Quantcast
Channel: KURAN MEAL TEFSİR (DERLEME)
Viewing all 327 articles
Browse latest View live

ESMA DERSLERİ – 5 – ER RAHÎM (A)

$
0
0

331             “Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

ALLAH’IN RAHÎM İSMİNİN ANLAMI:

Allah’ın Rahîm ismi özel bir sıfattır. Allah’ın mü’min kullarına olan merhametini ifade eder. O, dünya hayatını Allah’ın rızasına göre değerlendiren, şükreden ve isyan etmeyen mü’min kullarına özel bir rahmetle davranacaktır.

Rahîm sıfatı daha çok mü’min kullar hakkında gerçekleşecektir. Bu sıfat aynı zamanda geniş bir merhamet ve rahmet manasını da taşımaktadır. Allah hem merhametlidir, hem de kullarına yardım eder, onları korur ve nimetlerini onların üzerine yayar.

Rahîm; bütün övgülere layık olandır. (Fatiha/3)

Rahîm; tevbeleri kabul edendir. (Bakara/37)

Rahîm; kulların yaptıklarını zayi etmeyip karşılığını verendir. (Bakara/143)

Rahîm; kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. (Bakara/163)

Rahîm; zorda kaldığı için haram işleyen kullarını affedendir. (Bakara/173)

Rahîm; fitneden vazgeçen kullarını bağışlayandır. (Bakara/192)

Rahîm; samimi kullarının ibadetlerindeki eksiklikleri tam kabul edendir. (Bakara/199)

Rahîm; iman edip hicret eden ve Allah yolunda cihat eden kullarına merhamet edendir. (Bakara/218)

Rahîm; kadınlarına haksızlık yapıp, sonra vazgeçenleri bağışlayandır.

Rahîm; peygambere tabi olanları affeden ve onlara acıyandır. (Ali İmran/31)

Rahîm; küfürden sonra iman edip durumlarını düzeltenleri affedendir. (Ali İmran/89)

Rahîm; affedilmek isteyenleri affeden, cezalandırılmak için gayret edeni de cezalandırandır. (Ali İmran/129)

Rahîm; namuslu yaşayanları affeden ve onlara merhamet edendir. (Nisa/25)

Rahîm; yeryüzünde fesat çıkarıp sonra da tevbe eden kimseleri bağışlayandır. (Maide/34)

Rahîm; hırsızlık yapan, sonra da tevbe edenleri affedendir. (Maide/39)

Rahîm; Allah üçün üçüncüsüdür diyerek şirk koşan, sonra da pişmanlık içinde Allah’a yönelen Hıristiyanları bağışlayandır. (Maide/73-74)

Rahîm; Kâbe’yi insanların diriliş, ayaklanma ve huzura duruş merkezi yapandır. (Maide/97)

Rahîm; bilmeden kötülük yapıp sonra tevbe eden ve durumunu düzeltenleri bağışlayandır. (En’am/54)

Rahîm; insanları yeryüzünün halifeleri kılan, bir kısmını bir kısmına denemek için üstün kılandır. (En‟am/165)

Rahîm; savaşta elde edilen ganimetleri helal kılarak kullarına acıyandır. (Enfal/69)

Rahîm; müşriklerden tevbe edip namazı kılan ve zekât verenleri bağışlayandır. (Tevbe/5)

Rahîm; zayıf, hasta ve fakirliğinden dolayı Allah yolunda savaşa katılamayan, ama Allah’a ve Resulüne karşı samimi olanları affedendir. (Tevbe/91)

Rahîm; Allah’a ve ahiret gününe iman eden, Allah yolunda harcadıklarını, kendilerini Allah’a yaklaştıran ve Elçinin dualarında anılmalarını sağlayan vesileler olarak görenleri rahmetiyle kuşatandır. (Tevbe/99)

Rahîm; iyi davranışlarını kötü olanlarla karıştırdıktan sonra günahlarının farkında olanları esirgeyen ve bağışlayandır. (Tevbe/102)

Rahîm; sadakaları kabul ederek kullarına merhamet edendir. (Tevbe/104)

Rahîm; Allah yolunda hicret edenlere ve muhacirlere yardım edenlere rahmet kanatlarını gerendir. (Tevbe/117)

Rahîm; tembelliğinden dolayı cihada katılmayan, sonra da Allah’tan başka sığınacak kimse olmadığını anlayanların tevbelerini kabul edendir. (Tevbe/118)

Rahîm; kullarının sıkıntılarını giderendir. (Yunus 107)

Rahîm; peygamberin yanında yer alan kullarını helak olmaktan kurtarandır. (Hud/41)

Rahîm; halis kullarını nefislerinin kötülüklerinden koruyandır. (Yusuf/53)

Rahîm; cennette inananları nahoş duygu ve düşüncelerden arındıran, onları birbirleriyle kardeş olarak mutluluk tahtları üzerine oturtan, onları yorgunluk ve bitkinlikten uzak tutandır. (Hicr/47-49)

Rahîm; evcil hayvanları insanların emrine amade kılandır. (Nahl 5-7)

Rahîm; nimetleri sayılamayacak şekilde çok ve bol olandır. (Nahl 18)

Rahîm; cihad edip sabreden kullarına yardım edendir. (Nahl 110)

Rahîm; denizleri ve gemileri bize boyun eğdirendir. (Hacc/65)

Rahîm; iffetli kadınlara iftira atıp sonra da tevbe edenleri bağışlayandır. (Nur/5)

Rahîm; mü’minler arasında ahlaksızlığın yayılmasından hoşlanıp sonra da tevbe edenleri bağışlayandır. (Nur/20)

Rahîm; akrabaya, muhacirlere ve fakirlere yardım etmeyeceğim diye yemin eden sonra da bu yemininden vazgeçen erdemli kimseleri affedendir. (Nur 22)

Rahîm; zorla fuhuş bataklığına atılanlara merhamet edendir. (Nur/33)

Rahîm; Allah ve Resulünün izin verdiği ölçülere dikkat edenlere rahmet edendir. (Nur/62)

Rahîm; yeryüzünün mucizelerini düşünüp bundan ibret alanları bağışlayandır. (Şu’ârâ/7-9)

Rahîm; Hz. Musa, Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut, Hz. Şuayb‟ın ve beraberindeki inananların kıssalarından ders çıkaranlara acıyandır. (Şu’ârâ(68,104,122,140,159,175)

Rahîm; bir haksızlık yaptıktan sonra kötülüğü iyiliğe çeviren kimseyi esirgeyendir. (Neml/11)

Rahîm; dilediğine yardım edendir. (Rum/5)

Rahîm; toprağa giren ve ondan çıkan her şeyi, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilendir. (Sebe/2)

Rahîm; Kur’an ı indiren, dosdoğru yol üzere olan peygamberimizi gönderendir. (Yasin/2-4)

Rahîm; cennetteki kullarına barış, mutluluk ve esenlik dolu sözlerle ikramda bulunandır. (Yasin/58)

Rahîm; rahmetinden asla ümit kesilmeyendir. (Zümer/53)

Rahîm; Rabbim Allah’tır diyen ve sebatla doğru yolu izleyenleri cennette ağırlayandır. (Fussilet/32)

Rahîm; meleklerin kendisini hamd ile tesbih ettikleri ve yeryüzündekiler için kendisinden bağışlanma diledikleri kimsedir. (Şûra/5)

Rahîm; huzurunda hiç kimsenin arkadaşına yardımı dokunmayacak olandır. (Duhan/41)

Rahîm; peygamberlerle insanlar arasında şahit olarak yeterli olandır. (Ahkaf/8)

Rahîm; peygambere saygısızlık yapıp da tevbe edenleri bağışlayandır. (Hucurat/5)

Rahîm; zan, tecessüs ve gıybetten sakınanlara merhamet edendir. (Hucurat/12)

Rahîm; Allah’a ve Resulüne itaat edenlerin amellerinden hiçbir şey eksiltmeyendir. (Hucurat/14)

Rahîm; korkan ve duâ eden kullarını yakıcı fırtınaların azabından koruyan ve cennetine koyandır. (Tur/28)

Rahîm; Allah’tan korkan ve peygambere iman edenlere rahmetinden iki kat ecir veren, onlara yürüyecekleri bir nur kılan ve onları bağışlayandır. (Hadid/28)

Rahîm; kulları arasında sevgi bağıyla yakınlık oluşturandır. (Mümtehine 7)

Rahîm; peygambere bağlılık taahhüdü içinde bulunan kimselerin günahlarını affeden ve onlara acıyandır. (Mümtehine/12)

Rahîm; Allah’ın haram kıldığını helal kılıp sonra da pişman olanları bağışlayandır. (Tahrim/1)

Rahîm; kendinden bağışlanma isteyenleri bağışlayan rahmet kaynağıdır. (Müzzemmil/20)

Rahîm; insanların batıl yollarla birbirlerinin mallarını yemelerini ve birbirlerini mahvetmelerini yasaklayarak rahmet kanatlarını gerendir. (Nisa/29)

Rahîm; Allah yolunda üstün çaba gösterenlere dereceler veren, onları bağışlayan ve onlara rahmet edendir. (Nisa/96)

Rahîm; Allah yolunda hicret edenlere yeryüzünde birçok rızık yolları ve bereketler bahşedendir. (Nisa/100)

Rahîm; Allah’ın öğrettiğine göre hükmeden, hainlerle tartışmaya girmeyen ve onların bağışlanması için Allah’a duâ edenlere rahmet eden, hatasını anlayan hainleri bağışlayandır. (Nisa/105-106)

Rahîm; kötülük yapıp kendisine zulmettikten sonra affetmesi için Allah’a yalvaranları bağışlayandır. (Nisa/110)

Rahîm; hanımları arasında adaletli davrananlara rahmet kaynağıdır. (Nisa/129)

Rahîm; Allah’a ve elçilerine iman edip onlar arasında hiçbir ayrım yapmayanları bağışlayandır. (Nisa/152)

Rahîm; İnsanların bolluk ve bereketinden rızıklarını aramaları için denizde gemileri yüzdürendir. (İsra/66)

Rahîm; yerin ve göklerin sırlarını bilendir. (Furkan/6)

Rahîm; tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyen kimselerin kötülüklerini iyiliğe değiştirendir. (Furkan/70)

Rahîm; sadakat gösterenleri, sözlerini tutmalarından dolayı ödüllendirip bağışlayandır. (Ahzab 24)

Rahîm; insanlara melekleriyle nimetlerini bahşeden, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaran ve mü’minlere rahmet kaynağı olandır. (Ahzab/43)

Rahîm; peygamberine birçok eş bahşederek merhamet edendir. (Azab/50)

Rahîm; mü’min kadınlara toplum içine çıktıklarında namuslu olarak tanınmaları ve rahatsız edilmemeleri için dış kıyafetlerini üzerlerine almalarını emrederek onlara rahmet edendir. (Ahzab/59)

Rahîm; münafık ve müşrik erkeklere ve kadınlara azap eden ve mü’min erkek ve kadınları da bağışlayandır. (Ahzab/73)

Rahîm; yerin ve göklerin hâkimiyetini elinde bulundurup dilediğini bağışlayan dilediğine de azap edendir. (Fetih/14)

Bütün bu tanımlarda da görüldüğü gibi Allah’ın Rahîm ismi hem dünya hayatını hem de ahiret hayatını kapsamaktadır.

Rahîm ismi Kur’an da 114 kez geçmektedir. 72 yerde Ğafur ismi ile beraber kullanılmaktadır. Bu Allah’ın hem günahları bağışlayıcı olduğunu hem de kullarına merhamet edici olduğunu ifade eder.

“Şüphesiz size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah’tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır. Fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” (Bakara/173)

“De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder.” (Ali İmran/31)

“Ettiği zulümden sonra tevbe edip düzelen kimse, bilsin ki Allah onun tevbesini kabul eder. Allah şüphesiz bağışlayandır, merhametli olandır.” (Maide/39)

Rahîm ismi Kur‟an‟da 9 kez Tevvab ismi ile birlikte zikredilmiştir. Allah, rahmetinden dolayı kullarının tevbelerini kabul eder.

“Âdem, Rabbinden bazı emirler aldı ve onları yerine getirdi. Rabb’i de bunun üzerine tevbesini kabul etti. ġüphesiz o tevbeleri daima kabul edendir, merhametli olandır.” (Bakara 37)

“İbrahim ve İsmail, Kâbe‟nin temellerini yükseltiyordu: “Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur. şüphesiz ki, Sen hem işitir hem bilirsin” “Rabbimiz! ikimizi Sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da Sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur, çünkü tevbeleri daima kabul eden, merhametli olan ancak Sensin.” (Bakara/127-128)

“Bütün genişliğine rağmen yer onlara dar gelerek nefisleri kendilerini sıkıştırıp Allah’tan başka sığınacak kimse olmadığını anlayan, savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de kabul etti. Allah, tevbe ettikleri için onların tevbesini kabul etmiştir. Çünkü O tevbeleri kabul eden, merhametli olandır.” (Tevbe/118)

Rahim ismi Kur’an da 9 kez Raûf ismi ile beraber kullanılır. Allah’ın hem merhametli hem de kullarına karşı yumuşak davrandığı ifade edilir.

“Böylece sizi insanlara şahid ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnektir. Senin yöneldiğin yönü, Peygambere uyanları, cayacaklardan ayırt etmek için kıble yaptık. Doğrusu Allah’ın yola koyduğu kimselerden başkasına bu ağır bir şeydir. Allah ibadetlerinizi boşa çıkaracak değildir. Doğrusu Allah insanlara şefkat gösterir, merhamet eder.” (Bakara/143)

“Andolsun ki, Allah, sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken Peygamber’e uyan Muhacirler ile Ensarın ve Peygamberin tevbelerini kabul etti. Tevbelerini, onlara karşı şefkatli ve merhametli olduğu için kabul etmiştir.” (Tevbe/117)

“Kendi kendinize zor varacağınız memleketlere, yüklerinizi taşırlar. Doğrusu Rabbiniz şefkatlidir, merhametlidir.” (Nahl/7)

Rahim ismi bir ayette Vedûd ismi ile beraber geçmektedir. Allah, kullarına acizliğinden veya korkaklığından dolayı merhamet etmez. Bilakis onlara olan sevgisinden dolayı onlara rahmet eder. Allah hem sever hem de rahmet eder.

Rabbinizden mağfiret dileyin, O’na tevbe edin, doğrusu Rabbim merhamet eder ve çok sever.” (Hud 90)

Rahim ismi bir ayette de el-Berr ismi ile beraber geçmektedir. Allah herhangi bir gücün zorlaması ile kullarına rahmet etmez. İyilik yapma özelliği Allah’ın zatında vardır. Allah’ın rahmeti çok geniş ve çok boyutludur. Bütün insanları ve evreni kapsar. Allah’ın rahmetinde sınır yoktur.

“Doğrusu bundan önce ailemizin yanında bile korku içindeydik. Allah lütfedip bizi kavurucu azaptan korudu. Doğrusu bundan önce de O’na yalvarıyorduk, şüphesiz O, iyilik yapandır, acıyandır” derler.” (Tûr/26-28)

Rahim ismi Kur’an’da 13 kez Aziz ismi ile beraber geçmektedir. Bu beraberlik rasgele değildir. Allah mutlak galiptir. Asla mağlup edilemez. Hem kendisi şereflidir, hem de insanlara şeref verir. Kullara olan merhameti aczi yetinden dolayı değildir. Şereften yoksun olduğu için de merhametli değildir. O, güçlüdür, O’nun gücüne kimse karşı koyamaz. Hem Rahim özelliği hem de Aziz özelliği Allah’tan başka hiçbir kimse de aynı anda bulunamaz.

“Yeryüzüne bakmazlar mı? Orada, bitkilerden nice güzel çiftler yetiştirmişizdir. Şüphesiz bunlarda Allah’ın kudretine işaret vardır, ama çoğu inanmazlar. Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.” (Şuara/7-8-9)

“Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir. Şüphesiz Kuran Alemlerin Rabbinin indirmesidir.” (Şuara/191-192)

“Gökten yere kadar olan bütün işleri Allah düzenler, sonra, işler sizin hesabınıza göre bin yıl kadar tutan bir gün içinde O’na yükselir. O, görülmeyeni de görüleni de bilendir, güçlüdür, merhametlidir.” (Secde/5-6)

Rahim ismi bir kez de Rabb ismiyle beraber geçmektedir. Allah kullarına sadece merhamet etmekle kalmaz. Rabb özelliğiyle, Rabb ismiyle onların hayatına karışır ve müdahale eder. Allah hem yaratır hem de terbiye eder. Evrene ve insan hayatına düzen ve nizam koyar. Emretme ve yasaklama yetkisine sahiptir. Kimseye sormadan, danışmadan karar alma yetkisi vardır. Dilediğini yapar, yaptığından dolayı kimseye hesap vermez. Allah bütün bu özelliğiyle beraber kullarına merhamet eder. Rahmetini onlara dilediği şekilde yayar.

“Doğrusu bugün, cennetlikler eğlenceyle meşguldürler. Onlar ve eşleri gölgeliklerde, tahtlar üzerine yaslanmışlardır. Orada meyveler ve her istedikleri onlarındır. Merhametli olan Rab katından onlara selam vardır.” (Yasin/55-58)

Rahim ismi 6 kez de Rahman ismi ile beraber geçmektedir. Bu birliktelik hem Allah’ın ulûhiyetine hem de rahmetinin sonsuzluğuna işaret eder.

“Ha, Mim. Bu Kitap, merhametli olan Allah katından indirilmedir; bilen bir millet için müjdeci ve uyarıcı olmak üzere Arapça okunarak ayetleri uzun uzun açıklanmıştır. Ama insanların çoğu yüz çevirmiştir, onlar işitmezler de.” (Fussilet/1-4)

“O, görüleni de görülmeyeni de bilen, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır. O, acıyıcı olandır, acıyandır.” (Haşr/22)

“İlahınız bir tek ilahtır. O, merhamet eden, merhametli olandan başka ilah yoktur.” (Bakara/163)

Rahîm ismini Kur’an da bazen marife bazen de nekra olarak görmekteyiz. Tekil ve çoğul kullanımı da vardır. Bu Rahîm isminin hem Allah için hem de insanlar için kullanılabileceğini ifade eder. Nitekim Peygamber (s.a.v) Rahîm sıfatı ile Kur’an’da nitelenmiştir:

“Şüphesiz ki size sizden aziz bir elçi geldi. Zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze titriyor; mü’minlere karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir.” (Tevbe/28)

RAHMAN VE RAHÎM İSİMLERİNİN ARASINDAKİ FARKLAR

1- Rahmân sıkıntı ve ayıpları gideren, Rahîm ise kalpleri ve gizlilikleri aydınlatandır.

2- Rahmân sadece Allah için kullanılırken Rahîm insanlar için de kullanılabilir.

3- Allah dünyanın Rahmân’ın, ahiretin de Rahîm idir. “Ey dünyanın Rahmân ı ahiretin de Rahîm i” şeklindeki dua meşhurdur. (Mu‟cemu‟s-Sağir/Taberani 3/393)

4- Rahmân sadece Allah’a has olan rahmeti ifade eder, Rahîm ise kulların merhametine de işaret eder.

5- Rahmân kullara Kur’an’ı öğreten, Rahîm de Kur’an’a uymakla şeref ve ikramda bulunan.

6- Rahmân, kullardan sadır olması düşünülemeyecek şekilde nimet veren, Rahîm ise kullardan da sadır olması mümkün olacak şekilde nimetlendirendir.

7- Rahmân ismi Rahîm den daha şümullüdür. “Rahmân arşı istiva etti” ayetinde olduğu gibi Allah’ın ilim ve kudretinin genişliğini ifade eden arş ile beraber zikredilmektedir.

8- Rahmân ismi bütün mahlûkatı kuşatırken Rahîm sadece mü’minleri kapsamaktadır.

9- Rahmân, Allah’ın yüce, şerefli, onurlu, görkemli ve ihtişamlı nimetlerini belirtir. Rahîm ise Allah’ın ince, sınırlı ve tafsilatlı nimetlerine delalet eder.

10- Kur’an’da “Rahmân‟ın kulları” ibaresi geçerken “Rahîm‟in kulları” ifadesi yoktur.

11- Rahmân sadece Rahîm ismiyle beraber geçmektedir. Rahîm ismi ise Tevvâb, Azîz, Ğafûr, Raûf, Rabb ve Berr isimleri ile beraber zikredilmektedir.

12- Rahmân genel olarak bütün nimetleriyle bütün yaratıklarına merhamet edendir. Rahîm ise onları hidayete iletmek, onlara lütuflarda bulunmak suretiyle mü’minlere merhametli olandır.

13- Rahmân kendisinden istenildiği zaman verendir. Rahîm ise kendisinden dilekte bulunulmadığı zaman gazaplanandır.

RAHMAN VE RAHÎM İSİMLERİNDEN ÇIKARILACAK DERSLER

Allah’ın rahmetiyle O’nun Rahmân ve Rahîm isimlerini anlamları ile öğrendik. Bu bilginin üzerine bize de bazı görev ve sorumluluklar düşmektedir. Allah bize verdiği ilim nimetini, üzerimizde görmek ister. Allah’ı önce kendimiz rahmet sahibi olarak tanıyacağız. O’nun rahmeti olmadan biz hiçbir şeye sahip olamayız. O’nun nimetlerini saymakla bitiremeyiz. O’nun rahmetiyle yaşıyor, O’na kulluk etmeye çalışıyoruz. O’nun af ve rahmetiyle cennete girmeyi arzuluyoruz. Hiçbir insan O’nun rahmeti olmadan cennete giremeyecektir.

Bütün bu nimetlere karşılık şükreden bir kul olmalıyız. Hayatımızı şükür üzere bina etmeliyiz. Şükür sadece sözle yapılan bir ibadet değildir. Gerçek şükür bedenle, azalarla ve hayatın her alanında O’na kul olarak yapılır. Allah’ın en büyük rahmeti olan Kur’an’ı iyi tanımalıyız. Anlayarak ve üzerinde düşünerek okumalıyız. Hayatımızı bütün yönleriyle Kur’an’a göre düzenlemeliyiz. O’nu diğer insanların da tanıması için çaba harcamalıyız. Öncelikle ana, baba, evlat ve dostlarımızı Kur’an nimetiyle tanıştırmalıyız. İnsanlara Allah’ı tanıtırken öncelikle rahmet sıfatı ile tanıtmalıyız. İnsanlara Allah’ı sevdirmeli, O’nu öcü olarak, cayır cayır yakan, cehenneme atan, cezalandıran ve taş yapan olarak tanıtmamalıyız. Bu konuda Peygamberimizin şu sözünü unutmamalıyız:

“Size gerçek fakihi ( dini kavrayan kimseyi) haber vereyim mi? Gerçek fakih:

1- İnsanları Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmeyen,

2- Onlara, Allah’a isyan hususlarında kolaylık tanımayan,

3- Onları Allah’ın azabından emin kılmayan,

4-Kur’an ı başka kaynaklara meylederek terk etmeyendir. Şüphesiz ki kendisinde ilim olmayan ibadette, kendisinde anlama olmayan ilimde, kendisinde düşünce olmayan okuma da hiçbir hayır yoktur.” (Darimi,Mukaddime)

Kur’an birçok ayette Allah’ın rahmet özelliğini ve bunun insanlar üzerindeki yansımalarını anlatır. Allah’ı bu yönüyle tanıtmamız insanların kalplerini yumuşatacak ve onları Allah’a kulluğa yöneltecektir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’i de hayatı ile hadisleri ile tanımalıyız. O’nu imam ve rehber olarak tanımalı ve tanıtmalıyız. Kur’an ın yanında mutlaka hadis okuma programı takip etmeliyiz. Hayatı yanlışlarla ve kusurlarla dolu olan insanların hayatını ve sözlerini öğrenmek ve öğretmek yerine Allah’ın koruması ve gözetimi altında olan Hz. Muhammed’i tanımak ve tanıtmak, Allah’ın rahmetine saygının en güzel ifadesidir. Çocuklarımıza ve sevdiklerimize Kur’an ve sünnet eğitimi vererek Allah’ın rahmetine şükretmiş olacağız. Ana-babamıza karşı da merhametli olmalıyız. Onlar da Allah’ın bize bir rahmetidir. Şirki, günahı ve isyanı emretmedikleri sürece onlara itaat etmeli, onların gönüllerini hoşnut etmeliyiz. Onlara rahmet ve şefkat kanatlarımızı germeliyiz. Onları üzecek hareket ve sözlerden uzak durmalıyız. Onları azarlamak, onlara “öf” bile demek Rabbimiz tarafından yasaklanmıştır.

“Rabbin, yalnız Kendisine ibadet etmenizi ve ana-babaya iyilik etmeyi buyurmuĢtur. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı “Öf” bile demeyesin, onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin. Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger ve: “Rabbim! Küçükken beni yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et!” de.” (İsrâ/23-24)

“Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana’dır.

Ey insanoğlu! Ana-baban, seni, körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz Bana’dır. O zaman, yaptıklarınızı size bildiririm.” (Lokman/14-15)

Müslüman, Allah’ın yaratıklarına karşı da merhametli olandır. Allah’tan öğrendiğimiz bu özelliği biz de kullara sergilemeliyiz. İnsanlara merhametli olmakla alakalı olarak Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:

Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahîm (akrabalık bağı) Rahmân’dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar, kim de koparırsa Allah da ondan (rahmet bağını) koparır.” (Tirmizi – Ebu Davud)

Hz. Cerir (r.a) anlatıyor: “Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Merhamet etmeyene, merhamet edilmez. Bağışlamayan da, bağışlanmaz.” (Müsned)

Hz. Cerir (r.a) anlatıyor: “Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz.” (Buhari – Müslüm – Tirmizi)

Ebu Hüreyre (r.a)’den gelen bir diğer rivâyette Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Merhamet; ancak Ģaki’nin (ebedi hüsrâna uğrayanın) kalbinden çıkarılabilir.”(Tirmizi – Ebu Davud)

Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: “Rasulüllah (s.a.v) bir gün, torunu Hasan (r.a)’ı öpmüş idi. Bu sırada yanında bulunan Akra’ İbnu Hâbis, (sanki bunu tuhaf karşıladı ve:) “Benim on tane çocuğum var. Fakat onlardan hiçbirini öpmedim.” dedi. Rasulüllah (s.a.v) ona bakıp:

“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurdu.” (Buhari – Müslüm – Ebu Davud – Tirmizi)

Rezin şu cümleyi de ilâve etti: Ayrıca Rasulullah (s.a.v) şöyle de buyurdu:

Allah sizin kalbinizden merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim?”

Müslüman, insanî özelliklerini yitirmemiş olan bütün insanlara merhametli davranır. Onlara insan olarak değer verir. Onların doğuştan kazandıkları haklarına karşı saygılı davranır. Batıl da olsa inanç ve düşüncelere sövüp hakaret etmez.

“Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri giderek Allah’a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik, sonra dönüşleri Rab’lerinedir. O, işlediklerini haber verir.” (En‟am 108)

Ancak Allah’a ve İslam’a hakaret edenler saygı ve merhameti hak edemez. Tevhid inancının yayılmasına ve tanınmasına engel olanlara Müslümanlar hak ettikleri meşru cevabı verirler. Onlara karşı onurlu ve zorludurlar. Onları asla dost edinmezler.

Ey İnananlar! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve onların O’nu sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kaplar ve bilir. Sizin dostunuz ancak Allah, O’nun Peygamberi ve namaz kılan, zekât veren ve rüku eden müminlerdir. Kim Allah’ı, Peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki, şüphesiz Allah’tan yana olanlar üstün gelirler. Ey iman edenler! Kendilerine sizden önce kitap verilenlerden, dininizi alaya ve eğlenceye alanları ve inkârcıları dost olarak benimsemeyin. İnanıyorsanız Allah’tan sakının.” ( Mâide 54-57)

Müslümanlar kendi aralarında çok merhametlidirler.

Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır. İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkârcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir vadetmiştir.” ( Feth 29)

Nu‟man bin Beşir ( r.a)‟den rivayetle Allah Rasülu ( s.a.v) şöyle buyurdu:

“Mü‟minler birbirlerini sevmede, merhamet etmede, yardımlaşmada bir vücut gibidirler. Vücudun bir organı hastalandığında, bütün vücut uykusuzluk ve ateşle onun acısına ortak olur.” (Buhari)

Müslümanların dertleriyle ilgilenme konusunda Allah Rasulü ( s.a.v) şöyle buyurur:

“Müslümanların durumlarıyla, dertleriyle ilgilenmeyen onlardan değildir.” (Tirmizi)

Müslümanlara merhametli davrandığımız gibi onlara sabırlı olmayı, hak dava üzerinde mücadeleye devam etmeyi de tavsiye etmeliyiz. Sabrı tavsiyenin yanında insanlara karşı merhametli davranmayı ve rahmet kanatlarını onlara germeyi de tavsiye etmeliyiz. Rahmet kaynağı Kur’an bu gerçeği şöyle ifade eder:

“Bir de iman edip birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmak gerekir.” (Beled/17)

Müslüman, insanlara merhametli davrandığı gibi hayvanlara da merhametli davranır.

Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: “Rasülullah (s.a.v) buyurdular ki:

“Bir adam yolda yürürken susadı ve susuzluğu arttı. Derken bir kuyuya rastladı. İçine inip susuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine: “Bu köpek de benim gibi susamış” diyerek tekrar kuyuya indi. Mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti.”

ResulAllah’ın yanındakilerden bazıları: “Ey Allah’ın Resulü! Yani bize hayvanlara yaptığımız iyilikler için de sevap var mı?” dediler. ResulAllah (s.a.v) da:

“Evet! Her yaş ciğer (can) sahibi için bir sevap vardır” buyurdu.” (Buhari)

Bir diğer rivayette ResulAllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Fâhişe bir kadın, sıcak bir günde, bir kuyunun etrafında dönen bir köpek gördü, susuzluktan dilini çıkarmış soluyordu. Kadıncağız mestini çıkararak onunla su çekip köpeği suladı. Bu sebeple kadın Allah tarafından mağfiret olundu.” (Müslüm)

İbn. Ömer (r.a) anlatıyor: “ResulAllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşerâtından yemesi için de salmamıştı.” (Buhari – Müslüm) (Dr. Ramazan SÖNMEZ-el-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ)

********************************************************

“RASİH” OLMAK YA DA OLMAMAK

Kuran’da Son Peygamber için kullanılan “Rahmet/Rahim” ifadeleri Müslüman toplumlarda iki farklı anlayışla yorumlanmıştır. Bu anlayışlardan biri ifrata, yani aşırılığa kaçan; diğeri ise tefrite, yani yoksunluğa düşen anlayıştır.

İfrat (aşırılık) tarafında olanlar “Rahmet” sıfatı nedeniyle peygamberi neredeyse ikinci bir ilah olarak görürler. Hatta onlara göre bazen Allah ikinci planda kalabilmektedir.

“O olmasaydı kâinat olmazdı”,

“Âdem bile onun nurundan yaratılmıştır”,

“Diriliş gününde o birçok günahkârı kurtaracaktır” gibi ifadeleri peygamber için dillendirmeye bayılırlar. Onlara göre peygamber yarı insan yarı tanrı gibidir. Tıpkı Hristiyanların İsa peygamberi ilahlaştırmış olmaları gibi, onlar da bu çizgide ilerlerler.

Tefrit (yoksunluk) tarafında olanlara göre “Rahim” ifadesi sadece Allah için kullanılabilir. Bunlar Tevbe/128 ayetini, ayette Allah’ın Resul’ü için kullanılan “Rahim” ifadesi yer aldığı için, Kuran’ın ruhuna uygun düşmediği gerekçesiyle reddederler. Bunu delillerinden biri sayarak ayet hakkında “mushafa sonradan eklenmiştir, beşer sözüdür” derler.

Rahmet ve Rahim kavramına yüklenilen yanlış anlamların, ifrat ve tefrite kaçanların ortak noktası olduğu anlaşılıyor. Bir taraf konu hakkındaki ayetler arasında koordineli tespitler yapmazken (irrasyonel hata), diğer taraf a-rasyonel bir yaklaşımla bir zannın peşinden koşuyor.

Kuran’ı iyice araştırıp incelemeyenler arasında ifrat ve tefrit her zaman olacaktır. Aralarında ihtilaf ve çekişme olması ise kaçınılmaz görünüyor. Her gün yeni bir şey öğreten Kuran’a hassas bir şekilde dikkat edilmediği takdirde aşırılık ve yoksunluk sürecektir. Bu hal kişileri zamanla kurnazlığa itecek, bilgi eksikliği ahmaklığa dönüşecektir. İfrat ve tefrit ile ortaya çıkan kurnazlık ve ahmaklık sonuç olarak büyük bir kayıptır. Ancak Kuran’ın analitik yöntemlerle (raskh) araştırılması halinde problemler çözülebilecek ve Kuran’ın hakikatleri bir bir ortaya çıkacaktır.

RAHMET: YENİ BİR VAROLUŞ İMKÂNI

Rahmet/Rahim acımak mı, yoksa başka bir şey mi?

Kuran’daki bazı kelimeler vahy edildikleri dönemdeki anlamlarından farklı olarak günümüze gelmişlerdir. Bununla beraber, anlamlarının aslını bulmak çok zor değildir. Bu konuda Kuran ayetlerinin birbirlerini tefsir edici mahiyette olmaları bize ışık tutar. Bu nedenle bir kelimenin anlamını bulmak için o kelimenin kullanıldığı diğer ayetleri ve kelimeye yüklenen bütün anlamları incelemek gerekir. Şimdi bu yöntem ile “Rahmet/Rahim/Rahman” kelimelerini inceleyelim:

Öncelikle, Allah için kullanılan Rahman ve Rahim kelimelerinin çevirilerdeki şekliyle “merhametli olmak” veya “acımak” anlamına gelmediklerini belirtmek gerekir. Allah’ın Rahman olması, varlığı ve var oluş imkânlarını sunabilecek yegâne zat olması demektir. Rahman, inanan-inanmayan ayırımı yapmaksızın her canlıya veya cansıza, hâlihazırdaki varlığı ve var olma imkânlarını teslim etmiştir ve yeni imkânlar sunmak konusunda da sonsuz kudret sahibidir. Kuran’da Rahman isminin yaratmak anlamında “yeni bir varoluş sunmayı” ifade ettiği şu iki ayete bakalım:

“Er-Rahman khaleq el insan / Rahman, insanı yarattı” (Rahman/1,2).

Bu durumda Rahman, varlığın ve varoluş imkânlarının kaynağı demek oluyor.

Rahim ise bir varoluş imkânını icra eden demektir. Bu durumda, mastar şeklindeki Rahmet kelimesi yeni bir varoluş imkânı anlamına gelmektedir. O halde rahmet, Allah’tan bir lütûf ile gelen kitaplar olabileceği gibi Resuller de olabilecektir.

Örneğin şu ayete bakalım:

Bakara/105 – Kitap Ehli’nden küfre sapanlarla müşrikler, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Fakat ALLAH, rahmetini (yeni bir varoluş imkânını) dilediğine özgüler. Allah, büyük lütuf sahibidir.

Bu ayette “Allah rahmetini dilediğine verir veya gönderir” ifadesi yerine, “Allah kendi lütfundan rahmetini dilediğine has kılar/özgüler” denmektedir. Yani Rahmet kitabının rahmete nail olan bir kişiye aktarıldığını belirten çift vurgulu bir ifade kullanılmıştır.

Rahmetin zıttı zulmettir. Zulmet yeni bir varoluş imkânı olan rahmetin tersine, varoluş imkânlarını ortadan kaldırmak için çabalar, kaynakları yok eder, yaşamı dar eder, sevgiyi öldürür, barış ortamını kaosa dönüştürür. Hatta yaşam hakkını gasp etmeye çalışır. Zulumetin sonucu rezilet, rahmetin sonucu ise fazilettir. Kısaca kavram olarak zulumet kötülükse, rahmet iyiliktir. Bu nedenle rahmet her hâlûkârda lumlu taraf için kullanılan bir kavramdır. ‘Zulmet’i icraat eden kişinin sıfatı “ZALİM” olurken, ‘rahmet’i icraat eden kişinin sıfatı da “RAHİM” olur.

Al-i İmran Suresi’nin 73’üncü ayetinde, Allah lütfunu “verir” anlamına gelen “ye’tihi” kelimesi ile belirttikten sonra, 74’üncü ayette özel bir vurgulamayla belirtilen “kişiye özgü kılma” ifadesini bu kez bağımsız bir ayet olarak bir daha sunar. Tıpkı yukarıda Bakara/105 ayetinde olduğu gibi. İlk ayetin işaret ettiği Kuran, ikinci ayetin işaret ettiği ise peygamberdir.

1- “Sizin dininize uyandan başkasına inanmayın.” Sen de onlara, “Hidayet ALLAH’ın hidayetidir,” de. “Size verilenin benzerinin bir başkasına verildiğine de inanmayın; yoksa Rabbiniz hakkında sizinle tartışma hakkı kazanırlar,” derlerse, “Lütuf ALLAH’ın elindedir, dilediğine verir,” de. ALLAH Cömerttir, Bilendir. (A. İmran/73)

2 – RAHMETİNİ (yeni bir varoluş imkânını) dilediğine ÖZGÜLER. Allah Büyük Lütuf Sahibidir. )(A. İmran/74)

Yüce Yaratıcı insanı ihtiyaçları ile birlikte yaratmışken, bu ihtiyaçları karşılama imkânını da var etmiştir. Belirlenmiş bir yaşam tarzının dikkate alınmasıyla ictimaî ve ahlaki düzenin halka öğretilmesi, vahiy doğrultusunda hareket eden peygamberlerin peygamberlik icraatlarıyla olmuştur. İşte bu yeni düzenin formatlanmış hayat anlayışı ve düzeni yeni bir varoluş imkânıdır. Bu nedenle gönderilen her peygamber yeni bir varoluşu, yani rahmeti temsil ederler. O halde yeni bir varoluş imkânı olan rahmetin zıddı, bir zulumet ve bir rezilet olan cahiliye yaşamıdır diyebiliriz.

Böylece Enbiya/107 ayetinde Peygamber’in “âlemlere rahmet” olarak gönderilmiş olduğunun vurgulanmasını, kendisine özgülenen rahmetin neticesinde Peygamber’in yeniden bir varoluş imkânı olarak gönderilmesi şeklinde anlayabiliriz.

Enbiya/107 ayetini destekleyen iki ayet vardır. Biri Peygamber’in büyük ahlak sahibi olduğunu belirten Kalem/4 ayeti, diğeri onda güzel bir örnek olduğunu belirten Ahzab/21 ayetidir.

“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya/107)

FORMATLAMA

Kur’an, bir zulumet (karanlık dönem) olan cahiliye yaşantısındaki inanmış insanları güncellemiş ve toplumsal yaşam sistemini formatlayarak orta yolu bulmanın imkânını sunmuştur. Peygamber ise bir rahmet olan vahyin direktiflerine göre cahiliye sistemindeki reziletlerin giderilmesinde; yeni bir varoluş imkânının merkezinde baş muhatab ve o imkânın görevli baş icraatçısı olmuştur. Ona verilen bu görev nedeniyle Allah katından inananlara bir rahmet örneği olmuştur. Peygamber’in rahmet üzere rahim bir resul olarak gönderilişinin Kuran’daki izdüşümünü şu iki ayetle belirtebiliriz: SADECE Kuran’ı izlediğini bildiren İsra/46 ve SADECE Allah’a kulluk etme mesajının verilmesi için resul olarak gönderilmiş olduğunu belirten A’raf/70 ayeti:

“Ve onu anlamalarını engellemek için kalplerine kabuklar, kulaklarına da ağırlık koyarız. Rabbini yalnızca Kuran’da andığın zaman nefretle geriye dönerler.” (İsra/46)

Dediler ki: “Sadece ALLAH’a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını terk edelim diye mi bize geldin? Doğru sözlü isen bizi kendisiyle tehdit ettiğin şeyi getir bakalım.” (A’raf/70)

Peygamber’in vahye dayanarak hayatında gerçekleştirdiği fiiller ve yine vahye dayanarak dile getirdiği inanç, ahlaki ilke ve kurallarla, etrafındaki insanlara -dolayısı ile bütün insanlığa Allah tarafından gönderilmiş “yeni bir varoluş imkânı” olmuştur. Kendisinden önceki peygamberler gibi insanlara cahiliye yaşantısından kurtulmaları için belirli bir düzen içinde vah yedilmiş olan Kuran ile öğretme görevini eksiksiz yürütmesi, insanların önüne yeni varoluş imkânlarının açılması anlamına gelmektedir.

Tevbe/128 ayetinde Peygamber’e rahim denmesinin sebebi, onun Allah tarafından lütfedilen bu rahmeti, bu yeni varoluş imkânını icra eden kişi (rahmetin faili) olmasıdır. Hemen akabindeki Tevbe/129’uncu ayette, bu yeni varoluş imkânının icrasını gerçekleştirenden yüz çevrilmesi halinde tek ilah olan Allah’a tevekkül edilmesi emredilmektedir. Tevekkül; tüm önlemler, tüm icraatlar yapıldıktan sonra Allah’a sığınmak ve O’na dayanmaktır. Rahmet/rahim kelimelerine merhamet etmek-acımak anlamı verildiğinde, Tevbe/129 ayetindeki tevekkül etme emriyle hiçbir bağlantı kurulamaz.

“Ayetler arasındaki bağlam, rahmet/rahim kelimelerinin “merhamet etmek” veya “acımak” anlamında olmadığını gösteriyor. Çünkü o, Allah tarafından gönderilen ve yeni bir varoluş imkânı olan vahyi iletmekteydi. Bu vahy bozulursa Peygamber’in resullük statüsü ve peygamberlik süreci yok olacaktır, eğer vahy bozulmadan son güne kadar korunursa resullük statüsü ve peygamberlik süreci de Kuran ile devam etmiş olacaktır.”

Evet, Tevbe/128 ayetinde mü’minler için rahim (rahmetin faili) diye özgülenen peygamber, bu ayetten önce yer alan Tevbe/61 ayetinde de mü’minler için bir rahmet olarak anılır.

Onlardan kimi de, “O (haber toplayan) bir kulaktır,” diyerek peygamberi incitiyorlar. De ki: “O, sizin için bir hayır kulağıdır. O, ALLAH’a inanır ve inananlara güvenir. Sizden iman edenler için de bir rahmettir (yeni bir varoluş imkânıdır.) ALLAH’ın elçisini incitenler için acı bir azap vardır. (Tevbe/:61)

İçinizden size öyle bir elçi gelmiş bulunuyor ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, inananlara yolu kolaylaştırıcı; yeni bir varoluş imkânının icraatçısıdır. (Tevbe/:128)

Yüz çevirirlerse de ki: “Allah bana yeter! O’ndan başka tanrı yoktur. O’na dayandım; O Büyük Yönetim’in Rabbidir.” (Tevbe/129)

Eğer rahmeti deforme olmuş manası ile “acımak” olarak ele alırsak aşağıdaki ayetle de çelişkili olacaktır.

Enbiya/107 Seni ancak âlemlere rahmet (bir acımak!) olarak gönderdik.

Eğer rahmeti asıl manası olan “yeni bir varoluş imkânı” anlamında ele alırsak ayette çelişki olmayacaktır.

Seni ancak âlemlere yeni bir varoluş imkânı olarak gönderdik. (Tevbe/107)

(Lütfen Tevbe/107,108 ve109 ayetlerinin içeriğini Tevbe/128-129’un içeriğiyle karşılaştırınız.)

Rahmet ile ilgili ayetleri bugünün meal anlayışıyla değerlendirenler, Kuran’ın bu nüktesini anlayamayacak, dolayısıyla ilgili ayetlerin verdiği mesaj gereği gibi anlaşılamayacaktır. Zaten mevcut meallerin %99’unda bu tür ayetlerin çevirisi yapılırken, “rahmet” kelimesi olduğu şekliyle bırakılmıştır!

Peygamber ve arkadaşları Kuran’ın emir, tavsiye ve yasaklarını dikkate alan insanlar olarak, ırk- renk, zenginlik-fakirlik ve benzeri statüleriyle çağdaşları olan diğer toplumlardan farklı değillerdi. Onları diğer toplumlardan güçlü kılan üstün silahları yoktu. Dünya tarihinin en hızlı devrimini gerçekleştiren bu insanlar, bunu, onları kenetleyen yeni bir varoluş imkânı bulmalarıyla yapabilmişlerdir. Her ne kadar devrimin lideri Peygamber olsa da, bunun ötesinde bütün insanlığa örnek olabilecek bir topluluğa rahmet olan Kuran, onlara ilk elden sorumluluk vermiş ve imkân sağlamıştır. Tüm bunlar bir akıl erdiriciliğin, bilinçli bir varoluş mücadelesinin göstergesidir. Bunu izah eden ayetlerin başında Fetih Suresi’nin 29’uncu ayeti gelir.

ALLAH’ın elçisi Muhammed ve beraberinde bulunanlar inkârcılara karşı sert ve kendi aralarında ise yeni varoluş imkânını icra edicilerdir (ruhemau). Onları, eğilip secde ederek ALLAH’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Yüzlerinde secdelerin izleri vardır. Bu, onların Tevrat’taki nitelikleridir. İncil’deki nitelikleri ise, filizini çıkarıp güçlendirmiş ve kalınlaşıp gövdesi üzerine dikilerek ekincileri sevindiren bitki gibidir. O, onlarla inkârcıları öfkelendirir. ALLAH, onlardan inanıp erdemli davrananlara bağışlanma ve büyük bir ödül söz vermiştir. (Fetih/29)

Yeni bir varoluşun tek kaynağı olan Allah, yeni bir varoluş imkânının icrâsını peygamberlere de yüklemiştir. Bunun yanlış anlaşılmaması için mutlak varoluş otoritesi anlamındaki “Rahman” sıfatını SADECE kendisi için kullanmıştır. Bu nedenle insan veya bir başka şey Rahman olamaz. Sadece rahmet/rahim olabilir. Tıpkı halim, kerim, şâhid olabildikleri gibi.

Buna güzel bir örnek de Vahy ve Mushaf arasındaki farktır. Vahy, mushaf olarak inmemiştir ama iniş döneminden sonra yaşayacak insanlara ulaşması için mushaf haline getirilmesi gerekmiştir. Mushaf bir mekân olarak vahye araç olmakta, vahy içerik olarak mushafa yerleşme imkânı bulmaktadır. (Vakıa/77-78)

“Dünyaya gelmeye aday bir yavrunun tekâmül ettiği mekâna neden “rahim” denmiştir? Bu bir “acıyan” mıdır, yoksa yeni bir varoluş imkânını sağlayan organ mıdır?”

Aşağıda ayetlerle desteklenen birçok örnekte görüleceği üzere, “rahmet” kelimeleri “merhamet” ile doğrudan değil dolaylı olarak bağlantılıdır. Birisine acımanın veya merhamet etmenin göstergesi, onun sahip olduğu bir şeyi elinden alabilme imkânı varken almamak olabilir. Canını almamak, malını almamak gibi. Veya sahip olmadığı bir şeyi ona karşılıksız vermek olabilir. Bu durumda acımak veya merhamet etmek, bir kişinin varlığını devam ettirmesi için ona yeni bir imkân sağlamak anlamına gelmektedir. O halde merhamet bir neden değil, varolma ihtiyacının öteki kişide bulduğu bir cevaptır, veya ihtiyacın karşılığını düşündüren bir duygudur.

Bu tarz kelimeler önce asıl manalarıyla biliniyordu. Rahmet kelimesinin içerdiği duyguyu dile getirmek için “acımak”/“merhamet etmek” anlamında mecazi bir kullanım icat edilmiş, sonra da asıl anlamın üzeri örtülmüştür. İlgili ayetlere bakıldığında asıl anlam görülecek, bu kelimelerin nasıl geri plana itilmiş olduğu anlaşılacaktır. Rahmet/rahim kelimelerinin geçtiği ayetlere baktığımızda bu kelimelerin birçok farklı kategorilerde “yeni bir varoluş imkânı” anlamında kullanıldığını kolaylıkla görürüz. Şimdi bunun birkaç örneğine bakalım:

Rahmet kelimesinin “yeni bir varoluş imkânı” olan Kuran için kullanılması:

Her topluluk içinden, kendilerine karşı bir tanık gönderdiğimiz, şunlara karşı da seni tanık olarak getirdiğimiz gün. Biz sana bu kitabı, her şeyi açıklayan, bir yol gösterici, bir rahmet (yeni bir varoluş imkânı) ve Müslümanlara bir müjde olarak indirdik. (Nahl/89)

Bu ayette Kuran için RAHMET ve BÜŞRA (müjde) denilmektedir. Tevbe/128 ayetinde de Peygamber için RAHİM (fail olarak yeni bir varoluş imkânını icra eden kişi) denilirken, Kuran’ın birçok ayetinde de Peygamber’e Büşra kelimesinin ism-u faili olarak BEŞİR (müjdeleyen) denmektedir. Daha açık bir ifadeyle; ayetlerde nasıl Kuran’a bir rahmet, Peygamber’e de rahmeti uygulayan (yeni bir varoluş imkânını icra eden) deniliyorsa, burada da Kuran kendisini müjde, Peygamber’i de müjdeyi veren kişi, yani Beşir olarak tanımlıyor (Bakınız Bakara/119).

Sünnetullah’ın yeni bir varoluş anlamında geçmesi:

Onlara merhamet ederek alçak gönüllük kanadını ger ve de ki, (İsra/24)

“Rabbim, beni küçükken yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.” (!)

Bu ayette geçen “İrhemhuma” kelimesi “onlara (o ikisine) acı” şeklinde çevrilmektedir. Oysa insanların yaşlanması Sünnetullah’ın bir gereğidir. Allah’ın yasası gereği yaşlanmış kişilere neden yine Allah tarafından acınsın ki? Acınası durumda olanlar günahta aşırılığa kaçanlar olabilir. Biyolojik farklılaşma bir hastalık, bir felaket değildir. Bu durum er geç varılan yeni bir yaşam evresidir. “Bebek dünyaya gelirken nasıl yeni bir varoluş (tekâmülün ilk evresi) ise, yaşlılık dönemi de bebeklikle simetrik olarak tekâmülün son evresidir. Tıpkı şu ayetin dediği gibi;

“Allah, sizi yarattı. Sonra sizi öldürür. İçinizden kimileri de, bilgili olduktan sonra hiçbir şeyi bilmesin diye ömrünün en düşkün çağına ulaştırılır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeye) hakkıyla gücü yetendir.” (Nahl/70)

Zor şartlar altında geçirilecek yaşlılığın muhtemel zorluklarını hafifletecek farklı imkânların sağlanması asıl amaçtır. Bu acımaktan üstündür. Bu nedenle ayette yaşlılık nedeniyle yapılması gereken duanın asıl çevirisi şöyle olmalıdır:

“Rabbim, beni küçükken yetiştirdikleri gibi, sen de o ikisine yeni bir varoluş imkânı sağla

Mağara arkadaşlarının duasının gerçekleşmesi anlamında Rahmet:

Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da, “Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet (yeni bir varoluş imkânı) ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa ulaşmayı kolaylaştır” demişlerdi. (Kehf/10)

Bu ayette geçen “rahmet” kelimesi hakiki anlamı olan “yeni bir varoluş imkânı” ile çevrildiğinde Allah’ın, mağara-arkadaşlarına farklı ve yeni bir varoluş imkânını uygun görerek dualarını kabul ettiği anlaşılmaktadır.

Allah’ın inkârcılara yeni bir varoluş imkânı sunması:

Rabbin, çok bağışlayıcıdır, merhamet sahibidir. Eğer yaptıkları yüzünden onları (dünyada) cezaya çarptırsaydı, elbette azaplarını çarçabuk verirdi. Hayır, onlar için belirlenmiş bir gün vardır ki (o gün gelince) hiçbir kurtuluş çaresi bulamazlar. (Kehf/58)

“Azabı hak edenler için neden ayetin hemen başında şefkat ve merhamet vurgusu vardır?”

Allah, günaha dalmış, inkârda haddi aşmış kişilere hemen ceza vermez. Gerçek ceza adı konulmuş belirli bir günde olacaktır. Eğer günahkârlar yanlışlıklarından dönerlerse önce bağışlanırlar (ğafere), sonra bu dönüşlerinden dolayı onlara yeni bir varoluş imkânı verilir (rahmet). Bu nedenle aşağıdaki ayetin başında Rabb önce bağışlayıcı, sonra yeni bir varoluş imkânının sahibi (zu-r rahme) olduğunu bildirir ve onlara bir mühlet tanır. Aksi takdirde ayetin başı ile sonrası arasında çelişki olur.

Mealde ayetteki “rahmet” kelimesi yine bu kelimenin başka bir türevi olan “merhamet” kelimesi ile çevrilmiş! Çevirinin şöyle olması beklenirdi.

“Ve Rabbin bağışlayandır, yeni bir varoluş imkânının sahibidir…

Duvar sahibi çocuklara yeni bir varoluş imkânının verilmesi:

“Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğa ait idi. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet (yeni bir varoluş imkânı) olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım. İşte senin, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.” (Kehf/82)

İsa peygamberin yeni bir varoluş ile gelişi

Son peygamber için kullanılan rahmet, İsa peygamber için de kullanılmıştır.

“Öyledir,” dedi, “Rabbin, ‘O iş bana kolaydır. Onu halk için bir ayet ve bizden bir rahmet (yeni bir varoluş imkânı) kılacağız. Bu, artık kararlaştırılmış bir iştir’ diyor.” (Meryem/21)

Eyyub peygambere yeni bir varoluş imkânı verilmesi:

Biz ona cevap vererek ne sıkıntısı varsa onu giderdik. Katımızdan bir rahmet (yeni bir varoluş imkânı), kulluk edenlere bir hatırlatma olarak kendisine, ailesini ve onların bir mislini verdik. (Enbiya/84)

Abdullah oğlu Muhammed’e yeni bir varoluş imkânı olarak Kuran’ın verilmesi ve Muhammed’in peygamber olması:

Sen, bu kitabın sana verileceğini ummuyordun. Ancak o, Rabbinden bir rahmet (yeni bir varoluş imkânı) olarak sana verildi. Öyle ise kâfirlere sakın arka çıkma. (Kasas/86)

Sana indirildikten sonra seni ALLAH’ın ayetlerinden saptırmasınlar. Rabbine çağır; ortak koşanlardan olma. (Kasas/87)

Allah’a karşı haddi aşmış ilk nesillerin yok edilmesinden sonra, Musa’nın kavmine yeni bir varoluş imkânının Tevrat ile verilişi:

İlk nesilleri (Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb’ın halklarını) yok ettikten sonra Musa’ya, halkı aydınlatan bir kılavuz ve rahmet (yeni bir varoluş imkânı) olarak kitabı verdik; belki öğüt alırlar diye. (Kasas/43)

İnsanların mucizelere ilişkin araştırmalarında, geçmişte var olanla hazırda bekletilen arasında seçim yapması; mucizenin yeni bir varoluş imkânı olarak tanımlanması:

Kendilerine bir mucize getirmediğin zaman: “Mucize isteseydin ne olurdu,” derler. De ki: “Ben, ancak Rabbimden bana vahyedilene uyuyorum.” Bunlar, Rabbinizden aydınlatmalardır, inanan bir toplum için bir hidayet ve rahmettir (yeni bir varoluş imkânıdır). (A’raf/03)

Helâk edilen nesillerden sonra yeni bir varoluş imkânıyla başka nesillerin yerleşmesi:

Rabbin Zengindir, Rahmet (yeni bir varoluş imkânının) sahibidir. Dilerse sizi götürür ve sizi başkalarının soyundan nasıl getirmişse sizden sonra da yerinize dilediklerini yerleştirir. (En’am/133)

Helâk emrimiz gelince, Hûd’u ve beraberindeki iman etmiş olanları, tarafımızdan bir rahmetle (yeni bir varoluş imkânı ile) kurtardık. Onları ağır bir azaptan kurtardık. (Hûd/58)

Musibetlere karşı Allah için göğüs gerenlere Allah’tan yeni bir varoluş imkânı verilir:

Ki onlara bir musibet geldiğinde, “Biz ALLAH’a aidiz ve O’na dönücüyüz,” derler. (Bakara/56)

İşte onlara, Rab’lerinden destek ve rahmet (yeni bir varoluş imkânı) vardır. Onlar doğruya ulaşanlardır. (Bakara/157)

Diriliş günü, yeni bir varoluş imkânıdır:

De: “Göklerde ve yerde olanlar kimin?” “ALLAH’ın,” de. Rahmeti (yeni bir varoluş imkânını) kendisine gerekli kıldı. Hakkında kuşku olmayan Diriliş Günü sizi toplayacak. Kendilerini zarara uğratanlar inanmayanlardır. (En’am/12)

Sınavı geçenler için Cennet yeni bir varoluş mekânıdır:

Yüzleri aklananlar ise ALLAH’ın rahmeti (yeni bir varoluş imkânı) içindedir. Orada sürekli kalırlar. (A. İmran/107)

“Sizin, ‘Allah bunları rahmete (yeni bir varoluş imkânına) erdirmez’ diye yemin ettikleriniz şunlar mı?” (Sonra cennetliklere dönerek) “Haydi, girin cennete. Size korku yok. Siz üzülecek de değilsiniz” derler. (A’raf/49) (İmran Akdemir)

Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.



ESMA DERSLERİ – 5 – ER RAHÎM (B)

$
0
0

Rahîm - B            “Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

ER RAHÎM

TAALLUK:

Mü’min bu isme, ebedi saadete ulaştıran özel bir rahmete ulaşmak amacıyla ihtiyaç duymaktadır.

TAHAKKUK:

Varlık sahasına gelen bir kimse, her zaman sıkıntı ve huzur veren durumlara maruz kalır. Bunlardan hiç birisi öncelik hakkına sahip değildir. Rahim ismi, tamamen hayırla alakalı olup, hiçbir zaman zararı içermez. Zahiren zarar görünebilen hususlar olsa da, onun içerisinde hayır ve rahmetin saklı bulunduğu anlamına gelir. Bu nedenle “Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. İleride onu özellikle, kötülükten sakınanlara (muttakiler), zekatını verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım”(A’raf/156) ayet-i celilesi, umumiyet ifade etmekle birlikte, rahmeti belli kimse ve alanlara tahsis etmektedir. Kullara da böyle bir kayıt ve sınırla nispet edilmektedir.

TAHALLUK:

Bu isimle ahlaklanmış olan bir kul, Allah’ın merhamet edilmesini emrettiklerine merhamet eden, intikam alınmasını emrettiklerine de öfke duyan kimsedir. Allah şöyle buyurmuştur: “Onlara olan rahmetiniz sizi Allah’ın dinini uygulamaktan alıkoymasın.”(Nûr/2) Bu yüzden Hz. Peygamber (S.a.v.) öfkelendiğinde, öfkesi karşısında hiçbir şey duramazdı. Sahih bir rivayette Allah Teâla’nın kıyamet günü gadablanacağı bildirilmiştir. (Allah’ın İsimlerinin Sırları ve Manalarının Keşfi, İbn Arabi)

************************************************************

ER RAHÎM

Rahîm ismi bazen eliflâm ile, bazen eliflâmsız olarak Kur’an da114 defa varid olmuştur. Kullanılışı şöyledir.

a) İlk önce 5. Sırda olan el-Fatiha suresinde varid olmuştur.

b) Ğafûr ismiyle 23 Mekki, 48 Medeni ayette olarak cem’an 71 yerde bir arada bulunmuştur. Her zaman “Ğafûr-Rahîm” şeklindedir. Yalnız bir Mekki ayette Rahîm Ğafûr” durumundadır. Bu terkip Allah’ın mağfiret etmekle kalmayıp üstelik ihsanına da mazhar ettiğini bildirir. Bu iki ismin gerekleri arasında bir derecelenme vardır.

c) Ğafûr-Rahîm bir Mekki ayette özel isim durumunda mevsufsuz olarak gelmiştir. (41, 32)

d) “Azîz Rahîm” terkibi Fussilet suresinden başlar, 11 defa geçer. Mekke devrine inhisar eder. Bu iki vasıf daha çok birbirini dengeler. İki ayette özel isim durumundadır. (36/5-26/217)

e) Vahyin bütün safhalarında “Rahmân – Rahîm” şekli vardır, bir ayette ise özel isim durumu vardır. (Fussilet/2) Bu iki vasıf birbirini te’yit eder.

f) “Tevvab – Rahim” sadece Medine devrine mahsustur. Bu ikisinin gerekleri arasında bir derecelenme vardır, 9 ayette görülür.(2/37-54-128-160, 4/16-64, 49/12, 9/104-118)

g) “Raûf – Rahîm” bütün Mekke devrinde surede iki defa gelir. (Nahl/7-47) Medine devrinde daha fazla görülür. (2/143, 9/117, 22/65, 24/20, 57/9) bu iki vasıf birbirini destekler.Bu terkip bir yerde Hz. Muhammed’i tavsif eder. (9/128)

h) “Rahîm – Vedûd” 52. Surede ve yalnız bir ayette gelir. (11/90)

ı) “Berr – Rahîm” 52. Surede bir defa geçer. (52/28)

j) Bir Mekki ayette “Rabb – Rahîm” şekli vardır. (36/58)

k) Bir Mekki, (17/66) iki medeni ayette (4/29, 33/43) yalnızdır.

Şu halde Rahîm ismi Mekke’de Rabb,’Azîz, Vedûd, Berr isimleriyle birlikte kullanılmış, çok nadir olarak yalnız başına gelmiştir.

Gaudefroy-Demombynes’in “Rahîm” isminin Kur’an da kronolojik olarak anlam değiştirdiği iddiasını tekellüfü bulmuyoruz. Ona göre Rahîm başlangıçta yargılamak (clemence) ifade etmez. İhsan (bonte) manası taşır. 2. Mekke devrinden itibaren Ğafûr ve Raûf isimleriyle ikizlenmek sayesinde yarlığayan, bağışlayan anlamını kazanmıştır. Nazari olarak mümkün olan bu kavram kayması vakıa tarafından desteklenmemektedir. Ne Kur’ani muhteva, ne lügat kitapları ve ne de İslâm tefsiri Rahîm vasfında ki ihsan ve merhamet kavramlarını kesin hatlarla ayırmazlar. Ancak belirli bir muhteva da birinin veya öbürünün galip olması mümkündür

Bu ismin geçtiği bir çok medeni ayet ihsan anlamının galip olduğunu düşündürür. Tefsir kitaplarına bakılırsa bu durum görülebilir. Oysa ona göre bu anlam ilk surelerde kalmış olmalıydı. El Beydavî bir misal verebiliyorsa aynı müfessirden bu iddiaların aksine çok misaller verebiliriz. Bu müfessir medeni olan şu ayetlerde “İhsan” manasını bulmaktadır. (2/37, 9/118) Buna mukabil Mekki olan 18/58, 6/133-147. Ayetlerinde Allah’ın rahmet sahibi oluşuna “Afv, merhamet” anlamlarına ağırlık verir. Keza Mekke devri ortalarına ait olan es-Şuârâ suresinde 11 defa tekerrür eden bu vasıfta daha çok “Afv” manasını bulur.

Bütün bunlar Gaudefroy-Demombynes’in te4zinin aksini gösterir. Öyle anlaşılıyor ki bu zat ikizlenen isimlerle anlam yakınlığının birbirini desteklemesinin gerektiği kanaatini taşıdığı için bu şekilde düşünmüştür. Halbuki 1. Fasılda isimlerin bazen zıt kavramlar arasında bir muvazene sağlama fonksiyonlarından da bahsetmiştik. “’Âzîz, Hakîm”, ‘Afuvv-Kadîr, ‘Aziz-Rahîm” gibi.

Allah’ın rahmet vasfı az kullanılan başka isimlerle de bildirilmiştir.

ERHAMU’R-RÂHİMÎN

“Merhamet edenlerin en merhametlisi” demek olan bu isim bütün Kur’an da dört defa geçer. Bu ayetler kronolojik olarak 39-71. Surelerde yer alırlar. (7/151, 12/64-92, 21/83). Dikkate değer ki bu vasıf her zaman bir peygamberin dua ve niyazında yer almıştır. (Sırasıyla Hz. Musa, Hz. Ya’kub, Hz. Yusuf, ve Hz. Eyyub) Şu halde bu isim ilahi merhameti celbetmek üzere kendisiyle dua edeceğimiz müessir bir isim olarak bize bildirilmiş oluyor.

HAYRU’R-RÂHİMİN

“Merhamet edenlerin en hayırlısı” sadece 74. Sırada ki el-Mü’minûn suresinde iki ayette geçer. Birincisi mü’minlere (23 – 109) ikincisi Hz. Muhammed’e talim buyurulan birer duada yer alır.

ZU’R RAHME

“Rahmet sahibi” demektir iki Mekki ayette gelir. (6/133 ve 17/58)

ZÛ RAHME VÂSI’A

“Bol rahmet sahibi.”Yalnız Mekki olan (6/147) ayetinde görülür.

Demek ki rahmet sıfatını ifade eden bütün isimler Mekki surelerden başlayarak görünmüş, altı şekilden sadece ikisi (Rahmân, Rahîm) Medine devrinde devam etmiştir. Ancak toplam sayı ile metin uzunluğu arasında bir nispet kurulacak olursa Mekkî ve Medenî devirlerde aşağı yukarı aynı oranda dağılım görülür. (Prof Dr. Suad Yıldırım – Kur’an da ulûhiyyet)

*********************************************************

Rahman-Rahim:

Rahman-rahim kavramlarının kökü ra-hi-me fiilidir. Bu kelimeden rahmet, merhamet, rahman ve rahim kavramları türemiştir. (ra-hi-me) merhamet, inayet, lütuf, rahmet, şefkat, rikkat sahibi ol¬mak, cezasını hafifletmek, cezasını affetmek, salıvermek, esirgemek, kıyamamak manalarına gelir. Bir kimseye (rahimekellâhu) demek, “Allah sana merhamet etsin” demektir. Bu kavramın diğer bir manası da, insan¬ların birbirlerine karşı anlayış göstermeleri, birbirini sevmeleri ve birbirine saygı duymalarıdır.

(rahm) ise, döl yatağı, akrabalık, hısımlık, birbirine benzerlik, (rahmet) ise, acıma, rikkat, şefkat, insan anlayışı, duygusallığı, şefka¬ti ve merhameti demektir. Bu durumda (rahim) merhametli, şefkatli, acı¬yıcı; (rahman) da çok çok merhametli anlamlarına gelmektedirler. (rahman), sadece Allah’a ait merhameti ifade etmektedir.

İsfehânî, rahmet, rahim ve rahman kavramlarının manasını ve aralarında¬ki ilişkiyi şöyle anlatmaktadır: Rahmet, merhamet olunana iyiliği gerekli kı¬lan bir kalp yumuşaklığıdır. Rahmet, ihsandan soyutlanmış sadece kalp yu¬muşaklığı için kullanıldığı gibi, rikkatten ayrı tek başına iyiliği de ifade et¬mektedir. Mesela, (Allah falana merhamet eylesin) derken, iyilik Allah’a isnat olunmuştur. Bu ifadeden sadece iyilik/ihsan murad edilmiştir, kalp yumuşaklığı değil.

Başka bir ifadeyle iyilik, Allah’a isnat edilir, ama kalp yumuşaklığı edilmez. Allah’tan olan rahmete, lütuf ve ihsan denir. İnsanlar için ise rahmet, kalp yumuşaklığı ve şefkat manasına gelmektedir. Hz. Pey¬gamber şöyle demiştir:

Allah merhameti, yani sıla-i rahimi yaratınca, ona şöyle dedi: ‘Ben rahmanım, sen de rahimsin. İsmini benim ismimden türettim. Sıla-i rahim yapana, ben de sıla-i rahim yaparım. Sıla-i rahimi kesenin ben de neslini keserim’.

Demek ki rahmet, iki ana manayı kapsamına almaktadır: Kalp yumuşaklı¬ğı ve ihsan. Rikkati (kalp yumuşaklığını) Allah, insanın yaratılışına koy¬muş, ihsanı da kendine özgü kılmıştır. Bundan dolayı, rahman ismi sadece Allah’a, rahim ise başkasına da isnad edilebilir.

Şimdi Kur’an’a göre, rahman ve rahim isimlerinin ne anlama geldiğini açıklayabiliriz:

Ra-hi-me kavramının çeşitli anlamlan bulunmaktadır. Buna göre:

1) Kötülüklerden Korumak:

(Bir de onları her türlü kötü¬lüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan, muhakkak ki ona merhamet etmiş olursun. Bu en büyük kurtuluştur). [Mü’min/9]

Melekler, insanlar için Allah’a yalvaracaklardır. Bu yalvarışın üçüncü basamağını yukarıdaki ayette görmekteyiz. Melekler, Allah’ın insanları kötülüklerden korumasını, O’nun rahmet edici özelliğine bağlamaktadırlar. Kötülüklerden arınmak, aynı zamanda insanlar için büyük kurtuluştur. İnsanı koruyup kurtuluşa erdirme faaliyeti, Kur’an’da, rahmetine mazhar etme manasını ifade etmektedir. Böylece kötülüklerden koruma da merhametin kapsamına girmektedir.

2) Sıkıntıya Girmek:

Bu anlamda ra-hi-me kavramı, psikolojik bir özellik taşımaktadır. Allah kuluna acıyınca, onun iç sıkıntısını giderir. Bu da kulu için büyük bir ihsandır

(Eğer onlara acıyıp, içinde bulundukları sıkıntıyı giderseydik). [Mü’minûn/75]

Yüce Allah’ın kuluna acımasını, merhametinin özünü teşkil etmektedir.

Rahmet:

(rahmet) şeklinde kullanıldığı zaman bu kavram, şu anlamlara gelmektedir:

A) Yumuşaklık:

İnsanların birbirine yumuşak davranması, Allah’ın rahmetinin bir gereği olmaktadır:

(O vakit Allah’tan bir rahmet gereği onlara yumuşak davrandın). [Âl-i İmran/159]

İnsanların yumuşaklık özelliğini kazanmaları büyük bir erdemdir. Onun sosyal manada en büyük ürünü, toparlayıcı ve birleştirici olmasıdır.

B) Allah’ın Merhameti:

(Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara de ki: “Selam size! Rabbiniz merhamet etmeyi ken¬dine yazdı, yani özgü kıldı”) [En’âm/54]

Ayette geçen Allah’ın nefsi ifadesi Allah’ın zatı manasına, yazdı ifadesi de kullarına rahmet etmeyi kendisine görev ve ilke edindi anlamına gelmekte¬dir.

Bu rahmetin gereği olarak Allah ne yaptığının cevabını, bir üstteki ayetin devamında bulmaktayız:

(Gerçek şu ki: Sizden kim, bilme¬yerek bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini ıslah ederse, bilsin ki Allah çok bağışlayan, çok acıyandır). [En’âm/54]

Demek ki ‘affetmek’ ve ‘acımak’ sıfatlan Allah’ın rahmetinin bir gereği olup tevbe edip kendini düzeltmeye karar veren insanı affedip esirgemek, Al¬lah’ın rahmetinin eseridir.

C) Azaptan Kurtarmak:

(Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve ayetlerimizi yalanlayıp iman etmeyenlerin kökünü kestik). [A’raf/72]

Rahmet denen değeri meydana getiren özlerden biri, belayı ortadan kal¬dırmak veya belanın içinden çekip çıkarmaktır. Cezayı hak edenlerle etme¬yenleri ayırıp, hak edene yakışan muamelede bulunmaktır.

D) Sıkıntıdan Sonra Gelen Ferahlık:

İnsanların yaptıklarından dolayı başlarına bazı sıkıntılar gelir. Bu sıkıntı¬lar, tabiat kanunları gereği olabileceği gibi, sosyal ve psikolojik nedenlerden dolayı da olabilir. Deprem, kıtlık, salgın hastalık, sosyal hayattaki ilişkilerin bozulması gibi olaylar, insanlara büyük sıkıntılar verebilir. Yüce Allah bu sı-kıntının ardından, o insanlara esenlik, yani ferahlık verir. İşte sıkıntının kal¬kıp peşinden esenliğin gelmesine, “rahmet” denmektedir. Buna şu ayeti ör¬nek olarak verebiliriz:

(Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki ayetlerimiz hakkında onların bir tuzağı vardır). [Yunus/21]

E) İlahî Vahiy Rahmettir:

Yüce Allah’ın insanları bilgilendirmesi, onlara rehber ve şifa olacak bilgiyi göndermesi bir rahmettir. Kur’an kendini bir rahmet olarak tanımlamaktadır:

(Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerindekine bir şifa, mü’minler için bir rehber ve rahmet gelmiştir) [Yunus/57]

Bu ayette Kur’an’ın dört önemli özelliği sıralanmıştır: öğüt, şifa, rehber ve rahmet. Konumuz rahmet olduğu için ayetteki rahmet kavramı üzerinde duracağız.

Ayetteki rahmet, ilahî bilginin insanın ruhunu aydınlatan nurudur, cehalet bulutlarının kararttığı gönül ekranını temizleyip aydınlatan ve aklın önünden cehalet perdesini kaldıran bilginin ışığını temsil etmektedir. Bu bilgi insanla¬rı kemâle erdirmekte, yüceltmekte ve inceltmektedir. Bu özelliği ile rahmet ismini almaktadır. Yağmur bir rahmettir. Suyun yeryüzüne bir değişim, yeşillik ve bereket getirdiği gibi, ilahî bilgi de insanların gönüllerine ve sosyal hayata aynı değişimi, aynı bereketi ve aynı gelişimi temin etmektedir ki bu da rahmettir.

Bilgi, ferdin ve toplumun hayatına bir farklılık getirmekte, onu zenginleştirmekte ve problemlerini çözmektedir. Ferahlık, zenginleşme ve çözüm, aslında rahmetin hücre yapısını teşkil etmektedirler. İnsanları bilgilendirdikçe, onlara ilahî rahmetin içine sokuyoruz demektir. İnsana ferahlık, yani sevinç getiren bilgi, rahmetin ta kendisidir. Bu konuda Allah şöyle buyurur:

(De ki: “Allah’ın lütfü ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla sevinsinler. Bu onların toplayıp durduklarından daha değerlidir). [Yunus/58]

Ayet, ilahî lütuf ve rahmetin, yani ilahî bilginin, dünyevî olan maddî de¬ğerlerden daha üstün olduğuna işaret etmektedir. Kur’an denen ilahî bilginin üstünde başka bir değerin olması mümkün değildir. Onu öğrenip ona sahip olmakla, insan sevinmeli ve ferahlık duymalıdır. Çünkü o bilgi, insan ruhu¬nun sevinci, ferahlığı, saadeti ve rahatlığıdır. Nerede sevinç, ferahlık, mutlu¬luk ve rahatlık varsa, orada ilahî rahmet var demektir.

F) Şefkat Bir Rahmettir:

Ana-babanın çocuklarına karşı gösterdikleri şefkatin adı rahmettir. Yüce Allah, ana-babanın şefkatine karşılık, çocuklarından da aynı muameleyi on¬lara göstermelerini istemektedir:

(Ana babana rahmetten oluşan tevazu kanatlarını ger). [İsra/24]

Ayette cenah (kanat) kavramı kullanılmak suretiyle bir benzetme yapılmaktadır; şöyle ki: Kuş, yavrularını nasıl kanatlarının altına alır ve on¬ları himaye ederse siz de ana-babanıza, onları kanatlarınız altına almak ve hi¬maye etmek suretiyle şefkat gösterin; merhamet edin.

Ayette geçen rahmet kavramını, şefkat manasına alabiliriz. Bu durumda ayet: “Şefkatten oluşan tevazu kanatlarını ger” anlamına gelmektedir. İdare¬cilerin halka, iş verenlerin işçilere, öğretmenlerin öğrencilere, çocukların anne-babalarına şefkatle muamele ettiği bir toplum, ilahî merhamet ve lütfu celbeden.

G) Hz. Muhammed Bir Rahmettir:

(Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik). [Enbiya/107]

Hz. Peygamber rahmettir, ama rahman değildir. Bir insan olması sebebiyle Yüce Allah Hz. Peygamber’e rahman değil, rahmet sıfatını vermiştir. Rahmaniyetin bir parçası olan rahmet, insana izafe edilebildiği için, Hz. Peygamber’in rahmet olduğu bildirilmiştir.

Yukarıda, âlem kavramının kâinatın bütününü ifade ettiğini söylemiştik. Burada ise âlemler kavramı Hz. Peygamberle birlikte kullanılarak, onun âlemlere rahmet olduğu belirtilmektedir. Peki, Hz. Peygamber hangi âlemlere rahmettir?

“Allah âlemlerin rabbi’dir” ifadesindeki âlemin kelimesi, daha farklı bir mana kazanmaktadır. “Hz. Muhammed âlemlere rahmettir” ifadesinde ise, aleme daha dar bir mana yüklenmektedir.

Burada âlemler ibaresi ‘insanlar’ ile ‘cinleri’ kapsıyor; dolayısıyla Hz. Peygamber’in akıl, irade ve sorumluluk taşıyan varlıklara rahmet olduğunu ifade ediyor olabilir.

Hz. Peygamber’in rahmetinin nerelerde tezahür ettiğinin veya işlevini nasıl gerçekleştirdiğinin cevabını şu ayette bulabiliriz:

(Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi öğreten resul gönderdik). [Barara/151]

Yağmur rahmettir, çünkü temizleyicidir. Peygamber de rahmet olduğu için in¬sanların gönüllerini temizlemektedir. Bu ayet, Hz. Peygamber’in rahmet ol¬masını, rahmet olma işlevini izah etmektedir. O, insana bilmediklerini öğreterek cehalet bulutunu temizlemekte, kitabı ve hikmeti öğreterek de ruhlarını arındır¬maktadır. Bilgiyi insanların gönlüne yağmur damlaları gibi indirerek oradaki manevî kirleri temizlemektedir. Bu da onun rahmet olma özelliğinin tezahürüdür.

Hz. Peygamber affedici olduğu ve insanlara Allah’tan af dilediği için de rahmettir:

(Şu halde onları affet; bağışlanmaları için Allah’a dua et). [Âl-i İmran/159]

Affedici olmak büyük bir erdem, ama başkasının affı için dua etmek daha da büyük bir erdemdir. Bu iki erdem bir araya gelince rahmet meydana gelmektedir.

Hz. Peygamber insanların düştüğü sapıklıktan kurtuluş yolu bulamadıkları bir dönemde, onlara hakikatin yolunu gösterdi, Allah katında ödüllendirilmenin yollarını tanıttı, helal ve haram kavramlarını öğretti; taklidin, inat ve kibrin kötülüklerini ve tahribatını gösterdi. İyinin ne olduğunu, doğruya nasıl ulaşılacağını, hak kavramının yollarına nasıl girileceğini ve hakkın bayrağının nasıl ayakta tutulacağını öğretti; akılla gönlü birleştirdi, aklı en büyük delil olarak öne çıkarıp bilginin uğruna neler yapılacağım gösterdi. Bütün bunlar Hz. Peygamber’in maddî ve manevî bir rahmet olduğunun tezahürleridir.

Hz. Peygamber rahmettir; çünkü onun bulunduğu yerde, Allah halkı toplu halde helak etmez:

(Hâlbuki sen onlann için¬deyken Allah, onlara azap edecek değildir. Onlar affedilmeleri için dua ederken de Allah onlara azap edici değildir). [Enfal/33]

Yüce Allah, daha önceki peygamberlerin dönemlerindeki halkın tamamı¬nı helak etmiştir. Bu kanunu, Hz. Muhammed’in rahmet olması nedeniyle kaldırmıştır. Peygamber olması nedeniyle toplu helakin kaldırılması, onun rahmet olduğunun en önemli delilidir.

İnsanların problemlerini çözdüğü, müjdelediği, uyardığı, Allah’a Allah’ın izniyle çağırdığı ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderildiğinden [Ahzab/45-46] dolayı da Hz. Peygamber bir rahmettir.

H) Af Bir Rahmettir:

Rahmet Allah’a izafe edilince af şeklinde tercüme edilebilir:

(De ki: “Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir”). [Zümer/53]

Aleyhine haddi aşmak, günah işlemek demektedir. Günahkârlık psikolojisi içinde olan insanın en önemli özelliği, affedilip edilmeyeceğini kestirememesi ve bu nedenle de ümitsizliğe düşmesidir. Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin ifadesindeki rahmet kavramı af yerine kullanılmıştır. Af, günahları te¬mizlemesi sebebiyle yağmuru andırdığı için Allah ona rahmet ismini vermiştir.

I) Rahmet Kurtuluşa Götürür:

İlahî rahmet bir kurtuluştur. Mü’minler, kâfirlerin belasından Allah’ın rahmeti sayesinde kurtulabilirler:

(Bizi rahmetinle o kâfir kavimden kurtar). [Yu¬nus/86]

Hz. Musa’nın toplumu, dualarında kurtuluş ile rahmeti bir araya getirmiş, kâfirler topluluğunun zulmünden ancak ilahî rahmet sayesinde kurtulabileceklerinin bilincini sergilemişlerdir. Baskıdan, zulümden ve entrikalardan kurtulma bir rahmettir. Bu, rahmetin sosyal manasıdır.

J) Şeytandan Koruma Rahmettir:

İnsanların çok azı şeytanın etkisi altında kalmadan hayatını sürdürebilir.

Şeytan, -etkilemeye gücü yetmediği- bu kimselere muhles (şeytanın şerrin¬den kurtulmuş) adını vermektedir. İhlas sahibi kimseleri etki alanına ala¬mayacağını itiraf eden şeytan, insanların çoğunu etkileyeceğini de Allah’a karşı ifade etmiştir.Bu durumda Yüce Allah, fazlı ve rahmeti gereği ihlas sahibi kişi ve diğer¬lerini şeytana tâbi olmaktan korumaktadır. Bu konudaki ayet şöyledir:

Onlara güven ve korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar. Hâlbuki onu, Peygamber’e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasında işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah’ın size lütuf ve rah¬meti olmasaydı, pek azınız müstesna şeytana uyup giderdiniz. [Nisa/83]

Bu ayetten şu çıkıyor; yanlış haber yaymak, işi uzmanına danışmamak bir şeytan işidir. Bunu yapanlar da şeytana tâbi olmaktadırlar. Yüce Allah’ın lü¬tuf ve rahmeti devreye girerek insanları şeytana tâbi olmaktan korumaktadır. Bu mana, ra-hi-me ile rahmeti bir araya getiren öz anlam olmaktadır. Rah¬met kavramı, bu manayı rahime’den emmektedir.

Yumuşaklık, azaptan korumak, ferahlık, ilahî vahiy, şefkat, peygamberlik, af. Kurtuluş, şeytana karşı koruma manalarıyla rahmet, ‘rahman’ kavramının mana örgüsünü meydana getirmektedir.

Rahman Kavramının Diğer Manaları:

Yukarıda ra-hi-me ve rahmet kavramlarına verdiğimiz manaların hepsi, rahman isminin özünde vardır. Yukarıda değindiğimiz anlamların dışındaki diğer anlamlan şöyledir:

a) Yaratmak:

Yüce Allah, rahman isminin gereği olarak yaratır. Kâinat, Rahman’ın yaratmasıdır:

(Rahman’ın yaratışında hiçbir bozukluk göremezsin). [Mülk/3]

Bu manasıyla rahman, ‘rab’ sıfatına bağlanmaktadır; çünkü rab kelimesinin manalarından biri de ‘yaratmak’tır.

b) Öğretmek:

Öğretme eylemiyle Rahman ismi, rab sıfatına bağlanmaktadır:

(Rahman, Kur’an’ı öğretti; insanı yarattı, ona beyanı öğretti). [Rahman/1-4]

c) İzin Vermek:

Bakara/254 ayeti ve aşağıda zikredeceğimiz ayetlerden anlaşılacağı üzere alış-verişin, dostluk ve şefaatin olmadığı o günde, -kimse konuşamayacak-sadece Rahman’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseler konuşabilecektir:

(O gün, Rahman’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda sağlamaz). [Taha/109]

(Rahman’ın izin verdiklerinden başkaları konu¬şamaz, konuşan da doğruyu söyler). [Nebe/38]

Bu iki ayet Bakara/254 ayetinin istisnasını belirlemektedir. Zira Bakara/254 ayetindeki “şefaatin olmadığı” ifadesi, Taha ve Nebe suresinin, Kendilerine izin verilenler hariç ifadeleriyle tahsis edilmiştir. Buna göre, Rahman’ın izin verdikleri mahşerde konuşacak veya şefaat edecektir. Bu izin verme işi, Allah’ın rahman sıfatının gereğidir.

d) Sevgi Yaratmak:

İman edip birbirine karşı iyi davranışta bulunanlar, rahman ismini hareke¬te geçirmekte ve ondan sevgi alıp dönmektedirler:

(iman edip, iyi davranışta bulunanlara ge¬lince, onlar için rahman bir sevgi yaratacaktır). [Meryem/96]

Yaratmak, öğretmek, izin vermek ve sevgi koymak gibi faaliyetler, ihsan manasına gelen rahman kelimesinin anlamlandır. Bu eylemler ihsan kavra¬mının manalarını da kapsamaktadır.

Rahim Kavramının Manaları:

Rahman ve rahim kavramları aynı kökten gelmelerine rağmen, ifade ettikleri eylem bakımından aralarında fark vardır. Daha sonra izah edeceğimiz bu farklılıkları ortaya koyabilmek için, burada rahim sıfatının ne anlama geldiğini açıklamak istiyoruz.

A) Döl Yatağı:

Çocuğun yaratıldığı döl yatağına rahim denir. Çoğulu (erham)dır. Aşağıdaki ayetlerde erham (rahimler) kelimesi, çocuğun yaratıldığı döl yatağı için kullanılmıştır:

(Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren Allah’tır). [Âl-i İmran/6]

(De ki: “Allah onların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerde bulunan yavrularını mı haram (Her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi ziyade edeceğini Allah bilir. Onun katında her şey ölçü iledir). [Ra’d/8]

Çocuğun yaratıldığı döl yatağına niçin rahim denmiştir? İnsan yavrusunun döllendikten sonra hayatını sürdürebileceği, normal sıcaklıkta ve o dönem için en uygun beslenme ortamı olduğu için ona rahim denmiştir. Anne rahmi, çocuğu bü¬tün etkilerden korur, ona sağlıklı bir ortam hazırlar.

Merhamet de, insanlara an¬nenin rahmi gibi sosyal ve psikolojik bir ortam hazırlar. Merhamet, ferdin ruhsal yapısını ve toplumsal hayatı dış etkilerden korur. Bu yönüyle anne rahminin iş¬levlerini görür. İnsanlığı yeniden dölleyeceksek, rahmet ve merhamet denen sos¬yal hayatın döl yatağında yaşatıp doğurmak zorunluluğu vardır.

İnsanın insan ol¬ma şeklini Yüce Allah bize anne rahminde vermektedir. İnsanlar da, insan olma olgunluğunu merhamet denen sıcak alaka ve yakınlıkta elde edeceklerdir. Çocu¬ğun anneye en yakın olduğu yere rahim dendiği gibi, insanın insana en yakın ol¬duğu değer de merhamettir. Allah’ı kula en yakın yapan sıfatlardan ikisi de rah¬man ve rahimdir. Annenin rahmi gibi bizleri merhamet besleyecek ve insan ola¬rak yenileyecektir. Anne rahmi çocuğu sarmaş dolaş eder. Rahmet ve merhamet de insanların sarmaş dolaş olmasını ister. İlahî rahmetin kapsayıcılığını dikkate alırsak, rahmet ve merhametin bu özelliği ortaya çıkmış olacaktır.

B) Sevgi (Akrabalık) Bağı:

Kökü rahmet olan rahim kavramını, “sevgi bağı” manasına gelen (erham) kelimesi anlamına da alabiliriz:

(Allah’ın kitabına göre, akrabalar birbirlerine daha uygundur. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir). [Enfal/75]

(İktidarı ele geçirirseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlanın kesmeye mi çalışacak-sınız?) [Muhammed/22]

Bu ayetlerde, rahim’in çoğulu olan erham kelimesi, akrabalık bağlan anlamına gelmektedir. Biz buna kısaca, “sevgi bağları” diyebiliriz. Merhameti yaşatırsak birlik ve beraberliği de yaşatmış oluruz. Merhametin olmadığı yerde insanları birbirine bağlayacak güçlü bağlar bulamaz ve oluş¬turamazsınız. Rahmet ve merhametiyle Yüce Allah, kullarına ne kadar güçlü bağlarla muamele ettiğini ifade etmektedir. İşte bu bağlar, bu sıcak¬lık, bu kuşatıcılık ve bu koruyuculuk, Allah’a hamdedilmesini gerekli kılmaktadır.

Rahman İle Rahim Sıfatları Arasındaki İlişki:

Rahim kelimesi, ra-hi-me ile rahmet kavramlannın manalannı kapsamına almaktadır. Rahman, bütün varlıklan kapsamına alırken ve işin başlangıcını ilgilendirirken, rahim daha çok işin sonunu ilgilendirmektedir.

Rahman’m bu dünyada, rahim’in ahirette işlerliği devam etmekte ve ede¬cektir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, ahirette konuşmaya ve şefaat etmeye izni Rahman verecektir.

(Allah mü’minlere karşı çok merhametlidir) [Ahzab/43]

Ayetinin kapsamına, ahiretle birlikte dünya da girmektedir.

Rahim ismi, Rahman’a göre daha dar anlamlı olmasına rağmen, beşere de atfedilmektedir:

(Andolsun ki ken¬dinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli¬dir, çok merhametlidir). [Tevbe/128]

Rahim sıfatı bu ayette, Hz. Peygamber için de kullanılmıştır. Peygamber rahman olamaz, ama rahim olabilir. Rahman’ın rahmeti bir şarta bağlı değil iken, Rahim’in rahmeti şarta bağlı olarak gerçekleşir.

Kullarının bütün ihtiyaçlarını karşılamak ve bunu hiçbir şarta bağlı kılmadan yapmak, Rahman’ın rahmetidir. İmanı ve günahkârın tevbe ve istiğfar etmesini şart koşarak rahmet etmek de, O’nun rahim olmasının gereğidir. Onun için rahim sıfatı tek başına kullanılmaz, çeşitli sıfatlarla birlikte kullanılır. Fatiha’da Rahman’dan, başka ayetlerde ise gafur sıfatından sonra gelmesi gibi.

Rahman’ın rahmeti yüce nimetler, Rahim’in rahmeti ise nimetlerin incelik¬leriyle ilgilidir, Rahman’ın kullanılışı özel, ilgi alanı ise geneldir. Rahim’in ise kullanılış alanı genel, ilgi alanı özeldir. İşte Allah böyle katmerlenmiş bir rahmet sıfatıyla vasıflanmıştır. Bu vasıflar, insanlardan ümitsizlik duygusu¬nu silmek ve onun yerine sonsuz bir iyimserlik duygusunu koymak için ye¬terlidir.

Rahman; varlıklara hem eşit muamelede bulunur hem de rızkını, yani rah¬metini genel olarak verir. Kullarının psikolojik durum ve davranışlarına bak¬madan muamelede bulunur. Ama rahim olma yönüyle, nimetlerinin daha özel yönleriyle ilgilenir, merhametinin daha küçük hücrelerini gündeme getirir ve bazı özellikler arar.

Tüm varlıklara yaratılış gayelerine göre kabiliyetler veren, insanlara rahme-tiyle yardım eden Rahman’a karşı insanın görevi, O’na iman ve tevekkül etmektir.

Hamd, Allah’a mahsustur. Peki, nasıl bir Allah’a? Âlemlerin rabbi, Rahman-Rahim olan Allah’a. Yaratan, besleyip büyüten ve eğiten, rahmet ve şef¬kati çok olan Allah’a hamd edilmelidir. Yüce Allah, varlık âlemi ile özellik¬le insanlarla ilişkisini bu isimleriyle anlatmaktadır. Yaratır ama başıboş bı¬rakmaz. Rahmetini merhametiyle beraber onlara ihsan eder ve onlara öyle muamelede bulunur.

Yüce Allah Rahman’lığını, kâinatın ahenk içinde işleyen kanunları ile göstermekte ve insana öğretmektedir:

(O ki, birbiriyle ahenk içinde işleyen yedi göğü yaratmıştır. Rahman’ın yaratışın¬da hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk göre-biliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak; göz aciz ve bitkin halde sa¬na dönecektir.) [Mülk/3-4]

Yüce Allah varlıklar alemi ile rab, rahman ve rahim sıfatlarıyla ilişki kurarken, terbiye ve gelişmeyi Rububiyet sıfatına yüklemiş, rahmeti Rahmâniyet’e. merhameti de Rahimiyyete tahsis etmiştir. İnsan şahsiyetinin gelişip dönüm noktasına ulaşabilmesi için Allah’ın terbiyesi, rahmet ve merhameti şarttır. Eğitilmemiş, rahmet ve merhamet edilmemiş insanın olgunlaşması ve ge¬lişmesi mümkün değildir.

Bu ayetler insanlık âlemine şu gerçekleri sunmaktadır:

İnsanın en çok ih¬tiyaç duyduğu veya temel ihtiyaçlarından en önde gelenleri terbiye, rahmet ve merhamettir. Rahmet ve merhamete dayanmayan eğitim, övgüye layık de¬ğildir. Hal böyleyken, rahmet siz ve merhametsiz bir dünya oluşmakta ve eği¬timde bu değerler bertaraf edilmektedir. Rahmet siz ve merhametsiz bir dün¬ya, kaba, ruhsuz, sevdasız, taşlaşmış ve saldırganlaşmış bir dünyadır.

Artık Fatiha suresinin bu ayetleri, dudaklarımızdan davranışlara, gönülle¬re ve hayata inmelidir. Terbiye, rahmet ve merhametin olmadığı toplumlar¬da, mutluluğu ve kurtuluşu aramak hayalden başka bir şey değildir.

Rahmet ve merhametin olduğu yerde, aç insanların iniltisi olmaz, yalnız kalanların feryat sesi duyulmaz, yetimlerin çaresizliğinden eser kalmaz. Zira böyle bir toplumda insanlar, Allah’ın rahman ve rahim sıfatlarından gıdalanmış, Allah’ın rahmet ve merhamet iplerini yeryüzüne indirmiş ve yeryüzünü bir cennete çevirmişlerdir. Bu insanları Allah da övecektir. Onun içindir ki, Fatiha suresinin ilk ayetleri, Rububiyet, Rahmâniyet ve rahimiyyet sıfatları ile açılmakta, besmele bu isimlerle başlamaktadır.

Rahmet ve merhametiyle varlıklara muamele eden Allah’ın bu uygulama¬sını, insanlar yeryüzünde barındırmaz olmuştur. Zulüm, kahır, hakkaniyetsizlik, merhametsizlik yeryüzünde kol gezmektedir. Merhametin çiçeklerine hasret kalınmıştır. İnsanlar, tanrı edindikleri heva ve heveslerine, rahmet ve merhameti kurban etmişler, etmeye de devam etmektedirler. Merhameti, nefis tanrısına kurban edenlere Allah hayat hakkı tanımaya¬caktır. Nefis tanrısının istediği en büyük kurban merhamettir.

Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır:

(Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Onu sakınanlara, zekatı verenlere ve ayetlerimize ina¬nanlara yazacağım). [A’raf/156]

Zekâtı verenler ifadesinden kasıt, fakirlerin elinden tutan fedakâr insanlar¬dır. Fedakâr insanlar merhamet doludur. Sakınanlar da, takvayı ifade etmek¬tedir. Kendini koruyan insan, Allah’ın rahmetine hak kazanmaktadır. Nefsin hazcı isteklerine aldırış etmeden, yanlıştan, kötüden, çirkinden, faydasızdan, suç işlemekten, isyandan ve şeytandan kendini koruyan insanlar, Allah’ın rahmetini yeryüzüne indirmektedirler.

Ayetlerimize inananlar ifadesinden Allah’ın vahyini kabul eden, inkâr psi¬kolojisine düşmeyen insanlar kastedilmektedir.

Yüce Allah, yukarıdaki ayette üç grup insana rahmetini yazmakta, yani onlara rahmetini farz kıldığım beyan etmektedir. Bu üç grup insanın yanın¬da olmayan insanlar, Allah’ın rahmetini daraltmaktadırlar, günahkâr olma¬larının esas sebebi de budur. İnsanların elinden tutmayan, kötüden sakınma¬yan ve doğru iman etmeyen insanlar, ilahî rahmete sırtlarını dönmektedir¬ler. İşte insanlar esas günahı, ilahî rahmeti daraltmalarıyla işlemiş olmakta¬dırlar.

Yüce Allah’ın insanlara vahiy göndermesi, peygamber görevlendirmesi, onları azaptan koruması, mutluluk vermesi, şefkat dağıtması, affetmesi, şeytana tâ¬bi olmalarını engellemesi, yaratması, öğretmesi, şefaat için izin vermesi, merha¬met etmesi, rahman ve rahim sıfatlarının gereği olmakta ve onların manalarını doldurmaktadırlar. Yukarıda saydığımız mana ve eylemler, Allah’tan kullarına doğru olmakta ve insanların birbirlerine karşı tavırlarını belirlemektedir. (Bayraktar Bayraklı-Yeni anlayış ışığında Kur’an tefsiri/Fatiha)

******************************************************

RAHMET

“Allah”, “Rahm” sahibidir! “Rahman”dır! “Rahîm”dir! “Üretir” ve ürettiğini korur, muhafaza eder, âşikâre çıkma zamanı gelinceye kadar; sonra da açığa çıkartır! İşte bu, O’nun rahmetidir! Her şey, bu yoldan “Allah”ın “Rahm”inden yaratılmış, üretilmiştir!

HERŞEY ALLAH’IN RAHMETİNİN ESERİDİR!

Sizin kafanızdaki “Tanrı” anlayışı tamamen yıkılmadan “Allah” kavramı size anlatıldığından; siz, bu kavramı alıp kafanızdaki “Tanrı” anlayışına enjekte ediyorsunuz. Kafanızda “tanrı” anlayışı gitgide büyüyor. Bu ise çok tehlikeli ve gitgide büyüyen bir beyin kanserine dönüşüyor!

İşte bu anlayışı yıkmak için, “Sistemde “merhamet” var mı?” sorusuna cevap bulmak gerek!

Allah’ın merhametinden-rahmetinden bahseden bunca âyet, Allah’ın merhametinden bahseden bunca âyet ve hadis varken nasıl olur da su kenarına susuzluğunu gidermek için gelen mâsum bir ceylanı, hiç acımadan, bir timsah suyun içinden fırlayarak kafasını koparıyor?Ya da mâsum ve etrafına zararı dokunmayan bir geyiği parçalayarak yutan leoparı düşünün.

İşte bunlar olurken nerede RAHMET?! Sistemde “güçlünün güçsüzü yok etmesi” var! Güçlü güçsüzü yiyor, parçalıyor, yutuyor!

Eğer tüm bunlar oluyor ve hâlen Allah’ın rahmetinden -merhametinden bahis olunuyorsa, nedir “Allah’ın rahmeti”? Ve bizim anladığımız gibi bir rahmet mi, yoksa başka bir şey mi?

Allah’ın “RAHİM” ismi kendi esmâlarının dışında nerede kullanılıyor?

Göreceksiniz ki kadının cinsel ve doğurganlık organı olan bölge için. Yani kadında doğurganlık olayını oluşturan ve insan türünün çoğalmasını ve bekâsını sağlayan cinsel organına verdiğimiz isim!

Mikro plânda kadındaki rahim, makro plânda ise Allah’ın ”RAHİM” ismine karşılık geliyor!

Allah’ın “Rahim” ismi ,”Rahmet” ve “Rahman” mânâlarının kökenidir! Yani Allah’a ait esmâların üreticisidir!

Üretim yapıldıktan sonra bu isimlerin topluca bulunduğu ve sâdır olduğu boyuta “RAHMANİYET BOYUTU” diyoruz.

”Rahim” isminin en geniş ve kapsamlı ortaya çıktığı mahal, Cennet’tir!
             Dolayısıyla, “Cennet anaların ayağı altında” derken; mikro plânda çoğalmayı-üremeyi sağlayan kadındaki rahmin makro plânda karşılığı olan Allah’ın “Rahim” isminden cennetteki mânâların ürediği mecâzi olarak anlatılmıştır.

“Her şey Allah’ın rahmetinin eseridir.” demek; “Her şey, Allah’ın rahmetinin neticesi olarak var olmuştur.” demektir.

Yani, daha genellersek; “Allah’ın üretmesinin neticesi olarak” vardır.

Çünkü Rahmeti meydana getiren “Rahim” ismi ne yapar?

Üretir! Bunun da en orijinal yapısı, kadında mevcuttur. Kadındaki üreme, daha doğru bir deyişle üretme organının adı “Rahim”dir.

İşte Allah’ın rahmet sıfatı da, üretme sıfatıdır. Bu üretme sıfatı Allah’ın esmâsının işaret ettiği mânâların özelliklerinin eserlerini üretir. Fakat, bu üretilen varlıkların yer aldığı sistemde hâkim unsur, “Kudret” tir.

Allah’ın sıfatları arasında kudret sıfatı vardır. Acz, yoktur! Bunun neticesi olarak da kudret sıfatı sayısız varlıklarda zahîr olur. Ve her kudret sıfatının izhar olduğu varlık, kudret sıfatının izhar olmadığı varlığı yer, yener, yok eder. Sürekli olarak varlıkta hep bir şeyler, bir şeyleri yok eder. Bu bir şeylerin bir şeyleri yok etmesi; “Yok edende kudret sıfatının açığa çıkmasının neticesidir, eseridir! “ Bunun kudretinin sonu olmadığı gibi, var olan bu varlıkta da, yok etmenin sonu gelmeyecektir. Her an bir şeyler bir şeyleri yok edecektir.

Biz kendi varlığımızda mevcut olan bütün esmâ-i ilâhi’nin mânâlarını ne kadar bilip, tanır, bulursak o nisbette Mutlak Varlığı tanımış oluruz.

“RAHMAN” VE “RAHİM”İN İNSAN DÜZEYİNDE VE EVRENSEL DÜZEYDEKİ ANLAMLARI

Allah’ın ürettikleri iki kısımdır. Bir kısım ürettikleri, “Rahman” ismi kanalından gelir. Bir kısım ürettikleri “Rahim” ismi kanalından gelir.

“Rahman” ismi kanalından gelen üretimler, insanın yapısına ilk anda hoş gelmeyebilir. Fakat o hoş gelmeyen, yakan, üzen şeyin özünde, ardında, insan için büyük yarar ve güzellikler vardır.

“Rahiym” ismi kanalından gelenlerse, tamamen “insan”ın hoşuna giden şeylerdir.

“Rahiym”in tam tecellisi “cennet” ismiyle işaret edilen boyuttadır. Ayrıca bu isimlerin bu açıklamaları, yorumları da insana göre, insan düzeyinde olan mânâlardır; Evrensel mânâlar değil! Olayı Evrensel Boyutta ele alırsak, manâsı çok değişir.

Kurân”, insana gelmiştir. İnsan boyutuna hitap eder. “Allah” kelâmlarından sadece bir tanesidir “Kur’an” ! Bu yüzden ki biz, Kurân’ı anlamaya kalktığımız zaman, birçok temel gerçeğe dikkat etmek zorundayız! Çoğunlukla, konuları, halk dilinde söylendiği şekilde ele alıyoruz. Meselâ, “adalet”i herkese eşit muamele, yani “eşitlik” diye diyoruz!

Doğada, sistemde “EŞİTLİK DİYE BİR ŞEYİN OLMADIĞINI” göre göre!

Halbuki, “adalet“ her birimin yaratılış amacına göre hak ettiğinin verilmesidir!. Ya da hak etmediğinin verilmemesidir!. Herkese eşit vermek değildir, adalet! Her birimin kendi yapısına, yaratılış özellik ve amacına göre hak ettiğinin verilmesidir. Biz herkese eşit muamele diye anlıyoruz. Ve sonra, “herkese eşit vermiyor!.” deyip, suçlayacak makam arıyoruz.

“Allah”, Kurân’da, herkese eşit vereceğim diye bir şey söylemiyor. “Ben Âdilim” diyor! İşte, bunun gibi, birçok şeyi bizler yanlış anlıyoruz. Ondan sonra da, bu yanlışlığı getirip, tanrımıza bağlıyoruz. Tabii ki, bu durumda tanrıyı beğenmeyip; “haydi canım, böyle tanrı olmaz” diyoruz.

HERBİR VARLIK ALLAH’IN RAHMETİNİN BİR ESERİDİR!

Rahman’ın Arş üzerine “istivası”sı ise, Rahmet eseri olarak tüm mevcûdatın ilâhî isimlerin mânâlarını açığa çıkarmak üzere meydana getirilmesidir. Bu varlıklar, hep Allah Rahmetinin bir eseridir.

HER ZÂHİR OLAN RAHMETİN VE KEREMİN ARDINDA, GERÇEK KERİM VE RAHİM OLAN ALLAH MEVCUTTUR!

Yâ Gavs-ı Â’zâm. Her kerîmden Kerîmim, her rahîmden rahîmim.”

Zâhirde görülen çeşitli varlıklardan ortaya çıkan bütün kerem ve merhamet hâllerini gerçek oluşturucuyum anlamı vardır bu ifadede.
Çeşitli birimlerden kerem eseri olarak ikramlar görülebilir; ve gene çeşitli birimlerden rahmet yollu merhamet eserleri görülebilir.

İşte o rahmet ve keremin gerçek kaynağı olarak hakiki Kerîm ve Rahîm olan Ben’im; demektedir Cenâb-ı Hak!

Ayrıca, her hangi bir zuhur mahallindeki kerem ve rahmet ne ölçüdedir; o zuhur mahalli gibi sonsuz sayıda zuhur mahallinde sürekli olarak kerem ve rahmet izhâr eden yüce Zât nerededir?

İşte bu yüzdendir ki, her zâhir olan kerem ve rahmetin ardında gerçek Kerîm ve Rahîm olan Allah mevcuttur.

İLAHİ RAHMET

Hayat, ilim, irade sıfatları kendisine dönük sıfatlardır. Kudret sıfatı ile birlikte kendindekini açığa çıkarmaya dönük özellikler meydana gelir.

Bu sıfatlar içinde, dördüncü sıfat diye bilinen, bahsedilen Kudret sıfatı çok önemlidir. Kudret sıfatından sonra da, Semi, Basir ve Kelim gelir. Bu sıfatlar, ilâhi rahmetin neticesi, sonucudur.

