab

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi. Düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Amin, amin, amin.

Aziz kardeşlerim bugün esma dersimizin 11. sini inşaAllah yapacağız. Rabbim esma dersinin sonunu görmeyi bize nasip etsin de, esmanın sonunu göremeyiz. Esma, sonu olmayan bir derya. Onun için esma bizde hep tecelli etmeli. Tecellisinin sonu gelmemeli ve onun için inşaAllah bugün bilgisini aldığımız esmanın bundan sonra da hayatın içinde ki karşılığını almalıyız. Hayatımızda bir meyveye dönüşmeli esma. Esmanın tecelliyatı bizde amele dönüşmeli. O zaman Allah gören gözümüz, işiten kulağımız, tutan elimiz, yürüyen ayağımız olur. Olur mu? Olurum diyor. Diyorsa olur. Efendimizin haberinden anlıyoruz olurum dediğini. On un için biz bu dua ile açalım inşaAllah.

Geçen dersimizde Rabb isminin lügavi çerçevesini çizmeye çalışmıştık. Ra be be kökünün hangi vurgulara sahip olduğunu işlemiştik. Nazari çerçeveyi de ele almıştık yani teorik çerçeveyi. Kur’an i çerçeveyi de ele almış ve Rabb isminin Kur’an da nasıl, ne şekilde geçtiği üzerinde durmuştuk ve en güzel tariflerinin de şu ayetler olduğunu Tâhâ/ 49-50 ayetleri olduğunu söylemiş ve o ayetler üzerinde vurgu yapmıştık.

“BismillahirRahmanirRahıym”

Kale femen Rabbuküma ya Musa; siz ikinizin Rabbi kim ey Musa? Kale Rabbunelleziy a’ta külle şey’in halkahu sümme heda; (Tâhâ/49-50) Rabbimiz demişti Musa öyle bir Rabb ki her şeye yaratılış amacını yükledi, yaratılış istikametini verdi her şeyin bünyesine “Mâ hulika leh” ini, yaratılış amacını yükledi potansiyel olarak, sümme heda, sonra ne yaptı o potansiyeli kendin gerçekleştir diye getirdi terbiyesinin başlangıç noktasına koydu ve onu gerçekleştirecek bir yöne yöneltti. Sümme heda.

Evet, ayeti kerimesinde Rabb isminin harika bir tanıma kavuştuğunu zikretmiştim ve misaller de vermiştim. Sivrisinek misali sanırım aklınızda kalmış olmalı, şimdi Rabb ismi başlığının altında Kur’an da en çok kullanılan bir ara başlığa geliyoruz. ALEMLERİN RABBİ. RABBÜL ALEMİYN.

Alemlerin rabbi Kur’an da kullanıldığı her yerde, -42 kez geçiyor bu- alemiyn muzafına izafe edilen tek isim Rabb ismi. Başka hiçbir isim alemiyn ile izafe terkibine girmiyor, isim tamlaması olarak gelmiyor. Alemiyn ile izafet terkibine tamlamaya giren esma içinde sadece Rabb ismi.

Bu tesadüf olamaz. İşte bunun hikmetleri üzerinde durmamız gerekiyor ama önce müfredata bakalım yani terkibimizi oluşturan birimlere bakalım.

Alemiyn ne demek? Alem; kullanıyoruz Türkçemize geçmiş bu varlık süperinin tamamını ifade eden bir kelime. Hatta alemler diyoruz, 18.000 alem meşhurdur. Aslında bu kesretten kinayedir alemlerin sayısını hiç saymadık, bilmiyoruz. Sayabilir miyiz? Tahmin etmiyorum sayamayız. Allah’ın alemlerinin sayısını ancak Allah bilir. Fakat alem ‘ilm ile de akraba, aynı kökten. Belki bilinebilir olmasından dolayı öyle denmiş olabilir. ‘Alem bayrak demektir. Malumat; bilinen şeyler, alim bilen.

Alemiyn kelimesi muhtemelen Arapça değil benim tahminim bu. Çünkü eğer Arapça olsaydı kelimenin kökeni ‘alemiyn çoğulu ‘Alemiyn gelmezdi, çünkü kurallı çoğul böyle gelmez. Onun için eğer böyle gelmişse o zaman kökünün yabancı olması lazım. Yabancı da çok yabancı değil Arap dil ailesi aslında ait olduğu aile Samî dil ailesidir. Samî dil ailesi içerisinde İbranice var, Süryanice var, Keldanice var, Asurice var, Aramice var ve daha başka diğer diller de var. Bu diller birbirlerini etkilemişler ki kökenleri aynı , aynı Samî dil ailesine mensupturlar. Dolayısıyla birbirine kelime almış vermişler, kız almış vermiş kabileler gibi Birbirinden kelime almış, birbirine kelime vermişler. Onun için ‘alaim gelebilirdi, gelmesi lazımdı ama ‘alemiyn gelmiş. Onun için kökeni Süryanice veya Aramice olabilir ‘olem olduğu tahmin ediliyor ‘olem kelimesi o da zaman, zamanın parçası veya uzun zaman, hududu olmayan zaman manalarına geliyor.