“İlâhi rahmet” deyince, bizim genellikle anladığımız nedir?
Genelde, anladığımız merhamettir. Halbuki, “İlâhi rahmet”in manâsı, “merhamet” kelimesinin anlamı gibi dar bir kapsam ifade etmeyip, daha genel olarak; “İlâhi Rahmet” tüm varlığın oluşmasına yol açan vasıftır.

HAKK’IN RAHMETİ

Kişinin üzülmesine, sıkılmasına, azap duymasına, bunalmasına yol açan her şeyin kökeninde, kesinlikle mevcut olan şey, ya benliği, ya tabiatı, ya huyları; yani, bunlarla kendi hakikatini, kayıt altına alması yatmaktadır! Bu kayıtları kırabilirse, kendine azap veren tüm nesnelerden de arınmış olacak; dünyada yaşarken cehennemden Azad edilmişlerden, diye tarif edilenlerden olacaktır! Aksi takdirde, dünyada yaşadığı sürece de, öldükten sonra da çektiği azaplar çok çok uzun bir süre son bulmayacaktır.

Hakk’ın rahmetinden, ResulAllah’ın şefaatinden murad, kişiyi “rabbının kulu” olma kayıtlılığından, “Allah’ın kulu” olma genişliğine geçirmedir. Yani, tabiat, huy, benlik gibi terkibiyetinin sonucu oluşan, kabulüne bağlı kişiliğinden hakî benliğine ulaştırmadır. Bağlarından kurtarıp özgün hakikatini yaşamaya davettir.

“RAHMAN”IN RAHMETİ”

Er RAHMAN” O’dur ki; Mutlak “rahmet” sahibi olarak, tüm mânâları, varlığından, varlığıyla meydana getirmektedir.

“RAHMAN”IN RAHMETİ, ARINDIRICIDIR!

Arındırıcı”dır! Elbette ki, arınma işleminin getirdiği bir azab veya sıkıntı da söz konusudur. Meselâ operatörün, tüm bedeni kangren olmaktan kurtarmak için, bir bacağı kesmesi kişiye olan merhametinin getirdiği bir rahmettir. Ve biz, bu işlemin getirdiği bütün acıya ve ıstıraba rağmen, o doktora teşekkür ederiz! İşte bu, başlangıcında bize acı veren, fakat neticesi iyi olan “rahmet”tir! Rahman’dandır.

“RAHMETİN HERŞEYİ KUŞATMASI”

Rahmet” her şeyde “EŞİT” olarak mevcuttur. Her şeyde “EŞİT” olarak mevcut bulunan bu rahmet nedir?

Her şey varlığını Allah’ın esmâsından aldığı için; her varlığı kuşatan “Rahmaniyet” mertebesinin eseri olarak, Hakkın zâtı ve esmâsı ile kâim varlıklar oldukları için, hepsi de Hak’kın rahmetine “eşit” bir biçimde sahip olmuşlar; yani, “rahmet“ten yaratılmışlardır!

RAHMET“; “zâtî” ve “sıfatî” olarak ikiye ayrıldığı gibi; “Rahmeti âmme” ve “Rahmeti hâssa” olarak dahi müşahede edilir.

1-RAHMET-İ AMME

“Rahmet-i amme”, yaygın rahmettir ki, bu “rahmet” sonucu, ölüm ötesi yaşamda, tüm insanların azapları, bir gün gelir sona erer. Ebediyyen cehennem ortamında kalacak olsalar bile! “Rahman”ın rahmeti cehennemdekilere bile erer!

Bir kısım insanların “ebeden cehennemde kalacaklarına” dair Kur’ân-ı Kerim’de hüküm bulunmasına rağmen, ebeden azab çekeceklerine dair bir açıklama mevcut bulunmamaktadır! işte bu da “rahmeti amme” yani yaygın rahmet iktizasıdır.

“Rahmet” her şeyde “EŞİT” olarak mevcuttur. Her şeyde “EŞİT” olarak mevcut bulunan bu rahmet nedir?

Her şey varlığını Allah’ın esmâsından aldığı için; her varlığı kuşatan “Rahmaniyet” mertebesinin eseri olarak, Hakkın zâtı ve esmâsı ile kâim varlıklar oldukları için, hepsi de Hakkın rahmetine “eşit” bir biçimde sahip olmuşlar; yani, “rahmet”ten yaratılmışlardır! Bir kimsenin “rahmete” nail olması demek, o “rahmet” ile var olmuş olduğunun bilincine ermesi demektir.

Herkes, kendi zâhir olan esmâsı yönünden rahmete nail olmuştur. Zâtı itibariyle de, ilâhî Zât ile kaimdir ki, bir diğer zâtî rahmet de budur. Bunların her ikisi de umumi rahmettir. Rahmeti amme!

Netice olarak bütün varlıklar varoluş yönünden rahmete ermişlerdir. O rahmet neticesi olarak da “ADL” ismi gereğince herkes hak ettiği nimeti sürekli olarak almaktadır. Kimseye hakkettiği verilmeyerek zulmedilmemektedir!

KÂİNAT, ALLAH’IN “RAHMET” SIFATINDAN YARATILMIŞTIR!

Allah “Rahm” sahibidir! Rahman’dır . Rahim’dir! Üretir ve ürettiğini korur, muhafaza eder, âşikâre çıkma zamanı gelinceye kadar; sonra da açığa çıkartır. İşte bu O’nun “RAHMETİ”dir Her şey bu yoldan, Allah’ın “Rahm”inden yaratılmış, üretilmiştir!

Âlemler ve âlemlerden biri olan kâinat, Allah’ın “Rahmet” sıfatından yaratılmıştır!

Karşılıksız olarak ”üretir “, var eder!

Kâinat, Allah’ın zekâtıdır! Ürettiğinin bir kısmı “Rahman”dan gelendir. Acıyla karışık nimettir üretilen. Bir kısmı “Rahim”den gelen üretimdir, sırf nimet olarak.

2-HUSUSİ RAHMET

Bir de hususî rahmet vardır. Bu da evliyaullaha has rahmettir! Bu hususî rahmet ikiye ayrılır; Rahmeti zâti ve sıfati.

a- RAHMET-İ ZÂTÎ
           “Rahmet-i Zâtî” bütün varlıkların zâtının ancak ve sadece “ALLAH” ismiyle işaret edilenin Zâtı ile kâim ve var olmasıdır; ki bundan dolayı, var olan her şeyin “Allah’ın rahmetine” ermişliğinden, söz edilir.

Rahmeti Zâti, İnsân-ı Kâmil, Gavs, müferridûn, Kutb-ül aktâb ve Kutb-ül irşâda mahsustur.

ALLAH İNDİNDEN (ZÂTÎ RAHMETİNDEN)TALEP ETMEK

Rabbenâ âtina min ledünke rahmeten ve heyyi’ lenâ min emrinâ raşedâ.
Rabbimiz bize Zâtî rahmetinden ihsan buyur ve işimizde bize başarılı olmayı nasip et.!

Bilgi: Bu ayette de Cenâb-ı Hak bize işlerimizde başarılı olmamız için DUA etmemiz gerektiğini öğretiyor. Ayrıca başarı niyazında bulunurken, Allah’ın “İNDİNDEN” yani ZÂTÎ rahmetinden talep etmemiz yolunda da uyarıda bulunuyor.

b – RAHMET-İ SIFATÎ

Varlıklarda zuhur eden tüm mânâların orijinalinin (terkipsellik söz konusu olmaksızın) “ALLAH” isimlerine dayanmasıdır.

Rahmeti sıfatî ise dörtler, yediler gibi fetih ehli zevâtta izhar olur! Yani, bu rahmete eriş neticesinde bu mertebeler kendilerinde zuhur etmiştir.

”ÖZEL RAHMETİ”Nİ “KENDİNE SEÇTİĞİ” KULLARINA İHSAN EDER!

Rahmeti Hassa”, “özel rahmetidir” ki, bunu “kendine seçtiği” kullarına ihsan eder!

-“ALLAHU yectebiy ileyhi men yeşau” !

ALLAH DİLEDİĞİNİ KENDİNE SEÇER ! (42-13)
Ve;

-YAPTIĞINDAN SUAL SORULMAZ ! (21-23)

Bu rahmetiyle kendine seçtiği kulunu, önce “şirki hafi” denilen “gizli şirk”ten, yani “benlik”ten ve O’nu, “öteNde bir tanrı sanma” düşüncesinden arındırır; sonra, kendi “ahlakıyla ahlaklandırır” ve bütün bunlardan sonra da “keşif” veya “fetih” ile mükafaatlandırarak cennet yaşamına başlatır! Ötesini ise ancak yaşayanlar bilir! Zira “Allah” “isim ve sıfatlatıyla tahakkuk etmenin” ne olduğunu anlatmanın yeri bu kitap değildir!

“RAHİM”İN RAHMETİ

“RAHÎM”in rahmeti; herhangi bir “arındırma” ya da “ıstıfa” gayesi gütmeyen; sırf zevk veren, güzellikleri tattıran, kişiye hoş gelen halleri yaşatan “rahmet”tir.

RAHİM’İN TAM TECELLİSİ, “CENNET” BOYUTUNDADIR!

Rahim isminin en geniş ve kapsamlı ortaya çıktığı mahal, Cennet’tir! “Rahiym”in tam tecellisi “cennet” ismiyle işaret edilen boyuttadır.

Esasında, kitaplarda “müminlere cennette sunulacak rahmet” diye anlatılan bu “RAHÎM’in rahmeti” anlatılagelenden hayli farklı bir olaydır.

Bir kere şunu kesinlikle bilelim ve hiç unutmayalım ki, “ALLAH”ın bütün isimlerinin mânâları, her an geçerli ve yürürlüktedir!

İşbu sebeple, “RAHÎM” isminin mânâsı “şimdi geçerli değildir de, cennete girildikten sonra geçerli olacaktır” şeklindeki anlayış, tamamiyle asılsızdır.

ALLAH”ınRAHÎM” isminin mânâsı, her an, her yerde yaşanmaktadır! Bizim bunu fark etmemiz ya da fark etmememiz hiç bir şeyi değiştirmez.

Ancak ne var ki, bunun daha fazla açıklanması mahzurludur. Ancak ehli bilir!

Cennet ehli, bu ismin mânâsını yaşarken; ve belki de bir çoğu bunun orada nasıl ve nereden oluştuğunu fark etmemişken; Dünya üzerinde bu ismin mânâsını yaşamış ve yaşamakta olan bir çok zevat bulunmaktadır.

Evliyaullah”ın “keşif ve fetih” sahibi olanları yanı sıra, “mukarrebler”, “muhakkikler”, “müferridun” ve “mârifeti Billah” sahipleri, hâlen farkında olarak, “B” harfinin sırrıyla “RAHÎM” isminin mânâsını yaşamakta ve tecellilerini seyretmektedirler.

Ayrıca, “Lâ havle velâ kuvvete illâ “B”illah” ifadesinin manâsı dahi “RAHÎM”dendir!

Öyle ise, “RAHÎM” isminin mânâsını, sanki “ölüm ötesi yaşamda, cennet ortamında ortaya çıkacakmış” gibi düşünmek tamamiyle gaflettir!

“Allah” ismiyle işaret edilenin, bütün bildiğimiz isimlerinin işaret ettiği özellikler, her an ve her boyutta sürekli olarak açığa çıkmaktadır. Üstelik evrendeki sayısız “melek”ler dahi her an bu ismin mânâsıyla kaim bir yaşam içindeyken.

“VARLIĞIMIN HAKİKATİ OLANIN RAHMETİYLE” ÜRETİYORUM, Kİ BU RAHMET BİR

YÖNÜYLE ACI DA OLSA NETİCEDE SIRF NİMETTİR!

Besmelenin bir anlamı da anlayabildiğimiz kadarıyla şudur;

“Bismillahirrahmanirrahim”.

Allah ismiyle işaret edilen ve varlığımın hakikati olanın rahmetiyle üretiyorum, ki bu rahmet bir yönüyle acıyla karışık olsa dahi neticede sırf nimettir, mutluluk getirir.”
             ”ALLAH” ismiyle işaret edilen, mutlak varlığın yeryüzündeki sembolü, ”Anne”dir! “Anne” üretir ve karşılıksız verir!

Anne”de “rahim” sahibidir, yavrusunu orada üretir! Ürettiği yavrusunu kâh “Rahmaniyet” yönünden nimetlendirir, terbiye için azarlar-cezalandırır-onun hoşuna gitmeyecek kurallar koyar. Hep Onun iyiliği için! Kâh da en güzel şeyleri yedirir-giydirir-gezdirir, ”Rahimiyeti” yönünden!

ALLAH, “Rahm”inden yaratıp ürettiklerine karşılıksız verendir HER AN!

Anne”, rahiminde ürettiklerine karşılıksız vermektedir ÖMÜR BOYU!

HAKK’IN RAHMETİ

Hakk’ın rahmetinden, Rasûlullah’ın şefaâtinden murad, kişiyi “rabbının kulu” olma kayıtlılığından, “Allah’ın kulu” olma genişliğine geçirmedir.

Yani, tabiat, huy, benlik gibi terkibiyetinin sonucu oluşan, kabulüne bağlı kişiliğinden hakî benliğine ulaştırmadır. Bağlarından kurtarıp özgün hakikatini yaşamaya davettir.

Şayet Hak, bir kuluna sonsuz nimetinden içirmeyi murad ederse, onu kendi huylarının, tabiatının, benliğinin esiri olmaktan kurtarıp; yani ölmeden evvel bu saydığımız özelliklerinden, dolayısıyla kişiliğinden öldürüp, aslına ve hakikatine kavuşturur!.. Böylece o kul, Allah’a vâsıl olur.

RAHMANİ NİMETLERİ TATMAK

Ârif, yani mârifet sahibi kişinin, mübah yollara dayanması, yani bedenin tabii gereklerine bağlı kalması, haram olan şeyleri kullanması gibidir!

Nefse gaflet doğuran, boş ümitlere dönmek de, irfan ehli yanında Deccalin şarabını içmektir” diyor ve gene ilâve ediyor şu cümleyi.

Makamın gereği olan hâle ulaşmadan önce anlatılan duruma dalan bir irfan sahibi, Deccal eline düşüp artık felâh, kurtuluş ümidi kesilen kimseye benzer. Devamlılığı muhal olan doğmatik alışkanlıkları, hayâl olan tabları kendisine zevk edinmekse Deccalin Cennetine girmektir.

Ancak bir kişi, bu hakikati idrâk ettikten sonra, bilinç boyutunda zâti hakikatinin gereğini yaşayabilmek için zahirde “şeriât nurları” ile yürürse; muhalefetin, mücahedenin ve tabiatla mücadele olan riyâzatın içine inançlı ve güçlü bir şekilde girerse, işte bu takdirde Rahmanî nimetleri tatmış olur; her ne kadar Deccal’in Cehennemine girmiş ise de, neticede Allah`ın Cennetine erer!

ALLAH’IN RAHMETİ, GAZABINI GEÇMİŞTİR!

Rahmet” ille de merhamet değildir! “Allah’ın rahmetinden geldi” demek, O’nun üretmesi ile meydana geldi demektir.

Allah’ın üretmesinin sonsuzluğu yanında, varlığın yok olması diye bir şey söz konusu değildir, demek!

Allah”ın rahmeti, gazâbını geçmiştir” sözü;

RAHMAN’IN RAHMETİNE UĞRAMANIN YOLU, KAHRINDAN GEÇER! KAHRA UĞRAMADAN RAHMET GELMEZ!

Önemli olan senin kendi varlığındaki Hakkâni güçlerle yaşama yöne verebilmendir!

İşte, KAHIRDA RAHMET VARDIR!

Cehennem en büyük rahmetidir Allah’ın insanlara! Rahmete uğramanın yolu, Rahman’ın rahmetine uğramanın yolu, kahrından geçer!

Sana o güçlüye karşı güçsüzlüğünü fark ettirmesi, sana o güçsüzlüğünü giderme düşünceni oluşturur.

Onu gidermenin yolu da, kendi özündeki o Hakkâni kuvvet ve kudreti açığa çıkarmaktan geçer!

Kendindeki o güç ve kudreti açığa çıkarttığın zaman da işte sana RAHMET NÂİL OLMUŞ olur!

Kahra uğramadan RAHMET gelmez!

İşte başına gelen belâ ne kadar büyükse, ardından gelecek Rahmet de o kadar büyüktür. Yani kahrı, belâsı, Rahmetin kendisidir!

Onun için der ki; Mazlumun kahra uğramışın belâya uğramışın gidin duasını alın. Çünkü o kahırda belâ rahmette o derece büyük rahmet vardır. Rahmetin duası dileği de yerine gelir.

Biz bilemeyiz Allah bizim için hayrı nereden ve kimden nasip etmiştir, takdir etmiştir. Siz pek çok şeyi şer bilirsiniz. Fakat onlar hayırdır. Sizin istediğiniz birçok şeyler sizin için şerdir“ âyeti var.

Onun için bize düşen şey, karşılaştığımız olaylarda hallerde işi Allah’a bırakmak, “Yarabbi her şeyin yaratıcısı sahibi hükümranı sensin. Sen böyle dilemişin böyle var etmişin böyle oluşturmuşun. Bu Senin HAKİM isminin eseri olan bir hikmettir. Beni bunu yanlış göremekten koru. Bununla beni perdelenmekten koru”. diyebilmeliyiz. Ve de hüküm vermekten kaçınmalıyız.

Bir hâkimin bir olaya hükmetmesi için o olayı bütün detaylarıyla bilebilmesi lazım. Eğer sana bir şey verecekse onun öncesinde sana ya onun amelini yaptırır, ya duasını yaptırır; arkasından da onu sana verir. Eğer senden onun vesilesi çıkmıyorsa, onu vereceği de yoktur.

Geçmişine bak. Birtakım çalışmaları yapmadan evvelki hâlin neydi. Yapmadan evvel sana bir şey veriliyor muydu? Ama yapmağa başladın açılmaya başladı. Demek ki bu da Sistem’i gösteriyor. Yaptığın kadarının karşılığı! âyet çok net. Bu âyeti hep göz ardı ediyoruz;

Leyselil insane illa masia

İnsan için kendi sayinin yani kendinden meydana gelen fiilin getirisinden başka bir şey söz konusu değildir! Diyor.

Ne çalışma senden çıkarsa o kadar karşılığını alacaksın. Daha doğrusu, karşılığını alacaksın değil, O kadar oluşturacaksın. Karşılık veren biri yok! Sen oluşturuyorsun!

Yatarsan bütün gün, yatmış olursun. Kalkarsan çalışırsan, çalıştığın kadarının karşılığı senin için oluşur.

Yukarıdan biri sana bir şey vermiyor ki.

Kendi yaptıklarımızın sonucuna katlanıyoruz. Kur’ân’da onu söylüyor; “Her biriniz kendi yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız” diyor.

KİŞİ, ZÂHİRİ VE BÂTINİ YÖNDEN RAHMANİYET VE RAHİMİYET NİMETLERİNE ÖZÜNDEN GELEN YOLLA ERİŞMEKTEDİR!

Şimdi konuyu fazla yaymayıp dikkatinizi ilk âyet olan besmelenin başındaki “B” sırrına çekeyim. Bu sırrın ne olduğunu “Hz. Muhammed’in açıkladığı ALLAH” kitabında yazmıştık. O bilgiyi hatırlayarak düşünürsek.

B” sırrının işaret ettiği şekilde ismi Allah olanın Rahmaniyet ve Rahimiyeti kişinin nefsinden zuhur etmektedir. Bu sebeple, kişi, gerek zâhiri ve gerekse bâtını yönünden Rahmaniyet ve Rahîmiyyet nimetlerine özünden gelen bir yolla erişmektedir; anlamını çıkartabiliriz. (Rahmaniyet ve Rahîmiyet için İ. Temel Esasları kitabına bakınız.)

Bundan sonraki âyette ise olayın afakî, yani birimin algılayabildiği evrenini ele alan yönüne işaret edilmektedir. Yani, algılayabildiğin tüm âlemlerde her ne varsa, bunların hepsi, onların da özlerinden gelen bir biçimde, yani rububiyetlerinden, yani özlerindeki esma bileşiminden gelen bir biçimde, Rahmaniyet ve Rahimiyetin özellikleriyle varlıklarını devam ettirmektedirler.

Birinci âyette, Ulûhiyete kulluğun kişinin özünden gelen şekilde ve özüne dönük olarak meydana gelmekte olduğuna işaret edilirken. İkinci ve 3. âyette ise âlemlerde her birimin özündeki rubûbiyyet noktasından açığa çıkan Ulûhiyet kemâlâtının Rahmaniyyet ve Rahimiyyet ile meydana geldiğine işaret edilmektedir!

Şayet bunu anlayabildiysek, fark ederiz ki, birinci âyette “nefsini bilmek” sırrına işaret vardır, ikinci âyette ise “eşyânın hakikatini” bilmek sırrına işaret olunmaktadır.

“RAHMET IRMAĞI”

İnsanlar cehennemden geçtikten sonra “Rahmet Irmağı”na dalarak ruh bedenlerinin yapısı değişecek ve meleki =nûri bedene kavuşacaklar.

Rasûlullah Aleyhisselâm “Mi`râc”a çıktığı zaman, mikrodalga boyuta geçerek, çeşitli gezegen ve yıldızların İKİZLERİNDE yani mikrodalga boyutlarında yaşayan ve Din`de kısaca melek adı altında söz edilen, değişik boyutlardaki varlıklarla ilişki kuruyor.

Onların yaşam şartlarını, güçlerini, dünya ile olan ilişkilerini görüyor. Ayrıca gelecekte kişilerin çekeceği azapları gördüğü gibi, cennetleri de görüyor. Cennetlerde insanların ne şekilde bir yaşama gireceğini görüyor.

AKIL ve İMAN” isimli kitabımızın “Meleklere iman” bahsinde ve meleklerin yapısından söz ettiğim bir konuşmamda; insanların, cehennemden geçtikten sonra, Rahmet Irmağına dalarak, ruh bedenin yapısının değişeceğini ve meleki, “nûrî” bedenlere kavuşacaklarından söz etmiştim.

Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamalarında da, cehennemden geçip, cehennemde yapıları yıpranmış kişilerin, Rahmet Irmağına daldırılarak yepyeni bir bedenle var olacakları, onların yapılarının son derece şeffaf olduğu, hatta içine bakıldığı zaman iliklerinin görüleceği ifade edilir!
Bizim anlamayanlar da sorar.

-Canım! Cennet`de insanlar var, huriler var, baktığın zaman onların iliğini görüyorsun. Ne gereği var ilik-kemik görmenin?”
“İlik görmekte” diye anlatılmasından gaye, o boyuttaki yapıların şeffaf, lâtif, ve nûranî bir yapı olduğudur! Yani, bizim bugün bildiğimiz yoğunluklu maddemsi bir yapı olmadığını ifade sadedindedir.

Ve insanların, bu boyut değiştirmelerinden sonra; geçtikleri ortamda, melekî bir yaşam sürecekleri; bedenlerinin, meleki vasıflarla vasıflanmış melek, yani “nur” yapılı. Ancak insanların bilinç düzeylerinin bir kısım meleklerden üstün olacağı da ifade ediliyor!

KİME DUA KAPISI AÇILMIŞ İSE, MUHAKKAK ONA RAHMET KAPILARI AÇILMIŞTIR

Bilelim ki, DUA, kader sistemi içinde yer alan çok önemli bir unsurdur.

DUA edebiliyorsanız, edebildiğiniz kadar DUA ediniz; hepsinin de faydasını, dünya hayatında anlıyamayacağınız kadar fazlasıyla göreceksiniz. Zirâ, AllAh, kulunda ortaya çıkartacağı pek çok özeliği DUA şartına bağlamış; takdir ettiği pek çok şeye DUA’yı vesile kılmıştır. Bu yüzdendir ki, “DUA mü’minin silâhı” olmuştur.

DUA, takdirin tüm güzelliklerinin size ulaşmasına vesile olan en değerli nimettir. Onu elden geldiğince çok ve güçlü olarak kullanan en büyük nimetlere kavuşacak olandır.

Kaderi anlamayan câhil ise, DUAYI terk eder; tüm mahrumiyet ve çileler de onu bekler!

Konuyu, Rasûlullah aleyhi’s-selâm’ın şu açıklamasıyla bağlayalım:

İçinizden her kime DUA KAPISI AÇILMIŞ ise, muhakkak ona rahmet kapıları açılmıştır; ve Allah’dan, afiyet istenilmesinden daha sevimli bir şey, istenmemiştir“.

“DUA, inen belâya ve inmeyen belâya karşı faydalıdır. Ey Allah’ın kulları, DUAYA SIMSIKI SARILINIZ!.”

YAŞAYAN DOSTLARINIZ İÇİN RAHMET OKUYUN Kİ ONLAR DÜNYADAYKEN ARINABİLSİNLER!

Allah’ın ürettikleri iki kısımdır. Bir kısım ürettikleri, “Rahman” ismi kanalından gelir. Bir kısım ürettikleri “Rahim” ismi kanalından gelir.
“Rahman” ismi kanalından gelen üretimler, insanın yapısına ilk anda hoş gelmeyebilir. Fakat, o hoş gelmeyen, yakan, üzen şeyin özünde, ardında, insan için büyük yarar ve güzellikler vardır.

Allah rahmet eylesin” demek, “ihsan ettikleriyle arındırsın saflaştırsın” demektir!. Çünkü “Rahman”dan gelen “rahmet” arındırıcı-saflaştırıcıdır!

Esasen dünyada yaşayanların bu “rahmet”e ihtiyacı vardır, ve yaşayan dostlarınızın ardından bu temenniyi yapın!

Yaşayan dostlarınız için; “Allah rahmet eylesin” temenni ve niyazında bulunun; ki onlar dünyadayken arınabilsinler!

Halkın yanlışa şartlanmasıdır ölüye rahmet okumak! Ölümü tadanın rahmete ermesi de genelde yanarak olur! Cehennem dahi “RAHMET” sonucudur müminler için!

“Rahiym” ismi kanalından gelenlerse, tamamen “insan”ın hoşuna giden şeylerdir.

“Rahiym”in tam tecellisi “cennet” ismiyle işaret edilen boyuttadır.

Ayrıca bu isimlerin bu açıklamaları, yorumları da insana göre, insan düzeyinde olan manâlardır. Evrensel manâlar değil!

Olayı Evrensel Boyutta ele alırsak, manâsı çok değişir.

ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK

Gördüğüm kadarıyla insanların en çok zevk aldıkları şey, kendi kendilerini aldatmaktır!

Kendi yaptıklarına, ortaya koyduklarına bakmadan boş hayâller kurup; gerçekleşmeyince de tanrılarını suçlamak, en önde gelen değerlendirmeleridir.

Bir organının zevki için harcadıklarına bak; bir de takdir ettiğin ilim için harcadıklarına bak!

Acaba kıyasa gelir mi?

Öyle ise yaptıklarına karşılık ne bekliyorsun ki?

İlmine göre ne kadar yaşıyorsun?

Allah, bizi, dünyada boş hayâllerle yaşamaktan; ölüm ötesinde de sükûtu hayâllerden korusun!

Vermeden alamayacağımızı idrâk ettirsin!

Ötedeki tanrın için verdiklerine değil; Özündeki Allah’a ermek için yaptıklarına bir bak!

Allah Rahmetinden umut kesmek yasaktır, mümine!

ALLAH’IN BİR TOPLUMA RAHMET VE MERHAMETİNİN VEYA GAZAP VE CELÂLİNİN İŞARETİ ODUR Kİ.

Evrimle gelen nesil “insansı”, Adem’den gelen nesil ise “insan” adını alır, demiştik geçmiş kitaplarımızda ve bunun izahını yapmıştık gene onlarda.

Allah’ın bir topluma rahmet ve merhametinin alâmet ve işareti odur ki, onları derinden yönetenler, “insan” sınıfındandır.

Allah’ın bir topluma gazap ve Celâlinin alâmet ve işareti de odur ki, onları derinden yönetenler, “insansı” sınıfındandırlar!

Toplumlar, hâl diliyle, hâllerine göre yöneticilerini talep ederler ve Allah da onların bu taleplerine icâbet eder! (Ahmed Hulusi)


ESMA DERSLERİ – 5 – ER RAHÎM (C)

$
0
0

Rahîm C

ER RAHÎM TECELLİLERİNDEN;

ALLAH BÜTÜN İNSANLIĞA RAHÎMDİR AMA…

Rahîm isminin kapsamı genel olan Rahmân isminden farklı olarak mü’minlere özel rahmeti ifade ettiği yaygın bir kanaattir. Bu kanaati doğrulayan ayetler vardır. Fakat Rahîm isminin tecellisinin sadece mü’minlere has olduğunu söylemeye aşağıda ki türden ayetler engeldir. Fakat işin bir de “ama” sı vardır. Önce ayeti okuyalım;

Kullarıma haber ver; Ben, evet ben Ğafûr’um, Rahîm’im. Ama unutma ki elem veren ıstırap ve azapta benim azabımdır. (Hicr/49-50)
İlahi bağış ve rahmet isim olarak geliyor. Fakat iş azaba gelince ayette Muazzib (azap edici) gibi bir isim göremiyoruz. Bu da Allah’ın rahmetinin gazabını geçtiği hakikatini bir kez daha teyit ediyor.

İşin “ama” sına gelince;

Allah’ın bütün insanlığa Rahîm olduğu sonucunu çıkardığımız ayette Rahîm tek başına değil, önüne Ğafûr ismi ile geliyor. Bu önce mağfiret sonra merhamet demektir. Mağfirete nail olabilmek için “istiğfar” gerekir, zira istiğfar “mağfiret talep etmek” manasına gelir. Yani Allah bütün insanlığa Rahîmdir ama bütün insanlık içinden Rahîm’in merhametini hak edenler önce Allah’a yönelip O’ndan af ve mağfiret dilemelidirler. Allah insanın hataları için kendisinden af dilemesinden hoşnut olmaktadır. Kullarını azaba muhatap kılmamak için her türlü delili kulu lehine kaydetmektedir. Değil mi ki;

Eğer şükreder ve iman ederseniz Allah size azap edip te ne yapsın. (Nisa/147)

Hicr/49-50 ayetleri için yaptığımız yorumun bir benzeri şu ayet içinde geçerlidir.

Göklerdeki ve yeryüzünde ki her şey Allah’a aittir. Dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır. Fakat Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir. (A. İmran/129)

Allah’ın rahmeti onu görür gibi davrananlara (Muhsinîn) pek yakındır. (A’raf/56) cümlesi ilk bakışta mü’minlere tahsis edilmiş bir ilâhi rahmetten söz ediyor muş gibi görünse de ayetin tamamı ve ait olduğu pasajın tamamı ve ait olduğu pasajın muhatabı tüm insanlardır. Allah’ın tabiat için koyduğu yasalar insana hayatı kolaylaştırmaktadır. Bu yasaların Allah’ın Rahîm isminin bir tecellisi olduğunu vahiyden öğreniyoruz.

(Ey insan) Görmez misin ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için bir yasaya bağlayan ve (buna) bağlı olarak denizde seyreden gemileri emrinize amade kılan ve gök (cisimlerinin) O izin vermedikçe yeryüzüne çarpmasına (yasalarıyla) engel olan Allah’tır. Şüphe yok ki Allah Raûf’tur, Rahîm’dir. (Hac/65)

Allah’ın bütün insanlığa Rahîm olduğunu söyleyen bir başka ayette akışkanlar dinamiği ile Rahîm ismi arasında bağa dikkat çekilir.
Allah Resulü, Allah’ın insanlığa olan rahmetini şöyle okur;

Muaz b. Cebel anlatıyor; “Ben peygamberin hayvanının terkisinde idim, benimle onun arasında semerin arka kaşından başka bir şey yoktu. Bana; ”Ya Muaz” diye seslendi. “Ben buyur ya ResulAllah, sana icabetim de itaatim de sınırsızdır” dedim. Sonra (uzun) bir müddet (sessizce) gittik. Yine “Ya Muaz” diye seslendi. “Buyur ya ResulAllah, emrine hazır ve nazırım” dedim. Sonra (uzun) bir müddet (sessizce) gittik. Sonra tekrar “Ya Muaz” diye seslendi. Ben tekrar “Başım gözüm üstüne buyur ya ResulAllah” diye cevap verdim. “Bilir misin Allah’ın kulları üzerindeki hakları nedir?” diye sordu. Ben; Allah ve Resulü en iyi bilendir.” Dedim. Dedi ki; Allah’ın kullar üzerinde ki hakkı kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayarak O’na kulluk etmeleridir.” Sonra bir zaman daha (sessizce) gittik En sonunda yine “Ya Muaz” dedi. Ben yine; “Lebbeyk ya ResulAllah ve sa’deyk” dedim. “Bilir misin bunu yapan kulların Allah üzerinde ki hakkı nedir?” buyurdu. Ben yine Allah ve Resulü daha iyi bilir dedim. Bu kez o cevapladı; “Kulların Allah üzerinde ki hakkı onlara azap etmemesidir.

MÜMİNLERE RAHÎMDİR MÜ’MİNLER DE RAHÎMDİR.

Rahîm isminin en büyük tecellisi salih amel sahibi mü’minler üzerinedir. Bu isim salih amel sahibi mü’minleri gören özel bir merhamete delalet eder.

(Allah) buyurdu ki Dilediğim kimseyi azabıma hedef kılabilirim, fakat rahmetim her şeyi kuşatmıştır. En sonunda sorumlu davranan ve arınıp yücelmek için ödenmesi gereken bedeli ödeyen kimselere paylaştıracağım. Zira onlar ayetlerimize iman etmişlerdir. (A’raf/156)

Ayette ilahi rahmetin her şeyi kuşatmış olduğu vurgulanıyor.. Bu rahmetten aslan payını takva sahibi ve zekât veren mü’minlerin alacağı, Rahîm isminin mü’minlere has bir tecelliye delalet ettiği bu ayette zımnen yer alır. Fakat şu ayet bu hakikati hiçbir tereddüde yer vermeyecek açıklıkta ifade eder.

O sizi melekler eşliğinde üzerinize indirdiği (vahiyle) destekleyip dimdik ayakta tutar ki, bu sayede sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın. Zira O mü’minler için Rahîmdir. (Ahzap/43)

Sual ; Mü’minler için Rahîm olmak ne demektir?

Cevap; Rahîmiyyetin mü’minlere has bir tecellisi olduğunu söylemektir.

Ayetin bütünü dikkate alındığında Allah’ın mü’minlere has bu rahmetini vahyin temsil ettiği görülür. Esasen vahiy Rahîm olan Allah’ın rahmetinin bir tecellisi olarak yalnız mü’minlere değil, mü’min olmayanlara da açıktır. Fakat kişinin vahiy rahmetinden istifade etmesi ona iman etmesiyle mümkündür. Hiç kimse iman etmese de yine Rahimiyyetin bir tecellisi olarak orada durmaktadır. Fakat bu rahmetten pay almanın şartı ona iman etmektir.

Bu ayet te gösteriyor ki Rahim isminin mü’mine has tecellisi, mü’minlerin iman ettiği vahiyden istifade oranına bağlıdır. Yani Rahîm isminin tecellisine medar olmak, sadece verilmiş olan ile sınırlı değildir. Aynı zamanda “Hak edilmiş olan” ile de bağlantılıdır. Bu da rahimiyetin tecellisinin istikameti “Allah’tan kula” olan tek yönlü bir ilgiye değil, Allah – kul arasında istikameti çift taraflı olan bir “ilişkiye” bağlı olduğunu gösterir. Zaten Rahîm isminin kalıp olarak hem etken hem edilgen olması da buna delâlet eder. Rahimiyyetin tecellisinde kulun amelinin tahrik edici payını şu ayet güzel ifade eder.

“Doğrusu şu ki Allah peygambere, hicret edenlere, zorluk demlerinde kendi imkânlarını onlarla paylaşan Ensar’a, üstelik içlerinden bir kısmının kalbinin kaymaya yüz tuttuğu bir durumun ardından tevbeleri kabul eden vasfıyla yöneldi ve onların tevbelerini kabul etti. Zira O onlara karşı Raûf’tur, Rahîmdir.” (Tevbe/117)

Yukarıya aldığımız üç ayetten yola çıkarak Rahîm isminin ahirette yalnızca mü’minlere tahsis edilmiş bir rahmeti ifade ettiği sonucuna varanlar olmuştur. Fakat tüme varım yöntemiyle yaptığımız bir okuma bu sonucu teyit etmemektedir. Bu ayetlerden Allah’ın Rahîmiyyetinin mü’minlere has bir tecellisi olduğu sonucu çıkar. Fakat O’nun Rahimiyyetini sadece mü’minlere mahsus olduğu sonucu çıkmaz.

Nitekim konusu mü’minler olan başka ayetlerde de ilahi rahmete atıf yapılır. Mesela sıizan, tecessüs, arkadan çekiştirme ve gıybeti yasaklayan Hucurat/12 Tevvap ve Rahîm ismi ile biter. Bunun anlamı Rahimiyyetin mü’minlere tahsis etmek değil bu günahlara bulaşmış mü’minleri tevbeye davet etmektir. Zira Rahîm olan Allah tevbe edenlere rahmetiyle muamele edecektir. Yine mü’minlerin mallarını haksız yere yemeyi yasaklayan Nisa/29. Ayette Rahim ismi ile biter. Burada da bu günahlara bulaşan mü’minlere Allah’ın rahmeti hatırlatılarak zımnen tevbeye davet edilmektedir. Benzer bir durum Hz. Zeynep ve Zeyd olayının anlatıldığı Ahzab/43 içinde geçerlidir. Özetle Rahîm ismini sadece bir zümreye, (mü’minlere) veya bir zaman ve mekâna (ahiret) tahsis etmemizi gerektiren bir delil bulunmaktadır. Fakat Rahimiyyetten mü’minlere özel bir pay olduğu da su götürmez bir gerçektir.

Allah’ın rahmetinden söz edilen yerlerde bu rahmetin bir tecellisi olarak İman, İslâm, nübüvvet, Kur’an, mağfiret, cennet gibi manevi nimetler gösterilir. Yine Allah’a nispet edilen rahmet ile ilgili bağlamlarda bu rahmetin tecellisi olarak yağmur, rızık ve çeşitli nimetler şeklinde dünyevi ihsana atıf yapılır.

Bütün bu delillerden anlaşılmaktadır ki Rahîm isminin mü’minlere has bir tecellisi vardır. Öyleyse bu tecelli mü’minin ahlakında da karşılık bulmalıdır. Yani Allah’ın rahimiyyetinin nasıl mü’minlere has bir tecellisi varsa, mü’min merhametinin de mü’minlere has bir boyutu olmalıdır. Zira Allah’ın özel rahmetini celbeden iman, mü’minin de özel merhametini celbetmelidir.

İlahi rahimiyyet mü’minin ahlakına yansırsa o mü’min, mü’min kardeşinin hiçbir hatasına onların imanını kurban etmez. Aksine imanı hep elde var bir olarak alır. Rahimiyyetin ahlakında tecessüm ettiği bir mü’mine göre ağrı dağı hatalar çakıl taşıdır. Kur’an Rahîm sıfatını yalnızca Hz. Peygambere vermez, onunla birlikte tüm mü’minlerin de bu sıfatla sıfatlanmasını ister. İşte şahidi;

Muhammed Allah’ın elçisidir ve onun safında olanlar hakkı inkâr edenlere karşı kararlı ve ödünsüz bir4birlerine karşı ise çok Rahimdirler. (Fetih/29)

Ayette geçen ruhama’ kelimesi Rahîm’in çoğuludur Hem merhamet edenler hem de merhamet edilenler manasının her ikisini birden kapsar. Belki bunun açılımı şudur; “Allah’ın kullarına merhamet ettikleri için Allah’ın rahmetine nail olanlar bunhlardır.” (M. İslamoğlu- Kur’ana göre Esmaü-l Hüsna/cilt-1 sf./316-321)

***************************************************************

KÂFİRLERİN CEHENNEMDE CEZALARINI ÇEKTİKTEN SONRA AZAP OLAN ŞEYLERİN ONLAR İÇİN (UZB)TATLILIK HALİNEDÖNÜŞMESİ HAKKINDA

Fütûhât’ta, İsmail ve Eyyüp Fasslarında şöyle denilmektedir: “Kâfirler her ne kadar ateşten çıkmazlarsa da netice itibariyle cehennem azabı onlar için “uzb” (tatlılık) olur. Cennettekiler nimetlerden zevk alırken onlar da cehennem azabı ve kaynar sudan lezzet alırlar’’1 ifadesi hakkında “Bu görüşlerde apaçık küfür vardır. 2” şeklinde itiraz edilmiştir, işte bu itiraza cevaptır.

Muhyiddîn İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye’ de 62. bâbda, cehennemin mertebelerinden bahsederken, cehennem ehli için de ilahî rahmetin zuhûr edeceği ve onların cehennemden çıkmamakla beraber bir zaman sonra orada elem ve azab duygusunu kaybedeceklerini ve kendilerine göre bir çeşit nimetle nimetleneceklerini dile getirmektedir, (F. Mekkiye)

Şeyh Mekkî eserinde bu durumu uyuyan bir kimsenin rüyasında gördüğü havâlî nimetlere benzeterek izah eder, Meselâ bir fakirin kendisini rüyasında zengin, mülk sahibi bir padişah olarak görmesi ve rüyâ boyunca bundan mutlu ve mütelezziz olmasına örnek olarak verilebilir.

Şeyh-i Ekber, 374. bâb’da ise insanın doğduğu zaman “Elhamdülillah” dediği gibi…onların en son davaları da elhamdülillah demektir…” (Yunus/ıo) ayetine göre son sözün de “elhamdülillah” olacağını dile getirmekte, âlemin hamd ve senâ ile başladığı ve böyle sona ereceği göz önüne alındığında sonsuz bir İlâhî şekâvetin olamayacağını söylemektedir. Bunun aksini söylemek Cenâb-ı Hakk’ın gazabının, rahmet ve şefkatini geçmesi anlamına gelir. (F. Mekkiye)

Fusûsü’l-hikem’de Yûnus Fass’ında, cehennem ehlinin sonunda nimetlere kavuşacağını ama cehennemden de asla dışarı çıkamayacakları, bununla birlikte dünyada işlenen günahların muvakkat olduğu ve azabın da muvakkat olmasının İlâhî adâlete uygun olduğu bildirilmiştir. Cehennemde bulunan bir kimse için cezanın bitiminden sonra ateşin soğuyacağı ve selâmete dönüşeceği, cehennemlik olan insanın Hakkın ve halkın haklarını ödedikten sonra elde edecekleri nimetlerin, Hz. İbrahim’in ateşe atıldığında nâil olduğu nimete benzetilebileceği ifade edilmiştir.

Abdulganî Nablûsî, Allah Teâlâ’nın cehennemlikleri nimete kavuşturmayı istediği takdirde onları cehennemden çıkarmaya ihtiyaç duymadan azab içindekileri nimete, nimet içindekileri de azaba duçar edecek kudrete sahip olduğunu söylemektedir.

Aslında Nablûsî’ye göre bu konudaki görüşler aklî bir düşünce ürünü olmayıp zevkî (tasavvufî) bir durumu ifade etmektedir, zevk ehli olmayan kimseler bu durumu tam olarak kavrayamayacağından şeriatta bu mesele açıkça ortaya konmamış, ancak kendisine sadece işaret edilmiştir:
Ayrıca azab için belli bir müddetin olması gerekir, çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de; “devirler- boyunca orada kalacaklardır” (Nebe/23) burulmaktadır. Bu ifade îtirâzda bulunanların delil olarak öne sürdükleri;

..Derileri yanıp piştikçe, onları başka derilerle değiştiririz..” (Nisa4/26),

“…onların azabı hafifletilmez..” (Bakara/86) gibi ayetlerle de ters düşmemektedir. Nablûsî son olarak, ayette geçen “hukb” “devirler” kelimesinin seksen yıl veya daha çok, mutlak olarak zaman ve yıl manalarına gelmesine rağmen, müfessirlerin bunu zamanın birbirini takip etmesi ve ebediyet anlamında kullanmalarının yanlışlığına dikkat çekmiştir.5

Fusûs sârihlerinden Bâli Efendi’nin Hûd Fassı’ndaki beyânına göre; kâfirler, hakkında gelen âyet ve hadisler ancak onların cennet nimetleri demek olan hâlis nimetlerden mahrum olacaklarına, yâni cehennemden ebediyen çıkmayacaklarına ve cennete giremeyeceklerine kesin olarak delâlet eder.6

Bu, ehl-i keşf süfilerin “kâfirler cehennemde Allah’ın istediği zamana kadar azap çektikten sonra hâlis nîmete, cennet nimetlerinden başka azabla uyuşan bir çeşit nimete nâil olacakları” hakkındaki fikirlerine ters düşmez.

Bazı Fusûs şârihlerinin görüşlerini kısaca zikrettikten sonra İbn Arabi’nin bu konudaki kendi ifadeleri konunun anlaşılması hususunda bize yardım eder. Fütûhât-ı Mekkiyye’de 301. bâbda şu ifadeler vardır:

“Cehennemlikler -bir fazlalık olmadan- adâletle cehenneme girerler, cennetlikler ise lütuf ve fazl ile inerler. Orada amellerin gereği olmayan nimetler görürler. Cehennemlikler için Cenâb-ı Allah istediğini yapıncaya kadar hiçbir fazlalık ve üstünlük olmadan yaptıkları kadar azab görürler. Allah’ın yarattıklarından hiçbiri O’nun mahlûkatı hakkındaki iradesinin hükmünü bilmez. Ancak Allah’ın bildirmesiyle bilebilir.

Görmüyor musun mesut olanlar hakkında “…ardı arkası kesilmeyen lütuf ve ihsân…” (Hûd/108) buyrulmuştur? Sûret bir müddet birdir. Hâlbuki azap hakkında “sürekli” tabiri kullanılmamıştır. Fakat onların ateşten çıkmayacaklarına kesinlikle hükmedilirse istisna durumunda onlara yapılacak muamele bilinmez. Bizim O’nun rahmetinin gazabını geçtiğini ve herkesin yaptığından dolayı karşılık göreceğini bilmemizle beraber bununla bir hüküm verilmez. Mesut olanlar hakkında pek çok delil gelmiştir. Günahkârlar hakkında ise böyle bir durum yoktur. Bu öyle bir meseledir ki akıl, fikir erbâbı burada durakalır. Yahut kesin şekilde değil de zan ile hüküm verir. Keşif ehli ise istisna teşkil eder. Çünkü o Allah’ın kendisine bildirdiğini bilir.”7

Şeyh-i Ekber yine Fütuhatta305.bâbda, cehennemliklerin burada ebedî olarak kalacaklarını ama azâbın ebedî olmayacağını delillerle dile getirir. İnsanın kendi merhamet duygularını göz önüne getirmesini isteyen İbn Arabî, bu merhametin Allah’ın merhametiyle asla kıyas edilemeyeceğim, Allah’ın merhametinin bütün varlıklarınkinden fazla olduğunum bereyi kuşattığını anlatarak, “Merhamet edenlerin en merhametlisidir (Yusuf/64, Enbiya/ 83) ayetlerini zikreder.

Ayrıca şefaat ile ilgili bir hadîste; “Kıyamet günü halk korkunun büyüklüğünden ve dehşetinden peygamberlere sığınırlar. Peygamberlerden her biri “nefsi nefsi. der. Cenâb-ı Allah o günde öyle bir gazap eder ki ondan evvel onun benzeri olmamıştır. Ondan sonra da onun gibi bir gazap etmemesi gerektik buyrulmuştur. Müellife göre; bu hadîsten yola çıkıldığında bu günden sonra daha büyük ve ebedî bir azabın olmaması gerekmektedir.8

İtirazcılar bu görüşlere karşı; “…derilerin değişmesi..!’ (Nisâ 4/56), “Onlardan azâbın hafifletilmeyeceği ” (Bakara 2/86), “Orada yıllarca (hukb-ahkab) kalacaklardır. Orada serinlik bulamayacaklardır. İşlediklerine uygun olan kaynar su ve irin dışında bir içecek tadamayacaklardır” (Nebe/23-26) gibi ayetleri öne sürüp azabın devamlılığı hakkında icmâ bulunduğunu söylemelerine Şeyh Mekkî Efendi şu şekilde karşılık verir:

“Bu icmâdan maksat avâm tabakasının icmâı ise bu delil olmaz. Buradaki avâmda maksat ilimden nasibi olmakla beraber müctehid olmayan kimselerdir. Eğer bu yetkili kimselerin icmâı ise buna iki şekilde cevap verilir. Birincisi; İmam Fahreddin Râzî şöyle der: ‘İcmânın hüccet olmasının delili naklidir. Naklî delil ancak zan ifâde eder. Çünkü icmânın aslı zannîdir. Elbette icmâ da zannın dışında bir şey ifâde edemez. îtikâdi konularda zan delil olmaz,’ İkincisi; icmânın kesinlik ifade ettiğini kabul ettiğimizde, bunun sahabenin icmâsı olması gerekir ki reddedildiğinde küfrü gerektirsin. Ama sahabe değişik yerlerde dağınık bulunduğundan böyle bir icmânın olması zordur, kaldı ki azâbın devamlı olacağı konusunda ashâbm mütevâtir bir icmâ hiçbir zaman olmamıştır.”9

Azâbın devamlı olduğu hususunda icmâ bulunmadığına dair başka bir delil olarak, Şeyh Mekkî ilginçtir, İbn Teymiye’yi göstermektedir. Bazı hadîs âlimlerinin zayıf kabul ettikleri “Allah’a yemin olsun ki bir gün gelecek cehennemin kapıları kapanacak ve dibinde su teresi bitecektir’ hadîsini İbn Teymiye sahîh kabul etmiş, senedini takviye ve tashîh edici deliller bulmuştur.

Yine Hz. Ömer’den rivâyet edilen “Cehennemde bulunanlar alicin kumları kadar kalsalar bile neticede oradan cezalarını çekip çıkarlar’ sözünü hatırlatır ve İbn Teymiye’nin başka hadîsler ve cehennemde ebedî kalınmayacağına dâir başka görüş ve deliller söylediğini belirterek ve bu konuda sûfilerden bile daha ileri gittiğini söyler.10

Sonuç olarak Şeyh-i Ekber, kâfirlerin cehennemden çıkacaklarını iddia etmemekte ancak azab için bir müddet lazım geleceğini söylemektedir. Bu müddet ne kadar uzun olursa olsun bir gün sona erecek, kâfirler yine cehennemde kalmakla beraber yaratılışları icabı burayla ülfet hâsıl ederek artık azabı hissetmeyeceklerdir. Bu konuyla alâkalı Şeyh’i destekleyen pek çok delil de vardır. Fakat örnekleri bugün de mevcut olan bir takım insanların rahmet kapılarını niçin kapatmaya çalıştıkları ve insanları niçin ebedî bir azapla cehenneme göndermek istedikleri, düşünmeye değer meçhul bir keyfiyettir. Yine de en doğrusunu Cenâb-ı Allah bilir.

NOTLAR;

1- İbn Arabî , Fusûsu’l Hikem,s:79,207 ;Ahmed Avni Konuk,Fusûsu’l Hikem Tercüme Ve Şerhi Hzr: Mustafa Tahralı,Selçuk

Eraydın,İstanbul,1994,c.2, s.66;İ.Fenni Ertuğrul,Vahdet-i Vücûd Ve İbn-i Arabî,hzr.Mustafa Kara ,İstanbul,1997,s.186

2- Ali El-Kârî , Risâle fi Vahdeti’l Vücûd s.186

3- İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, c. I, s. 303.

4- İbn. Arabî, Fütûhât-ı Mekiyye, c. III, s. 366.

5- Abdulganî Nablûsi ,Şerh-i Cevâhiri’n-Nusûs fi Hall-i Kelimâti’l-Fusûs ,İstanbul,1304, s.197

6- Bâli Efendi,Şerhu’l-Fusûsi’l-hikem, İstanbul, 1309/1892, s.194

7- İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, c. 111, s. 7.

8- İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, c. III, s. 25.

9- Neylî, el-Fazlü’l-vehbî, 32b vr.

10- Neylî, el-Fazlü’l-vehbî, 33ab vr.

Kaynak: Yavuz Sultan Selim’in Emriyle Hazırlanan İBN ARABÎ MÜDAFASI, Şeyh Mekki, Ahmed Neylî, Hzr. Yrd.Doç.Dr. Halil Baltacı, İlkharf Yayınları, İstanbul, 2011. s.72-77

*****************************************************

CEHENNEMİN KÂFİRLERE BAKAN BAZI RAHMET YÖNLERİ.

1- Yokluktan kurtulup cehennemde de olsa varlıkta kalmak kafir için bir rahmettir. Çünkü ebedi yok olmaktan daha kötü bir şey yoktur.
2- Kâfirin, imanlı akrabalarının yokluktan kurtulup cennette mesut olarak varlıkta kalmaları, cehenneme gidecek kafir için de bir mutluluk sebebidir. Çünkü kişi sevdiklerinin saadet üzere olduklarını bilmelerinden mutlu olur.

3- Kendi gibi dalaletteki akrabalarının da cehennem dahi olsa yokluktan kurtulmaları ve bazı yönlerden rahmetlere mazhar olmaları onun için bir mutluluktur, bir rahmettir.

4- Kâfir, kendi ameliyle bu duruma hak kazanmış ise de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nevi ülfet (alışkanlık) peyda eder ve evvelki şiddetlerden kurtulur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları hayırlı işlerine mükâfat olarak şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair hadislerde işaretler vardır.” (İşaratü’l-İ’caz)

Kim bilir belki de Allah’ın “Metin” ismine mazhariyet verilecek ve ateşe karşı dayanıklılık verilecektir. Keyfiyetini Allah bilir. (Risale-i Nur Mütealası)

Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn.

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)


ESMA DERSLERİ – 6 – El MÂLİK (17-1)

$
0
0

331

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden ki, anlasınlar beni.

Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Rabbim hayırla aç hayırla tamamlat, hayırla neticelendir. Rabbim kolay getir güç getirme Amin, amin, amin..!

Değerli kardeşlerim geçen dersimizde Er Rahîm ismini işlemiştik, şimdi 4. Esma olarak El Mâlik ismini işleyeceğiz inşallah. Neden 4. Dersimiz, 4. Sıfat; Allah sıfat değildi Allah has isimdi. Çünkü İnne Lillâhi Tis’aten ve Tis’îne ismen. Allah’ın 99 ismi vardır, Allah’ın ismi. Allah’ın ismi denilince 99 a dahil değildir anlamı çıkar oradan. Dolayısıyla Rabb ismini 1. Sıfat ama 2. İsim olarak işledik. Çünkü El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn ayeti kerimesinde Allah’tan sonra Rabb sıfatı ilk olarak geliyordu.

Fatiha da Kur’an ın hem nüzülde, hem de mushafta başıydı. Nüzülde başı olması ilk inen ayetler olmasından dolayı değil, ilk inen tam sure olmasındandı. Hz. Aişe’den gelen rivayet böyle hatta bir başka rivayette ilk inenin fatiha suresi olduğu yönünde ama doğru değil. Çünkü A’lâk suresinin ilk 5 ayeti ittifakla aslında ilk inen Kur’an pasajı. Bu manada ilk inen tam sure olması hasebiyle efendimiz fatihayı Kur’an ın başına layık görmüş. Bu ümmül kitap ismini ona koymasından da anlaşılıyor. Kitabın anası.

Her kitabın bir önsözü olur, Fatiha’da Kur’an ın önsözü. Her kitabın bir özeti yapılabilir, Kur’an ın bir özeti yapılsaydı Fatiha olurdu. Onun için Fatiha’nın yeri her halükârda Mushaf sırasında da, nüzül sırasında da kitabın başıdır. Onun için Fatiha’da ki esmadan yola çıkarak biz dizdik esmayı, 2. Sıfat olarak ta Er Rahman’ı işledik. Çünkü El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Er Rahman 3. Sıfat olarak Er Rahîm. Şimdi Mâliki YevmidDiyn. El Mâlik ismine sıra geldi.

Me-le-ke kökünden geliyor kelime. Bir lügavi tahlil yapmak durumundayız, onun için kardeşlerimden lügavi tahlillere, etimolojik tahlillere ilgi duymayan kardeşlerimden kısa bir müsaade isteyeceğim.

El Mâlik isminin kökeni olan mim-lâm-kef harfleri 6 tane kelime verir Arap dilinde bize. Me-le-ke, me-ke-le, ke-le-me-, ke-me-le, le-ke-me, le-me-ke. 6 tane kombinezon. Bu 6 kelimeden bir tanesi Arap dilinde kullanılmaz 5 i kullanılır. Başka bir dilde böyle bir sistem olduğunu bilmiyorum. Yani olmadığını biliyorum. Arap dili adeta matematiksel bir sistem gibidir. Dolayısıyla bu 5 farklı versiyonun tamamının ortak manasını bulursak bu kelimenin Âdem’ini buluruz.

Âdem’i ne demek? İlk manası yoksa başka türlü bulamayız. Yani bu mübarek dil bize bu imkânı bahşediyor. Onun için bu kelimelerin tamamının ortak manası şiddet ve kuvvet. İbn. Cinni; El hasais isimli o muhteşem lügat felsefesine dair eserinde çok güzel işlemiş bunu, şiddet ve kuvvet.

Meselâ El Mâlik, Mülk,Milk. Mala mülk denir iktidara milk denir. Devlete de mülk denir, mal sahibine de Mâlik denir öyle değil mi. Dolayısıyla mal sahibine güç ve kuvvet verdiği için mülk denmiş. İktidar sahibine güç ve kuvvet verdiği için milk denmiş.

Melek diyoruz güçlü varlık demektir, eşyayı ayakta tutan güç manasına da gelir Melek, aynı kök ten gelir. Tersine çeviriyoruz Ke-me-le; Kemâl, Kâmil, Ekmel, mükemmel. Ne demek? Bir şeyin en güçlü haline Kemâl diyoruz. Kâmil insan dediğimizde ruhunu en güçlü hale getirmiş insan aklımıza geliyor. Le-ke-me; Lekme yumruktur, mülâkim boksördür Arap dilinde. Çünkü güç ve şiddet vardır. Kelimenin yine aslına baktığımızda orada o da gözüküyor. Dolayısıyla nereden bakarsak bakalım bu kökten türetilen tüm kelimelerin karşımıza çıkardığı asli mana kuvvet ve şiddet, güç ve şiddet.

Dolayısıyla El Mâlik ismi de Allah’ın mutlak mülkün sahibi, mutlak iktidarın sahibi, mutlak gücün sahibi manasıyla önümüze çıkıyor. Bir esma zinciri içerisinde bir halka olarak gökten uzatılıyor, Kullarım akleden kalpleriyle buna tutunsunlar, aşkın olan Allah’ı anlasınlar diye. Yani zihin seviyeleri yukarı çıksın, mutlak olan Allah esmalarıyla, sıfatlarıyla bizim dünyamıza tenezzül buyuruyor.

El Hamdu Lillah, hele ki tenezzül ediyor, işte o zaman Allah gözümüze, gönlümüze, aklımıza, esmasıyla görünmeye başlıyor. Eğer esma ipini arştan arza doğru uzatmasaydı Allah bizim için mutlak bir bilinmez olacaktı. Mecburen agnostik, bilinemezci olacaktı. Tanrı bilinemez, ama tanrı bilinemez diyenler esmayı inkâr etmiş olurlar. Yani bilmiyorum var mı yok mu diyen esmayı inkâr etmiş olur. Esmanın tecellisi olan varlığı inkâr etmiş olur. Bütün bu varlık alemi evreni, esmanın tecellisidir. Rabbimiz varlık içinde bize tecelli ediyor,

Tabir caizse varlık esmaya tutunmuş bir aynadır, bu ayna da biz esmayı seyrediyoruz tabii seyredebiliyorsak. Bunun için önce bilgi lazım unutmayacağız, sonra bu bilgi ve bilinçle kararak kullandığımız irade, sonra bu iradeyi harekete geçirecek kudret, sonra bu kudretin eseri olan amel bakın nasıl geliyor.

Mâlik ismi yani özne ismi, Arap dilinde bir form, ismi fail. Mâlik, Fâil. Zaten sesleri de benzer. Ne demek ismi fail; Bir fiilin ismi demek. Peki, Mâlik isminin fiili nedir ki? Mâlik isminin fiili mülkü ondan alıp ona, ondan alıp ona vermektir. Bir vererek sınar, bir alarak sınar. İktidarları bir ona verir, bir ona verir. Devleti bir ona verir, bir ona verir. Devlet zaten elden ele geçen manasına gelir. Mütedavel olan, tedavülde bulunan, devreden. Onun için ondan alır ona verir. Yani bir vererek sınar bir alarak. Bazen Davud ve Süleyman gibi sultan eder sınar, bazen Zekeriyya ve Yahya AS. gibi kurban ederek sınar. Bakalım kurban olunca ne yapıyorlar, sultan olunca ne yapıyorlar. İkisinde de kazanmamız için onları örnek gösterir.

Sal avazeni Davud gibi bu cihana,

Bâki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş.

Bakalım Davud gibi salacak mı yoksa iktidara kanacak mı? Bakalım Süleyman gibi, İnnehu min Süleymane ve innehu Bismillâhir Rahmânir Rahıym. (Neml/30) diyecek, rakiplerine, alt ettiklerine, yoksa ben Kahhâr, ben Cebbâr, ben sultanım mı diyecek.

Alın Süleyman size örnek olsun. Belkız’a yazdığı mektubun başına Bismillâhir Rahmânir Rahıym. Allah’ın adıyla diye yazdı Süleyman. Yendiği, galip geldiği bir kraliçe, ama galip benim diyerek başlamıyor. Hatta Allah’ın Kahhâr ismi ile de başlamıyor, Rahman ve Rahîm ismi ile başlıyor. Yenmenin de bir edebi vardır, galip gelmenin de bir edebi vardır, zaferin de bir edebi vardır. Müslümanca zafer kutlayın, biz onu Hz. Süleyman’dan öğreniyoruz. Kurban olmanın da bir edebi vardır, onu Zekeriyya ve Yahya AS. Gibilerden öğreniyoruz.

İşte bunun gibi Mâlik; ismi fail. Mastarı milk bilginler böyle demiş fakat ben Arap dilcilerinin dediklerini Kur’an a tercih edemiyorum. Kur’an Arap dilinin ilk kodlanmış kitabı olduğu hakikati ortada iken Arap dilinin kurallarına uymuyorsa Kur’an a göre biz Arap dilini düzeltiriz. Çünkü Arap dilinde Kur’an dan daha kadîm bize kadar gelmiş vesika yok. Şiirler var cahiliye Arap şiiri fakat bu şiirler çok şüpheli, üzerine çok söz söylenebilir sözlü olarak gelmiş. Nerede bozulmuş nerede bozulmamış onu bilemeyiz. Ama Kur’an olduğu gibi gelmiş.

Onun için Kur’an mülkü de kullanıyor Mâlik ile ilgili Onun için Mâlik el mülk, Kulillâhumme mâlikel mülk. (A.İmran/26) mülkün Mâliki. Mâlik el Milk diyebilirdi ama Mâlik el mülk diyor. O zaman bilgilerin dediği gibi Mâlik sadece malın sahibine değil, iktidarın sahibine de denir diyoruz burada.

3 tane mastarı var, Rabb de görmüştük değil mi Rabb, Rub, Rib, Ribbiyyun, Robbe oradan görmüştük. Burada da 3 mastar var. Çok ilginç bir başka Arap dilinin hususiyetine geldik burada. Bazı mastarlar 3 şekilde okunur. Bir mastarı 3 şekilde okuyorsanız üç ayrı mana çıkar ortaya. Melk, mülk, milk. Mülk harekesi ötre damme. Damme, fetha ve kesra dil felsefesinde, nahiy felsefesinde Hz. Ali’nin ilk kuralını koyduğu dil üç şeye delalet eder. Damme faile delalet eder. Fetha mef’ule delalet eder, kesra muzafı leyhe delalet eder.

Ne demek bu? Aslında harekelerin konuluş şekline bakarsanız manaları da verir. Ötreyi gördüğünüzde, damme yi gördüğünüzde orada başını yukarı kaldırmış güçlü birini görürsünüz, yani özne görürsünüz. Onun için Mülk burada mastarın en güçlü halidir mastarın efendi hali. 3 mastar, aynı mastar, 3 harekesi var. Mülk, melk, milk. Ama mülk bu üçünün en güçlü halidir, özneyim ben der. Ben başımı diktim özneyim der.
Peki melk? Ben yaptım der, teslim oldum. Yatar çünkü mefule delalet eder. onun için Mefulün hareketi nedir masumdur. Fâilin hareketi nedir merfudur. Dolayısıyla Darebe Zeydün Amran; Zeyd Amr’i dövdü. Dövülen Amr. Amr’ın hareketi fetha, yatmıştır, yani Ame Zeyd’den dayağı yiyince yatmıştır. Bu dil felsefesidir.

Ve kesraya geldiğimizde orada herhalde havlu atmış hali mi diyeceğiz , kesra eteğine en dibine düşmüştür Muzafun ileyh. Bir muzafa artık mecbur kalmıştır. Yani arkasını dayadığı o varlık olmadan kendi de olmaz. Daha doğrusu onunla beraber anılmak lazım gelir. Dolayısıyla milk dediğimizde mal deriz. Maldan bahsediyorsak mutlaka sahibinden bahsediyoruz demektir. Bir sahibe yaslanmalı, milk ise bir yaratana yaslanmalı. Dolayısıyla milk sahipsiz olmaz. İşte Muzafun ileyh, bir muzafı var, izafe edildiği bir yer var, sırtını dayadığı bir yer var onunla güç kazanıyor onunla anılıyor ondan bağımsız olmuyor. Lazım-ı gayrı müfareke var onun için milk dediğimizde mal akla gelir. Ama mülk dediğimizde iktidar akla gelir, devlet akla gelir, yönetme akla gelir, güç akla gelir, sultaniyyet akla gelir. Melk dediğimizde ise işte orada da mef’ulün özelliğini görüyoruz melekût kelimesi oradan geliyor. Yasin-i Şerif’te var ya; melekûtü külli şey’in. (Yasin/83) Ama bakınız BiyediHİ melekûtü külli şey’ Allah’ın melekûtu Allah’a doğrudan izafe edilmiyor, BiyediHi Allah’ın eline izafe ediliyor. Allah’ın eli tabii bildiğimiz el değil, Allah’ın eli kudreti demektir, mecazdır. Yani Allah’a doğrudan değil, Allah’ın gücüne, mecazen eline izafe ediliyor. Dolayısıyla nahiv felsefesi açısından mülk, melk, milk mastarları böyle.

Çok mu önemli diyeceksiniz, benim için çok önemli. Sizin içinizde olan ilim adamları için çok önemli. Bizi buradan Hilal TV ekranlarından izleyen alimlerimiz için çok önemli. Ama herkes için çok önemli olmaya bilir, zaten önemli olanlar alırsa yeter.

Mâlik’i sadece milk değil mülk te izafe edilir demiştim Kulillâhumme mâlikel mülk. (A.İmran/26) ayetini delil göstermiştim. Melikinnas kullanılır, mâlikinnas kullanılmaz. İnsanların meliki, fakat insanların mâliki değil. Demek ki mâlikiyyette bilinçli özneye atfedildiğinde melikiyyete dönüşüyor, melik oluyor. Ama sırf bilinçli özneye atfedilmedi de tümüne birden, bilinçli bilinçsizi kapsadığı zaman Mâlik kullanılıyor.

Peki, Mâlik’e yaslananlar içinde insan da yok mu? Var. Niye? İnsan Mâlik’in mülkü mü? Mülkü. Mâlik onun için Mâlik’tir. Mâlik mülkünü de mülke boğandır. Mülküne mülk veren Mâlik’tir. El Mâlik sadece mülkü olan değil, mülküne mülk veren. Ben de senin mülkünüm ya Rabbi, sahip olduklarım da senin mülkündür. O zaman El Mâlik’in manasına giriyoruz. Birinin el Mâlik olması için verince elinden çıkmaması lazım.

Haydi bakalım, ben Mâlik’im deyin de göreyim. Biz Mâlik olabilir miyiz? Olamayız. Niye? Verirsek elimizden çıkar. Allah Mâlik olur, niye? Verirse elinden çıkmaz. Niçin çıkmaz? Çünkü mülkünü mülküne verir. Verdiği de mülküdür, kendisine emanet ettiği de mülküdür. Benim mülküm dediklerim, benimle beraber onun mülküdür, ben O’nun mülküyüm çünkü. Dolayısıyla kimdir El Mâlik olan derseniz verince elinden çıkmayandır. İnsan verince elinden çıkar onun için insan El Mâlik değildir insan emanetçidir, geleceğiz inşallah.

Mâlik mülkünün varlığı ve yokluğu hakkın da karar yetkisine sahip olandır. Hiç ben Mâlik’im diyen, mülk benimdir diyen bir insan benimdir dediklerinin varlığına karar verme yetkisine sahip midir? Hadi bakalım ev benimdir dedi, Mâlik’im dedi. Fakat taşları, demiri, çimentoyu, malzemeyi, arzı, yeri yaratan kendisi mi? Değil. O zaman ödünç almıştır, yaratılmışı mülküm diye üstleniyor, sahipleniyor. Mecazen mülkümdür diyebilirsin, sadece mecaz ifade eder hakikat ifade etmez. Mülküm demen için senin yaratman lazım. O zaman mülküdür de, itiraf et kurtul.

İnsanın Mâlik olması için mülkün yaratılmış olması şart. Yaratılmamış bir mülke Mâlik olamaz ki insan, insanın kendisine bile Mâlik olmadığı ortaya çıkar, çünkü kendi kendisini yaratmamıştır, en kesin gerçek budur kişi kendi kendisini yaratmamıştır. O zaman kendi varlığı bile kendisine ait olmayan bir insan başka varlıkların nasıl kendisine ait olduğunu düşünebilir, bu nasıl bir şeytan ayartısıdır. Dünyada ki tüm kavgalar insanın mâlik olduğu vehmine kapıldığı zaman ortaya çıkıyor.

Devlet demiştim elden ele geçen, Kur’an da Haşr suresinin 7. Ayetinde devlet konusunda devlet kelimesinin geçtiği tek ayettir. Ama gerçekten harika bir ayettir. Orada savaş gelirlerin in tanziminden söz eder bu ayet, savaş gelirleri nereye harcanacak. Kur’an dan önce dünya toplumları savaş gelirlerinde bu geliri elde edene aitti. Onun için çapul vardı. Çapul nedir? Basanın kendisinindir, alanın kendisinindir. Dolayısıyla savaşlarda savaş ahlakı yoktu, hiçbir sınır yoktu. Çünkü ne kadar elde edebilirse çapul bulursa o kadar varlık sahibi olurdu.

Vahiy ne yaptı? Hiç kimse savaşta elde ettiğini kendine saklayamaz. Ğulül dedi buna ve onu haram olarak gördü ve nehy etti sakındırdı. Bu manada savaş geliri savaşçının kendisine ait değil kamu malıdır. Getirir ve kamu otoritesine teslim eder. İşte o andan itibaren artık insanlar savaşı kendilerine gelir getirecek bir kapı olarak görmekten çıkardılar. Savaş ahlakı oluştu. Savaş ahlakı oluşturmak için bunu yok etmek gerekiyordu. Bu kötü geleneğe dur demek gerekiyordu. İslâm ne yaptı, ganimet dedi. Ganimet çapul değildir, çapulla ganimeti karıştıranlar işi bilmiyorlar. Ganimet nedir? Meşru savaş geliridir ve kamu malıdır.

İşte ganimetin paylaşılmasını savaş gelirlerinin nerelere paylaştıracağını söyleyen ayettir işte Haşr/7. Orada yoksullara paylaştırıyor, borçlulara paylaştırıyor, miskine paylaştırıyor, fakire paylaştırıyor ve Allah resulüne ve ehli beyte de kamu hizmeti verdikleri için oradan bir pay veriliyor. Allah Resulüne sadaka haram, zekat haram dolayısıyla bunları alamaz, evladı da yiyemez. Fakire sorarsanız Allah resulünün varisi olan, peygamberlerin varisleri olan ulemaya da yasak olmalıdır zekât ve sadaka, onlar da yememelidirler ve evlatlarına yedirmemelidirler. Eğer kendileri peygamberlerin altına varis olmak istiyorlarsa.

Dolayısıyla işte humus dediğimiz humus gelirlerini düzenleyen bu ayette şöyle gelir devamı. Böyle yaptık ki; key lâ yekûne duleten beynel’ağniya. (Haşr/7) içinizde zenginlerin elinde bir devlete dönüşmesin. Demek ki servet zenginlerin elinde devlete dönüşürse o toplumda çürüme başlar, Kur’an buna mani olmak istiyor. Servetin devlete dönüşmesine. On un için ayetin bu bölümü çok manidardır.

Allah mülkünü yasaya göre dağıtır o yasa bellidir. Mülkünü istediğine verirdi değil mi. Kulillâhumme mâlikel mülki tü’til mülke men teşâu ve tenzi’ul mülke mimmen teşâ’. (A.İmran/26) Allah’ım mülk senindir, sen mülkün gerçek mâlikisin mülkü dilediğine verirsin. Amenna ve saddakna, inandık, bu bir iman meselesi,

Fakat Allah dilediğine verir de dilediğini nasıl seçer? Dilemesinde neyi ölçü tutar? Ölçü tutmaz yani kafasına kim gelirse verir mi? İşte öyle değil. ”Rabbimiz ahlaklı bir Allah’tır” Ahlak kelimesi Rabbimiz için uygun değil belki mecazen kullanılır. Yani Gazali hadis diye nakletmiş ve Tahalleku Bi ahlâkıllah. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın, fakat hadis değil ama kullanılabilir mi kullanılabilir ama mecazen. Ama kullanılması pek hoş değil çünkü ahlak hulktan gelir, hulk hilkatten gelir, hilkat yaratılış demektir, Allah yaratandır yaratılan değil. Dolayısıyla bunu kullanmamak en doğrusu gibi geliyor bana, kullanılacaksa mecazen, yani Gazali gibi üstadlar da bazen böyle noktaları atlayabiliyorlar.

Evet, dolayısıyla burada ne diyeceğiz? Rabbimiz ilkeli, prensipli bir Rabdir ve kime verir Ve en leyse lil İnsani illâ ma se’a. (Necm/39) insan için çalıştığının karşılığı vardır. Demek ki mülkünü verirken insanın çabasına bakıyor.

Mülkün mâliki kullar olsaydı ne olurdu, hiç düşündünüz mü? Tutun ki mülkü rabbimiz mâlik ben değilim sizsiniz dedi. Evet, firavun olurdu, Nemrut olurdu ama rabbimiz daha açığını söylüyor. ..feizen, eğer öyle olsaydı lâ yü’tunen nase nekıyra. (Nisa/53) insanlara zırnık vermezlerdi.
Aman Allah’ım, kurban olmaz mısınız, şimdi Allah’a teşekkür etmek gerekmez mi? Hele ki bizi mülkün mâliki yapmamışsın ya rabbi. Yapsaydın bizi kim tutardı ya rabbi. Kim tutardı, kan tutardı, güç tutardı, iktidar tutardı ama kimse tutamazdı. Şeytanlaşırdık hepimiz ya rabbi. Nitekim şeytanlaşanlar nasıl şeytanlaşıyor. Elinde ki ufacık şeyi mülkü sanmaya başladığında bakıyorsunuz. Dünyanın başına bela olan ne kadar firavun varsa arkasını kazın, elindeki iktidarın mâliki olduğunu iddia etmeye başlar. Osmanlı padişahları onun için para verirler bir adam tutarlar, o adamın halk içinde gezerken padişah; Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var diye bağırmasıyla görevlendirirlerdi.

Hz. Ömer çağının bir numaralı “imparatoru” bu kelimeleri kullanmayınca devletini gücünü anlayamıyoruz da onun için. Unutmayın Hz. Ömer’in yeryüzünde kurduğu devletin başında olduğu dönemde yeryüzünde Hz. Ömer’den daha büyük devleti olan yok.

Allah’tan kork ya Ömer dedi bir tanesi yolda giderken. Sırtında bir şey taşıyordu koca halife. Dizlerinin bağı çözüldü ve yere yıkılıverdi. Ömer’de kim ki Allah’tan korkmasın dedi başladı hıçkırmaya. İşte bu kadar. Allah resulünün karşısına bir adam getirdiler adam titriyordu. ResulAllah baktı Ne titriyorsun be adam dedi, ben de senin gibi kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum. Eh öyle hocanın b öyle talebesi olur öyle değil mi. Allah resulü gibi bir öğretmenin, muallimin Ömer gibi bir talebesi olur, bu bir yetişme tarzı, bu bir eğitim meselesi, bir terbiye meselesi. Ömer’de kim ki Allah’tan korkmasın..!

Dolayısıyla mülkün mâlikini tanıdığınızda elin ize giren ve çıkan eşit hale gelmeye başlar. B u hale geldiği zaman siz artık özgürsünüz. Özgürlüğün size harika bir tarifi. Dünyayı size vermeleriyle dünyayı elinizden almaları eşit hale geliyorsa siz özgürsünüz. Özgürlük budur. Yok elinize biraz mülkiyet geçince, emanet geçince değişiyorsanız siz mala sahip değilsiniz, mala aitsiniz. Allah bizi korusun.

..feizen lâ yü’tunen nase nekıyra. (Nisa/53) Nekıyr; Hurma çekirdeğini bilirsiniz değil mi. Hurma çekirdeğinin bir de çukur tarafı var bilirsiniz değil mi. O çukur tarafında incecik bir nokta kadar bir uç var, Hurmayı toprağa gömdüğünüzde oradan filizlenir, ona nekıyr denir. Bir de fetiyl var, o da hurma çekirdeğinin üstünde ki ince zardır. Bunlar küçüklükten kılletten, azlıktan kinayedir. Ben meal-i Şerifte zırnık vermezler diye çevirmiştim bunu. Eğer Allah mülkü insanlara verse, mülkün mâliki insanlar olsaydı zırnık vermezlerdi, paylaşmazlardı. Hele ki rabbimiz mülkün mâliki. Rabbimiz olduğu için insanlar doyabiliyor yoksa bakın bugün emanete riayet etmedikleri için yeryüzünde açlık var. Kapitalizm der ki açlık evrenseldir. İslam der ki rızık evrenseldir.

Peki evrensel olan rızka rağmen birileri niye aç? Çünkü Allah onların rızkını bir başkaları üzerinden vermeyi murad ediyor. Onları varlıkla, onları yoklukla sınıyor ve varlık sahiplerini paylaşmaya davet ediyor. Bu davete icabet etmeyenler o açların sorumlusudurlar. Biri açsa biri israf ediyor demektir. Mutlaka bir yerde israf edilen bir ekmek, bir başka yerde kursağından geçmeyen bir fakiri haber veriyor.

Allah aşkına hanımlar, şeytan mutfaktan girer. Çöp tenekelerinize bakıp imanınız hakkında karar vermek lazım. Allah ile nasılsınız? Döktüğünüz, attığınız, kokuttuğunuz, çürüttüğünüz her bir kaşık rızık, her bir lokma ekmek yeryüzüne birinin kursağına girsin diye indirildi. Benim değil mi diyorsunuz, hayır sizin değil, size verilmiş bir emanet. Ya emanete riayet edersiniz ya da yarın Allah yakanıza yapışır. Allah yapışmaz o ekmeğin sahibi yapışır. Benim ekmeğimi nasıl kıydın da çöpe attın diye. Onun için bir daha düşünün, lütfen bunun sadece ve sadece bir adabı muaşeret meselesi olduğunu sanmayın, bu bir iman meselesidir, Allah ile irtibat meselesidir.

Bugünkü ders budur El Mâlik ismini biz bunun için işliyoruz. Eğer buradan bize bir pay düşmeyecekse, şu salondan veya şu ekranların başından farklı olarak ayrılmayacaksak vay gele benim başıma, vay gele sizin başınıza.

Kur’an da mülk her nerede Allah’a izafe edilse, isnat edilse mutlaka orada bir lâm’ı tahsis gelir. Lehul’Mülkü ve lehul’Hamd. Ve Lillâhi Mülküs Semavati vel Ard. (Câsiye/27) O lâm varya o lâmı tahsistir. Ne demek? Mülk O’na mahsustur yani hasreder. Mülkü tamamen Allah’a tahsis eder. Bu lâm bize neyi hatırlattı? Hamd in lâm’ını hatırlattı orada da var değil mi. Kur’an da nerede hamd geçse orada bir lâmı tahsis gelir. Kur’an da nerde mülk Allah’a izafe edilse orada bir mülkiyet lâmı gelir. Lâmı mülk te denir buna. Yani mülk Allah’ın milkidir. Lehül mülk. Lehül’Hamd. El Hamdu Lillahi deki Lâm da aynı lâmdır işte. Yani Hamd nasıl Allah’a mahsussa mülte öyle Allah’a mahsustur.

Buradan ne çıkar? Buradan şu çıkar Allah dışında hiçbir varlık mâlik olmaz, hakiki el Mâlik olamaz. Buradan bu çıkar. Mülk Allah’a mahsustur. O zaman Mâlik’in gerçek sahibini arayanın tek kapısı tek yöneleceği adres vardır o da Rabbül Alemindir.

Şeytanın Ademoğlunu aldattığı nokta da burası değil mi. Bakın, Tâhâ/120. Ayetine bakın; Fevesvese ileyhişşeytanu kale ya Ademu hel edüllüke alâ şeceretil huldi ve mülkin lâ yebla. (Tâhâ/120) Ayeti kerimeye bakın Ve Âdem oğluna şeytan vesvese verdi, yani atamıza vermiş bize vermiş falan demeyelim onun için Adem, Ademoğludur bunu artık anlamış olmalıyız. Adem geçtiği yerde Âdemoğlu anlayacağız. Âdemoğluna şeytan vesvese verdi ve dedi ki ey Âdem, ey Âdemoğlu sana ebedilik ağacını göstereyim mi? Ya da mülkin lâ yebla. Hiç fani olmayacak, elden çıkmayacak bir mülk. Görüyor musunuz?

O zaman şöyle diyebilir miyiz dostlar dünyada insanın elinden çıkmayacakmış gibi baktığı mülk, aslında şeytanın eline tutuşturduğu bir oyuncaktır diyebiliriz. Ne zaman mülkü elden çıkmayacakmış gibi görüyor, o artık şeytanın oyuncağı olmuştur. Dolayısıyla kendini mülkün sahibi gibi görmeye başlamak şeytana aldanmış olmaktan başka bir şey değil. Mülkün mâliki zannetmek şeytana aldanmaktır.

Mülkiyet meselesi insanoğlunun en emel meselelerinden biridir. Bunu insanlık tarihinde bizim kadar iyi gören bir başka nesil olabilir mi acaba? Ben sanmıyorum. Yani, bundan 10.000 yıl evvel yaşayan insanlar bizim kadar bu işin acısını çekmedi. Çünkü hayat daha kolaydı, tüketim daha düşüktü, üretim böyle değildi. Tüketim ve üretim dişlisi arasında insan ezilmiyordu, günlük rızkını temin ediyor onunla geçiniyordu. Ama bugün öyle değil. Mülkiyet meselesi bugün insan için hayati bir mesele olmuştur. Ama insanlık tarihi boyunca olmuştur, Habil’in Kabil ile kavgası nedendi sanki. Aslında arka planda işin özünde işte o mülkiyet meselesi. Eyvallah.

Dolayısıyla mülkü sandı Kabil, onun için en iyisini vermedi, sahip olduğunun en kötüsünü verdi çünkü benim dedi. Habil ise sahip olduğunun en iyisini verdi. Niye? Allah’ın dı. Bakınız Kabil mi olacağız Habil mi. Yani elimizde ki sahip olduklarımıza Kabil gibi mi bakıyoruz, Habil gibi mi? Basit bir soru.

Demek ki yeryüzünde ki kardeş kavgalarının, kardeş cinayetlerinin temelinde aslında mülkiyete nasıl baktığınız var. Allah’ın size emanet ettiği mülke, mülkiyet gibi mi bakıyorsunuz, emanet gibi mi bakıyorsunuz. Emanet gibi bakıyorsanız Habil gibi davranır, mülkiyet gibi davranıyorsanız Kabil gibi davranırsınız. Buradan o çıkıyor. Mülkiyet meselesi insanlığın ilk meselesidir ama bugün daha büyük bir meseledir.

Mülkiyet meselesi yüzünden kopmadı mı tufan, mülkiyet meselesi etrafında oluşmadı mı ideolojik karşıtlıklar. Kapitalizm hangi meselenin etrafında ortaya çıktı? Mülkiyet. Peki, onun karşıtı olan Komünizm de yan ürünü olan sosyalizm mi, hangi mesele etrafında çıktı? Hatta liberalizm hangi mesele etrafında. Bütün izmler bakın mülkiyet meselesi etrafında düğümleniyor. Ve yeryüzünü kana boğmadı mı bu izmler ve halen de boğmuyorlar mı, halen de görmüyor muyuz?

En yakın bugün bile acı içinde izlediğimiz o deprem, Haiti depremi 150.000 kişi, bazı otoriteler 250.000 kişi olduğunu da söylüyorlar, o insanlar. Amerika’nın burnunun ucunda nasıl o kadar yoksullar? Bunu sormak lazım. Amerika’nın çöpe attıklarını Haiti’ye verse orada yoksulluğu y si kalmaz. Niye böyle acaba? Hala yardım getirecekleri yerde şeytanlık ve cinlik düşünürler? Niye böyle?

Yeryüzün ün başka taraflarına bakın, mülkiyet meselesi insanlığın bugün tarihte olmadığı kadar önemli bir noktaya gelmiştir. Onun için bu mesele etrafında düğümleniyor her şey. İdeolojiler bu mesele etrafında diziliyorlar, karşıtlıklarını ortaya koyuyorlar. Kavgalar bu mesele etrafında veriliyor. Cinayetler bu meseleden dolayı işleniyor.

Ve mülkiyetin içine devleti e iktidarı da katmamız lazım. Bakınız güç tutkusu, gücün hakka ve adalete galip gelmeye çalışması. Bugün yeryüzünde ki tüm mücadelelerin aslında, özünde bu yok mu? Ben güçlüyüm, haklıyım. Güç tutkusu benim gücümü ya kabul edersiniz, ya da baş eğdiririm size. Bu meseleden dolayı 100.000 ler, milyonlar gityor mu?

Onun için yine mülkiyet. İktidar üzerinden mülkiyet, mal üzerinden mülkiyet, servet üzerinden mülkiyet, bilgi, üzerinden mülkiyet. Sadece mülkiyet deyince elden ele tedavül eden mal aklımıza geliyor. Ya bilgi mülkiyeti? Bilgi emanettir, emanet olarak görmeyip te mülkiyet olarak görmeye başladığınızda b ilgi hırsızlığından bilgi tekeline varıncaya kadar bakınız ortaya çıkan şeye? Bakınız bilgi bir mülkiyete dönüştü.

Onun ötesinde öyle ki mülkiyet olmayan şey kalmadı ese mülkiyete dönüştü. İnsanlığın ortak değerleri sanat mülkiyete dönüştü, sanat, estetik, insan öldü mülkiyete dönüşünce ve insan mülkiyete dönüştü. Dolayısıyla işin özü getirip her kavga mülkiyet noktasın da düğümleniyor görüyorsunuz.

Sorunun çözümü için elbette çok insan kafa yoruyor. Belki insanlık tarihi boyunca mülkiyet problemini çözmek için bir çok filozof, bir çok bilgin, bir çok düşünür, bir çok alim kafa yormuştur varlığını ortaya koymuştur. Fakat sorunun çözümünde altın formülü üreten sadece ve sadece Mâlikü’l Mülk olan Allah olmuştur. Yani vahiy üretmiştir.

Nedir bu altın formül? Servet ve iktidar mülkiyet değil, emanettir. Sade bir cümle, basit demiyorum ama sade bir cümle. Servet ve iktidar mülkiyet değil emanettir. Meseleyi bu sadelikte ele alıp ta çözen başka bir formül yoktur, olmamıştır, meselenin çıkış noktası budur çünkü. Eğer serveti, iktidarı siz emanet değil de mülkiyet olarak görmeye başladığınızda işin şekli değişiyor, tüm problemler oradan çıkıyor. Yani tasavvur, tasavvurdaki milimetrik sapma açısı eylemde Km. lere bâli oluyor. Tasavvurdaki sapma açısını düzeltiyor Kur’an bu bilinçle, tasavvurumuzu düzeltiyor. Diyor ki mülkiyet değildir emanettir sana verdiklerimin hepsi.

Böyle bildiğinizde artık titremeye başlıyorsunuz fazla sahip oldukça fazla titremeye başlıyorsunuz. Hatta birazını alsa yükünüz hafifliyor öyle değil mi, çoğaldıkça korkmaya başlıyorsunuz, titremeye başlıyorsunuz. Çoğaldıkça ne olacak ya Rabbi, ipini boynuma mı doladı diyorsunuz ve işte o zaman telaşa düşüyorsunuz çünkü emanet çoğalıyor. Hangi birine sahip olacaksınız. Emanete sahip olmak için titrerken o nu kontrol altında tutuyorsunuz, Allah’ta size yardım ediyor ve bu sefer paylaşmayı öğreniyorsunuz, paylaşıyorsunuz. Allah veriyor, siz veriyorsunuz, tabii sonunda Allah yeniyor sizi.

Hz. Aişe; Ben Abdurrahman’ın cennete sürünerek gireceğini zannediyorum demiş. Abdurrahman’ın cevabı dillere destandır. Sabah verdiğim 10 dirhem akşam bana 1000 dirhem olarak döndü. Kusur benim mi, vallahi koşarak gireceğim. Demiş. (Devam edecek)

Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ESMA DERSLERİ – 6 – El MÂLİK (17-2)

$
0
0

332

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

(17-1) den devam)

Vallahi koşarak gireceğim. Sabah verdiğim 10 dirhem akşam bana 1000 dirhem olarak döndü. Bunda benim ne kusurum var ki? Vallahi koşarak gireceğim. Servetini vefat ettiğinde baltalarla külçe altınlarını parçaladılar ve paylaştırdılar. Tabii burada servetini sayım dökümünü yapmak istemiyorum ama Allah böyle varlık vermişti o da Allah yoluna öyle saçardı. Oysaki bu muhacir Medine’ye geldiğinde sıfırdı, çünkü Mekke’liler tüm varlıklarına el koymuşlardı hiçbir şey getiremediler.

Mekke de de varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Geldi Medine’ye aç, hiçbir şeyi yok. Kardeş ilan etmişti efendimiz, Gel kardeşim malımı seninle paylaşayım, hatta o meşhur misal Abdurrahman için anlatılır. Eşlerimden birini boşayayım, çünkü sen hiçbir şeysiz geldin. Bunu tabii kardeşliğin bu derecesini yüreğinde duyan insanlar algılayabilir belki. Günümüz insanına biraz anlamak zor geliyor bunu.

Evet, eşin sana mübarek olsun, malın da sana mübarek olsun, bana bir ip ver kardeşim dedi. İp ver ve pazarın yolunu göster. Demek ki doğuştan tüccarmış, Kayseliydi mi desek acaba J. Ve ip verdi pazarın yolunu gösterdi, Allah’ta verdikçe verdi. O da Allah’a verdikçe verdi. Dolayısıyla ömrü İslâm’a hizmet yolunda, davet yolunda, cihat yolunda geçmiş bir mübarek sahabedir. Evet, sorunun altın çözümü nedir? Servet ve iktidar mülkiyet değil emanettir.

Sahip olma duygusu fıtrîdir dostlar, bu fıtrî duyguyu inkâr, insanı inkârdır çünkü sahip olma duygusu olmasaydı insanda “ben” idraki olmazdı. “Ben” idraki, “ben” şuuru yani olmazsa insan şahadet edemez. Dua edemez, ya rabbi bana ver diyemez mesela, “ben” demesi lazım önce. Dolayısıyla ben idraki olmadan insan şahadet kelimesini getiremez “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve resûlü” diyemez. Bunu demek için “Ben” demesi lâzım ben şahadet ederim ki.

Bencillikle “ben” idraki zıt köşelerde durur bencillik şeytandandır, “ben” idraki Rahmân’dandır. “Ben” idrakinin zıddı bencilliktir, sahibiyet te ben idrakinden kaynaklanır. Çünkü insan kendine sahip olamaz. Sahip olmamız isteniyor oysa? Değil mi. Nefsine sahip ol, şehvetine sahip ol, öfkene sahip ol değil mi? Demek ki sahip olmamız isteniyor. Sıyâm imsaktir, oruç tutmak demektir, aslında nefsini tutmak demektir. Niçin iftar sofrasının başında her şey önünde olduğu halde Allahuekber denmeden elini uzatmaz? Bakalım şehvetine sahip misin diye.

Dolayısıyla “ben” idraki, bencilliğin karşı kutbunda durur. “Ben” idraki olan ötekini fark eder, bencil olan ötekini yok sayar. Şeytan bencildi, Âdem “ben” idrakine sahipti fark bu. Şeytan bencildi, Âdem’i aşağıladı, bencilliğinden dolayı aşağıladı. Ötekine, o ve sen e ihtiyaç duymadı. O ve Sen e ihtiyaç duyması da lazımdı, Âdem’i bir arkadaş edinmesi lazımdı, dost edinmesi lazımdı.

Azâzil’i iblis eden, -şeytanın şeytan olmadan önceki isminin Azâzil olduğu rivayetlerde geçer- yani cennetlik Azâzil’i, bir bakışa göre melek Azâzil’i şeytan eden – melek gibi diyelim çünkü meleklerden değil.- Melek gibi Azâzil’i şeytan eden, iblis eden “ben “ idrakine sahip olmak yerine bencilleşmektir. Bencil olunca ötekini aşağılar, öteki olmasın ister, sen olmasın ister o. “Ben” idrakine sahip olunca “sen” ve “o” nu fark eder çünkü birine “ben” demeniz için karşınızda biri olması lazım. Karşınızda biri olmadan “ben” demenin ne alemi var? Bir adada tek başınıza olsanız ben demenin ne alemi var? Bu yüzden ben demeniz için bir başkasının olması lazım, onu ararsınız. Ében” idraki size ötekini aratır, biz de onu fark ettiğimizde biz olur. Sen ve onu fark ettiğinizde biz olur. Sen, o, ben; biz olduk.

Şeytan biz olacak yerde Azâzil, bencilliğe sapınca şeytan oldu. Dolayısıyla bencillik ve be idraki karşı kutuplarda durur sahip olma duygusu “ben” idraki ile alakalıdır. Sahip olma duygusunu Allah vermeseydi insan kazanmazdı, çalışmazdı, doymazdı, yeryüzünü inşa etmezdi, medeniyet kurmaz, Medine’ler kurmazdı. Yeryüzü de insanlık ta böyle olmazdı.Allah bu duyguyu vermiş ki insan Medine’ler kursun, medeniyetler kursun, imar etsin, keşfetsin, akletsin, bilgiyi üretsin, eşyayı üretsin, binayı güzelleştirsin, hayatı daha da güzel kılsın diye. Allah bu duyguyu vermeseydi biz de diğer canlılar gibi olurduk, diğer canlılarda ben idraki yoktur onun için şehadetle mükellef değildirler. Yani hayvanlar dediğimiz o âlemde insan farklıdır, bencillendiğinde o aleme kaçmış olur, insanlar aleminden çıkıp ismini söylemek istemediğim o aleme girmiş olur. Hatta; kel en’ami belhüm edall. (A’raf/179) hatta daha da aşağı diyor ya, daha da aşağı olur. Onun için “ben” idraki bencilliğin zıddıdır ve sahip olmakta buradan kaynaklanır.

Bencillik üç Kur’anî sembol üzerinden tanımlanabilir. Şeytan, Firavun, Karun. Şeytanın bencillik sembolü “ene” dir. Firavunun bencillik sembolü “lî” dir benim için, bana ait. Ene ben, “Lî”; benim için. Karun’un bencillik sembolü ‘Indî dir, benim katımda. Nereden çıkardık bunları? Kur’an dan.

ene hayrun minhu (Sâd/76) dedi şeytan, ben ondan hayırlıyım dedi Âdem ile kendini kıyasladı, onu tahkir etti, kendini üstün gördü. Hammaddeye atıf yaptı, adi ve ilkel bir materyalizme saptı. Beni ateşten onu topraktan yarattı, elementer kökenine atıf yapıyor, kendi elementer kökeni ateşten, Âdem’in elementer kökeni topraktan. Yoksa bu Âdem’in işte çamur çömlek oldu, çömlekten Âdem oldu değil. Onu daha önce söylemiştim. Âdem de bizim gibi nutfedendir, bu Kur’anla sabittir, insan suresinin 1-2 ayetleri buna yeter.

Hel eta alel’İnsani hıynün mined Dehri lem yekün şey’en mezkûra. (İnsan/1)

İnna halaknel’İnsane min nutfetin emşâc* nebteliyhi fece’alnahu Semiy’an Basıyra. (İnsan/2)

Biz insan türünü nutfeden yarattık, var ettik. El İnsan’a Âdem girer mi girmez mi bunu öğreneceğiz. Âdem’e insan diyorsak Âdem de nutfeden yaratıldı. Bitti, Kur’an meseleye çözüm koydu. Ondan sonra İsrail oğullarından geçen çömlek benzetmeleri ile değil yani. Ondan sonra zaten işte Âdem’in kızı oğluyla evlendi ye falan da gerek yok. Yani çocuğunuza karşı yüzünüzü kızartacak bir şey kalmıyor yani. Dolayısıyla Kur’an ı doğru anlayalım yeterki. Yoksa sizin de inanamadığınız, inanmakta zorlandığınız izahlar getirmeye çalışacaksınız, getirdiğiniz her izah daha da berbat edecek meseleyi içinden çıkılmaz hale getirecek.

Dolayısıyla şeytan öyle dedi, ene hayrun minhüm, “ben”; bencillik “ben” i bu. Firavun ne dedi? kale ya kavmi eleyse liy mülkü mısra. (Zuhruf/51) Dedi ki firavun ey kavm Mısır benim mülküm değil mi bana mahsus değil mi?

Evet, birincide şu soruyu sorarım; Ey muhatap sen hangi Azâzil ile sınanıyorsun? Âdem’in sınandığı Azâzil idi, senin Azâzil’in ne? Ona karşı bakalım bencillik mi yapacaksın, ben idraki ile mi. Ben idraki ile yaklaşacaksan onu tanıman lazım, yoksa reddetmen lazım.

İkincisinde ey muhatap sen hangi iktidarla ve mülkiyetle sınanıyorsun, hangi emanetle sınanıyorsun ona bak.

Üçüncüsü Karun. Karun ne demişti; Kale innema utiytühu alâ ılmin ındiy. (Kasas/78) Bu servet bana benim katımda ki bir bilgi sayesinde verildi. Yani bu servet benim sayemde bana verildi demişti. Karun kim? Hz. Musa’nın amca çocuğu olduğu söylenir ama firavunla iş birliği yapmıştır. Hz. Musa’nın akrabası olduğu halde Firavunla iş birliği yapıp Hz. Musa’ya komplo kuran bu adam niye böyle yapmıştır? Serveti mülkiyeti zannedip elden çıkmasından korktuğu için. Serveti mülkiyet zannederseniz Musa’nın mü’mini olmak yerine firavunun uşağı haline geliyorsunuz. Allah onu servetiyle birlikte yere geçirir diyor Kur’an. Servetinin anahtarlarını develer taşırmış o kadar zenginmiş. Karun hazineleri derler ya aslında o Karun’la çok fazla alakası yok bu Karun’un, ama bu bir serveti mülkiyeti zanneden tipin prototipidir Karun.

Onun için “Ben” im sayemde. Kimindir? “Ben” im sayemde elde ettim dolayısıyla benimdir. Allah’ın servetinde hakkı olduğunu inkâr eden tip Karun’dur. Onun için şeytan, firavun ve Karun. Ben, ene, lî ve indî. Bu 3 tipin sembolü sayabiliriz.

Bu girizgâhtan sonra Kur’an i çerçeveye geçebiliriz. Mâlik ve Melik isimleri arasında fark var. Mâlik ismi Kur’an da iki yerde geçiyor, biri fatiha’nın 3. Ayeti, diğeri A. İmran/26. Ayeti. Fatiha’nın 3. Ayetini biliyoruz; El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn –  Er RahmanirRahıym – Mâliki YevmidDiyn. Mâliki YevmidDiyn, Meliki YevmidDiyn diye de okunmuş. Kıraat vakıadır, kıraat farklılıkları diye bir olay vardır Kur’an ın okunmasında. Yani Kur’an da bazı kelimeler bazı sebeplere bağlı olarak farklı okunurlar. Bunun temelinde de aslında Kur’an ın ilk yazıldığında hareke, hatta noktalamadan arî olmasındandır.

Dolayısıyla zaten Arap dilinde hareke sonradan çıkmış bir şeydir. Yani bazen bakıyorsunuz yektübü, tek tübü diye de okunabiliyor altında mı hareke üstünde mi, iki noktası üstte mi altta mı? Dolayısıyla Mâlik, Melik te okunabiliyor. Melik okuyan karilerin kıraatı da meşru bir kıraat, Mâlik okuyan kıraatta, hatta Şâfilerden bazıları bu kıraat hassasiyet farkını öyle bir ileriye götürmüş ki zekâtın birinde Mâlik, diğerinde Melik okumaya başlamışlar Hâlbuki bu kadar hassasiyete gerek yok Mâliki YevmidDiyn bizim elimizde bulunan hafz kıraatında okuduğumuz kıraattır. Dolayısıyla elimizde ki mushafta da Mâlik olduğu için bizim bunu öne almamız lazım.

Kur’an da bu kökten 3 isim yer alıyor Mâlik, Melik, Melîk. Mâlik ismi fail, Melik aslında mülkten geliyor, Mâlik milkten geliyor, Melîk ise melekûttan geliyor. Dolayısıyla Melik üçüne de nispet edilebiliyor hatta Milk e, mülk e, Melk e.

Melik, daha önce görmüştük Rahîm; hem ismi fail hem ismi mef’ul. Dolayısıyla Mâlik ile Melik arasında fark var. Mâlik ile Melik arasın da ki fark açık.

Mâlik fiile bakıyor, Melik ise isme bakıyor. Melik olduğu için Mâlik. Çünkü Melik mülkün meliki, Mâlik milk’in Mâliki. Mülkün sultanı, milk’in Mâliki. Dolayısıyla Melik zata bakıyor, Mâlik fiile bakıyor.

Rahman ve Rahîm de ki ilişkiyi hatırlayın, Rahman zata bakıyordu, Rahîm fiile bakıyordu. Allah Rahîm’dir Niçin? Rahman olduğu içindir. Adeta Rahman’ın ilk tecellisi Rahîm’edir. Melik’in ilk tecellisi Mâlik’edir. Onun için bakınız Melîk ayrı, o daha da fiile bakan bir şeydir. Çünkü hem fail hem mef’ul manası içeriyor. Kuldan O’na dönen şey, O’ndan kula geri dönüyor. Dolayısıyla Kul ile Allah arasında adeta link hattı var. Bu ne oluyor? Kul eğer şükrünü eda ederse, Rabbimizden eda edilmiş şükür o nimetin artışı olarak yansıyor. Yani Mülkü daha fazla veriyor, daha fazla emanet ediyor.

Malik Mülkün sahipliğini, Melik mülk üzerinde ki otoriteyi ifade eder. Mâlik’in nesnesi nesnedir, Melik’in nesnesi hem nesnedir hem öznedir. Ne demek bu? Hem mülk sahibidir, hem mülktür insan gibi. İnsan hem Allah’ın mülküdür, hem de Rabbimizin mülkünü verdiği mülküdür, mülkünün eline mülk verir. Onun için milkin elinde mülk olmaz, mülkün elinde milk olur. İşte fark bu.

Sözün özü Allah Mâlik’i mümelliktir, zira başkasını mülkün sahibi kılan da Mâlik’tir. Başkasını mülk sahibi kılmayana Mâlik denmez, kılana Mâlik’i mümellik denir.

Gelelim Kur’an ın bu konuda ki ayetlerine. O din gününün Mâlik’idir. Mâliki YevmidDiyn. Bu ayeti nasıl anlayacağız? Fatiha’nın 3. Ayeti. Din gününü kendini Mâlik sananların memlûk olduklarını anladıkları güne denir. Yani kendini sahip zannedenlerin aslında sahiplerinin Allah olduğunu anladıkları gündür.

Kur’an soruyor li menil Mülkül yevm. (Mü’min/16.) bugün mülk kime aittir? Lillâhil Vâhidil Kahhâr. Bilmiyorum cevap kimden geliyor, Kur’an da cevabın kimden geldiğine dair bir beyan yok. Allah’u âlem kendisi veriyor. Rabbimiz soruyu soruyor, Rabbimiz cevabı veriyor çünkü cevap verecek hiç kimse yok Küllü men ‘aleyha fan – Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm. (Rahman/26-27) her şey fani olmuştur, herkes fani olmuş, Bâki kalan Rabbin zatıdır. Bugün mülk kime aittir diyor koca bir varlıktan ses yok Lillâhil Vâhidil Kahhâr Vahid ve Kahhâr olan Allah’a aittir bitti.

Soru; hesap günü Allah’ın mülkün Mâliki olması niçin özel olarak vurgulanmış? Niçin hesap günü mülkün Mâliki, sor bu.

Cevap; Müşriklerin çarpık şefaat anlayışını ret için. Yani Fatiha’nın 3. Ayetin in öyle nazil olması, çarpık bir şefaat anlayışını ret için. Sadece müşriklere hasretmek doğru olmaz Fatiha’yı biz okuyoruz, hepimiz için. Demek ki her gün bu kadar unutabildiğimiz bir hakikat bu, her gün bu kadar hatırlatılıyor.

Çarpık bir şefaat anlayışı yani kayırıcı bir anlayış. Beni falanca kayırır, beni Allah’ın huzurunda falan efendi kayırır, falan hoca kayırır, falan şeyh kayırır, falan üstad kayırır, falan azîz kayırır, falan velî, evliya kayırır diyen herkese Fatiha’nın 3. Ayetini okuyor Kur’an.

Evet, Mâliki YevmidDiyn, O din gününün Mâlikidir, yani din gününün Mâlik’i dururken sen başka Mâlik’ler mi çıkarıyorsun. Din gününde Allah’a rakipler mi, ortaklar mı çıkarıyorsun. Yani o gün söz sahibi O iken sen birilerini de söz sahibi yapıyorsun öyle mi? Bunu diyor Kur’an. Mâlik’i YavmidDiyn ile biz 40 küsür kez günde, her kıldığımız rekâtta aslında bunu diyoruz. Ama namazın içinde söylediğini namazdan sonra yalanlayan ne kadar Müslüman var, Allah şuur versin.