Alemler ne demek? Alemlerin Rabbi, Rabbül alemiyn. Burada nasıl anlayacağız. Kur’an da alemler 2 manada kullanılıyor. Bir bütün varlık manasında, bir de kendi zamanı, kendi türü kendi mekânıyla sınırlı bütün unsurlar manasında. Yani öyle çok kapsamlı olmadığı anlamlar da var. mesela örnek vereyim Hz. Meryem’in seçilişi innAllâhestafaki ve tahhereki vastafaki alâ nisail alemiyn. (A.İmran/42) Allah diyor seni seçti, seni tertemiz etti temizledi ve seni alemler içerisinden seçti. Hz. Meryem’in alemler içinden seçilmesi alâ nisail alemiyn veya alemlerin kadınları üzerine seçti, içinden seçti.

Ne demek bu Hz. Meryem’in alemlerin kadınları içinden seçilmesi bütün zamanlar içinde ki kadınların içinden seçilmeyi mi ifade eder, yoksa kendi zamanının tüm kadınlarından seçilmeyi mi ifade eder. Bu mühim bir sual, yani bir şeyin doğrusunu bulacağız ki doğru anlayalım. Eğer tüm zamanlarda ki kadınların en üstünü olarak seçti manasına gelecekse o zaman bakıyoruz Allah’ın alemler içinden seçtiği başkaları da çıkıyor, hatta Allah Resulünden gelen bir hadis var bu konuda.

Hadiste efendimiz; efdalü nisai ehlil cenneh. Cennet ehli kadınların en erdemlileri işte sayıyor; Hatice, Fatıma, Asiye ve Meryem Hatice Binti Huveylid, Fatıma binti Muhammed, Meryem binti İmran, Asiye Binti Müzahim diye sayıyor. O zaman tüm dünya kadınlarının içinden en eftali Meryem seçilseydi eğer Allah resulü Meryem’in hizasına diğer 3 hanımı da dizmezdi. Demek ki alemiyn burada kendi yaşadığı zamanın kadınlarına delalet eder.

A. İmran/33. ayette de geçiyor, orada Allah’ın Adem’i seçtiği ifade buyruluyor. Allah Adem’i seçti; İnnAllahestafa Ademe ve Nuhan ve âle İbrahiyme ve âle ımrane alel âlemiyn. (A.İmran/33) Allah Adem’i seçti, Nuh’u seçti, İbrahim ailesini seçti, İmran ailesini seçti. Adem’i biliyoruz insanlığın sembol atası. Niye Nuh seçiliyor, peygamber çok, niye bunlar sayılıyor? Seçim için kendi dışında başkaları da olması lazım. Yani seçmekten söz etmemiz için alternatiflerin olması lazım.

Adem’in seçimi ne demek o zaman? Eğer Adem’in seçimi peygamber seçimi ile alakalı olsaydı arkasına bir de Nuh’u anmazdı. Değil, Eğer Nuh’u anmışsa tüm peygamberleri anması lazım. O zaman sadece peygamber seçimi değil, bu ikisi ile bir şey başlamış, bu ikisi arketip, prototip. Adem neyin Prototipi insanlığın prototipi. Peki Adem’i neyin içinden seçmiş? Rabbimiz seçtik diyor. Allah seçti İnnAllahestafa Ademe Allah Adem’i seçti. seçmek için dedim ya eş değerde veya ona yakın değerde başka alternatifler olması lazım. Demek ki Adem’i kendine benzer diğer unsurlar içinden seçti. O zaman BEŞER yani canlı varlıklar içinden beşeri seçti, seçince Adem oldu. Beşere ruh üflendi, ruh üflenince akıl ve irade de verildi Adem oldu.

Onu anladık, peki Nuh? Kur’an da Resuller sayılırken ilk Nuh sayılır. Nuh ile başlatılır Resullerin sayımı. Onun için Adem’in Resul olmasından söz edemeyiz Resul olması için öncelikle tebliğ edeceği bir topluluk olacak. Tebliğ etmek içinde sapan bir topluluk olacak. Dolayısıyla Hz. Nuh ile başlaması gayet doğal. Kur’an da ki sayımların ve Hz. Nuh ile de risalet başladı onu da sayıyor.