Tüm şefaat anlayışlarını Zümer/44. Ayet ışığında tashih etmek lazım. Kur’an da şefaat konusunda 25 ayet var. 23 tanesi form olarak nefy, yani menfi cümledir men zelleziy yeşfe’u ‘ındeHÛ illâ Biiznih. (Bakara/255) Lâ yeşfe’u gibi nefyeden cümledir Lâ ile başlar, men ile başlar. Orada ki kimmiş bakayım O’nun izin verdikleri dışında şefaat edecek olanlar. Yani bunlar menfi cümledir. 25 ayetin 23 ü menfi cümledir. Geriye kalan 2 ayetten biri de b u ayettir, nedir? Zümer/44 Kul Lillâhiş şefa’atü cemiy’an. De ki şefaatin tamamı Allah’a aittir. leHU Mülküs Semavati vel Ard. Mülk ün gelmiş olmasını dikkatinize sunarım. Aynı ayette 2. Cümle böyle geliyor. Çünkü göklerin ve yerin mülkü O’na aittir, O’na mahsustur. Yani ey insan Allah dışında birine şefaat yetkisi çıkarıyorsan gökler ve yerin mülkünde bir ortak ta tanıyorsun demektir. sümme ileyhi turce’un. En son unda dönüş O’nadır, O’na döneceksiniz.

Hocam diyor ki burada Kul Lillâhiş şefa’atü cemiy’an Tüm şefaat Allah’a aittir, cemiy’an var orada, tüm, şefaatin tamamı Allah’a aittir. İyide Kur’an da başka yerlerde istisna olarak geliyor, Allah’ın izin verdikleri dışında. Bunu nasıl anlayacağız? Bunu, bu ayete göre anlayacağız. Tüm şefaat anlayışlarını, yani aslında Allah’ın izin verdikleri şefaat etmiyorlar, Allah şefaat ediyor, şefaat eden Allah. Peki o izin ne? Bu şu demek Allah’ın insana verdiği ödül beratı. Ödül beratını diyor ki, falan kuluma ben şefaat beratı verdim, bu beratı sen takdim et. Şimdi siz teşekkür edeceksiniz, kime edeceksiniz? Ödülü size takdim edene mi? Ödülün sahibine mi. Ödülü size takdim eden ödülün sahibi değil, Allah onu da ödüllendirdi, onu da ödülü takdim etmekle ödüllendirdi.

Peygambere diyor ki sen falan kuluma verdiğim şefaat beratımı takdim et bakalım, peygamberin elinden alıyorsunuz, Fakat Allah veriyor sana şefaati, budur. Dolayısıyla doğru anladığınızda meseleyi çözersiniz. Yoksa Allah korusun bu ayetin reddettikleri arasına düşeriz. Onun için Mâliki YevmidDiyn diye her gün Fatiha da okuyup ta namazın dışına çıkınca onu yalanlayanlardan olmayalım Allah muhafaza.

Mülk ve Hamd bir arada geliyor. Teğabün/1. Ayet. leHUlMülkü ve leHUlHamdu ve HUve ‘alâ külli şey’in Kadiyr. (Teğabün/1) mülkte O’na mahsus hamd de. Niye ikisi bir arada gelir?

1 – Mülkü zatına tahsis edip bizi kula kul etmediği için O’na hamd olsun. Mülkü zatına tahsis etmeseydi de mülkü kullarına tahsis etseydi ne olurdu halimiz, bize zırnık vermezlerdi. Eline geçirenin elinde olurdu, onun için Hamd olsun leHUlMülkü ve leHUlHamd.

2 – Eşyaya kul etmediği için hamd olsun.

3 – İnsanları kendimize kul edinmekten koruduğu için hamd olsun. Eğer mülkü bize verseydi insanları kendimize kul ederdik.

4 – Yalnız El Mâlik’ten istemeye mecbur ettiği için hamd olsun. İstediğimiz büyüktür, biz ise küçüğüz. İstediğimiz bizim isteğimizi, istismar etmez değil mi. Çünkü bize ihtiyacı yok. Bizi ihtiyacı olmayan zatına mecbur ettiği için hamd olsun.

5 – Kullara el açmaktan bu suretle koruduğu için hamd olsun. leHUlMülkü ve leHUlHamdü. Bu demektir.

Kulillâhumme mâlikel mülk. Kur’an da geçtiği 2. Yer A. İmran/26. Ayeti. De ki ey Allah’ım sen mülkün hakiki mâlikisin, mutlak mâlikisin tü’til mülke men teşâu ve tenzi’ul mülke mimmen teşâ’. Mülkü dilediğine verir, dilediğinden de sıyırıp alırsın ve tu’ızzü men teşâu ve tüzillü men teşâ. Dilediğini Azîz eder dilediğini zelil edersin. Bi yediKEl hayr. Hayır senin elindedir. inneKE alâ külli şey’in Kadiyr. (A.İmran/26) sen her bir şeye kâdirsin, güç yetirensin. Tûlicül leyle fiynnehari ve tûlicün nehara fiyl leyl. /A. İmran/27) Sen geceyi gündüzün başına sarar, gündüzü de gecenin başına sararsın, sen zalimi mazlumun başına sarar, döner mazlumu da zalimin başına sararsın. ve tuhricül hayye minel meyyiti ve tuhricül meyyite minel hayy. Sen ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın. Sen Âzer gibi bir ölüden İbrahim gibi bir diriyi, sen Nûh gibi bir diriden Kenan gibi bir ölüyü çıkarırsın ve terzüku men teşâu Bi ğayri hisab.(A.İmran/27) Ve sen istediğini hesapsız, istediğin gibi rızıklandırırsın.

Aslında burada hesapsız rızık sadece malı, mülkü, parayı üst üste vermek değil, birini hastalıkla rızıklandırır ruhunu tedavi edersin, öbürünü yoksullukla dinini rızıklandırırsın. Yani elinde yok olur ama dini artar, ahlakı artar, imanı artar, öbürünü de elinde malı çok ederek rızıklandırırsın. Yani şimdi elinde malı çok olanın rızkı mı çok, sabrı çok olanın rızkımı çok. Bana sorarsanız sabırla rızıklandırılan, servetle rızıklandırılandan daha zengin. Peki hangisi fakir hangisi zengin? Onun için ikisini de rızıklandırmış ama ikisinin de rızkı nasıl kullandığına bakıyor.

Ayetin bağlamı nedir? Yahudileşen İsrail oğulları. Hemen önünde ki 22. 23, 24, 25. Ayetlere baktığımızda bunu görüyoruz. Bu tarihi örnek üzerinden tüm muhataplara ayet şunu söylüyor.

1 – O mülkün mutlak sahibidir.

2 – Allah’ın seçimine razı ol. Çünkü sen kendini bilmezsin, Allah seni bilir. Yani seni ne ile sınadığına bak, en güzel sınavının öyle olacağına inan.

3 – El Mâlik olan Allah Azîz de eder zelil de. innel ‘ızzete Lillâh İzzet Allah’ındır. ve Lillâhil ‘ızzetu ve liRasûliHİ ve lilmu’miniyn. (Münafıkun/8) Resulüne aittir, mü’minlere aittir. Dolayısıyla Allah Azîz de eder zelil de ama İzzet Allah’a aittir, izzet mü’minlere aittir. Dolayısıyla imanda izzet vardır. Eğer Allah Azîz eder zelil eder de bunu keyfince yapmaz, senin tercihin Azîz olmaksa Azîz eder, zelil olmaksa tercihine saygı duyar zelil eder.

4 –  Onun mülkünü vermesi hayır vermemesi şer değildir. Bi yediKEl hayr.  Bi yediKEl hayr ve şerri olsaydı o zaman böyle derdik vermesi hayır, vermemesi şer. Ama vermesi de vermemesi de hayırdır. Çünkü ayette tekli geliyor Bi yediKEl hayr hayır senin elindedir. Şer ise kuldandır. Şer kulun yaptıklarından ve tercihinden kaynaklanır, Allah’tan nahza hayr kaynaklanır. Bi yediKEl hayr. Hayr sendendir. Dolayısıyla ayet sadece vermesini hayır olarak görmeyin, vermemesini de hayr olarak görün.

Hz. Ali ne diyordu? Ben O’nun Allah olduğunu her istediğimi vermemesinden anladım. Her istediğini verseydi ne olurdu? Bir kişiye bela olarak her istediğini elde etmesi yeter. Allah korusun. Her istediğini elde etseydin ey insan belanı istemiş olurdun. Bir düşünse ne neler istemedin, bir çetelesini tutsaydın şimdiye kadar, şimdi geri dönüp iyi ki istediğimi vermemiş diyorsun. İyi ki vermemiş Yarın bugün istediklerin için de bunu söyleyeceksin. İyi ki vermemişsin ya Rabbi, verseydin belamı verirdin derdin. Onun için her istediğimizi vermemesi iyidir. Ben O’nun Allah olduğunu her istediğimi vermemesinden anladım. Ya rabbi ben benim için istediğimi hayr sanırdım, ama senin, benim için istediğin hayırlıymış. Ya rabbi sanırdım ki ben seni zikrederim. Ama öğrendim ki sen beni zikredermişsin. Ya Rabbi, sanırdım ki, sen razı olunca iş biterdi öğrendim ki ben senden razı olunca sen benden razı olurmuşsun. Öğrenmek lazım. Eyvallah.!

Allah’ın Kâdir olmasını anlamak için El Mâlik ismini anlamak şart. Bir zamanlar Belh’te bir kıtlık varmış, Şakık-i Belhi gerçekten de eşkıya bir adammış, şehrin eşkıyasıymış. İçer, vurur, saçar savurur, kırar döker. Demişler ki nasıl bu hale geldin? Kıtlık senesinde bir köle gördüm, herkes üzüntüden kırılırken köle şen şakraktı. Sordum yahu, millet kıtlıktan kırılıyor, sen bu kadar şen şakrak nasıl olabiliyorsun? Ben falan ağanın kölesiyim dedi. Efendim ambarları doldurdu herkes aç kalsa da biz aç kalmayız.

Dank etti kafama diyor. Yahu şu köle ağasının ambarına güvenerek böyle şen şakrakta, Mâlik el Mülk olan Allah’ın ben kulu olayım da şu köle kadar aklım olmasın. Ondan sonra rızık için kaygı etmeyi bıraktım ve tevbe ettim diyor. Dolayısıyla bakmak lazım, Mâlik el mülk olan Allah’a ne kadar güveniyoruz.

Mâlik olan Allah’ın tecellileri var. El Mâlik ismini ihsa eden her kul Allah resulünün müjdesine nail olur. İhsa eden, ne diyordu? İnne lillâhi tis’aten ve tis’înesmen. Allah’ın 99 ismi vardır men ehsâhâ dehalel cenneh. Kim bunu ihsa ederse cennete girdi bilsin. İhsa etmek ne demek? Yaşamak, anlamak, duymak, hissetmek, hayata taşımak, ömür kılmak. Eh dedim ya o girmeyecekte ben mi gireceğim, her halde o girecek, yani ihsa ederse cennete girer.

Bu ismin tecelli ettiği kul emanete mülkiyet gözü ile bakmaktan kaçınır. Mâlik olup servetin hakkını verenlere gerçekten Mâlik ismi ile tecelli eder. Eğer servetine Mâlik olursa Allah’ın Mâlik ismi de ona tecelli eder. Servetine Mâlik olanlar mülkiyet bilenler değil emanet bilenlerdir. Emanet bilenler verirler, verince Mâliki haline gelirler. Verinceye kadar emanetti Allah için verince Mâlik oldular. Verince mülkiyet olur, artık garanti haline gelir orada. Yani infak ne demekti? İki delikli bir yeraltı dehlizi, buradan sallarsınız oradan çıkar. Eyvallah..!

Nefse Mâlik olmak mı, nefse ait olmak mı. Nefse Mâlik olmamız isteniyor. Mâlik el Mülk’e iman eden ve Mâlikiyyetin tecellisine mazhar olan bir kul nefsine Mâlik olur.

Bir Allah dostu âlime Abbasi halifelerinden biri demiş ki dile benden ne dilersen. Sultan, hükümdar, kral dile bendem me dilersen diyor. Âlim demiş ki benim kölelerimi kendisine efendi edinen kişiden ben ne dileyebilirim ki demiş. Bozulmuş sultan, senin kölelerin benim efendim olduğunu iddia ettiğin kim? O da demiş ki; Hırs ve nefs. Ben hırsı ve nefsi kendime köle ettim, bakıyorum ki benim köle ettiklerim senin efendin olmuşlar. Ben kölelerimin kölesi olandan ne isteyeyim ki demiş. Nefse Mâlik olmak mı, nefse ait olmak mı? Nefse mâlik olmayanlar nefse ait olurlar. Nefse ait olan ise artık ortada kalmaz, nefsin kulu ve kölesi olmuştur artık. Şehvete Mâlik olmak mı, şehvete ait olmak mı? Mâlik ismi tecelli ederse bir kulda o şehvete Mâlik olur.

Oruç ibadeti Mâlik isminin bir tecellisini içinde gizler. Onun için orucu gerçekten tutan da oruç tutar, oruç ta onu tutar. Aslında oruç insanı tutar, insan orucu değil. Namaz içinde de Mâlik isminin bir tecellisi var, innes Salâte tenha anil fahşai vel münker. (Ankebut/45) namaz insanı fuhşiyattan ve münkirattan alıkoyar değil mi? Alıkoyar, tutar yani. Namazda da Mâlik isminin bir tecellisi var.

Zina yasağı Ve lâ takrabüzzina innehu kâne fahışeten. (İsra/32) Zinaya yaklaşmayın, değil yapmayın, yaklaşmayın bile. Mâlik ismi tecelli eden bir kul şehvetine Mâlik olursa zinaya değil yapmak, yaklaşmaz bile Çünkü tasavvurda çözmüştür. İşte Yusuf’u olur çağının. Yusuf şehvetinin Mâliki idi, Züleyha ise şehvetine aitti. Şehvetine sahip mi, şehvetine ait mi. Onun için Yusuf zindanda kraldı, Züleyha sarayda köleydi. Hangisi özgürdü? Onun için Mâlik ismi tecelli ederse şehvetinin mâliki olur. Eğer Mâlik isminin tecellisine medar olmazsa kul şehvetine ait olur.

Mâlik ismi kulda tecelli ederse öfkesine Mâlik olur. Öfkesine Mâlik olmak mı, öfkesine ait olmak mı? Ne diyordu efendimiz? Gerçek pehlivan öfkesini yenendir. Öfkelerini kontrol altında tutarlar ve insanların hatalarını bağışlarlar diyor Kur’an A.İmran/134. Ayette. vel kazımiynel ğayza vel afiyne aninNas. (A.İmran/134) öfkelerine sahip olurlar ve insanları affederler. Demek ki öfkeye malik olmak ile öfkeye ait olmak zıt köşelerde. Allah’ın Mâlik ismi tecelli ederse öfkesine Mâlik olur.

Servete Mâlik olmak mı, servete ait olmak mı. Servete Mâlik olmak için serveti mülkiyet bilmemek lazım serveti emanet bilmek lazım. Paradoks gibi gelmesin lütfen anlaşılır olması lazım. Bu şu manaya gelmiyor, servet siz olmak lazım demiyor. Fakirlik övgüsü bize ait bir şey değil, Hint felsefesine ait bir şeydir. Onun için Kâde’l-fakru en yekûne küfran diyen Allah resulü. Fakirlik neredeyse küfr olacaktı, nankörlük olacaktı veya.

Hz. Ömer diyor ki fakirlik insan olsaydı onu öldürürdüm diyor. Haklı değil mi, fakirliği öldürmek lazım, yani günahı üreten nedenlerden biri yoksulluktur şöyle baktığınızda. Yoksulluğun sevilecek bir tarafı yoktur.

Peki böyle diyen Allah resulü şöyle de demiş mi; el Fakrû fahrî, fakr övüncümdür. Evet nakledilir. Her ne kadar hadisin sıhhati hakkın da söylenmiş olsa da nakledilir. Diyelim ki sahih, o zaman nasıl telif edeceğiz? Fakirlik neredeyse küfür olacaktı, nankörlük olacaktı hadisiyle bunu?

Fakr tarifini doğru yapacağız. Cüneyd-i Bağdadi’nin tarifini yapacağız. Ne diyordu Cüneyd-i Bağdadi; Fakr; senin hiçbir şeye sahip olmaman değil, dünyalara sahip olsan da hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir. Dolayısıyla Celâleddin Rûmî çok güzel bir benzetme yapar; Kalp bir gemi servet bir denizdir. Eğer su geminin içine girerse gemi batar, su geminin dışında durursa gemi yol alır. Kalbe koymamak lazım, el kârda gönül yarda olmak lazım. Onun için aklı başında olanlar elimizde çok eyle gönlümüzde yok eyle diye dua ederlermiş.

Altın ölçü şudur, ele girmesi ile elden çıkması bir olacak. Hadîd/23. Ayeti bunu söyler ele girmesi ile elden çıkması bir olacak. Eğer ele girmesi ile elden çıkması demek verdi, verdiğine sabrederim. Aslında varlığa sabretmek yokluğa sabretmekten daha zordur. Yokluğa zaten sabredeceksiniz, isterseniz sabretmeyin. Yokluğa sabreden nicelerini gördüm ki varlığa sabredemediler. Yokluğa sabretmek her kişi kârı, varlığa sabretmek er kişi kârıdır onun için. Varlığa da sabredilir mi, servete sabredilir mi? Sabredilir ya..! Hem de daha ağır bir sabır bu çünkü servet ayartır, para ayartır, mülk ayartır. Mülkün ayartısına direnen iki meydan savaşı kazanmış mareşal gibidir. Dolayısıyla mülk ayartır onun için altın ölçü bu; ele girmesi ile elden çıkması bir şey fark etmeyecek. Ele girdi sabredeceksiniz servete ve emanet bileceksiniz paylaşacaksınız. Elden çıktı yine sabredeceksiniz. Ya Rabbi verdin şükr olsun, aldın hamd olsun. Verince şükredilir alınca hamd edilir bu kadar. O zaman göreceksiniz Rabbimiz ne muamele ediyor.

Servetin hakkı beştir.

1 – Helâl kazanmak, zira helal sadık, haram haindir.

2 – Paylaşmak. Zekât, infak ve sadakanın özü paylaşmaktır. Bunlar nimetin şükrüdür.

3 – Serveti elde edince şükretmek, kaybedince hamd etmek.

4 – Servete mülkiyet değil emanet olarak bakmak.

5 – Servete ait değil servete sahip olmak. Eyvallah..!

Mâlik olan Allah’a dua ederek inşallah bahsimize nokta koyalım. Önümüzde ki ders inşallah El Ekrem, ‘Alâk ilk beş ayetinde ki El Ekrem ismiyle devam etmek üzere amin diyelim.

Ey mülkün hakiki Mâliki, ey yerlerin ve göklerin Mâliki, ey Meleklerin ve Cinlerin Mâliki, ey görünenlerin ve görünmeyenlerin Mâliki, Ey sahip olduklarımın Mâliki, ey benim Mâlikim. Ey otoritesi önünde tüm otoritelerin baş eğdiği zat, ey dünyanın tüm meleklerinin kendisine memluk olduğu zat. Ya Mâlik el Mülk, Mâlik olan sensin bizi memlûke muhtaç eyleme, hakiki sahip olan sensin bizi mecazi sahibe muhtaç eyleme. Ne dilendikse senden dilendik, bunu bir şeref bildik senden gayrisine el açtırma, başkasına dilendirme, biz senin Mülkünüz ya Rabb, sahip olduklarımız da senin mülkündür. Bizi mülkümüzün elinde oyuncak eyleme. Emanet sahibiyiz  mülkiyet sahibi değiliz, emanete sadık olanlardan yaz hainlerden eyleme. Ey mülkün hakiki Mâliki, ey kâinatın tek meliki, bizi servete ait olanlardan eyleme, bizi, servete sahip olanlardan eyle. Elimizde yoluna sarf etmek için çok eyle ya Mâlik, gönlümüzden sil süpür yok eyle ya Mâlik. Bizi malımızın altında at eyleme ya Mâlik, bizi malımızın sırtında süvari eyle. Bizi malımıza mal etme ya Mâlik, bizi sana hakiki kul et. Amin ya Mu’in vel Hamdülillâhi Rabbil âlemin.

Allah kabul etsin.

Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


TAFSİR LESSONS ALI IMRAN (156-179)(27)

$
0
0

231

“Euzubillahiminesheytanirracim.”

“Bismillahirrahmanirrahim”

        Dear friends, we will continue our 27th lessons with the 156th verse of Alu Imran chapter. As you can remember,, our previous lessons Qur’an was informing us about the most heated moments of Uhud Battle as a lesson for humanity. Todays lesson also presents us incidents regarding the battle and what humanity have endured with similar times and spaces and celestial solutions.

156-) Ya eyyuhelleziyne amenu la tekunu kelleziyne keferu ve kalu li ihvanihim iza darebu fiyl Ardı ev kanu guzzen lev kanu indena ma matu ve ma kutilu* li yec’alellahu zalike hasreten fiy kulubihim* vAllahu yuhyiy ve yumit* vAllahu Bi ma ta’melune Basiyr;

O believers… Do not be like those who deny the reality by saying, “Had they stayed by our side they would not have died or been killed” in regards to their brothers who go traveling the earth, or who go to battle. Allah formed this idea within them as a pain of longing. It is Allah who gives life and takes life away (not the apparent causes)! Allah is Basir of (evaluates) what you do (as He is the essence and moreover the creator with His Names). (A.Hulusi)

O ye who believe! Be not like the unbelievers, who say of their brethren, when they are traveling through the earth or engaged in fighting: “If they had stayed with us, they would not have died, or been slain.” This that Allah may make it a cause of sighs and regrets in their hearts. It is Allah that gives Life and Death, and Allah sees well all that ye do. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu You who have faith. Of course this addressing is for us, to all believers. As in no muslim should think that this wasn’t about them. That’s why the target group of this particular addressing includes all believers from the first faithfuls to the last believer. So; o, you who have faith. Or with a more accurate translation. Those of you who have the claim of having faith. If you are sincere in your claims,

la tekunu kelleziyne keferu ve kalu li ihvanihim iza darebu fiyl Ardı ev kanu guzzen Don’t be like the unbelievers, who say of their brethren, when they are traveling through the earth or engaged in fighting;

lev kanu indena ma matu ve ma kutilu If they had stayed with us, they wouldn’t be dead or get killed.

These sentences begins with a fixation. It is this. He who have this point of view or logic for these kind of incidents have the fixation of a denier. That’s why the verse tells you la tekunu kelleziyne keferu Don’t be like those deniers.

So, what do these deniers, these blasphemers do to earn this mark, this license of being a denier. They tell something about people who had fought on the way of Allah or broke a sweat on that way, people who gave their sweats, tears and blood. They told about them, “If they had stayed with us, they wouldn’t be dead. If they had stayed with us quietly (or with their real thoughts if they hadn’t be such stupid.), they wouldn’t be killed. This is their approach for whom?

For the first readers of this verse, with the most important historical moment at hand, it was about true believers who had fell in the battle of Uhud. And the people who said these words are the same people, same traitors who had left Rasulallah at the battlefield and fled the army before the battle even began.

They approached the situation with this logic. But aside from the historical dimension of this incident; the advices are for all humanity. This first and foremost advice of them is belittling people who pay a price for their faith is a behaviour of wicked and corrupted moral attitude. Yes. Belittling people who have fought for their faith and paid a price for their beliefs. Or accusing them for being stupid, being irrational or not knowing their interests. This type of behaviour is stupid and Qur’an considers them as a blasphemous act. So ungrateful and wicked behaviour that Qur’an puts them under the category of being ungrateful to morals, blessings and all the way to the denying the truth.

At this point the verse gives us a picture of a modern person. Modern person thinks rationally. A muslim on the other hand makes salih-amel. So basically there’s a difference between an action with rational intentions and an action for gaining Allah’s blessing. Rational thinking doesn’t mean smart thinking, it’s just thinking with mind. For most of the cases, it comes with egotistical and selfish intentions. And almost always those intentions are covered with some excuses of Satan.

That’s why a muslim thinks for long-term interests like eternal happiness but a modern person looks for shor-term interest like temporary pleasures and joys. That’s why they usually work for satans offered pleasures, not Allah’s possible paradise. At this point the modern person becomes the target of this verse by using only his mind.

According to Qur’an, talking badly for people who gave their lives on the way of Allah and paid a price for their faiths and beliefs, mocking them or belittling them, calling their sacrifices vain; they should know that Qur’an calls them traitors and ungratefuls. For example a martyr. On an islamic ground, a person fights against tyrany and for that he becomes prisoner. Maybe he loses his country, even his life and pays a priec with agony and pain. Talking badly for a person, underestimating his actions, or with a more evil way calling them terrorist, a water cup broken on the water way. Or putting him in some belittling fundamentalist, radical patterns anc cliches. It would be enough to be a target for this verse.

That’s why people who pay the price on the way of Allah, won’t be hold equal with people who don’t pay the price on the way of Allah. And like I said before, Qur’an calls those people who underestimate or belittle other people who gave their lives or sacrifice things on the way of Allah; they call them ungrateful and as final traitors and unbelievers.

li yec’alellahu zalike hasreten fiy kulubihim Because Allah will make it a regret, a heart scar for them. This will be their regret. This words will stay in their hearts like stone. Where? Of course in the afterlife, their words will be their regrets. Because they will see the great prices they will recieve. They will learn who are really smart and who are now. They will see the reality of mind; who’s more smart; a person who pays his price on earth or a person who defends his interests and belongings on earth, a person who acts for afterlife or a person who follows his ego to gain the temporary pleasures of earth. They will see, they; who talk badly behind people who lost their lives, freedoms and countries back on earth. Those who talk badly back then will be scared by their own words when they see them in afterlife, this verse tells us about them.

“We wish, we were..” they will say. “We wish we had endured all those troubles, made all those sacrifices, so that we may take this great prize. We wish we had acted smartly back then.” they will say.

Surely there is another subtle hint here. That is those people had trusted their own plans more than Allah. As in, think about the logic “If they had stayed home like us, if they had escaped trouble, these wouldn’t be happened to them.” This is their logic about the people who made sacrifices. Think about those people who pay their prices; prices of freedom, independence, life, faith and before anything being human. You can see those people they sacrificed their well-beings for the sake of greater good. They mostly fall into prisons but at the end those who are banished from their homes or became prisoners are the real free ones and those who think they are free and walk over the earth with their own are the ral slaves of their egos and desires.

It’s like smart-mad people. You know the sayings, those who are out of prison think themselves as innocents. Those who are out of mental hospitals think themselves sane. This sayings give us a piece of truth in this sense.

vAllahu yuhyiy ve yumit  because it is Allah who create death and life. It is… If a person says things like “If he had stayed with us, if he had thought like us, they would neither be dead or be killed.” then this person forgets that Allah is always with us and in our lives. It means that person is trying to outcast Allah from life. His logic works for a life without Allah. This is a big denial type. That’s why this type of logic is considered as blasphemy in Qur’an. A logic that tries to putcast Allah from life. A logic that have the notions of Allah as an entity out there somewhere without having a saying. So naturally it is considered as a blasphemous, deny-filled logic by Allah.

Allahu Bi ma ta’melune Basiyr; And Allah sees all of what you do.

157-) Ve lein kutiltum fiy sebiylillahi ev muttum le magfiretun minAllahi ve rahmetun hayrun mimma yecme’un;

 Indeed, the forgiveness and grace you will obtain for being killed or dying in the way of Allah is better than what they accumulate (in this world). (A.Hulusi)

And if ye are slain, or die, in the way of Allah, forgiveness and mercy from Allah are far better than all they could amass : (A.Yusuf Ali)

Ve lein kutiltum fiy sebiylillahi ev muttum And if you are slain or die in the way of Allah le magfiretun minAllahi ve rahmetun hayrun mimma yecme’un; the blessings and forgiveness you will obtian from Allah is better than what they accumulate in this world.

Yes, this is the answer of Allah for that logic. If you die or get killed on the way of Allah, compare the blessings you will get from Allah and the price you may get from them if you listened to them in the first place and stayed with them. Put their gatherings on one side and put the prizes which Allah gives to those who sacrificed themselves. Let’s see who was smarter. Let’s see who was in more profit. Everyone knows 1000 is bigger than 1. Everyone knows 2 is bigger than 1. Just like that, everyone knows the prize of Allah, the Allah’s blessing is much more eternal, permanent, bigger and more beautiful than anything you may obtain from this world. This is a sharp reality. The next verse also brings out another form of the same message.

158-) Ve lein muttum ev kutiltum le ilAllahi tuhsherun;

And indeed, if you die or are killed, to Allah you will be gathered (your evaluation will be by the Names of Allah that is your very essence). (A.Hulusi)

And if ye die, or are slain, Lo! it is unto Allah that ye are brought together. (A.Yusuf Ali)

Ve lein muttum ev kutiltum if you die or are killed le ilAllahi tuhsherun; you will be gathered unto Allah’s domain. Yes. Qur’an teaches us how to think in situations like this.

You die or get killed; you survived and die in your bed; you cannot evade death. At the end you cannot defend yourselves from death. Your final destinations will be Allah’s domain.

 So you, who wish that Allah wouldn’t interfere with your lives. You, who don’t want to accept that Allah is with you all the time, how do you think this will all end? Don’t you think you won’t be gathered in Allah’s domain, same Allah you betrayed? This is what Qur’an says to us.

le ilAllahi tuhsherun; Yes, you will be gathered in Allah’s domain. Then you will be held responsible for your every feelings, every thoughts and every words.

159-) FeBima rahmetin minAllahi linte lehum* ve lev kunte fazzan galiyzal kalbi lenfaddu min havlike, fa’fu anhum vestagfir lehum ve shavirhum fiyl emr* fe iza azemte fe tevekkel alAllah* innAllahe yuhibbul mutevekkiliyn;

With the grace Allah brought forth from your essence you were gentle with them. Had you been harsh and severe they would have scattered and left. Pardon them and ask for their forgiveness. Consult their opinions when making a decision regarding social matters. After a decision is made and put into practice, trust in Allah! Certainly, Allah loves those who place their trust in Him (have faith that the Name Wakil in their essence will fulfill its function). (A.Hulusi)

It is part of the Mercy of Allah that thou dost deal gently with them. Wert thou severe or harsh-hearted, they would have broken away from about thee: so pass over (their faults), and ask for (Allah’s) forgiveness for them; and consult them in affairs (of moment). Then, when thou hast taken a decision put thy trust in Allah. For Allah loves those who put their trust (in Him). (A.Yusuf Ali)

FeBima rahmetin minAllahi linte lehum Now the incidents of Uhud is brought under the light one by one. I mentioned this verse in our previous lesson. Now it’s time to examine it further. FeBima rahmetin minAllahi linte lehum With the grace Allah you deal gentle with them. To whom? Of course Muslims were defeated at the end of the war. And as you can remember the idea of Uhud battle as an offensive tactic wasn’t Rasulallah’s; the idea had come from the war council which it’s members were mostly youngs. Despite his idea was different, Rasulallah had accepted their offer and the battle of Uhud became an offensive battle insted of defensive. It was made outside Madina, the city.

The people who offered for that outside of city type war; cleared our from around Rasulallah at the most intense moment of battle. Also the archer left their designated spots. A few of them aside, most of them broke Rasulallah’s orders and left their spots. Because of their undisciplined actions the army of prophet was defeated in battle.

But despite all of those, a truth is revealed to us from all the sources we see, Rasulallah never acted harshly on them, never even said a word to break them.

He could have said; “This was happened all because of you.” He didn’t. “If you had accepted my opinion in war council, if you had acted on my opinion in war council and met them inside the city zone, we wouldn’t get defeated.” But he didn’t say any of them. That’s why the verse wants us to pay attention to Rasulallah’s deep moral attitude. At the same time teaches us how a leader should behave. Basically drawing us a portrait of a leader.

ve lev kunte fazzan galiyzal kalbi otherwise, if you behave the harshly and be a stone-hearted lenfaddu min havlike they would definitely scattered around you. fa’fu anhum forgive them. vestagfir lehum and pray for them for their forgiveness. Don’t just forgive them yourself. Pray to Allah for their forgiveness as well.

This is exactly an example of mercy that must be a part of every leader. Forgive them and pray to Allah for their forgiveness as well.

ve shavirhum fiyl emr morely, continue taking their opinions on everything community related.

This order is a curious one. The fiyl emr we see in this verse is a term that is used for every social and community related incidents. Every type of social actions are under the Emr word. That’s why the order is this. Consult them, take their opinions on everything social, everything community related.

fe iza azemte fe tevekkel alAllah And when you decide, trust Allah. InnAllahe yuhibbul mütevekkiliyn; because Allah loves those who trust Him.

The order of consulting in the verse about everthing social is one of the two elements in Islamic political theory. Consulting; with Justice are the two basis of Islamic administration. Also the order of Qur’an. That’s why the concept of Council as an organization is advised in another verse in Qur’an.

..ve emruhum shura beynehum..  Shura/38

Social interactions, their social works are based on interactions, based on counselling. As in they institutionalize the counselling. They make it as a social organization. If we open the verse further, this is the message for us.

The word “Shura.” is curiously with the meaning of making honey, gathering and making honey. That’s why the council word has the roots to this word derived from the saying of “Shurtul asel.” “I gathered honey.” At least that’s why every linguistic and sources indicates. According to this gathering a council should be done like a bees gathering essences from flowers, searching for polens.

O leaders, just like a bee needs multiple flowers to gather their essences; if you want your administration to be tasteful as honey, if you want your community to live peacefully; then you should consult with smart people to find the most rightous actions. Get their opinions. Value their insights.

This counciling institution is not only necessary to run a country or just social interactions, it is also needed in even the smallest social unit, family. If a leader of a family wants his/her family to live in peace, if he wants to turn every month, every year to honey taste, then he should make counselling into an institution at home. He should also teach his children about it and give them the opportunity and talent to value other peoples ideas and opinions when they reach to an age that will help them find their places in life.

That’s why this verse teaches us about one of the two basis concepts of Islamic country administration and politics; counselling.

Again as the last sentence of this verse fe iza azemte fe tevekkel alAllah and when you do decide, trust Allah. The translators have debated over this sentence. The classical translation scholars have thought that even Rasulallah takes their opinions he hadn’t have any obligation to carry them. That’s was their opinion.

The fe word here has just a connection duty according to some people. Some even give the word a duty of a sentences beginning part. But fe here is a follow—up fe as in the follow up to previous sentence. So those who think this word as a follow up reach the conclusion of quite the opposite. No, the counciling is a binding situation. The fe there have reached a verdict and came to an agreement on a thing fe iza azemte the that’s what should be done, that would be the action. Then make that happen and trust Allah. Both opinions have their own proofs and origins, of course.

Caliph Ali had taken the second opinion on this “Azm” situation. To someone who asks him “What is Azm?”, his answer was this.

“Ehl i hal vel akd” as in the it’s enduring over the conclusion that is taken by the counselling of smart and worthy people and carrying the verdict.

160-) In yensurkumullahu fela galibe lekum* ve in yahzulkum femen zelleziy yensurukum min ba’dih* ve alAllahi felyetevekkelil mu’minun;

 If Allah helps you, nobody can be victorious over you. But if He leaves you to your own accord without help, who can be your helper! Let the believers place their trust only in Allah (their reality with His Names). (A.Hulusi)

If Allah helps you, none can overcome you: If He forsakes you, who is there, after that, that can help you? In Allah, then, let believers put their trust. (A.Yusuf Ali)

 In yensurkumullahu fela galibe lekum If Allah helps you, nobody can be victorious over you.

ve in yahzulkum femen zelleziy yensurukum min ba’dih But if He leaves you, who is there, after that, that can help you? Yes. If Allah helps you nobody can overcome you. But if Allah leaves you who have the power to help you after that?

The verses are all self-explained. They don’t need further translations. They are translations themselves. Translation of life. The behaviour of Allah, actions of Allah… They are the explanation of Allah’s moral.

ve alAllahi felyetevekkelil mu’minun; Let the believers place their trust only in Allah. This is the truth and Allah informed you about this truth. Then only one thing remained for you. Trust Allah, only Allah.

        Why does Qur’an gives this advice like this? The defeat suffered in the battle of Uhud is the foundation reason for this addressing. It was about not trusting Allah completely. It may also have a logic like “We have a prophet as our commander. An army of a prophet can never be defeated. This may also be the logic of the army in Uhud. This logic will give itself away in further verses. With the objection to their logic as well.

Think about this mentality. Not trusting Allah completely. Allah doesn’t even accept that. This type of thought not only forces a person to leave his personal responsibilities but also makes you search for an excure like “We have a prophet as commander, how can we suffer defeat?” At this point Qur’an reminds us the eternal law. Every person sees the consequences of his actions. Both on earth and in afterlife.

161-) Ve ma kane li Nebiyyin en yegull* ve men yaglul ye’ti Bi ma galle yevmel kiyameti, summe tuveffa kullu nefsin ma kesebet ve hum la yuzlemun;

 It is not possible for a Nabi to betray what is entrusted. Whoever betrays, he will come with his betrayal hung on his neck! After this, everyone will be given exactly what they earned (with their deeds) they will not be wronged! (A.Hulusi)

No prophet could (ever) be false to his trust. If any person is so false, He shall, on the Day of Judgment, restore what he misappropriated; then shall every soul receive its due,- whatever it earned,- and none shall be dealt with unjustly. (A.Yusuf Ali)

Ve ma kane li Nebiyyin en yegull* ve men yaglul It is not possible for a Nabi to betray what is entrusted. ye’ti Bi ma galle yevmel kiyameti, If any person is so false, he will come with his betrayal hung on his neck!

Many translators give long, detailed and different comments about the meaning of cheating here in this verse. But none of them are based on a strong and reliable information. Especially some tell a story of a velvet cloth. A velvet cloth was missing among the loots in Badir, according to the story. Some people among the army, the Islamic army had believed that Rasulallah was the one who took it. Of course this story is unreliable and unbelievable in many aspects.

First of all this verse in in the middle of a passage about Uhud battle. A passage which informs us about the same subject and ends with that specific topic, every verse is related to one another, every verse has a strong connection; with that in mind it’s not unreliable to left out, isolate one verse from the middle of the passage and suggest that it’s not about the story here, this verse doesn’t inform us about it, it tells us something different entirely, this came a long time ago. And beyond that, telling all these opinions without having a strong evidence.So I believe it wouldn’t be true to talk about this verse like it was originated from Badir incidents.

Secondly the cheating that is shown for Rasulallah is a cheat that cannot be believed by anyone. Because every person had known that this is a prophet who gave his well-being for the faiths of believers, gave his entire belongings, his possessions, his life to carry the faith to humanity. Of course they knew that he wouldn’t care for a velvet cloth, friends. Not only his allies, even his enemies would know that.

A motive like this seems very simple.  And some translation owners have complemented on this seems so much awkward to me. But according to the informations these verse have given us, presented us, I believe the cheating mentioned in this verse is not about some material possessions but about the revelations that Rasulallah was falsely accused and slandered of about cheating. Because the following verse number 162 is more than enough that the cheating mentioned here is about the content of revelations. They were saying things like “He had written his hand and then say “This is from Allah.” These slanders were told by the heathens of Mecca and Jews of Madina.

At this point, the verse arrived to object and deny those slanderings and explain that thes verses arrived are not a product of cheating and Allah is the one who give those words to Rasulallah.

summe tuveffa kullu nefsin ma kesebet  at the end everyone will get completely what they have done. ve hum la yuzlemun; and no one will be dealt with unjustly.

Yes, the last part of this verse is a proof, a reference to the motives I told you about. Here it is said that every person will get what he had done on earth and it will be revealed who told lies and who didn’t. The following verse is, let’s read it too.

162-) Efemenittebe’a ridvanAllahi kemen bae Bi sehatin minAllahi ve me’vahu cehennem* ve bi’sel masiyr;

 Is one who pursues the pleasure of Allah (the forces of the Names within his essence) like the one whose abode is hell, the place where Allah’s anger is expressed? How wretched an end that is! (A.Hulusi)

Is the man who follows the good pleasure of Allah like the man who draws on himself the wrath of Allah, and whose abode is in Hell?- A woeful refuge! (A.Yusuf Ali)

Efemenittebe’a ridvanAllahi kemen bae Bi sehatin minAllahi ve me’vahu cehennem Is one who pursues the pleasure of Allah like the one whose abode is hell, the place where Allah’s anger is expressed?

This is a heavy statement. It’s not about some velvet problem. Yes. This is much deeper than that. Only a slander about the very existence of revelations can cause such a heavy answer. That’s why it is said kemen bae Bi sehatin minAllah like the man who draws on himself the wrath of Allah. This addressing comes in different places in Qur’an. Many verses that come in this form is for people who corrupts the celestial messages, breaks them of or plays. These are the curse forms of Qur’an.

Those who draw on themselves the wrath of Allah are usually the ones who change Allah’s words intentionally or unintentionally, corrupt them or deny them. This shows that the incident of cheating slander is about revelations. So this is the answer to heathens or Madina Jews or hypocrites of Islam or to all of them who said Rasulallah had written those words by his hand and then showed them like they are from Allah. Ve bi’sel masiyr; a wretched end, that is.

163-) Hum derecatun indAllah* vAllahu Basiyrun Bi ma ya’melun;

They have different degrees in the sight of Allah (in terms of their knowledge, wisdom and understanding). Allah is Basir of (evaluates) what you do (for He is the essence and the creator of them with His Names). (A.Hulusi)

They are in varying grades in the sight of Allah, and Allah sees well all that they do. (A.Yusuf Ali)

Hum derecatun indAllah They have different degrees in the sight of Allah. The words told above are two types of logic. One who seeks the blessing of Allah and two is the one who will suffer Allah’s wrath. That’s why Hum derecatun indAllah they have varying degrees, different positions in the sight of Allah. It’s different positions 180 degrees different since one of them is positive and the other one naturally negative.

Hum derecatun indAllah* vAllahu Basiyrun Bi ma ya’melun and Allah sees well all that they do.

164-) Lekad mennAllahu alel mu’miniyne iz baase fiyhim Rasulen min enfusihim yetlu aleyhim ayatihi ve yuzekkiyhim ve yuallimuhumul Kitabe vel Hikmete ve in kanu min kablu lefiy dalalin mubiyn;

Indeed Allah disclosed, as a blessing, a Rasul for the believers from within themselves (brought forth a Rasul from among their own kind) he reads His signs; purifies them and teaches them the knowledge of reality and Wisdom (the system and order of all that is formed). (Whereas) previously they were in evident corruption! (A.Hulusi)

Allah did confer a great favor on the believers when He sent among them a messenger from among themselves, rehearsing unto them the Signs of Allah, sanctifying them, and instructing them in Scripture and Wisdom, while, before that, they had been in manifest error. (A.Yusuf Ali)

Lekad mennAllahu alel mu’miniyne Indeed Allah confered a great favor on the believers iz baase fiyhim Rasulen min enfusihim yetlu aleyhim ayatihi sent a Rasul for the believers from within themselves reading them the verses of Allah ve yuzekkiyhim purifies them ve yuallimuhumul Kitabe vel Hikmete and teaches them the Book and Wisdom. By sending a messenger among them, Allah made them a great favor. What did this Messenger do? He read them the verses of Allah, purified them and taught them the celestial speech and wisdom.

This verse is exactly an answer to those who slander Rasulallah by saying that he wrote the words to his hands and read them. Because every prophets duty is reading Allah’s verses to true believers, teaching them the wisdom and speech and purifying them. These are the duties of every prophet.

And Prophet Muhammad hadn’t done anything beside them. That’s why Qur’an answers all the criticisms against Rasulallah by saying “The prophets before him, had they done anything different them him, especially you, the people of the book. He didn’t bring forth something different then your prophet. He didn’t do anything different than the previous prophets. Whatever the previous messengers had done, he did the same things. Teachingf the celestial speech and wisdom. Delivering you the book of Allah and clearing you. Which of those is so bad that you oppose the Messenger. You deny the prophethood of Messenger. Which of them aren’t in your favor?

ve in kanu min kablu lefiy dalalin mubiyn; before that, they had been in open corruption. Qur’an says this. That means they were, those who oppose are the ones who were heathens before and tried to show themselves as believers or the ones who actually believed but then fall into doubts and became hypocrites. That’s why they were in corruption. Allah sent a prophet, a mesenger to save them from corruption and deliver them to faith. So some of the people who found the faith but because of their egos, their instincts and desires and their demons, they fall into doubts, mental chaoses and now they think like this. This is the message here.

165-) Evelemma esabetkum musiybetun kad esabtum misleyha, kultum enna haza* kul huve min indi enfusikum* innAllahe ala kulli shey’in Kadiyr;

 When a (single) disaster struck you, although We had struck (the enemy) with one twice as great, you said, “Why and how did this come about?” Say, “It is the result of your ego.” Indeed, Allah is the Qadir (the possessor of continual and infinite power) over all things. (A.Hulusi)

What! When a single disaster smites you, although ye smote (your enemies) with one twice as great, do ye say?- “Whence is this?” Say (to them): “It is from yourselves: For Allah hath power over all things.” (A.Yusuf Ali)

Evelemma esabetkum musiybetun kad esabtum misleyha, kultum enna haza Interesting, an above-time example within the concept of Uhud again. Right after we had hit them with double. The right after here comes from Kad in kad esabtum. A kad addition to a past tense expression gains a meaning of just happened. So; When a single disaster struck you, although We had struck the enemy with one twice as great just now. You said; “Why did this happen?”

Yes, Qur’an says this. Something twice as hard had happened to them, and when a single piece strucked you, you turn and say “Why did this happen?”

kultum enna haza, enna, here both has a meaning of how and from where. That’s why it can be translated as “How did this happen, where did this disaster come from?”

Kul answer them huve min indi enfusikum this happened because of you.

innAllahe ala kulli shey’in Kadiyr; don’t you ever doubt that Allah has power over all things

I had told you above,dear friends; “We have a prophet as a commander. Allah is with us. We are muslims. Allah is on our side, Allah is with us. And we have a beloved prophet of Allah. So whatever we do, we cannot be defeated.” This logic is highly immoral and irresponsible one. Irresponsible because;

  • You evaluate the success out of your actions responsibilities.
  • Immoral logic, because you think the end result has nothing to do with your efforts, your actions and your intentions.
  • You wait for victory without showing any effort, you don’t show any resistance but you wait for gain. Hence you don’t follow the laws of Allah.

What is Allah’s law; It’s the general law of Allah based on reason and consequences. And since it is Allah who put the reason and consequence law to all events, it’s only natural that Qur’an has references of Allah’s will on those actions and results situations.As in look for everything related to the concept of “We wished for it, we wanted for it.” Those are always come with the law of reason and consequence.

Because the meaning is “We put this law.” We put this law. That’s why they don’t follow the law of Allah but they ask for Allah’s help anyway and on top of that they say; “Where did this come from?” when they were defeated.

Why is that? Because they were victorious in Badir. Badir was a reward. But in Badir they had shown the utmost effort themselves. As in they had followed the law in Badir. But in Uhud, they didn’t so this was the Allah’s message to them. “We don’t show favors to those who don’t follow the law.”

It’s important that whose side you fight but it’s also important to follow the rules of the one whose side you fight with.  Because you cannot say “I’m on your side, my Allah.” and “I don’t follow your rules, my Allah.” at the same time. Because it becomes something like “I’m on your side but I’m not.” It’s a paradox. That’s why Allah tested them with failure. They were tested with defeat because they didn’t follow Allah’s law. They threw their responsibilities of their actions to Allah. They didn’t take responsibilities of their own actions.That’s why they said things like “Why did this happen to us?” And Allah’s answer is “That happened because of you.” Because you did these;

  • You didn’t follow Rasulallah’s orders. The archers did leave their spots.
  • You didn’t follow Rasulallah, you ignored him.

innAllahe ala kulli shey’in Kadiyr; Allah has power over all things. As in Allah has power to set all the laws.

166-) Ve ma esabekum yevmeltekal cem’ani fe Bi iznillahi ve li ya’lemel mu’miniyn;

 What transpired at the battle of the two communities (the Battle of Uhud) was so that your essence, the Names of Allah, becomes apparent on the believers, and it becomes evident who each person (really) is. (A.Hulusi)

What ye suffered on the day the two armies met, was with the leave of Allah, in order that He might test the believers,- (A.Yusuf Ali)

Ve ma esabekum yevmeltekal cem’ani fe Bi iznillahi What transpired at the battle of the two armies that day happened with the will of Allah. Just like before, it’s the further explanation of the things I said. As in it happened with Allah’s law not some other persons laws. You rebelled against Allah’s law but you are also in this laws ground. Allah wants people that fight for Him to follow the rules He put. And punishes the ones who say “I’m on your side and I’m breaking your law.”

ve li ya’lemel mu’miniyn; “Why did Allah do this?” If you ask, this is the answer. To identify the real true believers. Of course it does. Because there was a choice back then to seperate the true believers. It was that choice.

167-) Ve li ya’lemelleziyne nafeku* ve kiyle lehum te’alev katilu fiy sebiylillahi evidfe’u* kalu lev na’lemu kitalen letteba’nakum* hum lilkufri yevmeizin akrebu minhum lil iyman* yekulune Bi efvahihim ma leyse fiy kulubihim* vAllahu a’lemu Bi ma yektumun;

(It was also so) that the hypocrites (two-faced) may be known. When they were told, “Come and fight or defend in the way of Allah,” they said, “If we had known you were going to battle we would have come after you.” That day, they were closer to the state of denial than the state of faith. They were not expressing their true thoughts! What were they trying to hide within when Allah knows the truth! (A.Hulusi)

And the Hypocrites also. These were told: “Come, fight in the way of Allah, or (at least) drive (the foe from your city).” They said: “Had we known there would be a fight, we should certainly have followed you.” They were that day nearer to Unbelief than to Faith, saying with their lips what was not in their hearts. But Allah hath full knowledge of all they conceal. (A.Yusuf Ali)

Ve li ya’lemelleziyne nafeku Again it was also to find out the hypocrites. Believers and hypocrites must be seperated as well because there were hypocrites among true believers. Those who don’t believe but say that they do. As in believer on survace but not inside. Or those who dare to say, “O Rabb, if you give us victory I’m on your side, but when you don’t, I’m against you.” Those who try to bargain with Allah. “If we are winning I’m with you, if not against you.” This was about seperating those kind who choose to have a bargaining method from true believers.

ve kiyle lehum te’alev katilu fiy sebiylillahi evidfe’u “Come, fight in the way of Allah, defend yourselves.” evidfe’u defend yourselves. When this was told to them;

This is important. Here fiy sebiylillahi evidfe’u. I translated “evi” not as “or” but “more”. It can be taken as both sides. Fight in the way of Allah or defend yourselves. This has a meaning of; Defendin yourselves is fighting in the way of Allah. All battles in the way of Allah is about defending yourselves. Because it is your right.

Why? Because it is about defending your future, this fighting on the way of Allah. Defending your own future is defending human. It is not about defending Allah, Allah doesn’t need your defending. Fighting in the way of Allah is a person fighting to defend himself. Struggling in the way of Allah is a persons own struggle to claim his own future and glory. This naming shouldn’t fool you though, you should understand this right. Allah doesn’t need to be defended and you don’t need to defend Allah. You may become vulnerable, not Allah. You may fall into struggle, not Allah.

That’s why all those orders of fight in the way of Allah, jihad on the way of Allah, are all about your own jihads, your own fights. Do something for yourselves. Do something for your future, your happiness. This is the meaning.

So I translated “evi” here as “more”. As in come, fight in the way of Allah evidfe’u more than that  defend yourselves.

kalu lev na’lemu kıtalen letteba’nakum They answered right away. “If we had known that we are going to battle, surely we would follow.” This was about the identify them. If we turn back to the beginning of the verse Ve li ya’lemelleziyne nafeku This was all about identifying the hypocrites who say “If we had known the battle is going to happen, we would follow you.” That’s why Allah did this.

Abdullah Bin Ubey and those who follow him were asked by the believers who fight in Uhud with the question of “Why didn’t you come with us?” They answered exactly like that. “We couldn’t anticipate the battle is happening, we thought it won’t be happened. Had we known there will be a battle surely we would back you.”

hum lilkufri yevmeizin akrebu minhum lil iyman This type of attitude is described as “They were closer to denial than faith that day.” by Qur’an.

Think about the denial and faith as a road, a line between positive and negative poles. This line, this road has people on it traveling to either faith or denial. As in a persons actions pulled him to either the positive pole of faith or the negative pole of denial. The truth described here showed us the faith not as a destination but as traveling and peoples actions define the path or the way for him as whether he travels closer to faith or denial.

yekulune Bi efvahihim ma leyse fiy kulubihim They were telling things that weren’t in their hearts.

I made my explanation before for a reason. It was about the connection between action and faith. This is a great answer for those who ask what is the relation between these two.

There’s a saying. Faith is a tree with knowledge as leaves, confirmation as roots and actions as its fruits.

We may understand the same thing here. Actions are not unrelated with faith altogether. Your actions show your position whether you are close to faith or denial.

vAllahu a’lemu Bi ma yektumun; But Allah knew well about what they were hiding.

They had betrayed Allah. What they wanted to hide was their own hypocritic behaviours, their treasons against Allah’s cause. They were look like believers but they weren’t standing with Allah. As in they weren’t defending Allah’s law but still they were telling, “We are muslims.” They were praying daily, even praying right behind Rasulallah.

You shouldn’t doubt that hypocrites of Madina were doing all their worshipping acts. Not only doing their daily worshippings and prays they were funding masjids and mosques too. Mescid-i Dirar was one of the mosques that were built by hypocrites. They weren’t abandoning their daily prays, they weren’t abandoning their fastings. Then again they weren’t defending Allah’s cause too. They were leaving people who defend it, all by themselves, alons. Their attitudes are described in Qur’an as this.

 Innel munafikiyne fidderkil’ esfeli minennar* Nisa/145

 They were deserving to be at the deepest pit in hell. Hypocrites were addressed like this, they will stay at the deepest level of fire. As in their fate will be more severe, more dangerous and more painful then infidels.

168-) Elleziyne kalu li ihvanihim ve kaadu lev etauna ma kutilu* kul fedreu an enfusikumul mevte in kuntum sadikiyn;

 Those who did not go to battle said, in regards to their brothers, “If they had followed us they would not have been killed.” Say, “If what you say is true, keep death away from yourselves if you can!” (A.Hulusi)

(They are) the ones that say, (of their brethren slain), while they themselves sit (at ease): “If only they had listened to us they would not have been slain.” Say: “Avert death from your own selves, if ye speak the truth.” (A.Yusuf Ali)

Elleziyne kalu li ihvanihim ve kaadu Those who did not go to battle said, in regards to their brothers. Those hypocrites were saying these. They are still in disguise. That’s why the need of this expression. They were telling in regards of their brothers lev etauna ma kutilu* “If only they had listened to us they would not have been killed.” kul fedreu an enfusikumul mevte in kuntum sadikiyn;

kul Answer them. fedreu an enfusikumul mevte in kuntum sadikiyn; “If what you say is true, keep death away from yourselves if you can!”, “If you are sincere at your claims then avert death, if you can.”

169-) Ve la tahsebennelleziyne kutilu fiy sebiylillahi emvata* bel ahyaun inde Rabbihim yurzekun;

 And never think of those who have been killed in the way of Allah as dead. On the contrary, they are alive with their Rabb receiving provision (from the forces pertaining to their innermost essential reality). (A.Hulusi)

Think not of those who are slain in Allah’s way as dead. Nay, they live, finding their sustenance in the presence of their Lord; (A.Yusuf Ali)

Ve la tahsebennelleziyne kutilu fiy sebiylillahi emvata And never think of those who have been killed in the way of Allah as dead. Now a warning for you in their regards. Only Allah may inform you about the fates of those who are killed in the way of Allah. That’s why this verse doesn’t need a further explanation. These verses are translated by themselves.

bel ahyaun inde Rabbihim yurzekun; On the contrary, they are very much alive and their sustenances are with their Rabb.

170-) Ferihiyne Bi ma atahumullahu min fadliHİ, ve yestebshirune Bil’leziyne lem yelhaku Bihim min halfihim ella havfun aleyhim ve la hum yahzenun;

They are happy with what Allah, as their essential reality, manifests as a bounty from their essence. They want to give the good news to those who stayed behind and did not join them – that there is neither fear nor grief for them. (A.Hulusi)

They rejoice in the bounty provided by Allah. And with regard to those left behind, who have not yet joined them (in their bliss), the (martyrs) glory in the fact that on them is no fear, nor have they (cause to) grieve. (A.Yusuf Ali)

Ferihiyne Bi ma atahumullahu min fadliHİ They are happy with what Allah provided them for bounty.

ve yestebshirune Bil’leziyne lem yelhaku Bihim min halfihim They want to give the good news to those who stayed behind and did not join them. They want to give heralds to other people who wish to join them, who wish to be martyr but haven’t been able to achieve that, people who keep going on the way of Allah and willing to give their lives to this cause.

ella havfun aleyhim ve la hum yahzenun; With what will they wish to give good news about. They want to give heralds of they won’t feel anxiety for future not grief for the past. Why do they want to give these news? Because they have achieved it. As in, they want to say; “We have no fear from the future or grief from the past. We secured our freedom and safety eternally. We wish to give you the news about it.

171-) Yestebshirune Bi ni’metin minAllahi ve fadlin, ve ennAllahe la yudiy’u ecrel mu’miniyn;

 They want to share the blessings and bounty of Allah upon them and bring good tidings that the deeds of the believers will not be left unrequited. (A.Hulusi)

They glory in the Grace and the bounty from Allah, and in the fact that Allah suffereth not the reward of the Faithful to be lost (in the least). (A.Yusuf Ali)

Yestebshirune Bi ni’metin minAllahi ve fadlin, ve ennAllahe la yudiy’u ecrel mu’miniyn Again, they want to share the news of Allah’s grace and bounty and the fact that Allah won’t leave faithfuls as lost.  As in Allah will always give blessings to those who pay any price on on this road, Allah will always treat with grace to faithfuls and they won’t leave them as lost; they will indeed be rewarded, a prize as paradise. Martyrs wish to give these good news to people who stayed back.

172-) Elleziynestecabu Lillahi verRasuli min ba’di ma esabehumul karh* lilleziyne ahsenu minhum vettekav ecrun aziym;

 They responded to the call of Allah and the Rasul (even) after they were wounded, there is a great reward for the doers of good and the protected ones among them. (A.Hulusi)

Of those who answered the call of Allah and the Messenger, even after being wounded, those who do right and refrain from wrong have a great reward;- (A.Yusuf Ali)

Elleziynestecabu Lillahi verRasuli min ba’di ma esabehumul karh They responded to the call of Allah and the Rasul even after they were wounded. Who are they? They are the soldiers of the army which Rasulallah gathered to pursue the enemies in Uhud Battle after a day from battle. They are the first addressed group of this verse.

Of course these verses are all references for all people in all timeline. But first group is about that incident. After the defeat in the battle of Uhud, Rasulallah had gathered the soldiers from Madina to pursue the enemy, he ordered an army for that purpose. But no one came forward. Because they were in great fear. Remember, they were defeated and also the army they should pursue was a vast one, far greated in numbers that them. But with the saying of Rasulallah an army of 1500 soldiers gathered.

 -If no one choose to come, then I’ll go by myself.

They went to a place called Hamra Ul Esed. Hamra Ul Esed is a landmark 8 miles from Madina. That’s why this pursue is named as Hamra Ul Esed March in history. This is waht explained in this verse. They responded to the call of Allah and the Rasul even after they were wounded.

lilleziyne ahsenu minhum vettekav ecrun aziym; those who do right and refrain from wrong have a great reward. A good news from Those who show their consciousness of responsibility on this matter.

173-) Elleziyne kale lehumun Nasu innen Nase kad cemeu lekum fahshevhum fezadehum iymana* ve kalu hasbunAllahu ve ni’mel vekiyl;

When they told them, “They have formed an army to fight with you, fear them,” on the contrary, this news increased their faith, and they said, “Allah is sufficient for us, and how excellent a Wakil He is!” (A.Hulusi)

Those to whom men said: “A great army is gathering against you, so fear them!”. But it (only) increased their Faith: They said: “For us Allah sufficeth, and He is the best Guardian.” (A.Yusuf Ali)

Elleziyne They were kale lehumun Nasu innen Nase kad cemeu lekum fahshevhum told by some people, “They have formed an army to fight with you, fear them” fezadehum iymana But it (only) increased their Faith. This news had increased their faith.

ve kalu hasbunAllahu ve ni’mel vekiyl; For their fear propaganda, this was the response of those people. ““Allah is sufficient for us, and how excellent a Guardian He is!”

The incident explained here and mutual agreement of all translation scholars is the challenge of Abu Sufyan. Abu Sufyan had said this. “Abu Sufyan, the commander of Meccan Army, leader of Mecca Abu Sufyan had said, “Do you want to do the revenge or Badir?” At the anniversary of Badir, he invited the unfaithfuls to Badir’s revenge. And there were hypocrites in Madina, who were planting the seeds of fear for that army. Those hypocrites were saying things like Meccan heathens were gathering an army of 20000 people and they were about to march to Madina. Scaring people with such news.

At that time Rasulallah ordered soldiers to gather. But the fear was planted deep into the hearts, Madina people were reluctant to step forward. So Rasulallah declared that whoever was at the defense the last time should come with him otherwise they were no longer connected to him. As a response to this declaration an army of faithfuls gathered and made an army of 1500 soldiers. This army of faithfuls marched to Bedr-us Sura, a place called little Badir.

This verse is a reference to that march. And according to the information we get here, those propagandas had only increased to faiths of true believers. They said “Allah is sufficient for us. What a great guardian He is.”

174-) Fenkalebu Bi ni’metin minAllahi ve fadlin lem yemseshum suun vettebeu ridvanAllah* vAllahu zu fadlin aziym;

 Due to their faith, they returned with the blessing and bounty of Allah, unharmed. They followed the pleasure of Allah. Allah, the Azim, is the possessor of bounty. (A.Hulusi)

And they returned with Grace and bounty from Allah.: no harm ever touched them: For they followed the good pleasure of Allah. And Allah is the Lord of bounties unbounded. (A.Yusuf Ali)

Fenkalebu Bi ni’metin minAllahi ve fadlin lem yemseshum suun Due to their faith, they returned with the blessing and bounty of Allah, unharmed. Yes, the verse tells us about the whole story. This may be Bedr-i Sura or Hamra Ul Esed march, there have been different rumors for both of them. Even the translators cannot find a mutual ground about this and choose to be discreet, I believe the verse talks about Hamra Ul Esed, since the section is about the battle of Uhud and the march mentioned here is just one day later from the same battle.

Fenkalebu Bi ni’metin minAllahi ve fadlin lem yemseshum suun Due to their faith, they returned with the blessing and bounty of Allah, unharmed. Yes, they had returned, unharmed. The army of faithfuls came back without a scratch from that chase.

vettebeu ridvanAllah Because they followed the blessing of Allah. Because they wish to gain the graceof Allah.

vAllahu zu fadlin aziym; Allah is the owner of all bounties. As in those who choose to be allies with their egos and demons instead of Allah and Rasul, they didn’t act like the ones who gathers around purpose. Those who gathers were there because they make alliance with Allah and Rasul, and for that they didn’t break up with them. If you pledge your allegiance with Allah, Allah make an alliance with you.

InnAllahe yudafiu anilleziyne amenu… (Hac/38) Allah defend the believers.

        If you make alliance with satan, if you make alliance with your instincts and temporary desires; no matter where you are or which side you fight for, Allah’s help won’t be with you. Because you didn’t choose Allah as your ally, therefore you cannot be at peace with Allah’s cause. So you have no right to expect Allah’s help after all that.

175-) Innema zalikumusheytanu yuhavvifu evliyaehu, fela tehafuhum ve hafuni in kuntum mu’miniyn;

The Satan (who brought this news) can only frighten his own allies… Fear me (for you will face the consequences of your deeds based on the mechanics of the system; sunnatullah), not them, if you are of the believers. (A.Hulusi)

It is only Satan suggests to you the fear of his votaries: Be ye not afraid of them, but fear Me, if ye have faith. (A.Yusuf Ali)

Innema zalikumusheytanu yuhavvifu evliyaehu Satan can only frightens you with his own allies. Satans suggestions are all about scaring you with his own allies.

fela tehafuhum ve hafuni in kuntum mu’miniyn; So what is Allah’s countermove against satans suggestions? It’s this. Don’t fear them, fear only me, if your really are among faithfuls. This is Allah’s suggestion. Satan can only scare you with his allies, mind you, not with himself. Allah on the other side suggest you to fear only Allah.

So what kind of fear are we talking about? Fear of losing love. It’s about the fear that Allah won’t love yu anymore. A fear of corrupting and dissloving the love of Allah. If Allah won’t love me, what can I gain if the entire world loves me. This is the fear. Because if Allah loves you but the entire world doesn’t, you can always feel the relief, the peace, serenity. If Allah loves you, then everyone around you is bound to love you too. This is the serenity gained.

176-) Ve la yahzunkelleziyne yusariune fiyl kufr* innehum len yedurullahe shey’a* yuriydullahu ella yec’ale lehum hazzan fiyl ahireti, ve lehum azabun aziym;

 Do not let the ones who compete in denying the reality upset you. Indeed, they cannot cause any harm to Allah. Allah does not will to give them any share in the eternal life to come (hence they are like this). There is great suffering for them. (A.Hulusi)

Let not those grieve thee who rush headlong into Unbelief: Not the least harm will they do to Allah. Allah’s plan is that He will give them no portion in the Hereafter, but a severe punishment. (A.Yusuf Ali)

Ve la yahzunkelleziyne yusariune fiyl kufr Don’t feel sorry for those who compete in blasphemy. This is a warning from Rasulallah’s self to all Islamic invitors, all scholars and leader of Islam. Don’t feel sorry, those who compete in blasphemy; don’t let them upset you, they are not worth it. If you feel sorry for some unfaithfuls, feel sorry for the ones who act like that because of their ignorance. But for those who carry the flag for denial, resist on blasphemy and aware of theirselves; they don’t deserve your pity, you don’t need to feel sorry for them.

innehum len yedurullahe shey’a* Indeed, they cannot cause any harm to Allah yuriydullahu ella yec’ale lehum hazzan fiyl ahireti, Allah doesn’t will to give them any share in the eternal life, Allah’s wish is to leave them empty handed in afterlife. Their hands are pretty full in this world, without any limits even. ve lehum azabun aziym; (But in afterlife) There is great suffering for them

 177-) Innelleziyneshterevul kufre Bil iymani len yedurullahe shey’a* ve lehum azabun eliym;

 As for those who buy denial in exchange of believing in their essential reality, they cannot cause any harm to Allah. There is severe burning (suffering) for them. (A.Hulusi)

Those who purchase Unbelief at the price of faith,- not the least harm will they do to Allah, but they will have a grievous punishment. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyneshterevul kufre Bil iymani len yedurullahe shey’a* Those who purchase unbelief at the price of faith, they cannot harm Allah. Purchasing blasphemy at the price of faith. First of all you should have faith. As in those who give away their faiths and get unbelief as a result. What a disasterous trading, isn’t it? What a great loss. Giving away paradise willingly in order to ensure your place in hell. ve lehum azabun eliym; There is severe suffering for them.

 178-) Ve la yahsebenneleziyne keferu ennema numliy lehum hayrun lienfusihim* innema numliy lehum liyezdadu isma* ve lehum azabun muhiyn;

Those who live by denying the reality should not think that by extending their time We are doing them any good! We only extend it for them so they increase their faults (this is Allah’s scheme for them). There is a humiliating suffering for them. (A.Hulusi)

Let not the Unbelievers think that our respite to them is good for themselves: We grant them respite that they may grow in their iniquity: But they will have a shameful punishment. (A.Yusuf Ali)

Ve la yahsebenneleziyne keferu ennema numliy lehum hayrun lienfusihim Let not the Unbelievers think that our respite to them is good for themselves. Yes, those who show resistance on blasphemy; they shouldn’t think that granting them overtime are for their own good. They shouldn’t think that granting them all the goods on earth are for their own benefits.

innema numliy lehum liyezdadu isma We only extend it for them so they increase their sins. They are allowed extra time so that they increase their sins further. As in we throw a rope around their neck and give them extra time to tighten it. W elet them free so that they could enlarge their own hell. Because what they do are always come back as harm.

There are expressions in Qur’an like Allah putting them in iniquity, sending them to ignorance. Those are understood all the same. Allah never make a person go astray personally. No, Allah leaves them alone. Abandones them. When Allah leaves them by themselves, they are alone with their own temptive instincts. And when a person stands alone with his instincts, they always takes a person further away from Allah. Turning a person a stranger to himself. Alienating himself from his personal egos. So, when a person becomes a stranger to himself, naturally he becomes a stranger to the truth and eventually to Allah.

ve lehum azabun muhiyn; There is a humiliating suffering for them. A degrading suffering awaits them. There’s another reference here that Allah is the lawbringer, action and reaction principle is for all creation and even Allah is the creator of this law, a person is responsible for his own actions like increasing his sins. Because a person who is heavy on sins gets closer to hell. His actions pulls him to hell. According to the creator of this law, the results of a persons actions are the consequences of is behaviours. His reasons are his actions and the result is just a reaction. This is also the reason why a persons actions covered in sins is a reference to Allah. As in “Allah increased his sins.” sentence is a reaction to the persons actions.

179-) Ma kanAllahu li yezeral mu’miniyne ala ma entum aleyhi hatta yemiyzel habiyse minettayyib* ve ma kanAllahu liyutliakum alel gaybi ve lakinnAllahe yectebiy min RusuliHİ men yeshau, feaminu Billahi ve rusuliHİ, ve in tu’minu ve tetteku felekum ecrun aziym;

Allah will not leave the believers as they are. He will separate the clean from the impure. And Allah will not inform you of the unknown (Absolute Essence). But, Allah chooses from His Rasuls whom He wills (if He wants to inform you of what is unknown to you). So believe that the Names of Allah created you and all the worlds, and believe in the Rasuls (who have been revealed to inform you of this knowledge). If you believe and protect yourselves, you will reach a great reward. (A.Hulusi)

Allah will not leave the believers in the state in which ye are now, until He separates what is evil from what is good. Nor will He disclose to you the secrets of the Unseen. But He chooses of His Messengers (for the purpose) whom He pleases. So believe in Allah, and His messengers: And if ye believe and do right, ye have a great reward (without measure). (A.Yusuf Ali)

Ma kanAllahu li yezeral mu’miniyne ala ma entum aleyhi hatta yemiyzel habiyse minettayyib (O unfaitfuls), with the mutual acceptance of all translation scholars, this verse addresses to infidels and unfaitfuls, people who resist on denial. O infidels, o deniers. Allah will not leave the believers in the state in which you are now. Yes, Allah won’t leave believers in the same lifestyle. With another perspective we can also say, it’s unthinkable that Allah leave believers in hte same lifestyle of yours. No one can think such a thing.

Hatta yemiyzel habiyse minettayyib At the end, Allah will seperate the good from bad.

I want you to pay attention to the expression of ma entum aleyh. Just in the previous sentence the pronoun was in plural form, it was the “gaip” pronoun, when the sentence was about plural addressing, now the speech pattern turned to “entum” singular form. There’s a target there. “You” speech is changed. To nature of the addressed changed as well. We can say the sentence became a dialogue. That’s why we can see the pattern of ma entum aleyh in hadiths. It can be more accurate to translate it as lifestyle. It’s about a persons state of mind and life choices. Allah drew a lifestyle for true believers. A true believer cannot life with the same state of mind and life of an unfaitfuls. The whole speeches target is this notion.

ve lakinnAllahe yectebiy min RusuliHİ men yeshau But, Allah chooses from His Rasuls whom He wills.

feaminu Billahi ve rusuliHİ With that in mind, show faith to Allah and His Rasuls. You should be faithful to Allah and the Prophets.

ve in tu’minu ve tetteku felekum ecrun aziym;  Because if you manage to defend yourselves with faith, if you know your responsibilities of consciousness, then a great prize awaits you. You will reach a great reward.

We pray to be one of those who know their responsibilities to Allah and be honest in our faiths from the depths of our hearts. We pray to our Rabb to bless us with a mature faith and the consciousness.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”

 

 

 

 


ESMA DERSLERİ – 6 – EL MÂLİK

$
0
0

EL MÂLİK

Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

Mâlik ismi, Arapçada M-L-K harfleri kökünden gelir. Bu harf kökünden türeyen kelimelerin birleştiği ortak mana  “Şiddet ve Kuvvet“ tir. Milk ve Mülk kelimelerinin mastar halidir. Mala; ”milk”, iktidar ve devlete ”Mülk” denir. Mal sahibine de Mâlik denir. Mal; sahibine güç ve kuvvet verdiği için Mülk, İktidar da sahibine  güç verdiği için yine Mülk denmiştir. Aynı kökten gelen Melek ismi de, güçlü varlık ( eşyayı ayakta tutan güç (lü varlık) ) manasındadır.

Bu kelimelerle aynı kökten olan, Kemal, Kamil, Ekmel, Mükemmel, Lekme, Mülâkim gibi tüm kelimelerin manasında“ Kuvvet-Güç  ve Şiddet“ vardır.

El-Mâlik ismi ne temel manasında ;“Allah’ın mutlak mülkün sahibi, mutlak iktidarın sahibi, mutlak gücün sahibi” demektir.

Aynı zamanda Mâlik, ism-i faildir, yani bir fiile isim olmuştur ki Mâlik isminin fiili;

Mülkü dilediğinden  alıp dilediğine verir. Bir mülkü ya da malı dilediğine veren, onu arttıran, dilediğinden alan ve onu azaltandır. Anı zamanda yarattıklarını mülkü ve malı alıp vererek sınayan demektir.

Devleti, Hükümdarlığı ve iktidarı bir alıp bir vererek sınar. Davut ve Süleyman ve Karun kıssalarında ki  gibi sınavlara tabi tutar.

De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır, senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (Âl-i İmrân/26)

Mâlikiyet  bilinçli özneye ya da insana atfedildiğinde Melik olarak kullanılır, tüm yaratılışı  kapsadığında Mâlik olarak kullanılır ve manalandırılır.

Mâlik; isminde dikkat edilmesi gereken en ince esaslardan biri de, ”Mülküne mülk veren” olmasıdır. Birinin El Mâlik olduğu zaman, birine mülk verince o mülkün  elinden çıkmaması, yada yitip gitmemesi lazımdır. Allah için mülk verdiğinde elinden çıkması mümkün değil, çünkü verdiği de kendisinin mülküdür. İnsan El Mâlik değildir.

Mâlik mülkünün varlığı ve yokluğu hakkında karar yetkisine sahip olandır. İnsan mülküne Mâlik olamaz. Sadece emanetçidir. Kendi varlığı bile kendisine ait olmayan bir insan, nasıl başka varlıkların kendisine ait olduğunu düşünebilir? Tüm kavgaların sebebi de budur. Dünyadaki tüm sahiplenme ve iktidar hırsının manasızlığı da bu özde saklıdır.

Devlet elden ele geçer. Savaş ganimetleri ve meşru savaş hükümleri de vahiyde belirtilir. Bu mülkün elden ele geçici olduğuna bir işarettir.

Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr/7)

Allah mülkünü hükmü kendi katında olan ilahi yasaya göre dağıtır. İstediğini, istediğine verir. Dilediğine verir de, bunu da belli bir muhteşem esasa göre yapar. İnsan için çalıştığının karşılığınca mutlaka verir. Biz sadece bunu bilebiliriz. Onun dışında dilediğine vermesi veya ondan almasının esasını tümüyle bilemeyiz. Çünkü onda bizim bilmediğimiz hayır ve esaslar gizlidir.

İnsan mülkün Mâliki olsaydı ne olurdu? Diye sorsak kendimize, yani tüm malın ve hükümdarlığın tek Mâliki insan olsaydı, aklımıza ilk gelen cevap; tüm kâinat dengelerinin bozulması olurdu. İnsan iktidarın, gücün Maliki olduğu zannederdi. Paylaşmazdı. Yeryüzündeki açlıkların da gizli temeli budur.

Yoksa onların hükümranlıkta bir payı mı var? Öyle olsa, insanlara bir zerre bile vermezler.” (Nisâ/53)

Kuran’da tüm Mülk kullanımlarında ”Mülk Allah’a mahsustur”  anlamı vardır. Allah dışında hiçbir varlık, Mâlik olamaz. Şeytan’ın Âdem’i aldattığı noktada da bu vardır. İnsanın kendisini ” Mülkün Mâliki”  zannetmesi Şeytana aldanmasıdır.

”Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” (TâHâ/120)

Mülkiyet meselesi, Hz. Âdem’in oğulları Habil ve Kabilden bu yana insanoğlunun sorundur. Tüm düşmanlıkların temelinde ”Allah’ın bize verdiği mülke emanet olarak kabul etmek yerine, Mülkü  sahiplenmek” vardır.

Çağımızda da durum aynıdır. Kavgalar, cinayetler, devlet ve iktidar tutkusu tüm çatışmaların özünde olandır. Ben ve Benim gücüm sorunu, insanın kendi nefsin, en büyük yanılgısıdır. Aynı şey bilgi içinde geçerlidir.  Bilgi de mülkiyet değildir ve sahiplenemez, sadece emanettir ve paylaşılır.

Sahip olma duygusu Fıtridir. Sahip olma duygusu olmasa idi insanda “Ben“ duygusu olmazdı. Aslında ben idraki olmasa idi insan şehadet edemezdi. Dua edemezdi. “Ben” idrakinin zıttı bencilliktir. Sahibiyet de Ben idrakinden kaynaklanır. Allah  sahip olma duygusunu insana vermese idi insan gelişim gösteremezdi. İnsan çalıştı, iman etti, keşfetti, medeniyetler kurdu.

Kurani çerçevede Mâlik ismi:

Mâlik ismi Kuran’da iki ayette geçer;

“Dîn gününün mâlikidir.” (Fâtiha/3)

Bu ayetteki din günü ; kendini ” sahip ” zannedenlerin, kendilerinin gerçek ve mutlak  sahiplerinin Allah olduklarını anladıkları gündür. Kuran’da bu konu ile ilgili diğer açıklayıcı iki ayet ise;

”O gün onlar ortaya çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk (hükümranlık) kimindir? Tek olan, her şeyi kudret ve hâkimiyeti altında tutan Allah’ındır“ (Mü’min/16)

De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (Zümer/44)

Mülk ile Hamd’ da beraber kullanılmıştır.

”Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih eder. Mülk yalnızca O’nundur, hamd de O’na mahsustur. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Tegâbun/1)

Bu ayette dikkat edilmesi gereken anlam, Mülk ile Hamd’ın bir arada gelmesindeki tamamlayıcı anlatımdır. Sebepleri ise;

Mülkü Zatına tahsis edip Kula bırakmadığı ve bizi Kula Kul etmediği için ona Hamd olsun,

Eşyaya Kul etmediği için hamd olsun,

İnsanları kendimize Kul edinmekten koruduğu için Hamd olsun,

Yalnız el- Mâlik’ten istemeye mecbur ettiği için hamd olsun,

Kullara el açmaktan bu suretle koruduğu için hamd olsun, manalarını içerir ki çok derin bir anlam taşır.

Mâlik ismi Kuran’da geçtiği ikinci ayet ise;

De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (Âl-i İmrân/26)

O mülkün mutlak sahibidir. Onun seçimine ve bizlere verdiği her şeye razı olunmalıdır. O hakkımızda en hayırlısını bilir. El-Mâlik olan Allah Aziz’de eder Zelil de. İnsana sundukları karşısında, insanın kendi tercihi  sonucu belirler.

Onun mülkünü vermesi ”Hayır”, vermemesi ”Şer” değildir. Her ikisi de Hayır’dır. Şer kuldandır, Allahtan sadece Hayır gelir.

MÂLİK (Melik, Melîk, Mâlikü’n-Nas, Mâlikü’l-Mülk)

Mâlik olmak, istila etmek ve hükmetmek anlamlarındaki “m-l-k” kökünden türeyen mâlik, mülk sahibi hükümran; melik ise, emir, hükümdar, yönetici ve sahip demektir. Mülk, üzerinde tasarruf yetkisi bulunan şeye denir. Melekût da aynı anlamdadır. Ancak bu kelime sadece Allah’ın mülkünü ifade eder. Her melik, mâliktir, ancak her mâlik melik değildir. Melik ismi, sadece şuurlu varlıklara mahsustur. Melîk, “melik”in mübalağalı şeklidir.

Kur’ân’da Allah’ın bu sıfatları,

el-melikü’l-hakk (hak melik) (Tâ-hâ/114),

el-melikü’l-kuddüs (kuddüs melik) (Haşr/23),

meliki’n-nas (insanların meliki) (Nâs/2),

mâliki yevmiddin (din gününün mâliki) (Fâtiha/4),

mâlikû’l-mülk (mülkün mâliki) (Âl-i İmrân/26),

melîkin muktedir (güçlü melik) (Kamer/59) şeklinde geçmiştir.

Hak/gerçek melik Allah, yücedir.” (Tâ-hâ/114),

“Göklerde ve yerde olanların hepsi melik, mukaddes, azîz, hakîm Allah’ı tesbih eder.” (Cum’a/1)

Ayetlerinde Allah’ın melik oluşu, “hak” kelimesi ile nitelenmiştir. Çünkü O, gerçek meliktir. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Diğer melikler O’na muhtaçtır. O dilediğini yapar, yaptırır. Vaadi umulur, vaadinden korkulur. İnsanların, melik/hükümdar olması mecâzi anlamdadır. Çünkü insanlar, Allah’a, O’nun lütfu keremine ve yardımına muhtaç, âciz ve zayıftırlar. Allah ise hakiki meliktir. Çünkü O, güçlü ve kuvvetlidir, âciz değildir. Allah’ın sıfatı olarak mâlik, bütün varlıkların sahibi; melik ise bütün varlıkları, âlemleri yöneten, dilediğini yapan ve dilediği gibi hükmeden demektir.

Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Allah ki her şeyin hükümranlığı O’nun elindedir…” (Yâsîn/83),

“Mülk (mutlak hükümranlık ve yönetim) elinde bulunan Allah yücedir, O, her şeye kadirdir.” (Mülk/1),

“Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah ne yücedir.” (Zuhruf/85)

Âyetleri bütün mülkün Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın gerçek melik ve Mâlik olduğunu ifade ediyor. İnsanlara mülkü veren de Allah’tır.

“De ki: Allah’ım! Ey mülkün sahibi! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın…” (Âl-i İmrân/26).

“Dünyanın bütün mülkü O’nundur” (Furkân/21),

“Mülkünde ortağı yoktur” (İsrâ/111).

“Dünyada bu mülkünden dilediğine verir” (Bakara/247).

“Âhiret te ise mülk sadece O’nun olacaktır” (Mü’min/16).

“Din gününün sahibi de O’dur” (Fâtiha/4).

Nâs sûresinin 2. âyetinde geçen “meliki’n-nâs”; insanları yaratan, terbiye eden, yetiştiren, akıl, güç, kuvvet ve mülk veren, dilediğini âziz, dilediğini zelil edebilen melikler meliki demektir.

Fatiha süresinin 4. ayetinde geçen “Din gününün mâliki”; hüküm gününün, her işin karşılığı verilip bitirileceği mükâfat ve cezanın gerçekleşeceği son günün sahibi ve mutasarrıfı demektir. Âhiret günü, tek söz sahibi, tek mülk sahibi, tek hükümdar Allah’tır.

(Âhirette)…. Bugün mülk kimindir? (diye sorulur) “O, tek ve kahhar olan Allah’ındır (cevabı verilir).” (Mü’min/16),

“İşte o gün gerçek mülk Rahmanındır…” (Hac/56) âyetleri bu gerçeğin ifadesidir.

Mâlik ve melik Allah’ın en önemli iki vasfıdır. Mâlik ve melik olmayan ma’bud olamaz (Nahl/73).

Melik kelimesinin mübalağalı şekli olan Melîk ismi bir ayette geçmiştir:

“Muttakîler, cennetlerde ırmaklar (ın kenarların) dadırlar. Güçlü melîk (Allah’ın) huzurunda doğruluk koltuklarında (huzur içinde) dirler.” (Kamer/54-55)

Allah, hem dünya da hem âhirette gerçek mâlik ve meliktir. Dünya ve âhiretin bütün mülkü O’nundur. Her şeyin sahibi O’dur.

Cehennem bekçileri olan zebânîlerin başkanlarının adı da Mâlik’tir. Malik ismi Kur’ân’da Zuhruf sûresinin 77. âyetinde geçmiştir:

“Ey Mâlik” Rabbin bizim işimizi bitirsin’ diye seslenirler. Mâlik onlara, `Siz cehennemde kalacaksınız, der.” (Zuhruf/77)

Bir fıkıh terimi olarak Mâlik, eşya üzerindeki hâkimiyet ve tasarruf yetkisi demektir. Bu yetki sayesinde Mâlik, sahibi olduğu mal veya menfaatten bizzat faydalanabileceği gibi, başkasına devredebilir veya faydalanma hakkından vaz geçmesine karşılık alabilir. Bu yetki ve iktidarı veren hukukî hükme mülkiyet denir.

Mâlik isminin Tecellileri;

El-Mâlik ismini ihsa eden ( anlayan, yaşayan )  her kul Allah Resulunun müjdesine nail olur. Bu ismin tecelli ettiği kul sahip olduğu emanete mülkiyet olarak bakmaktan kurtulur. Servetine Malik olan kullarına, Mâlik ismi de tüm gerçekliğiyle tecelli eder.

Nefse Malik olmayanlar Nefse ait olur, yine şehvetine Malik olmayanlar şehvetlerine ait olurlar. Malik ismi tecelli bulan bir insan hem nefsine, hem de şehvetine malik olur.

Oruç ibadeti Malik isminin tecellisidir ve insanın nefsine ve bedenine olan hâkimiyetini gösterir. Namaz ibadetinde de Mâlik isminin tecellisi vardır. Çünkü namaz insanı tüm kötülüklerden ve hayırsızlıklardan uzak tutar. Mâlik isminin tecelli ettiği bir kul öfkesine Mâlik olur, ait olmaz.

Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.” (Âl-i İmrân/134)

Servete Malik olanlar, serveti emanet bilirler. Serveti mülkiyet kabul etmezler.

”Sizin elinizden çıkan şeye üzülmemeniz ve size verilen şeyle sevinmemeniz (övünmemeniz) içindir. Ve Allah, böbürlenen ve çok övünenlerin hiçbirini sevmez.“ (Hadîd/23)

Servetin Hakkı beştir. Helal kazanmak. Helal Sadık, Haram Hain’dir.

Paylaşmak. Zekât, infak ve sadakanın özü paylaşmaktır. Bunlar nimetin şükrüdür.

Kazanınca şükretmek, kaybedince hamd etmek.

Servete mülkiyet değil emanet olarak bakmak.

Servete ait değil, servete Malik olmak.

DUA

Ya Mâlik Olan Allah’ım,

Kimsenin kimseye fayda vermediği gün hüküm senin,

Gökler yarılırken sahibim sensin,

Yıldızlar dağılırken sahibim sensin,

Varlığım bana ait değil varım yoğum senin,

Elimde olanlar benim değil sahiplendiklerim de senin,

Yokluğa düşürme beni an senin,

Darlık verme kalbime mekan senin,

Binler âleme rızık göndermekle mülkünden eksilen olmaz.

Ebede eriştir beni; gün Senin.

Yokluğa düşürme beni; an Senin.

Darlık verme kalbime; mekân Senin,

Dünya çölünde yolcuyum.

Fakrım sınırsız, ihtiyacım hadsizdir.

Mülk Senindir; Sensin Mâlik.

Amin… (Esma ve dua)

***********************************************************

EL MÂLİK

Allah’ın dışlında hiçbir varlık, gerek insan gerek insan dışında hiçbir varlık malik olamaz. Birine malik diyebilmemiz için onun verdiğinde elinden hiç bire şeyin eksilmemesi lazım. Eğer verdiğinde bir şeyler çıkıyor eksiliyorsa o kişi malik değildir. Onun için Allah bu konuda tek malik olan Allah’tır. Neden? Çünkü kime ne verirse, ne kadar verirse versin verdiklerinden hiçbir şey eksilme imkân ve ihtimali yoktur. Niye? Çünkü mülkünü mülküne veriyor.

Onun için Allah resulü uzun uzun anlatılan kutsi bir Hadis-i şerifinde; Allah bütün insanlara ne istiyorlarsa, hatta bütün varlıklara ne istiyorlarsa istediklerinin tümünü verse iğne okyanustan ne eksiltir, hiçbir şey değil mi işte Allah’ın mülkünden eksilecek olan şey de bu yani hiçbir şey.

Şimdi bu evi düşünün bu evin sahibi evin odalarında ki eşyaları şu odadan şu odaya yer değiştirse ne eksilir evden, hiçbir şey eksilmez. Kâinattaki var olan her şey Allah’a ait olduğu için verdikleri de aldıkları da tümü Allah’a ait olduğu için âlemlerin rabbi olan Allah tek maliktir ve O verince onun mülkünden hiçbir şey eksik olmaz. İşte Mâlik te buna denir. Allah’tan başka böyle bir varlık olmadığına göre de el Malik’te sadece O’dur.

Kendisi, bir kendisinin olmayan insan, başka varlıklara muhtaç olan biri nasıl olur da başka varlıkların sahibi olabilir. Olabilir mi, nasıl diyeceksin “bu benim” diye, bu utanılacak bir şeydir. Ne senin? Sen senin misin? Kendisi bile kendisinin olmayan bir insan ne benim diyebilir ki.

Kulillâhumme mâlikel mülki tü’til mülke men teşâu ve tenzi’ul mülke mimmen teşâ’* ve tu’ızzü men teşâu ve tüzillü men teşâ’* Bi yediKEl hayr* inneKE alâ külli şey’in Kadiyr; (A. İmran/26)

De ki: “Mülkün Mâlik’i olan Allâh’ım… Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de mülkü çekip alırsın. Dilediğini aziyz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Kesinlikle sen her şeye Kaadir’sin.”

Rabbimiz ayet-i celileye “De ki” ile başlıyor. Niye böyle diyor Allah? Bunun bir hikmeti var. Allah “De ki” diye söyletmeden şöyle diyebilirdi. Mülkün sahibi Allah’tır, dilediğine verir dilediğinden alır. Nitekim buna benzer onlarca, yüzlerce ayet var Kur’an da. Ama rabbimiz bu ayetin başında “De ki” dedirtiyor, BANA dedirtiyor Allah. Şimdi kalkıp diyeceksin ki; Allah’ım mülkün sahibi sensin dilediğine verir dilediğinden çekip alırsın diyeceksin arkasından da diyeceksin ki bunun sahibi de benim. Nasıl diyeceksin?

Onun için Allah bize dedirtiyor, sen de kulum diyor. De ki mülkün sahibi sensin Allah’ım, sen de. Niye çünkü yarın mülk sahibi olmaya kalkışacaksın. Sana verdiğim fıtri duygularla sana ait olmayanları sana ait zannedeceksin, Karunlaşma sevdasına düşeceksin, benimdir diyeceksin, ben yaptım, ben kazandım diyeceksin. Bunun için “De ki” Ey mülkün sahibi olan Allah’ım, mülk senin dilediğine verir dilediğinden çekip alırsın, dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin.

Allah mülkü dilediğine verir, peki dilediğinden de kime verir? Allah ayetinde;

Ve en leyse lil İnsani illâ ma se’a; (Necm/39)

İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır!

Diyor, yani çalışana veriyor, hak edene veriyor. Allah çalışanın imanına da küfrüne de bakmaz, kim çalışıyorsa Allah ona verir.

Mülkün sahibi birazcık ta olsa biz olsaydık ne yapardık? Onun cevabını da Allah veriyor:

Kul lev entüm temlikune hazaine rahmeti Rabbiy izen leemsektüm haşyetel infak* ve kânel İnsanu katura; (İsra/100)

De ki: “Eğer Rabbimin rahmet hazinelerine siz mâlik olsaydınız, harcanır – biter korkusu ile cimrilik ederdiniz”… İnsan çok cimridir!

Allah birazcık ta olsa mülkünden insana vermiş olsaydı, mesela insanın güneşe sözü geçseydi veya insanın ihtiyacı olan oksijene, nefese sözü geçseydi ne yapardı insanlık, bir günde hepsi yok olurdu. Onun için Allah’a hamd olsun ki Allah mülkün sahibidir.

Em lehüm nasıybün minel mülki feizen lâ yü’tunen nase nekıyra; (Nisa/53)

Yoksa onların mülkte (hükümranlıktan) bir hisseleri mi var? Eğer öyle olsaydı insanlara hurma çekirdeği kadar bile bir şey vermezlerdi.

Allah bu sefer rahmet hazinelerinden bahsediyor. İnsanoğlu eğer Allah’ın rahmet hazinelerine sahip olsaydı eğer, harcama endişesiyle cimrilik ederdiniz diyor. Elbette ki Böyle yapan Allah’a teşekkür etmek lazım, hamd etmek lazım.

Eğer Allah insanı mülkün sahibi yapmış olsaydı o zaman sahibi olduklarının üzerinde haşa ilah gibi kullanmaya kalkışırdı, hiç kimse insanı tutamazdı. Dünyanın başına bela olan firavunlar, Karun’lar ve onların bu günkü versiyonları mülkün sahibi olduklarını zannetmeye başladıklarında şeytan kesilmişlerdir. Ne zaman ki firavun; “Şurada akan nehir benim değil mi” demiş, ben sizin “Rabbiniz değil miyim” demeye kalkışmış. Ne zaman ki Karun “Bu mal benimdir” demeye başlamış işte o zaman dünyanın başına en büyük bela kesilmişlerdir.

Şimdi daireyi biraz küçültelim, mesela kendi evinize, kendi yüreğinize, kendi işinize kadar gelelim. “Benim” dediğinizde siz de birinin başına bela olacaksınız bunu unutmayın. Allah muhafaza eylesin.

Osmanlı sultanları maaşlı olarak tellallar tutar, sokak sokak, cadde cadde gezerek; “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var” dedirtirlermiş. Müthiş bir şey değil mi, niye çünkü o saltanatın, o makamın ne demek olduğunu kavramışlar, iman etmiş gönle sahiplerdi de onun için.

İşte mülk benim dediğiniz an bulunduğunuz yerin başının belası olacaksınız demektir. Ama mülk Allah’ındır ben sadece burada koruyucuyum, ben sadece emanetçiyim dediğiniz an işler orada çözülür. O zaman yanında çalıştırdığın işçi ile malını ortak gibi kullanıyorsunuz, Kölenizle malınızı beraber yiyor beraber içiyorsunuz. Hz. Ömer gibi deveye sıra ile biniyorsunuz. Rabbim bize o günleri göstersin inşallah.

Allah resulüne Pazar yerinde yeni Müslüman olmuş ve kendisini ilk kez gören bir göçebe Arap heyecanından, karşısında titremektedir. Hz. Muhammed adama; “Arkadaş, sakin ol. Ben kral değilim. Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” der. Bu kadar, kendisini diğerlerinden ayırmıyor. Sahabesi açlıktan bir taş bağladığında kendisi iki taş bağlıyor. Hayber’in ganimetleri benim demiyor.

Mülkün sahibi Allah dediğinizde farklı, mülkün sahibi ben dediğinizde farklı oluyor. Günümüzde yeryüzünün başının belası olan kapitalizm, açlık evrenseldir ilkesini benimsemiş, ezilen ezilmeye mahkûmdur, sen de ezeceksin diyor. İslâm ise rızık evrenseldir dedi. Komşun aç iken kâfir de olsa sen tok yatarsan Müslüman olamazsın şeklinde bir ruh verdi. Buna göre yeryüzünde bir tek insan aç ise bir insan israf ediyor demektir. Çünkü Allah rızkı yetecek kadar indirmiştir.

Onun için insan; kardeşimin elindeki de benim olsun ona da sahip olmaya malik olmaya kalkışınca dünya bu hale geliyor. Günümüzde dünyaya bakalım, ne kadar insan açlıkla mücadele ediyorsa o kadar da başka insan obezite ile mücadele ediyor.

Sonuç olarak diyebiliriz ki insan mülkün sahibi değildir, mülkün sahibi Allah’tır, sahip olduklarımızın da sahibi Allah’tır. Rabbimiz bu şuurla yaşatsın bizleri inşallah. (videodan alıntıdır) (Mesutaydın.net)

*****************************************

 


ESMA DERSLERİ – 7 – EL MELİK (28)

$
0
0

EL MELİK

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ve etba’ihî ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden ki, anlasınlar beni. Âmin, âmin, amin.

Değerli dostlar Selâmü aleyküm ve Rahmetullah, Hepiniz hoş geldiniz. Bugün el Melik ismini inşallah işleyeceğiz. Bugüne kadar, ki bugün işleyeceğimiz isim 11. Sıfat. Bu güne kadar Rabb, Rahman, Rahîm, Mâlik, Ekrem, İlâh, Vekîl, Ğafûr, A’lâ ve Habîr esmasını işledik. İnne lillâhi tis’aten ve tis’înesmen hadisinde de ifade edildiği gibi Allah’ın 99 ismi vardır cümlesinden yola çıkarak Allah ismi Hasını 99 sıfatın dışında tutmak zorundayız. Dolayısıyla bugün isim olarak 12 ama sıfat olarak 11. Esmamızdayız.

Bugünkü ismimiz, ismi Celîl çok önemli. Daha önce El Mâlik ismini işlemiştik, Fatiha’da ki Mâliki YevmidDiyn den yola çıkarak. Onun için işimiz nispeten kolay. Çünkü lügavi tahlilin bir bölümünü mülk, meleke kökünün yani etimolojisinin tahlilini Mâlik isminde işlediğim için bugün burada sadece atıflar yaparak geçmek istiyorum. İnşaAllah el Melik isminin asıl bizi ilgilendiren büyük bir tarafı var bugün inşallah onun üzerinde durmak istiyorum. Mülkünde mutlak otorite sahibi olan, yani şöyle de diyebiliriz Kâinatın mutlak kralı. Mutlak erk kullanan tek otorite.

Buradan ne çıkıyor? Mutlak iktidarın tek sahibi, eşsiz, benzersiz, nesinsiz, menensiz, limitsiz, sınırsız iktidarı kullanan tek zat demektir. Buradan ne çıkıyor? Mutlak erk kullanmaya kalkan yeryüzünde ki herhangi bir otorite, herhangi bir yönetim, herhangi bir Tiran, tiranlaşmaya kalkışan herhangi bir insan Allah’tan el Melik ismini çalmaya kalkıyor demektir ki asıl biz bu tehlike ve tehditten yola çıkarak bir tarihsel okuma da yapacağız inşallah.

Bugün dersi biraz farklı görürseniz şaşırmayın, yani Allah’ın Mustafa kulunun siyasete girdiğinden şikâyet etmeyin, Allah girmiş ben ne yapayım. Allah kâinatın siyasetçisi çünkü kâinatı yönetiyor. Rabbül âlemin, onun içinde ne diyelim şimdi el Melik’i işleyeceğiz ama hiç dokunmayacağız, zülfü yâre dokunmayacağız, suya sabuna dokunmayacağız mı yani. O zaman kirletenlerin kiri orada kalacak demektir. Suya sabuna dokunmadan kirlettikleri alanları nasıl yıkayacağız, zihinleri nasıl yıkayacağız, yürekleri nasıl yıkayacağız. Esma ül Hüsna yıkanmak içindir. O nedenle el Melik ismi insanlığın neresini yıkıyor biraz bugün oraya vurgu yapacağız.

Mülkünde mutlak otorite sahibi olan, kâinatın ve içindekilerin mutlak kralı, mutlak erk kullanan tek zat demiştik. İştikak bilgisini hemen geçiyorum, çünkü Mâlik isminde işledik. Me le ke, le me ke, ke le me, ke me le.. , 6 tane kombinezon çıkıyor 3 harften, bu 6 kombinezonun 6 sı da iki tane manaya, aslında tek manaya şiddet ve te’sir demiştim değil mi etki, ve şiddet. Onun için melek aynı kökten, lekme, tokat veya yumruk aynı kökten. Mülakim; boksör aynı kökten. Kelâm aynı kökten. Çünkü etkili söze kelâm diyoruz. Kavl diye etkisiz söze diyoruz Arap dilinde. Dolayısıyla bunları hep işlemiştim onun için oraya atıf yapıyorum. Zaten dersler biliyorsunuz şahsıma ait olan sitede de yer alıyor, hepsi yer alıyor. İstediğinizde açıyorsunuz izliyorsunuz, indirebiliyorsunuz, diğer sitelerde de yer alıyor. Sanırım uluslararası paylaşım sitelerinde de duyduğum kadarıyla yutup da falan yer aldığını duyuyorum. Onun için istediğiniz yerden bulabilirsiniz geçmiş dersleri. Bazen dinlemekte fayda var, tekrarında fayda var.

Melik erk ve iktidar yetkisi kullanan ve aynı zamanda dağıtan manası da var. Melik; Kral, Sultan, Hükümdar, Han, Hakan, Reis, Başkan, Reis-i Cumhur, Lider, önder.. yani bunların hepsi Melik ismi kapsamında, Melik isminin anlam alanında değerlendirilebilir.

Nazari çerçeveye şöyle bir bakalım. Melik’te Mâlik’te Allah’ın sıfatlarıdır. Melik ile Mâlik arasında ne fark var? Bunu da işlemiştim ama bir özet yapayım;

Melik; Zatîdir, Mâlik fiilidir. Melik Allah’ın zatına bakar, Mâlik ise eylemine bakar, işine bakar. Dolayısıyla ne çıkıyor buradan? Melik ismi Allah’ı gösterirken Mâlik ismi yaratılmışları gösteriyor aslında. Tabii Melik isminin yaratılmışlarla bir alakası yok mu diyeceksiniz, var. Nedir o? Nefy etme suretinde yani mutlak erk iddiasına kalkışmasınlar. Mutlak erk, mutlak iktidar. Erk iktidar manasına geliyor biliyorsunuz. Mutlak iktidar Allah’a aittir dolayısıyla Melik ismi tenzihi bir isimdir. Yani Allah’ın bu sıfatına dokunmayın, bu sıfatını çalmaya kalkmayın, bu sıfatına ortak olmaya kalkmayın. Ama Allah Melik isminden yeryüzündekilere bir pay vermemiş midir? Vermiştir, fakat bu pay mutlak değil mukayyet, sınırlı ve nispîdir, röletivdir. Dolayısıyla görecedir.

Ama Ahirette onu da vermemiştir. Melik isminin dünyada görece bir payı insanlara verilmiş fakat ahirette Melik ismi hem mutlak hem mukayyet olarak Allah’a aittir. Ahirette insanın söz sahibi olması söz konusu değildir. Yani Lâ tuharrik Bihi lisaneke lita’cele Bih. (Kıyamet/16) dilini oynatma, kendini savunmak için. Dünyada savunacaktın, her şey şahit dilin bile şahit neyi yalanlayacaksın. Dokunduğun her şey şahit, gözünün dokunduğu her şey şahit, giydiğin elbise senin şahidin, yattğın yatak senin şahidini, içtiğin su senin şahidin, yediğin etmek senin şahidin sen neyi yalanlayacaksın.

Dolayısıyla ahiret artık yalanlama ve ispat mercii değil çünkü her şey şahit Elyevme nahtimü alâ efvahihim.. (Yasin/65) Biz o gün ağızlarını kapatırız bantlarız ve tükellimüna eydiyhim bize elleri konuşur ve teşhedü ercülühüm ve ayakları şahitlik yapar Bimâ kânu yeksibûn. (Yasin/65) ne kazandığını söyler zaten. Dolayısıyla ahirette nispi bile yok, dünyada var ama.

Allah’ın Melik isminin tecellisi ile Mâlik isminin tecellisi arasında da farklar var. Melik isminin tecellisi Allah’ın zatından eşyanın zatına. Bu çok mühim bir husus. Mâlik isminin tecellisi ise Allah’ın fiilinden eşyanın fiiline. Ne fark eder?  Yani zati bir esma ile fiili bir esma arasında ki tecelli farkı sonuçlara nasıl yansır? Şöyle yansır El Melik isminin insana tecellisi insanın davranışlarıyla değişmez, davranıştan bağımsızdır. Yani zatından neş’ et eden her tecelli insan davranışından bağımsız gelir Rabb gibi, Rahman gibi. Ama Rahîm’e gelince insan davranışıyla bağlantılıdır. Yani Rahîm benin üzerimde daha fazla Rahîm olsun istiyorsan davranışlarına dikkat et. Davranı8şların değiştikçe Rahîm isminin sende tecellisi de değişir. Ama Rahman isminin tecellisi değişmez. Kâfire de mü’mine de. İnkârcıya da iman edene de, kuşa da kurda da, yere de göğe de Rahman Rahmandır. Dolayısıyla böyle bir küçük gibi görünen ama büyük ve köklü bir fark var.

Mutlak Melik mülkünü yaratır, Mutlak Kral mülkünü yaratır başkasının yarattığına muhtaç olmaz. Başkasının yarattığına muhtaç olan bir kral olsa olsa mukayyettir yani sınırlıdır, görecedir. Aslında o Melik bile değildir ama mecazen Melik denir ona.

Âlimler ilimlerinin hakiki sahibi değildirler, nedir? O ilimleri öğrenmiştirler. Çünkü ilmin hakiki sahibi olan onu öğrenmez. Onun için Allah’a muallim denemez âlîmdir O âlimdir ama Muallim değildir. Neden? Muallim bilgiyi öğrenen kimseye denir. Talim, öğrendiği bilgiyi öğretmektir. Allah âlimdir ama muallim değildir bilgiyi öğrenmez, bilgiyi bizatihi O yaratır zaten, bilgi O’ndadır, onun için biz bildiklerimizi O’ndan alırız. Bizim tüm bilgilerimiz O’na aittir. Yani bilgi Allah’tan nazil olur. Modernlerin en büyük problemi bilgiyi kaynağından koparmalarıdır, bilgiyi Allah’sız bırakmalarıdır. Bilgi Allah’sız olursa ne olur? Ahlaksız olur. Onun için bilgiden önce bilgi ahlakı lazımdır. Bilgi ahlakı verilmeden bilgi verildiğinde bilgi değeri artırmaz, azaltır. Bilgi insanı eğitilmiş vahşi kılar o zaman. Şeytanın dahi aklına gelmeyen şer işleri yapar insan o bilgiyle, bilgi ahlakı olmazsa. Onun içindir ki biz bilgi ahlakını bilgiden daha önemseriz. Önce bilgi ahlakı sonra bilgi deriz ve bizim İslâm aklında bilgiye ahlaktan ulaşılır. Yunan batı aklında ise ahlaka bilgiden ulaşılır. Onun için Yunan batı aklında, buna Hıristiyan aklı da dahil, -İseviliği katmıyorum- Hıristiyan aklı da dahil bilgi tanrıdan çalınmış bir meta dır. İşte promete efsanesi budur, tanrıdan ateşi çalmak. Aslında Adem hadisesini, Adem kıssasını da Hıristiyanlık böyle algılar. Nedir? İşte yasak meyve. Adem aslında yasak meyve ile tanrıdan bilgiyi çalmıştır. Hani şu apple varya ucu yenik elma o Adem ısırığıdır ucundaki ısırık. Bu Apple firmasının da logosudur aynı zamanda, ucunda şöyle bir ısırık vardır o elmanın o Adem ısırığıdır yan i bilgiyi dişlemiştir, bilgiden bir parça koparmıştır. Niye, tanrıdan izin almamıştır yani çalmıştır. İnsan bilgiye sahip olmak istiyorsa tanrıdan hırsızlık yapmalıdır, mantık bu.