Peki İbrahim ile ne başladı? İbrahim İmanın babasıdır Hz. İbrahim ile başlayan artık modellerin bireyden aileye geçmesidir. İlginç değil mi İbrahim’e beytin yaptırılması. Aileyi temsil eden nedir? Ev. Eve doğru namaz kılıyorsunuz haberiniz var mı. Kıblenizin merkezinde bir ev var adı Beytullah, Allah’ın evi. Ama Allah içinde oturmuyor çünkü Allah herhangi bir evin içinde oturmaz. Peki ne evi o? Sizin eviniz. Beytül insan, Beytül nas’tır o. Peki niye eve doğru dönüyorsunuz? Merkezinizde ev var, aile var, aileyi merkeze alın. Evin etrafını dolaşıyorsunuz yani evi koruyorsunuz, korumakla emr olunuyorsunuz. Evi muhafaza ederseniz evin rabbi sizden memnun olacak, beytin Rabbi sizden memnun olacak.

Onun için Hz. İbrahim’le artık aile modeli ortaya konuluyor. Onun içindir ki Hacer’in hayatını orada görüyorsunuz, İsmail’in hayatını orada görüyorsunuz, bir aile modeli olarak görüyorsunuz. Önümüzde ki günlerde yaşayacağınız kurban ibadeti aslında bu ailenin ortaya koyduğu bir modeldir ve Kurban ibadetinin en ihmal edilen unsuru hayvandır. Maalesef günümüz Müslüman’ı kurban ibadetini hayvana endekslemiştir. Oysa kurban olan hayvan değildir, kurban olan insandır. İnsan kesilerek kurban olmaz, onun için hayvan kesilmiştir. Hayvan kesilir, insan kurban olur. Hayvan yenir, dağıtılır, paylaşılır, eti insana gider, fakat eti Allah’a gitmez Allah’a ulaşmaz.

            Len yenalAllâhe lühumüha ve lâ dimauha ve lâkin yenalühüt takva minküm. (Hac/37) sizin takvanız Allah’a ulaşır. Yani kurban olan sizsiniz hayvan değildir. Hayvanı kesin yiyin, siz kurban olun. Kurban olmak için yaşamak lazım. Allah’a kurbiyyet yaşanarak olur. Çünkü yaklaşacaksınız takvanız salih amelinizin içinden gönderdiğiniz bir şeydir. Salih amelde bulunmanız içinde hayatın içinde olmanız lazım. İsmail yaşaması lazım ki kurban olsun. Onun için koç İsmail’in yerine kurban olmadı, Koç kendi yerine öldü. İsmail’in yerine ölseydi İsmail’in ölümsüz olması lazımdı. İsmail gene öldü. O ebedileşmedi. Herkes kendi yerine kurban olur. Dolayısıyla hayvanın kurbanı kesilerek, insanın kurbanı ise Allah’a kurbiyyet kesp ederek yani takva ile olur.

O nedenle ikabe teorileri ile kurban izah edilemez. Onun yerine o geldi de koç İsmail’in yerine kesildi de..! Ne yapacağız şimdi? O zaman Koçun rabbi mi, koçun rabbi de insanın rabbi ve bu hadisenin kendisi insanla alakalı etle alakalı değil, deriyle alakalı değil.

Aziz kardeşlerim İbrahim ailesinin seçilmesi, beytin onlar eliyle yapılması, evin hayatın merkezine alınmasıdır. Evi, aileyi hayatın merkezine alın.

Peki İmran ailesinin seçilmesi? İmran ailesi aslında İbrahim ailesinin izini izleyerek 3 kuşakta adayış sürecini, yani Allah’a adanmış bir hayat nasıl oluru bize örnekleyen, modelleyen muhteşem bir modeldir İmran ailesi. Kimlerden oluşuyor? İmran’ın kadını Hanne, onun kızı Meryem, onun oğlu, İsa. Şuna bakın. Bu muhteşem örnek üzerinden Kur’an A. İmran suresinde, kısmen Meryem suresinde anlatıldığı gibi bu muhteşem örnek üzerinden Allah’a nasıl kurban olunur. Koyun kesilerek, insan adanarak, onu söylüyor.

İz kaletimraetü ımrane Rabbi inniy nezertü leKE ma fiy batniy muharreren fetekabbel minniy. (A.İmran/35) Hani İmran’ın kadını demişti ki ya Rabbi, henüz doğmamış, doğurmamış olduğum şu karnımda ki yavrumu sana adıyorum fetekabbel minniy, benden kabul et Allah’ım ve öyle başlamıştı bu süreç. Yani malından değil canından verdi, adadı.