Biz ise bilgiye Allah’tan nail olduk Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ. (Bakara/31) Allah’tan Adem’e isimler indi, Allah Adem’e isimleri öğretti. Dolayısıyla biz bilgiyi Allah’tan bir emanet olarak aldık yani biz bilgiyi Allah’tan alınca insan olduk. Dolayısıyla yunan batı aklıyla İslâm aklı arasında bilgiye bakışta çok temel bir fark var bu manada. Onun için biz bilgiyi bir emanet olarak bildiğimizden dolayı emanete ihanet etmekten tir tir titreriz. Fakat onlar bilgiyi çaldıkları için, yani Tanrıdan ne kadar fazla çalarlarsa o kadar özgür olacaklarına inanırlar. Biz ise ne kadar teşekkür edersek, şükredersek o kadar özgür olacağımıza inanırız. Fark çok büyük dolayısıyla âlimler ilimlerinin hakiki Mâliki değildirler, Meliki değildirler. Nedirler ya? Sadece mecazi Melik’i olabilirler.

Canlı varlıklar canlarının hakiki Melik’i değildirler, yani canımızın Melik’i değiliz. Eğer canımızın El Melik’i olsaydık canımıza bize bir başkasının vermemesi lazımdı. Yani Hayy sıfatının Melik’i olan Allah’tır tüm canlılara canı o verir. Biz sadece mecazen Melik’i olabiliriz.

İradenin gerçek Melik’i Allah’tır, biz iradenin Melik’i değiliz gerçek Melik O’dur, iradenin kralı O’dur. Nedir? Küllî iradesinden cüz’i bir pay vermiştir yani emanet etmiştir bakalım doğru kullanacaklar mı? Dolayısıyla imtihana çekecektir. Onun için biz Melik değiliz hiçbir sahip olduğumuzun Melik’i değiliz.

Melik ismi mutlak iktidar yetkisini Allah’a hasreder önemli bir başlık budur. Melik ismi; Ya Melik’e illâllah, Lâ ilâhe illallah gibi. Her isim kelime i tevhidin aynasıdır aslında. Diyeceksiniz ki öyleyse eğer o zaman semi’, Basîr isimleri gibi isimleri ne yapalım, insan da görür Allah’ta görür. Ama insan Es Semi’ değildir her şeyi görmez, insan her şeyi işitmez. Dolayısıyla her şeyi işiten Es Semi’ olan Allah’tır, El Basîr olan her şeyi gören Allah’tır. El Alîm olan Allah’tır. Onun için orada da nefyedilen, olumsuzlanan şey mutlak olandır yani mutlak görme, mutlak işitme, mutlak bilme Allah’a hasredilir. Dolayısıyla yine Lâ ilâhe illallâh’ın yansımasıdır esma.

Melik ismi mutlak erk ve otorite kullanmayı Allah için ispat, mahlûkat için nefy eder. Yaratılmışlardan hiç biri, melekler de dahil mutlak iktidar kullanma yetkisine sahip değildir.

İnsan El Melik olamaz eğer iddia ederse ne olur? Çıldırır, tiranlaşır. İnsan El Melik olamaz eğer mutlak erk kullanmaya kalkarsa çıldırır, tiranlaşır. Çünkü yetenekleri sınırlıdır. Mutlak erk ise sınırsız iktidar kullanmaktır.  Sınırlı bir varlık sınırsız bir iktidarı kullanmaya kalktığı zaman çıldırır. Tarihe bakın ne dediğimi anlarsınız. Tarihin tüm tiranları, tüm firavunları, tüm Nemrutları, çağdaşıyla, moderniyle, kadimiyle fark etmez. Hepsinin çıldırmış bir yanı vardır. Bunu nasıl yapar diyorsunuz, bu zulmü nasıl yapar, insan insana bunu yapar mı? Niye yapar?

Mutlak erk kullanıyor, kendisini El Melik sanmış, Allah’tan rol çalıyor veya çalmaya kalkıyor. Öbür taraftansa mukayyet, sınırlı. Peki, sınırlı bir yaratık, varlık sınırsız bir güç kullanmaya kalkınca ne olacak? Tiranlaşacak. Mutlak erk kullanmaya kalkışan her tiran böyledir. Nedeni de bellidir, mutlak erk yetkisi, sınırsız yapabilme yeteneği talep eder. İnsan bunu, bu talebi karşılayamaz. Nemrutlaşma ve firavunlaşma böyle başlar. Tanrıdan rol çalmak budur.

El Melik ismi insan haddini bilsin diye nazil olmuştur. İsimler Kur’an la nazil olmuştur değil mi? Allah’ın esması sonsuzdur, Fakat Kur’an da fakirin tespit ettiği Allah dışında 99 isim var. İsim diyorum. Mastardan isim türetmeyi doğru bulmadığımı söylemiştim, fiilden isim türetmeyi hiç doğru bulmadığımı söylemiştim. Allah’ın kendisine isim olarak seçtiği, isim olarak nazil olmuş olan esmadır. Dolayısıyla Kur’an dan bu güne kadar tespit edebildiğim Allah ismi hassı dışında 99 isimdir. Ama Allah’ın esması sınırsız. Neden böyle sınırlı? Bu tıpkı peygamberler gibidir, peygamberler on binlerce ama Kur’an da sadece 28 inin hayat hikâyesi anlatılır. Neden? Çünkü Kur’an a seçilmiş olanlar hayatın belli durumlarının prototipleridir, modelleridir. Modelleme yapıyor Kur’an rol model olarak seçiyor. Onun içinde esma da böyledir. Rabbimizin kendisine isim olarak nazil ettiği bu 99 isimde bizim için hayati alanlara işaret ediyor. Yani Allah’ı tanıma, insanı tanıma hususunda. Çünkü esmadan aynı zamanda insanı da tanıyoruz. Allah’ın mutlaklığını ve insanın mukayyetliğini tanıyoruz, sınırlılığını tanıyoruz.

Nas suresi; Kul e’ûzü BirabbinNâs (1) de ki sığınırım insanlığın Rabbine. Melikin Nâs sığınırım insanlığın Melik’ine. İlâhin Nâs sığınırım insanlığın ilâhına Min şerril vesvâsil hannâs Neden? Sinsi ve sinip ayartıcı şeytanın şerrinden, şeytansıların şerrinden Minel cinneti ven Nâs o şeytanlar ve şeytasıları sadece görünmez varlıklar arasında aramayın, görünen varlıklar arasında da arayın, insanlar arasında da arayın, insan suretinde ki şeytanları da fark edin. Onların şerrinden 3 esmaya sığınırım. Rabb ismine, Melik ismine, İlah ismine.

Burada çok önemli mesajlar var. Mutlak erk kullanan tiranın ilk kurbanı kendisidir. Kendini kâinatın kralı sanmak. Diktatörlerin hepsi böyledir, yoksa diktatör olunmaz zaten, kendini kâinatın kralı sanmak. Ama fark ediyor musunuz Rabb, Melik, İlâh geliyor. Aslında Melik isminden rol çalmaya kalkan her diktatör Rabb ismine de tecavüz etmeye kalkışmış, ilâh ismine de tecavüz etmeye kalkışmıştır.

Onun için ene Rabbukümül’a’lâ. (Nazi’at/24) diyen firavun işte orada kendini belli ediyor. Ben sizin en büyük rabbinizim, en üstün benim veya. Ben Rabbim, en üstün de benim. Dolayısıyla Rabb isminin alanına da tecavüz ediyor ilâh isminin alanına da tecavüz ediyor. Rabb lık; insanlık üzerinde terbiye yetkisi, mutlak terbiye yetkisi. Melik’lik insanlık, varlık üzerinde yönetme yetkisi, İlâh’lık ise sadece ve sadece insanlığın tapmasına muhatap olma yetkisi, yani kulluk, kulluğun adresi olmak. Görüyorsunuz bu üçü yan yana geliyor.

Tanrı gibi davranmak, davrananı tanrı yapar mı? Yapmaz. Peki, ne yapar? Şeytan yapar. Tanrı gibi davranmak davrananı tanrılaştırmaz ama şeytanlaştırır. Dolayısıyla insan tanrı gibi davranmaya başladığında şeytanlaşır çünkü haddini aşar, çünkü Allah’ın sahasına kaçak girmiş olur, rol çalmaya kalkışmış olur. İşte orada şeytanlaşır.

Min şerril vesvâsil hannâs. Hannâs hem korkak hem de sinsi, yani saldırgan ama korkarak saldıran demektir. Çünkü Hunnes;İ bir görünüp bir kaybolan manası da vardır. Yani başını çıkarıp, çıkarıp sokuyor, bir fırsatınızı bulsa üzerinize atılacak. Ama eğer siz ona meydan vermezseniz kaçacak. Şeytana ve şeytansılara böyle bir nitelik atfediyor nâs suresinde Rabbimiz.

Nedir aslında? Tiranlar ve diktatörlere bakın hepsi hannâs tır. Niye öyledir? Dünyayı yakacak kadar gaddardırlar fakat bir o kadar da korkaktırlar. Zulümleri ne kadar artarsa korkuları da o kadar artar. Baskıları ve şiddetleri ne kadar artarsa korkuları da o kadar artar, korunmaya da o kadar ihtiyaç duyarlar. Korkan korunur. Onun için biz sadece Allah’tan korkarız, Allah’ı seviyoruz, sevgisini yitirmekten korkuyoruz. Bakınız döver diye değil sevgisini yitirmekten korkuyoruz onun içinde kuldan korkmuyoruz. Ama tiranlar öyle değil tiranlar Allah’tan korkmadıkları için kuldan korkarlar, hatta eşyadan korkarlar.

Çok ilginçtir şu dünyayı titreten bazı diktatörlerin karanlıkta uyumadığını, uyuyamadığını biliyor muydunuz? Şimdi isimlerini saysam bazıları kanuna dokunur bazıları da başka şeylere dokunur onun için saymayayım. Eyvallah.

[Ek bilgi; • Her diktatör, yalan söyler.
• Her diktatör, korkar. Korktuğunu kimse göremez ama o geceleri uyuyamaz, korkudan.
• Her diktatör, çocukları sever. Çünkü, o her gecenin karanlığında, bir çocuğun babasını öldürür.
• Her diktatör bağırarak, gözlerini açarak, işaret parmağını kitlelere uzatarak konuşur. (Bakınız, Hitler, Mussolini, Pinochet, Saddam, Franko, Humeyni, Kaddafi…)
• Her diktatör, gücünü halktan aldığını söyler ve o halk, bir daha asla konuşamaz. Çünkü diktatör konuşur hep.
• Her diktatör, insanları böler, “Benden olanlar, benden olmayanlar” diye.
• Her diktatörün çevresinde DALKAVUKLAR ve PALYAÇOLAR vardır. Onlar, diktatörün hasta ruhunu okşarlar.
• Diktatör, ağlamaz.
• Her diktatör, kendisine savaşacak düşman yaratır. Düşmansız diktatör olmaz.
• Her diktatörün arkasında silahlı güç vardır.
• Her diktatör, sanatı ve sanatçıyı sevmez. Çünkü onları denetlemek zordur. Sanat, kelepçelenemez.
• Diktatör, TEK’tir. O, seçilmiş, olağanüstü, karizmatik, hatip, yenilemez, bilge kişidir. OL derse olur, YOK OL derse yok olur.
• Her diktatör bilgiden korkar, bilgiyi sevmez. Bilginin ulaşımı engellenemez. Engellenemeyen her şey, diktatör için tehlikelidir.
• Her diktatör, yönetir. Hiçbir diktatör yönetilmeyi, kendisine akıl verilmesini sevmez. O, dinlemez, dinletir.
• Her diktatörün gözünde insan bir ŞEY’dir. ŞEY’in hiç önemi, anlamı yoktur. Her ŞEY, ancak diktatörün saltanatının bir aracıdır.
• Her diktatörün saltanatında KORKU vardır. Diktatör, korkuyla beslenir. Ne ki, en şanlı direnişler, en onurlu başkaldırılar da diktatörün korkusudur.
• Her diktatörün KÖRÜKÖRÜNE bağlandığı, savunduğu, dogmatik bir ideolojisi vardır.
• Her diktatör, SÖZ’den ve YAZI’dan korkar. Şairlerin ve bilgelerin sözleri, karanlığı delik deşik eder. İşte oradan sızan ışıktır, diktatörün saltanatını sarsan. (Recai Çevik)
]

Sınırsız erk sınırsız ahlaksızlık üretir. Allah dışında biri sınırsız erk kullanmaya kalktığında sınırsız ahlaksızlık üretir. Çünkü sınırsız erk kullanılamaz. İnsan sınırsız erk kullanmaya uygun bir varlık değildir. Sınırlı olan insanoğlunun eline sınırsız bir yetki vermeye kalktığınızda insanoğlu içgüdülerine gör davranmaya kalkacaktır. Bu da arzusunu ilâh edinmek olacaktır, yani tanrısı arzusu olacaktır hazzı olacaktır. Onun için sınırsız erk sınırsız ahlaksızlık üretir. Arzusu kanun olanın ilahı nefsi olur öyle değil mi?

Onun için Eraeyte menittehaze ilâhehu heva. (Furkan/43) Hevasını ilah edinen kimseyi görmedin mi, baksana şu adama hevasını, yani arzusunu ilah ediniyor, tanrı ediniyor.

Örnek vermeye gerek var mı, Dresten’i hatırlayın. Öylesine bombalanmıştı ki 2. Cihan harbinde, erimeyen çelik kalmamıştı. 30.000 dereceye çıkmış şehrin sıcaklığı. İnsan kalır mı, kemik kalır mı, ot kalır mı? Eyvallah. Hiroşima’yı düşünün, Nagazaki’yi düşünün, Beyrut’u düşünün, Sabra’yı düşünün , Şepila’yı düşünün, Bağdat’ı düşünün, Gazze’yi düşünün. İnsan insana nasıl yapar bunu, yapar mı, niye yapar. Bunu düşünün El Melik ismine bir kez daha iman edin. Allah esmasını niye inzal eder bir kez daha şükredelim. Esmasını insana haddini, sınırlarını çizmek için inzal eder. Yani insana rahmet olsun diye esmasını inzal eder. Biz Allah’ı bilmesek Allah’ın bir şeyi eksilmiyor ama bilmediğimiz kadar bizim insanlığımız eksiliyor. Bildiğimiz kadar da insanlığımız tamamlanıyor, kemale ulaşıyor.

Mutlak erk kullanan her şeyi mülkü, herkesi de böcek gibi görür. Böcek öldürmenin sakıncası nedir? Onun için böcek gibi öldürüyorlar, insana böcek muamelesi yapıyorlar. İstatistiktir onlar için kaç kişi ölmüş rakamdır hepsi bu. Allah’ın şah eseri değil. Eğer El Melik’e iman etseydi karıncayı ezebilir miydi? Allah eline yeryüzünün gücünü versin, mührü Süleyman’a sahip olsun, Sultan Süleyman olsun. Nedir Neml suresi, karınca suresinin verdiği mesaj? Eğer Allah’lı ise bir hükümdar, bir erk sahibi, bir yönetici, karıncayı dahi incitmez incitemez, mesaj budur. Sultan Süleyman olursunuz ama karıncayı ezmezsiniz. Bu nedir? Ahlaklı güç, Allah’lı güç. Allah’sız güç; ahlşaksız güç. Dolayısıyla güç ahlaktan arındığı zaman Allah’tan da arınmış olur. Allah’tan arındığı zaman da o gücü kimse tutamaz. O güç önce o gücü sergileyenin kendisine yönelir, imha edici bir güçtür, kontrolsüz bir güçtür, güç değildir, kontrolsüz güç güç değildir. Nedir ya? Beladır, musibettir, felakettir, afettir.

Ahlaksız iktidar iktidarsız ve korkaktır, Allah’sız iktidar, iktidarsızdır. İktidarsızlığını bastırmak için şiddet kullanır. Aslında kullandığı şiddet iktidarsızlığının önüne gerdiği bir perdedir. Öyle değil mi? Aklını kullanan insan kasını niye kullanır karşısındakine? Sözün gücüne inanan gücün sözcüsü olabilir mi? Sözün gücüne inanan şiddeti kullanabilir mi. Sözün gücüne inanıyorsan konuş. Demek ki inanmıyor onun içinde yumruğunu konuşturuyor, silahını konuşturuyor, gücünü konuşturuyor.

Allah sözün gücüne inanmamızı istiyor, onun için konuşuyor bizimle. Eğer söz güçlü olmasaydı Allah konuşur muydu? Biz söz medeniyetinin çocuklarıyız,

Söz ola kese savaşı,

Söz ola kestire başı.

Söz ola ağulu aşı,

Bal ile yap ede bir söz. (Yunus Emre)

Yunus’umuz ne güzel söylemiş değil mi, Eyvallah..! Dolayısıyla sözün gücüne biz iman ettik ama gücün sözcüleri bizim sözümüzü ağzımıza tıkadılar, dinlemiyorlar. Biz Kur’an da onu öğrendik Elleziyne yestemi’unel kavle feyettebi’une ahseneh. (Zümer/18) sözü olanı dinleriz, isteriz ki sözümüz var kulak verilsin. Onlar ki sözü olanın tüm sözünü dinlerler, en güzeline uyarlar. Eyvallah! Efendimiz onun için konuşan herkesi dinlerdi. Bu huyundan dolayı Mekke müşrikleri, ona ‘üzün lâkabını takmışlardı, kulak demek ‘üzün. Niye? Sözü olan herkesi dinliyor diye. Hem de omuzuyla dinlemezdi, biri konuştuğu zaman göğsünü dönerdi direkt olarak. Peygamberi bir edep. Çünkü söz bizatihi değerlidir, kelamı ilahiden bir yansımadır. Kelîm olan anlatabiliyor muyum?

Dolayısıyla biz söze inanıyoruz, söze inanan bir dünyada yaşamak istiyoruz, onun için buraya geldik, onun için bu dersleri yapıyoruz, onun için yıllar yılı, artık onlarca yıl dememe müsaade edersiniz değil mi. Çünkü insan faaliyetine başlayalı 28 yıl oldu. Onlarca yıl bu fakir sözün gücüne hep inanmıştır. Bir gün susarsam sözün gücüne inanmadığım için susarım. Daha doğrusu karşımda sözün gücüne inanan insan bulamadığım zaman susarım. Onun için beni suskunluğa mahkûm etmezsiniz değil mi eyvallah!

Bu noktada merkezi ele geçirme kavgası, kavganın merkezini oluşturuyor onun için. Bakın; Tiranlar, tiran olmaya aday olanlar mutlak erk kullanma işi şeytani bir arzu, bu arzu bu ateş insan nefsinde gizlenmiş. İnsan istiyor ki mutlak erk kullanayım. Yani tanrılaşma arzusu insanın nefsinde, egosunda var. Peki ne yapıyor onun için? Bir yere servetin, gücün, silahın, bilginin temelküzünü istiyor.

Öncelikle servet temelküzü, yani merkezleşsin bir yerde, yoğunlaşsın. Yoğunlaşınca ne olur? Çekim gücü oluşur, Yoğunlaşan her şey çekim gücü oluşturur, bu yasadır. Bakınız kutuplar nedir, neden kutuplar çeker? Bir mıknatısın bir ucu kuzey bir ucu güneyi gösterir? Kutuplar yoğunlaşmış metaller içerir. Dolayısıyla yoğunlaşır. Aynı zamanda kutuplar manyetik yoğunlaşmayı ifade ederler. Yeryüzünün manyetik yoğunluğunu ifade ettikleri için pusula öyle gösterir.

Aynı zamanda pertavsız dediğimiz mercek ne iş yapar? Dağılmış olan ışık fotonlarını bir noktaya toplar, dağılmış olan ışıklar insanı ısıtırken toplanmış ışık yakar. Ateş çıkarırsınız. Nedir yoğunlaşma cazibe getiriyor.

Aşk dediğimiz şeyde kalpte muhabbetin yoğunlaşmış halidir yakar. Onun için kara sevdadır çünkü değdiği yeri karartır. Çünkü sevda al olur aslında, sevda ak olmaz, muhabbet ak olur, sevda zaten kara demektir. Yani kara sevda kara kara demektir. Dolayısıyla muhabbet ak olur. Hiç siz Allah aşkından delirmiş, kafayı bozmuş bir sahabe durdunuz mu? Falan sahabe de kafayı yedi, niye? Allah’ı çok sevdi, peygamberi çok sevdi. Nereden çıktı bu kadar deli.

Dolayısıyla demek ki sevmeyi bilmiyoruz, sevmenin de edebi var o edebi biliyoruz. yani bu manada yoğunlaşıyor, servet yoğunlaşıyor, güç yoğunlaşıyor, iktidar yoğunlaşıyor, yoğunlaşınca bir cazibe oluşturuyor. Cazibe oluşturduğu zaman ne oluyor? Oraya artık göz dikiyor birileri. Birilerinin göz diktiği yerde yoğunlaştırmayı artırıyor, merkezi ele geçirme kavgası böyle başlıyor. o da kavganın merkezi oluyor. Yani merkezi ele geçirme kavgası, kavganın merkezi oluyor.

En hayırlı iş nedir? Müslümanların yapması gereken en hayırlı iş yoğunlaşmayı önlemektir. Yani güç temerküzünü önlemektir. Gücün, iktidarın, paranın, servetin, bilginin tek ele geçmesini önlemek Müslümanların yapacağı entelektüel faaliyetlerin en hayırlısıdır.

Onun içinde ne diyor Kur’an; key lâ yekûne duleten beynel’ağniyai minküm. (Haşr/7) servet sizin içinizden sadece zenginlerin elinde dolaşan bir devlete dönüşmesin. Duleten; devleten demektir. Kur’an da devlet kelimesinin geçtiği tek yer burasıdır. Yani servet, devlet olmasın.

Ne olur servet Devlete dönüşürse? Artık sinekler oraya göz koyar, sineklerin hücum ettiği yer olur bal arısı gelir mi sineklerin hücum ettiği yere, sinekler kirletmiştir orayı. Onun içinde servet temerküzünü, güç temerküzünü, bilgi temerküzünü tek elde toplamamak, bu esastır. Dağıtmak, ne kadar dağıtırsanız o kadar hayırlı olur. Niye hayırlı olur? Allah’ın da muradı odur önü söyleyeyim. Niye öyledir? Birazdan gelirim, onun da bir arka planı var, onun da felsefi bir arka planı var.

Güç ve iktidar araçlarını El Melik’e iman eden emanet ve liyakat ehli arasında pay etmektir bize düşen. Yani yine de bunların elinde tekelleştirmemek. İktidar bozar, mutlak iktidar mutlak bozar demiş zatın biri. Hakikaten bu manada güç ne kadar artarsa insan bozulmaya o kadar yakın olur. Onun için efendimiz bu bozulmaya karşı öyle bir mücadele verdi ki biliyor musunuz, karşısında biri titriyordu, yani duymuş biliyor, artık Arap yarımadasının tek Hakimi. Ne titriyorsun be adam dedi. Ben de senin gibi kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum. Bu kadar. Ben de senin gibi kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum. Onun için ne titriyorsun diyebilmek, gerçek Melik olmak budur anlatabiliyor muyum? Yani mukayyet iktidar sahibi olmak budur, mutlak iktidar sahibini unutmamaktır.

Onun için efendimiz buna hiç izin vermedi, öyle diyordu Nesai’nin naklettiği bir rivayette; Bana kul peygamber olmakla hükümdar peygamber olmak arasında seçim yapmam emredildi ben de kul peygamber olmayı tercih ettim. Ne muhteşem..’ Efendimizin Melik ismini okuyuşu, oraya da geleceğim inşallah Eyvallah!

Mutlak erk egoyu mutlaklaştırır, vicdanı öldürür. Kendini tanrı sanan delinin yeri tımarhanedir öyle değil mi. Peki kendini tanrı sanan deli iktidara gelmişse ne olacak? Memleketi tımarhane yapar. Onun için insanlık tarihi, bunun örnekleri ile doludur. Bir toplumun Allah’ın gazabına uğraması bu yüzden olsa gerek başka bir şeyden değil. Çözüm; El Melik’e l ayıkı gibi iman etmektir.

Gelelim Kur’an î çerçeveye; Rabb, Rahman, Rahîm, Mâlik,i Ekrem, İlâh vekîl, Ğafûr, A’lâ, Habir isminden sonra Melik ismi. İlk defa Mekke döneminde 3. yılda nazil olan Nas/2 ayetinde geliyor. Melikin Nâs biraz önce okudum. Kur’an da 5 yerde kullanılıyor Allah’ın sıfatı olarak. Ama Kur’an ın tamamında 12 yerde kullanılıyor, 7 yerde de Melik, yani kral manasında, yönetici manasında, iktidar manasında kullanılıyor. Dolayısıyla Allah için Kur’an da kullanıldığı sayı sadece 5.

Mâlik ve Melik farkı; Kur’an da bu kökten Allah’ın 3 ismi yer alıyor. Mâlik, Melik, Melîyk yani mübalağa formu. Melik ile Melîyk arasında bir y farkı var. Dolayısıyla Melik Melîyk, Melîyk’i ayrıca işleyeceğiz. Kur’an da bir kökten birkaç isim varsa, isim olarak geliyorsa onları ayrı ayrı isim olarak alıyoruz. Çünkü Kur’an da aynı kökten ne kadar gelmiş olursa olsun Rabbimize ayrı ayrı formlarla isim olarak kullanılıyorsa o müstakil bir isimdir. Melik ile Melîyk aynı değildir. Mâlik Milkin Mâlikidir, Melik mülkün Melikidir, Melîyk, melekûtun melikidir.

Şuna bakın, üçünün de mastarı bile değişik. Milkin Mâliki. Milk ne demek? Taşınmazlar milktir. Cansız sahip olduğunuz şeylere milk diyoruz. Eğer içinde canlılar, şuurlularda varsa ona mülk diyoruz o zaman mülk oluyor. Yani milk hani, mastarın orta harfinin harekesi kesra, en aşağıda ki. Bu aslında nahiv velsefesidir. Şöyler az buçuk Arap dili bilenlere hitap etmiş olayım burada. Nahiv felsefesinde hani Rabbe, ribbe, rubbeyi izah etmiştim hatırlıyor musunuz Böyle üçlü gelen mastarlar olur, onun için Mülk, melk, milk. Bu da üçlü gelir. Milk en aşağı derecede ki mülkiyeti ifade eder. Melk orta derecedekini ifade eder Mülk en üst derecedekini ifade eder. Yani ötre, fetha, kesra, yüksek, orta alçak.

Peki bunun içinde şuurlu varlıklar olsa mesela milkinizin içinde insan da olsa Mülk olur o zaman. Peki bunun içinde Melekler de olsa ne olur? Melekût olur. Meleklere de Mâlik olursanız o zaman siz Melîyk olursunuz. İnsana Mâlik olursanız Melik olursunuz, eşyaya Mâlik olursanız Mâlik olursunuz. 3 ismin 3 ayrı mastarı var, fiili var.

Allah zatını, Mülkün Mâliki olmakla övmüş fakat Milkin Mâliki olmakla övmemiştir. Niye? Oysa ki, milk Mâlik’e nispet edilir. Fakat Rabbimiz milki nispet etmemiş kendisine. Neden? Kulillâhumme mâlikel mülk. (A.İmran/26) De ki sen mülkün Mâlikisin. Mülkün, ama milkin değil, Mâlikel Mülk olması lazımdı dile göre. Çünkü Allah Milkin değil Mülkün Mâlikidir. Yani benim sahip olduğum varsa elimin Mâliki de benim de mâlikim. Dilimin maliki de benim de malikim, sözlerimin maliki de benim de malikim. Dolayısıyla mülkün Mâlikidir O.

Netice nedir? Melikiyet makamı Malikiyyet makamından üstündedir. Melik Allah için yalın halde gelir fakat Mâlik hep izafetle gelir. Yani Mâlikel mülk, Mâliki yevmiddiyn. Bakınız hep izafetle gelir, terkiple gelir, isim tamlaması ile gelir. Ama Melik mutlak olarak gelir. Melikil Hakk, birazdan göreceğiz inşallah. Cuma/1. Ayetinde olduğu gibi. Melikil Hakk. Dolayısıyla Melik tek başına da geliyor.

Her Melik Mâliktir fakat her Mâlik Melik değildir. Neden bu Çünkü Mâlik’in sahip olduğuna Melik’te sahiptir. Fakat Melik’in sahip olduğuna Mâlik sahip değildir biraz önce açıkladım.

Allah insanların Meliki, eşyanın Mâlik’idir. İnsan da eşyanın sadece nispi mâlikidir, izafi malikidir Netice nedir? Bu da Melik’in Mâlik’ten daha üstün ve kapsamlı olduğunu gösterir. Sözün özü Mâlik fiile, Melik ise isme dayanır.

Şimdi Melikin Nâs. (Nas/2) a gelelim. Burada Allah insanlığın Melikidir. İnsan Allah’ın şaheseri ve varlık ağacının soylu meyvesidir bu kesin. Yani insan varlık ağacının en soylu meyvesidir. Lekad halaknel’İnsane fiy ahseni takviym.   . (Tîyn/4-5) Biz insanı en güzel kıvamda yarattık. Fakat ne yaptık? Kıvamını güzel yaptık ta kıvamını kendisi bulsun diye Sümme radednahu yolun başına getirip bıraktık.

Yani aşağıların aşağısına attık manası vermiyorum orada doğru değil. Niye aşağısına atsın ki, yolun başına getirip bırakmıştır. Allah en güzel kıvamda yaratır da ondan sonra aşağıların aşağısına atar mı? Niye atsın hem sonra. Ne yaptık? Bu yolu kendisi yürüsün hak etsin diye start noktasına getirdik. Dedik ki sen gayretinle verdiğimiz bu imkânlarla, akılla, iradeyle, gözle, kulakla, imanla, gönderdiğimiz kitaplarla, vahiylerle, peygamberlerle bu yolu al dedik. Lekad halaknel’İnsane fiy ahseni takviym, Sümme radednahu esfele safiliyn

İnsan varlığını devam ettirmek için yekdiğerine muhtaçtır öyle değil mi? Onun için insan yavrusu dünyada ki tüm canlıların yavrusundan en zor yavrudur. Birçok canlı yavrusunu doğurduğunda yavru hayatını idame ettirebilir, ama insan yavrusu asla tek başına hayatını idame ettiremez. Niye bu kadar zor? Aslında Rabbimizin verdiği mesaj şudur; yekdiğerine muhtaçsın ey insan, kendi cinsine bu kadar muhtaçsın, yani annesiz yapamazsın, çevresiz yapamazsın, ailesiz yapamazsın. Bakınız dana doğar doğmaz bir iki saat içinde bakıyorsunuz ayakta. Ama insanın ayağa kalkması için bir yıl geçmesi lazım ortalama.

Neden böyle insana Allah ünsiyet kazan diyor, adını kazan, adın ünsiyetten, yani yakınlık kazan, teennüs et insanlaş. İnsanlaşman da diğer insanların yanında olmakla mümkindir. Evet, bu klinik olarak sabit, insan konuşmayı konuşarak öğrenir. Bir insan bir ormana bırakılsa ve hiç konuşan kimse görmese konuşamıyor. Çok ilginç, demek ki teennüs insanlaştırıyor. Diğer insanlarla beraber olmak insanlaştırıyor.

Hikmeti nedir peki? Kendi türünü  ötekileştirmesin diye. Ötekileştirmek nedir? Şeyanlaştırmaktır. Şeytan niçin yaratılmıştır? Bu suali sorun. Cevabı İnsanı kendi cinsini ötekileştirmekten kurtarmak için. Çünkü sana öteki olarak şeytan yeter ey insan, niye insanı ötekileştiriyorsun, şeytan senin ötekindir. innehu leküm ‘adüvvün mubiyn. (Yasin/60) o apaçık düşmanınızdır sizin diyor Rabbimiz. Dolayısıyla sen niye cinsini şeytanlaştırıyorsun, hiç kimseyi şeytanlaştırma, şeytan, şeytan olarak yeter. Ama kendini şeytanlaştıranlar da şeytana ilhak olmuş oluyorlar, şeytana mülhak oluyorlar. Eyvallah.

İnsan ötekiyle ünsiyet kurandır. Ünsiyet için ilk şart nedir? Ben idraki. Ben idraki büyüdükçe bencillik küçülür, ben idraki küçüldükçe bencillik büyür. İkisi ayrı şeydir. Ben idraki kendisinin farkına varmaktır, kendinin farkında olmaya ban idraki diyoruz.

Dolayısıyla Allah’ımız önce insanda “Ben” idraki inşa ediyor sonra şehadet getirmesini istiyor. Eşhehü ellâ ilâhe illallah. Şimdi şehadet getirdik fakat ilk söylediğimiz kelime hangisi biliyor musunuz? “Ben”. Eşhedü deki hemze “ben” e delalet eder. ene eşhedü, ben. Dolayısıyla ben demeden şahit olamazsınız, ben demeden Allah’a tanık olamazsınız, çünkü birine şahit olacaksan şahit olanın varlığı önce lazım. Şahit olan lazım ki şahit olsun.

Rabbim senin varlığını tanıyor, sen kendi varlığını tanıyor musun? İşte şehadet budur. Rabbim senin varlığını sana tanıtmak için kendine şahit kılıyor seni. Aslında şahide muhtaç olduğu için değil senin kendini tanımaya ihtiyacın var da onun için bilmem anlatabildim mi? Şehadetle bile bize ikram ediyor kendine ikram değil. Eyvallah.

Ben idrakine ulaşmanın göstergesi nedir peki? Seni ve onu fark etmek seni ve onu fark etmeyenin ben demesi bir anlam ifade eder mi? Hiç kimse yok, ben, ben, ben deyip geziyorsunuz, deli derler adama. İşte o bencildir. Dolayısıyla seni ve onu fark eden ben idrakine ulaşmış olur. Ben idrakine ulaşmanın ilk şartı seni ve onu fark etmektir. Seni ve onu fark edince ne olacak? Bencillikten kurtulup bize ulaşacak, biz, nahnü ye ulaşacak. Ben idraki sebep biz idraki sonuçtur.

Ben, bizden mi büyük, biz benden mi büyük? Biz ben den büyüktür değil mi. Biz en az 2 kişiyiz, 3 – 4 kişiyiz, ben ise tekim. Dolayısıyla biz, benden büyük. Onun için büyük olana davettir İhdinasSıratal’müstakıym. Hidayete davet bize davettir. Bizi dosdoğru yola ilet. İşte biz bilinci.

Bizi arayan nas’ı fark eder. Kul e’ûzü BirabbinNâs, Melikin Nâs, İlâhin Nâs. Evet, neden Nâs’ın Rabbi? Neden insanın değil? Kul e’uzü Birabbinİnsan diyebilirdi, Melikin İnsan diyebilirdi. Değil ama Melikin nâs. Bu çok önemli, biz e dikkat çekiyor, insanlık ailesine dikkat çekiyor burada.

Ben lik, teklik, kendi kendine yetme iddiasıdır. Ben de kalma, bencil kalma, tek olma kendi kendine yetme iddiasıdır. Şirk, kendi kendine yetmektir. Kendi kendine yettiğini iddia eden şirk koşmuş olur. Kendi kendine yeten tek zat vardır Allah.

Nâs suresinin ilk 3 ayeti ne demiş oluyor burada? 3 sıfatın tecellisine medar olmanın yolu ben e değil biz e ait olmaktır. Hem Rabb, hem Melik, hem İlâh sıfatlarının üçünün birden tecellisine medar olmak istiyorsanız, tec ellisine muhatap olmak istiyorsanız sizin ne yapmanız lazım? Ben e değil, biz e karışmanız lazım. İşte onun için Kul e’ûzü BirabbinNâs, Melikin Nâs. İlâhin Nâs,

Ayet bütün insanlığın Meliki diyor. Nâs neden 3 kez trekrar ediliyor 3 ayette tek gelebilirdi aslında atıf vav’ıyla üçüne de atfedilebilirdi. Çünkü Allah için insan üç kat değerli. Çünkü insan Allah’ın sıfatlarının medarıdır, muhatabıdır. Eğer insan olmasa Allah’ın bazı sıfatları tecelli etmezdi. Mesela Taş günah işlemez, onun için taşa Ğaffar, Ğafur ismi tecelli etmez. O zaman ne olacak? İnsan lazım. Görüyorsunuz Allah’ın bazı sıfatlarının tecelli etmesi için insanın varlığı lazım.

Peki, 1 ve 3. Ayetlerin mesajı nedir? Eğer insanlık şeytanın güdümüne girmek istemiyorsa 3 ismin tecellisine medar olmalıdır. Ancak bu sayede ins ve cin şeytanlarının invasından, yani Melik’lik iddiasından, Rabb lik iddiasından, ilâhlık iddiasından korunmuş olur, ancak bu sayede korunur. Nasıl? 3 ismin tecellisine medar olursa, muhatap olursa ancak bu sayede tiranlardan korunur, içinden tiran çıkarmaktan korunur. Mesaj bu. Rabb, Melik İlâh. Neden peşpeşe gelmiş? İnsanlığın top yekûn sapmasına bu üç isim engeldir de onun için. Bu üç isim var olduğu sürece insanlık toptan sapmaz. Mutlaka insanlık içinde sapmamış bir maya bulunur bu demektir.

Dahası İnnemel mu’minune ıhvetün. (Hucurat/10) işte bu mü’minler kardeştir. Va’tasımu Bihablillâhi cemiy’an. (A.İmran/103) Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Aslında Melik isminin, Rabb isminin, İlâh isminin birlikte tecellisi için Rabbimiz bu emirleri veriyor.

Melek neden Rabb ve İlâh arasında gelmiş derseniz, Rabb insana fiile, İlâh zata dönüktür. Peki Melik? Hem fiile hem zata dönüktür. Yani Melik ismi cüz’i bir mülkü verir ama aynı zamanda mülkiyetin mutlak tasarrufunu Allah’a bırakır. Peki yeri nasıldır Rabb. Melik İlâh. Arzdan arşa doğru bir yönü vardır. Rububiyyet, Melikiyyet, ulûhiyyet.

Biliyorum çok yoğun her biri bir derslik. Bombardımana uğradık neredeyse uyuklayacağız diyorsanız eğer ben haklısınız derim. Ama yine de uyumayın derim uyumamanız menfeatinize. Çünkü bunlara bir daha sıra gelmeyebilir. Allah’ın El Melik ismini bir kez işleyeceğiz. Dolayısıyla şu bir buçuk saat sizim için altın değerinde. Bu altın değerinde kini altın olarak alırsınız da kiminiz 24 ayar olarak, kiminiz 22 ayar olarak, kiminiz 18 ayar olarak, kiminiz 12 ayar olarak, kiminiz de bayağı düşük yani içinde koklatmışlar bunu diyecek kadar düşük olarak alırsınız. Bence 24 ayar olarak almak varken 12 ayar olarak almak yani yazık değil mi, kayıp değil mi. Enflasyona uğratmayın bilgiyi.

El Melik ve sahte Melikler. Krallar ölür, Allah ölümsüzdür. Devletler yıkılır, Allah’ın mülkü bakidir. İmparatorluklar dağılır, Melik olan Allah’ın mülkünde zeval yoktur. Krallar herkesi dize getirir, Melik olan Allah kralları da dize getirir. Kralların gücü tebasına yeter Melik olan Allah’ın gücü Kralların tümüne yeter. Krallar varlığını El Melik e muhtaçtır, bedenleri de onun mülküdür. Onun için krallar ölürler, ölümsüz kral yoktur, Allah vardır. Her Kral devletini Allah’ın mülkünde kurar öyle değil mi; Ne diyordu Seyrani? AbdülMecid tanzimata karşı çıktığı için, Seyrani’yi çağırtmış huzura seni sürerim demiş. Seyran inin verdiği bir cevap var.

Bozmak mümkin ise aklın bikrini,

Boz da bakir iken dul gönder beni.

Aklımın bekâretini bozmak mümkünse boz da, yani benim düşüncemi nasıl engelleyebilirsin sen, insan düşüncesine zincir vurmak mümkin midir? Bunu söylüyor.

Hakkın  mekânından özge bir mekân,

Bulmak mümkin ise bul gönder beni.

Yani sürerim diyorsun, beni süreceğin yer Allah’ın mekânının dışında bir mekân olsun. Eğer bulabiliyorsan oraya sür eğer sürdüğün yer Allah’ın mekânı ise benim için sürgün olmaz. Ne kadar harika değil mi? Bu işte vahiyle inşa olmuş bir zihnin söyleyebileceği bir şey.

Krallar Kral olmadan önce mülk O’nundu, kral olunca da O’nundur, kral olduktan sonrada O’nundur, Allah’ındır. Krallar tebaya muhtaçtır değil mi yani yönetilen olmadan ne iş yapacak. Ama El Melik hiçbir varlığa muhtaç değil. Kralların krallığı dünyada sınırlı olarak geçerlidir, El Melik’in krallığı dünyada da ahirette de geçerlidir. Krallar otoritelerini paylaşmak zorundadırlar, El Melik otoritesini kimse ile paylaşmaz. Krallar korkarlar ve korunurlar, El Melik için korku ve korunma söz konusu değildir.

Allah’ın insanlığın Mâliki olması kralların ve yönetimlerin tanrılaşmasını ret içindir demiştik. Tek kişilik iktidar ilahi yasaya aykırıdır onun için. Tek kişilik her iktidar ilahi yasaya aykırıdır. Onun için efendimize. ve şavirhüm fiyl emr. (A.İmran/159) Onlarla devlet işlerini istişare ile götür. Hatta bu emri geldiğinde istişarenin en büyük sıkıntısını yaşamıştı efendimiz. Çünkü Uhut harbi öncesinde savaş konseyi ile istişare etmiş, savaşı dışarıda yapalım, meydan savaşı yapalım diyenler savaştan ilk kaçanlar olmuştu. Rabbimiz buna rağmen ayeti indiriyor yine de istişareye devam et diyor. Yani onlar için af dile, onları affet bir de Allah’tan af dile. fa’fü anhüm vestağfir lehüm ve şavirhüm fiyl emr. Dolayısıyla istişareye devam et.

Tek kişinin iktidarı niye ilahi yasaya aykırıdır? Şunun için teklik yaradana, çokluk yaratılana mahsustur bu kadar bu bir yasadır. Ne ki tek, o yaratanın, ne ki çok, o yaratılanın hakkıdır. Yönetimde de bu esastır. İnsan yaratılışına en uygun erk Nâs’ın iradesine dayalı erktir. ve emruhüm şura beynehüm. (Şûrâ/38) budur. Onların devlet işleri aralarında şura iledir danışma iledir.

Şûrâ aslında arının bal yapma eylemi içinde kullanılan bir terimdir. Mişvera arının polen topladığı gözeneğe denir. Mişvera, müşavere. Ne demek? Yani Şûrâ da istişare de aslında akıllardan bir arı gibi polen toplayıp bir gözede bal yapmak, istişare budur onun için akılların balını süzmektir istişare.

Tersi nedir? İktidarın tanrılaşmasıdır. Dikta, zorba, Nemrut, Firavun, Tiran hep böyle çıkıyor. Tarihe bakın tarih bunun şahidi. Eski Mısır’da Firavunlar kendilerini tanrının oğlu yerine koyarlardı, Amon Ra. Güneşin oğlu. Dolayısıyla nedir? Firavuna dokunan ölür eski Mısırda yasadır. Çünkü tanrıya dokunulmaz. Onun için Firavun firavun olduğu gün mezarı yapılmaya başlanırdı. Yani öleceğine falan yakın değil firavun olduğu gün. Zaten firavunluğu bitene kadar ancak mezarı biterdi. Keops ta 100.000 kişi çalışmış, rivayet edildiğine göre işi bitirdiği gün hepsi öldürülmüştü. Onun için Firavunlukta böyle bir şey. İnsanları böcek gibi görür demiştim ya.

Sümer de öyle idi, Sümer Kralı tanrının yeryüzünde ki sembolüydü. Enlil’i ve Anu seçerdi yani Sümer kralını bu tanrılar, (Anu gök tanrı, Enil yer tanrısı) On un için Krala itaat tanrıya itaat kabul edilirdi.

Çin’de Kral tanrının yerde ki temsilcisi sayılırdı. Zerdüştizmde, eski perste Ahura mazda hükümdar tanrı demektir zaten. Kral tanrının yer yüzünde ki gölgesiydi. İslam geleneğine yansımış olan zillullah-ı fi’l-arz ifadesini hatırlayın geleceğim oraya.

Hint’te Şiva, vişnu ve Tirişna. Üç ana tanrı zaten yöneticiye hulûl ederdi bunlar yani yöneticinin içine girerdi, dolayısıyla yönetici de tanrı olurdu.

Hun- Moğol Türklerinde nasıldı? Kral tanrının mümessili idi. Japonya da nasıldı? Kral, yani mikado güneşin oğluydu, hala da öyle inanırlar. Yunan da nasıldı? İskender Babil’i aldıktan sonra tebasının kendisine secde etmesini emretmişti. Yani Tiranlaşınca öyle oluyor demek ki. Düşünün, hepsi hepsi 65 kg lık bir delikanlıydı ama Kâinatı ben yarattım pozlarına girince, benden büyük yok pozlarına girince tiranlaşıyor. Melik olan Allah’tan rol çalmaya kalkmaktır işte bu manada, mutlak iktidar kullanmaya kalkmak.

Melik mutlak erktir demiştik, bu iddia Allah’tan rol çalmaya gider demektir. Thomas Hobbes’un bir  Leviathani var, bu aslında Tevrat’ta geçen bir varlık canavar. Thomas Hobbes Devlete itaati anlatırken, yani devletin Leviatanlaşması, canavarlaşmasından söz edilir. Canavarlaşıp herkesi yemesi.

Konfüçyüs’ün tai dağında bir kadınla mükamelesi var onu kısaca aktarayım. Konfüçyüs Tai dağında gezerken ağlayan bir kadına rast gelir. Tek başına bir kadın dağın tepesinde niye yaşar. Der ki Niye ağlıyorsun, ne yapıyorsun burada tek başına? Demiş ki; Biraz önce kayın babamı öldürdüler, onun ötesinde kocamı bir kurt yedi, ondan sonra da işte bugün de oğlumu hayvanlar parçaladı. Der ki; Niye burada yaşıyorsun, kurda kocanı, vahşi hayvanlara oğlunu, eşkıyaya Kayın babanı öldürecekleri yerde şehre dön de orada yaşasana der. O da der ki; Ama burada zalim bir kral yok. Çok hoş ve nükteli bir hikayedir aslında.

Peki, hilafet nasıl saltanata dönüştü sorusunu tam burada sormak lazım. İbn. Mukaffa, Ebu Cefer Mansur’un baş danışmanı ve veziridir. İslâm siyaset tarihinde adalet 1 numaraydı. İslâm da iki terim var, biri tevhid, biri adalet. Tevhid insandan Allah’a dönük kanadını, adalet insandan eşyaya dönük kanadını ifade ediyordu. İnsan mutluluğa çift kanatla uçabilirdi. Kanadın birini tevhid, diğerini adalet oluştururdu. Tevhid insan Allah ilişkilerinin ekseni, adalet insan eşya, insan-insan ilişkilerinin ekseni oluştururdu.

Peki bir kanadını ne zaman kırdık biz? İslam siyasetinin adalet kanadını işte Abbasiler döneminde kırıldı. Nasıl kırıldı? Adaletin yerini itaat aldı devlete itaat. El Edebüs sağir kitabı vardır İbn. Ül Mukaffa’nın yöneticiye itaati Allah’a itaat olarak niteledi orada. Bu aslında İslam siyaset modeli değil, Sasani modeliydi. Kadim Pers’te böyleydi aslında. Anu Şirvan, duymuşsunuzdur Nuşirevan. Aslında Anuşirvan dır, Anu bilmem size bir şey hatırlattı mı, biraz önce Sümer’de Kral dedim Anu ve Enil’in yer yüzünde ki sembolü. Yani aslında Sümer tanrısının en büyüğü Anu tanrısıdır. Anu Şirvan da oradan gelir aslında. Anu Şirvan adalet sembolüdür eski Pers’te Meşhur adil hükümdar. Eski Pers’i İskender biliyorsunuz MÖ. 3. Yüzyılda ezdi ve geçti fethetti Babil’i aldı. Pers’i ezdikten sonra Pers beyliklere parçalandı, 500 yıl beylikler halinde yaşadı. Ms. 3. Yy.lın başında yani 200 ler de falan Sasan diye bir din adamı çıktı eski Pers’in topraklarını geri birleştirmeye kalktı. Onun torunu 1. Ardeşiye’dir ve efsanevi Sasani hükümdarı ve kurucu hükümdardır. 1. Ardeşir’in meşhur bir vasiyetnamesi vardır kendisinden sonraki krallara. Oradan birkaç cümle okuyayım isterseniz; Şunu aklınızdan hiç çıkarmayın ki Din ve Devlet ikiz kardeşlerdir Tev emân aynen metinde böyle yazıyor İbn. Mukaffa. Biri olmadan diğeri ayakta duramaz. Çünkü din devletin temeli ve orta direğidir, dahası biz devlet dini koruduktan sonra ancak devlet olur. Devlet için nasıl bir temel atıcı lazımsa Din içinde b ir koruyucu gerektir. Çünkü koruyucusu olmayan şey zayi olur, temeli olmayan şey yıkılır. Onun için de 1. Ardeşir’in devletinde Devlet dinin koruyucusu, din de devletin koruyucusu.

Buraya kadar sorun yok gibi duruyor, yani ne güzel al gülüm ver gülüm devletle din böyle birbirine yaslansın gitsinler diyorsunuz. Fakat Sasani modeli 500 yıl sonra Abbasi modeli olarak İslam’laştırılır. Maverdi bu tezi Ahkâmus Sultaniyesinde kemâline ulaştırır. O zamana kadar hiçbir İslam Alimi dinin korunması devletin görevidir cümlesini kurmamıştır. Çünkü dinin korunması Devletin görevi değildir. Dinin korunmasını Allah üstlenmiştir, Allah korur dinini.

Peki, devlet dini korumaya kalkınca ne olur, ne zararı var? Ne mi zararı var, dinin koruyucusu Allah değil de başkası olursa Allah’ın koruduğu dinin yerine devletin koruduğu din gelmiş olur.

Allah dini, o dinin saliki olan ümmet eliyle korurdu. Devlet dini korumaya kalkınca aslında devlet ümmete karşı dini korumaya kalkmış olur. Yani devlet ümmete zulmedince dinin arkasına sığınır, devlet zulmünü din üzerinden yapmaya başlar bu sefer. Niye zulmediyorsun deyince de sen dine mi karşı geliyorsun der. Çünkü dinin arkasına sığınmıştır. Yönetenler zulmü dinin arkasına saklanarak yapmaya başlarlar. Onlara karşı çıkmakta neye karşı çıkmak olur? Dine karşı çıkmak. Sen Allah’ın yeryüzünde ki gölgesine mi karşı çıkıyorsun? Ve zalim yönetimin kabarık faturası çoğu zaman dine çıkar ve din ödemek zorunda kalır. Dini ve devleti ümmetten korumaya kalkmanın en büyük şeyi zulüm olarak ümmete döner. Devletin zulmü dinin zulmü gibi algılanmaya başlar bu sefer. İşte en büyük te4hlike de budur. Devlet zulmünü din üzerinden meşrulaştırır. Oysa Din müstakil, bağımsız kendi gücüyle ayakta dursa, ki durur, dinin müesseseleri bunun için yeterlidir, devletin zulmünü de engellemeye kalkacak, Devletten de hesap soracak olan dindir. Devlet dini korumaya kalkınca korumasından nasıl hesap sorsun, eline kılıcı almış onu koruyor, koruduğunu ezebilir de. Nitekim tarihte öyle de olmuştur.

Jüstinyen Bizans’ın kurucu imparatorudur, Sasani devlet modelini aynen alır ve Bizans’a uygular. Önce Devlet sloganı Jüstinyen’e aittir. Bu tavır İstanbul’un fethinden sonra Osmanlıya da sirayet eder. Medeni siyasetten bir sapmadır aslında. İslam tarihinde saltanatın İslamileştirilmesi neticesi işte böyle doğar.

Peki, İ. Azam Ebu Hanife ölümü pahasına niye baş kadılık görevini reddetti sizce? Sebebini biliyor musunuz? Aslında arkasında yatan söylemediği sebep nedir? Budur. Çünkü İ. Azâm’a ölümü pahasına niye Ebu Cafer Mansur baş kadı olacaksın dedi, olmam dediği içinde zehirleyerek öldürttü? Zaten maaş teklif ediyorsunuz, makam teklif ediyorsunuz, hem de en yüksek. Bugünkü Yargıtay başkanı mı dersiniz, Anayasa mahkemesi başkanı mı dersiniz  deyin gitsin artık hangisini derseniz.

O makam teklif ediyor, İ. Ebu Hanife kamçılanma pahasına, en sonunda öldürülme pahasına kabul etmiyor. Dile zulmünü meşrulaştıracak diye kabul etmiyor. İşte reddinin sebebi bu, Eyvallah.!

Benzer bir hadise daha var, İ. Azâm’ı katleden adam yine Abbasi Halifesi Ebu Cafer Mansur. İ. Mâlik’e dedi ki senin Muvatta kitabını Devletin resmi kanun kitabı yapalım. İmam ne dedi biliyor musunuz? Asla şiddetle reddediyorum dedi. İnsanlar benim kitabıma niye uymak zorunda kalsınlar ki, Oysa kitabı hadislerden seçmelerdi. Muvatta hadis kitabı. Oma onun seçmesi. Yani Muvatta’ya uymuş olurlarsa peygambere uymuş olmayacaklar, İ. Mâlik’in peygamberden seçtiklerine uymuş olacaklar, yani İ. Mâlik’in içtihadına uymuş olacaklar. Nihayetinde Buhari de ki hadisler Buhari’nin içtihadına göre sahihi olalar, Müslüm’de ki hadislerde Müslüm’ün içtihadına göre sahih olanlar. Birinin aldığın ı öbürü almamış, hocasının aldığın ı talebesi almamış mesela. Hocasının güvenilir dediğine talebesi dememiş mesela. Dolayısıyla son tahlil de bunların içtihadı. Neden insanlar benim görüşüme uymak sorunda olsunlar ki.

Ne dersiniz, şu televizyondan bangır bangır bağıran ve ille bizim gibi düşüneceksiniz, bizim gibi yaşayacaksınız, bizim dediğimize uyacaksınız, ya sev ya terketçilere getirip te bir ders verdirmek lazım değil mi İ. Mâlik’i, İ. Azâm’ı. Özgürlük, hangi özgürlük, bu kendilerini çağdaş zannedenler mi. Kim çağdaş şimdi? Kim modern şimdi?

Evet görüyorsunuz, İ. Mâlik’in derdi de Devlet zulmünü dinin arkasına gizlemesin. Niye? Devlet niye dinin jandarması olacakmış ki, dinin jandarmaya ihtiyacı mı var. Peki Devlet dini kimden koruyacakmış? Ümmetten mi. Dini ümmet koruyacak zaten çünkü din ümmete emanet in tensurullahe yensurküm. (Muhammed/7) Din ümmete emanet, nihayetinde vahiy Allah’ın kelâmı ve Allah koruyacak onu.

Dolayısıyla aslında devlet dini bağrına almakla dinin sırtından geçinmeye kalktı. Ne oldu? Bunun zararını biz gördük. Osmanlı gün gelip yıkılınca dinin müesseseleri de Osmanlı’nın enkazının altında kaldı. Eğer din bağımsız müesseseleriyle, kurumuyla yaşasaydı Osmanlı yıkıldığında din kurumları da Osmanlı enkazının altında mahvolmazdı. Çünkü devletler yıkılır, ama dinler öyle değil. Dinlerin bekası, devletlerin bekasına emanet edilemez bilmem anlatabildim mi. Hele ed Din’in, Allah’ın Hakk dininin bekası hiç edilemez.

Dolayısıyla işte bütün bunların arkasında El Melik ismine imanda ki zafiyetimiz yattı. O zaman El Melik ismine imanı tazelemek lazım. Mutlak erki Allah’ın kullandığını bilmemiz lazım, mutlak yöneticinin, mutlak iktidarın Allah’a ait olduğunu bilmemiz lazım ve mutlak Melik olan Allah’ın da koruyamayacağı hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla b una iman etmemiz lazım.

Ben istemiştim ki bugün ne yapıp yapıp bitireyim. Aslında kafama koyduğum bu şeyi yapmak için o hızdı, o hızı onun için kullandım, fakat yine beceremedim. Bu kadarlıkla yetinelim dermişiniz bu isme? Yoksa arkasını isteriz mi dersiniz? Allah kabul etsin el Melik olan Allah üstünüzden elini çekmesin.

{ve ahıru da’vana enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. (Yunus/10)}

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır.(Elmalı)}



ESMA DERSLERİ – 7 – EL MELİK (A)

$
0
0

EL MELİK A

MELİK

[Bu isim Kur’an da beş kez zikredilir. (Tâhâ/114, Mü’minûn/116, Haşr/23, Cuma/1, Nâs/2) Allah azze ve celle ve âlâ bu ismin karşılığı olan Melikh Ha-Melakhîm adıyla Tevrat’ta da anılır.]

Taalluk

Kul bu isme, Allah’ın insanı yeryüzünde halife kıldığı alanda kendisini desteklemesi için ihtiyaç duyar. Bu husus Kur’an da “Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife tayin edeceğim.” (Bakara/30) Hadis-i şerifte ise “Hepiniz çobansınız ve yetkiniz altındakilerden sorumlusunuz.” Şeklinde vurgulanmıştır.

Tahakkuk;

Melik odur ki varlığın tamamı O’na aittir.

Tahalluk;

İnsanın iradesi, Allah’ın iradesine uygunluk arz ederse arzu ettiği durum gerçekleşir. Bu durumda o kimse de Melik olarak adlandırılır. Nitekim bu oluşum bir kutsal hadiste “Kul nafile ibadetlerle o dereceye ulaşır ki Ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.” Şeklinde vurgulanmıştır.

Allah’a muhtaç olmak, her şeye ihtiyaç duymak anlamına gelir. Halife olmanın anlamı ise; “Ey iblis o benim iki elimle (kudretimle) yarattığıma secde etmene ne engel oldu” (Sad/75) şeklindeki ayet-i kerimesinde Hz. Peygamberin “Allah Âdemi kendi suretinde yarattı.” Hadisinde açıklanmıştır.

Melik bazen şedid (Mülkünde dilediğini yapan ancak hakkı dileyen) anlamına gelir. Bu nitelik mülkünde tasarrufta bulunan melik için özel bir anlam taşır. (İbn. Arabi/Allah’ın isimlerinin sırları ve manalarının keşfi-s.45)

***********************************************************

EL’MELİK

O, öyle bir varlıktır ki, ne zatında ve ne de sıfatında hiç bir varlığa ihtiyacı yoktur. Bilâkis her şey zatın da, sıfatında, mevcudiyetinde ve bekasında ona muhtaçtır! Şu halde ondan başka her şey O’nun memlukûdür. O’nun ise hiç bir şeye ihtiyacı yoktur! İşte Melik-i mutlak O’dur!

Tenbih

Kulun mutlak melik olması hiç düşünülemez. Çünkü onun her şeyden müstağni olduğu söylenemez.. Allah’tan başkasına ihtiyacı olmasa bile, mutlaka daima Allah’a muhtaçtır. Sonra ona herkesin, her şeyin muhtaç olduğu da düşünülemez. Zira ona muhtaç olmayan birçok varlıklar vardır da o farkında değildir., Lakin kendisinin bazı şeylere muhtaç olmaması düşünülünce onun Melik olduğu zannı hâkim olur.

Kullardan gerçek Melik o kişidir ki; Allah’tan başka kimsesi olmaz.. Allahtan gayri her şeyden alakasını keser, bununla beraber asker ve halkının kendisine itaat ettiği boyun eğdiği ülkeye sahip olur.. (Nasıl mı?)

Şöyle: Çünkü onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise, gazabı, şehveti, hava hevesidir. Halkı ise; dilli, gözleri elleri ve sair azalarıdır.

O, bütün bunlara hâkim olup da kendisine boyun eğdirirse, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş demektir.

Bir de buna insanlara karşı olan ihtiyaçsızlığı ve herkesin gerek dünya hayatında ve gerekse ahiret hayatında kendisine, muhtaç olduğu hususu eklenirse işte o zaman yeryüzünün sultanı olmuş demektir ki bu, Peygamberlerin (Allanın selamı üzerlerine olsun) rütbesidir. Çünkü O’nlar, ahiret hayatına hidayet etme hususunda Allah’tan başka hiç kimseye ihtiyaçları yoktur, herkes kendilerine muhtaçtır.

Meliklik hususunda; Peygamberleri, onların varisleri olan âlimler takip ederler, onların sultanlık derecesi de, kulları irşat edebilmek yeteneğiyle ölçülür.

Evet, bu niteliklerle kul melekler derecesine ulaşır ve Allah’a yaklaşabilir. Bu mülk hâkimiyet kendilerine gerçek melik olan, mülkünde ortağı bulunmayan Allah tarafından ihsan edilmiştir.

Emirlerden biri, ariflerden birine: Ne ihtiyacın varsa söyle. Dediği zaman, arifin kendine verdiği cevap ne de arif’anedir.

Ben senden ne isteyeceğim ki, benim iki kölem vardır ki onlar senin efendindir.

Neymiş onlar bakalım?

Biri hırs, diğeri heva ve heves. İşte ben bu ikisinin sırtını yere getirip onlara hâkim oldum, sen ise bunlara yenildin. Onlar sana hâkim oldular. Demiştir.

Adamın biri, bir Şeyh’ten kendisine nasihatte bulunmasını rica edince Şeyh ona dedi ki:

Dünyada da, ahirette de melik ol. Adam bu sözü duyunca şaşırdı ve tekrar sordu:

Nasıl yani?

Dünyaya karşı olan hırs ve şehvetini kesersen, hem dünyada hem ahirette sultan olursun. Çünkü sultanlık hürriyet ve ihtiyaçsızlıkta görülebilir; esaret ve zillette değil. (İ. Gazali – Esmaü’l Hüsna/70-71)

*************************************************************

MELİK

Kısaca “hükümdar” demektir.

“Meleke yemliku” fiilinden gelen, mübalağa ve sübut ifade eden sıfat-ı meşebbehe siğasıdır. Bu fiilin en çok kullanılan masdarları mülk, milk, memleke vezinlerinde gelir. Kur’an da en çok mülk şekli kullanılmış, kırktan fazla yerde mülk yani hükümranlık Allah’a nispet olunmuştur. En çok “göklerin ve yerin mülkü Allah’ın dır” ifadesi ile gelmiştir. Ayrıca mübalağa gösteren masdar siğası ile melekût şekli de dört ayette varid olmuştur. “Melekût” tasarruf edilen şey üzerinde müstakil olarak tam hükümran olmaktır.” Dünyevi eşyaya sahip olmak manasında bilhassa fiil şekliyle insanlar hakkında kullanıldığı olmuştur. Hükümran olmak anlamında fiil şekilleri, mahlûklardan, bilhassa sahte tanrılardan mülkü nefyetmek suretiyle, dolayısıyla Allah hakkında kullanılmıştır.

Beşeri manada mülkün değeri, idare olunanlara ve idarecide ki zati vasıflara göre büyür veya küçülür. Allah’ın mülkünde ise hiçbir hükümranlık yaklaşamaz. Zira O, bu hükümranlığa, memleketini ve orada ki insanlar da dâhil bütün varlıkları yoktan var etmekle hak sahibidir. Öte yandan bu hükümranlığın, Kendisinden alınması da söz konusu değildir.

Allah öyle bir Meliktir ki, buyurma, yok etme, öldürme, diriltme, azaplandırma, mükâfatlandırma gibi işlerde istediği gibi, ne ortağı ne Kendisini engelleyebilecek olanı olmaksızın, istediği hususta istediği gibi tasarruf eden gerçek Meliktir.

Böylece, anlaşılıyor ki, O hakiki ve mutlak tek Meliktir. Beşerî hükümdarlar hakkında mülk, mecâzîdir. Allah bu durumu, hasr ifâdesiyle “lehu’l-mülk; O’nundur mülk” (Fâtır/13), “Ellezî bi yedihi’l-mülk; hükümranlık elinde olan” (Mülk/1) gibi, birçok âyette bildirmektedir.

Dikkati çeken bir durum da, -bu gerçeğe rağmen- insanların İlâhî hükümranlığı, kendilerince bilinen hükümdarlık kavramı ile karıştırmamaları için, Allah’ın mülkünü belirten tâbirlerin mücerred olarak getirilmemesidir. Bunlar muzâf kılınmak veya tavsif edilmekle, nasıl bir mülk karşısında bulunulduğu gösterilmiştir:

Mâlik-i yevmi’d-dîn; Din gününün Mâliki/sahibi (veya Melik’i)” (Fâtiha/4);

“el-Melikü’l-Hakk; Hakiki Hükümdar” (Tâhâ/114; Mü’minûn/116),

“el-Melikü’l-Kuddûs; Her türlü eksiklikten münezzeh Hükümdar” (Haşr/23; Cum’a/1);

“Melikü’n-nâs; Bütün insanların hükümdarı”(Nâs/2);

Mâlikü’l-mülk; Mülkün mutlak sahibi” (Âl-i İmrân/26).

Bu son vasfın geçtiği pasajda O, ancak Ulûhiyetin sahip olabileceği birçok sıfatla (hayat vermek, öldürmek vb.) nitelenmiştir. Bundan ötürü, et-Taberî: “Dünya ve âhiretin mülkü, yalnız Kendisine âit olan” diye tefsir etmiştir.

Melîk ismi, yalnız bir Mekkî âyette, “Melîk Muktedir” (Kamer/55) terkibiyle gelmiştir. “Tam Kudretle Güçlü olan Hükümdar” anlamına gelen bu vasıf, özel isim durumundadır. (Prof. Dr. Suad Yıldırım-Kur’an da Ulûhiyyet/128-129)

****************************************************************

EL MELİK

Kâinatın sahibi ve bütün mahlûkarın Hakim-i Mutlakıdır O. Görünen ve görünmeyen, bütün alemlerin ve bütün mahlûkatın evvelinden ahirin ahirine dek yegane Hâkimi Allah’tır. O’na benzer hiçbir şey yoktur, çünkü O âlemlerin yoktan var edicisidir. Yarattığı kâinatın büyüklüğü, içinde bulunanların adedi ve ordularının gücü ancak O’na mahkûmdur. Ancak O’nun iradesi, hükmü ve adaleti caridir. Her ne olursa olsun O’nun iradesidir. O’nun murad etmediği hiçbir şey olamaz.

O yarattığı âleme muhtaç değildir ama alem O’na muhtaçtır. O kendi kendine hükmeder, hükmünde yardımcıya ihtiyacı yoktur. Kâinatı yarattıkları için tıpkı bir iş yeri, kıyamet gününü de muazzam bir adalet divanı olarak yaratmıştır. Bu dünyada biz amellerimizi ekeriz, kıyamet gününde de mükâfatlarını biçeceğiz. Herkes kendi işinin neticelerini görecektir. O’ndan gayrı iltica edilecek kimse yoktur.

Kendilerinde bu ilâhi ismin manasını bularak efendilerine arif olan Allah’ın kulları, servet, makam ve şöhretlerinin kendilerine ait olduğunu zannetme sarhoşluğundan ayılırlar. Dünyada ki Krallara tanrıymışçasına hizmet edenlerin arasından bu ismin manasını bulanlar efendilerin efendisini talep etmeye başlarlar. Bu ilahi memlekette kendi başlarına bırakılmayacaklarını ve en kara gecede kara taşta yürüyen kara karıncayı gören, akıllar ve kalplerden geçen en gizli düşünce ve hisleri duyan bir Hâkim-i Mutlak olduğunu herkes bir gün bilecektir. Olduğumuz ve yaptığımız her şey izlenmekte ve kaydedilmektedir her şeyin hesabı kıyamet gününde verilecektir.

El Melik’ten haberi olan bir kimse kral bile olsa en fazla kendisine ait olmayan bir sürüyü gütmek üzere bir süreliğine tutulmuş bulunan bir çoban olduğunu bilir. İnsafı, gayreti ve sadakati ölçüsünde efendisi tarafından mükâfatlandırılmayı umabilir. Kuzuları kesip pişiren, bütün sütlerini içen ve kurtların sürüde terör estirmesine izin veren habis bir çoban olursa kesinlikle cezalandırılacaktır. Bir çoban olarak görevi bittiğinde hesap vermek zorunda kalacaktır. Teslim edilmesi gereken günden evvel hesabı kitabı hale yola koymak çok daha evladır.

Abdülmelik o kuldur ki Rabbi kendisine kifayet eder. Rabbi hariç kimseden bir ihtiyacı yoktur onun. Bu halle hallenenlere kendi hayat ve amelleri üzerinde tasarruf kudreti verilir. Allah onları halifeleri olarak tayin eder ve onlar da kendi memleketlerinde hükümran olurlar. İnsanın memleketi kendi bedenidir. Tebaalarımız da dilimiz, gözlerimiz, ellerimiz vs. azalarımızdır. Ordularımız; Hırslarımız, arzularımız, şehvetimiz ve öfkemizdir. Eğer onları tasarrufumuz altına alırsan ve onlar da bize tabi olurlarsa, Allah başkalarının hayatlarına tasarruf etmemize de müsaade eder. Bu yüzden Abdülmelik olmuş bir kula kendi hayat ve amelleri üzerinde ayrıca Allah’ın emirleri dahilinde ve izin verdiği ölçüde başkalarının da hayatları üzerinde tasarruf etme yetkisi verilmiştir.

Kâinatın mutlak hükümdarı anlamında ki yâ Melik isminin kul üstünde ki tecellisi taşıması en zor olandır ve insanda zuhur eden sıfatların en kuvvetlisidir.

Bir kimse hakikaten rabbinin kendisine kifayet ettiği bir dereceye gelir ve daima bu ismi zikrederse herkese heybetli görünüp kendisine herkes tarafından hürmet edilir.

Rivayette gelir ki Hz. Hızır hasta bir kimsenin üzerine 100 kere okumak üzere aşağıda ki duayı öğretmiştir.

Allahümme ente’l-Melikü’l Hakku’llezî Lâ ilâhe illâ ente. Yâ Allah’u, ya Selâm’u, ya Şâfî. Ve 3 kere ya şifâe’l-kulûb.

(Ey Allah’ımız hakiki hükümdar sensin, senden gayrı başka bir ilâh yoktur. Ey Allah, ey Selâmet kaynağı, ey şifa verici, ey kalplerin ilacı) Allah dilerse şifa zuhur edecektir. (T. Bekir Bayraktaroğlu/ esma i hüsna)

****************************************************

MELİK İSMİNİN ISTILAHÎ ANLAMLARI:

Mülk kavramını içerdiği anlamları ve Melik isminin Allah için kullanıldığı ayetleri Kur’an dan öğrendikten sonra Melik isminin anlamlarını şöyle sıralayabiliriz:

Melik; yerin, göklerin ve ikisinin arasındakilerin hâkimiyet, egemenlik ve hükümranlığını elinde bulundurandır.

Melik; zatında, sıfatlarında ve fiillerinde hiçbir varlığa muhtaç olmayan, fakat her varlığın kendisine muhtaç olduğu kimsedir. Melik; yoktan var ettiği her şey hakkında dilediği şekilde tasarrufta bulunan zâttır.

Melik; saltanatının şerefi yerde, göklerde, insan ve diğer canlılarda görülendir.

Melik; hem insanları yaratan hem de onların hayatına ve yaşam tarzına müdahale eden demektir.

Melik; helal ve haram koyan, hakk ve batılın sınırlarını çizen, hidayet ve dalâletin ölçülerini belirleyen demektir.

Melik; insanları belli bir hedef için yaratan, onları başıboş bırakmayan ve neticede onları yaptıklarından dolayı sorgulayacak olan mutlak hüküm ve egemenlik sahibidir.

Melik; hem gerçek mabut, akılların sıfatları konusunda hayrete düştüğü, hayranlık beslenen, sevgi ve bağlılık gösterilen, zatı his ve duyu organlarıyla idrak edilemeyendir, hem de bütün kâinatta, dünya ve ahirette tasarruf ve saltanat sahibidir. Bütün bu özellikleri taşıyan Allah her türlü zaaf ve ayıptan uzaktır.

Melik; ancak kendisine sığınılan ve kendisinden yardım istenendir.

Melik; istediği topluma istediği kişiyi peygamber olarak gönderen ve bundan dolayı da asla sorgulanmayandır.

Melik; göklerde ve yerde var olan her canlı ve cansız varlığın kendisini tesbih ettiği kimsedir.

Melik; örnek ve lider ümmet olma emanetini dilediği topluma veren ve dilediğinden de alandır.

Melik; her türlü eş, çocuk, ortak ve yardımcıdan berî olan ve yaratıkların sahip oldukları nitelemelerden uzak olandır.

Melik; kendisine ve elçisine saygı duyan, zikrini her şeyin üstünde gören kullarını dünya ve ahiret hayatında mükâfatlandıran, saygısızlık yapanlara da ceza verendir.

Melik; hem canlıları diriltme hem de öldürme özelliğine sahip olandır.

Melik; hem kıyametin başlamasında, hem de kıyamette olacak olaylar konusunda tek söz ve yetki sahibidir.

Melik; hükümranlığı kıyamete kadar devam edecek olandır. Rasulullah (s.a.v) “..O her an bir iştedir.” (Rahman 29) ayetini okudu ve şöyle buyurdu:

Bir günahı bağışlamak, bir sıkıntıyı gidermek, toplumların bir kısmını yüceltip bir kısmını ise alçaltmak Allah’ın işlerindendir.” (İbn. Mace)

——————-

Melik isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

1-Bazı komutan ve yöneticileri Melik ismi ile isimlendirebiliriz. Ama göklerin, yerin ve arasındakilerin sahibi ve hâkimi anlamında hiçbir kimseye Melik ismi verilemez. Bu konuda Rasulüllah şöyle buyurur:

Allah kıyamet gününde yeryüzünü avucuna alır, semayı da sağında dürüp katlar. Sonra da: “Ben Melikim! Yeryüzünün hükümdarları nerede?” der.” (Buhari)

ResulAllah şöyle buyurdu:

“Allah kıyamet gökleri dürer ve sağ eline alarak şöyle buyurur: “Ben Melik’im! Cebbarlar (zorbalar) nerede? Ben Melikim! Mütekebbirler (büyüklenenler) nerede?” Sonra yeryüzünü dürerek sol eline alır ve şöyle buyurur: “Ben Melikim! Cebbarlar (zorbalar) nerede? Ben Melikim! Mütekebbirler (büyüklenenler) nerede?”

“Melikül-Emlâk (Hükümdarlar hükümdarı)” ismini insanlara vermek doğru değildir. Peygamber bu konuda şöyle buyurur:

Allah katında isimlerin en hakir, aşağılık ve zelil olanı, kendisine “Melikü’l-Emlak” adını veren kişidir.”

Bir başka rivayette de şöyle geçmektedir:

Kıyamet gününde Allah’ın en çok gazap edeceği, en adi ve hakir göreceği kişi dünyada iken “Meliku’l-Emlak” diye adlandırılan kimsedir. Hâlbuki Allahtan başka melik yoktur.

Melikü Yevmi’d-Dîn (Din ve ceza gününün tek sahibi)” ve “Malikül-Mülk (Mülkün tek sahibi)” isimleri de Allah’tan başkasına isim ve unvan olarak verilmez.

2 – Peygamber ailesinden henüz konuşmaya başlayan çocuklara şu ayeti anlamıyla öğretirdi.

“O (Allah) ki, göklerin ve yerin egemenliği O’na aittir; O herhangi bir çocuk edinmemiştir; egemenliğinde herhangi bir ortağı yoktur; çünkü her şeyi yaratan ve her şeyi belli bir yasalar örgüsüne göre düzene koyan O’dur.” ( Furkan 2)

Rasulullah Abdulmuttalib oğullarından her çocuk konuşmaya başlar başlamaz

İsra suresinin 111. ayetini öğretirdi.

“Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, aczinden dolayı bir dosta ihtiyaç duymayan Allah’a hamdolsun de ve gerektiği şekilde onu büyükle.” (İsra/111)

Bu ayetler, tevhit inancını en kapsamlı bir şekilde işleyen ayetlerdir. Allah, bu ayetlerde kendini özlü bir şekilde tanıtmaktadır. Bu ayetlerde hem Allah’ın sahip olduğu özellikler belirtiliyor, hem de O’na yakışmayan vasıflar ifade ediliyor. Kısaca Allah’ın ne olduğu ve ne olmadığı açıklanıyor. Göklerin ve yerin mülkünün O’na ait olduğu gerçeği öncelikle gündeme getiriliyor. Göklerde ve yerde gerçek egemenliğin, saltanatın ve hükümranlığın Allah’a ait olduğunu çocuklarımıza öğretmeliyiz. Çocuklarımıza Allah’ı Kur’an ayetleriyle tanıtmalıyız. Kendimize göre birtakım yöntem ve metotlarla Allah’ı tanıtmamalıyız. Allah kendisini en güzel bir şekilde Kur’an da tanıtmıştır. Allah’ı sadece yaratıp takdir eden olarak tanıtmamalıyız. O’nun aynı zamanda emretme ve yasaklama yetkisine sahip olduğunu da öğretmeliyiz. Yerin ve göklerin otorite ve egemenliğinin Allah’a ait olduğunu Kur’an la tanıtmalıyız. Sloganik söylemler den kaçınmalıyız. Mutlak egemenlik, otorite ve hakimiyette O’nun hiçbir ortağının olmadığını, hayat programı belirleme, hayata karışma, emretme ve yasaklama yetkisinin ancak Allah’a ait olduğunu anlatmalıyız. Allah’ın, insan hayatının bütün bölümlerine müdahale etme yetkisinin olduğunu sık sık gündeme getirmeliyiz. O’nun hükümranlığı sadece camilerde ve Ramazan ayında geçerli değildir. O, insan hayatının her bölüm ve birimi için kurallar koymuş ve bunlara uyulmasını istemiştir. Bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal alanlar Allah’ın kurallarına göre düzenlenince Allah, Melik olarak kabul edilmiş olur. Allah’a hayatın sadece belirli kısımlarında söz hakkı tanımak Kur’an ın bir bölümünü kabul edip diğer bölümünü kabul etmemek demektir. Bu ise tevhid inancına uygun düşmez.

“Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir, bu yüzden azapları hafifletilmez, onlar yardım da görmezler.”( Bakara 85, 86 )

3 – Şeytan, Hz. Adem ve Havva’yı asla yok olmayacak bir mülk ve saltanat ile aldatmıştı. “Şeytan ona sinsice fısıldayarak: “Ey Adem ! Sana ebedilik ağacını ve hiç yok olmayacak bir hükümranlığın yolunu göstereyim mi? dedi.” ( Tâhâ/120)

Şeytan Hz. Âdem’in gönlündeki en hassas noktaya dokunmuştu. İnsanın ömrü sınırlıydı. İnsanın gücü sınırlıydı. Bu nedenle insan uzun hayatı, kayıtsız bir hâkimiyeti elde etmek istiyordu. İşte şeytan bu iki gedikten ona yanaşıyordu. Hz. Âdem, insanın fıtratını ve insanın zaaflarını üzerinde taşıyan bir yaratıktı. Bu nedenle verdiği sözünü unuttu. Ve yasağı çiğnedi.

Sinsi ve dönek şeytanların insan ve cin türleri günümüzde de mevcuttur. Kıyamete kadar insanları mülk ve saltanatla aldatmaya devam edeceklerdir. Günümüz çağdaş şeytanları da insanın fıtratında mevcut olan temayülleri ve hisleri çok iyi biliyorlar. İnsanda mevcut olan ebedi yaşama ve saltanat sahibi olma duygusunu devamlı galeyana getirmeye gayret ediyorlar. Bunun için her türlü yöntem ve taktiği kullanıyorlar. İnsanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından yaklaşıyorlar.

“Şeytan Allah’a: “Beni azdırdığın için, and olsun ki, Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım; sonra önlerinden, arkalarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım. Onların çoğunu Sana şükreder bulamayacaksın” dedi.” (A’raf/17)

Önden ve açıktan yaklaşarak ölümü ve kıyameti unutturup mal ve makam hırsını körüklerler. Arkadan gizlice yaklaşarak ya geçmişlerini unuttururlar ya da geçmişte yaptıkları bazı iyiliklerle avuturlar.

Sağlarından yani birtakım kutsal değerlerle yaklaşarak insanları mal ve mevkiinin kulu kölesi yaparlar. Zengin olmanın ve mevki sahibi olmanın önemini ve gerekliliği üzerinde durarak, kulluk ve infak görevinden uzaklaştırmaya çalışırlar.

Sollarından yaklaşıp mal ve mevki sahibi olan insanları örnek gösterirler. İnsanları aşağılık kompleksine iterler. Neticede insanlar “Mülk Allah’ındır. Dünya fani. Ölüm haktır. Hepimiz öleceğiz” gibi sözler söylerler, ama malın ve mülkün kölesi olurlar. Allah’a kulluk için değil dünya hayatının geçici zevklerini elde etmek için yaşar hale gelirler. Allah’ın mülkünde Allah’ın istediği şekilde yaşamazlar. O’nun mülkünde O’na isyan edip azgınlık yaparlar. Allah’ın verdiği nimetleri O’nun istediği şekilde harcayıp kullanmazlar. Şeytanı dost edinen bu insanlar öleceklerini ve hesaba çekileceklerini dillerinden hiç düşürmezler; ama ölüm ve hesap için hazırlık yapmazlar.

Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalış.” gibi bazı sözleri hadis diyerek düstur edinirler. Hâlbuki hadis diye meşhur olan bu sözün aslı şu şekildedir:

“Şüphesiz bu din sağlamdır. Sen bu dinde yumuşak davranarak (rıfk) derinleş. Rabbine ibadeti nefsine nefret ettirme. Zira acele eden ne yol alabilir ne de binecek bir binek bırakır. Hiç ölmeyeceğini bilen bir kimsenin çalışması gibi amel et. Yarın öleceğinden korkan birinin sakınması gibi günahlardan sakın.”

Dünya hayatının ve nimetlerinin geçiciliği ile ilgili Hz. Peygamberden birçok hadis rivayet edilmektedir:

“Kim dünyasını severse ahiretine zarar verir. Kim de ahiretini severse dünyasına zarar verir. Siz fani olan dünya nimetlerine karşılık ahiret hayatını tercin edip, üstün tutun.”

“Obur hayvanların yemek çanaklarına üşüştükleri gibi ümmetlerin de sizin üzerinize üşüşmeleri yakındır.” Ashab: “Ey Allah’ın Resulü! Bu durum o gün azlığımızdan dolayı mı olacak? diye sorunca Peygamber şöyle buyurdu:

“Bilakis o gün sizin sayınız çok olacaktır. Fakat selin üzerindeki çer çöp gibi dağınık ve zayıf olacaksınız. Allah sizin korkunuzu düşmanlarınızın kalbinden çıkaracak ve kalplerinize Vehn hastalığı atacaktır.”

Bir adam: “Vehn hastalığı nedir ey Allah’ın Resulü?” diye sordu. ResulAllah da: “Dünyayı sevmek ve ölümden hoşlanmamaktır.” buyurdu”

“Vallahi bundan sonra size fakirlik ve yoksulluk geleceğinden hiç korkmam. Fakat sizin için korktuğum tek şey; sizden önce gelip geçen ümmetlerin önüne dünya nimetlerinin yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılması ve onların birbirlerini haset ettikleri ve nefsaniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize düşmeniz, onların helak oldukları gibi sizin de mahvolup gitmenizdir.”

Hz. Ali’nin şu sözü konuyu ne güzel ifade ediyor:

“Müslümanlar! Dünya, arkasını çevirerek rüzgâr gibi uzaklaşmakta, ahiret de onu karşılayarak aynı süratte yaklaşmaktadır. Her iki âlemin de insanlar arasında çocukları, kendisine emel bağlayanları vardır. Siz ahiretin fazilet çocukları olun, dünyaya kul köle olmayın. Bugün amel günüdür, hesap yok. Fakat yarın hesap günüdür, amel yok.”

Kur’an da 115 kez geçen dünya ve ahiret kelimeleri arasındaki ölçüyü şu ayet ne güzel belirlemektedir.

Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı er kişilerdir. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar. Çünkü o günde Allah, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandıracak ve lütfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.” (Nûr/37-38)

Müslümanın izzet ve şerefi mal ve mülk sahibi olmasında değildir. İzzet ve şeref, ekonomik ve siyasi kaygılardan dolayı Allah’la ve kitabı Kur’an la beraberliği devam ettirmek, bir de Allah’ın bize emanet olarak verdiği nimetleri O’nun yolunda harcamaktır.

“..Asıl şeref Allah’a, O’nun elçisine ve mü’minlere aittir. Ama münafıklar bunun farkında değillerdir.” Ey İman edenler! Malınızın mülkünüzün ve çocuklarınızın sizi Allah’ı anmaktan (Kur’an) alıkoymasına izin vermeyin. Çünkü kim böyle davranırsa ziyana uğrayanlardan olur. Birinize ölüm yaklaştığı ve: “Ey Rabbim! Bana mühlet tanı da karşılıksız yardımda bulunup iyiler arasına gireyim” diye yalvaracağı zaman gelmeden önce size rızık olarak verdiklerimizden harcayın.” (Münafıkûn/ 8-10)

Allah böyle onurlu ve şerefli Müslümanlara dünya hayatında izzet, şeref, yardım ve zafer verecektir. Ahirette ise büyük saltanatlar ikram edecektir. “Ve nereye baksan orada her türlü nimet ve büyük saltanat görürsün.” (İnsan/ 20)

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Resulüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şeyler de var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri bunlarla müjdele.” (Saff/10-13)

 

4 – Yeryüzünde bozgunculuk yapan, fesat çıkaran meliklerin kul ve kölesi olmamalıyız.

“Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar, şerefli kimselerini aşağılık yaparlar.” (Neml/34)

Allah’a ve Resulüne itaat etmeyen, insanların inançlarına uygun bir şekilde yaşamalarına karşı çıkan azgınlarla itaat etmemeliyiz. Yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarıp, nesli, ürünleri ve kültürü yok edenlere asla boyun eğmemeliyiz. Kâfirlere karşı merhametli, mü’minlere karşı da zorba ve zalim olanlarla hiçbir zaman gönül bağımız olmamalıdır. Her türlü zalim ve zulümden nefret etmeliyiz. Hem namaz kılıp hem de Allah düşmanı zalimleri alkışlayanlar sırat-ı mustakimden ayrılmış, Allah‟a savaş açmışlardır. Zalimin kimliğine bakmadan karşı çıkan, mazlumun da kim olduğuna bakmadan destekçisi olan Allah Rasulü bu konuda şöyle buyurur:

“Her kim, bir kimsenin zalim olduğunu bildiği halde, ona yardım etmek için onunla birlikte yürürse kesinlikle Ġslam halkası onun boynundan çıkarılır.”

“Ümmetimin zalime karşı “Sen zalimsin” demekten çekindiklerini görürseniz onların varlıklarıyla yoklukları birdir demektir. Onların kurtuluşlarını ümit etmeyin.”

5 – Allah’tan başka yardımcı, kurtarıcı ve şefaatçiler edinmeyeceğiz. Kıyamette gerçek hükümranlık sadece Rahman olan Allah’a ait olacaktır. Tek ve Kahhâr olan Allah’tan başka hiçbir makamın, gücün ve kimsenin sözü geçerli olmayacaktır.

O’nun izni olmadan hiçbir kimse, hiçbir kimseye aracı olamayacaktır. Cennete girmesi için şefaat edemeyecektir. Her hangi bir kimsenin referansı geçerli olmayacaktır. O gün bütün insanlar Allah’ın huzurunda toplanacak ve ancak Allah’ın izin verdiği kimseler konuşabileceklerdir. Onlar da ancak doğruyu söyleyeceklerdir. Durum böyle iken bizim bazı insanlara bağlanıp onlardan medet beklememiz, Allah’ı hakkıyla tanımadığımızı gösterir. Kendi kafamıza göre şefaatçi listeleri belirlememizin hiçbir geçerliliği yoktur. Cüce insanları yüce tanıyıp onların kurtarıcılığına inanmak tevhid inancı ile taban tabana zıttır.  (Dr. Ramazan SÖNMEZ/el-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ)

(Devam edecek)


ESMA DERSLERİ – 7 – EL MELİK (B)

$
0
0

EL MELİK A

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

EL MELİK:

Allah’ın Hükümranlığı, Hükümdarlığı, El-Melik Güzel İsmi

Bir hükümdarda devletin bütün erkleri (yasama, yürütme, yargı) nasıl toplanırsa Allah da gerçek bir hükümdar, hükümdarlar hükümdarı olarak bu güçleri mutlak ve sınırsız anlamda kendisinde bulundurmaktadır. Çünkü O her şeyin yaratıcısı ve gerçek sahibi olarak böyle bir hakka doğal olarak sahiptir. Fakat imtihan sırrı gereği bunun tecellisi dünyada biraz perdeli ve gizemli bir biçimde gerçekleşmektedir.

Allah doğa yasaları ile evreni ve yeryüzünü dilediği şekilde yönetmektedir. Her şey O’ nun iradesi ile hareket etmektedir. Mevsimler, gece ve gündüz bu iradenin bir yansımasıdır. Havanın ve suyun kaldırma yasası Allah’ın el- Melik güzel isminin bir tecellisi olarak maddenin içerisine yerleştirilmiştir. Ama Allah özel ve sosyal yaşamlarını biçimlendirmede insana bir kısmi irade vermiştir. Bunda insanı bir imtihana tabi tutmuştur. Verdiği özgürlükle onu sorumlu tutmuştur. Gönderdiği peygamberlere ve indirdiği kitaplara uygun olarak emir ve yasakları istikametinde yaşayanlardan razı olduğunu, diğerlerinden de hoşnutsuzluğunu bildirmiştir.

Gerçi Allah’ın el-Melik güzel isminin yargı yönü mutlak anlamda ahirette tecelli edecektir. Buna göre Allah insanları ahirette el-Melik güzel ismiyle dünya yaşamları için tek tek yargılayacak, iyileri ödüllendirecek, kötüleri de cezalandıracaktır.

Ama kısmen de olsa el-Melik güzel isminin bu yönünün dünyada da tecelli ettiğini görmekteyiz. Kuran-ı Kerim’de ilahi adaletten uzak olan ve peygamberlerin çağrısına uymayan nice kavimlerin helaki ile ilgili kıssaları buna birer örnektir. Aynı yasanın çağımızda da zulümle ve diktatörlükle idare edilen devletlerin yıkılmasında bir yansımasını görebiliriz.

Allah gerçek güç ve iktidar sahibidir. Görünüşte insanları, insanların işlerini yetkili ve nüfuzlu insanlar yönetirler. Ama aslında her şey Allah’ın izni ve yaratması ile meydana gelmektedir. Allah’ın izni ve yaratması olmadan hiçbir yetkili ve nüfuzlu kişi ne bir kimsenin işini görebilir, ne de kimseye zarar verebilir. Allah evreni, doğayı, doğa yasalarını ve olaylarını yaratıp idare ettiği gibi bizim tayin ve tespit edemeyeceğimiz bir güç ve iktidarla aslında insanı, toplumu, toplumsal yasaları ve olayları da yaratıp idare etmektedir.

Nasıl zenginlik ve fakirlik Allah’ın rızasına işaret etmiyorsa, bunlar dünya imtihanının birer özellikleri ise insanlardan bazılarına verilen yöneticilik yetkisi de böyledir. Mevki makam insanların imtihan edildikleri dünya nimetlerindendir. Allah’ın bazı insanlara bu yetkiyi vermesinde çok derin hikmetler yatabilir.

Allah bazen zalimleri iş başına getirir. Böylece esasta haklı olan inananların bazı yanlış işlerini ortaya çıkarır. Onları zalimlerin eliyle cezalandırarak tövbe etmelerini, temizlenmelerini sağlar. Bazen de adaletli kimseler yetki sahibi olurlar. O zaman hak yerini bulmuş olur. Yine de insan olarak hatadan uzak olamayız. Bazı guruplara yapılan ufak tefek haksızlıklar birleşir, büyür. Sonra bu haksızlıkların öcünü alacak yetki sahibi kimseler toplumda öne çıkarlar. Hadiselerin sevkiyle onlar liderlik koltuklarına oturarak toplumda bir denge unsuru olurlar. Bu böylece devam eder gider.

Dünya tarihi yapılan haksızlıkların bir gün faturalarının ödendiği pek çok sahne ile doludur. Hz. Musa’nın üzerindeki büyük gücün ve ilahi kudretin nedeni genellikle şöyle açıklanır: Firavun tarafından haksızca öldürülen çocukların güçleri Allah’ın bir sünnetullahı (ilahi kanunu) olarak Hz. Musa’da toplamıştır.

Bütün bunlar herkes için birer imtihan konusudur. Sonuçta her şey Allah’ın emri ile olur. Haksız olan kazandığı zaman bunda Allah’ın rızası yoktur. Bu geçici bir galibiyettir. Allah zalime hikmeti gereğince sadece belli bir zaman için izin verir.

İbn-i Haldun (Ö. 1406) Kuzey Afrika’da pek çok devletin insanlar gibi doğup belli bir süre geçtikten, yani olgun devirlerini yaşadıktan sonra yıkıldıklarını görmüştür. Ayrıca Kuran-ı Kerim’de ki; Hiçbir ümmet ecelini ne öne alabilir ne de erteleyebilir. (Müminun/43). ayet-i kerimesini de dikkate aldığında Mukaddime isimli eserindeki devletler hakkındaki meşhur kanaati pekişmiştir. Sonuçta devletlerin canlılar gibi doğup gelişip ihtiyarlayarak öldükleri kuramını ortaya atmıştır.

Devlette egemenliği elinde tutan sülale veya parti güttüğü ideoloji gereği az da olsa bazı haksızlıklara neden olabiliyor. Bunun sonucu yıpranıyor. Bir süre sonra ya idareden el çekiyor ya da çektiriliyor. Başa geçen yeni bir sülale veya parti ile bir denge sağlanıyor. Haksızlıklar gideriliyor. Ama bu sefer de başka tür haksızlıklara kapı açılıyor. Bunlar da iktidardakini yıpratmaya başlıyor. Demek ki Allah iktidar sahipleri için bazı toplumsal ve siyasal yasalar koyarak onları gizli bir şekilde yönetmektedir. Toplumsal ve siyasal hayatta iktidardakileri belirleyen bazı gizli kanunlar bulunmaktadır.

Allah bütün evreni, doğayı koyduğu yasalarla yönetir. Bu yasalarda istediği şekilde tasarruf etme hakkına sahipken genellikle bunlarda kıl kadar bir sapma bile olmaz. Bu yasalara Sünnetullah da denir. Örneğin dünya kendi ekseni etrafında yirmi dört saatte, güneşin etrafında 365 gün 6 saatte dönüşünü tamamlar. Bu evren var olalı beri böyledir. Tüm evrenin dengesi bu sayede korunmaktadır. Şayet dünya bu dönme olayını terk etse güneş sistemi birbiri ardı sıra dizilen domino taşları gibi yıkılıp giderdi. Evrendeki bu denge, yıldızlardaki yer çekimi ile gezegenlerdeki dönme ile meydana gelen merkez kaç kuvvetinin etkilerinin bir uyuma dönüşmesiyle oluşmaktadır.

Allah’ın evrene ve doğa yasalarına tam bir hâkimiyeti vardır. Kıyamet günü bu yasalar değişecek; yıldızlarla gezegenler çarpışacak, dağılacaktır. Atomlar bileşenlerine ayrılarak büyük bir enerji dalgasına dönüştükten sonra yok olacaklardır. Sonra yeni bir yaratılış başlayacaktır.

Allah insanlara verdiği kısmi irade ile hayır ve şerri seçme izni vermiştir. Toplumsal yaşam bu iznin kullanıldığı bir alandır. Allah’ın dini Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz ve dört sahabe döneminde örnek birer toplum ve devlet olarak hayata geçirilmişti. Sonradan bu örneklik pek çok İslam devletine de model oldu.

Tarihte bazı toplumlar Kuran-ı Kerim?i ve Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimizin yaşamını temel alarak örnek devletler kurmuşlardır. Adaleti ve huzuru bizleri imrendirecek ölçülerde yaşamışlardır. Başka toplumlara ulaştırmaya çalışmışlardır. Bunlardan Osmanlı Devleti ilk akla gelen örnektir.

Allah nasıl evreni ve doğayı yasalarla yönetiyorsa toplumları da şu ilahi yasayla (Sünnetullah) yönetmektedir: “Bir toplum kendinde olan durumu değiştirmedikçe hiç kuşku yok ki Allah da o toplumda olan hali değiştirmez. Allah bir toplum için kötülük irade buyurdu mu onu geri çevirecek kuvvet yoktur. Artık Allah’ın dışında da başka bir yöneticilerin yöneticisi (el-Vâlî) yoktur (Ra’d/11)

Ayette her ne kadar Allah’ın el-Vâlî güzel ismi mastar olarak geçse de burada bu güzel ismin ne anlama geldiğini, Allah’ın toplumların yönetimdeki işleyişine koyduğu Sünnetullah ile birlikte anlamaktayız. Şöyle ki: Toplumları Allah, genel olarak inançlarına, manevi yönlerine, ahlaki durumlarına uygun olarak yönetmekte, daha doğrusu başlarına kendilerinin bu açılardan genel durumunu temsil eden uygun yöneticileri getirmektedir. Buna göre temiz bir toplumun başına iyi bir yönetici gelirken her türlü günaha batmış, manevi yönden çökmüş bir toplumun başına da bir ahlaksız geçmektedir.

Gerçi demokrasi ile yönetilen ülkelerde bundan başka bir sonucun da ortaya çıkması elbette mantık kurallarına aykırıdır. Çünkü herkes kendisine benzeyen insana oy verecektir. Ama Allah toplumların yönetimi için böyle bir Sünnetullah belirlediğini söylüyorsa bunun yönetim biçimi ile bir ilgisinin olamadığını, monarşi veya diktatörlük rejimlerinde de bunun geçerli olduğunu düşünebiliriz. Çünkü evren ve doğada gördüğümüz Sünnetullahın değişmezliği, toplum için konan bu yasa için de geçerlidir.

İnsanların çoğu yaratıcı olarak Allah’ı kabul ettikleri halde El-Hakem güzel ismiyle O’na inanmazlar. Yaşamlarında Allah’ın hükümlerine yer vermezler. Kuran-ı Kerim’de sıfatları ve güzel isimleri ile Kendisini tanıtan Allah’a değil kafalarında arzu ve hevesleri istikametinde yarattıkları sahte ilahlara iman ederler. Peygamberin (s.a.s) sünnetini de küçümserler ve onun çağdışı kaldığını söylerler. Allah’ın dinine ters düşen çeşitli ideolojilere; kendi akıllarına, arzu ve heveslerine uygun olarak hareket ederler.

Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? (En’am/114)

“Allah, aramızda hüküm verenlerin en hayırlısıdır (A’raf/87)

“Kim Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler. (Mâide/44).

İnsanların en çok şirke düştükleri husus güç ve kudrettir. İktidar sahiplerine takılıp kalmadır. Onların her şeyi yapabileceklerini sanırlar. Hâlbuki güç ve kudret tamamen Allah’a aittir: “La-havle vela kuvvete ila billahil aliyyül-azim (Güç ve kudret tamamen Allah aittir)”

İnsanlar Allah’tan aldıkları ödünç bir güç ve kudretle iyi veya kötü işleri yaparlar. Allah iyilerinden razı, kötülerinden razı değildir. İnsanda zerre kadar güç ve kudret yoktur. İktidar sahiplerinin her şeyi yapabileceğine inanmak, onlara umut bağlamak doğru değildir. Allah yüce hikmeti gereği iktidarını, yani el-Melik güzel ismini onların eli ile tecelli ettirir. Gerçekte en yüce iktidarlık O’nundur. İktidar sahipleri ancak Allah’ın yüce iradesi ve izni ile hareket ederler. Allah dilemedikçe iktidar sahipleri istese de kimseye zarar veremezler. Aynı şekilde Allah dilemedikçe kimseye bir yarar da vermezler. Çünkü “Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz (Tekvir/29)

Yüce Allah her şey üzerinde mutlak bir güce ve kudrete sahiptir. O her şeyin melikidir. “Onun bilgisi olmaksızın bir yaprak bile düşmez.” (En’am/59)

Dünya melikleri imtihan sırrı ile bazen insanlara zulmetse de bu da yüce Allah’ın, meliklerin melikinin izni ile olmaktadır. Ama yüce Allah asla bu duruma razı gelmez. Zulme uğrayanların haklarını ahret gününde en güzel şekilde alacaktır ve verecektir.

Bu dünyanın görünüşüne aldananlar dünya meliklerinde bir güç ve kudret var düşüncesi ile adeta onlara taparlar. Onları Allah’a şirk koşarlar.

Her varlık gücünü, kudretini Allah’tan alır. Aslında güç, kudret Allah’a mahsustur. İnsanın zere kadar gücü, kudreti yoktur. Güç, kudret imtihan için Allah tarafından insana eğreti olarak verilmektedir. İnsanın gücü, kudreti kendinden bilmesi, Allah’a şirk koşmaktır. İnsanı ve insanın eylemlerini de yaratan Allah’tır (bk. Saffat suresi 96). Ama insan bunlardan sorumludur. Çünkü iradesiyle tercih etme hakkına sahiptir. İnsanın bir işte muktedir veya başarılı olması da şükür konusunda bir imtihandır. Yine insanın bir işte aciz kalması, zayıf ve başarısız olması da sabır konusunda bir imtihandır. İnsan her hâlükârda imtihandadır. Şükür ve sabır duygularına sığınarak imtihanı kazanır.

Allah her şeyi yapabilen, edebilendir. Kuran-ı Keriminde tasvir ettiği cennetleri ve cehennemleri kullarının ceza ve ödül yerleri olarak yaratmaya gücü yetendir. Zaten bunlar yaratılmış durumdadırlar. Bizlerin dünya sınavının bitmesini, kıyamet gününün ve hesabın gerçekleşmesini beklemektedirler. Bir insanın evrenin büyüklüğüne, yıldızların ve gezegenlerin boşlukta hareket ederek asılı durmalarına bakıp da Allah’ın cennet ve cehennemi yaratamayacağına inanması olanaksızdır. Allah ahrette de mutlak Meliktir. O’nun bu güzel ismi ahrette cennet ve cehennem yurtlarında apaçık ortaya çıkacaktır.

Allah her şeyi “Ol!” emri ile yoktan yaratmıştır. Bu sırada Kendisinden bir şey eksilmediği gibi, Kendisi herhangi bir yorgunluk da duymamıştır. Allah sadece şu yıldızlarının çoğunun ışığı henüz bize ulaşmamış evrenin değil mahiyetlerini bilemeyeceğimiz sınırsız evrenlerin de yaratıcısıdır. O’nun gücüne, kudretine bir sınır koyamayacağımız gibi yaratmasını da sınırlandırmamız büyük bir küstahlıktır. Allah evrenin, evrenlerin Melik’idir. Her şey O’nun buyruğuna bağlıdır. Gücü ve kudretiyle ayakta durur. O’nun bilgisi ve iradesi dâhilinde olmayan hiçbir yer veya şey yoktur.

Nice güç, kudret sahibi insan bazen muktedir olamaz. Her işin altından kalkamaz. Egemenliği altındaki olaylara, kişilere, varlıklara güç, kudret yetiremez. Bazı işlerin halledilmesinde acze düşer. Oysa Allah hem sınırsız güç, kudret sahibidir (El-Kaviyy), hem her şeyi yapabilendir, edebilendir (El-Kâdir), hem de buna gücü, kudreti yetendir (El-Muktedir). Ayrıca gücü, kudreti azalmayandır da (El-Metîn).

El-Melik güzel ismi Allah’ı gerçek bir hükümdar, hükümdarlar hükümdarı olarak övmeyi ve yüceltmeyi gerekli kılmaktadır.

Dünya ve ahrette El-Melik olan yüce Allah, mağfiretini, rahmetini, keremini üzerimizden eksik etmesin. Âmin. (Muhsin İyi)

**************************************************************

El MELİK İSMİNİN YORUMU

İnsanoğlu bilimler tarihi boyunca Allah’ın varlık âlemi üzerindeki etkisinin ve onun ne biçimde bu âleme hükmettiğinin araştırmasını yapmaya çalışmış ve bu konuda çeşitli görüşler bildirmiştir. Bu çalışmalar bu konuda çalışan kişilerin görüşlerine bağlı olarak çok derin yorumlar ortaya koymuş ve anlaşılmaları da o derece zor olmuştur. Biz burada bu tartışmalara hiç girmeden Allah’ın varlık âlemini yönetmek konusundaki en açık iradesi olan din konusunun nefisteki karşılığını anlamaya çalışacağız. Hayat alışkanlıklar manasında din ve tagut arasındaki alanda süren bir çatışmadır El Melik İsminin yorumunda.

Nefs yarattığı algılar aracılığı ile alışkanlıklar haline dönüştürdüğü belli bir yaşam biçimini ki biz buna dinsiz bir yaşam diyebiliriz. Bünyenin yönetimini ele geçirmek amacı ile yaşam içerisinden resmettiği kendi zevklerine uygun sahnelerin izdüşümünü kendince dinsizliğin bir yolu olan kurguları, yine yaşam biçimi olarak bünyelerimize kabullendirmeye ve bu şekilde bizi dinsiz bir yaşam çerçevesinde yönetmeye çalışır.

Nefsin tatminine hizmet eden zevkler ve hazlar derinlemesine incelendiğinde sahte isteklerden oluşmuş bir yaşam biçimi kurgusu olarak tüm yaşamımızı kapsayan çok geniş bir yelpazeyi keyif kavramı ile etkisi altında tutmaya çalıştığı anlaşılır. Durumu çok basit bir biçimde nefsin istekleri yönetmedeki eğilimleri olarak açıklayabiliriz yani nefs ortaya çıkan bir duygusal pozisyonda bir şeylerin olmasını ya da olmamasını ister. Örneğin yalnız kalarak kendi alışkanlıklarının keyfini çıkarmak için diğer insanların varlığını istemez, annemler geliyor diyen eşinizin sözlerine aşırı tahammülsüzlükler gösterebilir.

Bu kurguda alışkanlıkları tatmini amacı ile istekleri yönetmenin detaylarını tespit etmek ise din olgusuna bağlı olarak geliştirilmiş bir hak davranışlar bilinci ile mümkündür. Ancak bu konuda üstünlük makamları sahibi olan El Melik ve onun hak davranışlar konusundaki iradesine bağlı olarak geliştirilmiş bir iman, nefsin dinsiz yaşam biçimi konusundaki oyununu bozmak için yegâne bilinçtir.

Burada arkadaşlarıma belki haddimi aşarak şöyle bir tavsiyem olacak, insanın iman gelişimini kendi haline bırakması bazen çok tehlikeli, insan psikolojisini bozabilecek sonuçlar doğurabilir, bu yüzden yavaş ta olsa İslami kaynakları ön yargısız olarak incelemek bu gelişimi sağlamak için en uygun yoldur sanırım.

Şimdi nefsin batıl hazlarını alışkanlıklar üzerinden keyfe yönelmeyi, bünyeye nasıl kabul ettirmeye çalıştığına dair bazı örneklerle konuyu açmaya çalışalım. Nefsin burada yaptığı yegane illüzyon batılın ne kadar cazip olduğunu kullanarak ve davranışların içinden dini soyutlayarak bünyeyi etkisi altına almaktır.

Hafta arasında işinizin başında çalışmakta iken bir anda zihninizde ve gözlerinizin önünde hafta sonunda arkadaşlarınızla birlikte yaşayacağınız sonsuz hazlardan oluşmuş, içinde olacağınız mekânların ışıklarından, renklerinden, tatlarından, kokularına kadar, arkadaşlarla birlikte olmanın sıcaklığından, haram helal ayırt etmeksizin tadacağınız zevklerden oluşan bir sahne beliriverir. İşte bu bünyenin zevklerden oluşan alışkanlıklara bağlı olarak ele geçirilme gayretidir, o andan itibaren bünyeyi hafta sonuna ulaştıracak ve bu zevklerin içinde kaybolunacak bir nefsani istek oluşmuş, ne dine ayıracak bir hassasiyet nede onu düşünecek bir iman kırıntısı bırakılmamaya çalışılmıştır. Bu nefsani algı karşısında El Melik İsmini anarak dinimiz konusunda geliştirmek zorunda olduğumuz bilincimizi hatırlamalıyız.

Nefs bu örnekteki tavrını yaşamın tümünü kapsayacak şekilde uygulamaya sokar. İşinizden evinize dönersiniz son sürat bir yemek yiyiş ve ardından hangi mekâna takılıyorsanız orada yine nefsin zevklerine uygun bir biçimde bezenmiş meşgalelerin önünüze geldiğine şahit olursunuz. Burada yine hiç din yoktur. Ancak alışkanlıkların sonucu dilimize giren, laf olsun diye söylenmiş bir kaç dini beyana nefs karşı çıkmaz, nasihatleri ise gelişmemiş imanın boşluğunda duymazdan gelir ya da bunlardan hiç bir iz kalmaması için gayret gösterir.

Yaşam çok çeşitli faaliyetlerden oluşmaktadır nefsin ise bu yoğunluk içerisinde dini unutturma eğilimi oldukça kolaylaşmıştır. Ancak sağduyu dediğimiz akıl gönül işbirliğimiz yaşamımızda bulunması gereken dini faaliyetlerin referanslarını zihne sürekli sevk eder, işte biz bu anlarda nefsin bu referansları görmezden gelen, örtmeye çalışan etkisini, oluşturmaya çalıştığımız iman bilincimizin de katkısı ile Allah’ın El Melik ismini anarak tüm bu yazıda anlatılmaya çalışılan durumlarda bertaraf etmeliyiz. Cafer Tayyar Ceyhan

**************************************************************

El MELİK

Allah’ın Melik ismini tam anlamıyla idrak edebilmek için önce bu kökten gelen ve Kur’an-ı Kerim’de de geçen diğer benzer isimleri anlamaya ihtiyacımız var. Biz bugün bunlardan yalnızca ikisini inceleyerek aradaki farkı anlayıp, Melik isminin gerçek anlamına ulaşmaya çalışacağız.

El-Melik ve El-Malik, bu anlamda Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de geçen en belirgin isimlerindendir. Anlamı: “Bütün evrenin gerçek sahibi, yöneticisi, asıl ve mutlak sahibi” demektir. Fakat bu iki isim arasında, aynı rahmet ve merhamet kelimelerinin arasındaki gibi bir küçük fark vardır. Malik, fiile izafe edilir. Melik ise özneye.

Örneğin; bedeninizin sahibi sizsinizdir, bu sizi Malik yapar. Fakat bundan öte sizin bir sahibiniz vardır ve O, aynı zamanda size ait olan her şeye de sahiptir. İşte bu Melik’tir. Daha iyi anlamak için özneleri değiştirelim. Çocuklarınızın görünür sahibi sizsinizdir, fakat ona ait olan kulağın, gözün, saçın, düşüncelerin sahibi asla siz olamazsınız. Fakat Allah, hem size, hem size ait olan evladınıza, hem de o evladın tüm azalarına sahip olandır, demek ki Allah Melik’tir. Ve Melik isminin bize tecelli edişi Malik olmakla olur.

Aynı zamanda Malik ismi, Allah’ın kendi için de kullandığı isimlerdendir. Yani aynı, rahmetinden bir miktarı bize verip bizleri merhametli yarattığı gibi, Melikliğinden bir miktarı da bize verip, bizi Malik olarak yaratmıştır. Ve işte tüm bunları yaparken, kendi rahmetinden, kendi Melikliğinden kendi izzet ve kereminden asla eksilmiyor olması O’nun tek Melik olduğunun ispatıdır.

Bizim ise, kendimize ait gördüğümüz ve kendimizi onun sahibi saydığımız tüm varlığımız, bir başkasına vermekle eksilir yahut zaman içerisinde tükenir. Oysa Melik olan Allah, varlığını bir kulundan alır ve sonra diğer kuluna verir. Varlık O’nun, kul O’nun, varlığı birinden diğerine geçiren kudret O’nun. İşte bu yüzden Allah kullarını bazen vererek, bazen alarak sınar. Bazen sultan eder sınar, bazen kurban eder sınar. Bazen evlat verir sınar, bazen evladını alır sınar. Bazen dost verir sınar, bazen dostsuz bırakarak sınar. Bazen eş verir sınar, bazen yalnızlıkla sınar. Ama aldığı da verdiği de, gelen de giden de, kalan da, yiten de yine O’nun mülküdür. O Allah ki, mülküne mülk veren ve dünyada imtihan edendir. İşte bizler, Allah’ın en değerli mülkleri olarak bu imtihanın farkında varmak zorundayız. Farkında olmak ve sahibi olduğumuzu sandığımız tüm bu nimetlerin asıl sahibini unutmamak zorundayız.

Tam burada aklıma Osmanlı padişahlarının bir uygulaması geliyor. Bazı kaynaklara göre Yavuz Sultan Selim’in, bazı kaynaklara göre ise Fatih Sultan Mehmed’in başlattığı bir geleneğe göre; padişah, halkın içine karışacağı bazı özel günlerde, birkaç adama altın vererek, geçtiği yerlerde “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var!” diye bağırmasını istermiş. Çünkü padişah, halkın sevgisiyle karşılaştığı an nefsine uyup böbürlenmekten ve varlığın tek sahibini unutmaktan korkarmış. Rabbim şu hisli korkuyu bizlere de nasip etsin!

Yine muhaddisler, bir adamın Efendimizin huzuruna gelince titremeye başladığını ve  Peygamberimiz ’in ona, “Kendine gel! Ben Kureyş kabilesinden kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum.” buyurduğunu, yani kendisine verilen peygamberlik nimetiyle dahi övünmediğini aktarmışlardır. Bu iki örnekten anlıyoruz ki, bize verilen nimetler mülk değil emanettir. Onlara bağlanmak, varlığına sevinip yokluğuna isyan etmek hadsiziktir.

Alimlere göre, yokluğa sabretmek kolaydır. Çünkü yoktur ve sabretmek zorundasındır, zaten sabretmezsen yapabilecek başka bir şeyin de yoktur. Belki bir iki dövünür, bir iki bağırır, belki Allah muhafaza bir iki isyan edersin. Fakat sonra yine el mahkûm, sabredersin. Oysa varlığa sabretmek öyle değildir. Varlık, insana güç katar. Güç ise, insana kendini sahip hissettir. Kendini sahip hissetmeye başlayan insan, zamanla varlığın asıl sahibini unutur. Ama bu öyle dil ile unutma değildir. Hâl ile unutur, amel ile unutur. İşlere dalar, namaz vaktini geçirir. Okula yoğunlaşır, Kur’an-ı Kerim’i unutur. Dost eğlencesine dalar, haramları unutur. Çocuğa dalar, namazı bırakır. Ve en kötüsü ise rahatlığa dalar, rahatsız olan yetimi, fakiri, düşkünü unutur.

Ama bazı insanların zenginliği, onlara Allah tarafından bir ikramdır, bol bol verilir. O zenginliğin sahibi ne Rabbini unutur, ne yoksulu unutur. Bu yüzden onun varlığı ne azalır ne yok olur. Tüm bu sahnelerden görüyoruz ki, mülkiyet çağımızda insanoğlunun en hassas meselesi haline gelmiştir. Aslında bu yüzyıllarca böyle olmuştur ve kıyamete kadar da böyle olmaya devam edecektir. Aynı zaman da Rabbimiz her insanın yaratılışına sahip olma, sahip çıkma, sahiplenme gibi fıtri özellikler koymuştur. Fakat gerek peygamberlerin hayatlarına, gerek sahabenin hayatına, gerek ashab-ı kirâmın hayatına ve gerekse çağımız müçtehidlerinin hayatına baktığımızda görüyoruz ki, bu özellik terbiye edilmeyecek bir özellik değildir. Rabbim bu özelliği bizlere terbiye edelim diye vermiştir. Aynı öfkeyi verişi gibi, ateşi yaratılışımıza koyuşu gibi. Dolayısıyla burada, biz insanlar için bir imtihan vardır.

Peki nasıl olacak bu işler? Verilen mülkün nasıl hakkıyla sahibi olunur? Elde olan zenginliğin nasıl hakkı ödenir? Verilen bunca dünya nimetinin sahibi hiç unutulmadan nasıl yaşanır? Biz de mi altın verip adam tutup, bağırtalım? Bu mudur tek yolu? Hayır dediğinizi varsayıyorum. Ve bu varsayım üzerine, neler yapabileceğimizi dair bulduğum ipuçlarını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Mesela Hadid Suresi’nde buyruluyor ki:  “Ele girmesiyle, elden çıkması bir olsun.” (Hadîd/23) Demek ki, bizler varlığa ait olmayacağız, onu bize ait görmeyecek ve yığmayacağız. Ve ayete riayet ederek, geleni vermeyi, birikeni dağıtmayı, olanı ikram etmeyi bileceğiz.

Sonra “El Malik” ismi şerifi var, varlığı kendimize ait görmeye başladığımız an bu ismi aklımıza getirecek ve kötü düşüncelerden kurtulana dek ismi dilimize pelesenk edeceğiz. Bu bize, evrenin ve tüm nimetlerin gerçek bir sahibi olduğunu hatırlatacak ve haddimizi bilmeyi öğretecek. Ve bu isim bize tecelli etmeye başladığı an, gerçek bir Malik olmanın ne demek olduğunu anlayacağız.

İnsan şehvetini dizginleyebilirse Malik olur. İnsan öfkesini dizginleyebilirse Malik olur. İnsan nefsini zapt edebilirse Malik olur. İnsan varlığını dağıtmayı bilirse Malik olur. İnsan insanlığını bilirse Malik olur. İnsan Rabbini bilirse Malik olur. İnsan Malik olursa, Rabbi ona Melik olur.

Rabbim tüm güzel isimlerinin hakkı için hepimize merhamet etsin ve günahlarımıza rağmen bize bu ilmi anlamayı/anlatmayı nasip etsin. Gönül Ayyıldız

 

************************************************************

EL MELİK

Malîk, sahip olmak demektir. Her şeye sahip ve onlara hükmeden, kuvvetli hükümdar anlamına gelir. Mülküne malik olana da MELİK denir.

 “Göklerin ve yerin, ikisi arasındakilerin mülkü Allah’ındır.” (Mâide/18)

Göklerin ve yerin arasındaki her bir âlemin sahibi Allah’tır. Çünkü onları Allah var etmiştir. O’nun ilmi, hükmü ve takdiri ile tüm âlemler var olmuştur.

 “Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O her şeyin yöneticisidir.” (Zümer/62)

 “(Allah) geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gidiyor. İşte Rabb’iniz Allah budur. Mülk O’nundur. O’ndan başka yalvardıklarınız ise bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir.” (Fatır/13)

Tüm mülklerin sahibi Allah olduğuna göre, onların kullanılma şekli olan tasarruf etme hakkı da tamamen Allah’ındır. Mülkünün nasıl tasarruf edilmesi, Allah’u Teâlâ’nın kararıdır. İnsanoğlu da Allah’u Teâlâ’nın tasarrufundadır. Daha insanoğlu da bir tasarruf malzemesi ise, kalkıp kendi iradesine göre diğer malzemelerin tasarruf hakkını kendinde göremez. İyi düşünecek olursa;

“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah her şeye kadirdir.” (A. İmran/189)

Kendisine ait olmayan şeylerin tasarruf hakkını, kendisinde göremez. Her şey, insan da dâhil Allah (cc)’ın tasarrufundadır. Allah’u Teâlâ kendisi halifeye yetki vererek, sınırlı bir tasarruf hakkını insana vermiştir. Durum bu iken insan da yeryüzünde nasıl bir tasarruf yapması gerektiğini Rabbi’nden öğrenmelidir.

Bu bir halifelik görevidir. Halife bu kurallara uymak zorundadır. Allah’ın mülkünde Allah’ın kuralları geçerli olduğuna göre; halife, verilen bu yetkinin çerçevesine göre davranır. Bu kurallarda yine Allah’ın ilim ve hikmeti ile kuşatılmıştır. Allah’u Teâlâ mülküne kuralları gelişi güzel koymamıştır. İlim, hikmet, rahmet ve bir ölçü ile tasarruf kurallarını koyar. Kurallarında, hüküm ve otorite koyandır. Yani Allah mülkü yaratıp bir kenara atmadı. Onlara düzen ve hüküm verdi.

“Göklerin ve yerin mülkü (ve yönetimi) O’nun dur. O bir çocuk edinmemiştir. Mülkünde ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir.” (Furkan/2)

İşte insan, Allah’ın izni olmadan, O’nun kararını almadan, yeryüzünde istediği gibi yaşayamaz, tüketemez, kullanamaz. Çünkü Allah her bir şeyin asaleten sahibidir. Melik olanda O’dur. O halde insan mülk sahibinden onay almadan O’nun mülkünü kullanamaz. İnsan izin alarak, vekâleten kullanır. Allah’ın izin verdiği şekilde kullanabilir. İnsan dilediği gibi kullanırsa izin almadan kullandığı için Allah’u Teâlâ’nın hakkını ihlâl eder. Hırsızlık ve saygısızlık yapmış olur. Bu yüzden insan, Yüce Rabbi’nin izin verdiği şekilde ve miktarda kullanmalıdır. Ki Rabb’i ona kızmasın, gazaplanmasın. Bilakis Rabbi’nin tasarrufuna göre, insan tasarruf ederse O’nu memnun eder. Allah, mülkün sahibidir. Mülkü dilediği gibi kullanma, değiştirme hakkı O’nun dur.

 “De ki; Allah’ım (ey) mülkün sahibi; mülkü dilediğine verir, mülkü dilediğinden alırsın…” (A. İmran/26)

Allah tüm âlemlerin sahibidir. O halde âlemlerde olmuş, olacaklar yalnız O’nun izniyle olur. Hiç kimse ortaya atılıp yapılacaklar veya yapılmayacaklar için buyruk veremez.

“Bilmedin mi ki göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı, yönetimi, mülkiyeti) yalnız Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı yoktur.” (Bakara/107)

Melik, hem mal üzerinde, hem de insanlar üzerinde hükmetme, yönetme, sahip olma, karar verme hakkı olandır. Kısaca her şey üzerinde tasarruf etmek O’nun hakkıdır.

Yeme, içme, giyme vs. bunlara mülk denmez. O’na meta, mal denir. Yine en küçük metadan en büyük mülklere kadar her şeyin maliki yüce Allah’tır.

Örneğin; göklerden en küçük virüs hücrelerinin çekirdeğine kadar her şey Allah’ın mülkünde yer alır. Geçmişte olanlara, gelecekte olacaklara Allah meliktir.

Annenin hangi cinsiyette, renkte çocuğu olmasında bir kararı yoktur. Anne, karnında taşıdığı bebeğe müdahale edemiyor. Allah’u Teâlâ ne isterse o olacaktır.

“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. (O) dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler bahşeder, dilediğine de erkekler bahşeder.” (Şuârâ/49)

Yine bir örnek verelim. Gelecekte olacak şeyleri Allah bilir ve takdir eder. Kıyamet ne zaman kopacak. Melik olan Allah şöyle buyuruyor âyeti kerîmesiyle;

“Göklerin ve yerin ve ikisi arasında olan her şeyin mülkü kendisine ait olan (Allah) ne yücedir. (Kıyamet kopacağı) saati bilmek de O’nun yanındadır ve siz O’na döndürülüp götürüleceksiniz.” (Zuhruf/85)

Allah’u Teâlâ öyle bir meliktir ki; hiçbir şeyi O’ndan gizleyemezsiniz. O görünen ve görünmeyen her şeye hükmeder.

“Göklerin ve yerdekilerin hepsi Allah’ındır. İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker. Dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Allah her şeye kâdir’ dir.” (Bakara/284)

Allah yaratır, her şeye kendi kurallarını koyar. Bu şu demektir. Her şey yaratılan fıtrat üzeredir.

“(Allah) geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gidiyor. İşte Rabb’iniz Allah budur. Mülk O’nundur. O’ndan başka yalvardıklarınız ise bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir.” (Fatır/13)

Tüm âlemler Yüce Allah’ın malikiyetini kabul etmiştir.

“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ın şanının yüceliğini anmaktadır. Mülk O’nundur. Hamd O’nundur. O, her şeye kâdir’dir.” (Teğabün/1)

Bu âlemler içinde insan âlemi de Yüce Allah’ı tespih etmeli, O’nun hükümran ve melikliğini kabul ederek hamd etmelidir.

“Göklerin ve yerin mülkünün Allah’a ait olduğunu bilmedin mi? (O) dilediğine azab eder, dilediğini bağışlar. Allah her şeye kâdir’dir.” (Mâide/40)

Eğer bu konuda kendini istismar ederse insanoğlu, unutmasın ki melik olan Allah’ın elindedir; yaşamak ve ölmek. O yaşatırken de, öldürürken de bunun hesabını sormaya kâdirdir. Gazabı dünyada da, âhirette de sana ulaşabilir.”

“Göklerin ve yerin bütün mülkü O’nundur. Yaşatır, öldürür. O, her şeyi yapabilir.” (Hadîd/2)

İnsanoğlu bir süre yaşayacak ve her yaratılan gibi yaratıcısına dönecek ve hayatının hesabını verecektir..

“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Bütün işler Allah’a döndürülecektir.” (Hadîd/5)

Hiç düşündünüz mü? Yaşantınızın yani hayatınızın hesabını yalnızca O’na vereceğinizi. Çünkü O öyle bir meliktir ki hem bu dünyanın, hem de âhiretin melikidir.

“Meliki yevmiddin” (Din gününün sahibi) (Fatiha/3)

“İşte o gün gerçek mülk Rahmân’ındır. (bütün hükümranlık yalnız O’na aittir) ve o (gün) kâfirler için çetin bir gündür.” (Furkan/26)

Bu saydığımız ayetlerle de anlaşılacağı gibi Allah’u Teâla yarattı, fakat mülkünü ve içindekilerini  başıboş bırakmadı. Taştan hücreye kadar, galaksiden toprağa kadar, ana rahminden kabirlere kadar her şeye kurallar koydu. Onlara mülkünde rızık verdi, yol gösterdi, vahy etti. Arının bal yapması, ineğin süt vermesi, senin kalbinin kaç atması, alyuvarların ne kadar Fe (demir) taşıması, kaç kelebeğin ölmesi, kaç insanın ne öğrenmesi… Her şeyi ama her şeyi ilmiyle, kudretiyle, kararıyla, rahmetiyle, lütfüyle, şahit olmasıyla ve sayamadığımız tüm sıfatlarıyla onlara hükmetti. O mülküne hâkimdir. Gücü yetmeyen bir melik, ilmi yetersiz bir melik veya mülkünde olup bitenlerden habersiz bir melik değildir Allah.

Yüce Allah kûddüs olduğuna göre, O, melik olmasında da kûddüstür. O mülkü olmayan hükümdar da değildir. Ya da düne ve yarınlara hükmetmeyen bir melikte değildir. Ya da yarattıklarını hesaba çekemeyen bir melik değildir. Ya da herhangi bir konu kendisine ağır gelen bir melik değildir. Hiçbir şey O’nu zorlamaz, yorulmaz, kararsız bırakmaz.

Melik, her şeye hükmeder, mülküne dilediği gibi karar kılar. Mülkündekilerin ihtiyaçlarını bilir ve dilerse giderir. Rızık, lutuf, yaratmak, takdir O’nun elindedir. Adaletsiz davranmaz. Cemal sıfatları olduğu gibi, celâl sıfatları da vardır. Ödüllendirmeye de, cezalandırmaya da O hükmeder. O, her âlemin (ruhlar âlemi, melekler âlemi, berzah âlemi, cinler âlemi, göklerdeki ve yerdeki tüm âlemlerin) sahibidir.

“Allah her şeyin yaratıcısıdır, O her şeyin yöneticisidir.” (Zümer/62)

Yüce Allah yine rahmetindendir ki halife olarak ünvanlandırdığı insanoğluna mülkünde sınırlı yetki ve haklar vermiştir. Bu yetki ve haklar Kur’an-ı Kerîm’de yer alan ayetlerle sabittir. Bu yetki ve haklar Allah’ın hudutları olarak verdiği, helal ve haram tasarruf yetkileridir. Bu sınırlı yetkiyi yalnızca insana vermiştir. O halde insanoğlu Allah’u Teâlâ’nın verdiği izine göre yeryüzüne hükmedecek, tasarrufta bulunacak ve yeryüzünü imar edecek.

Melik olan Allah’ın hem insanlar üzerinde, hem de varlıklar (hayvan, bitki, toprak, su…) üzerindeki kararı böyledir. İstediği gibi tasarruf kararlarını verir. Kimse karşı koyamaz, müdahale edemez. İnsan, verilen cüzî yetki ile bu kararları uygular. Örneğin; bir hayvan kesip onun etinden, derisinden yararlanabilirsin. Ancak bu hayvan domuz olamaz, leş olamaz. Helâl hayvanlardan olduğu gibi üzerine Allah adı anılarak kesilecek.

“Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur kalırsa (başkasına) saldırmadan ve sınırı aşmadan (bunlardan) yemesinde bir günah yoktur. Muhakkak ki Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Bakara/173)

Melik olan Allah (cc) sınırları çizerek kullarına hangi hayvanları, hangi şartlarda nasıl kullanacağını belirtti. İşte insan bu kararı ile yeryüzünde yaşam tarzını belirler. Unutmayalım El-Melîk olan Allah hem Kahhar, hem de Rahîm’dir. Bu sınırlara dikkat etmediğiniz takdirde o hayvandan yararlanmanıza onay vermiyor. Bu durumda O’nun iznini almamış olursunuz.

Tarlanız var, ekiyorsunuz. Nasıl ekmekten tutun, ürün toplanıncaya kadar yapılan işlemler Allah’ın iznine göre olmalıdır. Örneğin; tarlanızı ekerken tohum veya gübre için bankadan faiz çekerek tarlanızı ektiniz mi? Ekmiş iseniz, bu davranışınız Allah’ın izni ile olmadığı için yargılanacaksınız, ahiret gününde. Ya da ürününüzü toplarken zekâtınızı vermek, o ürünü kullanabilme iznini size getirir, Yüce Allah’ımızdan.

Ya da çocuklarınıza nasıl davranmalısınız? Onlarda Allah’ın mülkünde ve O’nun kararlarına göre olmalıdır, davranışlarınız. Çocuklarınıza nefsinizin istediği gibi davranamazsınız. Onlar sizin ne kölelerinizdir, ne de malınız. İstediğiniz gibi ne ezebilir, ne de yüceltebilirsiniz. Çocuk eğitimi de Allah’u Teâlâ’nın gösterdiği şekilde olmalıdır. Bununla ilgili nice ayetler vardır. Onları burada sıralamak istemiyorum. Ama Rabb’imizin ifadelerine bir göz attığımızda bu çokça çıkar karşımıza.

Ya da siz bu dünyada gelişigüzel “Dün dündür, bugün bugündür” deyip hedefsiz yaşayamazsınız. İstediğin şekilde yaşamak sana verilen yetkiyi kötüye kullanmak anlamına gelir. Çünkü sende Allah’ın mülkündensin.

O’nun izin verdiği sınırlar içinde yaşamalısın. Senin hayatın, nefesin, görmen, duyman, düşünmen, hissetmen, yemen, içmen, uyuman, ömrün, eşin, çocuğun, işin, evin, okulun, hayatında neyin varsa, neyi kullanıyorsan, bildiğin ve bilmediğin her şey Allah’ın mülkündendir. O halde melikin izin verdiği şekilde yaşamalısın. O melik Rahmân’dır, Rahîm’dir, Vedût’tur, Gaffar’dır…

Allah seni mağfiretine ve rahmetine çağırıyor. Senden bunu isterken kendisi için değil, yine senin için istiyor. Sen O’na muhtaçsın. O Melik’tir, Samed’tir. O sana muhtaç değildir. O senin Rahîm olan Melîk’in. O’ndan başkasına tabî olamazsın. Yaşama tarzı kararını, O’ndan başkasına veremezsin. Şeytan da Hz. Âdem’e (as) fısıltı vererek O’nun hedefini saptırmaya çalıştı.

“Nihayet şeytan ona fısıldayıp “Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?” dedi.” (Tâhâ/120)

İşte şeytan veya şeytan karakterine bürünen insanlar sana hedefini ve yaşama tarzını sunacak birçok alternatif yollar gösterebilirler. Fakat sen gerçek Melik’in kim olduğuna karar verirsen hayatın boyunca imtihanlardan başarılı geçersin.

“Fır’avn kavminin içinde seslenip dedi ki; “Ey kavmim Mısır mülkü ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?” (Zuhruf/51)

Fır’avn gibi hayatınızda birçok insan –bu arkadaş, komşu, akraba, eş, anne-baba, amir, başkan, atalar vs.- olabilir. Hayatınıza hükmedebilir, yolunuzu değiştirebilir, sizleri yönlendirebilirler. Fakat sizler Melik’in kim olması gerektiğini düşünmelisiniz. Hayatınızı yönlendirenler hangi sıfatları taşıyorlar? Kendi kendinize sorun.

ÇEVRENİZDEKİLER MELİK OLMA SIFATLARINI TAŞIYORLAR MI?

Yaratılan hangi varlığın kendisine ait mülkü var. Melik olanın mülkü olmaz mı? Tabii ki vekâleten sahip olanları asaleten sahibi olarak düşünemeyiz.

-Mülkü kim yaratıyor?

-Mülktekilerin ihtiyaçlarını kim karşılıyor?

-Mülktekiler neler yapıyor, her ayrıntısına kadar her şeyi biliyorlar mı? O sahteci meliklere soruyorum. Yeryüzünde değil sadece kendi bahçelerinde kaç tane ve kaç çeşit kelebek yaşıyor. O kelebeklerden kaçta kaçı hasta? Kelebeklerin yaşı ne? Günde kaç tanesi doğuyor, ölüyor?

-Mülkte nasıl hükümler veriyorlar. Verdikleri hükümler yaratılış amacına uygun mu? Onların hayatlarına cevap veriyor mu?

-Mülkünde olup bitenlere hükmedebiliyor mu? Örneğin bir canlının yaşamasına ve ölmesine engel olabiliyor mu?

-Mülkündekileri hesaba çekebiliyor mu?

Bu soruları çoğaltabiliriz. Önemli olan şunu anlamamızdır. Eksikliklerle donatılmış olan varlıklar Melik olamaz. Kendisi bile yaratılmış iken neyin Melik’i olabilirler. Melik ancak Allah’tır. Allah’ın verdiği yetki ile varlıklar ancak donanabilirler.

Tarihte bazı insanlar Allah’u Teâlâ’nın kendisine verdiği mal ile kibirlenip, mülk sahibi olarak kendilerini nitelendirmişler. Kimi evlat çokluğu, kimi mal çokluğu ile azmaya başlamışlardır. Kendi konumlarını unutarak diğer insanları kendilerine boyun eğdirmeye çalışmışlar. Fır’avn, Nemrut, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Lenin, Stalin, bugün de Ahmetler, Mehmetler… Allah’ı yaratıcı olarak bilmişler, lâkin melik olduğunu göz ardı etmişler. Böylece şirk işlemişler. Oysaki

“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Yaşatan, öldüren O’dur. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de yardımcı yoktur.” (Tevbe/116)

O halde nasıl göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar Allah’a boyun eğiyorsa, yeryüzündeki tüm insanların nasıl yaşaması, yönlendirilmesi ve yönelmesi de Allah’ın istediği şekilde olmalıdır.

“Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.” (Zümer/63)

Allah’ın iradesi, insanların iradesinin üzerindedir. O halde insan iradesini, Allah’ın iradesine uygun kullanmalıdır. Yoksa O, mülkün de kararlarını değiştirebilir de.

“De ki; Allah’ım (ey) mülkün sahibi mülkü dilediğine verir, mülkü dilediğinden alırsın…” (A. İmran/26) DR. ALİ YETKİNER

http://www.incivemercan.com/la-melike-illa-el-melik/
          Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

          Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 


TAFSİR LESSONS ALI IMRAN (180-200) (28)

$
0
0

231

Euzubillahiminesheytanirracim.”

“Bismillahirrahmanirrahim”

Dear friends we now continue our 28th lesson with the 180th verse of Alu Imran chapter.

180-) Ve la yahsebennelleziyne yebhalune Bi ma atahumullahu min fadliHİ huve hayren lehum* bel huve sherrun lehum* seyutavvekune ma behilu Bihi yevmel kiyameti, ve Lillahi miyrasus Semavati vel Ard* vAllahu Bi ma ta’melune Habiyr;

Let not those who are stingy and withhold the provisions of Allah arising from the forces of the Names in their essence, as His bounty, think that this is good for them. On the contrary, it is bad! That which they withhold will be hung on their necks during the period of Doomsday! To Allah belongs the heritage (everything that forms with the forces of the Names) of the heavens and the earth. Allah is Habir of what you do (as their creator). (A.Hulusi)

And let not those who covetously withhold of the gifts which Allah Hath given them of His Grace, think that it is good for them: Nay, it will be the worse for them: soon shall the things which they covetously withheld be tied to their necks like a twisted collar, on the Day of Judgment. To Allah belongs the heritage of the heavens and the earth; and Allah is well-acquainted with all that ye do. (A.Yusuf Ali)

Ve la yahsebennelleziyne yebhalune Bi ma atahumullahu min fadliHİ huve hayren lehum And don’t let those who withhold of the gifts which Allah has given them of His Grace, think that it is good for them. Because both in this world and the next one, people who act with stingy behaviours with the things Allah has given them; they are always end up in harm.

The will end up in harm on earth. Because giving what’s Allah gives to you is showing your appreciation and it’s Allah’s promise to increase the blessing with these appreciations. Not giving is being disgraceful to the blessing. And those who act with disgrace cannot be given any price, neither on earth nor the next one.

bel huve sherrun lehum On the contrary, this is bad for them.

In this verse it is described how becoming a part of this world with increase can destroy your moral posture. How a man can forget his ultimate goal, the whole reason of life and possessions. This verse tries to prevent a man to stuck in the empty, pointless, purposeless materialism, because this is what happens when a person begins to think all those wealth and belongings are actually his. If a person begins to this he can protect his wealth indefinitely, he declares himself as a small god by doing it. Because there is a truth that no faithful should forget. Everything he owns are just entrusted to him. So when you think and look from that perspective, you do anything to stay loyal to that promise and to Allah’s trust. The first think a faithful should do is always keeping in his mind the real owner of his entrusted possessions.

seyutavvekune ma behilu Bihi yevmel kiyameti, the things which they withheld be tied to their necks like a twisted collar, on the Day of Judgment.

ve Lillahi miyrasus Semavati vel Ard* To Allah belongs the heritage of the heavens and the earth

vAllahu Bi ma ta’melune Habiyr and Allah is well-acquainted with all that you do.

I believe you may understand what this verse had stood for to the first readers, the Uhud folks. The people who are the target of this verse were the fighters in the battle of Uhud who tasted defeat out of their close desires to worldly possessions.

We should remember this, those archers had lost the battle at the moment when they abandoned their spots to reach first to the loot, on top of that there was a direct order from Rasulallah that they shouldn’t leave their spots even they see vultures circling around the loot. In my opinion, that day even the battle ended with victory, they would still be among the losts. Because a person who lost his internal conflicts with his desires and ego, cannot feel the victory in any external battle. But if a person wins against his desires, if he can control himself and defend his values, then even a lost battle don’t be too important because it cannot make him among the losers.

181-) Lekad semiAllahu kavlelleziyne kalu innAllahe fakiyrun ve nahnu agniya’* senektubu ma kalu ve katlehumul Enbiyae Bi gayri Hakkin ve nekulu zuku azabel hariyk;

Indeed, Allah has perceived their word, “Certainly Allah is poor; we are wealthy.” We will record their words and their killings of the Nabis against the will of the Truth and tell them, “Taste the burning suffering!” (A.Hulusi)

Allah hath heard the taunt of those who say: “Truly, Allah is indigent and we are rich!”- We shall certainly record their word and (their act) of slaying the prophets in defiance of right, and We shall say: “Taste ye the penalty of the Scorching Fire!” (A.Yusuf Ali)

Lekad semiAllahu kavlelleziyne kalu innAllahe fakiyrun ve nahnu agniya’ Allah has heard the taunt of those who say: “Truly, Allah is poor and we are rich!” Yes, there are some taunts in Qur’an informs us about the ones Allah find offensive. They can be called el fazli kufur. Blasphemous taunts. This is one of those taunts that Allah finds offensive. According to reliable hadith sources, this taunt was used by Madina Jews when the 245th verse of Al-Baqarah had been sent.

Menzelleziy yukridullahe kardan hasenen feyudaifehu lehu ad’afen kesiyreten Who can give loan to Allah; which Allah will give back with multiplying? When this verse 245th of Baqarah had been sent, some rich Jew used this taunt. “Look, look. Allah is poor and he needs our possessions, Allah wants loan from us, he is poor and we are rich.”

So this verse, using that verse and the taunt mentioned as a starting point to show us what type of moral weakness a man can have in situations like this. Like we mentioned in our previous verses translation, if a mans posture, stand is corrupted and become weak to world, to materials; if a man become too concered with possessions, positions and wealth, after a while his connections with Allah is blocked and he becomes a slave of the world. That’s why he starts to think that he is the real owner of the possessions he lived with and tries to withhold them from Allah. He begins the feel envy of the things he is entrusted with from Allah, the being who is the real owner and entruster of all things.

There’s a famous saying in our country. A father left a garden to his son, son begrudged a bunch of grapes to his father. The result is more dire than that sometimes. If a persons stance in front of earthly possessions takes a turn to a loot mentality, then that things turn the world to hell and that wealth becomes fire for that person. At this point the concept of becoming jewminded as I call it comes to front stage. These verses are about warning this community about that concept. I Muhammad’s community, don’t be like Moses community and become Jewminded or in other words, don’t be earthlings.

senektubu ma kalu ve katlehumul Enbiyae Bi gayri Hakkin We will record their words and their killings of the prophets against the will of the Truth. Another interesting point. Qur’an puts these sins aside to Jews slaughtering their prophets. In Allah’s presense, such arrogance is equal to killing a prophet. That’s why these two came together in a sentence. Moving on.

ve nekulu zuku azabel hariyk; And tell them; “Taste the burning suffering!”

182-) Zalike Bima kaddemet eydiykum ve ennAllahe leyse Bi zallamin lil abiyd;

This is the consequence of what you did with your own hands. Allah does not unjustly punish His servants by manifesting on them what they did not deserve! (A.Hulusi)

“This is because of the (unrighteous deeds) which your hands sent on before ye: For Allah never do injustice to His servants.” (A.Yusuf Ali)

Zalike Bima kaddemet eydiykum This is the consequence of what you did with your own hands. ve ennAllahe leyse Bi zallamin lil abiyd; For Allah never do injustice to His servants.

183-) Elleziyne kalu innAllahe ahide ileyna ella nu’mine liRasulin hatta ye’tiyena Bi kurbanin te’kuluhun nar* kul kad caekum Rusulun min kabliy Bil beyyinati ve Bil’leziy kultum felime kateltumuhum in kuntum sadikiyn;

They (the Jews) had said, “Allah commanded us not to believe in any Rasul until he brings forth a sacrifice that fire will consume.” Say, “Rasuls had come before me and they brought for you clear proofs and the things you want. If you are true to your word, why did you kill them?” (A.Hulusi)

They (also) said: “Allah took our promise not to believe in a messenger unless he showed us a sacrifice consumed by Fire (from heaven).” Say: “There came to you messengers before me, with clear Signs and even with what ye ask for: why then did ye slay them, if ye speak the truth?” (A.Yusuf Ali)

Elleziyne kalu innAllahe ahide ileyna ella nu’mine liRasulin hatta ye’tiyena Bi kurbanin te’kuluhun nar They had also said, “Allah commanded us not to believe in any Rasul until he brings forth a sacrifice that fire will consume.” Who were they? Again the Madina Jews. The first targets of this verse were Madina Jews.

They were giving their reasons for not showing faith to Rasulallah. In fact burned sacrifice is one of the fundamental sacred rituals in Mosevianism. Until the demolition of the second temple, this was how faithfuls of Moses showing their faiths and respects to Allah, by giving sacrifice like that.

We have also seen examples in Tora. First kings in Tora, the elders of Jews were giving us the same reason to the prophet Elijah. I think it’s better be said the elders of the sons of Israel who became Jewminded. It was said; “Bring us a miracle so we believe you. Present a sacrifice to Allah, then a fire comes and consumes it, so we can believe you are really a prophet.

What they asked for came to life, according to the Tora. But they tried to stone the prophet Elijah to death anyway. According to the facts from Tora, prophet Elijah had saved his life by running away. And this verse, interesting enough said that Jews weren’t sincere when they were asking Rasulallah with reasons like that and Qur’an caught them redhanded. Reminding them their past.

Kul Answer them. kad caekum Rusulun min kabliy there were many prophet had sent to you before me. Bil beyyinati ve Bil’leziy kultum they were given the open documents of truth and they even do what you ask him for. See, Qur’an gives us the similar or maybe the same incident which we can also see in Tora. You are not honest.

This is the sign of becoming jewminded. Trying to avoid the truth. Creating excuses. People who became jewminded are always bring excuses in matters of good deeds, faith, obedience to Allah and worshippings. A logic with excuses is a logic that becomes Jewminded. That’s why they don’t admint their flaws. An owner of a jewminded logic cannot admit his faults and covers him with excuses. In this sense first being who became Jewminded is Satan.

Remember both Adam and satan had commited a crime. The difference between Adam and satan. It wasn’t about the origin of crime. The difference was the aftermath; admitting the crime and asking for forgiveness. But satan had defended his crime, Adam however had admitted it. So it was his admittance which makes Adam, Adam and his defiance to his sins which turns that being into satan. In here, the logic like that is a demonic logic too. A logic that defends the faults. That’s why it’s very curious.

felime kateltumuhum in kuntum sadikiyn; “So if you reallt are honest, then why did you kill them?” asks Qur’an. Allah had sent you prophets before, right? We know well about two of them, two of the slayed prophets. Zachariah and John. It’s a strong possibility that these two were father and son. Both of them had given their lives under Jews stones, Jews swords and Jews tyrany. One of them, the prophet Zachariah was splitted to half like a ram and the other, the prophet John; his head was cut and presented to the Roman governor on a golden plate.

When we remember these two examples, we may also understand what Allah’s wills to happen.

You may say, what is the significance for us about this willing, since the last prophet had arrived and he hasn’t been among the living. Then what is the lesson this verse should give to us? It’s not about the lives of prophets anymore, it’s about the legacy of a prophet. Destroying a prophets legacy is like killing him. Destroying the signs, the path and the teachings of a prophet. For some other perspectives, being unable to pay our moral debts s much worse than slaughtering a prophet.

An attack targeting a prophets body is limited with just his body. He may perish but his message endures. But an attack to a prophets message leaves worse marks than an attack to his body. That’s why we should seperate these two.

1-Attacks targeting their beings, their bodies and lives.

2-Attacks to their messages that left behind, their legacies

I believe a second type attack is far dangerous and worse than the first type considering the after effects.

That’s what it said. I remember Jesus had called Jarusalem in Matta Bible. “Jarusalem, O prophet killer Jarusalem.” A similar call exists from prophet John. I believe it was in a letter to Kointos, a reference of Paul too. Saying “O Jews, didn’t you kill your own prophets.” Accusing them with these words. Even the existing Bible today documents the treachery of sons of Israel who became Jewminded to their prophets legacies.

184-) Fein kezzebuke fekad kuzzibe Rusulun min kablike cau Bil beyyinati vezZuburi vel Kitabil muniyr;

As they denied you, they have also denied the Rasuls that have come before you with clear proofs, divine and enlightening knowledge. (A.Hulusi)

Then if they reject thee, so were rejected messengers before thee, who came with Clear Signs, The Scriptures, and the Book of Enlightenment. (A.Yusuf Ali)

Fein kezzebuke fekad kuzzibe Rusulun min kablike Our Rabb tries to ease Rasulallah’s mind and says. “As they denied you, they have also denied the prophets before you. They also accuse them of being liars.”

cau Bil beyyinati vezZuburi vel Kitabil muniyr; They had also come with clear proofs, divine and enlightening knowledge. This is the consolation of our Rabb for Rasulallah. As in this doesn’t happen just to you. You are not the first prophet who is stoned. Not the first one insulted. There were many who brought what you bring today and many had met a heavier treatment than you get today.

Qur’an expresses that the tradition of prophethood is a painful one indeed. The message here is this, people who fight for great causes should be ready to endure great pains, great agonies and must be ready to pay great prices. That’s why our Rabb had tried to comfort beloved Rasulallah by reminding him about the past prophethood tradition.

185-) Kullu nefsin zaikatul mevt* ve innema tuveffevne ucurekum yevmel kiyameti, femen zuhziha anin nari ve udhilel cennete fekad faz* ve mel hayatud dunya illa metaul gurur;

Every individual consciousness will taste death (life without a biological body will continue eternally). You will be rewarded in full for your deeds in the period of Doomsday (the period following your biological bodily life). Whoever is saved from burning (suffering) and put into (the state of) Paradise, he has indeed been liberated. The worldly life is nothing but a delusive pleasure (resulting in remorse). (A.Hulusi)

Every soul shall have the taste of death: And only on the Day of Judgment shall you be paid your full recompense. Only he who is saved far from the Fire and admitted to the Garden will have succeeded: For the life of this world is but goods and chattels of deception. (A.Yusuf Ali)

Kullu nefsin zaikatul mevt Every soul shall have the taste of death. This phrase can be translated with another meaning. zaika is used. It comes as a name not as a verb. It can be said “Seyazugul mevt” but it is used as zaikatul mevt.

When a name comes as a verb, it points to a continuum in time and space. And when it does the sentence almost shows us a job, a habit, an occupation. Every lifes occupation is death. Every ego, every person, every life dies. Dying is an occupation. As in another translation, every being dies constantly and by following resurrects constantly.

When a person looks at his body, he can see this truth. Thousands of cells die in an instant and new cells are regenerated with that instant. In every breath, a person tastes death and resurrection at the same time. Every breath given is a death and every breath taken is a life. Every night is a death and every morning is resurrection. That’s why Qur’an says, yeteveffakum Bil leyli… (Enam/60) kills you every night (showing sleep as death) So we can make our translation as Kullu nefsin zaikatul mevt every soul shall taste life and death constantly.

ve innema tuveffevne ucurekum yevmel kiyameti and you will be rewarded in full for your deeds in Judgemend Day.

femen zuhziha anin nari ve udhilel cennete fekad faz whoever saves himself from fire and manages to reach heaven, he becomes liberated. He reaches true happiness and joy.

ve mel hayatud dunya illa metaul gurur; The worldly life is nothing but a delusive pleasure.

This verse actually doesn’t need any translations. It reaches the deepest parts in our hearts. It addresses the immortal side of a person and reminds him about an eternal fact. O human, ala kulli hal, you will die. You, who tries to avoid death; you who tries to forget the truth even he witnesses it all the time. Remember, the first and biggest truth of life is death Because being born is the greatest proof of death. That’s why you will die.

O modern person; by moving the cemeteries out of city bounds, you think you may cast death out of life? As you know pre-modern times Islamic architecture builds mausoleums in the middle of cities.When people were opening their curtains in the mornings, their deads, their pasts were the first ones to greet them. They were seeing their ancestors. They were talking with headstones and carry their deads in their hearts.

That’s why they had lived like they were dying and died like they were living. They were scaring death, not scared by it.

As a result they never forgot that they would taste death one day. They were in peace with that fact, and with both death and life. Modern person however have problem with life so naturally he create his own problems against death too.

Modern person, because his obsessive and fightful nature against the truth, against reality, it’s only normal that one point he would created a stance against death, most flashy aspect of reality. That’s why he tried to cast death out of his life. When he realized he was unable to, then he threw himself to earthly pleasures to forgot this fact. Unfortunately, he became dead when he was already among the living. He lived like he wasn’t and became so dead, even death couldn’t find the difference. That’s how a modern person has become. To talk about death, we should talk about life first. Living deads. Or in other words standing deads, crawling deads, it’s not possible to talk life for them.

[Additional Info: The detailed explanation about the truth of death Ankebut/57 or http://www.ahmedhulusi.org/yazi/olum-nedir-olumun-icyuzu.htm.]

186-) Le tublevunne fiy emvalikum ve enfusikum ve letesmeunne minelleziyne utul Kitabe min kablikum ve minelleziyne eshreku ezen kesiyra* ve in tasbiru ve tetteku fe inne zalike min azmil umur;

You will surely be tested by your possessions and yourselves (egos). You will be abused by those to whom the knowledge of reality was given before you and the dualists. But if you endure and protect yourselves, (know that) this can only be achieved with determination. (A.Hulusi)

Ye shall certainly be tried and tested in your possessions and in your personal selves; and ye shall certainly hear much that will grieve you, from those who received the Book before you and from those who worship partners besides Allah. But if ye persevere patiently, and guard against evil,-then that will be of great resolution. (A.Yusuf Ali)

Le tublevunne fiy emvalikum ve enfusikum Surely you will be tested by your possessions and egos.

After a verse reminding us the fact of death, this one puts lives and possessions beside it.

Remember, fellows of Qur’an; the first verse we studied today was about possessions either. Qur’an was making a preparation. It was preparing us. It reminded us that wealth and life are two facts that have been entrusted to us. That’s why these two come together now since they both are tools of tests for us.

Le tublevunne fiy emvalikum ve enfusikum Surely you will be tested by your possessions and egos.

ve letesmeunne minelleziyne utul Kitabe min kablikum ve minelleziyne eshreku ezen kesiyra You will be abused by those to whom the knowledge of reality was given before you and the dualists. This is stunning.

ve in tasbiru ve tetteku fe inne zalike min azmil umur; but if you resist. I translated tasbiru as showing resistance. Patience is resistance according to Qur’an. Patience is resistance against sins. Resistance against tempting desires. Resistance against instincts. Resistance against satan and evil. Resistance against hardship. Resistance against tyrany. Resistance against the price that you pay when you stick your neck out and defend yourselves. That’s why I translated this part as resistance. If you resist and defend yourselves with the responsibility consciousness, then know well that will be of great resolution.

This verse makes a sharp reference to moral values indeed. It says that moral values should be protected not only normal and peaceful times but hard times as well.

It says, O true believers. You shouldn’t only act morally when the times are peaceful, you shouldn’t only act with your ethics when everthing goes normal. You should also act with your moral when extraordinary times are at hand, when your enemy is in front of you, when you are angry and hurt. Even your enemy talk badly to you with mouthful of ugly words, you shouldn’t abandon your ethics. Act morally, approach morally, don’t give in to your emotions. That message shows us that moral codes should be protected at all costs and in every situation. And patience is pulled forward. It reminds us that patience is resisting over ethic values and moral behaviours.

187-) Ve iz ehazAllahu miysakalleziyne utul Kitabe letubeyyinunnehu lin Nasi ve la tektumunehu, fe nebezuhu verae zuhurihim veshterav Bihi semenen kaliyla* fe bi’se ma yeshterun;

And recall when Allah had taken a covenant from those to whom the knowledge of reality was given, “You must make it clear to the people and not hide it from them.” But they left their covenant behind and exchanged it for a small price. How wretched an exchange! (A.Hulusi)

And remember Allah took a Covenant from the People of the Book, to make it known and clear to mankind, and not to hide it; but they threw it away behind their backs, and purchased with it some miserable gain! And vile was the bargain they made! (A.Yusuf Ali)

Ve iz ehazAllahu miysakalleziyne utul Kitabe letubeyyinunnehu lin Nasi ve la tektumunehu And recall when Allah had taken a promise from those to whom the knowledge of reality was given, “You must make it clear to the people and not hide it from them.” fe nebezuhu verae zuhurihim But they left their promise behind.

This is not a fable of the past, dear Qur’an fellows. This is a warning. A mistake that we may fall in any minute. A potential mistake, a possible sin that we may fall into. We have been warned about revelations and not to act like those people who were given the truth and ignore it.

fe nebezuhu verae zuhurihim But they ignore it. veshterav Bihi semenen kaliyla and they did something worse. They purchased with it some miserable gain.

Yes they purchased the celestial revelations for some miserable gain. If it’s all right to say; they threw away their eternal lives to take the earth. They sold the soul to take body. They sold the faith to take denial. They sold the blessing to take the wrath. They sold the valuable to get the worthless.

fe bi’se ma yeşterun; What a poor exchange that was.

Yes, dear friends. you may ask what is the truth they is expressed in this verse, what was the think the were told they shouldn’t keep secret but they had it anyway. Two things come to mind;

1-The truth about Rasulallah’s arrival which they had been told. There were many signs about it given to them. According to some reliable news came to us, there were Jews warning their friends and relatives about a prophets arrival before Rasulallah was born.

Some similar examples may be see in many source originated books. Moreover there are also some indications in their own books about this fact. I mentioned some of them in our previous lessons. That’s why I’m not going into details. But the first celestial truth they were told not to conceal is about the arrival of Rasulallah. This is the first possibility.

Second possibility is a reference for the 183rd and 184th verse we studied at the beginning of this lesson, I think. Second truth is the revelations Allah had sent to Moses. They, sons of Israel who became Jewminded, had concealed the celestial message given to prophet Moses even corrupted it. They didn’t announce it. And by doing that they caused celestial message to wither and become corrpted. This things they shouldn’t be concealed in this verse might be the reference about this two truths.

188-) La tahsebennelleziyne yefrehune Bi ma etev ve yuhibbune en yuhmedu Bi ma lem yef’alu fela tahsebennehum Bi mefazetin minel azabi, ve lehum azabun eliym;

Do not think highly of those who pride themselves with what they have done and love to be praised for what they haven’t done! And do not think they will escape the suffering! Severe suffering awaits them. (A.Hulusi)

Think not that those who exult in what they have brought about, and love to be praised for what they have not done,- think not that they can escape the penalty. For them is a penalty grievous indeed. (A.Yusuf Ali)

La tahsebennelleziyne yefrehune Bi ma etev Do not think highly of those who pride themselves with what they have done ve yuhibbune en yuhmedu Bi ma lem yef’alu and love to be praised for what they haven’t done! fela tahsebennehum And do not think Bi mefazetin minel azabi they will escape the suffering!

Who are those who won’t escape torment?

1-People who brag about what they have done. As in people who brag about their evil deeds and slyness. They conceal the celestial revelations and truth and they brag about their accomplishments. This is an evil pride, a satanic act. Bragging about sin. A jewish pride.

2-They love to be praised with what they haven’t done, this is worse. But also a mistake which most of us fall into occasionally right? Love to be praised with what we haven’t done. That’s why when Caliph Ali was telling us about moral with details, he said this;

-If Rasulallah was praised about some good deed he had done, he accepted it. But if he was praised about a deed he hadn’t done, he rejected it.

This is important. Rasulallah couldn’t accept a praise is that person didn’t see that deed in him. Even it was a good one. That persons talk is true, I mean you cannot be a liar when praising Rasulallah. But that person hadn’t seen that good action he spoke of, he was praising a deed he hadn’t seen. That’s why this is a moral weakness. So maybe he may praise an evil person somewhere or talk badly about a good person. Because his weakness is assumption. That’s why this phrase comes up ve yuhibbune en yuhmedu Bi ma lem yef’alu people who like to be praised about what they haven’t done.

A sign of becoming jewminded and Qur’an shows us en end like this for those.

ve lehum azabun eliym; For them waiting a severe suffering indeed.

189-) Ve Lillahi mulkus Semavati vel Ard* vAllahu ala kulli shey’in Kadiyr;

To Allah belongs the kingdom of the heavens and the earth (for every “thing” or “thingness” in this scope is formed with the forces and meanings pertaining to His Names). Allah is Qadir over all things. (A.Hulusi)

To Allah belongeth the dominion of the heavens and the earth; and Allah hath power over all things. (A.Yusuf Ali)

Ve Lillahi mulkus Semavati vel Ard After been warned about all moral codes details, we come to this general sentence that we can see in many milestone verses in Qur’an telling us Allah’s greatness and holyness.

Ve Lillahi mulkus Semavati vel Ard To Allah belongs the kingdom of the heavens and the earth.

Ve Lillahi mulkus Semavati vel Ard First vav has the meaning of “both” and the second one has the meaning of “and”. So I believe the accurate translation for this sentence comes with the meaning of Allah has the dominion of both the heavens and the earth.

Why? Because it is an answer to those who objects Allah with denial. This objection is this. Whenever society has riotted Allah and some social dissolutions and corruptions became part of daily life, the background always show us this feeling.

        “The earth belongs to us. Allah doesn’t interfere earth and our behaviours. We design our lives. We plan our lives. Nothing beside us can get in our lives. Nothing can interfere us.” A broken minded, secular thinking.

        This secular thinking in people and in society develops all riots, denials and sins on earth. That’s why this sentence comes in many verses. Allah has not only the dominion of heavens but on earth too. There are many warning signs which indicates that Allah is the creator and sovereign of earth.

vAllahu ala kulli shey’in Kadiyr; and Allah! Of course this warning must end with a sentence like this. And Allah has power over all things. As in Allah has not only the power of ruling the heavens but Allah also has the power to rule the earth. Allah not only has the power to interfere where you cannot reach, but Allah also has the power to interfere where you may reach and rule. Allah is there, Allah is everywhere and Allah has the power over all things.

190-) Inne fiy halkis Semavati vel Ardi vahtilafil leyli ven nehari leayatin li ulil elbab;

Indeed, there are signs in the creation of the heavens (from the perceivable realms to the quantal dimension) and the earth (all realms that are perceived as matter), and the transformation of the night and the day (why and how the night and day is formed and their periods, etc.) for those who have reached the essence of reality (ulul albab). (A.Hulusi)

Behold! In the creation of the heavens and the earth, and the alternation of night and day,- there are indeed Signs for men of understanding,- (A.Yusuf Ali)

Inne fiy halkis Semavati vel Ardi Behold! In the creation of the heavens and the earth, vahtilafil leyli ven Nehar and the alternation of night and day, leayatin li ulil elbab; there are indeed Signs for men of understanding.

Yes, these signs take notices to the universe. Remember, these verses that we read are translation for another verse. Right now, we are translating a verse that translates another verse. The text is a translator by itself. Translator of eternal truth. And this text points us to other verses. One of them is ayat-i hadisat. Events… Events of the lived past, living present. All of them are messages. They are celestial messages. Qur’an wants us to find them and read them. That’s the reason of taking the attentions to events. One third of Qur’an is historical events.

Secondly, it wants us to pay attention to humans, ourselves Ve fiyl Ardi ayatun lilmukiniyn; Ve fiy enfusikum (Zariyat/20-21)

In your own beings, your own egos, there are verses of Allah. efela tubsirun; Won’t you get smarter, won’t you still read those verses. Says Qur’an. And thirdly the verse described here is ayat-i kainat. Basically everything. From particul to sphere, from small to big, from microcosmos to macrocosmos. From sub-atomic particuls and spins to galaxies, universe and even the farm of universes. Everyhing is a verse of Allah that waiting to be read. A document, a message.

Verse is a reference to eternal and absolute truth and a message to humanity about this eternal and absolute truth.

Of course a verse like this, inviting the men of understanding to look at the skies, inviting them to look around, inviting them to deep thinking, inviting them to read the truth on events, materials, people; surely invites us to ourselves too. Moving on.

191-) Elleziyne yezkurunAllahe kiyamen ve ku’uden ve ala cunubihim ve yetefekkerune fiy halkis Semavati vel Ard* Rabbena ma halakte haza batila* subhaneKE fekina azaben nar;

They (those who have attained the essence of the reality) remember Allah while standing or sitting or (lying) on their sides and they contemplate the creation of the heavens and the earth (depending on the day, the universe and its depths, or in terms of the brain, the place of the body and its attributes) and say, “Our Rabb, You have not created these things for nothing! You are Subhan (free from creating meaningless things; you are in a state of creating anew at every instant)! Protect us from burning (remorse for not being able to duly evaluate your manifestations).” (A.Hulusi)

Men who celebrate the praises of Allah, standing, sitting, and lying down on their sides, and contemplate the (wonders of) creation in the heavens and the earth, (with the thought): “Our Lord! Not for naught Hast Thou created (all) this! Glory to Thee! Give us salvation from the Chastisement of the Fire.” (A.Yusuf Ali)

Elleziyne yezkurunAllahe kiyamen Those are the men when standing ve ku’uden sitting ve ala cunubihim and laying down to sleep, they remember Allah ve yetefekkerune fiy halkis Semavati vel Ard and they contemplate the creation of the heavens and the earth.

First of all, verse is talking about zhikr. In my language, zhikr also means concern. Concern of Allah. Zhikr of Allah means concerning Allah. As in “Everyones concern is different, everyone has different problems. My concern, my treatment, my cure is Allah.” This is the reason of zhikr.

Of course zhikr is a remembering act. And with both root meaning and ethymological connections, it has a meaning of remembering. Only a forgotten thing can be remembered. Actually in this sense, zhikr is a persons looking for his own essense. Zhikr is a persons remembering his soul. Remembering the paradise which he was banished. Zhikr is, becoming Adam and remembering the heaven that he was cast out. So with all that, zhikr is for a person remembering his Rabb who blessinged him with a soul. Zhikr is making constant connection with love. That’s why we call it zhikr state.

And the second part of verse advises us deep thinking. They are, people who are praised in this verse always making deep thinking about earths creation, ve yetefekkerune fiy halkis Semavati vel Ard creation of heavens and earth, they think about and will continue to do so.

Tefekkur, deep thinking is a thinking process, I mentioned it in a verse we translated a while ago. It has three things combined within.

Tezekkur, zhikr, thinking the reasons and principles. Thinking about the past, history. Thinking about the reason. Asking the question of why. Yes, this is zhikr.

Carrying a principle, reason by thinking about the past and moving the experience to the future to build a better one, by making behaviour calculations. And this is tedebbur. It means making precautions.

Binding tefekkür and tedebbur together, making a connection between past and the future. This is taakkul. That word has also the meaning of binding. Making taakkul, binding past and future. Carrying an experience of the past to establish a precaution for the future. You can make this connections with taakkul.

That’s why we call these three process tefekkür. Making these three process together and with Rasulallah’s words, “Two hours of pure tefekkur has the value of 60 years of additional worshipping.” This is the expression of Rasulallah. I think we couldn’t described this better ourselves.

You did tefekkur, you did taakkul, tezekkür ad tedebbur. You looked at heavens and earth, you looked at yourselves, you look at events, and in the end you figured what? Whay should you understand? What is the reason of this call of Allah?

You remembered your place, your incapabilities. You figured out how small you are. Becaue you figured our how big Allah is. And at the same time, you understand your position, how you are valuable among the material. Your place, your elevated state against materials and your small position comparing to Allah. When a person realized this, what for of thinking he gets into? What form of behaviours you gains when you realize your limitations and Allah’s infinity?

In one word, you enters a state of “PRAYING”. Because there’s nothing else you can do. Only one think remains when you realize what you truly are. Crying to your Rabb. This is the first and only think for a sanem an who knows his place.

And Qur’an advises us to do this now. Rabbena O our Rabb, ma halakte haza batila You have not created these things for nothing! subhaneKE fekina azaben nar; You are Subhan, unique in greatness, protect us from the suffering of fire.

192-) Rabbena inneKE men tudhilinnare fekad ahzeytehu, ve ma lizzalimiyne min ensar;

“Our Rabb, whoever You admit into fire, You have abased. No one can help (save) those who do wrong to themselves!” (A.Hulusi)

“Our Lord! any whom Thou dost admit to the Fire, truly Thou coverest with shame, and never will wrong-doers find any helpers! (A.Yusuf Ali)

Rabbena Our Rabb. inneKE men tudhilinnare fekad ahzeytehu whoever You admit into fire, surely you abased him. ve ma lizzalimiyne min ensar and wrong-doers will never find and helpers.

193-) Rabbena innena semi’na munadiyen yunadiy lil iymani en aminu Bi Rabbikum fe amenna* Rabbena fagfir lena zunubena ve keffir ‘anna seyyiatina ve teveffena ma’al’ ebrar;

“Our Rabb, we have indeed heard the one who said, ‘Believe in your Rabb who has formed your essence with His Names’ and we have believed him instantly. Our Rabb, forgive us our faults, erase our mistakes, let us come to You with Your servants who have united with You.” (A.Hulusi)

“Our Lord! we have heard the call of one calling (us) to Faith, ‘Believe ye in the Lord,’ and we have believed. Our Lord! Forgive us our sins, blot out from us our iniquities, and take to Thyself our souls in the company of the righteous. (A.Yusuf Ali)

Rabbena Our Rabb. innena semi’na munadiyen yunadiy lil iymani en aminu Bi Rabbikum fe amenna We have heard the call of one calling us to Faith, “Believe in your Rabb.” and we have believed him instantly. Rabbena Our Rabb. fagfir lena zunubena Forgive us our sins, ve keffir ‘anna seyyiatina cover our mistakes ve teveffena ma’al’ ebrar and take our souls in the company of the righteous.

194-) Rabbena ve atina ma veadtena ala RusuliKE ve la tuhzina yevmel kiyameti, inneKE la tuhliful miy’ad;

“Our Rabb, give us what You have pledged to Your Rasuls and do not humiliate us during the Doomsday period. Certainly, You never fail to fulfill Your oath.” (A.Hulusi)

“Our Lord! Grant us what Thou didst promise unto us through Thine messengers, and save us from shame on the Day of Judgment: For Thou never breakest Thy promise.” (A.Yusuf Ali)

Rabbena Our Rabb. ve atina ma veadtena ala RusuliKE Grant us what you have pledged to your Rasuls. ve la tuhzina yevmel kiyameti, and save us from shame on the Day of Judgment inneKE la tuhliful miy’ad Certainly, you never fail to fulfill your promise.

Yes, a person who do tefekkur, tezekkür, tedebbur and taakkul; person who ask the origin and reason of life, ask his purpose an position in life; person who ask, “Why am I here, where did I come from, what is my purpose?” A person who do that surely find his role in this celestial scenario. And when he does, he finally knows his place. A person who knows his place, his position embraces the real freedom and security. Because after that, he will never be a slave for anyone or anything. Because knowing yourself comes with knowing your greatness over mere materials.

Also knowing your smallness in front of Allah. When you do know this, know yourself, you finally begin to realize your Rabb. Your limitations will make you realize Allah’s infinity and you will take the position of praying. You will say, “Rabbena.” “My Rabb” You will find shelter and security in your Rabb and from that point you won’t need any other security that this.

Only then you will find freedom, only then you will break your shackles.

And only then you will be in all meaning, a human. If you manage to do this, if you can keep your relation with Allah warm, if your hearts frequency is tuned to Rabb directly, if you can take the revelations as an incoming message to your heart and deliver your prays and worshippings as an outgoing message to your Rabb; if you can send your message as “Delivered.”, you will be welcomed with this good news.

195-) Festecabe lehum Rabbuhum enniy la udiy’u amele amilin minkum min zekerin ev unsa* ba’dukum min ba’d* felleziyne haceru ve uhricu min diyarihim ve uzu fiy sebiyliy ve katelu ve kutilu leukeffirenne anhum seyyiatihim ve leudhilennehum cennatin tecriy min tahtihel enhar* sevaben min indillah* vAllahu ındeHU husnus sevab;

Their Rabb responded to their prayer, “Never will I allow your deeds to be unrewarded, whether man or woman. You are all from each other (you have been created with the same qualities and hence bound by the same system). As for those who have migrated, expelled from their homes, abused, fought, and killed in My cause, surely I will erase their faults. I will certainly admit them to Paradises underneath which rivers flow (the state where one can achieve all his desires with a variety of knowledge that flows to his consciousness) as a reward from Allah. The best of rewards are from Allah.” (A.Hulusi)

And their Lord hath accepted of them, and answered them: “Never will I suffer to be lost the work of any of you, be he male or female: Ye are members, one of another: Those who have left their homes, or been driven out therefrom, or suffered harm in My Cause, or fought or been slain,- verily, I will blot out from them their iniquities, and admit them into Gardens with rivers flowing beneath;- A reward from Allah, and from Allah is the best of rewards.” (A.Yusuf Ali)

Festecabe lehum Rabbuhum Their Rabb responded to their prayer. Yes, when you pray from the depths of your heart. “O Rabb.” Surely your Rabb answers this pray

enniy la udiy’u amele amilin minkum min zekerin ev unsa Never will I allow your deeds to be unrewarded, whether man or woman.

A guarantee like this is given first. A worthy one that can only be given by Allah. He who works, who struggles; his deeds won’t go unrewarded. The value of struggle and work is shown here. The sacred nature of working. The differences between people who show effort and who don’t; who work and who don’t; these things are brought to the stage here. And it is understood that from the perspective of Allah, human is about his efforts, he is worthy of his efforts, we can see this message with subtext.

ba’dukum min ba’d you are all equal to one another.

I tries to make a close translation but if you want to translate this one word at a time literally, it can be said, you are all from each other. Though I want to go with my translation. As in all of you are equal in front of Allah. You should also remember this meaning since many verses we studied and many will come has this meaning. Some of the verses in Baqarah chapter has indications that everyone will be held responsible for what they had done without making any exception. Also when this happens always for the same features.

That’s why when saying, whether they are man or woman, this verse gives us indications that gender is not a value on its own. There might by some historical background to this notion. When we talk about the reason of arrival for this verse, some women, maybe Rasulallah’s or any other believers wives might have questions about this situation sine some specific worshippings are made differently by men and women. Also jihad has differences for both genders and this differentiation might cause some questions about whether those can be reflected to aftherlife differently. At this point the answer is given.  As in if a person makes his deeds, surely he or she will be hold responsible for his/her actions.

felleziyne haceru ve uhricu min diyarihim  Those who have left their homes, or been driven out therefrom because of the existing evil.

Emigrant, dear friends; not only the name of a person who is forced to leave his home. He who immigrate from his egos tempting feelings, satans chaos and desires temptations, from all kind of evil and sin and riots to beauty, to good deeds; he is also a spiritual emigrant.

That’s why in this sense, he who makes his immigrantion from evil ve uhricu min diyarihim who are forced out from his lands ve uzu fiy sebiyliy who suffer in the name of Allah, who endure pain and agony on the way of Allah ve katelu ve kutilu who are slained and killed on this way.

leukeffirenne anhum seyyiatihim So I will cover the sins of those people we counted. This is a great news indeed. The message hasn’t said they shouldn’t commit sins. I will cover their sins with their good deeds. Their sins will be gone, wiped away. Just like a bad memory in life, they will be erased. Seperated and wiped clean.

It’s like remodelling. Yes, this is the great news of Allah. And to achieve that, the first condition of it is to pay a price in the way of Allah. People who suffer the loss of their home, who are tortured and suffered any form of agony; all in all people who pay a price in the way of Allah. This verse is a herald to them. What about the other group? They are not in the content of this verse of course.

The target group of this verse are not about people who claim of having faith but have no proof. Isn’t that right? Telling something like I’m a barber, blacksmith, tailor; all have a claim-proof balance. People may easily ask for proof. So saying something like I’m a muslim is a much serious claim so why shouldn’t it be asked for proof for that?

There’s a huge proving ground of claiming to be a muslim. The first question asked for a person with this claim is this. “Are you serious?” Yes, this should be asked because many of us don’t be honest in our claims about our identities and personalities. That’s why this should be the first question; “Are you serious?” This has also the meaning of “Are you taking serious of yourself?” How serious are you? Because if you are serious about yourself than you are serious about your faith and religion too.

People who cannot be serious about themselves cannot be serious and honest about the values of faith. And naturally people who cannot be serious about their faith, cannot be taken seriously be others too. Because why would you? Why would you take them on account if they cannot even be honest about their faiths? And if other people cannot find hind him honest, then why would Allah take them seriously?

At this point this verse is a sign about whom Allah should and will take seriously. Moving on.

leukeffirenne anhum seyyiatihim I shall cover their sins for sure. ve leudhilennehum cennatin tecriy min tahtihel enhar* sevaben min indillah and admit them into Paradise with rivers flowing beneath as a reward from Allah.

vAllahu indeHU husnus sevab; The best of rewards are from Allah.

Pay attention, the phrase sevaben min indillah here. As a reward from Allah. The meaning of it is this. I will give them paradise. But don’t you think that paradise is the price of their deeds. No. Because if you get the price of exactly what you had done as good deeds, you cannot even get an acre of earth from a beautiful spot, let alone the paradise. Then this is it. sevaben min indillah As a reward. Because Allah is the giver of this reward and if mere human does what a mere human can, then Allah knows and does the greatest and the best.

vAllahu indeHU husnus sevab Because the best of rewards are from Allah.

196-) La yegurrenneke tekallubulleziyne keferu fiyl bilad;

Do not let the comfortable life (based on worldly – bodily pleasures) of the deniers fool you… (A.Hulusi)

Let not the strutting about of the unbelievers through the land deceive thee: (A.Yusuf Ali)

La yegurrenneke tekallubulleziyne keferu fiyl bilad; Do not let the comfortable life of the deniers fool you…

197-) Metaun kaliylun summe me’vahum cehennem* ve bi’sel mihad;

It is a temporary pleasure and satisfaction! In the end their abode will be hell (a place of suffering and burning in deep remorse of not having done the necessary practices). How wretched a state and condition of life that is! (A.Hulusi)

Little is it for enjoyment: Their ultimate abode is Hell: what an evil bed (to lie on)! (A.Yusuf Ali)

Metaun kaliylun It is a temporary pleasure. All these earthly pleasures, all things you see and envy, they are just temporary pleasures.

Several verses like this, it may seem like belittling the earthly possessions. But it’s not, it doesn’t say that we shouldn’t have them at all. No, instead they are given their deserved place. They were already small, there’s no need the belittling them any further. Because these verses compare afterlife with earth. It’s a direct ratio. When you see that comparison, we may easily see that earthly pleasures are indeed temporary, tempting even. So the real deal is not pulling yourselves from all earthly pleasures in order to wait for afterlife. No, it’s not about that. The real deal is not being satisfied with temporary when you see that eternal is right in front of you. So satisfaction becomes optional here. If one can be satisfied with earth, then he is satisfied with the smaller pleasures.

Remember, you can fool child minded people with a candy. But if that mind grows into full capacity, surely it won’t go for a small price.

summe me’vahum cehennem Those who trade their afterlife for this earth, giving their eternity for temporary, buy fire ans sell paradise, their final destination is hell. ve bi’sel mihad; How wretched bed it is.

198-) Lakinilleziynettekav Rabbehum lehum cennatun tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha nuzulen min indillah* ve ma indAllahi hayrun lil ebrar;

As for those who are protected from their Rabb, there are Paradises for them, underneath which rivers flow. They will abide therein eternally with what is revealed to them from Allah (the forces that are revealed through dimensional emergence to their consciousness from the Names of Allah that comprise their essence). The things in the sight of Allah are better for the abrar (those who have reached Allah). (A.Hulusi)

On the other hand, for those who fear their Lord, are Gardens, with rivers flowing beneath; therein are they to dwell (for ever),- a gift from Allah; and that which is from Allah is the best (bliss) for the righteous. (A.Yusuf Ali)

Lakinilleziynettekav Rabbehum As for those who are protected from their Rabb,

lehum cennatun tecriy min tahtihel enhar there are Paradises for them. Yes. lehum cennatun tecriy min tahtihel enhar Paradises that runs rivers within are all for them.

halidiyne fiyha nuzulen min indillah therein are they to dwell forever as a gift from Allah. Permanent. nuzulen min indillah as a gift from Allah.

Nuzul, Inzal, tenzil all from the same root. It’s the same word to describe the arrival of Qur’an. Inzal comes from the verb of enzele. Also comes from the same origin. Why? Because Qur’an is a gift from Allah also. The feast given to guests in a house is called nüzul. An interesting mutuality and similarity.

That’s why the revelations are gifts from Allah to all humanity. People owe gratitude to Allah for blessing us with verses. So naturally those who show treachery instead of gratitude will be punished. You may understand from this how dire consequences of committing treason against verses have.

ve ma indAllahi hayrun lil ebrar; that which is from Allah is the best bliss for the righteous. Of course. Those things from Allah, if a person choose them, it’s from virtue. Because people who have virtue always choose that which is from Allah.

It’s like this. Choosing gold that will be paid later. instead of tin that is paid in advance. This is the trading between afterlife and earth. With a waiting period. People are told, “Wait a little if you want to have the gold.” So some say, “No, I want it now, whatever you will give me, give me now. I want the fastest payment.” So if you want this, then this you shall have. That’s why he who wants to be with Allah, asks for the things that are from Allah. Why? Because he is virtuous. Allah calls people to virtue. If you want that which is from Allah, you shall accept the invitation to virtue. Because only they will have that.

So what’s the lesson here. Those who don’t wish that are from Allah, also don’t want to be among virtuous. They don’t want wisdom. They don’t want the humane and moral values. With this point of view asking for afterlife is the same thing as asking to be humane and morally virtuous.

199-) Ve inne min ehlil Kitabi lemen yu’minu Billahi ve ma unzile ileykum ve ma unzile ileyhim hashiiyne Lillahi, la yeshterune Bi ayatillahi semenen kaliyla* ulaike lehum ecruhum inde Rabbihim* innAllahe seriy’ul hisab;

Certainly, there are some among those to whom the knowledge of reality has been given, who believe in their essence, the Names of Allah, and in what has been revealed to you, and to what has been revealed to them, in a state of awe towards Allah. They do not exchange the reality of Allah’s existence in His signs for a small physical pleasure, which will veil them from this truth! They will have rewards from their Rabb (rewards that manifest from their own composition of Names). Allah settles accounts instantly. (A.Hulusi)

And there are, certainly, among the People of the Book, those who believe in Allah, in the revelation to you, and in the revelation to them; bowing in humility to Allah: They will not sell the Signs of Allah for a miserable gain! For them is a reward with their Lord, and Allah is swift in account. (A.Yusuf Ali)

Ve inne min ehlil Kitabi Certainly among the People of the Book, lemen yu’minu Billahi those who believe in Allah sincerely ve ma unzile ileykum ve ma unzile ileyhim believe in the revelation to you, and in the revelation to them; hashiiyne Lillahi bowing in humility to Allah.

Yes, as first there are some who believe in Allah with sincere feelings.

Qur’an has a system, my friends. It never wipes an entire group. When handling a specific group, it always seperates the good from the bad. That’s why here Qur’an seperates the goods from the people of the book and calls them as they believe in Allah and have faith in the revelations brought to you and to them. And again hashiiyne Lillahi they fear Allah with respect.

la yeshterune Bi ayatillahi semenen kaliyla Those people they never sell the Signs of Allah for a miserable gain!

Those who possess this feature, people who believe in Allah from their hearts, and show faith to the revelations brought to you and to them, people who fear Allah with respect; they never sell the Signs of Allah for a miserable gain!

This means whoever tries to sell the verses of Allah for a misareable gain doesn’t have this feature. Unless this feature is wiped out from a human being, he cannot commit such a crime. Because if someone tries to do this, to sell them, trade them, become a Bel’am, as a scholar he bows down to other people in higher position asking him for a religious order; saying them, “What do you want? You want this verse as a duty or as vacip?” In other words, if he tries to fabricate forced religious orders for them, then there’s a serious problem in their faiths because they don’t fear Allah, they don’t respect Allah.

ulaike lehum ecruhum inde Rabbihim The people verse mentiones those people who forbids themselves from acting with such misery, their rewards are from their Rabb.

innAllahe seriy’ul hisab; Because Allah is swift in account.

200-) Ya eyyuhelleziyne amenusbiru ve sabiru ve rabitu vettekullahe leallekum tuflihun;

O believers… Endure (the hardships you encounter) and vie in patience with one another, be prepared for and in unity against the enemy and protect yourselves from Allah, so you may attain emancipation. (A.Hulusi)

O ye who believe! Persevere in patience and constancy; vie in such perseverance; strengthen each other; and fear Allah. that ye may prosper. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu All these verses we have studied today, these last two passages and the ones before them, last saying and the summary of them is in this verse; let’s pay attention.

O believers… In other words, o you who have the claims of being among the faithfuls, if you want to prove your claims, sabiru Endure the hardships you encounter ve sabiru be vigilant and supportive. As in don’t just stand alone and endure, support each others.

ve sabiru This comes as feale format. If a word comes in this format, it always points out another concept with the used word. Sabiru resistance and supportance. Defend each others. Advise resistance. It almost like ve tevasav bil Hakki ve tevasav Bis Sabr; Asr/3 the truth we see in this verse in one saying. Remain vigilant on advising each others Hakk and patience.

If a speech comes to a saying like resistance, if a speech comes to a saying like patience; there should be a thing unpleasant enough to stand up and resist. Isn’t that right? If you don’t pay a price, if you just go to sleep and wake up, you cannot say anything about being patient. No one can say; “I endure the free times, I endure sleep every night.”

Patience, to talk about patience, one should first talk about the price. Only those who pay the price can talk about patience. Especially those who defend the truth. Because defending the truth has a price. They always endure countless troubles. In that moment patience comes to scene. That’s why people who have the claim of being faithul should show resistance to such hardships and they must stand together against those troubles.

ve rabitu and do something else. Stand your ground. Rabitu order. Ribat, the guard spot. Standing as guard, they are all in the same word in Arabic language. What I understand from this expession is this.

Don’t leave the grounds of your hearts.

Don’t leave the grounds of your countries.

Don’t leave the grounds of your minds

Don’t leave the grounds of your lands

Don’t leave the grounds of your houses.

Don’t leave the grounds of the things you gain.

The lands you gain from Satan and his followers in the name of Allah; stand guard on these lands. Guard them.

        Be a sleepless guard of your fire tower. Know that if you fall asleep, your entire city will burn to ashes. That’s why don’t give your position as guard. Be on your guard all the time.

Complete your life like this and don’t forget who you are. You are your own lifes guard. Your enemy never sleeps so you should be on your guard too. Your first battleground is your heart. Defend your faiths there. Defend your faith jewel from the infidelic thiefs.

Your second battleground is your homes. Defend your homes, your Dar-ul Islam from enemies that prevent you from getting closer to Allah, at least against television. And a third, defend your world, your future. Defend humanity. If there’s a price to pay, pay it; volunteer to be the guard of humanities happiness.

Vettekullahe and know your responsibilities to Allah. leallekum tuflihun; If you do all these, you shall reach eternal happiness.

I sincerely pray to be among those people who have done these things and reach eternal happiness in two worlds.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”

 


ESMA DERSLERİ – 8 – El MELÎYK (video 54/1.00.33)

$
0
0

EL MELÎYK

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

El Melîyk; Melik değil dostlar Melîyk..! Kur’an da bir tek yerde gelen bir esma ül Hüsna dan mübarek bir isimdir. Me le ke kök harflerinden türetilen ki esasında manası mükemmel idareci demektir, idaresinde eşsiz benzersiz olan. Çok ilginçtir burada işlediğim isimlerin sıralaması Kur’an da ki nüzül sıralamasıdır bunu unutmayın. Bu çok özel bir esma ül Hüsna dır. Kur’an da Muktedir isminden sonra nüzül sırasında El Melîyk ismi geliyor. Nüzülde isim nerede ilk defa gözüktü ise biz de esma listemizi ona göre dizdik.

El Melîyk, Muktedir isminin arkasından nazil oluyor. İdaresinde elsiz benzersiz olan, mükemmel idareci demek. Me le ke  kök harflerinden türetilmiş. 6 kelimenin tamamı kuvvet ve şiddet demektir. Meleke, lemeke, keleme, Mekele, lekeme, kemele, hepsini dizin yan tana hepsinin ortak ili anlamı vardır kuvvet ve şiddet aslında tek anlam. Melek oradan gelir eşyanın kuvveti olduğu için. Mülâkim boksör demektir Arapça da şiddet ve kuvvet uyguladığı için mülâkim denir, tekme tokat demektir çünkü şiddet vardır ucunda. Kelime aynı kökten gelir iştigak-ı ekberde çünkü etki bırakan söz demektir vs.

İdareci, hükümdar, Kral anlamında ki Melîyk, milkten türetilmiştir. Bir şeyi ayakta tutan otoriteye de milâk ismi verilir. Melik, mik ve mülk sahibi özneyi övmek anlamına gelir. Mâlik ve Melik arasında fark vardır Mâlik mülksüz olmaz fakat Melîyk mülksüz olabilir. Mülksüz olur ama tüm mülklerin üzerinde iktidar sahibi olur. Mülk kendisinin olmaz ama mülkün sahiplerinin bile Melîyki olur. Bugünde öyle değil mi Yönetici yönettiklerinin sahibi değildir ama onların Melîyk’itir. Dolayısıyla Rabbimizin Melîyk olması bunu ifade eder.

             El Melîyk kalıbında 3 ayrı mana var, ismi fail. Mübalağa sıfatı müşebbehe. Hatta bir dördüncü mana ismi meful. İmi fail, ismi Mef’ul sıfatı müşebbehe, mübalağa. İsmi fail Melîyk, her şeyi idare eden. İsmi mef’ul, her şey tarafından idare edilen manasına gelir. Ama Allah için bu caiz olmayacağı için nasıl anlarız biz bunu; herkes onun idare etmesini ister. Yani beni idare eden Allah olsun der bu da ismi mef’ul manasıdır. Peki sıfat-ı müşebbehe manası ne katar? İsmin manasının sürekliliğini ve daimliğini katar. Mübalağa ne katar? En yüksek, en ‘ini katar, en yüksek idare eden.

              Nazari çerçevesine şöyle bir bakalım, El Melîyk’in tecellisi tedbirdir. İlahi idare Melîk isminin teretildiği Milk ve Mülûktan, melekûttan müştak bir fiille edilmez. Her ismin Kur’an da fiili karşılığı yoktur. Bazı isimler vardır ki Kur’an da Allah’a fiil olarak ta nispet edilir. Ama bazı isimler de vardır ki fiil olarak Allah’a isnadı gelmez. Bunun fiili mülk kökünden gelmez bunun fiili ne kökünden gelir? Tedbir kökünden gelir, başka bir fiilden gelir. Yani Melîyk isminin fiili tecellisinin ifadesi b u kökten bir kelime ile değil. Yüdebbiru olarak gelir. Yüdebbiru aslında Melîyk olan Allah’ın eşyaya fiili müdahelesidir. Yemlikü değil. Yumelliku değil ama yudebbiru gelir. Tedbir.

Tedbir aynı zamanda İslâm hakimlerinin de üzerinde çalıştığı bir kavram. İbn. Bace ve Farabi yudebbiri fiilinin mastarı olan tedbiri kullanırlar ve İslâm tedbir felsefesi 3 başlık altında işlenir. Tedbir-ül mütevahhid; şahsiyetin inşası. Tedbir-ül Menzil evin inşası, Tedbir-ul Medine toplumun, devletin inşası.

Tedbir-ül Mütevahhid; Bu isimde bir eser yazmıştır İbn Ba’ce. Mütevahhid aslında kendi başına bir değer olan şahsiyet demektir mütevahhidin tam karşılığı şahsiyettir. Şahsiyetin yetiştirilmesi, şahsiyet nasıl yetiştirilir. Bunun üzerine İbn. Ba’ce  bundan yaklaşık bin yıl evvel muhteşem bir eser yazmış. Dolayısıyla bu eser basıldı Arapça olarak isteyen bulur ulaşabilir ve fakirin hayatın yeniden inşası isimli eserinde bu eserin özetini vermiştim. Muhteşem bir yaklaşım tarzı. Şahsiyet yetiştirilmeden toplum olmaz, toplum şahsiyetlerin üzerinde inşa ediliyorsa şahsiyetli toplum olur.

Onun için batının insan tipi bireydir, bizim insan tipimiz şahsiyettir çok farklı. Birey bireyciliğe yaslanır şahsiyet ise şahsiyete yaslanır. Şahsiyet içinde bulunduğu toplumun hukukunu çiğnemeden kendine verilen özel yeteneği kullanan demektir. Ne kadar harika değil mi, ama toplumun, bütünün hukukunu çiğnemeden, bütünden ayrılmadan bütün içinde kendine verilen özel yeteneği geliştiren demektir. İşte size cemaat tarifi. Cemadat tarifi ayrı bir şey. Cemadat bireylerden oluşur, cemaat şahsiyetlerden oluşur.

İkincisi tedbir-ül Menzil; Allahu alem Aristonun politika adlı eserinden ilhamla alınmış gibi geldi bana. Çünkü politikayı okurken orada ekonomi kelimesini gördüm. Yunanca’da eko nomi aslında ev idaresi demekmiş, nomi ev, eko idare, ev idaresi. Dolayısıyla tedbir-ül menzil ev idaresi demek zaten. Dolayısıyla burada evin yönetimi, şahsiyetten sonra o geliyor. Evi şahsiyetler oluşturursa ev de şahsiyetin evi olur değil mi? Çünkü şahsiyet evin hücresi, ev de toplumun hücresidir. Hücre bozulursa doku bozulur, doku bozulursa beden çöker. Onun için tedbir-ül menzil evin idaresi. Bu konuda da İslam düşünce tarihinde çok güzel şeyler yazılmış oraya havale edelim.

Üçüncüsü tedbir-ül Medine; Bu konuda da yazılmış en güzel eserlerden biri bizim medeniyetimize ait Ârâu Ehli’l-Medîne el-Fâdıla. Yani Medineyi fazıla diye bildiğimiz Farabi’nin o meşhur eseri faziletliler şehri. Gerçi bunun da kökeninde yine Aristo’nun politikasında ve niki mahosa ahlakta ele aldığı, aslında Aristo’nun değil, ta hocasının hocası Sokrat’a gider o; Yeryüzünde krallar, filozoflar olsa, filozoflar da krallar olsa diye bir rüyanın, yani hikmet ehli yönetici olsa, yöneticilerde hikmet sahibi olsa diyen bir bakışın ki Sokrat gerçekten kendisinde ilâhi ışık gördüğümüz biri.

Dolayısıyla birçok hususta okuduğumda sanki vahiylerle birebir örtüştüğünü görüyorum. O nedenle Allah demek ki ona da öyle ilham etti. Akıl için yol bir nihayetinde. İnsan doğruyu ararsa şarkta veya garpta, güneyde veya kuzeyde bulur Allah’ın izni ile. Gerçi diyaloglarında, Şölen’de geçiyor sanırım yüce Zeus falan diyor ya, her halde yunan halkın a rüşvet vermek için söylüyor. Ona rağmen yine de zehiri içirdiler. Fakat onun biz, alemi yaratan bir Allah’ın varlığına inandığını biliyoruz, çünkü suçlama iki idi, Atina gençlerinin ahlakını bozuyor, Yunanlıların tanrılarını inkâr ediyor. Demek ki yutmadılar. Eyvallah.

Allah El Melîyk’tir. Kur’an da aynı kökten 3 isim yer alır Mâlik, Melik, Melîyk. Yine yukarıdaki gibi. Melîyk Kur’an da sadece Kamer/55 de geçiyor. Nüzülde 9. Yıl inen surelerden. Yine aynı, deminki söylediklerimin hepsi bu isim içinde geçerli onun için geçiyorum. Kur’an da bir yerde geçiyor dedim;

İnnel müttekıyne fiy cennatin ve neher – Fiy mak’adi sıdkın ‘ınde Meliykin Muktedir. (Kamer/54-55) ahirete dair geçiyor. Biraz önce yine okudum, yine tercüme ettim. Yani muttakiler için tabanından nehirler çağlayan cennetler vardır. Doğruluk tahtında oturacaklar onlar. ‘ınde Meliykin Muktedir Muktedir Melîyk’in katında, yanında.

Ne demek yanında; ‘inde bir zarftır mekân zarfı. Allah’ın yanında olmak ne demek? Esasında bu gibi ifadeler mutlaka mecazdır çünkü Allah mekândan münezzehtir. Mekâna sığması için maddi bir varlık olması lazım, 3 boyutlu olması lazım, çözülebilen bir varlık olması lazım. 3 boyutlu olan her şey parçalanabilir, Allah Samed’dir parçalanamaz.

Peki, ‘inde’yi nasıl anlayacağız o zaman? Allah’ın rızasının yanında. Eyvallah. Hani li vechillâh ifadeleri var ya Kur’an da Allah’ın yüzü için diye çevrilmez, vech bir şeyin zatını ifade eder, zatından kinayedir. Allah’ın yüzü denmez ki, Allah’ın rızası, Allah’ın zatıdır orada. Dolayısıyla burada da ‘indiyyet Allah’ın rızasının katı, razı olduğu kat. Ben insan için cennetten razıyım diyor cehennemden razı değil. Ben insanı cennete girsin diye yarattım, esasında cehenneme girmek, cennete girememektir, cehennem son durak değildir son durak cennettir. Onun için hiç kimse oraya uğramadan cennete giremez ayeti vardır. illâ varidüha. (Meryem/71) Dolayısıyla onu öyle anlamak lazım, insan için son durak cennettir. Nasıl anlarsanız anlayın idrakinize bırakıyorum. İslâm tarihinin 1.300 yıllık ihtilafını burada halledecek halimiz yok.

Bu ayet, imanda sebat eden muttakilere cenneti müjdeliyor. Ahirette Melîyk ve muktedir olan Allah’ın indinde olacakları müjdeliyor.  Allah’ın olaylara ve eşyaya müdahalesine dair hiçbir endişe duymayın diyor. Unutmayalım 9. Yıl, efendimizin ve mü’minlerin en çok acı çektiği yıl, hüzün yılındayız. Melîyk ve muktedir olanın elinden kim kaçıp kurtulmuş ki Mekke’nin müşrikleri kaçıp kurtulsun ey Nebi, ey mü’minler diyor bu ayet. Bize de diyor Melîyk ve Muktedir ’in yardımını kim engelleyebilir ki diyor bu ayet.

Gün geldi devran döndü galipler mağlup, mağluplar galip oldu. Nebiye bir çardak altını çok görenler fetih günü biz ettik sen etme makamında yalvararak bakıyorlardı. Babam iyiki ölmüş diyordu biri diğerine hiç olmazsa bu günleri görmedi. Bilâl Kâbe’nin damına çıkmış, Bilâl’i sesinin kötülüğüyle bilinen bir hayvana benzetip işte şu kara köle Kâbe’nin damın da şöyle yaptığını duymasaydım da ölseydim diyor. Birbirlerine konuşuyorlar.

ResulAllah Kâbe de düşünebiliyor musunuz, yenilmişler ama halâ o kafadalar. Allah bunu da gösterdi elhamdülillâh ve Muhammed Hamidullah üstadın söylediğine göre eğer Ben-i Kureyza hadisesini parantez içine alırsak ki alınması lazım o işte çok iş var. Toplam diyor Resul Allah’ın tüm savaşlarında iki taraftan da toplam kayıp 300 ü aşmaz diyor. Çok ilginç, bir inkılâp yapıyorsunuz ki 40 gününe bir savaş düşüyor ve toplam bu kadar. Bu kadar kansız bir inkılâp ancak bir peygamber eliyle yapılır. Şefkat ve merhamet iktidarı bu.

Asıl vurgu Allah’ın ahirette de Melîyk olmasıdır, her şeyin melekûtu Allah’ın elindedir. Melîyk’in demiştim mastarı Melekûttur. Mâlik’in mastarı farklıdır milktir. Melik’in mastarı mülktür, Melîyk’in mastarı melekûttur. Çünkü Melîyk mübalağadır, mastarı da mübalağa olmalıdır melekûttur.

Kur’an da bu kökten Allah’ın 3 ismi yer alır Mâlik, Melik, Melîyk. Mâlik milk’in sahibidir, Melik mülkün sahibidir, Melîyk melekûtun sahibidir. Melîyk; Melik ismin in mübalağası, melekûtta mülkün mübalağası. Ele geçirilen şey üzerinde tam bağımsız olan sınırsız otorite kurmak demektir.

Yasin’in son ayetini hatırlayalım; Fesubhanelleziy BiyediHİ melekûtü külli şey’in ve ileyHİ turce’ûn. (Yasin/83) O Allah’ın şanı ne yücedir ki her şeyin melekûtu, her şeyin iktidarı kendi yed’i kudretinde olan Allah’ın şanı ne yücedir. En sonunda dönüş O’nadır.

Mülk ifadesi her şeyi kapsamak zorunda değildir, fakat melekût her şeyi kapsamak zorundadır.

Melekût Ahdi Cedid de de, İncil diyoruz ya onda da mükerreren kullanılıyor, melekûtun gelsin ifadesi Ahdi Cedid de birkaç yerde kullanılır.

Melîyk olan Allah’ın tecellileri, Kâinatta ki düzen Melîyk isminin tecellisidir. Kâinatta zerreden kürreye, habbeden kubbeye muhteşem bir düzen vardır. Bu bağlardan birini koparmak tüm düzeni etkiliyor. Zincirin bir halkasını koparmak tüm zinciri etkiliyor.

Yine Descardes ve Robert Boyle ‘a döneceğiz amaçsız bir devri daim motoru demişlerdi ya kâinat için hayvanlar için. Aksine her hareketi ve her zerresi anlamlı ve amaçlı bir varlıkla karşı karşıyayız. Allah aşkına şu kâinat içinde siz amaçsız ve anlamsız bir şey görüyor musunuz? Olabilir mi? Zaten bu devri daim motoru yaklaşımını kuantum fiziği yerle bir etti öyle değil mi? Yani elektronu gözlüyorsunuz, gözlemediğiniz zaman farklı davranış sergiliyor, gözlemeye başladığınızda farklı davranış sergiliyor. Elektron sizin kendisini gözlediğinizi görüyor. Allah Allah, niyetiniz karşınızda ki şeyi etkiliyor İnnemel amalü bin niyat, ameller niyetlere göredir, aslında niyetiniz amelinizi şekillendiriyor. Niyetiniz yaptığınız motoru şekillendiriyor. Niyetiniz aletinizin ne iş göreceğini belirliyor. Hatta aletinizle günah işleyip işlemediğinizi niyetinizle belirliyorsunuz. Bu çok önemli, sanırım sevap işlediğiniz arabaları da Allah ahirette galerinize koyacak. Bu ne Ya Rabbi? Hani, sen bu cenneti kazanırken bunun da katkısı var ya bu o.

Bu sevdiğiniz eşyayı sevapta kullanın galerinize konsun inşallah. Sevapta kullanmak lazım. Çünkü varlık şahit, varlık hafızalı unutmayın varlık içinde hafızasız hiçbir şey yok taşta hafızalı toprakta, yer de gök te hafızalı. Yoksa Allah yemin eder miydi? Ves sema, vel ard, ven nehar, vel asr, ved duha, vel leyl diye yemin eder miydi? Allah’ın yemin ettiği her şeyin hafızası var şahittir çünkü, hafızası olan şahit olur. Bu düzen akıllı bir failin müdahil olduğu bir kozmik düzendir, o akıllı fail el Melîyk’tir. Yüdebbirul’emre mines Semai ilel’Ardı. (Secde/5) gökten yere her işi O düzenler, O idare eder.

             Zımnen ilahi yasalar eşyayı, ölçü ve kurala bağlar diyor Allâhulleziy rafe’asSemavati Biğayri ‘amedin teravneha. (Ra’d/2) Allah öyle bir Allah’tır ki görülen bir direk olmaksızın gökleri tutmuştur. sümmesteva alel Arş sonra yönetme makamına kurulmuştur. ve sahhareşŞemse velKamere, küllün yecriy liecelin müsemma. Güneşi ve ayı sizin emrinize müsahhar kıldı. Hepsini bir amaca mebni kıldı. Hepsi belli bir ömür dahilinde döner durur. Yani göğün, yerin güneşin ayın bir ömrü olsun da şu 70-80 yıllık senin bu kadar mahdut bu kadar kısa ömrünle Allah’a niye başkaldırmaya kalkıyorsun. Eğer baş kaldıracak olan biri çıkacaksa on milyar yaşında olanlar önce başlasın. Ey insan yapma böyle üsteli Allah’ın sende ki lütfu daha çok. Yani sırf sana fazla lütfetti diye mi Allah’a isyan ediyorsun. Bu mu olmalıydı. Fazla lütfun teşekkürü böyle mi olur. Sırf sana başkalarına vermediği iradeyi sana verdi diye mi, aklı sana verdi diye mi, vicdanı sana verdi diye mi. Yapma ey insan. ma ğarreke BiRabbikelkeriym. (İnfitâr/6) ey insanoğlu Kerim olan, bu kadar cömert olan rabbine karşı bu gururun ne? Diyor ya işte böyle.

Anlamsız ve amaçsız olan hiçbir şeyin ölçü ve kuralı olmaz. Şu halde ölçü ve kuralı reddetmek, anlam ve amaçlı yaratılışı reddetmektir. Kâinatın yasalarını kim koymuşsa hayatın yasalarını da O koyar bitti, nokta. Vahiy işte o yasaları beyan için inmiştir bunda şaşılacak ne var. Allah bizimle ilgileniyor bunda şaşılacak ne var. Bir şahaser yaratsın da yarattığını çöpe mi atsın bunu mu istiyor insanoğlu. Evlâ leke feevlâ – Sümme evlâ leke feevlâ. (Kıyamet/34-35) Yazıklar olsun ey insanoğlu. Veya yakışır sana insanoğlu yakışır. Eyahsebul’İnsanu en yutreke süda.(36) Yoksa insanoğlunu başıboş bırakılacağını mı zannediyor. Kendisini ipini başına dolayıp ta saldım çayıra diyeceğimizi mi zannediyor, böyle sanmasın.

Amin, Ya Melîyk ya Allah Melîyk sensin, mükemmel idare edensin. İdaresinde eşsiz benzersiz olan sensin. Zerreden kürreye varlığı çelip çevirensin, kâinatta müdebbiri hakiki olan sensin. Ya Melîyk ya Allah Meliksin mülkün sahibisin Mâliksin milkin sahibisin, Melîyksin melekutun sahibisin bizi mülküne sadık olanlardan eyle. Bizi mülkünde hain olanlardan eyleme. Ya Melîyk ya Allah bize nefsimizi yönetecek bir dirayet ver, bize hanemizi yönetecek bir ehliyet ver, Bize Medinemizi yönetecek bir liyakat ver, bize hayatı yönetecek bir basiret ver. Amin, ya muin El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn vel akıbetül muttakin.

Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır


ESMA DERSLERİ – 8 – EL MELÎYK

$
0
0

EL MELÎYK -1

 

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

EL MELÎYK

El Melik kelimesinin mübalağalı şekli olan el Melîyk ismi bir ayette geçmektedir.

Muttakiler cennetlerde ırmakların kenarındadırlar. Güçlü Melîyk (Allah’ın) huzurunda doğruluk koltuklarında (huzur içinde) dirler. (Kamer/54-55)

Allah hem dünya da hem ahirette gerçek Mâlik ve Melîyk’tir. Dünya ve ahiretin bütün mülkü O’nundur. Her şeyin sahibi O’dur.

Ebu Bekir Hz. Peygamberde “Bana akşam ve sabah olduğunda bir dua, tesbih cümlesi emret onu okuyayım diye talepte bulunmuş. Bunun üzerine Hz. Peygamber;

“Allah’ım (Ey) göklerin ve yerin yaratıcısı, görünen ve görünmeyeni bilen, Her şeyin rabbi, sahibi ve yöneticisi. Nefsimin şerrinden sana sığınırım.” duasını akşam ve sabah olduğu zaman ve bir de yatağına yattığın zaman oku buyurmuştur. (Nesai/es sünenü’l Kübra nuut/17 IV.403)

Abdullah Bin Ömer peygamberimizin yatağa yattığı zaman şöyle dua ettiğini bildirmiştir.

“Bana yeten beniğ barındıran, beni yediren ve içiren, bana nimet veren, lütfeden her şeyi bolca veren Allah’a hamd olsun Her şeyin rabbi, her şeyin Meliki, her şeyin ilahı olan Allah’ım cehennemden sana sığınırım. (Nesai/es sünenü’l Kübra nuut/21. IV.403) (Doç. Dr. İsmail Karagöz-Esma-i Hüsna/171)

*******************************************************

El MELÎYK

Fiy mak’adi sıdkın ‘ınde Meliykin Muktedir; (Kamer/55)

Ayetteki “melik-i muktedir” ifadesi de böyledir. Çünkü Melîk’e (padişaha) yakınlık, tatlı bir şeydir. Padişah her ne kadar ileri bir güç ve kudret arzederse, ona yakın olmada o nisbette tad verir. İşte bu ayette, Allah’a yakın olmanın, padişaha yakın olmadan çok farklı olduğuna bir işaret vardır. Çünkü padişahlar (iktidardakiler), hem sevdiklerini, hem de, isyan edenler ve düşman yanında yer alıp, kendisini iktidardan ederler diye, korktukları kimseleri kendilerine yakın tutarlar. Allah Teâlâ ise muktedirdir. Dolayısıyla Kendisine yaklaştırdıklarını, ancak lütfü İle yaklaştırmıştır. (F. Razi-Mefatih’ul Gayb Tefsir-i Kebir-Kamer/55)

**************************************************

EL MELÎYK

Gayet iktidarlı, yani kudretinin sonu olmayan bir kralın: Pek büyük mülk sahibi bir şahlar şâhının yüce huzurunda ki o, Allah Teâlâ’dır. “Melik” ve “Muktedir” isimlerinde bulunan tenvin, azamet (büyüklük) içindir.

Denilmiştir ki, Allah Teâlâ burada, yüce huzuru yakınlığı üstü kapalı, muktedir kelimesini nekre (belirsiz) olarak zikretmekle, mülk ve kudretinin hakikatini akılların idrak edemeyeceğine ve onun yüce huzuruna yakınlığın, “Gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği.” kabilinden tarif ve beyana sığmayacak gayet büyük bir saadet ve keramet olduğuna işaret buyurmuştur.

Âlûsî der ki: “Bazı eserlerde zikredildiğine göre duanın kabul olmasında bu iki yüce ismin keyfiyeti büyüktür.” İbn Ebî Şeybe Saîd b. Müsseyyeb’den şöyle dediğini nakletmiştir: “Mescide girdim, sabah oldu zannediyordum. Meğerse uzun bir geceymiş. Benden başka kimse de yoktu. Uyumuşum, arkamdan bir hareket işittim, korktum. Ey kalbi korku dolan, korkma da: “Allah’ım şüphesiz sen, kudretli bir meliksin ne istersen o olur.” de, “sonra da gönlüne ne doğarsa iste” dedi, ondan sonra Allah Teâlâ’dan ne istedimse kabul etti. Bu duanın tamamı şöyledir: “Ey Allah’ım sen kudretli bir meliksin, ne istersen o olur. Şu anda içinde bulunduğum durumda beni başarılı kıl. Dünya ve ahirette bana mutluluk ver. Hayat ve ölüm fitnesinden beni koru ve korktuğumuz şeylerden bizi emin eyle, ey gizli, lütufta bulunan Allah’ım! Allah’ın rahmeti Seyyidimiz Muhammed üzerine, ailesine ve ashabına olsun. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır.” (Elmalı/Kamer/55 tefsir.)

************************************************************

El Melîyk

        İnsan Allah’ın mülküdür Allah’ın mülkü olan insan milk’e de mülk’e de sahip olabilir. Fakat tabii ki insanın milk veya mülk sahibi olması hakiki değil mecazi olur.

Allah’ın insana mülk ve milk vermesi, mülkünü mülküne vermesidir.

Mâlik ile Melîyk arasında fark vardır. Mâlik mülksüz olmaz, mülk sahibi olana Mâlik denir Fakat bir zatın Melîyk olabilmesi için mülke sahip olması şart değildir.

El Melîyk tüm benzer isimler gibi iki kutuplu bir mana taşır. İsmi-fail ve ismi mef’ul.

İsmi fail manasıyla her şeyi mükemmel idare eden, idaresinde eşsiz olan manasına gelir.