Evet, seçmek dedik değil mi A.İmran/33. ayetinden gidiyoruz hala. Allah Adem’i seçti, Nuh’u seçti, İbrahim ailesini seçti, İmran ailesini seçti. İki aile, iki birey. Dolayısıyla bu seçim yine kendi türü içerisinden seçimdir bunu görüyoruz. Zaten eğer ‘alel alemiyn, ayet öyle bitiyor;

İnnAllahestafa Ademe ve Nuhan ve âle İbrahiyme ve âle ımrane alel âlemiyn. (A.İmran/33) alemler içinden seçti. eğer alemler içinden seçilen aile tek olsaydı o zaman tüm insanlık içinden seçilmiş derdik. Ama iki aile var iki ayrı zamanda yaşamışlar. Demek ki bu seçimler hep kendi çağlarıyla, kendi zamanlarıyla sınırlı olan seçimlerdir. Bize de örnek tabii ki.

            Yine En’am/84-86. ayetlerinde İsmail’i, El Yesai, Yunus’u, Lût’u da seçtik diyor ve biz onlardan her birini alemlere üstün kıldık diyor. Yani alemlere üstün kıldık derken burada ki alemler yine tüm insanlık değil, kendi alemleri, kendi yaşadıkları alem.

Bu aslında neyi gösteriyor, şunu gösteriyor olmasın bu8 çağın içinden Allah’ın seçtikleri de olmamalı mı. Kendi alemimizde Rabbimin seçtikleri arasına karışmak için onların yolunu izleyin. Allah Hatice’yi seçti, Fatıma’yı seçti, Meryem’i seçti, Asiye’yi seçti. Haticeyi ve Fatımayı seçtiğini Kur’an da söylemedi, ama Allah resulü seçtiği Meryem üzerinden Hatice’yi kıyasladı ve on u da seçtiği kanaatine vardı.

O zaman seçimler tombaladan çıkmıyor nasıl seçti. Asiye’yi nasıl seçti, Asiye’yi seçtiği için mi Asiye oldu, Asiye, Asiye olduğu için mi seçildi. Haydi buyur nasıl diyebilirsiniz ki seçtiği için Asiye oldu.

Hayır, ben sana saray yaptıracağım diye söz vermişti, adına saray yaptıracağım. Düşünün koca imparatorluğun prensesi. Kocası imparator, Firavun. Diyor ki; Dile benden ne dilersen, tek inkâr et. Belki yaptıracağım diye vaad ettiği şey; sen ölürsen eğer sana en büyük piramidi yaptıracağım diye de anlayabiliriz. Orada ki beyti öyle de anlayabiliriz, yani tapınakların hepsi de zımnen beyttir. Dolayısıyla en büyük piramidi sana yaptıracağım demiş olabilir.

Asiye ne dedi; Ya Rabbi senin katında olan bunun katındakinden hayırlıdır, bana sen kendi katından bir saray inşa et. Evet, ve necciniy min fir’avne ve ‘amelihi ve necciniy minelkavmizzâlimiyn. (Tahriym/11) beni firavunun zulmünden kurtar, firavundan kurtar ve onun amelinden kurtar.

Firavundan kurtar, bir de amelinden kurtar diyor. Sadece firavundan kurtarma, firavunluktan da kurtar diyor. Firavunun ameli firavunluktur. Firavunlar ölür ama firavunluk yaşar. Onun için onun amelinden de kurtar. Yani burada zımnen söylemek istediği şu; Ya Rabbi beni firavundan kurtarman yetmez, benim içimde firavunluk ta olmasın. Allahuekber. Bu bir bilinçtir, işte böyle bir şey, böyle seçilir, seçilmek biraz da budur.

İnsanlar çocuklar için kullanılır değil mi, çocuk seçildi derler. Yani akranları içerisinde zekasıyla, boyuyla, şunuyla bunuyla eğer öne çıkmışsa seçildi kelimesi kullanılır. Türkçe de de böyle kullanılır. Dolayısıyla insan ameliyle seçilir.

Hatice ameliyle seçilmiştir. Yüklü bir servet kalmışti önce vefat eden iki kocasından. Efendimiz 3. eşidir Hz. Hatice’nin. Dolayısıyla onlardan kalan serveti de ticarette niyabet yoluyla işletti. Kendisi doğrudan ticaret yapmadı ama, ticaret yapanların sermayesin e kattı, efendimizle olan ilişkisi de öyle başladı, ticari ortaklık şeklinde başladı.