İsmi mef’ul manasıyla “en çok idare edilen” manasına gelir.

Peki, o zaman kelimenin aslında mündemiç bulunan ismi mef’ul manasını yok mu sayacağız?

Hayır yok saymayacağız üzerinde tedebbür edip Allah’ın şanına yakışır bir şekilde te’vil edeceğiz. Bu da bizi “en çok kendisi tarafından idare edilmek istenilen” manasına ulaştırır. Eğer insan Allah’ın idaresi ile hemcinslerinin idaresini kıyaslarsa hiç tereddüt etmeden Allah’ın idaresine kayıtsız şartsız teslim olmayı tercih edecektir. Zira insanı yönetmekten hiçbir çıkarı olmayan Allah, sonsuz rahmet ve şefkatiyle idare eder. Melîyk isminin mef’ul manasının akla getirdiği bir ihtimal de “Melîyk isminin tecellisine medar olanların en iyi idare edilenler” olması hakikatidir. Zira onlar idarenin hayrını şerrinden, iyisini kötüsünden, hakkını batılından ayırmayı çok iyi öğrenmişlerdir. (M. İslamoğlu-Esma-i Hüsna/c.2-424)

************************************************

        EL MELÎYK

El Melîyk; Dilediği kullarını mülkü sayesinde aziz ve güçlü kılmaya kadir olduğu gibi aynı zamanda mülkünde onu zelil ve hakir yapmaya da kadirdir. Bu nedenle her kim bu dünya hayatında dünya malına tamahkârlık ederse bu onu zelil kılar. Kim de verilenlere hamd eder ve şükrederse mal onu aziz kılar. Bununla birlikte zafer kazanmakta karşılıklı yardımlaşma ve birbirine destek çıkmak ve galebe çalmakta bu sayede olur. Nitekim bina ve yapı da bununla tamamlanır. Uygarlık ve imar da buna bağlı olarak sağlanır. Kendisiyle hakkın ortaya konduğu mal, helâl olan maldır. Fakat kendisiyle Hakka üstünlük sağlamak istenen mai ise o da haram olan maldır.

Yukarıda söylenenlere rağmen burada mutlaka bir noktaya dikkat çekmek gerekmektedir. O da Melik ile Melekût arasında çok büyük bir farkın olduğunun bilinmesi gerçeğidir. Bu ikisi arasındaki farkı bilinmeli ve öğrenilmelidir ki okur, bu terimleri birbiri ile anlam olarak karıştırmamış olsun. Zira eğer işi teslim eden ve gerçeği kabullenenlerden ise şüphesiz Allah her ikisinin de Mâliki ve sahibidir. Yani hem mülkün sahibi ve hem Melekûtun Mâliki ve sahibidir.

Şu farkla ki mülk, şu maddi olan âleme has bir durumdur. Ve burada egemen olan şey, bunun maddi oluşu ve bu âleme has olmasıdır. Bu dünyalık ve maddi olan mülke veya bunun bir parçasına egemen olan kimse veya Mâlik olan kimsenin Mâlikliği ve sahipliği izafidir, görecelidir. Söz konusu olan bu parça ister mutlak Melik olan Allah’a itaati sebebiyle o kimseye verilmiş olsun ister başka bir şekilde olsun fark etmez. Hepsi aynıdır. Bu durumda Mâliklerin egemenliği söylediğimiz gibi izafidir, görecelidir. Çünkü o halifedir, Allah onu bu mülk için tercih edip seçmiştir.

Ya da kişi o varlığı, Malik olmayı Allah’ın yarattıkları üzerinde zor kullanarak ve baskı uygulayarak, onların rızası olmaksızın ellerindekini almak sureti ile ele geçirmiş bulunabilir. Bunun için yüce Allah şöyle buyurmuştur;

Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder Mülk O’nun Hamd O’nun ve O her şeye kadirdir. (Teğabün/1)

İşte bu ayette görüldüğü gibi yüce Allah kendisine yaraşmayacak olan şeyleri tenzih edip arındırmaktadır. Göklerde ve yer de her ne varsa, onların mutlak manada mülkiyeti Allah’a hastır. En güzel övgü ve sena O’na özgüdür. Aynı zamanda O her şeye kadir ve her şeye gücü yetendir.

Buna ilave olarak ayetin başında yer alan Tesbih yani “yusebbihu lillâhi” meselesi Mâlik-el Mülk olan Allah’a has olarak mutlak malikliği ifade etmektedir.

Melekût ise hem ruhaniyat ve hem cismaniyat âlemini ilgilendirir. Yani bu demektir ki göklerde ve yerde her ne varsa hepsi de Allah’ın yarattıklarıdır.. Allah’a yaraşmayacak bir şekilde bunları yakıştırmaktan Allah münezzehtir. Ki sürekli ve daimi olan bir tenzih içerir.

Bu özellik sadece ruhlara, bedenlere, cisimlere, zatlara sahip olan bir Melîyk’e hastır ki o da sadece Allah’tır.

Bir başka yönüyle Melekût; Maddi olan mülke izafetle bu, nefisler ve ruhlara hastır. Bu anlatıma göre mülk, Melekûtun bir cüzü, bir parçasıdır. Çünkü Melekût, varlık bakımından maddi olana göre daha yüce ve daha üstündür. Hem lafız hem mana bakımlarından daha muazzamdır. Bu anlatım çerçevesinde Melekût, mülke nazaran daha abartılı ve mübalağalı bir mana içerir. Bu, var olnlar için mutlak ve tam olan mülk demektir. Burada şöyle bir imada bulunulmaktadır; Yüce Allah her mülkün Mâlikidir ve her şeye kadir olan da kendisidir.

Melekûta aynı zamanda görülen ve meydana gelen şey de eklenir. Nitekim Allah’ın Melekler gibi yarattığın kimi kullarını muttali kılıp haberdar ettiği gibi gayb da buna eklenir. Çünkü Allah yaratmış olduğu cinler, insanlar gibi varlıklara bildirmediği bir takım gizli bilgileri meleklere bildirmiştir. Ya da ezeli ilminde gerçekleşip te vakıa da gerçekleşmemiş mutlak manada olan gayb da Melekût âlemine ilave edilir. Çünkü yüce Allah bunların bilgisini sadece kendi zatına has kılmış ve o bilgilere başkalarını muttali kılmamıştır. Örneğin yüce Allah’ın şu kavli bu gerçeği bize bildiriyor.

“Allah her dişinin neye gebe olduğunu bilir ve rahimlerin neyi eksiltip neyi artırdığını da bilir. Çünkü her şey O’nun katında bir ölçü iledir.” (Rad/8)

 Özellikle Allah’ın bu ayette zikredilenleri kendi zatına tahsis etmesini ifade buyurması, bunların tasarrufunun, arada her hangi bir vasıta söz konusu olmaksızın hepsinin yüce Allah’a ait olmasından dolayıdır.

Oysa görülen ilim bunun dışındadır Bunların bilgisi de mutlak Mâlik olan Melîyk’e has olmasının yanında, kimi meliklere bu bilgileri izafet yolu ile öğretir. Kimisine de öğretmez.

Halife olan insan dişinin gebe kalmasından sonra sahip olduğu maddi vasıtalar yoluyla, gebe kalan kadının karnında ki cenin’in erkek mi kız mı, tek mi ikiz mi olduğunu bilebilir. Bu durum onun sahip olduğu müşahede, görüntüleme bilgisi sayesinde olabilir. İşte bu özellikler yaratan ile yaratılan arasında müşterek olan özelliklerdir.

Ancak doğacak olan kız bebeğin, mükemmel bir kadın olup olmayacağını, gebe kalacağında ise söz konusu olan niteliklerin tamamıyla uyumlu olup olmayacağını, doğurup doğuramayacağını, doğurması halinde erkek ve kız olarak her ikisini de doğurup doğuramayacağını, ya da sadece erkek çocuk ya da yalnızca kız çocuğu doğurup doğurmayacağını, yahut ta her ikisini de doğurabilecek mükemmellikte bir kadın olup olmayacağı gibi özelliklere gelince işte bu özellikler Melekût konusu içine girer. Çünkü bunlar müşahede altına giren mülk ve varlık türünden olan şeyler değildirler. Bunlar, Melekûta boyun eğen gayb türünden olan mülklerdir.

İşin bu noktasında gaybı ve şehadeti yani hem görüneni ve hem de görünmeyeni bilen Mutlak olan Melîyk’in vasfı açıklanmış ve ortaya çıkmış bulunmaktadır. Çünkü o kibriye vasfına sahiptir ki bu nitelik zati ilahinin kemal vasfıdır. Bu vasıf onun varlığının kemaline avdet eder. Çünkü Allah Mutlak Melîyk’tir. şu yaratılmışları yaratan O’dur. Onlara, kendisine ibadet ve kullukta bulunmalarını emretmiştir. Zira Allah’a itaat, kişiyi O’nun rızasını kazanmaya ulaştırır. İşte bu bakımdan halka, onlara özgü olan haklarını ve onların görevlerinin nelerden ibaret bulunduğunu bildirecek ve ulaştıracak, tebliğde bulunacak olan bir vasıtaya mutlaka ihtiyaç bulunmaktadır.

Mutlak olan bu Melîyk, apaçık hakkın meliki olacak bu zat mesajlarını tebliğ edecek ve yerine ulaştıracak olan resullerini seçer Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor.

“Bunlar arık insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı ileri sürecekleri bir özürleri olmasın diye, hep rahmet müjdecileri ve azap habercileri olarak gönderilmiş peygamberlerdir. Allah daima güçlüdür, hikmet sahibidir.” (Nisa/165)

İşte bu gerçekler ve bilgiler çerçevesinde deriz ki Allah, Hak Melîyk’tir. Böyle olması itibarıyla da O’na tevekkül edilir ve O’na dayanıp güvenilir. Çünkü her iş O’nun elindedir, emir O’na aittir. Bunun böyle olması O’nun gücü, kuvveti, takdir buyurması ve sınırsız olarak vermesi, hataları bağışlaması, mağfiret etmesi, her ilmi ve bilgiyi ihata etmesi sebebiyledir.

O öyle bir Allah’tır ki hiç kimseye muhtaç değildir ve fakat her şey ve herkes, tüm var edilmiş olanlar hep O’na muhtaçtırlar. Çünkü yarar sağlayan da zarar verecek olan da O’dur ve O her şeye kadirdir, her şeye gücü yetendir. Bu itibarla O’na dayanıp güvenmek hem farzdır ve hem de zorunludur. Çünkü Hak olan O’dur. Dolayısıyla bir kimse eğer Melik olmak istiyorsa o kimsenin O’ndan başkasına dayanmayı kabul etmesi mümkün değildir. İşte bu açıdan kim, muhtaç olan, ihtiyaç içinde olan birine dayanıp güvenirse onun Melik olması mümkün değildir. Kim de hiçbir kimseye muhtaç olmayana güvenip dayanırsa işte Melik olmaya aday da o olacaktır. Çünkü Melik denince varlık elinde olan gücü elinde bulunduran akla gelir. (Prof. Dr. A. Hüseyin Akil-Esma-i Hüsna şerhi/81-84)

 


ESMA DERSLERİ – 9 – MÂLİKÜ’L-MÜLK

$
0
0

Malik el Mülk

{{“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym}}

MÂLİKÜ’L- MÜLK

Bu dilediğini memleketinde istediği gibi yürüten demektir. İstediği zaman var eder istediğinde yok eder, istediğinde bırakır.

Mülk’ün buradaki anlamı, Memlekettir. Malik, ise tastamam bir kudrete sahip olan manasınadır.

Varlık âleminin bütünü tek bir memlekettir. O ise bu memleketin (ülkenin) sahibi.

Varlık âleminin tek bir memleket sayılması, içinde bulunan varlıkların birbirlerine bağlı olmasından ileri gelmektedir. Bunlar, bir bakıma her ne kadar çok görünürlerse de diğer yönden bir sayılırlar.

Tıpkı insan gibi. İnsan hakikatin bir memleketidir. Lâkin bu memleket birçok azadan teşekkül etmektedir. Bu azalar birbirlerine yardım ediyorlar ki, insan hakikatinin istekleri yerine gelsin. Bu itibarla bu, tek bir memleket olmuştur.

İşte bütün âlem de tek bir şahıs gibidir. Âlemin eczası, tek bir gaye için birbirlerine yardımcı olan o şahsın azalan gibidir.

Allah’ın ihsanı, bütün âlemde tam mânâsı ile gerçekleşsin diye bu ecza-i âlem devamlı surette bir birlerine yardım etmekte, yekdiğerlerini tamamlamaktadırlar.

Bütün âlemin yeknesak oluşu aynı nizam ve intizam içinde bulunuşu itibarı ile tek bir ülke sayılmıştır. Bu ülkenin sahibi de hiç şüphe yok ki, yalnız ve yalnız: Allah’tır.

Kulun ülkesine gelince, onun ülkesi bedenidir. O gerek kalbine ve gerekse diğer azalarına söz geçirebilirse, kendisine verilen kudret nispetinde, kendi ülkesinin sahibi olur. (İ. Gazali-Esma’i-Hüsna şerhi/171-172)

*************************************************

MÂLİKÜ’L- MÜLK

Taalluk

Allah’ın rububiyyeti karşısında, ubudiyyete yönelmek amacıyla bu isme ihtiyaç duyulmaktadır Bu O’nun mülkü olmanın ötesindedir.

Tahakkuk

Mâlikü’l Mülk, mülkünde herhangi bir kölelik veya özgürlük düşünülemeyen mülkünde herhangi bir şekilde aleyhinde bir delil oluşturulamayan demektir. Eğer böyle bir kanıt ileri sürülse, mâlik, memlûk hükmüne geçer. Zira Allah Tealâ şöyle buyurmuştur; “De ki kesin ve açık delil ancak Allah’ındır.” (En’am/149).

Taalluk

Bir kul kendi nefsini Allah’ın mülkü olarak görürse, kendisi aleyhinde hiçbir şey ileri sürülemez ve hiçbir gün özgürlükle vasıflanamaz. Zira hiçbir şey onu kendisinden uzaklaştıramaz. Bu haliyle o kimse Mâlikü’l mülk olur. (İbn. Arabi- Allah’ın isimlerinin sırları ve manalarının keşfi/140)

************************************************************

MÂLİKÜ’L- MÜLK

Kâinat belli bir amaç için yaratılmış olan ve bu amacı ifa etmekte olup birbiriyle ahenk içerisinde var olan parçalarıyla bir bütündür. Allah Tealâ; “Gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim, o sebeple mahlûkatı yarattım” buyurmaktadır. Bu yüzden yaratılışın amacı ve işlevini yaratanı bilmek, bulmak ve yaratanla olmaktır.

İnsan küçük ölçekli bir kâinattır, kâinatta her ne varsa Âdem’de vardır. İnsan ayrıca Allah’ın en ulvi mahlûku ve halifesidir. Allah bundan dolayı tayin edilmiş bir süre dahilinde bazı kullarına Mülkler, araziler, servetler ihsan eder ve onların bunlar üzerinde hükmetmelerine müsaade eder.

Allah bazı kullarına o mülklere nasıl hükmedeceğinin ilmini de verir, böylece mülkleri büyüyüp gelişir, kârları ziyadeleşir. Onlara kendi nefs ve bencilliklerine tabi olmayı yasaklar. Böyle yapmaları onları sadece azaba götürür. Kendi nefs ve bencilliklerine kul olur ve uhdelerinde emanet olarak bulunan serveti kendilerine kullanırlarsa ölümle beraber her şeylerini kaybederler. Müflis bir şekilde kalakalır ve cehennem zindanlarına sürülürler.

İnsanlar Allah’ın kanunlarını kendilerine emanet olarak verilmiş olan O’nun mülkünde ve kendi nefslerinde tatbik ederlerse ve sadece O’nun rızası ve hatırı için hükmeder ve infak ederlerse, mülkün hakiki sahibi onlara ihsan ettiği geçici mülkü ebedi ahire mülküyle değiştirir.

Abdülmâlikü’l-mülk o kuldur ki Allah’ın mülkü üstündeki kudretini müşahede eder. O yüzden Allah’ın, kâinatı ve insanları idare etmekte kendisini halifesi olarak kullandığını fark eder. Bu farkındalık onu kâmil kul olmaya götürür ve Allah’ın, bu kulun üzerinde ki ikramları dünyevi olarak ta zirvelere yükselebilir. Böyle bir kimse Allah’tan gayrisine bel bağlamaz ve O’nun hakiki sultan olduğunu bilir. Ve hakiki bir kul olmaya çalışır ki kulluk bütün insanların erişmeye çalıştığı en yüksek makamdır.

Bu ismi günlük olarak zikreden mü’minler rızıklarını ummadıkları yerden artırabilirler. Akıllarındaki şüpheler yakîne inkılap eder. Onların idaresi altındaki insanlar da onlara keyifle hürmet gösterir ve itaat ederler. (T. Bekir Bayraktaroğlu- Esmaü’l-Hüsna/170-171)

***************************************************************

MÂLİKÜ’L- MÜLK

“Mâlikü’l-mülk: “Dünya ve ahiretin mülkü, yalnız Kendisine ait olan” demektir. Yalnız bir Medenî ayette

Kulillâhumme mâlikel mülki tü’til mülke men teşâu ve tenzi’ul mülke mimmen teşâ’ (Âl-i İmrân/26) geçer.

Demek ki Kur’an; sıfat, mastar ve fiil şekilleriyle hükümranlığı Allah’a tahsis etmeye büyük önem vermiştir. Başından sonuna kadar, O’nun bu vasfını hatırlatmıştır. Onun “Hükümran” olarak tanıtılmasına bazı felsefî düşünceler bir anlam vermeyebilirse de, beşerî realitenin başka türlü olduğunu anlatmaya çalışacağız.

Hükümdar kültü, özellikle eski dünyanın hemen her tarafında rastlanan bir tezahürdür. Anlaşılan insanlık, hükümranlıkla Ulûhiyette birbirinden ayrılmaz iki kavram bulmaktadır. Denebilir ki, hükümdarlar kendilerini halklarına kabul ettirmek için, bir İlâhî kaynağa dayanıyor göstermişlerdir. Yahut hâkim olanların, raiyyelerini kendilerinin kulları, kendilerini de onların tanrısı gibi görmek istedikleri söylenebilir. Başka şeyler de düşünülebilir. Şimdi serdedeceğimiz tarihî gerçeklere bakarak, biz daha çok, birinci ihtimalin, yani insanların tanrılıkla hükümranlığı ayrılmaz kabul etmelerinin doğru olduğunu kabul ediyoruz.

İnsan, taptığı Tanrının Hükümran olmasını, hükmünü yürütmesini beklemektedir. Kendisine hükmeden beşerî varlıkların hükümranlığına, ancak ilâhî bir esasa ve izne dayandıkları düşüncesiyle, tâbi olmak istemektedir. Eski Mısırlılar nezdinde Firavun, tanrının oğludur. Yaşadığı sürece, tanrı Horus ile eşit tutularak, tanrı sıfatıyla kendisine tapınılması gerekirdi. Çinlilere göre Tanrı “Cihan hükümdarı”dır; yerdeki kral, semâvî Hükümdar’ın temsilcisidir. Yerdeki Kral ancak, bu unvanla halka emretme yetkisini haklı gösterebilir. “Sümerlerde, hükümdarlık gökten iner”, kral, Tanrı Anu’dan iktidarını alır. İşte bundandır ki, yalnız hükümdar halkı temsilen Onu çağırabilir, sıradan adamlar değil. Babil ve Asur’daki siyasî rejim, daima bir teokrasidir. Bütün iktidar bir Tanrıdan veya tanrılardan gelmektedir. Orta Asya ve kuzey kutup bölgesi kavimlerinde Tanrı, “Han”, yani kâinatın Hükümdarıdır. Moğollarda da böyledir. Fakat Tanrı, âlemi doğrudan doğruya değil; yerdeki temsilcileriyle, Hanlarla idare eder. Mengü Han, Fransa kralına yolladığı mektubunda: “Ebedî Tanrının emri böyledir; Gökte bir tek ebedî Tanrı vardır, yerde de yalnız bir hüküm bulanacaktır: Tanrı’nın oğlu Cengiz Han”. Ural Altay bölgesinde, Tatarlarda Yüce Semâvî Tanrı, “Han” yani Hükümdardır. Brahmanlar, kralı takdîs ederlerdi.

Hindistan’daki Semâvî Tanrı Varuna hükümdardır. Hükümdar-Tanrı’dır. Zerdüştlükteki tek Tanrı Ahura-Mazda da, “Hükümran Tanrı”dır. Bazı Afrika topluluklarında kral mukaddes veya ilâhî telâkki edilir. Yunanistan’da Zeus’da da hükümranlık vasfı vardır, krallar otoritelerini ondan alırlar.

İtalya’da Jupiter, mutlak hükümdar idi. Japonya’da, Mikado güneş tanrıçasının soyundan gelmedir, hem kral, hem baş râhiptir. İlâhî nesnenin cisimleşmiş şeklidir. Bir Japon, bütün hallerde Mikado’nun (kralın) irâdesine itaat etmeye mecburdur. Mikado kültü, halen Japonya’da mevcuttur.

M.Ö. 6. yılda, Yahudiler Filistin’de Galile (el-Halil) bölgesinde Roma idaresine karşı ayaklanırlar; zira Tanrı, onların tek Hükümdarıdır. Çünkü Yahudiler, Allah’ı Kral olarak nitelerler. Keza Yahudiler, krallarının Tanrı ve halk tarafından seçilmesi gerektiğine inanırlardı. İsrail’de kral, ilâhî bir kuvvete sahip olup Yahova tarafından yahut Yahova’nın işaretiyle halk tarafından seçilmiştir (Kur’an’da Bakara/247’de Tâlût’un, onlara Allah tarafından kral olarak gönderildiği bildirilir). “İmparatora tapınma (cesarisme), Roma devletinde bütün din mensuplarının imparatora ve yurda bağlılıklarını sağlayan bir inanma ve tapınma sistemidir. Sistem, Jül Sezar’ın ölümünden sonra kurulmuştur. İlk Hıristiyanların işkence görmeleri, bu tapınmaya katılmamaları yüzünden olmuştur. Hz. İsa, kendisini Yahudilerin kralı olarak kabul ediyordu. Onu tanrılaştıran Hristiyanlar, kendisini “insanlığın ve kâinatın hükümdarı” olarak görürler. Çokça, rûhânîleştirilen “Allah’ın melekûta” (Royaume de Dieu), Hristiyanlıkta en önemli yeri işgal eder. Pater duâsında: “Melekûtun gelsin” denir. Hıristiyanlarda “Semâvî Peder”, her şeyden önce Mâlik (Kral)dır.

Dinler tarihçisi M. Eliade, dünyanın hemen her yerinde, ayrı ayrı toplulukların inandığı Yüce Varlıkların, neticede unutulup gölgede kaldığını birçok örneklerle gösterdikten sonra, Ulûhiyette hükümranlık kavramı hakkında diyor ki: ‘Bazı semâvî Tanrı’lar, hükümran Tanrı olarak tecelli etmek suretiyle, dinî aktüalitelerini korur veya güçlendirirler, Panteonda, kendi hâkimiyetlerini korumayı pekiyi başaran Tanrılar, işte onlardır (Jupiter, Zeus, T’ien). Monoteist inkılâplar da işte onları lehine olarak meydana gelmiştir: Yahova, Ahura-Mazda gibi’.

Bu dünya turundan sonra, insanın “Hükümran” olan bir Tanrı’ya ve yalnız Ona kulluk etmek üzere yaratıldığını anlamamak mümkün değildir. Mutlak ve Gerçek Hükümdarı (el-Melikü’l-Hakk) bulamayınca, uydurduğu tanrılara bu vasfı verdiği görülmektedir. Bu vasıfla tecellî etmeyen Tanrının da unutulduğu gerçeğini hatırlayacak olursak, Allah’ın Kendisini hükümranlıkla nitelemesinin hikmetini anlamamız çok kolay olacaktır.” (Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 130-132)

**************************************************************

MÂLİKU’L-MÜLK

MÂLİKU’L-MÜLK: bütün varlık âleminin tek ve mutlak hâkimi, kendi yarattığı varlık âleminde sınırsız, sonsuz tasarruf yetkisi kendine ait olan mutlak varlık. Varlıkta tek hükümran. İster mülk ister milk kökünden türesin, malik oluş, bilhassa Allah (cc) için olunca sınırsız ve sonsuz bir irade, mutlak bir kudret, kesin bir tasarruf yetkisi, varlığı kuşatan bir ilim, engelsiz bir hâkimiyet ifade eder.

Buna göre mülk Allah’ındır. Hikmetine ve adline uygun olarak dilediğini, dilediği şekilde yaratır. Yaratmak istediği şey, “Kün” emri ile yaratılış ve işleyiş kanunlarına programlanmış olarak hemen oluverir. Allah göklerde ve yerde yani evrende kendi dilediği tabii, fiziki, astronomik, binlerce çeşit kanun ve nizamları koyarak, onların belli ve şaşmaz düzenlerle islemelerini sağlamıştır. Bu kanunları ve nizamları değiştirecek hiçbir güç yoktur. Öte yandan Allah âlemde her an dilediğini dilediği şekilde var etmeğe devam etmektedir. Yaratmasına hiç kimsenin aksi yönde bir müdahalesi yoktur ve olamaz. Kendinin dileyerek müsaade etmesi hali müstesna. Her şeyin üzerinde olduğu gibi bizim üzerimizde de mutlak tasarrufunu sürekli müşahede etmekte, en azından hissetmekteyiz.

Nitekim daha önceki konularda ifade ettiğimiz gibi kendi yaratılışımız üzerinde kendi irademiz veya bizim dışımızdaki her hangi bir kimsenin, vasıtalıktan başka hiçbir rolü ve hiçbir tasarrufu yoktur. Doğduğumuz cağı ve zamanı, anamızı babamızı, cinsiyetimizi, güzellik çirkinliğimizi boyumuzu posumuzu, genlerimizin anne rahminde determine edilmesini sağlamamız mümkün olmamıştır.

Biyolojik isleyişimiz üzerinde de en küçük bir rolümüz yoktur. Allah mademki mutlak hükümdardır, mademki iradesi sınırsız, kudreti mutlaktır, iradesini yönlendirebilecek, kudretini engelleyebilecek hiç kimse yoktur. O halde mülkün hükümranlığında mutlak tasarruf sahibidir. Dilemesi kendince bilinen bir hikmet olarak, yaratması var etmesi ise Lütfu, keremi, ihsanı, şefkati yanında mutlak adaletinin bir tecellisi olarak dilediğine fazlından ve rahmetinden ihsan eder. Dilediğini doğruya ve doğruluğa hidayet eder. Dilediğine hesapsız rızk ihsan eder. Dilediği kuluna hükümranlık, idarecilik, dilediğine hikmet ve ilim ihsan eder. Dilediğinin günahlarını affeder, dilediğini affetmeyip cezalandırır. Ana rahminde dilediğine dilediği sekli, sureti verir. Güç durumlarda dilediğine yardım eder. Dilediği kimseyi dilediği zamanda, mekânda, muhitte ve dilediği kimseler aracılığı ile yaratır. Dilediğine peygamberlik verir. Dilediğine velilik verip kendine dost edinir. Tasarrufu kendine ait olan yeryüzüne dilediği kimseleri mirasçı kılar. Dilediğini kalbinden kızgınlığı, buğzu kini giderir. Allah dilediğini seçer ve yaratır. Yarattıklarının yaratılışı seçme hakkı yoktur. Allah dilediğini kendine seçer ve kendine iletir.

Tamamı ile ayet mealleri olarak yazdığımız, ayetlerin dışına hiç çıkmamağa özen gösterdiğimiz bu hususları örnek ayetlerle meal olarak özetlemek gerekirse, Allah buyuruyor ki;

1– Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir. O dilediğini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyla kadirdir.” (Maide/17)

2– Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah’ındır. O diriltir ve öldürür. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne bir yardımcı vardır. (Tevbe/116)

3– Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten dolayı bir dosta ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim de ve tekbir getir.” (İsra/111)

4– Göklerin ve yerin mülkü, hâkimiyeti Allah’ındır. Dilediğini yaratır: dilediğine kız çocukları, dilediğine oğlan çocukları bahseder. Yahut onları kız ve erkekler olarak çift yaratır. Dilediğini de kısır kılar. (Şûra/49-50)

5– O gökleri ve yeri altı gün (devre) de yaratan sonra arşın üzerine istiva edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Bütün isler, oluşumlar ancak O’na dondurulur.” (Hadîd/4-5)

6– Bilmez misiniz ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti, hükümranlığı Allah’a aittir. Dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkı ile kadirdir.” (Maide/40)

7– Allah geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar, (karşılıklı uzatıp kısaltır). Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir sureye kadar akıp gider. İste Rabbiniz Allah. Mülk ve hükümranlık O’nundur. O’nu bırakıp ta kendilerine yakardığınız ise bir çekirdek kabuğuna bile sahip değildir.” (Fatır/13)

8– Sizi de annelerinizin karnında üç katlı karanlık içinde çeşitli safhalardan geçirerek yaratıyor. İste bu yaratıcı, Rabbiniz Allah’tır mülk ve hükümranlık O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur.(Zümer/6)

Bize ait olduğunu sandığımız dünya mülkü, hâkimiyeti, hükümranlığı gerçekte Allah’a aittir. Mülk bırakıp gidenin değil kalanın olur, faninin değil bakinin olur. Biz mülke sahibiz sanıyoruz, iyi düşünürsek görürüz ki mülk bize sahiptir. Zihnimizde, aklımızda, hissimizde hâkimiyet kurmuştur. Bütün zamanlarımızda, rüyamızda bile bizi kendi ile meşgul etmekte, ardına koşturmakta, idealimiz olmakta, hayatımızın gayesi haline gelmektedir. Biz mi ona sahibiz o mu bize? Biz mi ona hâkimiz o mu bize?

Hâlbuki fani olan bizler de, bizden daha uzun ömürlü olup mirastan mirasa uçuşup duran sonunda gerçek varisini bulan mülk te Allah’a (cc) aitiz. O’nun mülkünde, O’nun tasarrufunda, O’nun hükümranlığındayız Mülkün gerçek maliki Allah bizi mülke mahkûm eyleme, bizi mülke kul eyleme.

Bu ismi vird edinenler dünyayı reddetmezler terk etmezler ama mülke mahkûmiyet duygusundan kurtulurlar. Sıkıntı çekmez, maddi sıkıntı görmezler.

Yukarıdaki ayetler mülkün Allah’a ait olduğunu ifade etmekle beraber Mâlikü’l mülk olarak geçmemektedir. Kur’an ı kerimde Mâlikü’l mülk ismi bir tek ayette geçmektedir.

( Resulüm) De ki: mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. Her turlu iyilik senin elindedir.  Gerçekten sen her şeye kadirsin.” (A. İmran/26) (Fazıl TİYEKLİ- Kur’an da El Esmaü’l Hüsna)

**************************************************

MALİKÜL –MÜLK

A – Mâlikü’l-Mülk isminin lügat anlamı: Milk ve mülk mastarlarından türemiş olan Mâlikü’l-Mülk ismi, her türlü hükümranlığın sahibi, her şeyin üzerinde saltanat ve otorite sahibi anlamlarına gelmektedir.

B – Mâlikü’l-Mülk isminin ıstılah anlamı: Mâlikü’l-Mülk; dünya ve ahiretin mülküne sahip olandır. Mâlikü’l-Mülk; dünya ve ahiretin hükümranlığına sahip olandır. Mâlikü’l-Mülk; malı, nimeti ve otoriteyi elinde tutan ve dilediğine verendir. Mâlikü’l-Mülk; izzet ve şerefin yegâne sahibi olan ve onu dilediğine verendir.

C – Mâlikü’l-Mülk isminin Kur’an içerisinde incelenmesi: Mâlikü’l-Mülk ismi, Kur’an’da sadece bir kez geçmiştir: “De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir ve dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin.” (Ali İmran 26)

D – Mâlikü’l-Mülk isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

1-Her şeyin üstünde Rabbimizi otorite sahibi tanımalı ve o yüce hükümranın otoritesinden çıkmamalıyız.

2-Mülk, izzet ve nimet isteyeceğimiz zaman, bunları mülkün gerçek sahibinden istemeli, yeryüzü maliklerinden dilenmemeliyiz. Çünkü O, mülkü, izzet ve otoriteyi dilediğine verendir.

3-Kimi insanlar yeryüzünde birtakım otorite ve mülk sahibi olabilirler ancak bu onları kesinlikle Mâlikü’l-Mülk, yani bütün mülklerin gerçek sahibi yapmaz. “Mâlikü’l-Mülk” veya “Melikü’l-Emlak” isimleriyle insanları isimlendirmek yasaklanmıştır: ResulAllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Allah katında isimlerin en çirkini, adamın “Melikül-Emlak (Padişahların padişahı) diye isimlenmesidir.” (Buhari, Edeb 114. Müslim, Adab 38.) (Dr. Ramazan Sönmez-el-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ)

**************************************************

MÂLİKÜ’L- MÜLK

“Mülkün hakiki sahibi” Ezelden ebede mülkün sahibi ve hükümdarı ancak Allah’tır. Yerde ve gökte olanlar O’nundur ve her bir şey O’nun emr ü fermanı üzere ayakta durur. Yani mâlikiyetinde olsun, melikiyetinde olsun, O’na kimse ortak ve benzer olamaz.

İnsanlardan bazılarının hükümdar olması, mülklere mâlik bulunması, padişahlık tahtına oturması, hep O’nun vergisi ve keremidir. Yine bazı kimselerin çok çok zenginlikle nimetlen dirilmesi de elbet O’nun ihsanıdır. Fakat hem hükümdarların, hem de zenginlerin bu saltanatları ebedî değil, geçici bir şeydir. Cihanda bir padişah ne kadar uzun müddet saltanat sürse de sonunda tahtından kara toprağa düşecek, bütün mülkü elden gidecektir. Ancak kendisi bir kefenle kabre uzanacaktır.

Demek ki insanların mal-mülk sahibi, saltanat sahibi olmaları gerçek manada hükümdarlık değil, Allah’ın verdiği bir müsaadedir ve kullar için bunlar bir imtihandır. Bir kul, kendisine bahşedilen nimetleri, mülkleri Allah yolunda feda etmeyip nefs ü hevânın ve şeytanın emrinde akıtırsa, o kuvvetler, o saltanatlar, o nimetler elinden alındığı gibi, kendisi de en büyük cezaya uğratılır.

Âleme nice padişahlar gelmiştir ki, sonları dağdaki çobandan daha beter olmuştur ve yine nice hükümdarlar saltanat sürmüştür ki, gerçekten gıpta edilmeğe değer.

Meselâ: Şarkın büyük sultanı Selâhaddin Eyyûbî. Ölüm yatağına uzandığında kefeninin bir mızrağın ucunda sokak sokak gezdirilmesini ve halka şöyle nida edilmesini istedi: “Ey insanlar! Şarkın hâkimi Selahaddîn-i Eyyûbî ölmek üzeredir ve ahirete ancak şu bez parçasını götürebilecektir. İbret alınız!”

Gerçekten ibrettir! Ne “var ki, insanlar hadiselerden ibret almazlar. Zaten ibret alınmış olsaydı, aynı belalar tekrar insanların başına gelmezdi.

İşte insanların hükümdarlığı da kendileri gibi fanidir. Gerçek ve hakiki hükümdar ancak Allahu Teâlâ’dır. O, Mâlikü’l-Mülk olduğu için kulların elindeki de O’nun mülküdür. O kadar ki, kulun bizzat kendisi de O’nundur.

Sadece bu kâinat, bu gökler, bu denizler, bu güneşler O’nun değil, âhiret de O’nundur. Cennet onun rahmeti, cehennem O’nun azabıdır. Mahşer divanının hâkimi de O’dur. O gün yalnız O’nun merhamet ettikleri kurtulabilir.

Demek, bizim elimizdekiler muvakkattir. Hiç bir şeyimiz bâki değildir. Ancak bu nimetleri bâki yapmak, faniyi bâkiye tebdil etmek mümkündür. O da, nimeti verenin yolunda harcamakla olur.

Bir damla sudan peri gibi güzeller yaratan Allah’ın şanı pek yücedir. Yerde, gökte gerçek melik O’dur. Herkes O’nun kulu, her şey O’nun mülküdür. Arş-ı Kerim de O’nun hükmüne baş eğmiştir, Cebrail (AS.) da.

Ve Allah buyuruyor:

“Mutlak olarak mülk sahibi olan Allah, çok yücedir. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur; kerim olan Arş’ın rabbidir.” (Mü’minûn/116)

A canlar! Allahu Teâlâ bizim Rabbimiz, Melikimiz, bir tek İlâhımızdır. Ondan gayri Hakk mâbud yoktur. Dünyamız da O’nu kudret elinde, ahiretimiz de. O halde, kul olmanın sırrını unutmamalıyız. Bizim başvuracak, gönül yaralarımıza merhem olacak bir başka merciimiz yoktur.

Evet,

Pay edilmeyen nedir, niceye bu didişmek?

Tek çare biliyorum: Allah aşkında pişmek!

(Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, 276-279.)

***************************************************

MÂLİKÜ’L-MÜLK

Malikü’l-mülk bir malın sahibi demektir. Mülk sözünden maksat İse dünya ve ahiretin toplamı anlamına gelmektedir. Bu adı kuşatıp saran ve kıskançlığın manalarını inceleyen ilmî baskı veya kuşatımdır. Çünkü Mâlik ve memluk başkaca manaları ifade ederler.

Madem mülk, sahip olanındır, o halde zahirî olanların tümü Allah Teâlâ’nın mülkü yani malıdır. Bundan dolayı Allah Teâlâ dünya ve ahiret mülkünün sahibidir ve her malikin sahip olduğu nesne O’nun mülkü sayılır. Daha açık bir ifadeyle dünya ve ahiret mülkleri, Allah Teâlâ’nın malıdır. O Melik, dereceleriyle her şeye maliktir. Mülkün maliki ise bütün memleketlerdeki mülklere sirayet ederek yayılmıştır.

Şayet herhangi bir kimse: “Bu benim mülkümdür.” dese görünmez perde altında bulunan bir kimse, bu gibi sözü ancak yaratılanların dilin­den duymuş olur. Keşf ehli ise bu şekildeki sözü gerçeği konuşandan duy­muş olur ve mülkü Allah’a nisbet eder. Gerçeği konuşan ise yalnız Allah’tır.

Bazı tarikat ehline sorulur: “Kırk koyundan kaçının Allah’a verilmesi icap eder?”

Cevaben: “Bizlerden mi yoksa sizlerden mi? Bizlerde çok mik­tarda koyun bulunmaktadır.” derler. Kim bu sözü veya bir nesneyi tevhit etmeye nispet ederse sorusuna: “Mülkü Allah’a bağışladı veya verdi” der. Kim bunu kıskançlıklara ve gayretleri kaldırmaya nispet ederse sorusuna: “Şimdi manalı konuştun. Mülkün tümü Allah’ındır.” cevabını verir.

Bu­rada, mülk ile melik arasındaki fark anlaşılmaktadır. Her ikisi arasında mana yönünden yakınlık bulunmaktadır. Bu sebeple (Mâlikü’l-mülk) denilmiştir. Mülk sözcüğü ile Milk sözcüğünün her ikisini Mâlik sözcüğü toplamıştır. Şunu bil ki kim mecaz olarak değil gerçek olarak Hak Teâlâ’yı mülkün sahibi ve mâliki olduğunu bilirse, Onun yüce memleketlerinde ahkâmların gerçekliğine göre memluke itiraz etmemiş olur. Zira onların hükümleri Allah’ın gerçek hükümleridir. Çünkü Allah’ın eli mülkün kalbindedir.

Evet, bu anlattıklarımız hicap dili olsa da mülkün kalbi Allah’ın eli olup tasarrufu ilk olarak zihinlerde, daha sonra dış dünyaya nakletmiş olur. İşte Allah’ın hükümleri bunda geçerlidir, insanlar bu tasarrufu yaratılana nispet ederler. Hakikati bilen ise Yaradan’a nispet eder. Bundan dolayı bir söz vardır “Bunlar hidayet ehli padişahlar veya dalalet ehlinden olsa da, gerçeğin gözüyle insanlara bakanlar azarlanır, şeriat gözüyle ba­kanlar ise kın ve adavetle karşılanır.”

Nitekim delalet ve irşat anlamına gelen Hûda kelimesi, Allah anlamına gelir. Keza saptıran da yine Allah’tır. Bunların her ikisinin çevresinde tasarruf eden de Allah’tır. Şayet Yüce Allah’ın tasarruf hükmü iki çevrenin ahkâmından birini uzaklaştırırsa, o zaman Allah Teâlâ mülkünün sahibi ve maliki olamaz. Ama şeriatın za­hiri yapısı buna karşı gelir. Bu İse ilâhî hitabın örtülü akılların (Mahcubların) hal ve tavırlarına göre nüzulü, onlara hakikati göstermek içindir.

Peygamberler (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) insanlara, akıllarının idrakleri ölçüsünde hitap etmelerini emretmişlerdir. Zira Malikü’l-mülk olan Allah Teâlâ’nın hükmü, mülklerindeki hal ve tavırlarında umumiyetle gerçektir. Zira şühûdî olan irfan nuru da bunun şahididir.

Efendimiz bir hadisinde: “Hak sahibinin bir sözü vardır ki, onu hak sahibi yapmıştır.” O şahsın mertebesinden hakkın, Allah Teâlâ’ya nispeti doğru olmasaydı, zaman ona söz söylemeye imkân vermezdi. Sonuç olarak mecaz olarak değil gerçek olarak denebilir ki, bütün işler Allah’ındır, ama konuşma dilinde işin yapısı başkasınadır.

İşte bu bir mecazdır. Buna göre Malikü’l-mülk’ün hakikatini incele ve onun toplayıcı Cami’ adına bak! Zira bu ad ona bütün mertebeleriyle, memleketleriyle, mülkleriyle, meliklerinin mertebelerini bir araya toplayarak hakkın hakikatini silip kaldırmıştır. Çünkü bunun zahiri ve vahdaniyetinin nurlarının parlaklığı da O’ndandır. Bu nurları müşahede edenler, yaratılanlar ailesinin yüzünü görmüş olur. Bu da ateşi yakmaya benzer. Belki de başkalarının yok edilmesini görmektir. Burada yakma fiili mecazdır. Başkaları ise gerçektir. Bununla Hak Teâlâ’nın Malikü’l-mülk adı bütün yönleriyle birlikte öğrenilmiş olur.

Hak Teâlâ’nın dünyada akranlarından biri de mecaz olarak değil gerçek olarak öğrenilmesi kolay olan Mâlikü’l-mülk adıdır. Aynı zamanda ahiret gününde de yine mecaz olarak değil gerçek olarak Mâlikü’l-mülk O’dur.

Şunu bil ki, gerek abbadlar (sürekli Allah’a tapanlar), gerek tasavvuf bilginleri Melik hazretlerinin ehlidirler. Arifler ise yanlış mâliki görürler. Gerçekçiler ise Mâlikü’l-mülk adının çevresindeki padişahlarla Allah’ın meleklerini görürler.

Allah’ın elçileri ise, mülklerin nispeti ile yaratılanlardan olan mülk sahipleri padişahlar hakkında söz ederler. Bu sözleriyle böyle akılları örtülü olanların düzeyine inmiş olurlar. Hakikate karşı hep birlikte kasten itiraz ederler. Onu batınen anlatmaya çalışırlar.

Bilgilerini (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) peygamberlerden alan kimseler, Mâlikü’l-mülk adının yaratılanlarda (padişah ve mülkleri hakkında) mecaz olarak kullanıldığını bilirler. Gören göz kılavuz istemez.

Bu adın gerçek tasarrufunu mertebeleriyle gören, yüce Allah’ın mülkün sahibi olduğunu görür ve anlar. Daha sonra ilâhî isimlerin Mâlikü’l-mülk isminin gerçeğine girdiğini görür. Şayet padişah evvela hayretler içinde kalırsa o zaman Cebbar isminin aynı şekilde Mâlikü’l-Mülk’ün gerçeğine girdiğini görür. Şayet Cebbar adı Mülk sahibini kahretmiş olur­sa, Mu’ti adının gerçeği Mâlikü’l-mülk adının gerçeğine girer. Sıfat ve fiilî isimlerin anlamlarının tümü, tatavvudat, tasavvurat ve maneviy­atında Mâlikü’l-mülk adını izlemiş ve ona katılmış olur. Her adın Mâlikü’l-mülk adının gerçeğine girmesinin tayini çok kolaydır. Biz bu yönü özet olarak anlatmış olduk. Her kim nurlardan ise bu özet bir işaretle ona yeterli olur. Şayet kişi Allah’ın gizlilikler ehlinden olursa o zaman acaba nasıl olur? (A. Süleyman et-Tilmsâni- Esmaü’l-Hüsna/93-95)

Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn.

 

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)


ESMA DERSLERİ – 10 – EL AZÎZ-1

$
0
0

El Azîz

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi, ve etba’ihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim göğsüme genişlik ver kolaylaştır işimi düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Âmin, âmin.

Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berakatuh. Aziz dostlar, güzel mü’minler, değerli insanlar. Bugün El Azîz ismi şerifi ile esma-i hüsna derslerimizin 32.sine inşallah başlıyoruz, Rabbim hitama erdiği günü göstersin.

El Azîz; eşsiz benzersiz, üstün. Gücü mükemmel, değeri sonsuz olan. Sonsuz izzet ve şerefin sınırsız kaynağı. 3 ayrı mana vermek zorunda kaldım özet olarak. Yani gördüğünüz gibi tek bir cümlede bile El Azîz’i özetleyemedim, neden? Onu lügavi çerçeveyi çizerken göreceğiz inşaAllah.

Lügavi çerçeve; El Azîz’in kendisinden türetildiği hezze, 4 anlam katmanına sahip. Malûmunuz dil bilimde kelimelerin zaman içerisinde geçirdikleri tahavvülata, anlam değişimlerine, kazanımlarına semantik ilmi deniyor. Kelimelerde insanlar gibi yaşıyorlar, doğuyorlar, büyüyorlar, kilo alıyorlar, gittikçe gelişiyorlar, olgunlaşıyorlar hatta yaşlanıyorlar, hatta ölüyorlar. Ama mübarek Kur’an bir kelimeyi bağrına aldığı zaman ona artık ölümsüzlük, abı hayat içirmiş oluyor, o kelimeyi garanti altına almış oluyor. Yoksa 1.400 yıldır hangi dil, hangi kelime zamana direne bilir ki, Hiçbir kelime, hiçbir dil direnemez. Fakat Kur’an bir kelimeyi bağrına aldığı zaman, ona benimsin dediği zaman işte garanti belgesini vermiş oluyor. Onun için vahiy neye değerse ona ölümsüzlük katıyor, vahiy neye değerse ona ömür katıyor, vahiy neye değerse ona can veriyor. Ya rabbi vahyi bize de değdir diyelim inşaAllah.

4 anlam katmanı dedim

1 – Şiddet, güç ve kuvvet anlamına geliyor, azze.

2 – Galip gelme ve üstün olma anlamına geliyor.

3 – Azîz; şeref, izzet, onur manasına geliyor.

4 – Destek olma anlamına geliyor. Yani fe’azzezna Bisâlisin. (Yasin/14) ayetinde biz o ikisini bir üçüncüyle destekledik, güçlendirdik takviye ettik manasına ayette olduğu gibi.

Azîz kelimesi 2 farklı manada kullanılıyor hem olumlu hem de olumsuz. Olumlu anlamıyla kullanıldığı yerleri biliyoruz, zaten geleceğiz oraya. Ama olumsuz anlamıyla da kullanılıyor. Mesela ‘Alâ ismi cerriyle olumsuz anlamında kullanılıyor. Le kad câeküm Rasûlun min enfüsiküm aziyz. (Tevbe/128) sizin içinizden size Azîz olan bir peygamber gönderildi şeklinde anlasak ta, Azîzun aleyh, size sıkıntı gelmesi onun zoruna gider manasına gelir. Yani siz sıkıntı çekerseniz peygamber sıkıntı çeker. Onun için size gelecek küçük bir bela onu üzer manasına gelir. Le kad câeküm Rasûlun min enfüsiküm aziyzun aleyhi mâ ‘anittüm hariysun aleyküm. aleyhi mâ ‘anittüm, yani başınıza gelecek en ufak şey onu üzer. Onun için üzerinize tir tir titrer, hariystir, size koruyucu kanatlarını germiştir, size bir şey olacak diye ömrünü sadaka kılmıştır. Onun için ayette rabbimizin iki sıfatı ResulAllah’a, tabii belirlilik takısı olmaksızın veriliyor. Raûfun Rahıym. Efendimizin iki sıfatı olarak geçiyor orada. Raûf’tur, Rahîym’dir. Şefkatlidir, merhametlidir.

Deve veya koyun süt veren organının deliği küçük olup süt zor çıktığında ‘nagatun, azizun derlermiş Araplar. Yani o zorlanma manası buradan geliyor. Şiddetli geçen yıla da el Azze’ derlermiş.

İzzetli olmak kelimenin ana manası, bir de izzet taslamak yani hem gerçek şeref ve onur, hem de sahte şeref, sahte onur. Sahte onur aslında gururdur değil mi. Onun için gurur kelimesi, biz gururlandık diyoruz, bu yanlış, doğru bir kullanım değil. Yani insan olumlu manada gururlandım diyemez, iftihar ettim kelimesini tercih etmeliyiz. Ama gururlandım demek aldandım demektir. Çünkü gurur aldanıştır. O nedenle insan gururlanmamalı, iftihar etmeli. İftihar ederse onunla övünmüş olur, ama gururlanırsa aldanmış olur. Dolayısıyla doğru kullanalım istiyorum.

Sahte gurur manasına da geliyor izzet taslamak Meryem/81. Ayetinde olduğu gibi. Vettehazu min dûnillâhi aliheten liyekûnu lehüm ‘ızza. (Meryem/81) onlar, (müşrikler) Allah’tan başka ilahlar edindiler ve niçin bunu yaptılar? liyekûnu lehüm ‘ızza. Kendilerine bir şeref olsun diye, yani sahte şeref aradılar, izzet aradılar. Allah’tan başkasında izzet aradılar, şeref aradılar.

Allah’tan başkasında şeref arayan bulur mu? Elbette bulamaz. Allah’tan başkasında şeref arayan şerefsiz kalır. Çünkü şeref ve izzetin kaynağı Allah’tır. Bu manada inşaAllah ayetler peşi peşine gelecek.

Ve izâ kıyle lehüttekıllahe ehazethül ‘ızzetü. (Bakara/206) onlara şöyle denildiği zaman; Allah’tan sakının, Allah’a karşı muttaki olun. Hemen izzete kapılı verirler, yani burada gurura kapılı verirler. Allah’a karşı gururlu davranırlar. Allah’a karşı gururlu davranmak izzet sahibi olmak değil, zillet sahibi olmaktır. İnsanın eğer bir onuru varsa, bu onuru Allah’a karşı kullanabilir mi? Allah’a karşı kullanılan onur, onursuzluktur. Onun içinde böyle bir hastalığı dile getiriyor bu ayet.

fehasbühu cehennem, ona cehennem yeter, böyle davranıyorsa ona cehennem yeter. Onun için takvalı ol deyince sahte izzeti onu günaha sürükler diyor. ehazethül ‘ızzetü Bil ismi onu hemen günaha sürükler.

Demek ki günah işlemek Allah’a karşı gurur davasıdır. İnsan Allah’a başkaldırmadan günah işleyemiyor demektir. Allah’a karşı çalım satmak manasına geliyor günah. Yani senin çizdiğin sınırlar da neymiş manasına geliyor.

Böyle demeyebilir, böyle demiyordur muhtemelen, ama Allah’ın bak dediği yerden böyle görünüyor olabilir. Onun için az günahı az sanma, kime karşı ona bak.

Az nimeti az sanma, Kimden geldi ona bak. Derler ya onun için Allah gazabını günahlar içinde, rızasını sevaplar içinde gizlemiş. Bu küçüktür, bir şey olmaz, bir kere ile bir şey olmaz, bi kere günah işlemekle bir şey olmaz..! Nefis bunu demeye başladığı andan itibaren kaybetmiştir. Çünkü esasen kendinden yola çıkarak bakıyor. Allah’tan yola çıkarak baksa, O büyük Allah’tır, büyük Allah’a küçük kusur bile büyük olur diye baksa düşünecektir.

Onun için rabbim bundan gazaplanır mı acaba, bununla rabbimi üzer miyim acaba. Eğer öyle düşünürse daha doğru olur. Çünkü bakarsınız o koca koca günahlar Allah’ın gazabını harekete geçirmez der. Şu önemsemediğiniz küçük bir şey Allah’ın gazabını harekete geçirir.

Efendimiz bu manada çok güzel iki kıssa anlatır. O kıssalardan birinde gecesini sabahlara kadar uyanık ibadetle geçiren, akşama kadar oruçla geçiren bir zahide, züht sahibi hanım efendinin bir kediyi hapsedip açlıktan öldürdüğü için Allah’ın onu ateşle, cehennemle cezalandırdığını söyler. Bedenini satarak geçinen bir kadının da bir kuyu başında bekleyen susuzluktan dili dışarı çıkmış bir köpeğe ayakkabısı ile su çekip verdiği için Allah’ın onu cennetle ödüllendirdiğini anlatır efendimiz.

Çok ilginç yaklaşımlar, aslında burada anlatılan şeyin üzerinden verilen kıssaya bakmak lazım, doğru yaklaşmak lazım yamuk bakılırsa yamuk görülür. Sevaplar içinde bu böyle. Acaba rabbim şundan mı razı olur, acaba bundan mı razı olur.

Aslında bu harika bir şey değil mi, insanın kendisini kontrolüne de yarar, insanı daima iyiye doğru yöneltir, kötüden yüz çevirtir. Yani insan böylelikle aslında bir ömür hayır yarışında olur. Bundan mı razı olur, şundan mı, ya rızası bunda ise, ya Allah’ın rızası şu garibin gönlünde ise onu da kırmamalıyım, ya Allah’ın rızası bu sailin elinin ortasında ise onu da kırmamalıyım. Ya Allah’ın rızası şu yoksulun yüreğinde ise onu da kırmamalıyım. Ya Allah’ın rızası şu çocuğun gözyaşında ise onu da kırmamalıyım, yani böyle rızayı kovalayacak.

Aramakla bulunmaz lakin bulanlar arayanlardır. Yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir. Yürümekle nereye varacaksınız Allah’a mı? Allah bir yerde mi ki varacaksınız, Allah şah damarınızdan yakın, kendinize varacaksınız. Ama bu manada yürürken yakalanmak ilahi fotoğrafa, yürürken girmek. İşte hepsi bu.

Kimse ameliyle cennete giremez, Hel ente ya ResulAllah? Sen de mi ya ResulAllah? Na’am, ben de. Peki nedir? Cennet amellerin bedeli değil, Allah’ın ödülüdür. Bir ömür çalışıyorsunuz da şurada deniz kenarından 100 m. Arsa alamadınız. Nasıl oluyor da yüz ölçümü yerler ve gökler kadar olan cenneti alıyorsunuz. Hem aldıklarımızın bedelini ödedik mi ki alacağımızı hak etmiş olalım. Dolayısıyla rabbimize yüzümüz yok bu manada. O zaman yapacağımız tek şey Ya rabbi sen Allah’sın ben de kulum. Ben Kulluk yapayım gücümün yettiğince, sen de Allah’lık yap, zaten yaparsın, yapıyorsun. Dolayısıyla Allah Allah’ça yapar. Kula kulluk yaraşır, Allah’a Allah’lık.

Onun için insan günah ilişkisinde, günahtan daha büyük günah, günaha aldırmamaktır, günah işlemek değil günaha aldırmamaktır. İnsan günah işler Allah’a yaklaşır, insan sevap işler ama Allah’tan uzaklaşır. Olur, mu diyeceksiniz? Hem de nasıl. Sevabı gurura götürür, kibre götürür, Allah’a karşı burnunu kaldırır sanki sevabı kendi işlemiş gibi Allah’tan koparır daha doğrusu. İyiliği Allah’tan koparmak diyoruz biz buna. İyiliği Allah’tan kopardığınız zaman iyilik olmuyor. Dolayısıyla Allah’a bağlamak lazım ve ma rameyte iz rameyte ve lakinnAllâhe rema. (Enfal/17) Attığında sen atmadın Allah attı.

Bu bir sistemdir, bu bir dildir Kur’an bu dili kurar müthiştir, bu dile hayranım, bu dile bayılıyorum tabir caizse. Burada bu dilde çok ince bir sır var. Nedir o? Efendimiz bir binek vermiş, beni bineklendirdin teşekkür ederim diyor. Efendimiz, Hayır seni Allah bineklendirdi diyor. Oysa adam o bineği elde etmek için efendimize bilmem nereden yürüyerek gelmiş. Efendimizin kapısında beklemiş. Efendimizin sohbetini, namazını bitirmesini belemiş, müsait bir an bulduğunda münasip bir biçimde söylemiş, halini izah etmiş ve efendimiz de ona bir binek vermiş. Yani adam kendine düşeni yapmış, çaba göstermiş, taa..! Bilmem nereden kalkıp gelmiş ve durumunu izah etmiş. Efendimiz de ona talimat vermiş falan yerdeki falan bineği alın benim adıma bu zata verin demiş. Yani ortada çaba var, irade var, eylem var, emek var, ter var. Fakat efendimizden sonra hayır diyor seni Allah bineklendirdi. Bu bir dildir, bu bir zihindir aslında, bu bir akıldır. Sana düşeni yapacaksın, başaracaksın, Allah bana bu başarıyı verdi diyeceksin. Burada iki sır var;

1 – Yatmayacaksın, yani madem başları Allah’tan, o zaman yatalım Allah’ta başarı versin dediğinde başarı falan yok, geç onu. Ama ben çalıştım, ben kazandım. Tam da kim gibi? Karun gibi. Bu bana bende ki bir liyakat sayesinde verildi diyor, bendeki bir ilim sayesinde verildi. Yani serveti ben kazandım diyor. Senin ne payın var ki dercesine Allah’a. Tıpkı Karun gibi. Ben çalıştım ben kazandım.

Dolayısıyla benimdir. İşte bunu istemiyor. Sen çalışacaksın, sen kazanacaksın Allah kazandırdı diyeceksin. Çünkü çalışan sen, sana ait değilsin bir. Senin çalışabilen tüm yerlerin, O’nun verdiği bir atıyye, bir ihsan ile çalışıyor. Ne elin, ne kolun, ne aklın, ne dilin, ne dudağın, ne kafan, ne belin..vs senin değil.

Haydi bakalım, başınıza bir felaket geliyor, çok sevdiğiniz birini kaybettiğiniz söyleniyor size, elinizde ki 100 gr. Bardağı tutamaz oluyorsunuz, tak diye düşüyor yere. Oysa sen güçlü kuvvetli adam değil miydin, kaldırırdın 10 kg., 20 kg. 30 kg. 50 kg.; 100 gr. mı tutamıyorsun, elin kolun döküldü. İşte bu deyim buradan gelir. Dolayısıyla tutabiliyorsan, el senin se haydi tut. Tutan el değildir, tutan; ele bağlı olan ta ..! o sinir sistemini geçtik, kas sistemini geçtik..! yani şimdi çok ilginçtir, psikondan söz ediyorlar. Elektron, nötron, psikon. Biri atomun en temel parçası, biri elektriğin en temel parçası, biri de duyguların en temel parçası.

Tamam elinizi sinirler harekete geçiriyor. Sinirlerin içerisinde enzimler var Resuller haber veriyorlar. Nereye? Beyine. Risalet gidiyor beyne haber veriyor. İyi de ta başlangıç nerede başlıyor? Beyinde derseniz olmuyor, o da ortada bir yerde. Oraya da bir yerden uyarılma gelmesi lazım, o işte psikondur diyorlar. Peki o nereden geliyor? Onun geldiği yere biz Allah diyoruz. Onun  için Allahsız yok. ve ma rameyte iz rameyte ve lakinnAllâhe rema. (Enfal/17) sen atmadın Allah attı. Bu dili Kur’an kuruyor ve müthiş kuruyor.

Burada iki tür aldanış görüyoruz. Bir insan gayretini yok sayan, insan iradesini yok sayan aldanış, öbür taraftan da Allah’ı yok sayan aldanış. Bir aldanış doğunun aldanışı, bir aldanış ta batının aldanışı. Biz bu iki aldanıştan da berî olduk doğru olanı yapmalıyız, doğru olan gibi düşünmeliyiz.

Azîz; eaz ismi tafdili. Uzza, dişili. Biiliyorsunuz uzza Arapları8n 3 meşhur putundan biri, Lât, Menat, Uzza. Bu üçü de dişi. Dolayısıyla Aziz in dişilidir Uzza. Yani meleklere Allah’ın kızları demeleri sebebiyle. Veyahutta Allah’ın haremi demeleri sebebiyle. En üstün, en yüce dişi demektir. Müşrikler melekleri Allah’a aracı olarak koymalarının sebebi, Allah’ın Hareminde kilerin gönlünü yaparsak onlar da Allah’ın gönlünü yapar gibi bir mantığa sahipler haşa.

Azîz mübalağa ile ismi fail, çok üstün olan, pek üstün olan, üstünlükte hiçbir sınır tanımayan, şeref ve izzetin kaynağı olan, onurun sahibi ve kaynağı olan, her onur, her şeref, her izzet kendisinden gelen manasına gelir. Şuayb peygambere ve ma ente aleyna Bi aziyz. (Hud/91) Yani sen bizim üzerimizde bir üstünlüğe sahip değilsin. Yani bir üstünlüğün yok diyorlardı Hz. Şuayb için. Onlar izzeti evlat, mal ve servette zannetmişlerdi onun için öyle diyorlardı.

Krallıklarda yöneticilere Azîz denir, niye? Yöneticinin, sıradan insanlardan üstün olduğu gibi bir düşünce üzerine inşa edilmiştir. Onun içinde Yusuf suresinde Yusuf’un kardeşleri; Ya eyyühel Azîyz (Yusuf/88) diyorlardı değil mi Yusuf’un bakanına, yani Potifar’a. Dolayısıyla .. imraetül aziyz. (Yusuf/51) Azîz’in kadını, Azîz’in hanımı manasında. Neden Azîz diyorlardı? Çünkü Krallıklarda yönetici sınıfın yönetilen sınıftan tabiat olarak üstün olduğu gibi bir zihniyet var.

Oysa böyle bir şey yok, Efendimiz ne demişti? İnsanlar bir tarağın dişleri gibidir. O kadar. Efendimiz o zihniyeti yıktı aslında. Karşısına bir bedevi gelmişti tir tir titriyordu. Ne titriyorsun be adam, ben de senin gibi kuru et yiyen Mekke’li bir kadının oğluyum. Diyordu. İşte bu. Ama efendimizin sünnetini takip etme iddiasında olan bazılarını görüyoruz ki ne titremiyorsun be adam diyecek az daha utanmasa. Bırak ta titremesin yahu..! hatta sünnet budur işte. Ben de sizin içinizden biriyim, ben de sizden biriyim, benim sizden bir farkım yok de. Ey efendiler, ey üstadlar deyin bunu bu sünnettir işte. Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmaktır sünnet. Karşınızda insanları titretince bir şeyiniz mi artacak. O zaman unutmayın efendimize benzemiyorsunuz, firavuna benziyorsunuz. Dolayısıyla Azîz olan Allah’tır. Eyvallah.

Şimdi geçelim El Azîz sadece Allah için kullanılır lâmı tarifle birlikte. Üstünlüğünde eşsiz ve benzersiz, sonsuz ve mutlak olan. Mutlak üstün olan ve asla alçalmayan Üstünlüğünü hiçbir makama, mercie, konuma, desteğe, alete edevata borçlu olmayan, üstün olmak için bir başkasının sırtına basmayan.

Dünyada öyle mi ya, birileri üstün olmak için mutlaka üstüne basacak baş ararlar. Onun için İslâm siyaset tarzı namazda ki farz tarzıdır. Bunun dışında bir tarz vardır o da piramidik siyaset, o da yükselmek için ayakların başlara basma tarzıdır. İki tür yükselme vardır, hayırda öne geçme, başka başlara basarak yükselme.

Onların tarzı piramidik tarz, piramidik siyaset. Nedir? Yükselmek için mutlaka başkalarının başına basacak. Ya başına basılacak ya başa basacak, başka seçenek yok onun için. Kafasında bir tarzda yok. O nedenle alttakilerin derdi baştakileri yere indirmek değil, onların yerine geçmek. Onun için mazlumlar savaş veriyorlar zalim olmak için. Oysa İslâm da mazlumun savaşı zalim olma savaşı değil, zulme son verme savaşıdır. Bu da başa basarak yükselme, yani piramidik siyasetle olmaz, saf siyaseti ile olur namazda ki gibi. Yarım metre önünüzde olacak imamınız hepsi bu kadar bir saf önde olacak hepsi bu kadar. Sizinle aynı düzlemde olacak, tepenizde olmayacak. Yanılır yenilir de mesela bayılır da yere düşerse imamımız secdeye gitti diye secdeye kapanmayacaksınız. Abdesti bozulursa olsun onun abdestsizliği de mübarektir demeyeceksiniz.  Onu bir kenara çekeceksiniz arkasında ki geçecek. Yanılırsa düzelteceksiniz, doğrultacaksınız. Yönetenle yönetilen ilişkisi İslâm da budur. Namazda ki saf sistemi aslında o sistemdir, semboldür o.

O nedenle Azîz olan Allah’tır. Hiçbir makama, konuma, meciye, desteğe, alete, edevata borçlu olmayan, bizatihi ve kendiliğinden üstün olan, üstünlüğünün başlangıcı ve sonu olmayan eşsiz ve benzersiz üstün demektir.

Gelelim nazari çerçeveye. Biraz uyuklatan bölümüdür, meletoninlerinize dikkat edin. Uyku hormonu melatonin olarak adlandırılıyor ecnebile tarafından. Uyku hormonunuzu salgılayan bez aynı zamanda manevi neş’e hormonunu da salgılayan bezin aynısıdır kendisidir. Onun için gece namazına kalkanlarda böyle manevi bir haz olur. Onu da salgılayan orasıdır. Bu bez için Decart ruh ile bedenin kapısı der. Bu bezi işte evrimden kalmış işe yaramaz bir bez diye niteliyorlar. Göz sinirlerinin tam bittiği yerde beynin ortasında bir mucizedir o lineal bez. Gece gözünüzü kapatan odur işte. Yani biyolojik saatinizdir, size uykunuzun geldiğini o hatırlatır ve gece yarısı pik yapar. En yüksek dozda salgıladığı an teheccüt vaktidir. En yüksek dozda uyku hormonu salgıladığı an, aynı zamanda manevi neşe hormonun u da en yüksek dozda salgılar. Yani uykunu yenersen manevi hazza nail olacaksın dercesine adeta. Uykunu yen ödülü al, ödülle beraber salgılıyor.

Bunu önce zannetmişler ki sadece gözü görenlerde salgılanıyor. Körler üzerinde araştırma yaptıklarında bunun ışıkla bir alakası olmadığını görmüşler. Bu kâinatın veya yeryüzünün konumuyla alakalı, belki de daha öte bir şeyle alakalı. Çünkü anadan doğma körlerde de uyku hormonu yine biyolojik saate göre salgılanıyor. Adamın gözü güneşi görmüyor, ışığı görmüyor ama biyolojik saati var. Onun için kutupta yaşayanlar altı ay uyuyor, altı ayda uyanık gezmiyorlar yani. Onlar da 24 saat üzerinden yaşıyorlar. Onun için orada namazı altı ayda bir kılsak olur mu hocam? Yok işte, Allah biyolojik saati içine koymuş senin. Yani sadece dışarıya bakma içine de bak, içinde de bir saat var. O nedenle gerçekten bir mucize, hepsi bir mucize.

Nazari çerçevede Azîz, ismi fail, hem de ismi meful manasına geliyor. Hem Azîz olan, şerefli olan, onurlu olan sonsuz ve sınırsız, hem de Azîz edilen, yani en yüksek tutulan, en yüce tutulan, en ulvi tutulan. Niye? Rabbimizi biz en Azîz tutarız, ha biz tuttuğumuz için mi O Azîz dir? Hayır, O Azîz olduğunu bildiğimizde biz de O’nu Azîz tutarız. Biz Azîz tuttuk diye O Azîz değildir. Biz O’nun izzetinin farkına vardıkça O’nun izzetinin yüceliğini anlarız. Ama biz yüceltmezsek O’nun hiçbir şeyine halel gelmez. O nedenle O zaten Azîzdir.

Bu çift yönlü mânâ Azîz isminin tecellisinin çift yönüne delalet eder. Bu yönlerden biri Allah’ın eşsiz ve benzersiz edinilmemiş üstünlüğüne delalet eder, şeytan dahi Allah’ın İzzetini tasdik ediyor biliyor musunuz? Kale feBi ızzetiKE le uğviyennehüm ecme’ıyn. (Sâd/82) Senin izzetine ve şerefine yemin olsun ki Allah’ım diye bir yemini var şeytanın.

Bazı insanlar Allah’ın izzet ve şerefini görmüyorlar, bilmiyorlar. O zaman onlara besmele çekerek yaklaşmak lazım, belki şeytan da besmele çekiyor onlara. Çünkü şeytan Allah’ın izzetini biliyor tasdik ediyor. Allah’ın yüceliğinin Azîz olduğunu tasdik ediyor. Onun için ben diyorum ki bazı insanlara şeytan da besmele çeker. Biz şeytana besmele çekeriz, şeytan da bazılarına besmele çeker. Allah’ın izzet ve yüceliğini bilmeyenler şeytandan daha aşağılık olsa gerektir. Allah’ın şerefini bilmeyenler. Onun için şeytanın feBi ızzetiKE yeminini Kur’an naklediyor.

İkincisi mef’ul manasında. Üstün kılınmada ve bilinmede eşsiz ve benzersiz olan manasına geliyor. İzzetinde O’na şirk koşmak diye bir şeyden söz edebiliriz burada. Allah’ın izzetine inanmak Tevhidin bir parçasıdır. İzzetinde O’na şirk koşmak ise şirkin bir parçasıdır. Onun için Azîz ismi konusunda 3 ayet vardır ki Allah’a sadece izzeti nispet etmez, izzetin tamamını nispet eder. Cemi’an der. Böyle bir teyitle gelir, tümü Allah’a aittir, o ayetlere geleceğim.

Azîz isminin iki boyutu var biri zata dönük boyutu biri fiile dönük boyutu. Yani zata dönük boyutunda ne vardır? Allah’ın zatı Azîz’dir, üstündür, yücedir. Allah’ın zatı değeri en üstün olandır, eşsiz ve benzersizdir.

Peki, fiile dönük olan tarafı, Allah eşyaya da izzet verir. Yani Azîz ismi tecelli eder, tecelli ettiğinde ne olur? Mesela bir yetime Azîz ismi ile tecelli ettiğinde Abdullah’ın oğlu Muhammed, âlemlere rahmet olur. Rahmetenlilalemin. Allah izzet verirse ne olur? İşte böyle olur. Yeryüzünün pek te bilinmeyen, çölün ortasında kalmış, devletlerin dahi nüfuz savaşına konu olmayan. Çünkü orayı ihmal ediyorlar. Bizans ve İran, burayı sen elde edeceksin, ben elde edeceğim diye bir münakaşaları bile yok. Yani olsa da olur olmasa da olur bir toprak parçasın da adeta tevazu göstermiş yer yüzünün en mütevazi toprağında, 10.000 nüfuslu bir kasabasında rabbim birine işaret edecek, onu Azîz edecek, yeryüzünün efendisi olacak.

Allah bir evi Azîz ederse Kâbe olur. Irmak yok, orman yok, deniz yok, göl yok, yeşil yok, cennet gibi bir tabiat yok, hiçbir şey yok. Kupkuru, simsiyah lav dağlar. Peki, ortasına izzetini indirince yeryüzünün göbeği olacak, ümmül Kura olacak. İnsanlar cennet gibi vatanlarından oraya varmak için hasretle yanıp tutuşacaklar. Allah izzetini nazil ederse böyle olur. Allah izzetini bir şehre nazil ederse Mekke olur. Buradan aslında şu çıkmıyor mu? Ya rabbi bize de nazil et. Amin, inşallah. Şerefi O’ndan başkalarından arayanlar zilletle cezalandırılırlar. O’ndan başkasında şeref arayanlar şerefsiz kalırlar demiştik.

Gelelim Kur’an i çerçeveye. Azîz ismi 14. İsmimiz tabii Allah dışında İnne lillâhi tis’aten ve tis’înesmen. Allah’ın 99 ismi vardır hadisinden yola çıkarak 99 u Allah isminin dışında algılıyoruz. Çünkü Allah ismi İsmizat, 99 ise sıfat. Allahu Azîyzün, Allah’u kerîymun, Allah’u Haliymun, Allah’ı Hakimun, Allah’u Hamiydun. Yani, Allah budur, Allah budur, Allah budur, dolayısıyla sıfat mevsuf, sıfat tamlaması. Onun için hep mevsuf olan Allah’tır, vasıflanan Allah’tır, vasfedilen nitelenen Allah’tır. Allah ismi dışında 99 sıfatı var.

Hakikaten Kur’an da ki esmayı mastarlar olmaksızın, fiillerden isim türetme olmaksızın tamamen sistematik bir biçimde usule uygun olarak tespit edeyim diye aylarımı verdim ve ben 99 çıkacağına inanmıyordum. Çünkü 99 rakamının kinaye olduğunu düşünüyordum. Çünkü kahir ekseriyet âlimlerimiz öyle düşünürler ama 99 çıktı. Suç benim değil Dolayısıyla hakikaten 99 çıktı, ben de şaşırdım doğrusu. Onun için alimlerimizin tespitleri farklı farklıdır. Tirmizi ve İbn. Mace de ki 99 (birindeki 100 dür aslında 99 değil) listede 26 tane Kur’anda ki isim yoktur. Kur’an da olmayan 26 isim de vardır. Rabb ismi yoktur mesela çok ilginç. Dokuz yüz yetmiş küsür kez kullanılan bir isim Kur’an da nasıl olmaz esma da. Bu makul mü? Doğru mu? Öbür taraftan is Kur’an da hiç olmayan isimler görürsünüz garip garip. Fiillerden isim türetilmiştir onları görürsünüz. Onun için asıl Kur’an da Allah kendisine ismi, kendisi koyar. Onun için derslerimizin ser levhası Kur’an a göre esma-ül hüsna budur.

Nüzül sürecinde sayılarla Azîz ismine şöyle bir bakalım. Azîz ismi Allah’a nispetle 88 yerde kullanılıyor. Allah’a isnat edilmeyen yerler var, işte Mısır’da ki bakana söylendiği gibi. Yusuf Suresinde ki Aziz’ler. 4 tane Azîz geçiyor Yusuf suresinde ama Allah için kullanılmıyor.

Azîz ismi hiç tek başına gelmiyor Kur’an  da 88 yerde Allah için geliyor hep bir başka isimle geliyor. 23 yıllık dağılım şöyle; Birinci yılda Buruç/8. Ayetinde geçiyor fakat ondan sonra yok. 2, 3, 4, 5, 6, 7. Yıllarda Azîz ismi hiç geçmiyor. Hicretten sonraki 5, 7, 8, 9 ve 10. Yıllarda da hiç geçmiyor. Yani nüzül sürecinin ilk 7 yılın da, son beş yılında Azîz ismi geçmiyor bu ilginç. Buradan tespitler yapmak lazım.

Buruç suresinde ki tek kullanım hariç baş ve sonlarda yok, en çok geldiği yıl vahyin 8. Yılı. 11 kez kullanılıyor. Ne var 8. Yılda? Boykotun tam göbeği. 7. Yılda başlayan boylot 9. Yılda bitiyordu, en zor zamanı. Bebelere dillerini veriyorlarmış ki dilimizi em de susuzluktan ölme diye. Düşünün Şi’b-i ebu Talip de bugün kralın sarayını biliyorsunuz. Safa tepesinde, Ebi Kubeys’in üstünde ki. Ebi Kubeys’in yanında türsab otobüslerinin kalktığı yeri biliyorsunuz. Türsab otobüslerinin kalktığı yer eskiden kayalıktı oydular. Orası dağın eteği idi, o tünelin de girdiği uç. Oranın üstü Şi’b-i Ebi Talib’dir. Oraya mahkûm ettiler Müslümanları ki yerden gözleyelim diye. Arkası kayalık hiçbir şey yok gidemiyorlar. Öne gelemiyorlar çünkü muhasara altındalar, ambargo uyguluyorlar. 3 sene ambargo altında açlığa ve ölüme mahkûm ettiler. Hz. Hatice’nin kabilesi acıyıp gece yarıları bir devenin üstüne yiyecek yüklüyor, devenin sırtına ince saplı bir şey batırıyorlar, canını yakıyorlar hayvanın, o mahalleye doğru sürüyorlardı. Yani ancak öyle kaçak olarak girebiliyordu. Böylesine zor bir durum.

Ambargo yeni değil, görüyorsunuz, yani, Gazze’ye çevirmişler, belki daha beter etmişler ve böyle bir ortamda Allah’ın Azîz ismi en çok geliyor.  Niye? Allah Azîz’dir, sizi zelil eder mi? Allah’ın Azîz olduğunu unutmayın teselli olun.

Diyeceksiniz ki, ekmek yok Azîz yesek doyar mıyız? Vallahi doyarsınız ama yemeyi bilirseniz o zaman nerenizle yiyeceğinizi bilirseniz. Ekmek yok Azîz’le doyar mıyız? Peygamberimizde kendisinden yardımcı isteyen Fatımasına sana yardımcı veremem ama kelimeler vereyim dememiş miydi? SübhanAllah, Elhamdülillah, Allahuekber. Kızım sana ondan daha değerlisini vereyim. Babacığım laf karın mı doyurur falan demedi haşa. Başım gözüm üstüne dedi aldı ve başının gözünün üstüne koydu. Biz halâ işte onu namazlardan sonra teşbih ediyoruz. Tesbihat odur.

Karın doyurur mu? Hayır, Ruh doyurur, ruhunuz doydu mu karnınız doyar. Ama karnınız doyduğunda ruhunuz doymaz, yok böyle bir şey. Fakat ruh doyarsa karın doyar. Onun için açlık korkusu çekenlerin açlar olduğunu hiç görmedim, açlık korkusundan ölenler hep toklar. Açlar, bir sofrada yarım ekmekle doyarlar, onu çok gördüm. Ama açlık korkusu çekenlere dünyayı verseniz doyuramadığını da gördüm.

  1. yılda 11 kez geliyor teselli için ve teselli de ediyor. 11. Ve 12. Yıllarda onar kez geliyor o da hicretin önündeki zor yıllar. Artık Hicret edenler etmiş, zaten habeş muhacirleri Habeşistan’da gerisi de Medine’ye hicret etmişler Yesrib’e. Efendimiz bir avuç insanla Mekke de kalmış, yani düşman okyanusunda bir ada, bir avuç ne yapacak. İşte burada Allah’ın Azîz olduğunu unutma, Allah Azîz dir, unutma ki rabbin Azîz dir. Azîz olan bir rab seni zelil etmez. Onun için bu garanti veriliyor aslında imaen bu söyleniyor gibidir bu ismin yoğunluklu yıllarına baktığımızda.

İzzet sonrasında en çok geldiği yıl 3. Yıl, 7 kez geliyor. Birlikte geldiği diğer isimler; 11 isimle birlikte geliyor Azîz ismi. Hakîm, Rahîm, ‘Alîm, Züntikam, Gavî, Ğaffâr, Ğafûr, Hamîd, Vehhab, Muktedir ve Cebbar. Şöyle teker teker bakalım;

Hakîm; 88 yerin 46 sında belirli ve belirsiz ortak olmak üzere geliyor. Yani, yarıdan fazla. Azîzun Hakîm. Hepsinde de istisna yok, Hakîmun Azîz gelmiyor hep Azîzyzun Hakîm. Veya El Azîz el Hakîm geliyor. Veya Azîzen Hakîma geliyor. Örnek vereyim ki konu anlaşılsın; El kesmeyi emreden Maide/38. Ayetinde bu iki isim beraber geliyor Azîz ve Hakîm. Sebepsiz mi? Yani Kur’an da ayetlerin sonlarında gelen esma sebepsiz değildir. Aslında bu güne kadar nedense esma tefsir edilmiyor, tefsire katılmıyor esma tefsir dışı bırakılıyor. Ayet tefsir ediliyor o ayetin sonunda neden bu iki isim gelmiştire cevap üretilmiyor, sorgulanmıyor.

Asıl buna cevap verilmeli. Tefsirin en temel unsurlarından bir ayetlerin sonunda gelen esmadır. Hiç biri tesadüf değil hiçbiri, hem de müthiş nükteler içermektedir ve eğer üzerinde durulursa öyle sırlar ortaya çıkıyor, öyle muhteşem bir tefsir ortaya çıkıyor ki tefsiri yapan bile hayret ediyor, şaşırıyor yani. Mesela el kesmeyi emreden ayetin sonunda vAllâhu Aziyzün Hakiym. (Maide/38) beraber gelir. Hemen iki şey göze çarpıyor;

1 – Ceza da onun bir çıkarı yoktur, Azîz’dir çünkü, üstündür, sonsuz yücedir. Dolayısıyla sizi cezalandırmada Allah’ın bir çıkarı yoktur. Allah size ceza verince nesi artacak? Yani siz ceza görmeseniz nesine zarar gelecek? Yok böyle bir şey. Peki o zaman çıkar kimindir? Sizindir. Yani Allah Azîz’dir.

Şimdi o soruyu cevaplamak için 2. İsme geldik. Hakîm dir Allah. Bu şu manaya geliyor. Hakîm olmasa da Azîz olsaydı sadece sizinle, yaptıklarınızla hiç ilgilenmezdi ne haliniz varsa görün derdi. İşte belâ o olurdu bilmem anlatabildim mi. Allahuekber. O zaman bu Allah’a hayran olmaz mısınız? Ya rabbi, asıl felaket bizimle ilgilenmemendir, asıl felaket bize ölçü koymamandır. Bize sen sınır koymasaydın insanoğluna kim sınır koyabilirdi ki. Koyamıyorlar nitekim. Sınırı koyanlara kim sınır koyacak? Sınırı koyanlar sınırsızsa haydi, zaaflarını kanun yapmayacaklar mı, nitekim yapmıyorlar mı, yapmadılar mı, görmedik mi bunu. Sınırı koyan firavunsa firavunluğu sınır diye koyacak. Sınırı koyan Nemrud ise Nemrud luğu sınır diye koyacak.

Dolayısıyla Kullarım be Azîz’im, hiç etkilenmem sizi yaptıklarınızdan fakat Hakîm’im de. Onun için size koyduğum kuralları sizin için koyarım kendim için değil. Kuralların tüm getirisinden ben zerre kadar istifade etmem siz edersiniz. Size, sizin için kural koyarım. Bunun faydalarını saymakla bitiremezsiniz, aynı zamanda Azîz’un Hakîmun diye gelir bu Maide/38. Ayet yani belirsiz gelir. Nekira gelir neden? Aklınız fikriniz ermeyecek kadar Allah’ın sizin için kural koymasında akıl fikir ermeyecek kadar derin hikmetler vardır manasına gelir bu.

Örnek 2: İn tüazzibhüm feinnehüm ıbaduKE. (Maide/118) eğer azab edersen diyordu Hz. İsa onlar senin kullarındır. ve in tağfir lehüm bir adam otomatiğe bağlasa bu ayeti kafasından çok ta düşünerek okumasa, feinneKE entel Ğafûrun Rahıym diye bitirir bu ayeti. Çünkü azab edersen onlar senin kullarındır, eğer bağışlarsan ya rabbi o da sana kalmıştır. Böyle bir ayeti de böyle bitirmek lazım Ğafur ve Rahîm ile. Ama Allah öyle bitirmemiş Azîz ve Hakîm ile bitirmiş. İşte burada durmak lazım. Çünkü ayet mağfiretten bahsediyor, Allah’ın affından bahsediyor, Hz. İsa’nın dilinde bu İn tüazzibhüm feinnehüm ıbaduKE.

Bir gün efendimiz Ebu Bekir’e döndü; Ya Eba Bekir sen bunu söyleyen İsa’ya benziyorsun dedi. İn tüazzibhüm feinnehüm ıbaduKE ve in tağfir lehüm feinneKE entel Aziyzül Hakiym. (Maide/118) eğer affedersen Azîz ve Hakîm olan sensin. Döndü Ömer’e de Ya Ömer sen de Rabbi lâ tezer ‘alel Ardı minelkafiriyne deyyara. (Nuh/26) Ya rabbi yeryüzünde damızlık için gâvur bırakma diyen Nuh’a benziyorsun dedi. İnneKE in tezerhüm yudıllu ‘ıbadeK. (Nuh/27) eğer bir tane bırakırsan ya Rabbi kullarını saptıracaklar yanin ondan yine sapıklık yayılacak. ve lâ yelidû illâ faciren keffara. Ondan da kâfir ve facir doğacak başkası değil diyen Nuh’a benziyorsun diyordu efendimiz. Yani ashabını, arkadaşlarını karakter olarak ta tasnif ediyordu efendimiz.

Aslında bize de güzel bir sünnet bırakıyor, insanların karakterlerini okumak hangi etkiye hangi tepkiyle verirler, hatta evlatlarımızın, çocuklarımızın karakterini okumak. Onun için Ömer tabiatlı çocuğumuzun karakterini okuyalım ki Ebu Bekir etmeye çalışmayalım. Ebu Bekir tabiatlı çocuklarımızın karakterini okuyalım ki Ömer etmeye çalışmayalım. Yani tepesine vura vura Ömer olmaz ki Ebu Bekir, olmaz işte. Ne olur? Halîmdir, Selîm’dir, eğer iyi yetiştirirseniz Ebu Bekir olur. Yani derin bir sabra, derin bir tahammüle, muhteşem bir ahlaka, ilme sahip olur. Kötü yetiştirirseniz sünepe, pimpirik, hımbıl bir şey olur. Eline vur ekmeğini al. Ömer tabiatlı bir çocuk hediye ettiyse rabbimiz size, ya hocam hiç yerde gezmiyor hep gökte geziyor. İşi gücü vurma kırmak falan.  Allah sana Hüseyin vermiş daha ne? Doğru kullan, doğru yetiştir Hüseyin olsun. O da işte Ömer tabiatlı bir çocuk, ne yapmak lazım. İlle Ebu Bekir olsun, ne yapalım sinirini alalım. Hamsi balığımı zannettiniz kılçığını ayıklayacak, olmaz, çocuğu karakterden çıkarırsınız, çocuk karaktersiz olur. Onun için tabiatla savaşılmaz, Tabiatla savaşan Allah ile savaşır. Tabiatı okumak ve onu terbiye etmek lazım, onun istikametinde bir eğitim süreci belirlemek lazım. Onu da eğitirseniz ne olur? Şecaat ve celadet abidesi bir kahraman, eğitmezseniz ne olur? Gaddar, zalim, kaba saba bir şey olur her halde. Eyvallah.

Ayetin sonu öyle. Onun affının kaynağı acziyet değildir bu ayetin İn tüazzibhüm feinnehüm ıbaduK eğer onlara azab edersen onlar senin kullarındır, yani benim kullarım değil senin kullarındır, yine sen bilirsin. Yok affedersen onu da sen bilirsin. Sen Azîz’sin, sen Hakîm’sin ya rabbi diyorduya Hz. İsa, Ayetin sonunda affın kaynağı acziyet değildir, yani biz bunu anlıyoruz. Allah’ın affının kaynağı acziyet değildir Azîz’sin çünkü, Azîz’sin. Azîz olan affediyorsa aciz olanın affına benzer mi?

Şimdi bazen aciz olan da affedebilir, ne yapar? Elemanı suç işler elemanı eğer cezalandıracak olsa elemansız kalacak. İşte bu acizin affıdır. Adamı işten çıkarsa öyle bir usta ki o makine çalışmayacak. Ne yapacak? Aciz aslında, affediyor ama acizin affı. Allah’ın affı böyle mi? Yani ben insanları affetmezsem insanlar bana darılır, dolayısıyla işte benim şunumu şunumu yapmazlar, tarlamı ekmezler, suyumu getirmezler haşa.

İn yeşe’ yüzhibküm ve ye’ti Bi halkın cediyd; (Fatır/16) eğer isterse sizi siler kökünüzü kazır, yerinize yepyeni bir tür getirir, yani insan diye bir türe muhtaç değildir. İnsan Allah’a muhtaçtır, Allah insana muhtaç değildir. Onun için Allah kimseye mecbur ve mahkum değildir.Bu noktada onun affının kaynağı acziyet değildir.

Veya cezalandırmayı unuttuğu için affetmiş değildir.

Veya şimdi affetmezsek başımıza iş açar demez. Bunun için affetmez. Bazıları öyle affeder, ya şimdi affetmezsek bir gün gelir biz de bir şey yaparız o bizi affeder, dolayısıyla şimdi biz onu affedelim, bir gün gelir o da bizi affeder. Yani al gülüm ver gülüm olur. Allah bunun içinde affetmez.

Veya affedersek işimize yarar kullanırız diye borçlu olur, sözümüzden çıkmaz emrimize amade olur diye de affetmez.

Veya iyi bir imaj bırakalım imajımız dik dursun diye de affetmez. Allah imaj içinde affetmez. Ya ne için affeder, ya nedir O’nun affının kaynağı? Kudretinin kemâlini ifade eden izzetidir, zira O Azîz’dir bitti. Büyüğe büyüklük yakışır, üstüne üstünlük yakışır onun için affeder.

Gelelim Rahîm’e Azîz, Rahîm ismi ile birlikte gelir. Kur’an da 13 yerde Rahîm ismi ile birlikte kullanılır. Bunların 9 u Şuârâ suresinde yer alıyor. Üstün olmasına rağmen yine de kullarından rahmetini esirgemez. Azîz, Rahîm yani üstündür ama merhametsiz üstün değil. Genellikle Azîz olanlar merhametli olmazlar farkında mısınız? Yani kendisine güç vehmedenler veya makamı üstte olanlarda merhamet kısa olur. Allah ise Azîz  olduğu kadar da merhametlidir diyor. hem de aynı kalıpla geliyor Azîz, Rahîm. İzzeti kadar merhameti vardır. Hamdedilmez mi böyle bir rabbe?

Tersinde de belirli geliyor ilginçtir, Belirsiz bir tane yok 13 te. Hem izzetin mutlaklığına delalet eder, hem de bu belirlilik izzetinin muhakeme yolu ile biline bileceğine delalet eder. Belirlilik; El Azîz, Er Rahîm. 13 tanesi de böyle geliyor. Yani akıl yoluyla bilinebileceğine delalet eder. Tümü Mekkidir bu da ilginç. Ne demiş oluyor böylece El Azîz, Er Rahîm ismi ile biten ayetler; Ey insan hepinizin Mekke’si olur. Hayatında Mekke’si olmayan var mı? Ben Mekke’siz bir hayat düşünemiyorum. Mekke okulunun kahır sınıfında okuyan mü’minler Allah’ın Azîz ve Rahîm olduğunu Mekke’niz de unutmayın. Niye? Asıl Mekke de unutmamak lazım. Onun için Azîz olduğunu Mekke’nizde unutmazsanız ne olur? Medine’yi verir size, Medine’nize öyle kavuşursunuz. Bu altı çizilmesi gereken bir husus.

Peygamber kıssaları ve ümmetlerin helâki şöyle biter, Ve inne Rabbeke le”HU”vel ‘Aziyzur Rahıym. (Şu’ârâ/159) hiç şüphe yok ki senin rabbin işte O’dur Azîz olan, işte O’dur Rahîm olan. Neden? Peygamber kıssalarında ümmetlerin helâki böyle bitiyor.

Buradan şu anlaşılıyor sadece O’nun ödüllendirmesi değil cezalandırması da rahmetinin bir eseridir. Buradan bunu çıkarıyoruz. Onları cezalandırdı daha fazla yaşayıp daha fazla isyan etmelerine mani oldu, onların üzerinden bizi de ibretlendiriyor. Buda ayrı bir rahmet daha birçok şey sayabiliriz.

‘Alîm ismi ile gelir Azîz ismi 5 yerde, eğer Azîz olsa da ‘Alîm olmasa ne olur? Bir yararı olmaz. Azîz ama ‘Alîm değil, bana ne faydası var ki, kendine Azîz. Ama ‘Alîm olunca benim her halimi biliyor. Hem Azîz, hem ‘Alîm olunca bana yararı var. Yani ne kadar Azîz olursa o kadar yararı var çünkü benim her halimi biliyor. Üstelik bir de El Azîz. El ‘Alîm de olunca izzet bana da geliyor. Dolayısıyla b ilgisini yönelttiğine izzeti de yöneliyor çünkü. ‘Alîm ismi ile yöneldiğine Azîz ismi ile de yönelmiş oluyor değil mi? Onun için iki ismi ile birden yöneldiğinde seni senden iyi biliyor ve izzetinden pay alıyorsunuz. Eyvallah. Bu güven veriyor insana.

Hepsi de belirli geliyor ‘Alîm ile gelen isimler, akıulla bilinebilir demiştim bunu. Varlık için Allah tarafından konulmuş yasalar bağlamında geliyor. İlki yasaların üstünlüğüne, yani El Azîz yasaların üstünlüğüne ve El ‘Alîm ise neden öyle sualine cevaptır. Zira bu yasaları her şeyi bilen Allah koymuştur. Onun için Allah’ın yasalarından tereddüt etmeyin.

Mesela şu ayet? O’dur tan yerini ağartan ve geceyi dinlenme vakti, güneşi ve ayı zamanı tayin ölçüsü kılan O’dur. (En’am/96) Bunlar El Azîz ve El ‘Alîm tarafından tayin ve tespit edilmiştir. Yüksek cisimler anıldıktan sonra kelâam şöyle sona eriyor. zâlike takdiyrul Aziyzil Aliym. İşte bu Azîz ve ‘Alîm olanın takdiridir. Yasin/38 suresinde olduğu gibi.

Yine Züntikam ile birlikte 4 yerde geliyor. Aslında biliyor musunuz Kur’an a göre esma-i hüsna listemizde Züntikam ismi yoktur. Niye yoktur? Züntikam aslında doğrudan bir isim değildir. Nedir? Terkiptir. Zû edatına intikam mastarı birleşmiş ve intikam mastarından zû, sahiplik edatıyla intikam sahibi. Ama peki bunun ismi var mı Kur’an da? Var. Müntakîm. Dolayısıyla esma-i hüsna listemizde Müntakîm ismi var. Onun için de Züntikam’ı Müntakîme mülhak sayıyoruz. Çünkü bu kökten zaten isim var ve bu da bahusus müstakil bir isim olmadığı için bunu ona mülhak sayıyoruz.

Peki niye isim suretinde Müntakîm gelmemiş te, mastardan züntikam olarak gelmiş, bunun bir nüktesi olmasın mı? Olsun. Peki bu nükte ne? Şimdi Aziyzün Züntikam diyor, Aziyzün muntakıymün gelmeliydi ama gelmediği için hamd olsun. Niye? O’nun intikamı Azîz’liği gibi değildir. İşte bu, O intikamının da üstündedir manasına gelir. O’nun izzeti intikamına galip gelmiştir manasına gelir. Ne muhteşem değil mi?

Peki Allah’ın intikamı ne demek onu da görelim. Hani şu intikam falan alıyorlar falan, hayır, kişiye yaptığının acısını kendisine tattırmak demektir intikam. Allah kişiye yaptığının acısını kendisine tattırır. Fakat bu vasfı Azîz ismi gibi değildir. İşte onun için Azîzün Mütakıymün gelmiyor, Aziyzün Züntikam geliyor. Böyle güzel bir nüktesi var.

Azîzün Kavîy; Kavî 6 yerde bu ismi ile birlikte geliyor. Azîz ile kavî ismi de birbirine akrabalığı olan isimlerden. Şeref ve asalet arsızları cezalandırır. Falan adam çok şerefli bir adam, çok yüce bir adam. O zaman arsızlar, yırttık, çünkü çok yüce adamlar çok aşağıdakilerle uğraşmazlar, dolayısıyla biz ona karşı her türlü naneyi yesek te o adam yüce gönüllü deyip arsızlar azar. Peki Kavî ile birlikte gelince ne olur? Azîz dir amma Kavî dir de ha..!. Ey arsızlar azmayı düşünüyorsanız eğer onun izzetine bakıp, sakın böyle düşünmeyin Kavî dir, çok güçlüdür.

Azîz olsa da gücü olmasa zaten iktişdarsız yücelik. Güçlü olsa da Azîz olmasa zaten zalim olur bu seferde öyle değil mi. İkisi beraber olunca ortaya muhteşem, harika bir durum çıkıyor. Eyvallah.

Ğaffâr; Bu isimle birlikte Kur’an da tek yerde geliyor. Siz beni hem Allah’ı inkâr etmeye hem de hakkında hiçbir bilgim olmayan şeyleri O’na ortak koşmaya çağırırken putları, ben is sizleri El Azîz ve El Ğaffâr olana çağırıyorum diyordu Mü’min/42. Ayette.

Allah’ın Azîz oluşu kullarının günah ve hatalarıyla hiç ilgilenmediği anlamına mı gelir? Azîz ve Ğaffâr unutmayalım. Eğer biri Azîz olsa da Ğaffâr olmasa kullarının günahıyla hiç ilgilenmez. Azîz; bana ne der, ben en üstünüm, sınırsız üstünüm onlar ne halleri varsa görsünler. Ama Ğaffâr olunca ilgilenir. Hem Azîz ve de Ğaffâr olunca kullarının günahlarıyla ilgilenir. Günahlarıyla ilgilenmesi onu affetmek içindir. Çünkü öyle bir sıfat taşıyorsa, öyle bir nitelik taşıyorsa bu niteliği kullanınca ortaya çıkar. Allah’ın bağışlama niteliğinin ortaya çıkması için bağışlanacak günahkârlar olması lazım.

Eğer siz günah işlemeseydiniz Allah sizi helak eder yerinize günah işleyen bir kavim yaratırdı, bir tür getirirdi hadisi işte bunu söylüyor. Niye? Allah’ın bazı sıfatları eğer günahkâr olan bir varlık olmasa tecelli etmez. Mağfur yoksa Ğafûr ne işe yarar. Merhum yoksa Rahîm ne işe yarar öyle değil mi. Affedilecek yoksa affedenin olması ne işe yarar. Onun için öyle demiş zat, o naz makamıdır, biz diyemeyiz nakletsek anlaşılır mı acaba? Ya rabbi sen Allah’sın amma bir tek şeyin tadını hiç bilmedin demiş. Bağışlanmanın tadını. Bu müthiş bir okuyuş aslında. Naz ve niyaz sırasında söylenir herhalde bu gibi şeyler. Dolayısıyla hakikaten affedilmenin tadı, lezzeti ne büyüktür. Hele bir de Allah tarafından affedilmenin. Onun için Azîz, Ğaffâr da olunca tabir caizse tadından yenmez olur Elhamdülillah. Hele ki Ğaffâr olan rabbimiz var. Hazin olma gönül zinhar, kerim Allah’ımız var, daima eyle istiğfar, kerim Allah’ımız var demiş ya şair, öyle.

Ğafûr; bu isimle de birlikte iki yerde geliyor. innema yahşAllâhe min ‘ıbadiHİl ‘ulema’* innAllâhe ‘Aziyzün Ğafûr. (Fatır/28) Müthiş bir ayet bu. Hatta bu ayeti şazz bir kıraatte şöyle de okumuşlar innema yahşAllâhu min ‘ıbadiHİ. Allah kulları içinde sadece âlimlerden korkar şeklinde de okumuşlar aman biz baltayı taşa falan vurmayalım. Allah’tan kulları için layıkıyla âlimler korkar, alimler haşyet duyar.

Aslında buradaki âlimler bir sınıf, bir zümre değil, bilenler. Neyi bilenler? Kendini bilenler, rabbini bilenler. On un için Allah’tan layıkıyla haşyet duyarlar.

Allah’tan layıkıyla haşyet duymak, yani haşyet korkusu bizim bildiğimiz korku değil. Nedir ya? Allah’ın sevgisini kaybetme korkusu. Ya beni sevmezse? Beni döverse değil, beni yakarsa değil, cehennem korkusuna benzemez, Allah’ın sevgisini yitirme korkusu, ya beni sevmezse, ya rabbimin nazarından düşersem. Hadise bu. Onun için Allah sevmezse dünya alem sevse ne olur ki. Allah severse dünya âlem sevmese ne olur. Allah’ın var neyin yok, neye muhtaçsın, Allah’ın yok neyin var ki demiş ya zaten onun gibi. Onun için Ğafûr ismi de böyle. Allah’tan layığı veçhiyle ancak bilenler haşyet duyarlar.

innAllâhe ‘Aziyzün Ğafûr Niye böyle bitmiş? Kullar haşyet duymasa Allah’ın izzetine halel gelmez, zerrece Allah’ın şerefinden, izzetinden bir şey eksilmez. Ğafûr niye gelmiş? Bilgisizlikten kaynaklanan hataları Allah affeder, öyle bir ima var. Eyvallah.

Hamîd; Bu isim Azîz ile birlikte 3 yerde geliyor. İbrahim/1. Ayeti, Sebe/6, Buruç/8. Ayetleri. Kullanıldığı 3 yerde de belirli formda geliyor, bu da tesadüf değil, yine üçü de Mekki. Hamîd. Ne diyor peki? Hepimizin Mekke’si var, hayatınızın Mekke’lerinin zor yokuşlarında hamdi unutmayın. İnsan zaten alınca hep hamd eder. Alınca hamd etmek meziyet değil ki, asıl almayınca hatta verince hamd etmek. Vereceksin hamd edeceksin. Evladını vereceksin toprağa bir de hamd edeceksin.

Haydi bakalım, bir evlat verdik bir de hamd mı edelim. Edelim ya, olmayan evlat toprağa verilmezdi. Olmayan dizin ağrımazdı, başın olmasa başın da ağrımazdı, dişin olmazsa dişin de ağrımazdı. Önce hamd et sonra dizini sıvazla, dizim ağrıyor de. Elhamdülillah bir dizim var, şimdi de ağrıyor. Elhamdülillah bir başım var şimdi de ağrıyor. Elhamdülillah ben varım derdim de var. Olmasan derdin de olmazdı. Elhamdülillah çoluk çocuk var tabii ki dertleri de var. Ama önce hamd et, varlığına hamd et, ya olmasa? Hamd edecek dilin olmasa, hamd edecek imanın olmasa, hamd edecek halin olmasa, hamd edecek dermanın olmasa, had edecek aklın olmasa..!

Aman Allah’ım hamd etmek için ne çok şeye ihtiyacımız var. Hamd etmek için ihtiyacımız olan şeylerin hepsini vermiş olması hamd için yeterli sebeptir başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla Allah’a alınca hamd edilir, verince şükredilir. Hamd edilir niye? O vermiştir, O aldı. Hamd edilir niye? Daha iyisini vermek için almış olabilir. Hamd edilir niye? Dünyada almıştır ki ahirette versin diye. Hamd edilir niye? Daha büyüğünü alabilirdi. Aman Allah’ım sebepler bitmiyor görüyorsunuz. Bu yüzden hamd etmemiz için çok gerekçemiz var. Bu kadar gerekçeye rağmen hamd etmeyen dili Allah koparsa haksızlık mıdır Allah için.

Vehhâb ismi ile gelir. Sadece bir yerde birlikte gelir. Yoksa Azîz, Vehhâb olan rabbinin hazineleri onların katında mı der. Sad/9 ayette. Allah’ın sonsuz cömertliğine bir gönderme taşır bu. İnsanın onurunu en iyi Allah korur çünkü. Azîz, Vehhâb, Azîz dir ama bir de Vehhâb’tır, yani Azîz olan en üstün olan, sınırsız ve sonsuz üstün olan, eşsiz ve benzersiz olan vermese ne olur ki? Niye vermiyorsun diyecek zaten durumunuz bile olmaz, o kadar üstündür ki sizin şeyinizi duymaz bile. Ama Vehhâb olunca sizi her zaman dinler, istesin de vereyim. Azîz, Vehhâb da olunca uzak değil yakın oluyor. Sadece Azîz olsaydı uzak olurdu. Azîz Vehhâb olunca en yakın oluyor. Çünkü yüreğinizden geçirdiğinizi bile duyması lazım ki Vehhâb olsun sonsuzca veren. Vermenin en üst sınırında vermek Vehhâb Yine mübalağa ile ismi fail.

Muktedir; tek yerde bu isimle geliyor Kamer/42. De. Bütün ayetlerimizi yalanladılar, bunun üzerine biz de Azîz ve Muktedir olan biri nasıl enselerse onları öyle enseledik, yakaladık.

İktidarsız izzet, kendine iyi olmaktır öyle değil mi, iktidarı yok ama Azîz, bu iyi biri fakat iktidarı yok, kendine iyi. İzzetsiz iktidar ise zulüm üretir, ikisi birlikte olunca tadından yenmez. Onun için hem Azîz hem Muktedir. Bu Mü’mine sevinç, münkire korku demektir.

Cebbâr; işte son isim Haşr/23. Ayetinde geliyor; HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir. (Haşr/23) Azîz, Cebbâr. Cebbâr: zorlar. Neye atıftır iradeye atıftır. İstese zorla yaptırırdı fakat size bıraktı, iradenize Allah saygı göstermiştir. Allah; Allah olduğu halde iradenize saygı duyuyor da siz kul olduğunuz halde iradeye niye saygı duymuyor musunuz, insanların özgür seçimlerine niye saygı duymuyorsunuz? Dolayısıyla siz de saygı duyun. Onun için iradeye bir atıf, istese zorla yaptırırdı. O zaman ey insan iradenin şükrünü öde, irade kâfiri olma. İrade kâfiri olmak iradeyi kullanmamaktır, iradenin nankörü olmak ya da iradeyi inkâr etmektir. Eyvallah.

İzzet bütünüyle Allah’a mahsustur, geldik Kur’an ın izzet konusunda ki umumi çerçevesine. Kur’an 3 ayetinde İzzet ve şerefi bütünüyle Allah’a hasreder. Bu ayetlerin nüzül sırasına göre ilki şu; Men kâne yüriydül ‘ızzete feLillâhil ‘ızzetü cemiy’a* (Fatır/10) Kim izzet istiyorsa iyi bilsin ki feLillâhil ‘ızzetü cemiy’a lütfen o cemit’a na dikkat. İzzetin tümü, tamamı, noksansız Allah’a aittir.