Ne oldu peki, nasıl seçildi? Allah resulü ilk vahyin izlerini aldığında kendi nübüvvetine henüz iman etmemişti ki Hatice onun nübüvvetine iman etsin. Sana gelen Ruh-ul Kuds tür diyen Varaka’dan önce Ya Muhammed sen yoksulu doyurursun, yetimi gözetirsin, sılayı rahme ihtimam gösterirsin la yehzikallahu ebeden Ya Muhammed. Allah seni ebeden mahcup etmez ey Muhammed. Yani bu sana gelen cin, peri, şeytan şu bu değil, yani Allah seni mahcup etmez ey Muhammed demişti değil mi.

İşte Hz. Hatice’nin imtihanı orada başladı ve her imtihanını da alın akıyla verdi, yüz akıyla verdi. Öyle demler yaşandı ki bu zengin dul hanım 7. yıla gelindiğinde sıfırı tüketti, tüm servetini Kur’an yolunda harcadı. Bir kezinde Cebrail vasıtasıyla Rabbi Hatice’ye selam gönderdi Ya ResulAllah deyince. Hatice de kim oluyor ki Allah’ın selâmını hak etmiş diyecektir. Allah Resulü o vefat ettikten sonra onun hatırasını hiç unutmamış, o aziz iman kadınının, iman anasının hatırasını hiç unutmamış, fetih günü Mekke fethedildiğinde evine çağıran yüzlerce mü’min kendisine hayranlıkla misafir etmeye bekleyen kapısında binlerce insan, kendi ata ocaklarının yerlerinde evler olduğu halde çadırını nereye kurdurmuştu biliyor musunuz? Hatice’nin kabrinin üstüne. Bu bir vefadır. Ben bu vefanın sadece eski eşe gösterilmiş bir vefa olduğu kanaatinde değilim. Bu vefa Hatice’ye gösterilmişti, bu vefa seçilmişe gösterilmişti.

Fatıma da Muhammed’in kızı olduğu için seçilmiş olduğu kanaatini taşımıyorum. Yoksa Muhammed’in kızı Fatıma’dan ibaret değil, diğerlerini de sayardı. Ümmü Gülsüm derdi, Zeynep derdi, Rukıyye derdi. Demedi ama, onlarda güzel insanlardı, güzel müminelerdi. Fakat Fatıma dedi. nesiyle seçildi Fatıma? Babasının anası Ümmü ebihe babasının anası olmak kolay mı? O acıya katlanmak kolay mı? Fatıma olmak kolay mı. Benim başıma gelenler gündüzlerin başına gelseydi, kararır gece olurdu diyordu Fatıma.

Ne geldi acaba? Tahmin edebiliyor musunuz, gözünüzün önünde dünyalar güzeli babanızın üzerine atılan tükürüklere, taşlara, ayağının altına döşenen dikenlere, sırtına konulan işkembelerine şahit olacaksınız. Binbir türlü hakarete şahit olacaksınız ve o sadece rızai bari derken, sadece Allah’ın rızasını gözetirken siz yer yüzünün yükünü, ıstırabını, hüznünü sırtlanacaksınız gün görmeyeceksiniz, dem sürmeyeceksiniz. Sırf Allah babanızı peygamber olarak seçti diye siz anasız kalacaksınız, yavrusuz kalacaksınız, aç susuz kalacaksınız, uykusuz kalacaksınız, konforsuz kalacaksınız, en askari ihtiyaçlarınız bile giderilmeyecek. Değil mi ki onun kızısınız o zaman siz model olmalısınız, model olacaksınız.

İşte böyle, dolayısıyla seçilmek acaba seçildiği için mi öyle oldu, öyle olduğu için mi seçildi. Ben Rabbimizin tombaladan çekmeyeceğine iman etmişim. Mutlaka sebebi var ortada mutlaka hak edişle ilgili bir sebep var ve bu seçimin devam ettiğinin en güzel delili de efendimizin okuyuşu değil mi. Eğer Meryem’in yanına Hatice’yi ve Fatıma’yı koyuyorsa, bunu Kur’an koymadı, vahiy koymadı ama efendimiz koyuyor, Kur’an ı okuyan efendimiz koyuyor. Kur’an ı içinden, yüreğinden okuyan.

O zaman bizimde efendimiz gibi okumamız gerekmiyor mu. O zaman biz de kendi çağımızın seçilmişlerini tebcil edelim, onları el üstünde tutalım. Eğer o hizmetlerin arkasına gidenler varsa, yiğitler varsa onları selamlayalım, onları da kendi çağlarının seçilmişleri bilelim, biz de seçilmeye çalışalım, Ya Rabbi beni de seç diyelim. Ne sakıncası var? Kontenjanın ne olduğunu biliyor musunuz ki dolup dolmadığını bilesiniz.

Dolayısıyla Ya Rabbi beni de onlara kat diyelim. Her kızın ufkunda Fatıma olmalı, Fatıma’nı ufkunda Meryem vardı çünkü. Meryem’in ufkunda Asiye vardı. Her kızın ufkunda Fatıma olmalı. Her annenin ufkunda Hatice olmalı öyle değil mi. Her evladın ufkunda İsmail, her babanın ufkunda İbrahim olmalı. Her hamile annenin ufkun da Hanne olmalı, her bebeğin ufkunda Meryem olmalı, İsa olmalı. Dolayısıyla görüyorsunuz ufkumuzda neyin olacağını da Kur’an çizmiş bu manada. Alemiyn ne demekti oradan gidiyorduk, nerelere geldik Allah aşkına,

Peki ya Hz. Peygamber, öyle değil mi Rabbimiz onu alemlere rahmet olarak seçmiş, ..rahmeten lil ‘alemiyn. (Enbiya/107) Peki bu alemler hangi alemler?

1 – Kendinden sonra peygamber gelmeyeceğine göre.

2 – İkincisi bütün insanlığa peygamber seçildiği için.

3 – Kendinden sonra kıyamete kadar gelecek insanlar içinden seçilmiş olduğu için.

Peki bu seçilmeye bu ‘alemiyn e bazılarının verdiği anlamı vererek ite tüm yıldızlar, güneşler, aylar tüm varlık diye baka bilir miyiz? Böyle bakanlar demek ki ta 1. nesil içinde bile olmuş. Olmuş olmasına da İbn. Abbas onlara, hem de azarlarcasına pe4ygamber melekleri ve hayvanları uyarmak için gönderilmedi, aklınızı başınıza alın demişti. Yani “Alemiyn in içine bütün bu alemi, alemlerin tamamını katmanın alemi yok, çünkü bu alemlere meleklerde dahil, hayvanlarda dahil, diğer cisimlerde dahil, gök cisimleri de dahil, varlığın tamamı dahil peygamber onları da uyarmak için gönderilmedi. Uyardığı kimse ona rahmettir.

Demek ki uyarılmayan peygamberin gönderiliş rahmetinden pay almıyor demektir. O zaman her mü’min peygamberin gönderiliş rahmetinden pay alıyor demektir. Buradan bu da çıkıyor eyvallah..!

Fakat gelelim Rabb ismine. Rabb ismine izafe edildiği tüm bağlamlarda alemler ne manaya gelir? Hiç tereddütsüz bütün bir varlık anlamına gelir istisnasız bütün bir varlık. Mesela; El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn. (Fatiha/1) Fatihayı her okuyuşta okuduğumuz ayet. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun..

Biz ne demiş oluyoruz? Aslında Şuârâ24. ayeti bunu açıyor. O göklerin yerin ve ve bunlar arasında ki her şeyin Rabbidir. Demek ki gökler yer ve bunlar arasında ki her şey işin içine dahil olduğu zaman tüm varlık işin içine dahildir. O zaman Rabbül ‘alemiyn dediğimizde bütün bir varlığın Rabbi aklımıza gelecek, Kur’an ın açılımı ve tefsiri bu. Kur’an da gökler ver kalıbı her bir varlığı kapsıyor çünkü.

Kuşkusuz sizin Rabbiniz gökleri ve yeri 6 aşamada yaratan ve sınırsız güç ve kudret makamına kurulan Allah’tır. O dur gündüzü aralıksız kovalayan geceyle örten, güneşi ayı ve yıldızları emrine amade kılan O’dur. Bakın, yalnız O’na aittir yaratılış ve mutlak emir. Alemlerin Rabbi Allah en yüce, en ulvi bereket kaynağıdır. ‘Araf/54. ayetinin meali bu. Dolayısıyla bütün bir varlığın Rabbi, alemlerin Rabbi dediğimizde aklım ıza gelen tek şey bu olacak. Yani yaşın ve kurunun, canlı ve cansızın, hareketli ve hareketsizin ne varsa varlık içinde, hatta varlığın ve yokluğun, -Yokluk diye bir şey var mı onu bilmiyorum çünkü aklım ermiyor yokluğun varlığına- Dolayısıyla akla ne geliyorsa ve gelmiyorsa, varlığını bilmediğimiz varlıklarında Rabbi O’dur. Alemlerin Rabbi denildiğinde bu aklımıza gelir.