İzzette ne diyoruz biz buna; Tevhid. Bu çok ilginç, yani hamdin tamamını nasıl Kur’an Allah’a hasrediyorsa, aynı hamd gibi, lehül hamdü, elhamdülillâhi. Tıpkı onun gibi izzetin tamamını Allah’a hasrediyor. ileyHİ yas’adül kelimüt Tayyib ayetin devamı daha ilginç, güzel sözler O’na yükselir. vel amelüs salihu yerfe’uhu fakat o güzel sözleri Allah’a yükseltecek olan da salih amellerdir.

Güzel sözü uyduya benzetin, salih amelide o uyduyu yörüngeye götürecek olan rokete benzetin, anlatabiliyor muyum? Yani roketin ucunda bir başlık var aslında, tüm her şey onun için, onu götürüp yörüngesine yerleştirecek, o roket onu taşıyacak, sadece onun aracı. Ameli salih güzel sözleri Allah’a yükseltir. Demek ki güzel sözler güzel de, altını doldurun altını, altına bir roket hazırlayın. Onun için Lâ ilâhe illallah sözlerin en güzeli de Lâ ilâhe İllahlâh’ın Allah’a uçması için bir roketiniz olması lazım. Salih amel işte onu O’na ulaştıracak rokettir.

Bu ayet niye gelir burada? Nüzül sebebi cahiliye ve putçuluk aslında. Siz cahiliye Araplarını hepten değerden yoksun mu zannediyorsunuz, değil. Nasıl değerden yoksun olabilirler, siz cahiliye Arabı hakkında bir şey okudunuz mu bilmiyorum, dehşet bir gelenekleri var, çok oturmuş bir gelenekleri var, müthiş meziyetleri var. Bakmayın hep kötülüklerini naklettiğimize. Babasının katili çadıra girsin ve o katilin arkasından da bir ordu gelsin o orduyla babasının katilini korumak için savaşır. Çadırdan çıkar çıkmaz da öldürür. Müruet ve ilt geleneği bunu gerektiriyor çünkü.

Bir değerler sistemi var cahiliye Arabının, müruet diyorlar ilt yasası diyorlar buna. Ve buna göre çok ilginç mesela iki ordu savaş için bir araya gelmişti Mudarve savaşında, Fatıma isimli necip bir hanımefendi başındaki örtüyü gönderdi, götürün dedi bunu iki ordunun arasında bir mızrağın ucunda asın. Astılar, bu Fatıma’nın örtüsüdür deyince iki ordu da döndü gitti. Örtü bir savaşı kesti. Ama Fatıma’nın örtüsü, Fatıma annemiz değil bu, bu cahiliyede bir kadın. Efendimiz gelmeden önceki zamanda bunlar oluyor. Dolayısıyla böyle yani çok şerefli bir insan iki ordunun savaşında araya girerse bir tanesi diğerine vurmazdı, bu ilt yasası, müruet yasası gereği böyleydi.

Böyle garip şeyleri, soylulukları var cahiliyede. Fakat bunun altı boş, arkasında Allah yok, Allahsız olduğu içinde Allahsız erdem kökleşmiyor, hatta erdem suretinde sahtekârlığa dönüşüyor. Kâbe’ye hizmet ediyorlar, fakat öbür taraftan da zem zem kuyusunu kazıp ta suyu bulan Abdulmuttalib’in elinde ki Kâbe’ye ait hazineyi çalıyorlar. Yani bu tıpkı hazineyi çalıp bir kısmıyla da hacılara su vermek gibi yapıyorlar. Dolayısıyla böylece erdem, erdem olmaktan çıkıyor. Onun için bu ayette de onu söylüyor, altını doldurun altını, tumturaklı adlar koymak yetmez böyle Müruet yasası gibi ilt yasası gibi altını doldurun.

Bize de söylüyor bunu. Ey modern cahiliyenin adamları, hanımları, altını doldurun lâ ilâhe illâllah demekle bitmiyor, altını doldurun. Bunu yörüngesine oturtacak bir roket hazırlayın o da ameli salihtir. Salih amel nedir? Salih amel ıslah eden ameldir, 3. Şahıslara iyiliği dokunan amellere salih amel denir. Saliha denir yoksa hasenat. Sonucundan kendin faydalanıyorsan hasenattır, sonucundan başkaları faydalanıyorsa salihattır. Hasenatın karşılığı firavundur, salihatın karşılığı Kur’an da cennettir.

Onun için Vel ‘asri, İnnel İnsâne le fiy husrin, İllelleziyne âmenû ve amilus salihat (‘Asr/1-2-3) imanın ikizidir salihat. Niye Çünkü salihat 3. Şahıslara dokunan güzelliktir. Kendine iyi olma, aktif iyi olmaktır ameli salih. Pasif iyiler hasenat yaparlar, aktif iyiler hasenatın yanında salihat ta yaparlar. Eyvallah.

İkinci ayet, vakit dolmuş ama bu mevzuyu bitireceğim. Ve lâ yahzünke kavlühüm* innel ‘ızzete Lillâhi cemiy’an. (Yunus/65) Onların sözleri seni üzmesin. Birincisi Fatır/10 idi, ikincisi Yunus/65. Onların lafları seni üzmesin. Şunu unutma ki izzetin tümü Allah’a aittir. Şerefin ve onurun tümü Allah’a aittir. innel ‘ızzete Lillâhi cemiy’an Cemi’an ın altını yine çiziyor.

Aziz olan Allah elçisinin şeref ve itibarını kendi garantisi altında olduğuna işaret etmekte, senin şerefin benim garantim altındadır. Çünkü El Azîz olan benim. Evet.

Cemi’an çok önemli burada Allah’a izzetinde şirk koşmamak tevhidin parçasıdır. Ya..! falanın yanında duralım da şerefinden şerefyab olalım. Allah’ın yanında dur şerefiyle şerefleneceksin. Birinin şerefiyle şerefleneceksen Allah tarafından şereflen, El Azîz O’dur çünkü. Hele Allah’ın karşı tarafında hiç durma. Bazıları Kâfirin yanında durmakla şeref kazanacağını zannediyor. Bazıları Allah düşmanlarının gözüne girmekle şeref kazanacağını zannediyor ve bu aslında şereften ve itibardan olmaktır başka bir şey değil. Allah nazarında onlar şerefsizler hanesine yazılır. İzzet yalnızca Allah’tan istenir, tevhidin bir gereği budur.

Adam Allah’a ateş ediyor, kurum Allah’a ateş ediyor fakat izzeti onun nezdinde arıyor, şerefi onun nezdinde arıyor. O Allah ile karşı karşıya duruyor, zıt taraflarda duruyor. Onun için bu hususta dikkat.

Üçüncü ayet; Elleziyne yettehızunel kafiriyne evliyâe min dunil mu’miniyn o kimseler ki mü’minleri bırakıp kâfirleri kendilerine can dost ediniyorlar, müttefik ediniyorlar. eyebteğune ‘ındehümül ızzete ne yani şimdi onlar izzeti şerefi, onuru onların, o kâfirlerin katında mı arıyorlar feinnel ızzete Lillâhi cemiy’a. (Nisa/139) iyi bilsinler ki izzet şeref onur tümüyle Allah’a aittir. Ey şeref ve itibarı kâfirlerin dostluğunda arayan şaşkınlar diyor ayet. Yanlış adreste arıyorsunuz. Şeref ve itibarın kaynağı Allah’tır. Onun için şerefinizi Allah’ta arayın.

Soru; İzzeti Allah’a hasreden bu üç ayetle şu ayet arasını nasıl uzlaştıracağız. innel ‘ızzete Lillâhi – ve resulihi ve lil mü’minin. (Münafikun/8) hiç şüphe yok ki izzet Allah’a aittir, Resulüne aittir, mü’minlere aittir. Bu suali soralım cevabını da öbür derse bırakalım. Çünkü bu ayetin müthiş bir sebebi nüzulü var onu anlatmazsam olmaz, anlatırsam da olmaz, inşaAllah önümüzdeki ders onu anlatayım arkası 15 gün sonraya diyelim İnşaAllah ölmez sağ kalırsak.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

 

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 



TAFSİR LESSONS AN-NISA (001-014) (29)

$
0
0

231

“EuzuBillahiminesheytanirracim

BismillahirRahmanirRahiym

        Dear friends, today we start our lesson with a new chapter. Fourth chapter of Qur’an; An-Nisa.

        Nisa means women. In this chapter many verdicts come as a reform for women rights from the beginning to the end, hence the name. Of course at the time of arrival for this chapter and its verses, all these verses and their conclusions on women rights were like total revolution.

        Also this verse has a concept connection with previous verse, the chapter of Alu Imran. As you may remember Alu Imran chapter had sent down in and for the battle of Uhud’s most heated moments mostly. This chapters some verses however had sent down at the fourth year of Hejira.

The fourth year of Hejira; this means… A battle was over. both the victorious and the defeated parties had suffered many casualties. Naturally some problems had surfaced after a war like that. Natural problems of wars. For example war orphans. Also possessions and belongings left behind by war martyrs.

So at the beginning of this chapter, many verses are about the verdicts of inheritance; what should happen to the orphans left behind also the possessions that are left behind.

Again in this verse the concept of moral behaviours and relations between two opposite sexes. After that some features of hypocrites are pointed out and relations between believers-unbelievers and believers-hypocrites are taken into consideration.

There are some warnings to societies as well, especially to muslims about the sons of Israel and how they became jewminded. The course of previous chapters continues in this chapter too in that sense.

Chapter ends with Islamic inheritance rules and references to the first section of this chapter and closes with verses about it.

BismillahirRahmanirRahiym

1-) Ya eyyuhen Nasutteku Rabbekumulleziy halekakum min nefsin vahidetin ve haleka minha zevceha ve besse minhuma ricalen kesiyran ve nisaen, vettekullahelleziy tesaelune Bihi vel erham* innAllahe kane aleykum Rakiyba;

O mankind, protect yourselves from your Rabb, who created you from a single self (there is only a single concept of ‘self’ inherent in the totality of all the brains. Depending on the different expressions of the brain this single self varies in attributes and becomes multiple ‘selves,’ i.e. constructed identities. The original self, however, remains as one, the primary I) and from it, its spouse (the bodily self) and produced from them many men and women and spread them (throughout the earth)! Protect yourselves from Allah (the Names comprising one’s essential reality), in whose favor and in the favor of the Rahim (the reality of man formed by the dimension of Names) you ask of one another. For, Allah, with His Names, keeps you under His control (the Raqib) at all times. (A.Hulusi)

O mankind! fear your Guardian Lord, Who created you from a single person, created out of it his mate, and from them twain scattered (like seeds) countless men and women;- fear Allah, through Whom ye demand your mutual (rights), and (be heedful) the wombs (that bore you): for Allah ever watches over you. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhen Nas O mankind, utteku Rabbekumulleziy halekakum min nefsin vahidetin ve haleka minha zevceha ve besse minhuma ricalen kesiyran ve nisaen protect yourselves from your Rabb, who created you from a single self and from it, its spouse and produced from them many men and women and spread them.

Such an entrance is necessary for a topic like this one. Remember, this chapter contains some rules about women rights. Also right now it is about to open a topic about widowed women. This entrance reminds us how should we handle a situation women related and on what grounds should our minds settle. This ground is humanity. So if you argue a topic women related, first you must handle the situation on humanity grounds.

In this sense, Qur’an makes a mental revolution. Because in the era of arrival for Qur’an, in every peoples minds women were second, third even fifth grade objects. Qur’an shatters this image and creates a brand new perspective on women problems, especially widowed women and orphan girls. Ya eyyuhen Nas o mankind. And now we are reminded.

This addressing is neither for men nor woman alone. O mankind. This addressing includes all of humanity. If there is a women related problem somewhere, there is a human related problem there. That’s why trying to solve a women related problem without having a perspective of looking at it as a mankinds problem is just condemning that problem to unsolvable.

So this verse has implications on this fact and addresses to entire humanity. Such a problem should not be handled from a certain religion, certan group and enviroment perspective, it should be handled as a humanity problem since it really is.

These verses handling the problems about women foresee that we should gather under the common ground of humanity. Some translators might have other translations after this point. utteku Rabbekumulleziy halekakum min nefsin vahidetin protect yourselves from your Rabb, who created you from a single self. Many translators create a meaning from this sentence and the following ones, a theory from Tora, Talmut. Talmut is a translation of Tora, there are some teachings gathered about the genesis of humanity. So some Qur’an translators might have false implications about the real message and its content. But the real message is quite different. As in the unity on humanities origin is about the equality for humanities creation, how Allah has created humanity from a single root, self.

The min nefsin vahidetin expression here is considered as Adam by some translation scholars. ve haleka minha zevceha and from it, it’s spouse expression is considered as Eve, naturally.

That’s one opinion, of course. But this comment is mostly based on the genesis theories of Talmut of Tora. But Rashid Riza, has made a different opinion in his tafsiri el menar. Also scholar Muhammad Abduh has a different perspective for this verse too, telling us this.

Based on that concept, there is not a single individual here that is addresses. The common source mentioned here is humanity. So the truth here is about the sources singularity. In order to handle a situation human related, one should sets his mind to a human level and tries to solve it under this mentality. This is the message here.

vettekullahelleziy tesaelune Bihi vel ehram Protect yourselves from Allah in whose favor and in the favor of the Rahim ask of one another.

vettekullahelleziy tesaelune Bihi expression here is about asking favor from each others for yourselves. This expression shows that the people of that area was using the name of Allah when they were demanding something from someone, which the message here is similar to this. Don’t fall into doubts, when you demand something from each others and when you think you are treated with unjust, remember that you are human. Remember that you are people of Allah. So you say; “I’m a man of Allah, o people of this area, why then are you treating me with unjust?”

So you are saying that you are a man of Allah and you were oppressed under tyrany, demanding your rights. Why then are you treating those woman and weak with so badly? Why are you pushing those orphans? Again another humanity ground is given the center point here.

Also the expression of vel ehram is interesting too. Ehram is the name of uterus, the fertility organ of women. The plural form of rahim and the word rahim comes from rahmet, the blessing. In this sense, Ehram is the connection of humanity hence my translation. Because the womens uterus is the symbol of this connection. Connection of humaniry. The living representation of blessing and compassion is this rahim. This is not my idea, reminding you; this words belong to Rasulallah. According to a hadith we read in Buhari;

Inner rahme shecnetun min rahman.

Womens uterus is a branch from Rahman.

There are many callings this interesting result may create in our minds, indeed. There’s a sign in Allah’s choosing the name of Rahman for Himself, using this name both in Besmele, in Fatihah and making us telling this name tens of times everyday; it is almost like a constant reminder of having compassion and treating with this feeling is a quality of a human behaviour. Most essential and indispensable one. That’s why the concept of rahim is reminded us again.

I say the connection of humanity, because it’s not about being related only. Just like Caliph Ali had said;

-Allah people are either equal in humanity or in religion.

If a person is from your own beliefs, he has two rights. Both in faith and in humanity. That’s why we shouldn’t forget our connections, remember them always.

innAllahe kane aleykum Rakiyba; After this reminder on humanities common ground and how should we use it to solve all human related problems, another reminder follows. The source, the power that puts this concept in front of us. We are reminded that this rule is put there by Allah.

Without a doubt Allah always watches over you all the time. As in all the actions both good and bad basing on this humanity ground; every actions injuring a mans pride, honor; they are all being watched by Allah. So Allah will be the one who makes the punishments. Because Allah is the one who blesses us with humanity, Allah is the one giving us this high position of being a human of our own wills. Naturally people who are trying to attack this honor will surely be punished. The watching expression is here for this reason.

2-) Ve atul yetama emvalehum ve la tetebeddelul habiyse Bittayyibi ve la te’kulu emvalehum ila emvalikum* innehu kane huben kebiyra;

Give the orphans their properties; do not exchange purity (of your essential reality) to filth (of the ego). Do not consume their properties by mixing them with your own. Indeed, that is a big crime. (A.Hulusi)

To orphans restore their property (when they reach their age), nor substitute (your) worthless things for (their) good ones; and devour not their substance (by mixing it up) with your own. For this is indeed a great sin. (A.Yusuf Ali)

Ve atul yetama emvalehum After making a reminder for humanities common grounds, another subproblem is brought under the spotlight. In fact the first verse is there for making a mental preparation for this second verse. And now Qur’an makes us to pay attention to this specific problem. A problem of that time, when the wars and their aftermaths created this facts but it’s always around; every nation, every geography, as long as humans exist, this problem has never be finished. The protection of orphans, people and children who have no one to go but have some possession left to them by their previous guardians. Handling this situation about them is a problem of humanity and this is the message.

Ve atul yetama emvalehum Give the orphans their properties.

ve la tetebeddelul habiyse Bittayyib do not exchange worthy with worthless.

According to Ibn. Abbas’ tafsir, don’t exchange the worthless or cheap possessions with that orphans worthy and expensive possessions. This was a problem. In that era, daughters and sons of a war martyr, some relatives, uncles, children of uncles, there might be many examples for it, they were opening their doors to these orphaned children, not to protect them but to take over these childrens rightful possessions.

Qur’an handles this delicate problem by reminding us two things. It says, don’t exchange your bad possessions with their good ones, this is by action. And spiritually, don’t exchange your moral principles with unethical behaviours; better yet, don’t exchange your afterlifes eternal happiness for worthless earthly stuff. Don’t exchange Allah’s blessing for earth which is compared to Allah, it’s nothing.

ve la te’kulu emvalehum ila emvalikum Do not consume their properties by mixing them with your own. Don’t eat that. There’s a follow-up for this problem. If a person tries to take possessions of an orphan, naturally this step is the following action in this process. Don’t consume their properties by mixing them with your own.

innehu kane huben kebiyra; The verdict and consequences of an unethical behaviour is set here, because it’s a big crime.

My friends, I won’t tell a story about the reason of arrival for this verse. But as you know it, these verses hadn’t come down without a reason. There was a problem in society, like all socities. This verse doesn’t just stand oblivious to this problem because Allah wants peoples happiness. Allah is in all aspects of life.

Allah implies that happiness of people cannot be possible without Allah, so gives us a blessing. Also for all social problems a person faces in his daily lives, Allah offers some celestial prescriptions. There’s an open line, open message of this prescription and subtexts. If we focus on the reason of these words, we may understand our Rabb and His will much better.

The message here is pretty obvious. Of course following this rule and respecting these rights is the same as rejecting mentioned unjust behaviours. Allah reminds us that all those orphans, unprotected and castouts, their guardian is Allah. And this message is given. “If you try to make an unjust move against them, if you treat them harshly, remember that Allah is always watching, you are been watched. Allah records all your unfair behaviours and action you treated them.

The reason here, my friends is to awake peoples consciences. Preparing the conscience on a humanity level. Because ethical behaviours cannot be created without having a moral code.

In here, our Rabb talks to our most moral, most humane, deepest parts. As in moral principles must be set not by laws, cops or army; but with heart, with conscience. The real target is to create an base ground in humans heart, a humane and ethical ground.

3-) Ve in hiftum ella tuksitu fiyl yetama fenkihu ma tabe lekum minen nisai mesna ve sulase ve ruba’a, fein hiftum ella ta’dilu feVahideten ev ma meleket eymanukum* zalike edna ella te’ulu;

If you do not have fear dealing justly with orphans (women), then marry those that are clean (of duality) two, or three, or four. But if you fear that you may not be just among them, then (suffice) with one or with what you have in your hands. (Do not live together out of wedlock.) This is the most suitable option to avoid injustice. (A.Hulusi)

If ye fear that ye shall not be able to deal justly with the orphans, marry women of your choice, two or three or four; but if ye fear that ye shall not be able to deal justly (with them), then only one, or (a captive) that your right hands possess, that will be more suitable, to prevent you from doing injustice. (A.Yusuf Ali)

Ve in hiftum ella tuksitu fiyl yetama fenkihu ma tabe lekum minen nisai If you fear that you shall not be able to deal justly with the orphans, marry women of your choice.

Actually this verse explains the previous verse. If we don’t connect them however the meaning may fall into different categories and meanings. As in; so the people give shelter to orphan girls with the intention of keeping them safe. But after a while, for their physical beauties or their designated wealth, they try to marry her. In this case, the real purpose of this marriage is not about creating happiness but creating personal gain. We learn this hadith from Aisha (Hz.) According to our mother Aisha;

-People were taking orphan girls from their close relative circle as guardians and then marrying her. But they weren’t treating them as such. They weren’t even paying them their mehr. As in trying to cheapen them like they were in bargain.

Actually the comment of Mother Aisha on this matter finds a defense by the 127th verse of this chapter. There are some other comments on this verse too. But with Katade, Ibn Abbas and many others have different opinions, I believe Mother Aisha’s comment is the most accurate one. And like I said 127th verse backs this opinion too. So we understand that in that era, some people were actually doing this, taking orphan girls as guardian and then marrying them because of their beauties or their wealth. In this case the purpose of this marriage changes from mutual happiness to personal gains.

Qur’an catches them redhanded and declares a verdict about this unethical behaviours and actions.

Ve in hiftum ella tuksitu fiyl yetama If you fear that you shall not be able to deal justly with the orphans,fenkihu ma tabe lekum minen nisai marry women of your choice that are clean

mesna ve sulase ve ruba’a two, or three, or four even. This expression is one of the most argued, most debated verdict of Qur’an today. You can marry two, three even four women. I choose to make a translation from a different aspect however. May the women that are clean for you.

This one is accurate. enkihu ma tabe lekum minen nisai After that mesna ve sulase ve ruba’a two, or three, or four even.

fein hiftum ella ta’dilu feVahideten ev ma meleket eymanukum But if you fear that you may not be just among them, then suffice with one or with what you have in your hands.

zalike edna ella te’ulu; This is the most suitable option to avoid injustice, oppression. Most normal option in order to prevent from having someones right. Most suitable option.

Yes, my dear friends, the problem we have in our hands is that this expression which is the most basic reference of Islam allows us to marry with multiple partner. Allowing polygamy.

First of all, I should warn you that you must look at this situation, not with modern glasses but from a wider perspective. Because projecting the mentality and options of modern era of 300 years to the eternal values of humanity may give you false assumptions. This is just an incident along the way of humanities long journey. So seeing this incident and saying that all values of humanity are broken down is a huge mistake. That’s why judging the verdicts of Qur’an with modern minds, our corrupted mentality would be a huge mistake.

After reminding this I want to open this verdict of Qur’an with the reason of arrival and try to explain the background of this situation.

First of all, what’s the reason of this message? Is it really increasing the number of partners to four or quite the opposite. We should understand Allah’s will in this. Allah’s will is actually about decreasing the number of wives. As in limitation. Pulling down. We should understand this first.

 

How can we make this determination. It’s about this. In that era, there were people who have 5,7,9,10 even 15 wives. In fact the majority of community was like that. That’s why Qur’an wanted to limit the number in marriage business. Pulling the number down. And after the arrival of this verse, many believers had indeed divorced their wives. For example the leader of Taif clans had 9 wives. This person had divorced the designated number of wives because of this verse and left only four of them. There were also people with 11 wives, 13, 7 etc. They all had divorced their wives more than four. Those actions show that the verse wasn’t actually increasing the number of marriage but reduced it. This is number one.

Secondly, in order to understand completely what this verse meant to say; we should make a seperation. This verse is a great example for humans potential to change the concept. As in there’s an order coming to humans, a celestial verdict and humans change their lives on that direction.

Qur’an does this with two distinct styles.

1-Limited to the revelations process. People changes the concept, their styles within the process of revelations. The typical example for this style is the restriction of alcohol. Also usury. The concept of usury was settled within the revelations arrival timeline, the 10 years period of Madina era. Last restriction was the previous year of Qur’ans finishing verse, also the year of last hutbe. So the lifestyles can be changed within that time zone.

2-There’s also a second category. The changes can be made not within the arrival period but after it, the subjects which are altered after the Qur’ans arrival timeline. As in the revelations had ended, that process was over. But a lifestyle was going on despite the verdicts. Most typical example is marriage, polygamy and with connections to that, slavery. We can give an example on Qur’ans foresight for this. The foresight of revelations over subject.

As you notice the verses arrived to Meccan community were short and clear since their culture was basd on verbal concepts. First arrived verses of Qur’an are short because of this fact. Also they are rhymed, something memorable. All forms were sent down with poetic norms and naturally they were not easily forgetable. But in the meantime Qur’an did something else. It caused an evolution in that community a change from verbal culture to written culture. A mental evolution. The community grew with Qur’an. Qur’an had taken a crude community with verbal culture and changed them, upgraded them to something more, a community with written culture.

So when you examine the verses arrived in Madina, they weren’t like the ones that arrived in Mecca. These ones are more detailed and for poetry and rhyming less obvious. Why? Because Qur’an updated its style into written culture that days. It educated a society. Took them from somewhere and delivered them to some other level. This is how Qur’an educated communities. Taking them from somewhere low and delivering them to somewhere high.

Qur’an doesn’t do this just for style and culture. It makes as orders too. Like I said, we seperate them into two groups.

1-The lifestyles altered during the arrival of Qur’an. We already gave the examples of alcohol and usury on this one.

2-The concepts, situations and lifestyles that weren’t altered back in the days of Qur’ans arrival. The concepts that were still living. I also gave you the examples of marriage situations. Polygamy and slavery. So naturally women rights fall into this category. Women rights in general.

About the slavery problem; Qur’an hadn’t banned slavery while the verses was still coming. But it contains such verdicts that slavery endured 3 to 5 centuries then completely wiped out. Because the orders of Qur’an hadn’t created a social illness in order to erase slavery. There was nothing like America’s process.

In America, when the slavery was finished, the emancipation law was created, slaves had celebrated it for three days. Then the fourth day, they came to their old masters doors and begged. “Please, take us back, we are hungry.”This is a social scar. Because you cannot wipe clean a social class in three or five days. This form of transformation must be dealt with over long periods of time.

That’s why our Rabb, the owner of real knowledge, forsees this fact. And as a result Allah hadn’t restricted people to monogamy from polygamy in an instant. Because it was impossible to do in a society like that. One of the reason is, in that society, marriages hadn’t been done just for sexual needs. There were many casualties in battles, many men were slained. And of course this unbalanced nature of this society put women in a very hard position.

According to long observations, the perfect balance of  gender population is 51-49. As in %51 men, %49 women. If there weren’t a direct interference of nature or mankind, this balance never be broken. So think now that the gender population is %30 men and %70 percent women in a society. In that case, what is the best and only way to stop prostitution, social corruption and dissolution? What is the natural way, what should be done? Of course this is only one of the reasons.

Even in Germany after World War, the population of men was seriously low, there are some incentives from governments to people for polygamy. This is a social reality.

I remember reading a letter after the World War I, a letter to Sultan Reshad. From one of the towns in Anatolia. One of the town elder was the one who wrote it. He was saying; “My Sultan, there were no other man in our town beside me.” Yes, in a situation like this, Qur’an surely develop solutions to this problem. Because Allah knows His creations. Ela ya’lemu men haleka (Mulk/14) Doesn’t Allah knows His creations?

That’s why when taking this situation at hand, one shouldn’t look at it with just modern lifestyle goggles. Some social problems should be dealt with not only from social aspects but personal aspects as well.

Personal issues, that may be possible too. For example a mans sexual desires may be too high, even clinical. Or his wife may be infertile, she cannot give birth. There might be some other problems as well and these can all be counted as personal issues.

We all know how modern men and women who share the vision of rejecting Allah’s will and the flexibility in Islam about the polygamy and yet they all have contrabution of dissolving the socities core by dating with 40 mistresses or defend the people who live that so called modern and unethical life.

 

In fact they should be the first people who should defend this flexibility Qur’an brought to solve those social and personal problems, let alone talk back to that order. That’s why we shouldn’t understand the verse from backwards as in Qur’an doesn’t order you to have four wife. No one should take this sentence alone from the enitre verse. No, on the contrary, this should be the message, Qur’ans advice.

fein hiftum ella ta’dilu If you have fear that you will treat them unjustly, feVahideten then one should be enough for you.

This is Qur’ans advice. In fact at the end of the verse, Qur’an knows that we won’t be able to treat them justly, Allah knows this. This expression is to solve that issue, as in the answer to the question of “If we cannot treat them justly, then what should we do?” Naturally the number advised here is the minimum. This is the Qur’an’s advice as a whole. Like I said, Qur’an said its words and let time solve the problem throughout the centuries. And today that ideals are almost completely has come to life. Now the polygamy is only possible in only a few countries and only with personal or social reasons. I believe this was the Qur’ans intention all along.

ev ma meleket eymanukum There’s also this expression we should translate. Or with what you have in your hands. This expression is relevant to previous ones. The ones you already have in your hands, literally. This is an alternate restriction in order to eliminate the slavery from socities. Because if a man decides to marry his concubine or slave, that woman instantly gains the status of a free woman. The child born from that woman is also becomes libarated. This is a celestial intervention to deminish and ultimately finish the slavery from socities.

zalike edna ella te’ulu; Walking this straight line is more suitable for you.

We may take this edna as the minimum number possible. As in this number “one” representing a single marriage, also comes from the word ella and its derivitive te’ulu also comes to a meaning of poverty and poor lifestyle. We may understand from all this, in order to avoid poverty and a poor lifestyle this minimum number is the ideal one.

For example the leader of Taif; Gaylan had 10 wives. After the arrival of this verse he had to let go some and keep only 4 of them. Rasulallah was sending private messages to those who didn’t. Even that one caused serious social problems. Because what would happen to those hundreds of women who were divorced. Now imagine what would be the situation if Qur’an limited the number to one instantly. Then the orders of Qur’an hadn’t been seen as a blessing but a curse.

From this point of view we can understand Allah’s will and reason better.

4-) Ve atun nisae sadukatihinne nihleten, fein tibne lekum an shey’in minhu nefsen fekuluhu heniy’en meriy’a;

Give the dowry (marriage gift) to women with love. If they willingly and benevolently give a portion of it back to you, then accept it wholeheartedly. (A.Hulusi)

And give the women (on marriage) their dower as a free gift; but if they, of their own good pleasure, remit any part of it to you, take it and enjoy it with right good cheer. (A.Yusuf Ali)

Ve atun nisae sadukatihinne nihleten Give the dowry (marriage gift) to women with love. nihleten willingly, without waiting a return.

This is a message for todays men. In fact every believer in every era. When you are giving dovry to your wives, when you presenting them their wedding gifts, do this willingly, wholeheartly.

fein tibne lekum an shey’in minhu nefsen fekuluhu heniy’en meriy’a; but if they, of their own good pleasure, remit any part of it to you, take it and enjoy it with right good cheer. If your ex-wives want to give you their dovry willingly, then there’s no sin having it back.

5-) Ve la tu’tus sufehae emvalekumulletiy cealellahu lekum kiyamen verzukuhum fiyha veksuhum ve kulu lehum kavlen ma’rufa;

Do not give or entrust your possessions that Allah gave to your management to the dissolute (limited in understanding, the unthinking). But provide for them from it, clothe them and give them beneficial advice. (A.Hulusi)

To those weak of understanding give not your property which Allah has assigned to you to manage, but feed and clothe them therewith, and speak to them words of kindness and justice. (A.Yusuf Ali)

Ve la tu’tus sufehae emvalekumulletiy cealellahu lekum kiyamen Do not give or entrust your possessions that Allah gave to your management. Not given to you, entrusted to you. Here, sefih means person who has weak judgement. The sefih here isn’t used as an insult though. It’s just an observation. As in a child who hasn’t come to an age of self awareness, who has a mild judgement and weak calls. So if a person isn’t capable of managing the possessions he inherited, if that child hasn’t come to an age to understand the concepts of gains and losses and if those possessions are given to you as precaution, as guarantee, don’t leave them to their rightful owners right away.

This is an important warning too. Because some of the people who are among the first readers of these verses, they were trying to kick those orphans out, keeping them away from themselves because of their fear of offending Allah. As in they hadn’t touched anything related to that orphans. Here Qur’an calls everyone to reason. Saying that you shouldn’t throw away your logics. When you listen to Allah’s orders, these celestial verdicts, you should always remember that Allah’s will is the best for all of creation.

If you cast them aside, if you decide to leave them with their possessions, if you leave those orphan children with their rightful but unmanagable possession, would you do them a favor or evil. Qur’an asks this question and answers “Don’t do like this.”

verzukuhum fiyha veksuhum ve kulu lehum kavlen ma’rufa; But provide for them from it, clothe them and give them beneficial advice.

Another important point. As in treat them as humane as possible. These kids with inheritance, these kids fiven to your protection, your guardianship. These kids who haven’t reaches to an age of understanding the bigger concepts, don’t just act unjustly to them, also don’t talk bad to them. Don’t hurt them physically and emotionally.

Age 15 is known as able to be ones self guardian usually. Abu Haniph took this age as 18 and accepted that one should wait until 18 to be counted as an adult. But if a person hasn’t come to his senses in this age, then you should hold on to their possessions until he has, even if that age will be 25. If in this age he gains his self awareness and power to manage his possessions on his own, then you give them all. But it is mandatory to keep a person from his possessions until he does, no matter how old he is. You shouldn’t leave a person that is unable to manage his possessions on his own. Whether for naivitee, mental problems or pyschological problems. It is counted as evil if you leave a person like that with all his possession in his hands. One guardian should always be watching over people like this.

6-) Vebtelul yetama hatta iza belegun nikah* fein anestum minhum rushden fedfe’u ileyhim emvalehum* ve la te’kuluha israfen ve bidaren en yekberu* ve men kane ganiyyen felyesta’fif* ve men kane fakiyren felye’kul Bil ma’ruf* feiza defa’tum ileyhim emvalehum feeshhidu aleyhim* ve kefa Billahi Hasiyba;

Look out for and test the orphans until they reach a marriageable age. If you see that they are mature enough, then give their properties back to them. Do not hasten to consume their property by wasteful spending in fear that they will grow up and take ownership. Let the wealthy one be modest (and refrain from consuming the properties of orphans) and the needy one take only as much is customary (without exceeding the boundary). And let there be witnesses (for the evaluation of your actions) when you return their properties back to them. Sufficient for you is the quality of the Name Hasib from the Names of Allah that comprise your essence. (A.Hulusi)

Make trial of orphans until they reach the age of marriage; if then ye find sound judgment in them, release their property to them; but consume it not wastefully, nor in haste against their growing up. If the guardian is well-off, let him claim no remuneration, but if he is poor, let him have for himself what is just and reasonable. When ye release their property to them, take witnesses in their presence: But all-sufficient is Allah in taking account. (A.Yusuf Ali)

Vebtelul yetama hatta iza belegun nikah* Look out for and test the orphans until they reach a marriageable age. fein anestum minhum rushden If you see that they are mature enough fedfe’u ileyhim emvalehum then give their properties back to them.

This part is clear, there’s no need for further explanation. If you see that those orphans are mature enough to handle their own properties, give their belongings back to them. Don’t make up excuses that they haven’t reached to a mentally mature stage. If they reach an average level of mastering over their own possessions, if they reach a mature mental stage, leave their things to them.

ve la te’kuluha israfen ve bidaren en yekberu* Do not hasten to consume their property by wasteful spending in fear that they will grow up and take ownership. ve men kane ganiyyen felyesta’fif* Let the wealthy one be modest and refrain from consuming the properties of orphans. What a lovely expression.

ve men kane fakiyren felye’kul Bil ma’ruf but if he is poor, let him have for himself what is just and reasonable. As you can see, them orders of our Rabb, are both fair, just, balanced and look out for both sides. Think about this. An orphan has his own field but he has no power to use that field since he’s just a child. He is inherited with that field though, from his father or mother. Now, would it be considered as a good think if you choose to leave that field on its own because you fear that you might eat that orphans rights. Or should you use that field and you save both yourself and the orphans. You should even help them to save money from that field. Qur’an asks us to do the right thing here.

feiza defa’tum ileyhim emvalehum When you release their property to them, feeshhidu aleyhim take witnesses in their presence. This is important too. You might be slandered afterwards. You should make that transaction with witnesses. There might be even close relatives, it doesn’t matter. In order to be the guardian of an orphan there might be blood relations between you and them naturally. But that doesn’t matter. Whatever ou do, you should do it in front of witnesses. Make it documented. This order is also one of the checkpoints in trading laws. As we can all see, many of the money issues are related to undocumented claims.

People become partners, they take and they get but they don’t get things documented. When you ask them they give you this reason. “We trust one another, we are close, we are relatives.” Before you know it, one side might do wrong to the other. So Allah’s advice is this. Make things documented.

feeshhidu aleyhim take witnesses in their presence. ve kefa Billahi Hasiyba; But all-sufficient is Allah in taking account.

[Additional Info: In things related to their marriage, you should take opinions of women personally. If the woman is a widow, she will express her wishes, if it’s a single girl, her approval is her silence. (She can express her disapproval if she wishes)(Ramuz-ul ehadis-20)]

7-) LirRicali nasiybun mimma terekel validani vel akrabune, ve linnisai nasiybun mimma terekel validani vel akrabune mimma kalle minhu ev kesur* nasiyben mefruda;

There is a share for men of what parents and relatives leave behind (with death). There is also a share for women of what parents and relatives leave behind, be it little or much, this is a share decreed by Allah. (A.Hulusi)

From what is left by parents and those nearest related there is a share for men and a share for women, whether the property be small or large,-a determinate share. (A.Yusuf Ali)

LirRicali nasiybun mimma terekel validani vel akrabune Qur’an takes the word from one problem to another. The marriage issues related to orphans as well as the possessions of orphans to another social problem also related to laws of war, the heritage issues related to wars. Qur’an says here;

LirRicali nasiybun mimma terekel validani vel akrabune From what is left by father, mother, parents and those nearest related there is a share for men already. This already word is at the throne of the verse. As in before the arrival of this verse, men have already shares from those possessions. This verse however creates a big revolution in the society it arrived at. We should look at the societies lifestyle in order to understand what a great revolution this verse brought. But first, I should finish the translation.

ve linnisai nasiybun mimma terekel validani vel akrabune mimma kalle minhu ev kesur There is also a share for women of what parents and relatives leave behind. This expression is the center of this revolution. Think about this for a second. Until that that none of the women was taking anything from any heritage. Until that day, all belongings and possessions of a family were getting passed to the men of family. A society using this unwritten rule for many centuries and just like that, this celestial order was arrived saying;

“From this day, women shall have shares from inheritance.”

Can you grasp the concept what a big social bomb this was? Indeed a big social transformation. People of Madina who were having a hard time understanding this social revolution had come together.

“What, now we should already have left inheritance to children who have no idea what that is, we should leave half of the things to women now?”

According to the records of Taberi, they even came to Rasulallah ans asked;

“O Rasulallah, should we give half of the inheritance to girls too, both child and woman, right?

They were saying this because they were having a hard time understanding. Should women have shares from inheritance? Even little girls have the right to take anything? OF course this questions weren’t in a form of denial or objection, basically it was a matter of confusion. Because there weren’t anything remotely related to this. They were even giving excuses like this.

“Now should we give things to the girls? But Rasulallah girls cannot ride a horse, she cannot go to war, they aren’t the ones who died in battle. That’s why girls should have no rights over the loot. Because not the women but the men die in battle, we lay our lives so how should we give this hard earned wealth to women who have done nothing?”

This is the logic. If you look from inside it has some consistancy. If you look from this angle alone, you cannot grasp the concept and realize what a wonderful revolution this is.

nasiyben mefruda; this is a share decreed by Allah.

Qur’an ends this confusion with this celestial words, nasiyben mefruda; expression. This is a share decreed by Allah. As in it is not up to you to decide. What is it then? Not the decision of ratio. It’s all about giving a share to women from any loot and inheritance. This is the principle. The principle of giving women a share from any inheritance.

This is important, one of the basics. It’s just like that revolution Qur’an just made, the limitation of marriage or taking down the slavery by regulating the marriage.

This chapter is based on women rights, hence the name of the chapter is “women.” Qur’an seperates this chapter to only women and the verdicts are all about women rights. The verdicts that are far beyond the norms of the era which are arrived at. Remember until the last century women also had no right over any inheritance in western civilizations. Inheritance aside, they couldn’t even have the right to own a property. The rights of acquiring any property for women were started at 18. century. Some countries hadn’t even have that kind of right until the last century. That’s why we should be able to understand the impacts of Qur’an and how great the change was in that time.

At the times of ignorance, the sole heir of any inheritance were male relatives. That’s why we may call this a women rights revolution.

There’s also a reason of arrival for this verse. One of the sons of an uncle was trying to usurp a martyrs belongings. A martyr who had left a widow and three orphans behind. The widow and three orphans came to Rasulallah and complained about this situation.

Also another reason for this verse arrival was this story. Saad bin Rebi was killed in Uhud Battle. He had left a widow, two orphan girls and his wealth behind. But his brother as in the childrens uncles were trying to own those wealth for himself. After that a celestial verse arrived carrying the verdict of this situation, bringing a fair justice. And with this verdict the first movement was begun giving shares to women from inheritance.

😎 Ve iza hadarel kismete ululkurba vel yetama vel mesakiynu ferzukuhum minhu ve kulu lehum kavlen ma’rufa;

And if relatives, orphans and the needy (who aren’t entitled for any share in an inheritance) are present during the distribution, treat them with kindness and provide a small portion for them as well… (A.Hulusi)

But if at the time of division other relatives, or orphans or poor, are present, give them out of the (property), and speak to them words of kindness and justice. (A.Yusuf Ali)

Ve iza hadarel kismete ululkurba vel yetama vel mesakiyn And if relatives, orphans and the needy are present during the distribution, ferzukuhum minhu give them out some ve kulu lehum kavlen ma’rufa; and speak to them words of kindness and justice.

The topic here is about the people who are present at the distribution of inheritance but have no right to demand any share. Based on law, they are not heirs but giving them some portion from inheritance is called an ethic behaviour here. In fact from any inheritance giving to relatives, close individuals, poors, needies, people who have debts, basically a fair share to create a safe and helpful enviroment from this earthly possessions.

Of course there are no portion ratio is mentioned here. Because this ratio must be based on hearts. This portion must be made by checking the level of neediness. Of course this heart based seperation is only for people who are officially left out from inheritance.

9-) Velyahshelleziyne lev tereku min halfihim zurriyyeten di’afen hafu aleyhim* felyettekullahe velyekulu kavlen sediyda;

Let them be concerned by Allah just as they would feel concern for their dependent children, if they were to leave them behind. Let them fear Allah and boldly speak the truth. (A.Hulusi)

Let those (disposing of an estate) have the same fear in their minds as they would have for their own if they had left a helpless family behind: Let them fear Allah, and speak words of appropriate (comfort). (A.Yusuf Ali)

Velyahshelleziyne lev tereku min halfihim zurriyyeten di’afen hafu aleyhim Now Qur’an explains the reason of this action, the cause underlaying. As in giving anything from any inheritance to poors who have no right to take anything is bth morally healthy and conscience. Let’s check the verse now.

Let them be concerned by Allah just as they would feel concern for their dependent children, if they were to leave them behind. As in; you heirs of this inheritance. One day you may leave your children behind, your children who are in need. Wouldn’t you worry about them too? Now put yourselves in their position. You should take action for other peoples orphan children and needy ones so that one day other people may do the same for your children. After reminding this moral principle;

felyettekullahe velyekulu kavlen sediyda; Let them fear Allah and boldly speak the truth.

10-) Innelleziyne ye’kulune emvalel yetama zulmen innema ye’kulune fiy butunihim nara* ve seyaslevne se’iyra;

Indeed, those who consume the properties of the orphans are only filling their bellies with fire! A blazing fire is where they will end up. (A.Hulusi)

Those who unjustly eat up the property of orphans, eat up a Fire into their own bodies: They will soon be enduring a Blazing Fire! (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne ye’kulune emvalel yetama zulmen Those who unjustly eat up the property of orphans innema ye’kulune fiy butunihim nara* are only filling their bellies with fire! Yes, people who eat the properties of orphans are the ones filling their bellies with fire alone. ve seyaslevne se’iyra; A blazing fire is where they will end up.

11-) Yusiykumullahu fiy evladikum lizzekeri mislu hazzil unseyeyn* fein kunne nisaen fevkasneteyni felehunne sulusa ma tereke, ve in kanet vahideten felehen nisf* ve liebeveyhi likulli vahidin minhumessudusu mimma tereke in kane lehu veled* fein lem yekun lehu veledun ve verisehu ebevahu feliummihissulus* fein kâne lehu ihvetun feli ummihissudusu min ba’di vasiyyetin yusiy Biha ev deyn* abaukum ve ebnaukum* la tedrune eyyuhum akrabu lekum nef’a* feriydaten minellah* innAllahe kane Aliymen Hakiyma;

Allah instructs you regarding your children as follows: The share of the male is twice that of the female… But if there are more than two females (children) then leave for them two thirds of (the estate); if (the heir) is a single (female), then half of the estate is hers… If the testator leaves behind children (as well as parents), then for each parent one sixth of the estate should be given. If he has no children and his parents are his only inheritors, (in this case) the mother should be given one third and the father the remaining two thirds of the estate… If he leaves behind siblings, then the mother should be given one sixth of what remains after any bequest he may have made or any debt. You fathers and your sons… You cannot know which of them is more worthy of your estate. (This is why these are) an obligation from Allah… Indeed, Allah is the Aleem, the Hakim. (A.Hulusi)

Allah (thus) directs you as regards your children’s (inheritance): to the male, a portion equal to that of two females: if only daughters, two or more, their share is two-thirds of the inheritance; if only one, her share is a half. For parents, a sixth share of the inheritance to each, if the deceased left children; if no children, and the parents are the (only) heirs, the mother has a third; if the deceased left brothers (or sisters) the mother has a sixth. (The distribution in all cases is) after the payment of legacies and debts. Ye know not whether your parents or your children are nearest to you in benefit. These are settled portions ordained by Allah: and Allah is All-Knowing, All-wise. (A.Yusuf Ali)

Yusiykumullahu fiy evladikum Allah instructs you regarding your children. What is Allah’s will. We should think about this.

lizzekeri mislu hazzil unseyeyn The share of the male is twice that of the female…

One of the hardest concepts which modern minds cannot be able to comprehend. The share of male is twice of females share. Basing from this specific order, modern minds reach this conclusion. “Two women equal to one man.” This is not Qur’an’s says. I explained this above. Qur’an makes a revolution here. It gives a share to women which they had nothing to get before. So in this sense, what is Qur’ans position in all these. Were they equal before but Qur’an downgrade the women or quite the opposite upgrading the status of women.

Or something like this might be thought then? The literal meaning, as in the mans share is two womens shares. Qur’an puts a principle for an inheritance seperation. So is this the top limit which Qur’an puts? The final line? Or is it the minimum reach. This seperation ratio; is it absolute or just as a starting point. Qur’an indicates that women must have a share from any inheritance. That begs the question though? Can it be 1 to 1?

Before answering this question one should answer some other questions.

What are the rights ans responsibilities for men and women in Islam. Remember in the societies that acknowledge Islam, this portions are considered fair. Because in Islam, looking after family, woman and children are all mans responsibilities.

This creates another question. What if the rules are for a society which acknowledges Islam but have different social and economical norms. Should the ratio be the same even then? The answer depends on several variables.

The womens positions and rights in that society. To understand this verse completely, this part should be considered carefully.

1-What was the position of women in that society. Literally zero. Qur’an takes this status higher.

2-What were their social rights. None whatsoever. Qur’an grants them their first social rights.

3-What is the way to inherit a wealth at that time. This is important. All the possessions and belongings were coming from either trading or war loots. Trading system are 99 percent in mens hands as does the 100 of war loots. As you can see all the possible angles regarding money are in mens hands. This is an important factor.

4-The fairness of the verdict came to life at this point. I mentioned above. The verdict is fair to take action. Because men have the utmost position on handling the money. But at the same time all the responsibilities of family were on him. Shelter, sustenance, drinking all the needs of women and children were mens responsibilities back then. In this sense, the verdict that came to life have more than fair.

5-Again is this limit absolute or just the minimum. This is important and must be answered. This half share. If one crosses this line would he cross the Qur’an’s verdict too? This question must be answered.

6-Did this verdict arrive according to an event occured. Like the one in Nisa/32?

Ve la tetemennev ma faddalAllahu Bihi ba’dekum ala ba’d.. Don’t stare, don’t look deeply to the sides that Allah puts one higher to each others. As in some parts of women are superior to men and some parts of men are superior to women. They are both different and have upper sides. Don’t act with jealousy about this. Says Qur’an.

lirRicali nasiybun mimmektesebu ve linnisai nasiybun mimmekteseb there is a share over mens gains. Also there is a share for womens gains. This is the matter of iktisap. Gain. mimmektesebu ve linnisai nasiybun mimmektesebne Yes, a mans gain, profit, income might change. There might be times when womans income might top the mans. So if we count this possibility, should the verdict be changed as well. We should also find the answer to this question.

But more that all these, we shouldn’t overlookd the most basic principle here. This verse has an order that test ones submission to Allah. It’s all about watching the believer men and womens reaction to it and measure their submission to Allah.

fein kunne nisaen fevkasneteyni felehunne sulusa ma tereke But if there are more than two women, the two third of inheritance shall be passed on to them ve in kanet vahideten felehen nisf if there is one woman, she shall take the half.

ve liebeveyhi likulli vahidin minhumessudusu mimma tereke in kane lehu veledun and if the deceased has a child, one of each his parents shall have the one sixth of inhetance. The remaining two third shall be distributed. Right here, I should maket his notice. If mother and father of the deceased are still alive, the brothers and sisters cannot get anything, we may understand this.

fein lem yekun lehu veledun ve verisehu ebevahu feliummihissulus  But if the deceased has no children and the mother is the only one remaining, then mother shall have the one third of inheritence. The remaining shall be distributed to other heirs.

fein kane lehu ihvetun If there are brothers and sisters, ihve all of them shall have a share from inheritance. feli ummihissudus in that case mother shall have one sixth.

min ba’di vasiyyetin yusiy Biha ev deyn Of course this can be done after the debts are paid beforehand. As in the will is set, the debts are paid then the distribution shall be done with the remaining possessions.

abaukum ve ebnaukum your fathers and your sons. Another fundamental problem comes up in Qur’an now.

la tedrune eyyuhum akrabu lekum nef’a You cannot know which one is close to you. So we shouldn’t think this with modern goggles too. With this distribution of Qur’an there is an inconsistancy with the previous practices of the past. Right now Qur’an gives us the reason for this specific distribution. You cannot know which one is best for your interest.

feriydaten minellah That’s why there are the orders from Allah. We can translate like this. The orders coming from Allah. As in Allah knows what’s best for your interest. Allah protects you and your interests better than you.

innAllahe kane Aliymen Hakiyma; Without a doubt Allah knows all things and the owner of wisdom.

12-) Ve lekum nisfu ma tereke ezvacukum in lem yekun lehunne veledun, fein kane lehunne veledun felekumur rubu’u mimma terekne min ba’di vasiyyetin yusiyne Biha ev deyn* ve lehunner rubu’u mimma terektum in lem yekun lekum veledun, fein kane lekum veledun felehunnes sumunu mimma terektum min ba’di vasiyyetin tusune Biha ev deyn* ve in kane reculun yuresu kelaleten evimraetun ve lehu ehun ev uhtun feli kulli vahidin minhumes sudus* fein kanu eksere min zalike fehüm shurekau fiys sulusi min ba’di vasiyyetin yusa Biha ev deynin gayra mudarr* vasiyyeten minellah* vAllahu Aliym’un Haliym;

(For the men) half of what your wives leave (inheritance) if they have no child is yours; but, if they have a child, one fourth of what remains after any bequest they may have made and debt they may have had… If (the men) have no children, then one fourth of what you leave behind is for your wives, but if you have children then one eighth of what remains after your bequest (according to Hadith narrations by Bukhari and Muslim the bequest should not exceed one third) and debt… But if a man or woman leaves no ascendants or descendants, but has a brother or a sister, for each one is one sixth… If he has more (siblings) then they share one third of what remains after any bequest or debt… This (division) should not be detrimental… This is an ordinance from Allah… Allah is the Aleem, the Halim. (A.Hulusi)

In what your wives leave, your share is a half, if they leave no child; but if they leave a child, ye get a fourth; after payment of legacies and debts. In what ye leave, their share is a fourth, if ye leave no child; but if ye leave a child, they get an eighth; after payment of legacies and debts. If the man or woman whose inheritance is in question, has left neither ascendants nor descendants, but has left a brother or a sister, each one of the two gets a sixth; but if more than two, they share in a third; after payment of legacies and debts; so that no loss is caused (to any one). Thus is it ordained by Allah; and Allah is All- Knowing, Most Forbearing. (A.Yusuf Ali)

Ve lekum nisfu ma tereke ezvacukum in lem yekun lehunne veledun, In what your wives leave, your share is a half, if they leave no child; fein kane lehunne veledun felekumur rubu’u mimma terekne but if they leave a child, you get a fourth; min ba’di vasiyyetin yusiyne Biha ev deyn* after payment of legacies and debts. So like I said the distribution of inheritance can be made after paying all debts.

Will is the right of a persons opinion over his belongings. According to some of Rasulallah’s practices, the quantity should be under one third. Also most of the scholars have indicated that the funeral expenses should be counted under first degree debts and must be taken from that persons wealth. The distribution must come after paying these debts. Some scholars changes the places of will and debts and give debts a higher position out of necessity for social purposes.

ve lehunner rubu’u mimma terektum in lem yekun lekum veledun, In what you leave, their share is a fourth, if ye leave no child fein kane lekum veledun but if you leave a child, felehunnes sumunu mimma terektum min ba’di vasiyyetin tusune Biha ev deyn* they get an eighth; after payment of legacies and debts. ve in kane reculun yuresu kelaleten evimraetun If the man or woman whose inheritance is in question, has left neither ascendants nor descendants, ve lehu ehun ev uhtun but has left a brother or a sister, feli kulli vahidin minhumes sudus each one of the two gets a sixth;

fein kanu eksere min zalike fehüm shurekau fiys sulusi but if more than two, they share in a third; after payment of legacies and debts; According to all scholars these brothers and sisters in this verse all all from mothers side since the order about fathers side sisters and brothers will about to come at the end of the verse.

min ba’di vasiyyetin yusa Biha ev deyn after payment of legacies and debts; gayra mudarr both situation should be dealt with no harm. As in both in the will and in debts there should be no harm done to anyone. The will shouldn’t be over one third.

So how can debts be harmful to heirs? Debts shouldn’t be done out of nowhere just to harm the heirs of inheritance. There might be situation some parties may be angry to or offended from an heir and create dummy debts just to harm him and push him out of the will or distribution. Or there might be some mutual agreement within other groups just to push the distant relatives out of the distribution. Abu Caniph considered this debt irrelevant, as in death debts in that times called it the debts made in death beds just to seperate heirs are not considered as real debts. A debt which no one knows about but comes from nowhere, this is considered harmful.

vasiyyeten minellah These are advices from Allah. vAllahu Aliym’un Haliym; Allah is Aliym and Haliym.

Haliym, Allah’s orders are not harsh or strict. The rules are considered soft and flexible since the name Haliym comes at the end of the verse.

[Additional Info: CALCULATION ERROR?

… Actually the source of this problem emerges becaus the ratios given in these verses are considered “absolute ratios.” As in the two third given to three sisters are considered as “absolute.” Is it really? These seperation ratios are absolute or just the minimum or maximum limits. Also even if we considered them not constant, it’s obvious that we cannot bring forth any evidences within Qur’an.

With this purpose, we should study the 11st and 12nd verses of Nisa. There are some indications at the end of these verses that are crucial in this sense. “feridatem minellah” ve “vesiyyetem minellah”. Just two arabic word couples. But we cannot have the opinions of using these seperations with the exact same rate just by these expressions. There are some translation scholars like A. Yusuf Ali indicated that these ratios are ordered by Allah with this exact ratio. But I don’t see any constant word in any of these expressions. Also M.H. Shakir translated the part “feridatem minellah” only with the words “This is a regulation from Allah.” Also the translations I bring fort hare from Y. Nuri Ozturk’s translation for 11 and 12 verses of Nisa chapter.

Also we have another point for this expressions. These two expressions haven’t come after presenting the ratios In the first verse the expression “You have fathers and you have sons.” comes between. And the second one has the expression of “No one should be harmed.” So in this sense that is the order here? What is the mission Allah wants us to do? Should we considered these ratios absolute and act with this opinion?  Or should we include fathers and sons to this equation and let the seperation work with orderly and with fair distribution. I believe the second one. That’s why it’s necessary to undertand the depth of this “order. (continues…)http://www.quran-miracle.info/islamda-miras.htm ]

13-) Tilke hududullah* ve men yuti’illahe ve RasuleHU yudhilhu cennatin tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha* ve zalikel fevzul Aziym;

These are boundaries set by Allah. Whoever follows Allah and His Rasul, He will admit them into Paradises underneath which rivers flow. Now, that is a great liberation. (A.Hulusi)

Those are limits set by Allah. those who obey Allah and His Messenger will be admitted to Gardens with rivers flowing beneath, to abide therein (for ever) and that will be the supreme achievement. (A.Yusuf Ali)

Tilke hududullah These are boundaries set by Allah.

ve men yuti’illahe ve RasuleHU yudhilhu cennatin tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha* those who obey Allah and His Prophet will be admitted to Gardens with rivers flowing beneath, to abide therein forever ve zalikel fevzul Aziym; and that will be the supreme achievement.

14-) Ve men ya’sillahe ve RasuleHU ve yeteadde hududeHU yudhilhu naren haliden fiyha* ve lehu azabun muhiyn;

And whoever rebels against Allah and His Rasul and transgresses his limits, He will admit them to fire to abide there forever. A degrading suffering he will have. (A.Hulusi)

But those who disobey Allah and His Messenger and transgress His limits will be admitted to a Fire, to abide therein: And they shall have a humiliating punishment. (A.Yusuf Ali)

Ve men ya’sillahe ve RasuleHU ve yeteadde hududeHU yudhilhu naren haliden fiyha* But those who disobey Allah and His Messenger and transgress His limits will be admitted to a Fire, to abide therein: ve lehu azabun muhiyn; And they shall have a humiliating punishment.

Boundries set and drawn by Allah. Person who crosses this treshhold becomes alienated to himself. The most protected boundries should be the ones Allah put in our lives. May Allah puts us among the ones who can protect these boundries and follow the orders of Allah.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”


ESMA DERSLERİ – 10 – (el AZÎZ-2)

$
0
0

Azîz -2

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ve etba’ihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi. Düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Amin, amin. Değerli dostlar Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun, Selâmü aleyküm.

Öncelikle üzerimde ki selâmları tevdi edeyim, emanetleri yerine ulaştırayım. Avrupa’dan kardeşlerinizin, dostlarınızın, sevenlerinizin, parçalarınızın selâmını getirdim. Almanya’dan, Belçika’dan, Hollanda’dan gönüllerini gönderdi kardeşleriniz, zaten gönüllerinizi götürmüştüm. Hamdolsun güzel şeyler, gelişmeler oluyor, tohum toprağı buluyor, su tohumu buluyor ve ekilenler araya gitmiyor. Elhamdülillâh Allah Hayy ismi ile tecelli ediyor, ölüden diri çıkıyor, diriden daha diri çıkıyor. Vahiy yürekleri bulunca çöle dönmüş gönüller göle dönüyor ve bir kez daha anlıyor, bir kez daha inanıyor, bir kez daha görüyoruz ki vahiy ölmez, pörsümez yeni. Bir kez daha iman ediyoruz ki insanlık için daha iyi bir senaryoyu ancak vahiy yazar. Bir kez daha iman ediyoruz ki Allah vahiyle tenezzül edince insan, insan oluyor Elhamdülillâh.

Geçen dersimizde malûmunuz El Azîz ismi şerifini ele almış işlemeye çalışmıştık. 14. İsim sıfat olan El Azîz ismi şerifinin 2. Dersini yapacağız bugün. Geçen dersimizde mevzu yarım kalmış idi. Kur’an dan 3 ayeti dermeyan etmiştik. Bunlar; Fatır/10, Yunus/65 ve Nisa/139. Ayetleri. Bu ayetlerin ortak tarafı izzetin yalnızca, sadece Allah’a ait olduğunu bütünüyle, tamamıyla, cemi’an, innel ‘ızzete Lillâhi cemiy’an. (Yunus/65) Allah’a mahsus olduğunu görmüştük. Burada ki Lillâhi de ki “lâm” ın tahsis lam’ı olarak tıpkı Ve Lillâhil Esmâül Husna. (‘Araf/180) 4 yerde geçen esma-i hüsnaların Allah’a mahsus olduğu gibi en güzel niteliklerin Allah’a mahsus olduğu gibi. Tıpkı hamdlerde geçen El Hamdü lillâhi Rabbilalemîn. Lehül hamdü ve lehül mülk. El Hamdu Lillâhi Fatıris Semavati vel Ard ayetlerinde olduğu gibi işte o “lâm” ın işlevine sahip olduğunu, ona mahsus olduğunu ve sadece tahsis etmediğini cemi’an te’kidinin bütünü kapsadığını tümüyle izzet ve şerefin Allah’a ait olduğunu öğretmişti bu ayetler.

Ama bir başka ayete gelmiştik. Münafikun/8. Ayetine. Şöyle söylüyordu ayet; Yekulûne lein reca’na ilelMediyneti leyuhricennel e’azzu minhel ezel. Onlar dediler ki, Kim onlar? Sureye adını veren münafıklar. Tabii aslında bunu söyleyen kişi bir kişi Abdullah bin Ubey bib Selûl, Medine münafıklarının reisi. Fakat ilginçtir bunu söyleyen bir kişi olmasına rağmen Kur’an sanki çok kişilermiş gibi söylüyor. Neden acaba? Hayır, münafık iki yüzlüdür de ondan. Dolayısıyla iki yüzlümüdür, iki yüz yüzlümüdür yüzü biz sayamayız ki. Ancak kalplerin özünü bilen, ‘Aliymun BiZâtissudur olan Allah sayar. Onun için münafık tek kişilik değil, çift kişilikli, çok kişilikli,,! Yani münafık kişiliksizdir aslında bu manaya gelir. Parçalanmış kişilik. Parçalanmış kişilik kişilik olmaktan çıkıyor.

Şahsiyet, zaten adı üstünde teşhis edilebilendir şahsiyet. Teşhis edilemiyorsa şahsiyet yoktur ikisi de aynı köktendir onun için kullandım. Bir kişi söylüyor bunu, söyleyen de belli, ama sanki birden fazla kişi söylemiş gibi nakletmesi münafığın birçok yüzünün olduğuna bir ima olsa gerek diye düşünüyorum, herhangi bir yerde okumuş, görmüş değilim, benim yaklaşımım bu.

Yekulûne lein reca’na ilelMediyneti leyuhricennel e’azzu minhel ezel. (Münafikun/8) onlar, o çok kişilikli münafık tabiatlı adam diyor ki; Eğer dönersek Medine’ye, şehre; Azîz olanlar zelil olanları oradan elbette, kesinlikle çıkaracak. Arkasından gelen bir cümle var ayetin devamında ve Lillâhil ‘ızzetu ve liRasûliHİ ve lilmu’miniyn. Bizi ilgilendiren doğrudan burası. Rabbimiz adeta cevap veriyor. İzzet, şeref, onur Allah’a aittir, Allah’a mahsustur. ve liRasûliHİ orada ki “vav” vavın Türkçede ki karşılığı dolayısıyla manasına gelir. Allah’a mahsustur, dolayısıyla resulüne, onun elçisine de mahsustur, aittir izzet. Yani Allah’tan dolayı Allah’ın elçisine. Bu dolayısıyla tam da yerine oturuyor çünkü. Ve dolayısıyla ve lilmu’miniyn. Resulden dolayı da mü’minlere aittir izzet. ve lakinnelmunafikıyne lâ ya’lemun. (Münafikun/8) fakat münafıklar bunu dahi bilmiyorlar.

Evet, bu ayette ki izzet, cemi’an tümüyle Allah’a aittir diyen 3 ayet, bir tarafta ise izzeti 3 unsura ayıran Allah’a, Resulüne ve mü’minlere ayıran münafikun/8. Ayettir.

Bir çelişki mi var? Elbette Kur’an da çelişki yoktur. Kur’an ın kendisi böyle söylüyor, biz buna iman ettik. Doğrusu şu ana kadar Kur’an da çelişki arayanlar çıkmış, fakat aslında çelişki Kur’an da değil, çelişki insanda, insanın kafasında. Onun için kafalarında ki çelişkiyi Kur’an a geçirmeye çalışanlar ancak Kur’an a çelişki atfında bulunmuşlar. Yoksa Kur’an gerçekten de müciz-i beyandır ve Kur’an ın mucizesi bu kadar uzun bir zamanda, bu kadar çeşitli konuda, bu kadar farklı mekânlarda 23 yılda inmiş olmasına rağmen sanki bir oturuşta, bir celsede inmiş gibi kedi içerisinde muhteşem bir paralel ve çapraz bağlara sahip bir bütünlüğe sahip olmasıdır.

Onun için Kur’an ın mucizeliği nazmında aranmalıdır, nazmına da Kur’an ın bu özelliği dâhil kabul edilmelidir. O nedenle bizler, tefsirle ilgilenen bizler bir kelimeyi bir yerde gördüğümüz zaman bu kelime neden burada sualini sorarız. Yani boş yok mutlaka bir işlevi var. Hatta bir kelime, Arap dilinde o cümleyi biz kursak o kelimeyi oraya koyardık fakat Allah onu oraya koymamış. Biz yine o soruyu sorarız neden bu kelime burada yok. Onun da bir sebebi var bilmem anlatabiliyor muyum?

Dolayısıyla orada olması da olmaması da manaya mutlaka bir şey katar. Neden bu burada yok. veüşribe fiy kulûbihimül ‘icl. Aslında ben kursam bu cümleyi ve üşribe kulûbihim hubbül ‘icl diye kurarım. Oraya bir muzaf lazım ama Allah koymamış. Yani onların kalbine buzağı içirildi demiş. Ben olsaydım Buzağı sevgisi derdim. Tabii ben bu kadar veciz konuşamazdım, Allah veciz konuşuyor. Öyle ki buzağı sevgisi bile demiyor buzağı diyor. Yani o kadar sevmişler, o kadar putperestliğe gönül vermişler ki gönül kalmamış. Verince gönül kalmıyor zaten, onun için buzağı olmuş. Sevgi bile kalkmış o nedenle hubbül ‘icl demiyor, fiy kulûbihimül ‘icl diyor.

Dolayısıyla onun gibi, İyyaKE na’budu. Na’budu İyyaKE diye kurardım. Ama İyyaKE na’budu deyince söz dizimi değişiyor, çok farklı bir şey çıkıyor ortaya. Meful başa geliyor. Mef’ul başa gelmişse, tümleç başa gelmişse orada bir mana özellik ve güzelliği vardır. Kur’an ın tüm ayetlerinde dört unsur aranır.

1 – Tevhid. Mutlaka Kur’an ın her ayetinde tevhide açık ve zınni bir atıf vardır.

2 – Mead, ahiret. Mutlaka Kur’an ın her ayetinde açık veya zımni ahirete bir atıf vardır.

3 – Nübüvvet. Kur’an ın her ayetinde açık veya zımni, zaten o ayeti Allah resulü vasıtasıyla ulaştırmış olması zımni bir atıftır. “Kul” lerin hepsi nübüvvete delalet eder. Kul e’ûzü BiRabbil felak. Kul e’ûzü BirabbinNâs, Kul HUvAllâhu Ehad. Yani de, kime? Nebiye de. Dolayısıyla Kul lerin hepsi nübüvvete atıftır.

4 – Ve Adalet. Açık ve zımni Kur’an ın her ayeti adalete atıf yapar. Fatihada da var bakınız? İhdinasSıratal’müstakıym. Orada ki istikamet adalettir, Eyvallah. Ne bu şarampol, ne o şarampol. Müstakıym olana.

Dolayısıyla Münafıkun/8 e dönecek olursak çelişki var mı? Tabii bu soruyu soruyoruz. İnanmadığımız için sormuyoruz, istihfam-ı inkari olarak yok. Hikâyesini anlatalım bu ayetin.yılın 2 şabanında, yani 17 Aralık 627 yılında miladi, Allah resulü Mustalik oğullarının ordu hazırladığı haberini alıyor. Mustalik oğulları Medine civarında yerleşik kabilelerden bir tanesi. Kuvvet topladıklarını haber alınca Efendimiz a.s. karşı kuvveti hemen hazırlayarak onlar yola çıkmadan efendimiz yola çıkıyor ve Mustalik oğulları üzerine varıyor. Onların bu kalkışmasını bastırıyor ve sefer sırasında bir su kuyusunun başında ordu konaklıyor. Bu su kuyusuna müreysi’ adı veriliyor. Bu su kuyusundan su alma sırası yüzünden ensardan bir gençle, muhacirden bir genç kavga ediyorlar. Hatta bu kavga öyle bir kavgaya dönüşüyor ki yetiş ya ensar, yetiş ya muhaciriyn şeklinde bir nidaya bile dönüşüyor. Yani mü’minlerin iki kanadı neredeyse birbirine düşüyor. Efendimiz hatta yani sadet harici ama alnında ki damar kalkıyor, yüzü kıpkırmızı oluyor, bana ne oluyor ki sizi cahiliyeye döner halde görüyorum. Diyor. Oysa ki kullanılan ifadeler cahiliyeyle alakası yok, ensar – muhacir. Ama cahili fikre alet edilen iki güzel kavram. Yani ensar ve Muhacirini cahili fikre alet edebiliyorsanız diğer Müslümanları da alet edebilirsiniz asabiyetinize. Yetişin ey Müslümanlar deyince asabiyyeti asabiyet olmaktan çıkarmıyor anlatabiliyor muyum? Onun için Hz. Musa’nın aldığı uyarı ve ettiği tevbe adam öldürmekten daha öte asabiyet kalıntısı yüzündendi. Bu çok önemli. Asabiyet kalıntısı. Bizden gerekçesiyle destekledi, onlardan gerekçesiyle kıptiye vurdu. Oysa ki öyle düşünmemesi gerekiyordu, haklı kimse ondan yana olmak. Orada bize öğretilen şey o. Eyvallah.

Bunun üzerine ibn. Ubey’ye gün doğdu. Kim bu İbn. Ubey? Abdullah İbn. Ubey bin Selûl, Hazreç’ten bir adam. Bu zat Medine’nin köklü eşraf ailelerinden. Efendimiz Medine’ye teşrif ettiklerinde bu zatın tacı hazırlanıyor ve kaftanı dikiliyormuş Medine’ye kral olmak üzere. Fakat suya düşüyor efendimizin gelişiyle. Dolayısıyla bu zat tacını tahtını kaybetmiş bir çıplak kral. Onun içinde belki nifak, hiç şüphesiz, hiç kimse münafık doğmaz, münafık bebek olmaz, kâfir bebek olmadığı gibi. Nifak davranışlarla ortaya çıkan bir hastalık.

Nifak iman hastalığıdır demiştim, çok ilginç bu adam tam da tipik bir iman hastası, hasta iman sahibi diyorum bakınız. Uhud’a gidecek kadar imanı var, fakat Uhud’da savaşacak kadar imanı yok, ama gidecek kadar var. Dolayısıyla Uhud’dan 300 kişiyi döndürebiliyor, İslam ordusunu bölebiliyor. Zekât veriyor, çok tipik, ilginç. Fakat verdiği zekâtı da milletin gözüne sokuyor. Camiye geliyor hem de sabah namazı da dahil 5 vakit fakat camide efendimiz konuşuyor mesela hutbede, Millet onu dinleyin o doğru söylüyor. Sahabe artık etrafına otururlarmış eteğinden çekiştire çekiştire oturturlarmış zorla. Yani onay mercii oluyor. Kendisine böyle bir durumdan vazife çıkarıyor. Bizde çıkaranlar varya.

Dolayısıyla böyle bir tip, garip bir tip. ResulAllah’tan cenazesini kıldırmasını vasiyet edecek kadar inanıyor. Dahası hırkasıyla kefenlenmesini vasiyet edecek kadar inanıyor. Öldün, yani ölünce de maskeyi ne yapacaksın, gidiyorsun artık. Münafıklık dünyada işe yarar ahirette yaramaz.

Demek ki içinde gelgitler var. Beni diyor oğluna Allah resulünün hırkasıyla kefenleyin. Müslüm’de geçen hadisten öğreniyoruz bunu. Çok ilginç, ResulAllah kefenliyor da Ama Allah resulünün hırkasına sarınmak onun nifakını örtmüyor. ResulAllah’ın hırkası ile nifakının üstünü örtmeye kalkıyor. Derisini soysa girse yine bir şey olmaz, ne olacak? Dolayısıyla böyle bir tiple karşı karşıyayız.

İşte bu adam şöyle diyor orada. Besle köpeğini seni yesin. Bu bir arap ata sözüdür, bizde de bunun karşılığı besle kargayı oysun gözünüdür. Eğer Medine’ye, şehre dönersek and olsun ki oradan şerefliler şerefsizleri kesinlikle çıkaracak. Bunula kastettiği şerefliler kendileri olmuş oluyor. Yani Münafık reisin şeref telâkisini, anlıyoruz biz buradan. Nasıl bir şeref telâkkisi var, nasıl bir izzet telâkisi var anlıyoruz. Ve tabii ResulAllah ve mü’minlere de haşa ezel olarak bakıyor, zelil olarak bakıyor. Böyle bir zihniyet var.

Bu sözü Zeyd bin Erkam işitiyor. Zeyd Bin Erkam Kim? Yine o kabileden biri ilginçtir, asabiyeti olmayan bir mü’min delikanlı, bıyıkları yeni terlemiş. Yaklaşık takriben 14-15 yaşında. Çünkü Zeyd Bin Erkam yaşının küçüklüğünden dolayı Bedir’e ve Uhud’a katılamamıştı. İlk katıldığı sefer de bu seferdi Beni Mustarik seferiydi. Orada bunu işitiyor ResulAllah’a geliyor bilgilendiriyor.

Hz. Peygamber inanmak istemiyor, belki ona kızgınlığından öyle söylemişsindir diyor önce. Daha sonra belki yanlış duymuşsundur diyor. Aslında ona inanmak istemeyişi değil, efendimiz esasen burada bir ilkeyi uyguluyor, hüsnü zan ilkesini. Bize bir şey öğretiyor hüsnü zan ilkesini anlatabiliyor muyum? Onun için öncelikle hüsnü zan esastır. Dolayısıyla efendimizin kulakları kusura ayarlı değil. Efendimizin yüreği kusura ayarlı değil, efendimiz güzel bakan biri. Onun içinde önce güzel görüyor. Belki sana öyle gelmiştir diyor, o öyle dememiştir de..! Tabii yanında ki yöresinde kiler de Zeyd’i bayağı hırpalıyorlar. Yani sen asılsız laf taşıyorsun, duyduğunu anlamadan getiriyorsun vs. gibi.

Tabii bu arada İbn. Ubey ben bunları ne söyledim, ne ağzımdan çıktı falan diye yemin billah ediyor. Hatta Buhari’de bir kayıt var. Zeyd’in şöyle dediği kaydediliyor. ResulAllah beni yalanladı onu doğruladı. Buradan ne çıkıyor aynı zamanda?

Burada hani şu bizim efendi gönüllerden geçeni biliyor diyenlere bu da duyurulur. Allah’tan korkun iftira etmeyin, Allah’a da iftira etmeyin, insanlara da iftira etmeyin, kendinize de haksızlık etmeyin. Dolayısıyla bakın ResulAllah bir gözlerimi kapayayım bir olay anına gideyim bir bakayım demiyor. Anlatabiliyor muyum?

Götürüyorlar kendince bir değerlendirme yapıyor bu sonuca varıyor. Ama vardığı sonuç yanlış. Eğer Buhari’de ki rivayeti sahih kabul edecek olursak. Herkes Zeyd’i suçluyor, yalan yanlış haber taşımakla ilgili itham ediyor. Bunalan Zeyd eve kapanıyor, çok mahcup oluyor, çünkü haklı. Aynen Hz. Aişe’nin küçük bir versiyonu gibi oluyor. Çünkü iftira etmiyor haklı, ama yapacak ta bir şey yok. İlginçtir dönüp te ResulAllah’a sen peygambersin ya ResulAllah benim söylediğimin doğru olup olmadığını sen bilmeyeceksin de kim bilecek demiyor. Kırılmıyor, gücenmiyor, sadece içine kapanıyor.

Ve ne diyor; Bir duaya başvuruyor. Hepsinde bunu görüyoruz Hz. Aişe’de ki gibi. Allahümme enzil ‘alâ nebiyyike ma yusaddiku hadisin. Allah’ım nebinin üzerine sözümü doğrulayan ayeti indir neyse o işte. Hepsi de vahye çok güzel iman ediyor. Peygamberimize yalvar mıyor, Allah’a yalvarıyor, yalvarılacak yeri iyi biliyorlar. Hz. Aişe de öyle yapmamış mıydı, Allah’a yalvarmamış mıydı? Ama yine de diyordu ki benim hakkımda bir ayet nazil olacağını düşünmüyordum. Eyvallah.

İşte onun üzerine bu ayet iniyor ve Lillâhil ‘ızzetu ve liRasûliHİ ve lilmu’miniyn şeref, onur haysiyet Allah’a aittir, resulüne aittir, mü’minlere aittir. Bu ayet inince Efendimiz Zeyd’i çağırıyor; Ve Tûba aleyk diyor müjde sana Vefet uzneke lâ gulâm Kulağın vefalı çıktı ey delikanlı diyor. hatta bundan sonra Hz. Ömer Zeyd’i gördükçe kulağını öpermiş bu kulak öpülmeye layık diyerek. Vefet uzneke lâ gulâm. Kulağın vefalı çıktı ey delikanlı.

Aslında ayetin bize verdiği şey şerefin kaynağı kabile servet evlat değil. Bir münafığın şeref telakkisi ile bir Mü’minin şeref telakkisi arasında nasıl bir fark olmalı, bizim şeref telâkkimizi düzeltiyor. Bir münafık şerefi kabile de arar, soylulukta arar, aşirette arar, ırkta arar, millette arar. Hayır, şeref bunlarda değil nerde ya şeref? Şeref Allah’ta çünkü El Azîz olan O’dur başka yok. O zaman O’na ne kadar yakından o kadar şereflisin. Allah ile irtibatın şerefin in kalitesini belirliyor, şerefinin miktarını belirliyor. Bir mü’minin şeref tasavvuru telakkisi bu.

Çelişki yok elbette dedim ayetler arasında. İzzet ve şeref bütünüyle Allah’a mahsustur. Allah’ın elçiliğini yapan peygamber bu izzetten en büyük payı alan insandır. İnnel ‘izzete ve li ResûliHİ. Allah resulü bu şereften en büyük payı alandır, çünkü Allah’a en yakın olandır bu ümmet içinde. O zaman en büyük şerefte ona düşer.

Allah’a ve O’nun elçisine iman eden Mü’minler de insanlık içerisinde bu izzet ve şereften büyük pay alanlardır. Niye? Dolayısıyla mü’minlere aittir çünkü mü’minlerde iman ile resulüne, dolayısıyla Allah’a yakın olmuş olurlar. O nedenle o 3 ayetle şerefi bütünüyle, tümüyle, tamamıyla Allah’a hasreden ayetlerle Münafikun/8. Ayet arasında bir çelişki yok diyoruz.

İzzet ve şeref imandandır, evet, iman insana şeref katar öyle değil mi. Diyorsunuz ki iman insana şeref katarda iman ettik mi iman bize emrediyor diyor ki en şerefli yerini yere değdir, secde et. Bu nasıl şeref mi diyorsunuz, demezsiniz siz de: Diyen çıkarsa biz ona ne diyeceğiz? Şeref budur diyeceğiz. Aslında biz en şerefli yeri insanın yüzüdür, yüzünde en şerefli yeri alnıdır. Onun için yiğidin alnı yere gelmez vs. Onun için yüz kızarır. Yüz çünkü aynadır, yüz insanın logosudur. O nedenle logosuna bak firmayı tanı. Yüz ile cevelan ve deveran eder. Onun içindir ki yüz zatı temsil eder. Li vechillâh. Allah’ın yüzü için diye geçirilmez bu ayet, Allah’ın zatı için denir.

Dolayısıyla Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm (Rahman/27) Küllü men ‘aleyha fan. (Rahman/26) Her şey fanidir baki kalacak olan rabbinin yüzüdür değil, rabbinin zatıdır. Ama yüz var orada, yüz dediğim gibi logodur.

Bu manada alnımızı yere değdiririz biz secde ederiz, kulluğumuzun bir gereğidir bu. Alnımızı yere değdirmekle biz şerefimizden bir şey kaybetmeyiz, aksine şeref kazanırız. Biz şerefimizi Allah’a borçlu olduğumuzu böyle ifade ederiz. Biz şerefin kaynağına itaat ederiz. Onun içinde kullar önünde eğilmeyiz. Allah önünde eğilmek kul önünde eğilmemeyi gerektirir. Onun için Allah’a kul olmak kula kul olmamayı gerektirir biz Allah’a kul oluruz kula kul omayız ve aslında insanlığımızı Allah’ın önünde yere yatırırız, her secde kurbandır. Hani biz her kurbanı keseriz ya, aslında bazen kurbanı ederiz, kurban etmek, her secde birer kurbandır, çünkü kurbiyetin maksimidir secde. Neden? Biz insanlığımızı Allah’a kurban ederiz çünkü O’na borçluyuz, O’ndan aldık.

İnsanlığımızı neden alıntı temsil eder? Bunu daha önce söylemiştim. Almanya’da bir demiryolu işçisi 20. Yy. başında bir şarapnel parçası geliyor tüm alnını sıyırıp atıyor. Demir yolu iççisi ondan sonra bir ömür hayvan olarak yaşıyor. Frontal lob deniyor tıpta. Frontal lobu indirdiği zaman hayvan olarak yaşıyor. Artık insani hiçbir tepkisi yok, tam bir hayvan. Yiyor, içiyor, yani tüm dolaşım sistemi, sindirim sistemi çalışıyor ama insanlıktan eser kalmıyor. On un için insanlığımızı Frontal lob temsil eder ve işte insanlığımızı Allah’ın huzurunda yere koyarız. İnsanlığımı sana borçluyum ya rabbi deriz.

İman insanı Allah’a bağlar, insan O’nun izzetiyle izzetlenir. Sihirbazlarda da görmüyor muyuz biz bunu? Firavunun sihirbazları iman etmeden önce Abdullah bin Ubey bin Selûl ün şeref telakkisine sahiptiler. Ne diyorlardı? Şuârâ/44. Ayetinde; Feelkav hıbalehüm ve ‘ısıyyehüm ellerinde ki ipleri yani sihir aletlerini ve asaları bıraktılar. ve kalu Bi ‘ızzeti fir’avne inna le nahnül ğalibun ve dediler kiBi’izzetifir’avn. Firavunun izzeti ile, izzeti sayesinde, şerefi sayesinde galip gelen biz olacağız. Dediler.

Peki, ne oldu? çok ilginç, dünya tarihinde gerçekten ilginç bir hadise oldu. Bayram yeriydi, arena idi yani. O arena da herkes toplanmıştı. Sihirbazlar iman dan önce münafık elebaşı gibi düşünürken imandan sonra ne oldu? Feulkıyes seharetü sacidiyn. (Rahman/46) Musa’nın elindeki nin sihir olmadığını anladıklarında ilimleri sayesinde kendilerini yere attılar, secdeye kapandılar. Kalu amenna Bi Rabbil alemiyn. Rabbi Musa ve Harun (Rahman/47-48) Alemlerin rabbine iman ettik dediler Musa ve Harun’un rabbine. İmanda pazarlık etmediler. Elinde mucize gördükleri Musa’nın gözüne bakıp aralarında istişare edip biz iman edeceğiz ey Musa, senin de görüyoruz ki rabbin elinde mucizeler yaratıyor, biz iman edelim ama şu mucizeler yaratan şu rabbin küçük bir mucize de bize ayırsın, bizi bu zalimin eline düşürmesin demiyorlar. Böyle bir pazarlıkları da yok.

Evet, arkasından firavunun tehdidi geliyor; Kale amentüm lehu kable en azene leküm. (Rahman/49) ben size izin vermeden iman ettiniz ha? Tüm firavunların ortak yönü budur izinli iman, iman etmek isteyen onlardan izin alacak. Günümüz firavunlarının farklı bir özelliği çıktı, ne kadar iman edeceğimize onlar karar vermek istiyorlar. Dolayısıyla fazla imanı başka bir şey olarak adlandırıyorlar. Aşırılık, radikallik, şu bu diye adlandırıyorlar. Yani yiyecek ya, kedi yavrusunu yiyeceği zaman fareye benzetirmiş. Önce fareye benzetir sonra yermiş. Yemeyi gözüne koydu ya. Onun için önce kuduz ilan ediyor, sonra vuruyor. Eğer böyle yapmasa niye vurdun diye yakasına yapışacaklar.

Dolayısıyla firavun da öyle yapıyor, benden izin almadınız ha? le ukattı’anne eydiyeküm ve ercüleküm min hılafin ve leusallibenneküm ecme’ıyn. Orada ki Min hılâfin i çaprazlama diye çeviriyorlar fakat doğrusu muhalefetinizden dolayı olsa gerek. Size bu muhalefetinizden dolayı ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim ve leusallibenneküm ecme’ıyn ve topunuzu darağacında asacağım diyor.

Bu firavunun cezası, Kur’an da ki bir ayetten yola çıkarak bunu Allah’ın cezası ilan edenler Allah’ın cezasıdır. Bunu ben böyle söyledim diye o ayeti inkâr ettiğimi söyleyenlerin söylemesi de Allah’ın bir belasıdır başka bir şey değil. Gözümüzün önünde duruyor Firavunun cezasını Allah’a nasıl yakıştırıyorsunuz. Bu cezayı vermiş bir peygamber var mı? Efendimizin bu cezayı uyguladığı biri var mı? Hepsi var mürtedi var, asisi var, imana karşı savaşanı var, efendimiz böyle bir ceza uygulamış mı? Siz Allah’ın emri diye bunu millete yutturuyorsunuz, utanmıyorsunuz.

Dolayısıyla Allah’a sığınırız tabii, firavunun cezasını Allah’a atfetmekten, orada bir emir falan yok daha önce açıkladım orada bir cümle inşa değil, geçmişte uygulanmış olan bir şeyi haber veriyor. Bakınız küçük bir şey gibi duruyor ama önemli, büyük bir şey.

Kalu, ne dediler sihirbazlar? Kalu lâ dayr. Zararı yok, önemli değil, ne önemi var senin bizi asmanın kesmenin, öldürmenin ne önemi var. Aman Allah’ım bir iman bu kadar mı güçlü olur, bu kadar mı iman edince insan şeref kazanır. Şeref nedir iman nasıl şeref katar insana haydi buyurun. İmandan önce kölesi olduğunuz insana imandan sonra başkaldırıyorsunuz, işte bu Kalu lâ dayr* inna ila Rabbina münkalibun. (Şuârâ/50) nasıl olsa rabbimize döneceğiz en sonunda. En sonunda döneceksek şimdi dönelim, yani bizi neyle korkutuyorsun, rabbimize kavuşmakla mı korkutuyorsun, kavuştur rabbimize de kurbiyet gerçekleşsin, vuslat gerçekleşsin. İşte bu.

Şeytan; Sâd/82. Ayetinde feBi ızzetiKE der. Çok ilginç senin izzetine yemin olsun. Hani daha önce de değinmiştim yahu şeytandan bile alınacak dersler var desem yanlış bir şey söylemiş olur muyum? Sanırım olmam. Bazen biz şeytana Euzü besmele çekeriz, bazı insanlara da şeytan herhalde euzü çekiyordur, senden Allah’a sığınırım diye. Çünkü Allah’ın şeref ve izzetini şeytan tanıyor, bazıları ise Allah’ın şeref ve izzetini tanımıyor. Herhalde onlar için de şeytan euzü çekiyordur diye düşünüyorum. Hani kork Allah’tan korkmayandan derler ya, sanki onun yakın bir şeyi gibi duruyor bu.

Esma-i hüsnadan olan El Azîz’in efal-i hüsnada ki karşılığı. Bu bir başlık. Efal-i hüsna duymamış Allah’ın Mustafa kulu? Eh duydunuz işte, artık duyun, artık duymanız lazım çünkü bu yanlış. Eğer bunu duymazsanız büyük bir yanlışa kapı aralıyor. Ef’al-i Hüsna esmaya dâhil ediliyor. Haksız ve yanlış bir biçimde, ilkesiz biçimde üstelik. Doğru değil, esma esmadır, Arap dilinin tüm söz dağarcığı 3 başlık altında incelenir. İsim, fiil, harf. İsim isimdir biliyoruz, fiil fiildir onu da biliyoruz, harf ta hani okurken harficer diyoruz diğer edatlar var ya, edevatın tamamı Arap dilinde harf olarak adlandırılır. Yani kendi başına bir manası olmayıp cümle içinde anlam kazanan. Dolayısıyla yardımcı anlamlar taşıyan yani anlama yardımcı olan küçük elemanlar, büyük manaların küçük elemanları, asma küçük kahramanlar onlar. O küçük kahramanlara doğru mana veremediğimiz zaman cümleye de doğru mana veremiyoruz. Onun Arap dilinde tüm söz dağarcığı üçe ayrılıyor.

Allah’a isim olması için bir ismin iki şart var

1 – O ismi Allah zatına isim olarak seçecek, biz Allah’a değil. Allah kendi zatına seçecek, bu benim ismim diyecek. Bu da ne ile mümkün? Allah’ın kitabıyla mümkün. Allah’ın kitabında bulunmasıyla sabit olur Allah’ın ismi.

2 – İsim formunda gelecek, fiil formunda gelmeyecek. Bunu bir ilke olarak yapmamız lazım. Ya tüm Allah’a nispet edilen fiillerden isim türeteceksiniz ilkesel usule uygun olması için. Ya da etmeyeceksiniz. Eğer Allah’a isnat edilen tüm fiillerden isim türetecekseniz. yuhadi’unAllâh, dan hadi’ haşa Allah tuzak kurar. Ve mekeru ve mekerAllâh dan, o fiilden makir, haşa, hilebaz haşa. ve ma rameyte iz rameyte ve lakinnAllâhe rema. (Enfal/17) dan yola çıkarak Râmi, ceale den yola çıkarak ca’il gibi isimler. Hiç bunları koyan görmedim. Peki o zaman. yuhyiy ve yümiyt den yola çıkarak, muhyi var ayrıca Kur’an da ama mumiyd yok. O zaman yu’ çok önemli. Yumiyd fiili ef’alullah’a girer, esmaullah’a girmez. Yuhyi var ama Mumiyd yok. Dolayısıyla bu konuda bir prensip olması lazım değil mi. İşte o prensibe göre olacak.

İmran/26. Ayetinde ef’al-i hüsna da bir karşılığı var El Azîz isminin. Nedir; Kulillâhumme mâlikel mülki tü’til mülke men teşâu ve tenzi’ul mülke mimmen teşâ’* ve tu’ızzü men teşâu ve tüzillü men teşâ’* Bi yediKEl hayr* inneKE alâ külli şey’in Kadiyr. (A.İmran/26) Ey Allah’ım, ey mülkün Mâliki olan Allah’ım sen istediğini Azîz edersin, istediğini zelil edersin. Evet, Tu’izzü; Aslında Azîz isminin ef’al-i hüsna da ki karşılığıdır. Her ismin ef’al-i hüsna da karşılığı Kur’an da geçmez. Bahusus, özellikle esma-i hüsnanın, ef’al-i hüsna da karşılığı varsa o konuda Allah’ın fiili de imanın parçası olur.

Demek ki Azîz isminin fiilde bir karşılığı var ve bu manada zaten Azîz ismi iki yönlüydü değil mi? Hem fail, hem mef’ul. Fail tarafı zata, mef’ul tarafı mahlûka. Hâlık’a, Mahlûka. İki yönlü, iki boyutlu. Onun için şu sual sorulabilir. Bu Allah’ın dilediğini Azîz ettiğini ifade eden ayet bağlamında neyi ifade eder? Yani Allah’ın dilediğini Azîz etmesi ne demektir. İşte biraz önce söylediğim şey tam da burada yerine geldi, aynı zamanda, Azîz hem fail, hem meful demiştim. Hem özünde şerefli üstün olan, hem de üstün tutulan manasına gelir. Allah’ın insanı Azîz etmesi insan Azîz olmayı dilerse Allah’ta onun Azîz olmasını diler. Fiil insanın dilemesine bağlıdır. İnsan Azîz olmayı dilerse kendisi için seçerse, irade ederse Allah’ta onun İzzetini diler.

Dolayısıyla dilediğini Azîz etmesi, dileyeni Azîz etmesidir. Dileme çift yönlüdür çünkü. Ef’al-i hüsnadan olan tu’izzu fiili insanın izzetinin artıp eksileceğine de delalet eder. Çünkü fiil camid değildir artar ve eksilir. Dolayısıyla bir hakikat fiille ifade ediliyorsa o teceddüt ifade eder, yenilenme ifade eder. Yani eğer fail izzeti çok hak ederse Allah’ın El Azîz ismi onda fazla tecelli eder. Eğer az hak ederse az tecelli eder. O zaman izzeti çok talep eden Allah’ın El Azîz isminden daha fazla tecelli alacaktır demektir.

Azîz isminin tecellilerine geldik. Azîz isminin en büyük tecelligâhı insandır değil mi, insan ahsen-i takvim olandır. Ve lekad kerremna beniy Adem. (İsra/70) b iz Âdemoğlunu mükerrem kıldık, şerefli kıldık, Azîz kıldık, kaç kat ikrama mazhar kıldık, çünkü halifedir insan. İnsanın halife oluşu şerefinden dolayı, şerefi hilafetinden dolayıdır. Dolayısıyla insan Allah’ın yeryüzünde ki halifesi, dikkat buyurun Allah’ın halifesi değil. Halife birinin yerine vekil olan, O’nun yerine işleri tedvin eden demektir. Allah gaip olmaz ki yerine halef tayin etsin anlatabiliyor muyum? Onun için Allah her zaman hazır ve nazırdır.

O zaman halife kimin halifesi? Kur’an da da ifade buyurulduğu gibi yeryüzünde kendisinden önceki iradeli varlığın halifesi, onun yerine. Bizden önce bir iradeli varlık olduğuna delâlet eder bu halife ismi bir. Bizden önce bir iradeli varlık varmış, kim o? Belli cinler. Şeytan o iradeli varlıklardan biridir. Onun için bizden önce bir iradeli varlık varmış. Ondan önce de vardı belki, tefsirler bu konuda kaynak göstermeksizin garip şeyler zikrederler, cin, hin, bin diye geriye doğru nereden çıkardılar bilmiyorum. Dolayısıyla yeryüzünde insan kaçıncı iradeli tür kim bilebilir Ki. İnsan kaçıncı tür insan kim bilebilir ki ve bizden sonra neler bekliyor kim bilebilir ki? Allah’ın hazinesinde imkân tükenir mi. Onun için insan kendisini biricik sanmasın, insan, Allah için kendisini vazgeçilmez sanmasın. Allah için vazgeçilmez yoktur ama insan için Allah vazgeçilmezdir. Eyvallah.

Emanet yine şeref katar değil mi İnna ‘aradnel emanete ales Semavati vel Ardı vel cibali feebeyne en yahmilneha ve eşfakne minha ve hamelehel İnsan. (Ahzab/72) Biz emaneti göklere, yere, dağlara sunduk kabul etmedi, kabul etmekten kaçındı.

Emanet nedir? Birçok şey söylenmiş emanet iradedir doğrusu budur yani akıl ve irade. Zaten iradenin bir cüzüdür akıl bu manada, emanet iradedir. İrade emanetini göklere yere sunduk kabul etmekten kaçındılar, insan kabul etti. innehu kâne zalumen cehula. Bunu tabii şöyle anlamıyoruz; Çünkü insan çok zalimdir çok cahildir. Bu çok yanlış olur. Yani insan emaneti çok cahil ve çok zalim olduğu için mi kabul etti? Yani hem Allah’ın sunduğunu kabul etsin hem de çok zalim çok cahil, Hayır. Kabul etti ve sonunda insan bu iradeyi üstlendiği halde iradeye zulmetti ve iradeye karşı cahillikte bulundu, sorumluluğunu bilmezden geldi, öyle diyeceğiz. Onun için innehu kâne, aslında Kâne sayrûret manasında keynûnet değil. Oradaki kâne ye keynûnet manası verdiğiniz zaman her şey bozuluyor, Kur’an düşünce sistemi kayboluyor. O zaman Hıristiyanlık yaşasın diyorsunuz, orijinal günah fikrine böyle bir ayetten zemin hazırlıyorsunuz. O da doğru değil tabii ki.

Evet, Ruh, insanın Azîz oluşunun bir başka vesilesi, Fuh u Menfuh. Samed ismini incelerken demiştik değil mi. Ne bir şey girer ne bir şey çıkar. Onun için Ruh Allah’tan bir parçadır deme, ne dersen de. Ruhu ne kadar översen öv ama Allah’tan bir parçadır deme. Allah’tan bir parçadır dersen Allah’tan bir parça insana girmiş dersin bir. Allah parçalardan oluşmuş dersin iki, Allah’tan parça çıkıyor dersin üç. Bu giriyor olduğuna da delalet eder, giren nereye girecek peki, nereden girecek?

Görüyorsunuz bir şeyi dediğiniz zaman orada kalmıyor, on un için her türlü panteizm merduttur, panteizm şeklinde yorumlanan vahdet-i vücutta merduttur. Eyvallah. Ama vahdet-i vücudu panteizme hiç dönmeyecek şekilde yorumlarsınız o başka bir mesele. Ama panteizmi çağrıştıran her türlü yorum, her türlü hulül ve ittihat düşüncesi merduttur, Samed ismini inkârdır.

Ruh Allah’ın insana verdiği muhteşem bir özdür ki bu özü kavramaktan akıllar acizdir. Çok az bir bilgi verilmiştir ve bu manada Cebrail de o Ruha aittir. Belki Melekler de o ruha aittir ve belki bizimle alem-i melakûtu bağlayan ara bölmedir ruh. Bu manada vahiy de o ruha aittir. Vahiy, Cebrail ve insanın ruhu hepsi de aynı kaynağa aittir. Bu manada zaten Kur’an Nahl/2. Ayetinde Kur’an bizzat ruh olarak ifade ediliyor. Hatta Kadir suresinin son ayetinde Tenezzelül Melâiketü ver Rûhu fiyha Biizni Rabbihim min külli emr. (Kadir/4) Melekler iner ve ruh ta iner. Oradaki ruh aslında Cibrile de gider vahye de gider. Ben vahiy olduğunu değerlendiriyorum vs. Yani orada ki “vav” da maiyet vav ı, yanlarında vahiy, yani kelamın ruhu olduğu halde melekler iner manasına gelir o zaman. Yanlarında kelamın ruhu ilahi nefes, yani insanlara can verecek, iradeye can verecek ilahi nefes olduğu halde inerler de inerler.

Vahiy ilahi nefes değil mi? Vahiy can vermez mi? Yasin-i şerifte geçmiyor mu? Liyünzire men kâne hayyen. (Yasin/70) garipliğe bakın, Kur’an da ender ayetlerden biridir ve yasinde bulunur. Yani bu Kur’an dirileri uyarmak için indirilmiştir diyecek, sen ölülere hasredeceksin. Ölülere Kur’an okunmasın demiyorum, ne okunacak gazel mi okunacak elbette Kur’an okunacak. Ama ölülere okunacak ta ölülere değil dirilere okunacak, diriler dirilere okunacak. Dişiler ölülerin başında yaşayanlara okuyacaklar ki ruhları dirilsin diye. Çünkü ölüme baksınlar da yasinle, vahiyle dirilsinler diye, ölümden ibret alsınlar da dirilsinler diye okunacak. Yoksa efendimiz Tirmizi de geçen hadisinde buyurduğu mana açık zaten; İkraû alâ mevtâkum Yâsîn ‘alâ sekeratil mevt. Demektir yani ölmek üzere olan.

Niye Yasin? Yasin’in lafızlarından mı keramet? Hayır, manasında keramet. Çünkü Kur’an da ahiretin en güzel anlatıldığı surelerden biri Yasin dir. Yani ahireti görür gibi iman etsin son demlerinde, son nefeslerinde diye ölmek üzere olan insanların başında yasin okunur, manasından dolayıdır. Eyvallah. Yoruyor, anlamak ta yoruyor, anlatmakta yoruyor. Öyle demiş ya Konfüçyüs cehalet saadettir diye, ben küçük bir ekleme yapıyorum; eşekler için, insan için saadet olabilir mi. Doğru bilmezseniz rahat edersiniz. O zaman ben sizi rahatsız olmaya çağırıyorum, o zaman Allah bizi rahatsız olmaya çağırıyor. Burada rahatsız olun ki ahirette rahat edesiniz inşaAllah. TAlîm Talim’ul esma o da öyle değil mi

Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ. (bakara/31) Ruh bahsi bitmedi aslında ve nefahtü fiyhi min RuhİY feka’u lehu sacidiyn. (Hicr/29) alın şeref size. El Azîz olan Allah’tan bir izzet inzalidir ruh. Nedir bu? Ne zaman ki ruhumdan üfledim o zaman secdeye kapanın. Orada ki “fe” Takibiye “fa” sıdır. Yani ruhuma, üflediğim ruha secde et. Eyvallah. O zaman anlıyoruz.

Üflenen ruhun içindedir akıl, üflenen ruhun içindedir irade. Orada önemli bir husus var, orayı anlayamıyoruz, orada bir sır var, zaten ileri gidemiyoruz. Ve Talim’ul esma işte tam orada Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ. (Bakara/31) Allah Adem’e isimlerin tamamını öğretti. Burada ki isimlerin öğretilmesi Talim’ul esma aslında farklıfarklı yorumlanmış. Allah Adem’e dünyada konuşulan dillerin tümünü öğretti manasını verenler var. Allah Adem’e kelimeleri indirdi diyenler var. Allah Adem’e eşyaya isim koyma yetkisi, yeteneği verdi diyenler var İbn. Cinni gibi. Bu el Hasais te bu daha güzel bir şekilde oturuyor. Şahsen benim tercihim de İbn. Cinni’nin tercihi. Ama öbürleri de yabana atılmaz. Âdem gerçekten de insanlığın adeta merkezi hafızası. Anlata biliyor muyum? Yani olabilir, mümkindir, ama her halükârda biz Allah’ın insana kelimeler nazil ettiğini biliyor ve inanıyoruz. Kelimeler insanın şerefine şeref katıyor.

 Bu manada gerçekten kelimeler çok farklı. Hani Hz. Fatıma’ya; Kızım ben onları suffe’ye ayırdım –Hayberden gelenleri- ama sana ondan daha iyisini vereyim ister misin? Ver babacığım. Namazlardan sonra veya her yatıştan önce SübhanAllah, Elhamdülillâh, Allahuekber de. Sanki müjde almış gibi Ya babacığım sözle karın mı doyurur demiyor Fatıma, alıyor ve gidiyor ve Hz. Ali onu ömür boyu hiç terk etmedim diyor. Sıffin de de mi terk etmedin ya Ali diyorlar, vallahi Sıffin de de terk etmedim diyor.

Kelimeler, bizim için kelimeler çok önemli Onun için Adem kelimelerle tevbe etti değil mi? Kelimelerle affolundu. Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ.. (Bakara/31) Adem’e kelimeler öğretildi. Yine Adem kelimelerle Allah’a tevbe etti günahından arındı. Fetelakka Ademü min Rabbihi kelimâtin fetâbe aleyh. (Bakara/37) İbrahim kelimelerle sınandı. O kelimeler bu kelimeler değil, İbrahim’in ateşe atılması kelime idi. İbrahim’in evladıyla sınanması kelime idi, İbrahim’in Sare ile sınanması kelime idi, İbrahim’in evlat hasretiyle sınanması kelime idi. Kelime yaralayan şey demek el kelvu yaralamak demek, iz bırakmak. Kelam şiddet ve tekfir manasına gelir tüm kombinezonlarıyla birlikte Ke le me me ke le, le ke me vs. 6 kombinezonu var hepsi de ortak şiddet ve tekfir, etki ve şiddet, kuvvet, güç manasına onun için İbrahim kelimelerle sınandı. Nasıl? Ateşle sınanmak kelimelerle sınanmaktır. Ve izibtelâ İbrahiyme Rabbühû Bikelimâtin feetemmehünne. (Bakara/124) hani rabbin İbrahim’i kelimelerle sınadı o da tamamladı.

Bir Tevrat tefsirinde okumuştum Mirrabbi, yani Tevrat âlimi kâfirler tarafından yakılıyor. Onu yakarken Tevrat nüshalarını vücuduna sarıyorlar Tevrat okuyor diye cezalandırmak için ve tutuşturuyorlar. Başucun da ki mü’minlerden biri soruyor; Ne görüyorsun? Âlim diyor ki parşömenler yanıyor, kelimeler göğe yükseliyor. Parşömenler yanar kelimeler semaya yükselir. Çünkü kelimeler semadan nazil olur. Onun için biz kelimeye değer veririz, söze değer veririz, söz uygarlığının çocuklarıyız. Onun içindir ki Kur’an Azîz dir, Kur’an şereflidir. Yani biz bunu yine Kur’an dan öğreniyoruz değil mi, vahiy Azîz dir. İlahi izzetin Allah’ın kitabında tecellisi budur.

Vahiy Azîz dir. Fussilet/41. ayet ve inneHU le Kitabun ‘Aziyz Neden Azîzdir? Kur’an Azîz eder, Kur’an ile şereflenilir. Azîz kitap okuyanı, anlayanı, yaşayanı Azîz eder. Etmedi mi, bakın şöyle Abdullah oğlu Muhammed’e indi, ne yaptı onu? Âlemlere rahmet etti. Kim tanırdı kim bilirdi. Arap yarımadasının ortasında unutulmuş bir kasabada bir fert. Ama Kur’an adamı Azîz ederse bakın ne eder: 1.400 yıl sonra onun getirdiği değerler uğruna hayatını verecek milyonlarca kadın ve erkek var Elhamdülillah. İşte böyle eder, böyle Azîz eder.

Kur’an Ebu Zer’i Azîz etti. Bir eşkıya idi Gıfar kabilesinin eşkıyasını adını dünya durdukça duracak bir evliya haline getirmek nasıl bir şey? İşte öyle Kur’an Azîz ederse öyle Azîz eder.