Alemleri oluşturan her bir unsur üzerinde rububiyyetin tecellisi aynı mıdır? Değildir, asla değildir. Akıllı varlıklar üzerinde ki rububiyyet tecellisi ile, akılsız varlıklar üzerinde ki rububiyyet tecellisi aynı değildir. Şuurlu varlıklar üzerinde ki rububiyyet tecellisi ile şuursuz varlıklar üzerinde ki rububiyyet tecellisi aynı değildir. Mesela hayvanlar ve insanlar arasında ki rububiyyet tecellisi aynı değildir. Bitkilerle hayvanlar arasında ki rububiyyet tecellisi de aynı değildir. Madenler le bitkiler arasında ki rububiyyet tecellisi de aynı değildir. Yine madenlerin kendi içerisinde elmasa rububiyyet tecellisi ile demire rububiyyet tecellisi aynı değildir. Aynı olmadığı için elmas atomunun dizilişi ile demir atomunun dizilişi farklıdır. Hatta bu atomlar niye b öyle dizilmiştir diye sorarsanız rububiyyet öyle tecelli ettiği için öyle olmuştur. Yani demir olduğu için öyle tecelli etmemiştir, öyle tec elli ettiği için demir olmuştur. Allahuekber..!

Tesadüf yok ki, onun için demirin atom zinciriyle bakırın atom zinciri, pirincin atom zinciri, elmasın atom zinciri, zebercedin atom zinciri, gümüşün atom zinciri; neden öyle oluşmuştur, neden gümüş olmuştur onun kimliği, neden altın olmuştur onun kimliği, ona altın ol emrini kim vermiştir? Tecelli böyle etmiştir o altın olmuştur. Dolayısıyla varlığa tecellisi farklıdır.

Lahanaya tecellisi farklıdır, onun rububiyyet tecellisi farklıdır. havuca tecellisi ise ondan farklıdır. Bakarsınız maydanoza tecellisi farklıdır, tere ye tecellisi farklıdır. Farklı olduğu için farklı türler oluşmuştur. Rububiyyet tecellisi o kadar çeşitlidir ki, bu çeşitliliğe insanın aklı fikri ermez. O nedenle Rububiyyet tecellisi her varlıkta aynı değildir dedik. Hatta rububiyyet tecellisi aynı varlığın bireyleri arasında da aynı değildir. Bir insan türünü oluşturuyoruz, kardeşimiz ile diğer kardeşimiz arasında ki rububiyyet tecellisi de aynı değildir.

Maverdi, çok ilginç sonuçlar çıkarır insan anatomisinden yola çıkarak insan davranışlarını tahlil insan davranışlarını tahlil eder. Mesela der insanoğlunda öd kesesinde bulunması gereken öd ün bir dengeli hali var. Ama her insanda öd aynı gramajda bulunmaz. Bazı insanlarda yapısal olarak öd kesesinde ki öd fazla olur bazı insanlarda az olur der. Az olursa sakin olur, çok olursa haşarat olur, dengeli olursa o insan dengeli olur der. Çok olursa çok hareketli olur der.

Yani o insana rububiyyetin tecellisi farklıdır. Yani, Ömer’in Ömer olması, Ebu Bekir’in Ebu Bekir olması aslında rububiyyetin tecellisidir. Fakat her Ömer olabilecek potansiyel de olan Ömer olmaz. Ömer’i terbiye ederseniz harika bir kahraman çıkarırsınız değil mi. Ama terbiye etmezseniz bir gaddar çıkarırsınız. Ebu Bekir’i terbiye ederseniz dünyanın en munis, en haliym seliym, en güzel ahlaklı insanını çıkarırsınız, sıddyk insanını, sadık insanını, ama terbiye etmezseniz hımbıl ve pimpirik birini çıkarırsınız. Yani rububiyyetin tecellisi öyle etmişte terbiyeyi sürdüreceksiniz. Rububiyyetinin fiili olan tarafını tamamlayacaksınız. Dolayısıyla her varlıkta rububiyyet tecelli eder.

ve HUve Rabbü külli şey’in. (En’am/164) O her şeyin rabbidir. Yetmez mi. O; benimde senin de rabbi. Taşında Rabbi midir? Vallahi öyledir. Suyun da Rabbi midir? Vallahi öyledir. Bakınız iki su birbirine benzemez, iki toprak birbirine benzemez, hepsine toprak dersiniz. Gidin 1 km. bu taraftan toprak alın tahlil ettirin, 1 km öbür taraftan alın tahlil ettirin bakalım tahlil sonuçları aynı çıkıyor mu. Allah toprağın içine kimlik vermiş, biz o kimliği göremiyoruz toprak diyoruz. Gördüğümüz yerde de killi toprak, humuslu toprak, kumlu toprak falan diyoruz. Ama göremediğimiz yerde de var.

Allah görüyor toprağa bile kimlik vermiş. Taşa kimlik vermiş, yağan her bir kar tanesine kimlik vermiş, her bir yağmur damlasına kimlik vermiş. O manda Rabbül Alemiyndir O. Her bir yağm ur tanesine kimlik veren Rabbe hamd olsun. Her bir kar tanesine kimlik veren Rabbe hamd olsun. O kar tanesinin büyütülmüş halini gördünüz mü? O ne muhteşem bir desen öyle, o ne muhteşem bire sanat öyle. Biraz sonra eriyip gidecek ya Rabbi, niye bu kadar özendin? Özenmediğim şey mi var be kulum, gelişi güzel yaptığım bir şey gösterebilir misiniz, gelişi güzel yarattığım bir şey gösterebilir misiniz siz bana Rabbül Alemiyn olarak. Salla gitsin dediğim bir şeyi var mı benim? Haşa. Dolayısıyla Rabb budur işte.

Size çok daha fazla özendim ama bakın ben size özendim de siz kendinize özenmiyorsunuz, siz kendinizi harcıyorsunuz. Ben sizin sizi harcamanıza razı değilim, siz kendinizi harcamaya nasıl razı oluyorsunuz. Dolayısıyla Rabbül ‘Alemiyn in rububiyyetini bilmekle olur bu. Onun için terbiye üzerine titremek Rabbin rububiyyetini bilmekle mümkindir. Ne kadar farkına varırsak rububiyyetin şuuruna varırsak, terbiye üzerinde de o kadar dururuz. Rabbin rububiyyetinin değerini de o kadar anlarız. Onun için Rabbin Rabblığını demek ki ne kadar fark edersek terbiyenin değerini de o kadar fark edeceğiz, budur bu görünüyor.

Kâinatta madde ve enerjinin birbirine geçiş kanunları onun rububiyyet tecellisidir. O’nun rububiyyetinin tecellisi gazdan sıvıya, sıvıdan katıya, katıdan sıvıya, sıvıdan gaza, katıdan enerjiye geçişlere bakın değil mi. Bunların her birinin yasası var ve bu yasa çerçevesinde varlık deveran ediyor. Ama tesadüf yok.

Bunların sadece yasaları yok, bu yasaları kendi içine koymuş. Formülünü yazmış ve içine koymuş varlığın. O formüle göre olmak zorunda. Allah koyduğu formülün hakimidir, mahkumu değil, o ayrı. Ama koymuşsa içine artık o eşya ona boyun eğer. Musahhar kılınmıştır bitti, Rabbin rububiyyetine boyun eğmiştir. fekale leha ve lil Ardı’tiya tav’an ev kerha* kaleta eteyna tai’ıyn. (Fussilet/11) yeri ve göğü yarattı ve bu ikisine seslendi dedi ki ister isteyerek gelin ister istemeyerek. Onlar da dediler ki isteyerek geldik. Bunu hâl dili ile de demiş olabilirler ille kal diliyle demek zorunda değiller böyle anlamak zorunda da değiliz bu mecaz da olabilir. Ama her halükârda bunun iş’ar ettiği hakikat bellidir varlık aslında konuşur, varlık Allah’ın emrini duyar. Duymak için bir kulağa ihtiyaç yok her zaman. Varlığa verilen emir de sözle verilmemiştir zaten . Dolayısıyla işitme de kulakla olacak değildir. Yani varlık Allah’ın emrine amadedir bu manada.

Bir kg. maddenin içine yer yüzünü birkaç kez dağıtacak, param parça edecek enerjiyi kim sığdırdı. Alın elin ize 1 kg. lık kaya, taş dersiniz. O enerjinin katı halidir. Onu enerjiye dönüştürecek olsanız yer yüzün ü birkaç kez bombardıman edecek bir enerji elde edersiniz.

Bu enerjiyi bunun içine kim soktu, hangi yasayla soktu, hangi sıfatla soktu? Rabb sıfatıyla soktu. Evet, o zaman şu kâinatta ki kütlelerin tümünün enerjisini bir hesap edebilir misiniz? 1 Kg. maddenin içerisine yer yüzünü patlatacak bir enerji sığdırmışsa eğer, şu kâinatta ki maddelerin içine ne kadar enerji sığdırmıştır sizce.

Peki bunu da patlatmaya Kâdir midir? Yaratmaya Kâdir olanın patlatmaya Kâdir olmaması düşünülebilir mi. Peki patlarsa nereyi patlatacak? Kâinattan öte patlayacak kâinatlar mı var. Bilmiyoruz ki, ne diyebiliriz ki..!

Bir tek şey diyebiliriz: ElhamdülillahiRabbil’alemiyn..! Allahuekber..! Başka söylenecek bir şey yok. (Devam edecek)


Viewing all 327 articles
Browse latest View live