İkrime; Ebu Cehil’in oğlu idi. Babası küfrün önderi idi bin eimmetil küfr. Küfrün önderlerinden biriydi. Ama ne yaptı Kur’an? Kur’an a öyle vurul muştu ki, çünkü son anda bulmuştu İslamı, Allah resulünün son günlerine denk gelmişti doyamamıştı ona, ve Kur’an la giderdi hasretini. İlk defa Kur’an ı boynuna Mushaf olarak bağlayan odur. Bir annenin yavrusunu bağrına basışı gibiydi. Böyle ara ara nerede boş kaldı onunla meşgul olurdu, Kur’an ı anlamaya, yaşamaya yoğunlaşırdı, zaten hayatı oydu. Onun dışında bu zat öyle âşık olmuş ki Kur’an a, Kur’an a aşkını öyle ilan ederdi ki, onu bağrına basar, öper kucaklar, hem ağlar hem de kitabü Rabbi, Kitabü Rabbi dermiş. Rabbimin kitabı, Rabbimin kitabı. Şuna bakın, Ebu Cehil’in oğlundan bahsediyoruz.

Hudey Bin Iyaz Elem ye’ni lilleziyne amenû en tahşe’a kulubühüm lizikrillâhi ve ma nezele minelHakk. (Hadid/16) İman edenlerin Allah’ın zikrine, vahyine. -Allah’ın zikri, Allah’ın vahyidir bu manaya gelir, efendimizin tefsiri de budur. Allah’ın vahyine, aslında burada ki “vav” a yani manası vermek daha doğru,- yani hakikatten indirilene halâ kalplerinin haşyet duyma vakti gelmedi mi. Bu ayeti duymuş, eşkıya idi kendisi Maveraünnehir de. Han basar, yağma yapar ve onunla geçinirdi. Eşkıyalık yapmak için bir hana giriyor, han da namaz kılan bir mü’min bu ayeti okuyor gece. Olacak ya; geldi et rabbim demiş, elinden silah düşmüş. Ve o, İslam ümmetinin iftihar ettiği bir Arif ve bir Âlim oldu. Öyle bir Alim ki bu, şu cümle o Âlime ait, gerçekten müthiş.

İnnema enzelAllahul vahye li yu’mele bih. Ve lâ kinnanase cealü kıraatehu amele. Allah Vahyi onunla amel etsinler diye indirdi, fakat insanlar onu okumayı amel edindiler. Bu muhteşem cümlenin kurucusu bu zattır. Allah vahyi onunla amel etsinler diye indirdi, fakat insanlar onu okumayı amel edindiler. Yani diyemiyor nazik bir adam olduğu için üçkâğıt yaptılar diyemiyor. Vahiy yüzünden okuyana yüzünden izzet verir, yüreğinden okuyana yüreğine izzet verir. Bu böyle anlaşılmalı, her halükârda izzet verir.

İzzeti Azîz olan Allah’ta aramak: Çünkü Allah nedir? Rabbil ızzeti ‘amma yasifun. (Saffat/180) şerefin kaynağı Allah’tır diyor. Subhane Rabbike Rabbil ızzeti ‘amma yasifun. Onların vasfettikleri o şirkler, tüm şirk koşmalar izzetin rabbi olan Rabbine asla zarar vermez. Hiçbir şirk izzetin rabbine asla zarar vermez. Senin rabbin izzetin rabbidir.

İzzetin rabbi eğer Oysaki öyledir iman ettik, o zaman izzeti başkalarının yanında aramak mü’mine yakışır mı? Falan makam sahibinin yanında görüneyim de şeref kazanırım. Yakışır mı sana.

Allah resulünün kunut duasında okuduğu çok hoşuma giden iki cümle var. ve innehû lâ yuzillü men vâleyte, tebarekte Rabbena ve teâleyt. Sana dayanan, seni veli edinen asla zelil olmaz. Sana düşmanlık eden de asla aziz olmaz diyordu ya efendimiz.

(Duanın tamamı; Allahümme’hdinî fîmen hedeyte ve âfinî fîmen âfeyte ve tevellenî fîmen tevelleyte ve bârik lî fîmâ a’teyte ve kını şerra ma kadayte, fe inneke takdî ve lâ yukdâ aleyke ve innehû lâ yuzillü men vâleyte, tebarekte Rabbena ve teâleyt.(Tirmizi hadis)

Allah’ım! Hidayete ilettiklerin içerisinde beni de hidayete ilet. Afiyet verdiklerin arasında bana da afiyet ver. Gözettiklerin içinde beni de gözet. Verdiğin şeylerde benim için bereket kıl. Takdir buyurduğun şeylerin şerrinden beni koru. Şüphesiz sen takdir edersin. Senin takdirine karşı gelinmez ve sana hükmedilemez. Senin sevip gözettiğin kimse alçalmaz (zelil olmaz). Rabbimiz, senin hayır ve ihsanın boldur. Sen, zâtına layık olmayan şeylerden münezzehsin.)

Dolayısıyla bu dilimize pelesenk yüreğimize küpe olmalı. Allah resulü şöyle buyuruyor “Mâ nakasat Sadakatün min mâlin!” (Deylemi) Sadaka maldan hiçbir şey eksiltmez. ve ma zadellahu abden bi affun illa izzen Ancak af mü’minin izzetini şerefini artırır. Yani siz bağışlarsanız izzetiniz artar, şerefiniz artar. “Ve Mâ tevâzea ahadün lillahi illâ refeahullahu” ve Allah için tevazu gösteren, alçak gönüllülük yapanı da Allah yükseltir buyuruyor. (Tirmizi-Müslüm)

Mü’minleri bırakıpta kâfirleri can dost ve müttefik edinen kimseler izzet ve şerefi onların yanında mı arıyorlar Nisa/139. Ayeti. Fakat şunu da iyi bilsinler ki izzet ve şerefin tümü Allah’a aittir. İzzeti kâfirin yanında aramayın, izzeti izzetsizin yanında aramayın kendinde olmayan bir şeyi size veremez onun için izzeti Allah’ta arayın.

Mü’minlere karşı zilletli, kâfirlere karşı izzetli olmak ne demek? Maide/54 ayeti öyle demiyor mu? Ya eyyühelleziyne amenû men yertedde minküm an diynihı. (maide/54) ey iman edenler men yertedde minküm an diynihı fesevfe ye’tillâhu Bi kavmin sizden kim O’nun dininden yüz çevirirse o öyle bir kavim getirir ki yuhıbbuhüm ve yuhıbbuneHU Allah onları sever, onlar da Allah’ı ezilletin alel mu’miniyne e’ızzetin alel kafiriyn Mü’minlere karşı zilletli, kâfirlere karşı tavizsiz. Böyle bir şey.

Bugün Müslümanlar da gördüğümüz böyle değil gibi geliyor bana, sanki ters. Bakıyorsunuz Müslümanlara karşı aman bir horozlanıyor, aman bir horozlanıyor..! Kekeliyor. Bakıyorsunuz beyimize dünyanın zulmeden müstekbir güçleri karşısında çok uslu. Bakıyorsunuz yanında yöresinde bulunan müstekbir münkirler karşısında süt dökmüş kediye dönüyor. Nerede senin izzetin? Müslümana mı geçiyor sözün. Yani mü’mine karşı toprak gibi ol, toprak gibi ol. Unutma ki toprak herşeydir.

Toprak nasıl bir şey, nasıl bir mucize daha doğrusu. Seni üstünde çiğnetiyor, çiğniyorsunuz. Fakat çiğneyen sen her şeyini oraya borçlusun, oradan alıyorsun, be alırsan al, protein al oradan alıyorsun. Karbonhidrat al oradan alıyorsunuz, enzim al oradan alıyorsunuz. Mineral al oradan alıyorsunuz. Vitamin al oradan alıyorsunuz, yani oraya borçlusunuz. Ama bas diyor size, bas bağrıma, nasıl olsa sonunda içime alacağım seni. Benim bağrıma basınca benden kurtulacağını mı sanıyorsun, sen ölmeyecek misin, gene getirip bana bırakacaklar. Dolayısıyla toprak gibi ol bir şey olmaz ezilmezsin korkma. Mü’minin ayağının altına toprak; eller yahşi ben yaman eller buğday ben saman diyen buğday olur. Hatta birinci sınıf buğday olur.

Onun için mü’mine karşı tevazu, münkire karşı da tavizsiz. Burada tabii yersiz gurur, kibir söylenmiyor tabirsizlik ifade ediliyor. Müslüman ahlakı bu olmalı. Tahterevalli gibidir zaten, bir ucu kalktı mı diğer ucu iner. Eğer mü’mine karşı bir insan böyle hava atıyor caka satıyorsa bilin ki münkire karşı da böyle yer bağıdır, yağ yakıyordur. Onun için bir ucu kalktı mı diğer ucu iner.

İlahi izzetin Allah’ın elçilerinde tecellisi. Peygamberler Azîz dirler zira insanlar hakikati öğrenme de onlara muhtaçtır. Allah Adem’i beşer içinden seçti ve Azîz kıldı İnnAllâhestafa Ademe ve Nuhan ve âle İbrahiyme ve âle ımrane alel âlemiyn. (A.İmran/34) Allah Adem’i seçti diyor. Dört unsur sayılıyor. Adem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi, İmran ailesini. Nuh’u seçti, Nuh’u niye seçti? İnsan içinden seçti. Ya Adem’i ne içinden seçti? Adem’i canlılar içinden seçti, canlılar içinden beşeri seçti. Seçim olması için birden fazla olması lazım, onun için “seçti”. Dolayısıyla bütün bunları düşünerek Yahudilerden bize geçmiş olan o teoriler, o İsrailiyatı bir kez daha düşünsün insanlar, biz ona mahkûm değiliz yani. Adem’in yaratılışı üzerine İsrailyattan bize taşınanlar bir kez daha düşünülmeli. Bu konuda Bakara/30 ayetle başladığım notları meali şeriften okumalarını tavsiye ederim.

Hz. Nuh’u insanoğulları içinden seçti ve Risalet’le görevlendirdi. Hz. İbrahim’i Allah’a elçi olma şerefine nail olmuştu. Nemrut izzeti yakamadı, Nemrut izzeti yakmak istedi aslında. İbrahim’in gücü neydi? Bir tarafta yeryüzünün en büyük hükümdarı, evet Sümer’in Ur hükümdarı, bir tarafta tek başına İbrahim. Neden İbrahim ateşe böyle başı dik gidebildi? İmanın izzetinden dolayı, iman sahibine böyle bir izzet kazandırır aslında bize bunu anlatıyor. Hiçbir Nemrut’un ateşi imanın izzetini yakamaz.

Hz. Yusuf Azîz miydi, zelil miydi? Kuyuda da Azîz di, zindanda da Azîzdi, zelil olan Züleyha idi. Sarayda zelil idi, zindanda Azîz idi. Evet, , izzet ne? İzzet nefsini tutandır izzet nefsini tutmaktır. Onun için o tuttu Azîz oldu ve sonunda yeryüzüne de Azîz oldu, Mısır’ın da Azîzi oldu unutmayalım. Demek ki nefsinin Azîzi olan yeryüzünün de Azîzi olur.

Hz. Musa’yı firavun karşısında korkusuz kılan neydi imanın izzetinden başka? İmanı Azîz kıldı. Ve Azîz Nebî Tevbe/128. Efendimiz Azîz lerin Azîzi idi. Le kad câeküm Rasûlun min enfüsiküm aziyzun aleyhi mâ ‘anittüm. (Tevbe/128) bu ibare gerçekten ilginçtir.

Burada bir Azîz kelimesi geçiyor hocam onu nasıl anlayacağız, işi bilenler belki soracaktır onu Le kad câeküm Rasûlun min enfüsiküm aziyzun aleyhi mâ ‘anittüm. İki şekilde anlaşılır, müfessirlerimizin hemen tamına yakını aziyzun aleyhi mâ ‘anittüm ü tüm olarak sıfat görmüşler, tamamı sıfattır demişler. Yani size bir şey olmasıyla size ağır gelen ona da ağır gelir, size ağır gelen şey onu da üzer manasına geliyor. Fakat sizi zorlayan şeyler ona da yük olur diye de çevirebiliriz.  Fakat cümlenin yapısı şuna da izin veriyor ki meali şerifte tercihim budur; aziyzun bağımsız bir sıfattır orada görünmeyen bir virgül var. aleyhi mâ ‘anittüm o da ayrıca bir sıfattır, iki tane sıfat vardır. Azîyzin. Yani; Le kad câeküm Rasûlun min enfüsiküm sizin içinizden size bir elçi gelmiştir Azîyzun, o Azîz’dir, o şereflidir. aleyhi mâ ‘anittüm sizi zorlayan şeyler ona yük olur ona ağır gelir. Oturmuyor mu? Oturuyor, böyle daha güzel oluyor.

O zaman bu ayette 3 sıfatı var Allah resulünün Raûf, Rahîm, Azîz. İki değil yani hariysun aleyküm Bil mu’miniyne Raûfun Rahıym. Üzerinize titrer, hariystir üzerinize kol kanat gerer, Bil mu’miniyne Raûfun Rahıym müminlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.

Görüyorsunuz efendimizi tavsif ediyor bu ayet daha ne olsun. Bu yetmedi mi? Aslında efendimizin büyüklüğüne yüceliğine bunlar yetmedi mi ekstra yalanlara gerek var mı? Bence gerek yok hiç gerek yok. Hele efsanelere hiç gerek yok. Efendimizin büyüklüğü için efsaneye muhtaç değiliz. Efendimizin büyüklüğünü ispat için efsaneye muhtaç olduğunu düşünenler hakikatlerin efendimize yetmediğini söylemiş olurlar. Aslında bu bir hakarettir böyle bir şey. Peygamberimize ikram edeceğim diye düzüp koştuğu veya tarihte düzüp koşulmuş yalanları ona atfetmek peygamberimize ikram değil hakikate iftiradır. O kelimenin tam anlamıyla bir Azîz dir.

El Emin idi, yani cahiliyede de el emin idi fakat pasif iyi idi. Hiç kimsenin hiçbir şeyine bir şey demedi, kendi halinde bir iyi idi, tarih te bize bunu böyle veriyor. Fakat Kur’an n’ yaptı onu? Ya eyyühel müddessir, Kum feenzir. (Müddessir/1-2) ey yatan iyi dedi, yatan iyi iyi değildir, kalk ve uyar yani kalkan iyi ol, aktif iyi ol dedi o da aktif iyi oldu. Aktif iyi olunca ne oldu? Hasenat sahibi idi salihat sahibi oldu. İyiliği de yaydı, çoğalttı Saliha sahibi oldu. Onun için izzeti öyleydi ki karşısında kimseyi titretmedi, kimseye zulüm etmedi haşa, ve istese krallar gibi yaşardı çünkü Krallar kendisine tabi oldu. Fakat o karşısında titreyen bir adama; “sakin ol be adam ben de senin gibi kurumuş et yiyen Mekke’li bir kadının oğluyum.” Diyordu, o bu kadar iyiydi.

Nübüvvetten önce sakindi fakat nübüvvetten sonra yeryüzünün en büyük devrimcisi oldu ve şunu söyleyecek kadar iman hamlesi kahramanı oldu. “Vallahi ya ammiy, vallahi ya ammiy. Levvede us şemse fiy yemini vel kamera fiy şimaliy lemme terektu hazal emr… Vallahi ey amca eğer güneşi sağ elime koysalar, ayı sol elime koysalar yine de davamdan vazgeçmem meğerki Allah’tan bir emir gele. Dedi.

Hz. Aişe anlatıyor bir gece yatakta ResulAllah kayboldu, yokladım yatakta bulamadım, biraz daha yokladım ayaklarına elim değdi. Belli ki secde de idi şöyle dua ediyordu. Allahümme inni eüzu bi-rızâke min sahtike Allah’ım kahrından lütfuna sığınırım ve eüzu bi-muâfâtike min (afiyetike) ukübetike beladan senin afiyetine sığınırım ve eüzu bike minke senden sana sıınırım Lâ uhsi senâen aleyke. Ente kemâ esneyte alâ nefsike. Ben seni layık olduğun gibi övemem sen ancak kendi nefsini övdüğün gibisin diye dua ediyordu, tabii ki ağlıyordu.

İlahi izzetin mü’minde tecellisi. Hz. Ali izzeti şöyle tarif ediyor; Kefeni fahran en teküne li rabben ve kefeni ‘izzen en eküne leke abden. Ente li keme uhibbu. Ve cealni kema tuhibbu. Bana iftihar olarak senin bana rab oluşun yeter, benim övüncüm budur. Senin gibi bir rabbim var ya daha neyle övüneyim. Bana izzet ve şeref onur olarak benim sana kul oluşum yeter, ben daha başka şerefi ne edeyim. Sen tam benim istediğim sevdiğim gibi bir Allah’sın, ne olur sen de beni sevdiğin gibi bir kul et. Amin. İşte izzeti böyle tarif etmiş.

Hz. Hüseyin Kerbela meydanında heyhat, minezzillet diye bağırıyordu, zillete boyun eğenlere yazıklar olsun. Çünkü izzetin tarifini o çok iyi yapmıştı. İzzet zulme boyun eğmemekti.

Hasan Basri’ye sorarlar bu izzete nasıl nail oldun? İki şeyle der insanların dünyasına tenezzül etmedim, ikincisi insanların şiddetle ihtiyaç duyacakları bir ilmi kesp ettim, ele aldım der.

İmam Ebu Hanife, tarihin büyük Azîzlerinden. Kûfe Emevi valisi İbn. Hubeyr kadılık teklif etmişti, şehir baş kadılığını. Ona dedi ki, değil baş kadılık vasık mescidinin kapılarını saymamı istese onu da saymam. Aslında bu Alimin izzetini gösteriyor. Çok inatmış falan demiyorsunuz değil mi, hayır vallahi kasıt o değil. Onlar büyük imamı kullanmaya kalkacaklardı, onun izzetini kullanacaklardı, zulümlerine ekmek arası yapacaklardı. Buna gelmedi. Aynı şeyi Abbasiler de yaptılar İlk Abbasi halifesi Sebbah baş kadılık teklif etti. Tüm devletin bir numaralı hakimi olacaktı. Bugün bilmiyorum Yargıtay başkanına mı tekabül eder bilmiyorum, işte öyle bir şey.

Büyük imam ne yaptı? Asla dedi. Çünkü onların zulümlerini meşrulaştırmak için bunu istediklerini biliyordu. Ne yaptılar? Hapsettiler. En sonunda zehirli bir kase ile çorba içirerek zehirlediler. İmamın son sözünün şu olduğu söylenir. Beni gasp edilmemiş bir toprak parçasına gömün. İmama bakın imama, Hanefi’yim diyenler neden siyasette de Hanefi olmazlar?

İmam Malik kendisini çağırtan Harun Reşid’e ben ona muhtaç değilim demişti, ihtiyacı olan buyursun. Harun bunu duyunca, Harun da büyük adammış vallahi giderim dedi ve gitti, ben gitmem demedi onun ayağına, alime hürmet vardı çünkü.

İkinci nesil izzet sahibi âlimlerinden biri Ata bin ebi Rebâh’tır. Siyahtı, burnu kesikti, çolaktı, şaşıydı, topaldı J maşallah diyeceksiniz, koleksiyon yapmış. Ama bu zat bir mahalleye girdiğinde Halife Abdül Melik geçiyorsa eğer o sokağı terk edene kadar Halife yerinde kazık gibi dururdu, işte böyle bir zat. Onun için onun imzasının bulunmadığı bir fetva geçmezdi.

Abdullah Bin Mübarek’te öyle. İmam Ebu Hanife’nin hem arkadaşlarından hem talebelerinden sayılır. Halife’nin hanımı Meşhur su yolunu yaptıran Zübeyde hanım, Harun Resid’in hanımı. Bir gün pencerede yoldan giden Abdullan Bin Mübarek’e bakıyordu. İnsanlar Abdullah Bin Mübarek geçerken yolun iki kenarına dizilmişler sadece görmek için birbirlerini eziyorlar. Vallahi dedi kendi kendine emir-ül mü’minin Harun Reşid değil, Abdullah Bin Mübarek’tir. Onu da arkasından kocası duymuş. Ne dedi, ne diyorsun? Gel gördüğümü gör, sen de benim dediğimi dersin. Demişti. Alimin izzeti böyle yapar, izzetli alim böyle olur.

Me’mun Ferra’ya sordu dünyanın en güçlü insanı kimdir? Ferra zamanının büyük hem müfessiri, hem dil alimi. Sizsiniz dedi Me’mun’a. O sırada iki şehzade Ferra’nın ayakkabısını sen çevireceksin ben çevireceğim diye birbirleriyle kavga ediyorlardı. Dedi ki Me’mun, Halife, koca imparator, unutmayın şimdi onun imparator olduğu yerde yaklaşık 70 tane ülke var. Vallahi dedi ben değilim dünyanın en güçlüsü. Ayakkabısını iki şehzadenin çevirmek için birbirleriyle kavga ettiği adamdır. Alimin izzetini gösteren bir hadise bu.

‘İz. Bin Abdisselâm öldüğünde Mısır Sultanı Zahir Baybars şöyle der; işte şimdi hükümdar oldum. Öyle bunalmış ki, o âlim yaşarken kendini hükümdar kabul etmiyor. Âlimin izzetine bakın. O kadar sıkıştırmış ki bunu günahları hususunda zulmüne mani olmak için, birinde çok ağır eleştirmiş, eleştirisinden dolayı sürmüş Baybars Mısır’dan. Yüklemiş her şeyini Allah’ın arzı demiş çıkmış yola, yolda dostları demişler ki “ya sultanın bir elini öpsen bu cezayı geri alır.” Ne diyorsun sen demiş vallahi onun elini öpmeyi bırak elimi öptürmem ona.

Dimyati zamanın hükümdarına öğüt verince Sultan bahşiş istiyor sanarak vekilharcından bir kese altın istemiş. Dimyati demiş ki; Bak şimdi ben de vekilharcımdan isterim ayıp olur, eğer ihtiyacın varsa ben sana vereyim. Bunu dediğinde bahçede yetiştirdiği sebze ve meyvelerle geçiniyormuş. Bu da Alimin izzeti.

Said Nursî İstanbul’da ittihatçıların Divan-ı harbinde idamla yargılanırken mahkeme duvarlarını zalimler için yaşasın cehennem diye inletiyordu. Bu da Alimin izzeti. Ankara’ya geldiğinde Ankara’nın enm meşhur simalarının yüzüne namaz kılmayan merduttur diye haykırıyordu.

Seyyid Kutub İdam cezası aldığında, özür dile affedileceksin dendiğinde bir Mü’min bir zalimden özür dilemez demişti ve kelleyi öyle verdi.

İman insana böyle izzet katıyor, imanın izzeti budur. Rabbim bu izzetten bize de versin. Azîz olan rabbim izzet ve şerefimizi Kur’an la izzetlendirsin. Azîz olan rabbim bu ümmete izzet versin, zillet vermesin İnşaAllah.

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 


ESMA DERSLERİ – 10 – EL ‘AZÎZ (A)

$
0
0

AZÎZ-A            “Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

EL AZÎZ KUR’AN DAN ÖRNEK AYETLER

1 – Rabbenâ veb’as fiyhim Rasûlen minhüm yetlû aleyhim ayâtike ve yüallimuhümül Kitâbe velHikmete ve yüzekkiyhim* inneKE ENTEl Aziyz’ül Hakiym; (Bakara/129)

“Rabbimiz, onların içinde senin âyetlerini (âlemlerinde Esmâ’nın açığa çıkışını) onlara öğretip okutan, onlara Bilgiyi ve açığa çıkış sistemini (hikmeti) öğreten, onları arındıran Rasûl bâ’s et (insanlara Hakikati bildiren Esmâ’nın açığa çıkmış sûretini oluştur).” Kesinlikle sen Aziyz Hakiym’sin.

2 – Fein zeleltüm min ba’di mâ câetkümül beyyinâtu fa’lemû ennAllâhe Aziyzün Hakiym; (Bakara/209)

Eğer size bunca apaçık deliller geldikten sonra yine de kayarsanız, iyi bilin ki Allâh Aziyz’dir (yaptığınızın sonucunu karşı konulmaz kudretiyle yaşatır), Hakiym’dir.

3 – HUvelleziy yüsavviruküm fiyl erhami keyfe yeşa’* lâ ilâhe illâ HUvel Aziyz’ul Hakiym; (A. İmran/6)

Sizi rahimlerde (ana karnında – Rahıymiyetinde – varlığınızı oluşturan Esmâ mertebesinde) dilediği gibi şekillendiren (oluşturan – programlayan) “HÛ”dur! Tanrı yoktur sadece “HÛ”; Aziyz’dir, Hakiym’dir.

4 – İnne hazâ lehüvel kasasul hakk* ve ma min ilâhin illAllâh* ve innAllâhe leHUvel Aziyz’ul Hakiym; (A. İmran/62)

Muhakkak ki, işin hakikati budur. İlâhiyet (tanrı – tanrısallık) kavramı geçersizdir; sadece Allâh! Gerçek ki Allâh “HÛ”dur, Aziyz’dir, Hakiym’dir.

5 – Falikul ısbah* ve ce’alelleyle sekenen veşŞemse vel Kamera husbana* zâlike takdiyrul Aziyzil Aliym; (En’am/96)

Karanlığı yarıp aydınlığı ortaya çıkarandır! Geceyi sükûnet, Güneş ve Ay’ı ölçüler vesilesi kıldı… Bu, Aziyz ve Aliym olanın takdiridir.

6 – Ve ma nekamu minhüm illâ en yu’minu Billâhil ‘Aziyzil Hamiyd; (Buruc/8)

Onlardan (iman edenlerden) yalnızca Aziyz ve Hamiyd olan Allâh’a iman ettikleri için intikam aldılar.

7 – Ve inne Rabbeke le HUvel ‘Aziyzur Rahıym; (Şuârâ/159)

Kesinlikle Rabbin “HÛ”; El Aziyz’dir, Er Rahıym’dir.

8 – Fela tahsebennAllâhe muhlife va’diHİ RusuleHU, innAllâhe Aziyzün Züntikam; (İbrahim/47)

Sakın Allâh’ı, Rasûllerine verdiği sözden cayar sanma… Muhakkak ki Allâh Aziyzün Züntikam’dır (hak edenin hak ettiğini karşı konulması imkânsız bir sistem içinde yaşatandır)!

9 – Ma kaderullahe hakka kadriHİ, innAllâhe leKaviyyün Aziyz;

ALLÂH’ı (adıyla işaret edileni) hakkıyla değerlendiremediler! Muhakkak ki Allâh Kaviyy’dir, Aziyz’dir (güçlü ve gücünü karşı konulmaz şekilde kullanandır).

10 – Ve inne Rabbeke le HUvel ‘Aziyzur Rahıym; (Şuârâ/68)

Muhakkak ki senin Rabbin “HÛ”dur; El Aziyz’dir, Er Rahıym’dir.

11 – Ve yeralleziyne utül ılmelleziy ünzile ileyke min Rabbike HUvel Hakka, ve yehdiy ila sıratıl ‘Aziyzil Hamiyd; (Sebe’/6)

Kendilerine ilim verilenler, Rabbinden sana inzâl olunanın Hakk’ın ta kendisi olduğunu ve Aziyz, Hamiyd’in, Hakikatine erdirme yoluna yönlendirdiğini görürler.

12 – Ve minenNasi veddevabbi vel’ en’ami muhtelifün elvanühu kezâlik* innema yahşAllâhe min ‘ıbadiHİl ‘ulema’* innAllâhe ‘Aziyzün Ğafûr; (Fatır/28)

İnsanlardan, dabbelerden (beden türleri – ırklar) ve en’amdan da (hayvansı özellikler) renkleri muhtelif olanlar var! Allâh’tan, kullarından ancak âlimler (“Allâh” ismiyle işaret olunanı fark edenler, Azametini bilenler) haşyet duyar! Muhakkak ki Allâh Aziyz’dir, Ğafûr’dur.

13 – Em ‘ındehüm hazainu rahmeti Rabbikel Aziyzil Vehhâb; (Sad/9)

Yoksa Aziyz, Vehhâb olan Rabbinin rahmet hazineleri (nimetleri) onların indînde mi?

14 – Rabbüs Semavati vel Ardı ve ma beynehümel ‘Aziyzul Ğaffar; (Sad/66)

“Semâların, arzın ve ikisi arasında olanların Aziyz (gücüne – hükmüne karşı konulmaz), Ğaffar olan Rabbidir.”

15 – Zuk* inneke entel ‘Aziyzül Keriym; (Duhan/49)

“Tat! Sen (güya) Aziyz’din, Keriym’din!”

16 – HUvAllâhulleziy lâ ilâhe illâ HU* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir* SubhânAllâhi ‘ammâ yüşrikûn; (Haşr/23)

“HÛ” Allâh, tanrı yok, sadece “HÛ”! Melik’tir (efâl, oluşlar âleminde mutlak hükmü yürüyen), Kuddûs’tür (yaratılmışlığa ve kevne ait nitelenmelerden, yaratılmış kavramlardan münezzeh), Selâm’dır (yaratılmışlarda yakîn ve kurb hâlini oluşturup mâiyet sırrını açığa çıkartan), Mu’min’dir (iman açığa çıkartarak hakikatini müşahedeye yönelten), Müheymin’dir (gözetip himaye eden, muhteşem azametini seyirde yaratılmışlığı kaldıran), Aziyz’dir (karşı konulması imkânsız olarak dilediğini yapan), Cebbâr’dır (iradesini zorunlu kabul ettiren), Mütekebbir’dir (Mutlak yegâne Kibriyâ {eniyeti} olan)! Allâh, onların ortak koştukları tanrı kavramlarından Subhan’dır!

17 – Kezzebu Bi âyâtiNA kulliha feehaznâhüm ahze ‘Aziyzin Muktedir; (Kamer/42)

İşaretlerimizin hepsini yalanladılar! Biz de onları karşı konulmaz kudretle yakaladık!

********************************************************

        EL AZÎZ

        Bakara suresinde Allah “Sen her şeye Galib ve Hakimsin.” (Bakara/129)Buyurmaktadır.

Bu isim hakkında, her üç İmam aynı düşüncededirler. Aziz adı İzzetten türemiştir. Anlamı güçlü bir mevkide bulunma anlamına gelmektedir. Daha açık bir deyimle güçlü ve yasak­layıcı demektir. el-Nadarî ise, onun aynı zamanda bir durak yerinin güçlü mevkiinde bulunması anlamına geldiğini söylemektedir. Zira yüce Allah’ı bir güç sarmıştır ki, İşte bu vahdaniyetdir. Bunda imtina’ da vardır. Daha başka bir deyimle: Onda bulunan vicdanî kıskançlığın gücüdür ki sanki vezinde İmtina’ etmiş gibi olup bunun anlamına Hak Teâlâ’nın Ahad adı girmiş olur.

Şayet güç ve galibiyet anlamına gelen izzeti ele alırsan Arapların dediği gibi bunu Aziz kelimesinden alırsın. Bu kez bu isme Hak Teâlâ’nın şu adları Gâlib ve Kahir girmiş olur. Buradaki Ahadiyyet adı Azîz adına girmiş olur. Buna imtina’ anlamında vicdani kıskançlıkla bir­likte itibar edecek olursak o vakit yüce Allanın ahadiyyeti belli olmuş olur. Şayet buna galib gelme anlamıyla itibar edecek olursak, Nadarî’nin an­lattığı gibi, o azametin galib olarak yedinci gök katının marifetiyle dur­makta olduğu, burada galib gelmenin anlamı ise, ondaki Fena’ yani silici, yokluk hükmünün kıskançlıkları temizlemesidir.

Şüphesiz kıskançlıkları silip imha etmek ahadiyyetin temizliği an­lamına gelmektedir. Dolayısıyla Aziz adı Ahad temizliğini gerçek olarak iki anlamda yapmış olur. Ama Aziz adının temizlikleri, izzeti bulursan gerçekleşmiş olur. Zira Vücud yalnızca Rahman adına aittir ki mevcut olan varlık yine ona aittir.

İzzet, yani güç ve imtina’ varlıkla sıfatlanırsa o varlık yalnızca Aziz adının temizleyicilerinden olmamış olur. Şayet izzet yani ilâhî güç ve ga­lebe mertebesi olarak imtinaya dayanmış olursa, o vakit Yüce Allah Celle ve Celâl adıyla adlandığı gibi yüce adları da Rahman adına bütün toplu­luğu ile karışmış olur. O zaman orada ne bir isim ve ne de adlanma itibar görmez. Benîm buradaki sözüm mecazi olup herhangi bir makamı kastet­miyorum. Bu bir itibar veya itibarların kesilmesi demektir. Şimdi Aziz adının itibari olarak Rahman adına ve yine itibari olarak da Allah adına nasıl döndüğünü anlatacağım. Bütün adların menşei ve aslı olan, cem’in cem’idir. Sözümüz zata ait olmayan bir yol ile gelmiştir.

Şimdi konumuza dönüp konuşalım: Daha önce anlattığımız her iki anlamın Ahad adına döndüğünü açıklamıştım. Bu da imtina’ da ki galeb­enin doğrulanmasıdır. Zira Hak Teâlâ’nın gözlerden imtinai, görünmemesi zahiridir. Çünkü onu gözler idrak edemeyeceği gibi mana mertebesile o gözler yüce izzet sahibinindir ki bununla gözler tarafından görünmesine imtina’ etmiştir.

İşte Aziz olan, Teâlâ, batını kuvvetlerin idraki nispetinde bu gücün yardımıyla hislerin kendini idrak etmesini istememektedir. Zira onun zatiyyetine kendisi dahi bir hayal hazırlamış olsa dahi, o kudsidir ve kuşatılmaktan münezzehdir. Bunun İçin vehmi ve zikri kuvvetlerden hafıza kuvvetinin zatiyetiyle alakası yoktur. Ancak kendisine yardımcı olan imanla alakası vardır ki, o da kendisini gerçeklik ve hafıza kuvvetiyle göstermesidir. Hafıza kuvvetile kendisine bağlı olanlar, menasik-i Hac yerleriyle ona tabi olan yerlerdir. Yanı işaretli yerler ve buna tabi olan­lardır.

Bir kimse şöyle konuşabilir: Aklın yalnız basma bu cihette ihtİsası vardır, desek bizler buna şöyle cevap verebiliriz: Zira akıl kilit altında bağlı olduğundan bir şeyin tümüyle aslını, yani künhünü göremez. Çünkü onun sıfatla alakası vardır. Sıfatları bilmek hisden gelir. Ne var ki bir kim­se canlıyı görmemiş olursa, hayatı görmemiş olur. Keza ilimle veya bir başka şeyle vasfedilen temiz değilse o vakit sıfat dahi temizlenmemiş olur. O zaman aklı renklere karşı olanın idrak nispeti, dili tutuk kekemeye benz­er, bunlardan ancak isimleri ve duyularla idrak ettiklerini bilir.

Zatın aslını, yani künhünü aklen bilmek için gaib olanın kıyamı ile kıyas edilemez. Hak Teâlâ’nın Aziz adının ahkâmı aklen idrak ve tavırları mertebesi temizdir. Ama naklen ayan beyan bir iş olmayıp, ancak bir iman işidir. O akıl ve nakil ehlinin idraki ve ibadet edenlerin ve bunların üstünde olan mutasavvıfların mertebeleriyle güçlü ve imtina’ edici olup ma’kulün ve menkulün zımnında olur.

Bu iki taifenin Allah’ın Aziz adının aslıyla bir yakınlığı yoktur. Sözünü ettiğimiz bu iki taife avamın özüdür. Filozoflarla konuşanlar ise yalnızca avamdır. Diğer yönden temiz şeriat ehli ise ondan öğrendikleriyle amel etmiş olurlarsa, İşte bu gibiler içtenlikle Allah’a   ibadet eden kullardır. Bunların hal ve durumları söylenecek olursa ilimle bir şey yapmasalar dahi, ilimlerinin hüccetiyle süratle ilerleyerek ilimleriyle amel eden kullara yetişirler. Zira bunlar itaatli kullar olup, Allah’a ibadet edenler ilimden başka bir şeyle amel et­meleri güzel bir şey değildir. Nitekim şeriat ile amel etmek ibadetin başlangıcıdır ki bu da İnsanın güzel amellerinden biridir.

Şayet bir kimse şeriat gereği olarak amel ederse, İşte buna “amel-i salih” derler. Bununla amel etmediği takdirde, amel-i batıl olur. O vakit dos­tuna hüccet getirmek için, kötü amele yönelmiş olur ki, kurtuluşu beklerk­en helake düşmüş olur. Özrü olanın zikre nispeti imtina anlamına gelir.

Yukarıda anlatıldığı gibi haşaratın kendi çevresinde birbiri ardına döndüğü gibi dönen bu özel kimseler kimlerdir dersen cevabımız “bu özel kimseler marifet ehlidir” deriz. Daha açık bir ifadeyle, yazdıkları eserlerden sonra tevhid yolunda kendilerini Allah uğrunda yok eden tecelliyat ve şehadet ehlidir diyebiliriz, İşte bunlar Allah’ın haklarında imtina’ manasıyla değil kendisini onlara Azîz adıyla tanıttığı özel kimselerdir.

Yukarda açıkladığımız gibi el-Izz sözcüğü, güçlü anlamına gel­mektedir. Bunun yok olma keyfîyyetini istila etmektir. Daha açık bir ifa­deyle marifet ehlinde oluşan tecelli tavırlar yönünden yazı veya eserlerinin mertebelerine göre yok olma keyfiyetine el koymak, yani istila etmek; nur zulmeti nasıl yok ediyorsa İşte bu da çoğunluğun yazılarına karşı Vahdaniyet zuhuruna galibiyetidir. Zira cehalette bir zulmettir. Tecelli de zul­met olduğundan Hak Teâlâ’nın Azîz adı, yüce makamında yalnız başına kalmış olur. Bundan çıkan anlam galebedir. Çünkü bu yolda yürüyen bir kimse Hak Teâlâ’nın ne türlü bir şevkle ve içtenlikle kendisine bağladığını görmek ister. Şayet bunu görürse o zaman tecelli, tecelli edenin iradesini yok eder. Çünkü mütecelli kendini görmek isteyene bir şekilde tecelli edince Musa’da (a.s.) olduğu gibi kendisinden geçerek yere düşer. İşte bu hal aşırı sevgi ve isteğin sonucu olup şevk ve heyecanın zat üzerindeki galebesidir.

İstersen bu duruma imtina’ diyebilirsin. Nitekim bu özel kimseler fena’ ehli olup belirli ne sıfat, ne yazı ve ne de adı olmayan kimseler­dir. Sözümüz özelin özeli olan kimseler içindir ki bunlar bulundukları makamlarında mücadele eden kimselerdir. Bunlar daha üst makamda bu­lunanlar ise Fâni olduktan sonra gelen Beka ehlidir. Bunlar hakkında daha başka konuşulur. Öyle ise Aziz ismi özel tavırlarıyla birlikte temizdir. Özellikle bu ismin hususiyetlerinden biri, galibiyyet istılahıyla sıfatlanmasından temizliğinin faziletiyle temayüz etmiştir.

Beka ehlinin fani olduktan sonraki tavırları ve Azîz adının temizliği orada bulunan bir çok isimlerin temizliğine yol açmıştır. Çünkü bu, bizzat kendi nefsinin çevresidir. Aynı zamanda çevresinde bulunan adların da yardımcısıdır. Allah en iyisini bilir. (Afifüddîn Süleyman et-Tilmsâni/57-59)

**************************************************

‘AZÎZ İSMİ NAZARİ ÇERÇEVEDEN

        Kul ne kadar şerefli olursa olsun kuldur. Bu yüzden Allah’ın kuluna bahşedeceği şeref ve izzet gibisini hiç kimse bahşedemez. ‘Azîz olan Allah Azîz ettiği gibi zelil etmesi esasen izzetinin tecellisinden kulunu mahrum etmesidir. O’nun izzetinin tecellisinden mahrum olmak zaten kişiye zillet olarak yeter.

İmam gazali kendisinde şu üç sıfat bulunmayan ‘Azîz ismi ile nitelenemez der;

1 – Emsali bulunmamalı,

2 – Kendisine şiddetle ihtiyaç duyulmalı,

3 – Kendisine ulaşmak zor olmalı.

Şöyle devam eder; Zira emsalsiz nice şeyler vardır ki, değeri büyük olmadığı gibi yararı da küçüktür. Böylelerine de ‘Azîz denilemez. Yine değeri büyük, faydası çok ve emsali az nice şey vardır ki kendilerine ulaşmak zor olmadığı için bunlara da ‘Azîz denilemez. Meselâ güneş gibi. Elbette güneşin emsali yoktur. Dünya da böyledir, onun da emsali yoktur bu ikisinin faydası da çoktur ve kendilerine şiddetle ihtiyaç vardır. Böyle olmakla birlikte bu ikisi ‘Azîz olarak isimlendirilemezler. Çünkü her ikisini de seyretmek zor değildir. İnsan onları her an görüp müşahede eder.

Bundan başka üç mananın her birinin birer kemal ve birer noksanlık halleri vardır. Emsalinin az bulunuşunda ki kemal bir tek oluşuna bağlıdır Benzerinin olması muhal olmalıdır ki ‘Azîz olsun.

Mesela güneşi ele alalım, her ne kadar kâinatın bizim görebildiğimiz kısmında güneş bir tek ise de bu bizim gözümüzün ulaşabildiği yere nispetiyledir. Muazzan Kâinatın başka yerlerinde kemalde ve nefasette bizimkine benzer başka güneşlerin varlığı mümkündür.

Gazzali bu üç şartı koşmuş olsa da bizim medeniyetimizde “ekmek” ve “su” Azîz olarak adlandırılmıştır. Bu onların azlığından değildir. Aksine çok bulunsa da çokluğu değerinden bir şey azaltmadığı için Azîz dir ler. Su her yerde vardır ama onun her yerde olması onun değerini eksiltmez. İnsanlar ona hayati ihtiyaç duyarlar. Bunun içinde su ikram edene “Su gibi Azîz ol” derler. (M. İslamoğlu/Esma-i Hüsna-1/612)

******************************************************

AZÎZ

İbn Kayyim ise şunları söyler: “Azîz, dilediğine karar veren ve uygula­yandır. O, izzetinin eksiksiz ve mükemmel oluşuyla kullarına hükmeden ve bu hükmü onlar üzerinde icra edendir. Allah kulların kalplerini ve iradelerini dilediği yöne çevirendir. O dilerse kul ile kalbi arasına da girer. Allah dilediği şekilde kulunu istek ve irade sahibi yapar. Bu, O’nun üstünlük ve izzetinin mükemmel oluşunu gösterir. Zira Allah’tan başka hiç kimsenin böyle bir şey yapmaya gücü yetmez. Bir insan ancak kişinin bedeni ve dış görünümü üze­rinde etkili olabilir. Onu kendi iradesi doğrultusunda istek ve irade sahibi yapması mümkün değildir. Buna ancak karşı konulamayan mutlak üstünlük sahibi olan Allah yapabilir.”

Gazali ise bu ismi şöyle açıklar: “Azîz, benzeri az bulunan, kendisine şiddetle muhtaç olunan ve ulaşılması zor olandır. Bu üç anlamı kendinde toplamayan kimseye Azîz ismi verilmez. Benzeri az bulunan nice kimseler vardır ki kendisine hiç ihtiyaç duyulmaz. Bu yüzden ona Azîz denilmez. Hatta benzeri bile bulunmayan ve kendisinden çok yararlanılan birine, eğer ulaşmak kolay ise buna da Azîz denilmez. Güneş gibi. Güneşin bir benzeri yoktur ve birçok yararı vardır. Ama kendisine ulaşmak zor olmadığı için Azîz olarak nitelenemez.”

Bütün varlıklar her şeyde Allah’ın zatına, sıfatlarına, fiillerine ve bekasına muhtaçtırlar. Hiçbir kimse O’nun gücüne erişemez. Ama O’nun her şeye gücü yeter. Akıl, O’nun gücünü anlamaktan, gözler de O’nun azamet ve yü­celiğini müşahede etmekten acizdir. Hiçbir varlık O’nun nimetlerini sayamaz ve şükrünü eda edemez. Bütün bu sıfatlar başkası için değil yalnız Allah için geçerlidir. Bu sıfatlar, O’nun mutlak üstünlük sahibi olduğunu kesin bir şe­kilde ispatlamaktadır.

BU İSMİ BİLMENİN FAYDALARI

1 – Kul efendisinin gücünü bildiğinde ve O’nu hatırından çıkarmadığında daima O’nu müşahede etme imkânı bulur. Bu durum kulun günahlardan uzaklaşmasını ve yararlı şeylerle meşgul olmasını sağlar. Zira böyle bir kul, nefsiyle değil mutlak üstün sahibi olan efendisiyle (Allah’la) birliktedir.

2- Kul, Allah’ın kaza ve kaderde mutlak üstünlük sahibi olduğunu, Al­lah’ın mutlak Hâkim olduğunu, sevk ve idaresinin O’nun elinde olduğunu, O’nun koruma ve himayesi olmadan korunamayacağını, O’nun yardımı ol­madan başarılı olamayacağını bilmelidir. Kendisinin zelil ve hakir bir kul ol­duğunu, Hamîd ve Azîz olan Allah’ın kabzası altında bulunduğunu unutma­malıdır.

3- Kul, kaza ve kaderde daima Allah’ın üstünlüğünü müşahede etmelidir. Her türlü hamd, kemâl, zenginlik ve izzetin Allah’a ait olduğunu, eksikliğin kuldan kaynaklandığını, ancak kulun yerileceğini, her türlü kusur, ayıp, zulüm ve muhtaçlığın kula ait olduğunu bilmelidir. Kul, eksikliğini, ayıbını, muhtaçlı­ğını ve zelilliğini düşünüp müşahede ettikçe Allah’ın izzetini, kemalini, hamdini ve zenginliğini daha çok müşahede eder. Eğer bunun aksini düşü­nürse bütün bunları müşahede edemez. Dolaysıyla eksikliğini ve zelilliğini samimiyetle kabul etmek, Allah’ın izzetini müşahede etmeyi sağlar.

4- Kul, günah olduğunu bildiği için Mevlâ’sına karşı gelmek ve günah iş­lemek istemez. Ancak yinede kendisi için takdir edilen gerçekleştiğinde, iste­meden, kendi seçimi, dilemesi ve tercihi olmadan günah işlemiş olabilir. Böyle bir durumda sanki o, seçme hakkı olmadan seçen, istemediği halde isteyen ve dilemediği halde dileyen gibidir. İşte bu durum, Allah’ın yücelik, büyüklük ve üstün güç sahibi oluşunu gösterir. (İbn. Kesir-Kurtubi-Beyhaki/El Esmaü’l-Hüsna/238)

********************************************************

        EL AZÎZ İSMİ (Arabî/9-142)

O’nun madenleri var etmeye yönelmesi, O’na ait harf zı, menzillerden ise Sadu’z-zabihtir.

Bilmelisin ki zata “nitelikler” diye isimlendirilen yedi nispet tahsis edilmiştir. Bu isim ve nitelikler bu yediye döner. İsim ve niteliklerin bu yedi niteliğe nasıl döndüğünü İnşaü’l-cedavil adlı eserimizde açıkladığımız gibi bizden önceki kimseler de onu açıklamıştı. Şu var ki ben öncekilere el Mücib isminin eş şekûr ismiyle birlikte kelam niteliğine katılışını ekledim. Bizden öncekiler Es Şekûr ismini el Mücib ismine katmamışlardı. Gökler yedi tane olduğu gibi gezegenler de yedidir. Günler yedidir. Allah madenleri yedi gezegenin büyük felekte bulunan yedi felekte seyrinden ve yüzüşünden yarattı. Onlardan yedi maden var etti. El Azîz ismi onları var etmeye yöneldiğinde madenler bu isimden başkasını görmemiştir. Bu nedenle onların varlığında bir izzet ve engelleme (özelliği) vardır.

Türeyenlere ve ana unsurlarda hüküm sahibi olan başkalaşmanın otoritesi onların direncine karşı koyamamıştır. Başka bir ifadeyle diğer türlerde hüküm sahibi olduğu gibi onları da süratle bir suretten başkasına dönüştürememiştir. Çünkü başkalaşma diğer türeyenlerde daha hızlı gerçekleştiği gibi eksilme, artma ve kendilerine bir suret giydirme fiilleriyle onlarda ki otoritesi daha hızlıdır.

Madenlerde ise bu etki süratle gerçekleşmez. Taşlar, aradan uzun zaman ve dönemlerin geçmesiyle uzun bir süreden sonra başkalaşabilir. Bunun nedeni el Azîz ilahi isminden kazandıkları izzettir. Bu isim ilahi mertebeden onları var etmeye yönelmiştir. Sonra bu isim onları var etmeyle kendileri için kemâl mertebesi talep etti ki onlar da izzet özelliğiyle özdeşleşsinler. Dolayısıyla onlara başka ilahi isim etki etmemiştir. Bunun nedeni o ismin kıskançlığıdır. Çünkü Azîz ismi madenlerin kendisine ait olmasını istemiştir. Bilginler onların varlığını bu isme izafe edildiğini bilir. Dolayısıyla madenlerin ulaşmak istedikleri gaye, kemalin bulunduğu tek surettir ki o da altın olmaktır.

Yolda iken ed Dar ve kardeşleri olan isimlerden madene bir takım arazlar ilişerek varlıklarını hasta eder, onları yollarının dışına çıkartır. Böylece uğradıkları o mertebe üzerlerinde hüküm sahibidir.

Herhangi bir ismin (Kendine ait mertebedeb) başka bir mertebe de hükmünün olması mümkün değildir. Çünkü ev sahibi konuğuna göre önceliklidir. Onlar ilahi edep sahibi ve edep öğretmenleridir. Böylece Azîz ismi bu mertebede madenin cevherini korumak üzere kalmıştır. Mertebenin sahibi olan isimler ise onun –cevherine değil- suretine etki etmiştir.

Türeyenlerde ve unsurlarda ilahi isimlerin doğalardan ve unsurlardan koruyucuları vardır. Onlar bu eşya da mertebenin sahibinin hükmüne göre –ki o ilahi isimdir- tasarruf eder. Bunlar maden, onun sıcaklığı, kışın soğukluğu, yazın sıcaklığı, genel anlamda sıcaklık, yaşlık ve kuruluktur.

Bu zikrettiklerimizden her birinin kendine özgü bir hükmü vardır. Bu hüküm türeyenlerde ve unsurların cevherlerinde ortaya çıkar. Böylece seyrekleştirir, yoğunlaştırır, soğutur, ısıtır, ıslaklık verir, kurutur.

Kemal mertebesi ise bütün bu hükümlerin eşitlenip birbirinin hükmünün diğerinin hükmünü izaleye güç yetiremeyeceği şekilde dengelendiği yerdir. Cevher etkiden kurtulup suretini kendisinden çıkarttığında ve kendisini etkiden koruduğunda kemal mertebesine ulaşmış demektir. Bu özellik madenler arasında sadece altına özgüdür. Diğer suretlerde ise hastalık ve illetler vardır ve bunlar madenleri kemalden uzaklaştırır. Böylece cıva, kurşun, demir, bakır ve gümüş ortaya çıkar.

Maden toprak unsurunda ki yerini terk ettiğinde hastalık üzere sürekli illetli kalır. Maden uzmanı bilgin bu durumu bilip te böyle bir madeni kemal mertebesine ulaştırmak istediğinde bu hastalığı ortadan kaldırmakla yapabilir. Hastalık; ya bir fazlalık veya eksiklik iken tıpta tedavi eksikliği gidermek veya fazlalığı azaltmakla mümkündür. Doktor eksiğe ilave yapan veya fazlayı eksilten kimsedir.

Böylece madenleri tedavi ederken uzman doktor madeni demire veya bakıra veya herhangi bir şeye dönüştüren nedeni inceler ve o özellik ile altın olma arasına engel koyar. Böylece maden menziline ulaşır ve altın sureti kendisinde gözükür. Maden kemal derecesini elde eder ve izzeti etkiden kurtulacak şekilde güçlenir Azîz olur.

Bu doktora feleklerinde yüzen yedi yıldızın yüzüşü yardım eder. Bunlar Ay, Müşteri, Kâtip, Zühre, Merih, Güneş ve Keyvandır. Bunlar güçleriyle ve birbirlerine zamanın değişmesiyle verdikleri özellikleriyle doktora yardım ederler. Her zamanın hükmü kendisini takip eden zamanın hükmünden bir açıdan farklı iken bir açıdan uygun bütün açılardan ise farklıdır. Bütün açılardan uygun olması mümkün değildir. Uygun olsaydı onun aynı olurdu ve iki tane olmazlardı. Halbuki onlar iki tanedir Binaenaleyh her bakımdan uyum gerçekleşmemiştir.

Zamanların tekrarlanmasının ve iki yeninin peş peşe gelmesinin ise unsurlarda etkisi olduğu gibi, cevherini düzenlemede ve itidale kavuşturmada çocuğun varlığında da etkisi vardır. Onu düzenleyip itidale kavuşturması, Hakkın kendisinde terkip etmek istediği bir sureti kabul eden bir cevhere dönüştürmesidir. Öyleyse suretler farklılaştırmıştır.

Bu nedenle cevheri yönünden bitkiler suret nedeniyle farklılaştığı gibi hayvanlar da böyledir. Doğal cevheri bakımından ise tek bir hakikattir. Bu nedenle cevheri yönünden bir tanım onları birleştirir. Suret nedeniyle ise farklılaşma olmuştur. Baba ve annede de durum böyledir. Hatta bütün âlemin cevheri cevher olmak bakımından bir iken suret ve kendisine ilişen arazlar nedeniyle farklılaşır. Âlem birleşen-ayrışan, bir-çoktur. Zat ve isimlerde ilahi mertebenin sureti de böyledir.

Böylece uzman doktor, hasta cevheri –ki onu hastalığı kemal yolundan alıkoymuştur- tekrar yoluna çevirir. Bu sayede onu yönetmesi mümkün olur ve sağlığını koruyabilir. Ayrıca Kemale ulaşma yolunda, kendisiyle kemal mertebesi arasında engel teşkil edecek “başkalaşma” menzillerinin kalıntılarından da onu korur.

Allah Teâlâ bu cevhere kemale ulaşma yolunda böyle yapmış onu hasta ve malûl ederek maksadına –kemal mertebesi- ulaşmasını engelleyecek kimseleri ona musallat etmiştir. Bunun nedeni insan türünün maslahatıdır. Çünkü Allah insanın zorunlu olarak bir takım araçlara muhtaç olduğunu bilir. Bu araçları elde etmesi ise bu cevherde söz konusu hastalıkların bulunması ve onun yolundan ayrılmasıyla mümkün olabilir.

Bu nedenle Allah kendi ehlinden olan güvenilir insanların dışındakilerden cevherde ki hastalıkları gidermenin bilgisini gizlemiştir. Onlar ise Allah’ın aleme yerleştirdiği hikmeti bulunduğu halde bırakacağını bilenlerdir. Böylece onlar altında veya başka madenlerde bulunmayan yararları nedeniyle demiri demir olarak bırakırlar. Allah “Demiri indirdik” der Burada onu kemal derecesinden indirmeyi kasteder. Bunun nedeni ise demirdeki yararlardır. Hastalıktan iyileşseydi, asileşir, yükselir, ve bu yararlar meydana gelmez, varlığın amacı olan insan ancak demirde bulunabilecek yararlardan mahrum kalırdı. Nitekim Allah onun hakkında “büyük bir güç ve insanlar için menfaat vardır” (Hadid/25) der. Diğer madenlerde de insanlar için yararlar vardır. Onlar ortaya çıkmış ve insan türüne olan inayetinin büyüklüğüne bakınız. İnsan ise Allah’tan habersiz, nimetleri karşısında nankör bir halde intikamına doğru kayar.

Allah Teâlâ bilir ki insanlık alemi içinde güvenilirlikten mahrum bırakılan ve ilahi sırları yayma özelliğiyle rızıklandırmış kimseler vardır. Allah’ın ezeli bilgisinde güvenilir olmayan bu kişinin de “madeni tedbir” bilgisini elde edeceği belirlenmiştir. Allah onu hemcinslerine karşı hırs duygusuyla rızıklandırmıştır. O, cimrilik yapar, haset eder ve Allah’ın rızasını gözetmeden onunla ameli bırakır.

Allah madenleri çoğaltmış ve bu insan için bir eser meydana getirmemiştir. İnsanın sadece elde ettiğinde ve elde etme umudu olanlarda etkisi vardır. Bu kısımda onun tedbiri ve sanatı ortaya çıkar. Böylece akıllılar ve Hakimler, onun Allah’ın kendisine verdiği şeyde güvenilir olmadığını anlar. Çünkü Allah’ın bu konuda bir izni yoktur.

Allah hükümdarlar için o bilgiye dönük bir arzu yaratır Güvenilir olmayan biri onların nezdinde bulununca bilgiyi ondan isterler. Onları reddederse haset ederek veya öfkeye kapılarak kendisini öldürürler. Onlara bu bilgiyi verirse bu kez kendisinden korkarak ve kıskanarak kendisini öldürürler.

Maden uzmanı bilgin Hükümdarlar karşısında böyle bir durumu olabileceğini anlayınca, bilgiyi hükümdarlara veya haberi hükümdara ulaştıracakları için sıradan insanlara açıklamaz. Böyle yapmasının nedeni güvenilir olduğu için değil, canı hakkında korkmasıdır. Bu nedenle bu sanatı bilen insan genellikle kendisini göstermez. Onda bilgi sahibi olduğu zannedilen kişi ise, içinden bu konuda bilgisi olmadığını bilir ve hükümdara yalan iddiada bulunduğunu söyler. Bu sayede öldürülme tehlikesinden kurtulur ve kendi yönünden ona ulaşacak makam ve malla tatmin olur. Bu sanatı bilen insan kesinlikle kendisini göstermez ve Allah kendisine emanet vermiş olsa bile ilâhi gayret gereği onu izhar etmez.

Bu ilâhi isimden nefis taşlar olur. Örnek olarak zebercedi zümrüt, mercan, inci ve yakutları verebiliriz. Allah bütün bunları insanın gücüne yerleştirmiştir. Yani o, kendisinden bunları oluşturmaya kabiliyetlidir. Veliler için bu durum, harikulade diye isimlendirilir Bu konuda ki hikâyeler çoktur Fakat bu makama terbiye ve tedbir yoluyla ulaşmak, ilâhiyat alanında himmeti ve doğruluğuyla onu oluşturmaktan daha değerlidir. Çünkü bilgide ki üstün şeref (bir şey oluşturmada) değil, oluşturmayı bilmededir. Oluşturma delâlet makamına dayanır. Tedbir ederek kendisinden bir şeyin oluştuğu kimse, bilgindir. Harikulade sahibinin ise Kendisinden oluşan şeyin sureti ve onun yakın zamanda oluşumunun niteliği hakkında bilgisi yoktur. Alim ise bunu bilir. (İbn. Arabi/F. Mekki-9/142-146)

********************************************************

AZÎZ İSMİ İLE BERABER KULLANILAN İSİMLER VE BUNLAR ARASINDAKİ BAĞLAR.

Haşr suresinde Rabbimizin 14 ismi ardı ardına sıralanmıştır. Bu isimlerin sıralanışı rasgele değil, tamamen bir hikmetle yapılmıştır. Her ismin diğer isimle yani siyak ve sibakıyla bir bağlantısı vardır.

Bizler el-Azîz ismine kadar sıralanan er-Rahman, er-Rahim, el-Melik, el-Kuddüs, es-Selam, el-Mümin, el-Müheymin gibi isimleri iyi kavradığımız zaman, izzet ve şerefe kavuşacağız demektir. Eğer bu isimler bizim hayatımızda olmazsa biz Allah’ı bu isimlerle tanımazsak o zaman izzet ve şerefe kavuşamayız. Zillet içinde yaşamaya devem ederiz

Allah’ın er-Rahman olduğunu, er-Rahim olduğunu kabullendiğimiz, Allah’ın rahmetine sığındığımız zaman şerefli ve izzetli olmaya başlayacağız.

Hayatımızda Allah el-Melik olursa Allahtan başka söz sahibi olmazsa izzete kavuşacağız.

Allah’ı el-Kuddüs olarak tanırsak bütün eksikliklerden bütün zaaflardan, bütün gafletlerden O’nu uzak tutar ve tenzih edersek izzet ve şerefe kavuşacağız. Selametin Allah’tan geldiğine, Allah’ın es-Selâm olduğuna, esenlik ve mutluluk veren olduğuna inanırsak güvene, izzet ve şerefe kavuşacağız.

Rabbimizin el-Mümin olduğuna inanırsak zilletten kurtulacağız, izzete kavuşacağız.

Rabbimizin heymenesini, otoritesini, hakimiyetini, şahitliğini, koruyuculuğunu, muhafaza ediciliğini ve gözetici olduğunu kabul edersek o zaman izzet ve şerefe kavuşacağız.

Azîz ismi 47 kez Hakim ismiyle beraber geçmektedir. Rabbimiz güçlüdür; ama yeryüzünün azizleri gibi hikmetten uzak değildir. Allah her konuda hüküm sahibidir ve her işini hikmetle yapar. Yanlış ve hatalı işlerle uğraşmaz. Allah Aziz‟dir, güçlüdür, gücünü hikmetle kullanır. Yeryüzünün ceberut zalimleri gibi hikmetsiz bir şekilde gücünü kullanmaz.

Bizler Azîz ismine iman ederken Hâkim ismine de iman etmeliyiz. Allah’ı güçlü ve izzetli kabul ederken hayatımıza hüküm koymaya yetkili olarak da kabul etmeliyiz. Eğer bizler Allah’ın hayatımıza hakim olmasını kabul edersek o da bizi izzet ve şerefle mükâfatlandıracaktır. Eğer bizler Allah’ı Hâkim olarak kabul etmiyorsak Allah’ın karışmadığı bir hayatı yaşıyorsak o zaman biz ve hayatımız izzetten, şereften yoksun olmaya mahkûmuz demektir.

Tarih boyunca Allah’ın orduları ve şeytanın orduları arasındaki amansız savaş devam etmiştir. Kimi zaman şeytanın orduları, Allah’ın ordularına galip gelmiştir. Rabbimiz belli hikmetlerden dolayı bazen şeytanın ordularına ve avanelerine güç ve iktidar vermiştir. Müslümanlar bunun hikmetini kavramak zorundadırlar. Çünkü ne zaman Müslümanlar gaflet içinde olsalar, cihadı terk etseler, kâfirler onların üzerine çullanmaya başlamışlardır. Nasıl ki durağan bir su, belli bir süre sonra kokuşmaya başlarsa hem kendisi pis olacak hem de çevresine pislik yayacaksa Müslümanlar da durağanlaşmaya başladığı zaman, zillet içerisinde yaşayama başladığı zaman, kâfirler artık Müslümanların üzerine çöreklenmeye başlayacaklardır. Tıpkı duran bir suyun üzerine bir sürü pisliklerin, köpüklerin tabakalandığı gibi.

Ancak asıl olan haktır, köpük sonradandır, batıl sonradan gelmiştir. Hak ehli hareketlenmeye, canlanmaya başladığı, Kur’an la bir akışın, bir hareketliliğin içerisine girmeye başladığı zaman Allah’ın orduları galip geleceklerdir. Artık hareketlenen Müslüman, üzerinde pislik tutmayacaktır. Hem kendisi temiz olacaktır hem de çevresine temizlik saçacaktır. O zaman Müslüman kendi içindeki pislikleri de temizleyecektir. Tıpkı akan suyun yatağındaki tortuları, birtakım kökleri, birtakım kayaları parçalayıp attığı gibi, Müslüman da içindeki zilleti, bencilliği, enâniyeti, egoizmi atacak; bağımsız, özgür bir şekilde, çevreye hayat vererek canlılık vererek izzetle hayatına devam edecektir.

Zaman zaman batıl güçler Müslümanların üzerlerine çöreklenmişlerdir. Bizler onları çok güçlü ve yenilmez gibi görsek de nihayetinde onlar bir köpüktür veya bir köpük tabakası gibidir. Onların içi ufak bir darbeyle çok çabuk halledilecektir. Onların evleri, saltanatları, onların izzet ve şerefleri tıpkı örümceğin evine benzer. Ufak bir darbeyle onların işi çabucak bitiverecektir. Yeter ki hak ehli kendini temizlemeye, kendini arındırmaya çalışsın. Allah-u Teala hak ehline o zaman yardım edecektir.

Aziz ismi, Kur’an-ı Kerim de; Rahîm, Alîm, Kaviyy, Züntikam, Gaffar, Hâmid, Ğafur ve Muktedir isimleriyle beraber kullanılmaktadır.

“Azizun Rahîm” Allah azizdir, güçlüdür; ama merhametlidir. Yeryüzünün zalimleri gibi değildir. Allah merhamet sahibidir. Kullarını sever. Kullarının ateşe gitmesini, kulların zulme gitmesini kesinlikle istemez. Bundan dolayı Allah merhamet eder. “Azizun Alîm” Allah azizdir, Alîm’dir, bilendir, güçlüdür. Gücünü belli bir ölçüde kullanır. Allah gücünü belli bir hikmet için kullanır.

“Kaviyyun Aziz” Allah çok güçlüdür ve şereflidir. Mağlup edilmez. Bugün bazı güçler vardır. Kendilerini çok güçlü zannederler. Ama belli bir süre sonra aziz olmadıkları için mağlup olacaklardır. Saltanatları ve hükümleri bir gün yok olacaktır.

“Azizun Züntikam” Allah azizdir, şereflidir; ama kendisine karşı savaşanlara, dinine karşı harp ilan edenlere, Allah dostlarına karşı mücadele edenlere züntikamdır. Yani Allah azizdir; ama aciz değildir. İntikam sahibidir. Kendisine savaş ilan edenlerden öç alır.

“Azizun Ğaffar” “Azizun Ğafur” Allah azizdir; ama affedicidir. Kullarının ayıplarını örter. Onları bağışlar.

“Azizun Hamid” Allah azizdir, güçlüdür. Herkes tarafından kendisine hamdedilendir. Yeryüzünün azizleri ancak bazı dalkavuklar tarafından övülürler. Oysa Allah öyle değildir. Yeryüzünün bütün canlıları Allah’a hamd ederler. O‟nu tesbih ederler ve överler. “Azizun Muktedir” Allah hem izzet ve şeref sahibi hem de iktidar sahibidir.

AZÎZ İSMİNİN Bİ,ZE YÜKLEDİĞİ GÖREV VE SORUMLULUKLAR

1 – BİZLER ALLAH’IN DIŞINDA Kİ İLAHLARIN YANINDA ŞEREF VE İZZET ARAMAMALIYIZ

“Onlar kendilerine bir izzet ve şeref olsun diye Allah’tan başka ilahlar edindiler. Hayır! Taptıkları o ilahlar, onların ibadetini tanımayacak bilakis onlara düşman kesileceklerdir.” (Meryem/81-82)

Kendileri zelil olanlar bize nasıl izzet versinler? Kendileri itibarsız, düşük seviyeli ve adi olanlar, bizim itibarımızı nasıl yüceltsinler? Öyleyse izzetin adresini şaşırmamalı, şerefsizlerden geçici dünya şerefi dilenmemeliyiz. Onların kapılarında şeref ve izzet aradığımız takdirde, hem Allah’ın izzetinden yoksun kalacağız, hem de şeref dilendiklerimiz kısa bir zaman sonra bize hasım olacaklardır.

Müslüman, Allah ile bağını güçlendirdiği oranda şeref sahibi olacaktır. Allah’ın dışındakilere yaltakçılık yaparak, izzet ve şeref elde edilemez.

2 – MÜ’MİNLERİ BIRAKIP KÂFİRLERİ DOST EDİNMEMELİYİZ.

minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar. Bilsinler ki, bütün izzet yalnız Allah’a aittir.” (Nisa/139)

Münafıklar kendilerini aziz, akıllı, Müslümanları ise sefih ve zelil kabul ederler. Müslüman; izzetiyle, şerefiyle fakirdir, yoksuldur, zindandadır, işkence altındadır, şehit olmuştur, bin parçadır. Ama izzetlidir. Münafık ise rahattır, bolluktadır, refah içindedir. Dünya standartlarında azizdir. Ancak ikiyüzlü, beş para etmez, onursuz, değersiz ve sefih bir yaratıktır. Bunun böyle olduğunu hem mü’minler hem de kâfirler gayet iyi bilirler. Kâfirler onları aralarına almaz, işleri düşünce kullanır, sonra da kolayca harcarlar.

Medine’de münafıklar zaman zaman Müslümanlardan ayrılır kâfirlerle dost olmaya çalışırlardı. Kâfirlere sevgi duyar, onlara Müslümanların sırlarını aktarırlardı. Kâfirlerle beraber olduklarında güçlü olacaklarını, izzete kavuşacaklarını zannederlerdi. Oysa hem dünyada hem de ahirette en şerefsiz kendileri oldular. Cehennemde bile kâfirlerin altında yer aldılar.

“Şüphe yok ki, münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlara bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisa/145)

3 – FİRAVUNLARIN YANINDA İZZET VE ŞEREF ARAMAMALIYIZ:

“Bunun üzerine iplerini ve değneklerini atarak: “Firavunun izzetine yemin olsun ki, elbette bizler galip geleceğiz” dediler.” (Şuara/44)

Sihirbazlar izzeti Firavunun yanında aramış, onun izzetine güvenerek galibiyet ummuşlardı. Ancak Firavunun izzeti, Allah’ın izzetiyle donatılmış Hz. Musa’nın karşısında beş para etmemişti. Bütün âleme zelil olmuş, küçük düşürülmüştü. Firavunların saraylarında olan her Müslüman, onları aziz kabul etmez, izzeti Allah’tan beklerse Allah onları da Hz. Musa’yı aziz kıldığı gibi aziz kılacak, Firavunların zelil oluşunu âleme gösterecektir.

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Her kim bir zalim ile birlikte zulmünde ona yardımcı olmak üzere yürüyecek olursa yüce Allah ayakların kaydığı o günde sıratın üzerinde onun ayaklarını kaydıracaktır. ” (el-Kudaî/Müsnedu’ş Şihâb, I, 315.)

Bizler Firavunlara itaat etmeyeceğiz. Onlara asla yardım etmeyeceğiz. Birkaç parça kemik uğruna kendi izzetimizi ve şerefimizi onlara satmayacağız.

4 – DÜNYALIKLARI MALLARI VE EVLATLARI İZZET VE ŞEREF ÖLÇÜSÜ OLARAK GÖRMEYECEĞİZ.

“Bahçe sahibi, arkadaşıyla konuşurken şöyle dedi: “Ben mal mülk bakımından senden daha zenginim. İnsan sayısı bakımından da senden daha güçlü ve şerefliyim.” (Kehf 34)

Gururlu ve kibirli insanlar, dünyayı gözlerinde putlaştıranlar, dünyayı yegâne hedefleri haline getirenler; izzeti ve şerefi malda, mülkte arıyorlar. Mal mülkleri ne kadar çoksa, etraflarında yardakçıları, dalkavukları ne kadar fazlaysa kendilerini o kadar şerefli ve izzetli zannediyorlar.

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, onların bütün gayretleri, mideleri; şerefleri, dünyalıkları; kıbleleri, kadınları; dinleri, dirhem ve dinarlarıdır. Onlar yaratıkların en kötüsüdürler ve onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur.” (Kenzu‟l-Ummal/Kitabu‟l-Fiten 31183.)

Bizler, dünyanın bu nimetlerinin Allah tarafından olduğunu bilmeli, bunlarla övünüp kibirlenmemeliyiz. Bunları izzet ve şeref ölçüsü kabul etmemeliyiz. Allah’ın nice yoksul, kimsesiz kulları vardır ki, Allah’a yakınlıklarından dolayı zenginlerden daha değerli, daha izzetli ve şereflidir.

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Ümmetimden öyle kimseler vardır ki, birinizin kapısına gelip bir dinar istese vermezsiniz. Bir dirhem istese yine vermezsiniz. Bir kuruş istese yine vermezsiniz. Fakat o, Allah’tan cenneti isteyecek olsa hemen verir. Eğer Allah’tan dünyayı isteyecek olsa vermez. Dünyayı o kişiye vermemesi onu küçük gördüğü için değildir. Öyle kimseler eski elbise giyerler, kimse onlara iltifat etmez. Ama bir konuda Allah’a yemin edecek olsalar Allah onların yeminlerini doğru çıkarır.” (Mecmeu‟z-Zevaid 10/264.)

5 – ALLAH’IN AZÎZ OLUŞUNU ŞEYTANIN KABUL EDİŞİ GİBİ KABUL ETMEMELİYİZ.

“Şeytan dedi ki: “İzzetine yemin olsun ki, onların hepsini azdıracağım. Ancak ihlas sahibi olan kulların müstesna.” (Sad/82-83)

Ayette gördüğümüz üzere, şeytan Allah’ın izzetini ve şerefini kabul etmektedir. Allah’ın izzeti üzerine yemin etmektedir. Ancak buna rağmen hatasına devam etmekte, gurur ve kibrini sürdürmektedir. Bizler de Allah’ın izzetini kabul eder ama kendi bildiğimiz gibi yaşamaya, kendi anladığımız şekilde izzetli olmaya devam edersek şeytandan hiçbir farkımız kalmayacaktır. Allah’ın izzetini bilmemizin, hatta o izzet üzerine yemin etmemizin bize hiçbir faydası olmayacaktır.

6 – ALLAH’IN AZÎZ OLUŞUNA GERÇEKTEN İMAN EDERSEK KÂFİRLER BUNDAN RAHATSIZ OLACAKLARDIR:

“Onlardan sırf Aziz ve Hamid olan Allaha iman ettikleri için intikam aldılar.” (Buruc 8)

Ashab-ı Uhdud, zalimlerden oluşan bir topluluktu. Kazmış oldukları hendekleri ateşle doldurmuş, Müslümanları bu hendeklere atarak onlara azap ediyorlardı. Hendeklerin etrafına da masalarını kurup onları neşe içinde seyrediyorlardı. Bütün bunların tek sebebi, o Müslümanların Aziz ve Hamid olan Allah’a iman etmeleriydi. Çünkü onlar Allah’ın izzetiyle yetinmiş, Firavunları aziz kabul etmemişlerdi. Onlar Allah’ı övmüş, Firavunlara dalkavukluk yapmamışlardı. Bu imanları ve tavırlarıyla, Firavunların saltanatlarını sarsmış, onları rahatsız etmişlerdi.

Bizler de Allah’ın Aziz oluşuna gerçekten iman eder ve bunu hayatımızın her alanında yaşarsak kâfirler bizden de rahatsız olacak, bizleri de susturmaya çalışacaklardır, bizden dolayı uykuları kaçacak, kâbuslar göreceklerdir.

Allah’ın Aziz oluşuna gerçekten iman etmeyen, hayatlarının her alanında bunu sergilemeyen kimseler, kafirleri rahatsız etmezler, kafirler onlara dokunmazlar.

7 – DÜNYADA KENDİLERİNİ AZÎZ SIFATINA LAYIK GÖREN KÂFİRLERİN GERÇEK SONLARINI BUGÜNDEN BİLMELİYİZ

“Allah zebanilere emreder: “Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başına azap olarak kaynar su dökün! Ve deyin ki; “Tat bakalım! Hani sen kendince azizdin, güçlüydün, şerefliydin!” (Duhan/47-49)

İşte Rabbimiz böylece onlarla dalga geçecek, onların zilletlerini yüzlerine vuracaktır.

8 – KÂFİRLERE KARŞI İZZETLİ, ONURLU VE ŞEREFLİ DURMALIYOZ.

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü ve şefkatli, kâfirlere karşı ise izzetli ve zorlu bir toplum getirecektir. Onlar Allah yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte bu Allahın dilediğine verdiği lütuftur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” (Maide/54)

Bizler kâfirlerin ve münafıkların kınamalarına aldırmamalı, Allah yolunda cihadımızı sürdürmeliyiz. Müslüman kardeşlerimize karşı hiçbir zaman böbürlenmemeli, büyüklük taslamamalı, onlara alçak gönüllü ve şefkatli davranmalıyız. Kâfirlerin karşısında ise hiçbir zaman başı eğik durmamalı, zelil görüntüler sergilememeliyiz. Ellerimiz kelepçeli, her tarafımız yara-bere içinde olsa bile, başımızı dik tutmalı, onların önlerinde eğilmemeli, izzetimizi ayakta tutmalıyız.

ResulAllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Sadaka malı eksiltmez. Allah affetmesi sebebiyle kulunun şerefini artırır. Kim de Allah için tevazu (alçak gönüllülük) gösterirse, Allah onun derecesini yükseltir.” (Müslim/Birr ve Sıla 19. Tirmizi 2029.) ( Dr. Ramazan SÖNMEZ/ el-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ)

********************************************************

EL-AZİZ

İzzet veya İzz’den türemiştir. Güçlü ve üstün olmak, galip gelmek, güç, şiddet ve üstünlük, eşi ve benzeri bulunmayacak derecede değerli olarak anlamlarındadır. Azîz hiç bir zaman mağlup edilemeyen, eşi ve benzeri bulunmayan demektir.

Gazalî’ye göre ‘Azîz, benzeri az bulunur, kendisine çok ihtiyaç duyulur, kendisine ulaşılması güç olur özelliklerine sahip olması lâzımdır. Bu üç manayı kendinde toplamayana ‘Azîz demek mümkün olmaz. Benzeri az bulunan nice şeyler vardır ki kadri büyük olduğu halde faydası azdır. Kadri büyük, faydası çok, benzeri de bulunmayan nice şeyler vardır ki ulaşılması güç olduğundan ‘Azîz ismini alamazlar.

Güneş ve dünya gibi ki faydası çok, kendilerine ihtiyaç şiddetli, ama ulaşmak zor değildir, her an seyredilebilir. Bu üç özelliğin kemâli de söz konusudur. Benzerinin az bulunuşunun kemâli tek oluşudur. Bu da Allah olabilir. Kendisine ihtiyacın şiddetli olmasında kemâl, her hususta var oluşta, varlığın devam ve kemâlinde onsuz olmamasıdır ki bu da Allah’tır. O ulaşılamazdır, kendisi kendisini bilebilir. Biz onu onun bize anlattığı şekliyle bilebiliriz. O halde hakikatte ‘Azîz Allah’tır, başkası değil.

İzzet, bir kimsenin başkaları karşısında bedensel, psikolojik, ekonomik, statü gibi yönlerden güçlü, baskı altın alınamaz konumda bulunması, saygın olmasıdır. Alçaklık, âcizlik anlamındaki zilletin karşıtıdır.

İzzet şekil olarak kibre benzerse de mahiyet olarak ayrıdır. İzzet, insanın nefsinin hakikatini, kendi hakikatini tanıması, onu âcil kısmetler için hakarete düşürmeyip kerim ve kıymetli tutmasıdır. Kibirse kendini bilmemesi, kendisini bulunduğu konum üstünde tutmasıdır.

İzzet, insanın başkalarınca mağlup edilmesine mani olan hal demektir. Bu “başkaları”, ihtiyaçları, ihtirasları, nefsi, hevası, alışkanlıkları, düşkünlükleri, hoşlandıkları, şeytan, nefis, diğer insanlar olabilir. Bunlara karşı yenilmemesidir.

İnsanın kendisini zilletten koruması hürriyet olarak da isimlendirilir. İnsanın kendisini zilletten koruması, kimsensin elindekine göz dikmeyiş (tok gözlülük) minnetsiz bir hayat yaşamak, yalnızca Allah’a itimat ve izzeti böylece beklemesi ile mümkün olur. Allah’tan başka hiç kimseden bir şey beklememek ve istememek ve vermek izzet sahibi olmada çok önemlidir.

Allah’ın izzeti sadece kendisini zilletten koruyan bir izzet değil kendisine itimat edip dayananı da zillete düşürmeyen, yenilmeyen, yanılmayan, kendisiyle uğraşılamayan, hükmüne karşı gelinme ihtiyacı bulunmayan bir izzettir. İtimat edip vikâyesine sığınanları izzetiyle muazzez ve mükerrem kılar.

İradesi bütün esbâb ve âmillere hakim, münazaa ve muhalefet edilmesi gayrı mümkündür. Onun için dalâlete düşürdüğünü yola getirecek, hidayete erdirdiğini de şaşırtabilecek hiçbir kudret ve irade bulunamaz.

Kudretine direnme, karşı koyma ihtimali yok. Va’dini yerine getirir, kazasını infaz eder, kahreder de asla galip gelinemez. Hiçbir kayıt ve şartın tesiri altında bulunmayan, koyduğu kanunların bile tesirinde kalmayan, istediği harikaları yapan demektir.

Âlemde her izzet kırılabilir, karşı konulabilir ancak onun izzetine karşı konulamaz, karşı koymak isteyenler sonun mağlup ve makhûr olurlar.

İzzet bazı yerlerde kuvvet ve galebe manasında tefsir edilmiştir. Pejmürde halde bulunan bir kadın şöyle demiştir. Sen İslâm üzere değil misin? İşte o, o izzettir ki beraberinde zillet ve o servettir ki beraberinde fakr yoktur.

Hz. Hasan’a insanlar sende biraz kibir var zannediyorlar demişler de cevaben o kibir değil izzettir demiş ve şu âyeti okumuştur:

“İzzet Allah’a Resûlüne  ve mü’minlere aittir.” (Münafikûn/8)

Münafıkların izzeti yoktur, olsaydı âcil kısmetler için yalancılığa, nifaka tenezzül etmezlerdi, ahlâksızlık ve alçaklık yapmazlardı. Onlar  kibri izzet, izzeti kibir zannederler.

Allah mü’minleri izzete erdirmek için iki haslet beyan ediyor:

1–Zikrullahtan asla gafil olmamak,

2–İnfak.

İlki rûhu güçlendirmek, ikincisi de fiilî olarak semeresini temin içindir. Asıl izzet yemekte değil yedirmekte, almakta değil vermektedir. Kur’ân’da ‘Azîz vasfı :

1– Allah’ın mutlak kudret ve üstünlüğünü, eşsizliğini belirten bir muhtevada kullanılmıştır.

“O sabahı aydınlatandır, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bu, ‘Azîz olan pekiyi bilen Allah’ın tâ kendisidir.”  (En’am/96)

2 – Galebe manasının ağırlık kazandığı muhteva,

“Allah’ın âyetlerini, inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunu hakkından gelen mutlak güç sahibidir.” (Al-i İmran/4)

3 – Nâdir olmak, eşi benzeri bulunmamak anlamı,

“Size kendinizden öyle bir resûl gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe/128)

“O eşsiz bir kitaptır.”   (Fussilet 41/41)

Eşi, dengi bulunmayan anlamıyla tenzihî, güçlü, daima gelip anlamıyla da zatî sıfatlardan olur.

BU İSMİN ALLAH İÇİN İFADE ETTİĞİ ANLAMLAR:

1 – Varlığı var ederek yokluğa gücünü göstermiştir,

2 – Varlık üzerinde hükmünü yürütür, yürütmesine kimse, hiçbir şey engel olamaz,

3 – Yaptıklarından dolayı hesaba çekilemez, sorumlu tutulamaz,

4 – Koyduğu düzenin de mahkûmu olmaz, düzenini de kimse bozamaz,

5 – Eşi, dengi, benzeri yoktur,

6 – İradesine karşı durulamaz, irade etiği bir şeyin olması için “ol” demesi yeterlidir. Hiçbir şey ona zor gelmez,

7 – Azalarda bir haksızlık, bağışlamasında izzetsizlik, isabetsizlik, tasavvur edilemez,

8 – Kendisine inananları, itimat ve tevekkül edenleri zillete düşürmez, mağlup ve mahcup etmez,

9 – Vikâyesini kabul edenleri mükerrem ve muazzez kılar,

10 – Hidayete erdirdiklerini şaşırtarak, şaşırttıklarını hidayete erdirecek, rızkını daralttıklarına rızkı açacak, açtıklarına da kapattıracak hiç kimse yoktur,

BU İSMİN PEYGAMBERİMİZ İÇİN İFADE ETTİĞİ ANLAMLAR;

1 – Allah, kendisine her türlü imkân ve gücü verdiği halde bu imkân gücünü kullanmamıştır,

A – Tâif dönüşünde Mikâil emrine âmadedir,

B – Melik peygamber olabilecekken o kul peygamber olmayı seçmiştir,

C – Dağların yanı başında altın olup da gezmesi teklifini kabul etmemiştir.

2 – İhtiraslarına, öfkesine, ihtiyaçlarına karşı galipti. Yaptıklarını bunları tatmin için değil Allah’a karşı kulluğunu gerçekleştirmek için yapardı.

3 – Eşi, benzeri bulunmaz bir insandı, 

4 – Herkesin kendisine olan ihtiyacı en şiddetli ihtiyaçtır.

BU İSMİN BİZİM İÇİN İFADE ETTİĞİ ANLAMLAR;

1 – İzzete erdirenin de, zillete düşürenin de Allah olduğuna inanmak,

2 – İzzete, Allah’ iman, zikrullah ve infak ile ulaşılacağını bilmek,

3 – Beşerî arzularımıza karşı hâkim olmak,

4 – Allah’ itimat ve tevekkül ederek, onun dışındaki varlıklara dalkavukluk ve müdahele de bulunmamak,

5 – İnsanlar için ihtiyaç duyulan, müracaat edilen bir insan olmak,

6 – Allah’ın vikâyesine girerek ‘Azîz olabileceğine inanmak,

7 – Azîz olmak için Allah’tan başkalarına müracaat etmemek,

8 – İslâm’ı izzet kabul etmek, başka izzete izzet olarak bile bakmamak,

9 – Gücümüzü olur olmaz yerlerde kullanarak, kullanmaya kalkarak zillete düşmemek.

http://www.birlikvakfi.org/esma/yazilar/aziz.html

************************************************************

El – ‘AZÎZ

Aziz isminin 3 manası vardır.

  1. Allah’ın izzet sahibi ve yüceler yücesi olması,
  2. Allah’ın mağlup olmayan galip olması,
  3. Yarattıklarının onun emrine itaat etmesidir.

Şimdi Aziz isminin bu üç tecellisini alem aynalarında görmeye çalışalım:

1 – İzzet sahibi ve yüce olan

Allah azizdir. Yani Azamet, büyüklük ve kuvvet sahibidir. Şanı pek yücedir. Şu âlemde kendine büyüklük verilen mahlûklar Allah’ın ‘Aziz ismine aynadırlar. O yüksek dağlara, engin denizlere, denizlerde ki fırtınalara, uçsuz bucaksız çöllere, aylara, güneşlere, yıldızlara kulak verseniz hep bir ağızdan yâ ‘Aziz, yâ ‘Aziz, yâ ‘Aziz diyerek tesbih ettiklerini işitirsiniz.

‘Aziz ismi âlemde böyle gözüktüğü gibi insan da hatta devletlerde bile gözükür. Aziz isminin tecelli ettiği insanlar şu ayetin ifadesiyle;

”Üstünlük, ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere mahsustur.” (Münafikun/8)

Yani aziz olan yalnız Allah, O’nun resulü ve müminlerdir. Yine bu isim tarihe adını altın harflerle yazdıran Osmanlı imparatorluğunda ve Kur’an’ı kendilerine rehber yapan tüm devletlerde tecelli etmiştir.

Şimdi bize düşen: Allah’ın aziz ismini âlem sayfalarında okumak, lisan-ı halleriyle ya aziz ya aziz diye zikir eden mahlukatın tesbihatını işitmek ve kuranı kendimize rehber yaparak hem dünyada hem ahirette aziz olmaktır.

2- Mağlup olmayan galip

Allah azizdir. Yarattıkları üzerine galiptir. Yeryüzü Allah’a asi olup ta böyle mağlup olmuş nice kavimlerin kalıntıları ile doludur. Bakın Allah, o asi ve inatçı kavimleri helak ettiğini kitabında nasıl anlatıyor.

“Elçilerimiz Lut’a gelince, onlar hakkında tasalandı. Ve onlar(ı düşünmesi) sebebiyle takatten düştü. O’na: “Korkma, tasalanma! Çünkü biz seni de, aileni de kurtaracağız. Yalnız (azabta) kalacaklar arasında bulunan karın müstesna” dediler.

“Biz şüphesiz bu memleket halkının üzerine, yoldan çıkmalarına karşılık (feci) bir azap indireceğiz.”(dediler). Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir kavim için oradan apaçık bir ibret nişanesi bırakmışızdır.

Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik ve Şuayb, “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, ahiret gününe ümit bağlayın, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın!” dedi.

Fakat onu yalancılıkla itham ettiler. Derken, kendilerini bir sarsıntı yakalayıverdi ve yurtlarında diz üstü çöke kaldılar.

Ad ve Semud’u da (helak ediverdik). Sizin için, (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar.

Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da (helak ettik). Andolsun ki, Musa onlara apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Hâlbuki (azabımızı aşıp geçebilecek değillerdi.

Nitekim onlardan her birini günahları sebebiyle suç üstü yakaladık: Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgarlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” (Ankebut 33-40)

İşte Helak olan bütün bu kavimlerde Allah’ın ‘Azîz ismi haşmetiyle gözüküyor.

Biz hiç bu kavimlerin yıkıntılarının arasından geçerken, onların yerle bir olmuş kabirlerini gördüğümüzde Allah’ı ‘Aziz ismiyle yad ettik mi?

O kalıntıların ve harabelerin üzerinde Allah’ın Aziz ismini okuduk mu?

Ya da bizde Allah’a asi olursak, Allah’ın bizi de onları yakaladığı gibi yakalayacağını hiç düşündük mü?

3 – Mahlukatının itaat etmesi

Mahlûkatının Allah’ın emrine itaat etmesi ve ona karşı gelememesi de Aziz isminin bir tecellisidir.

Evet insan ve bazı canavarlardan başka, güneş, ay, yeryüzünden tutunda, tâ, en küçük mahluka kadar her şeyin dikkatle vazifesinde çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, büyük bir heybet altından umumi bir itaatin bulunması, gösterir ki, büyük bir celal ve izzet sahibi bir zatın emriyle hareket ediyorlar. İşte, vazifesini yapmakla ona itaat eden her bir mahlûk bu itaatiyle Allah’ın aziz ismine aynadır.

Bütün mahlûkat ona böyle itaat ederken, biz nasıl cesaret ederiz ki, isyanımızla öyle bir sultanının emirlerine karşı geliyoruz ki, yıldızlar, aylar, güneşler itaatkâr askerler gibi emirlerine itaat ederler.

Hem isyanımızla öyle bir azize karşı geliyoruz ki, öyle azametli ve itaatli askerleri var ki, farz-ı misal şeytanlar dayanabilselerdi, onları dağ gibi güllelerle taşlayabilirlerdi.

Hem öyle bir sultanın memleketinde isyan ediyoruz ki, kullarından ve askerlerinden öyleleri var ki, değil bizim gibi küçük, aciz mahlûkları, belki farz-ı muhal dağ ve yer büyüklüğünde asi bir mahlûk olsaydık, dünya büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, bize atıp dağıtabilirlerdi.

http://www.ilmedavet.com/el-aziz.html

******************************************************

 


ESMA DERSLERİ – 10 – EL AZÎZ (B)

$
0
0

AZÎZ-A            “Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

 EL AZÎZ

El Azîz Aziz ve celil olan Allah’tır ve O her izzetin, gücün, kuvvetin kaynağıdır.

İzzet; Yücelik ve üstünlük demektir. Dolayısıyla eğer bir üstünlük ve izzet istenecekse ancak üstün olan zattan istenir. O’ndan medet bekleyip yardım umulur. Çünkü gerçekte dayanılacak bir üstün güce, kuvvete sahip olan o zattır. Kuvvet bir medet olup o da sadece kaynağından istenir, O’ndan beklenir. O bu gücün sahibinden bir medet, bir yardım isteyenler üzerinde olumlu bir etki bırakır. Hak olan zattan yardım ve imdat ister. Nereden gelirse gelsin kendisinden yardım isteyenin hasmını ansızın güçsüz hale düşürür.

Zaten zatı, sıfatları, melekûtu ve mülkü itibarıyla izzet sadece Allah’a hastır. Bir de O’ndan yardım isteyenlere özgüdür. Bu husus Kur’an-ı Kerîm de;

Yekulûne lein reca’na ilelMediyneti leyuhricennel e’azzu minhel ezelle, ve Lillâhil ‘ızzetu ve liRasûliHİ ve lilmu’miniyne ve lakinnelmunafikıyne lâ ya’lemun; (Münafikun/8)

Oysa izzet, kuvvet, haysiyet ve şeref sadece Allah’ın, Resulünün ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.

Bu ayette geçen izzet(güç) Allah’ındır diye başlayan ve Lillâhil ‘ızzetu hakkında İbn. Manzur lisanu’l-Arab adlı eserinde diyor ki;Kuvvet, güç ve galebe, üstün gelmek Allah’a hastır.

Oysa izzet, kuvvet, haysiyet ve şeref sadece Allah’ın, Resulünün ve mü’minlerindir şeklinde 3 boyutlu olarak tertip olunmuştur.

Birinci boyut; İzzet, şeref, güç ve kuvvet Allah’a hastır, bu itibarla yardım ve medet yalnız O’ndan istenir. Eğer Allah Azîz olmamış olsaydı izzet sahibi olamazdı. Öünkü Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

Her kim izzet düşünüyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır. (Fatır/8)

Bu nedenle her kim şeref, saygınlık ve üstün bir yer edinmek istiyorsa o kimsenin mutlaka kaynağına yönelmesi gerekir. Tıpkı peygamberlerin atası Hz. İbrahim’in dediği gibi yapmalıdır, çünkü o şöyle diyordu;

O beni yarattı, sonra da bana O doğru yolu gösterir. O ki beni yedirir, içirir, hastalandığım zaman O bana şifa verir. O ki beni öldürür, sonra beni yine diriltir. Ve O ki ceza gününde günahlarımı bağışlamasını ümit ederim. Ya rab bana bir hüküm ver ve beni iyiler zümresine kat. (Şuârâ/83)

Burada belirtildiği gibi İbrahimi olan her istek ve talep izzete ulaşmak, kuvvet ve yardımı O’ndan istemek içindir. Dünya ve ahirette aşağılanmamak ve basite düşmemek için aziz olmak buna bağlıdır. Ey Azîz olan Allah’ım, izzetin, kuvvetin, kudretin ve rahmetinle bize yardım et. Senden başka İlâh yoktur, sadece sen varsın, seni takdis ve tenzih ederim.

İkinci boyut; Ayette ikinci olarak izzetin, şeref ve saygınlığın ResulAllah a ait olduğu ifade olunmaktadır. Çünkü yüce Allah onu âlemlere rahmet olarak seçmiştir. Onu daha önceden gönderilen kitapları tasdik eden, doğrulayan bir peygamber olarak kitapla güçlendirmiş ve desteklemiştir. Nitekim rabbimiz şöyle buyuruyor.;

O sana kitabı, öncekileri doğrulayıcı olarak hak ile indirmektedir. (A. İmran/3)

ResulAllah’ın izzeti, yüce Allah’ın izzeti sayesindedir. Çünkü ResulAllah izzeti, gücü ve kuvveti, asıl kuvvet sahibi olan Allah Teâlâ’dan almaktadır. Kuvvet bir hüccettir. Son dinin kitabı ise içinde tüm hüccetleri toplayan bir kitaptır Ki onlar kişiyi en doğru ve en kuvvetli olana yönlendirir.

Üçüncü boyut; Ayette görüldüğü gibi kitaplarına ve peygamberlerine iman eden mü’minlere hastır. Mü’minler iman eden kimselerdir onları iman etmeleri sayesinde de İslâm güç kazanmıştır. İslâm’ı güçlendiren kimseler onlar olmuşlardır Nitekim onlar da İslâm sayesinde izzet sahibi olmuşlar, güç elde etmişler ve saygınlık kazanmışlardır. Bu elden ele değişebilen bir izzet ve şereftir. Yani kim Allah’a ve O’nun dinine yardım ederse Allah ta onları zafere erdirir. Nitekim rabbimiz;

Elbette Allah kendi dinine yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlü, çok izzetlidir. Onlar ki kendilerini yeryüzünde iktidar mevkiine getirdiğimiz takdirde namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyilikle emrederler, kötülükten nehy ederler. Bütün işlerin sonu sadece Allah’a aittir. (Hac/41)

İbn. Kayyum ayette geçen “izzet” kelimesi ile üç mana murat olduğunu belirterek diyor ki;

Birincisi, kuvvet izzetidir. İkincisi, imtina izzetidir, üçüncüsü ise kahır izzetidir. Yüce Allah burada sayılan her üç izzet bakımından da tam bir izzet sahibidir. Çünkü tam izzet O’na hastır.

Bu üçten ilki bu fiilin üçüncü babdan olarak “azze-yeazzu” olarak kullanılmaktadır. Burada fiilin ikinci harflerinin hem mazi ve hem de muzari fiillerde meftuh olmasıyla fiil kullanılmaktadır. Nitekim örnekte de öyle sunulmuştur.

İkinci kullanımı ise dördüncü babdan “azze-yeizzu” şeklinde muzari fiilde fiilin ikinci harfinin (aynın) esreli olarak gelmesidir.

Üçüncü kullanımı ise fiilin beşinci babdan “azze-yauzzu” diye gelmesidir. Burada aynın ötreli olarak gelmesi, harekelerin en kuvvetli olanı ile gelmiş olmasıdır ki, en kuvvetli manalar için en kuvvetli harekeler verilmiş, en hafif manalar için de en hafif harekeler verilmiştir. Orta durumunda manalar içinde orta derecede harekeler verilmiştir.

Bu izzet vahdaniyet gerektirir çünkü bir şeyde ortaklık yani şirket varsa, orada izzet, güç eksilir. Nitekim izzet aynı zamanda kemal sıfatlarını da gerekli kılar. Oysa ortaklıkta izzetin kemaline aykırılık vardır. Bir yerde ortaklık varsa orada sıfatlar yönünden de kemal anlamında bir izzet yok demektir. Nitekim bu aynı zamanda zıtları da ortadan kaldırır. Aynı şekilde başkalarına benzer olmaması gereğini de ortaya koyar. Bütün bunlar izzetin sonucudur.

Hiç şüphesiz izzet-i Kâmile sadece yüce Allah’a hastır, bu itibarla O, her izzetin kaynağıdır, her izzet O’ndan beslenir, O’ndan yardım ve güç alır Nitekim bu da;

Oysa izzet, kuvvet, haysiyet ve şeref sadece Allah’ın Resulünün ve Mü’minlerindir. (Münafikun/8) ayetinin tefsiridir.

Her bir sıfat, o sıfatı mana itibarıyla ihtiva eden sıfatı sebkat etmiş (Ondan önce gelmiş)tir. Ve o sıfatın bir devamı olarak sıfat uzamıştır. Nitekim el Müheymin sıfatı, el Azîz sıfatından önce gelmiş olması itibarıyla zaten el Azîz sıfatının manalarını da içermektedir. İşte bunun içindir ki izzet sıfatı aynı zamanda el-Müheymin sıfatının içinde mana olarak yer almaktadır. Çünkü el Müheymin ismi, el Azîz sıfatını heymenet vasfı içinde devam ettirmektedir. Nitekim el Azîz sıfatı da kendisinden sonra gelen tüm sıfatların manalarını ihtiva etmektedir.

Bu aynı zamanda önünde yardım kapılarının devam edip giden o güzel sıfatların da bir fatihası, bir girişidir. Ki onların hepsi de manalarını “Allah” isminden almaktadırlar. Çünkü Allah ismi o manaları ihtiva eden bir isimdir. Yani manalarını Allah, el-Melik, el Kuddüs, es Selâm, el Mü’min ve el-Müheymin isimlerinin tamamından almaktadır Çünkü bu isimler daha önce geçmişlerdir, zikredilmişlerdir. İşte bu isimler kendilerinden önce geçen sıfatların manalarını taşımaktadırlar. İşin böyle olması, bunların tamamının yüce Allah’ın sıfatlarından bir sıfat olmaları ve o sıfatlarında diğer sıfatların manalarını bütünüyle ihtiva etmiş olmasındadır. İşte bu açıdan el-Azîz’ul-a’zam yani en yüce Aziz sadece Allah’tır Celle celâlühü.

Yüce Allah kuvveti ve izzetiyle insanlara sesleniyor ki el-Kaviyyu’l-Azîz olduğunu yani en güçlü en kuvvetli kendisinin olduğunu bildirmiş olsun. Çünkü onun üzerinde mutlak manada Kavî ve Azîz olan bir başka güç yoktur. Yüce Allah şöyle buyuruyor;

Ey insanlar, bir misal verildi, şimdi ona iyi kulak verin. Haberiniz olsun ki sizin Allah’tan başka tapındıklarınız bir sinek yaratamazlar. Hepsi onun için bir araya gelseler bile. Şayet sinek onlardan bir şey kaparsa onu ondan kurtaramazlar. İsteyen de güçsüz istenen de. Allah’ın yüceliğini gereği gibi takdir edemediler. Gerçekten Allah çok güçlü ve üstündür. (Hac/73-74)

El Kavî ve el-Azîz olan Allah asla zayıf değildir. O her fiili yapmaya kadir olandır Çünkü O bir şey dilediğinde ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir. Çünkü Allah için zor olan bir şey yoktur, O’nun için her şey kolay ve basittir. Zira mutlak kuvvet ve izzete malik ve sahip olan yalnız ve sadece O’dur. Mü’min olan bir kimse de zayıfa kulluk edilemeyeceğini idrak edip kavrayan kimsedir. Putlar duymazlar, duaya ve çağrıya icabet etmezler. Eğer herhangi bir çağıran ya da dua eden biri onları çağırsa ya da onlardan bir istekte bulunsa, hiçbir zaman hiçbir isteği ve çağrıyı duymazlar ve icabet etmezler. Çünkü hepsi de zayıftırlar, sonuçta yok olmaya mahkûmdurlar. İşte bu nedenle zayıf olanlara ancak zayıf kimseler inanırlar. Kuvvetli olana da ancak iman bakımından kuvvetli bir inanca sahip olanlar inanırlar.

O halde sadece Allah el-Kaviyyu’l-Azîz dir. Her şeye egemen olan ve hükümranlık elinde bulunan da kendisidir. Allah Teâlâ nın; “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara/30) buyruğu gereği, muti olan insan da izafet yoluyla kuvvetlidir ve Azîz dir. Çünkü bir şey adına halife seçilen kimse, adına halife olduğu zatın sıfatlarından ve özelliklerinden yararlanır. Sıfatlar bir kuvvettir, bir güçtür. Bu bakımdan halifenin, kendisini halife seçenle irtibatlı olması gibi sıfatta mevsufu ile irtibatlıdır, onunla bağlantılıdır.

Kavi ve Azîz olan yüce Allah insanları yeryüzünde halifesi olsunlar diye yaratmıştır. Yoksa O’nun yerine geçmeleri için yaratılmış değildir. Aksine kendi adına ve başkaları adına üzerine düşenleri yerine getirmeleri için yaratmıştır. Böylece halife olan kimse, diğer insanla olan ilişkilerini, bağlarını, kan bağı, akrabalık, sevgi, muhabbet ve ülfet bağları çerçevesinde yürütür. Keza zorunlu olan ilişkiler bağlamında aynı ülkenin vatandaşı olmaları, aynı ihtiyaçları paylaşmaları, vicdanlarına dayalı olan ilişkiler çerçevesinde sürdürürler. Bu çerçeve de halife ilişkilerini sürdürmelidir ki yeryüzünde ıslah eden düzelten biri olsun.

İnsanoğullarından her kim yeryüzünde bozgunculuk çıkarır ve huzursuzluklara neden olursa o takdirde o kimseler halife seçilebilme koşullarını ihlâl etmiş olurlar. Bu da rabbimizin şu ayetinde beyan edilmektedir.

Ey Davud’ gerçekten biz seni yeryüzünde halife yaptık. Artık insanlar arasında doğrulukla hükmet. Keyfine uyma ki seni Allah yolundan sapıtmasın Çünkü Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttukları için kendilerine pek şiddetli bir azab vardır. (Sad/26)

Allah Teâlâ Hz. Davud A.S. ı, kendisinden önce gelen peygamber ve Salihlerin yerine halife seçmiştir. Hak ile hüküm vermesi demek ise, apaçık delil ve kanıt ortaya koyarak gerçekleri meydana çıkarması demektir. Bu esnada herhangi bir karışıklığa meydan verilmemesini, hükümlerde muğlaklığın ve müphemliğin bulunmamasını, herhangi bir tarafa meyletmeksizin tarafsız bir şekilde yargılama yapmasını istemiştir. Çünkü Hak ile hüküm vermek budur. Allah’ın emrettiği şekilde bir hüküm verilmesidir. Yoksa kişilerin mizaç ve karakterlerine göre, ya da kişilerin merhamet duygularına dayalı olarak hüküm verilmesi demek değildir. Aksine adalete ve hakka dayalı olarak hüküm verilmesidir.

Çünkü Allah indirdikleriyle her kim hüküm verirse bu durumda ve özellikte olanlar, hiçbir zaman yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi olmazlar. Zira yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar orada halife olabilmeye hak kazanmış olmazlar. Zaten rabbimizin şu ayeti de bu gerçeği dile getiriyor;

Yoksa iman edipte salih amel işleyenleri o yeryüzünde ki bozguncular gibi yapar mıyız? Yoksa o takva sahiplerini arsız çapkınlar gibi yapar mıyız? (Sad/28)

O takdirde eşitlikten söz edilemez, eşitlik sağlanmış olamaz. Çünkü yeryüzünü ıslaha çalışanlarla orayı ifsada götürenler hiçbir zaman eşit olmazlar. Bu nedenle Allah’a ve Resulüne iman eden takva sahipleriyle facir ve kâfirler hiçbir zaman eşit olmazlar Bu mümkün değildir.

Sallabi de Yüce Allah’ın el Azîz ismiyle alakalı olarak diyor ki; el Azîz ismi izzetin, şerefin ve saygınlığın tamamı kendisinin olan zat demektir. Yani kuvvet, galebe ve imtina bakımlarından herhangi birinin böylesi bir izzete ve güce sahip olması mümtenidir, mümkün değildir. O tüm varlıkları hükümranlığı altına almıştır. Halife de O’na boyun eğmiştir. O’nun azameti karşısında bir şey olmadığını anlamıştır.

İşte bu tanımıyla Ali Muhammed Sallabi, izzet ismini; Kuvvet, galebe ve imtina kelimeleriyle irtibatlandırmaktadır. Bu tanım gösteriyor ki Yüce Allah’ın güzel isim ve sıfatları hem Camî hem de Mâni dir. İçinde tüm güzellikleri barındırması ve bulundurması bakımından Câmi dir, toplayandır. Güzel olmayan sıfatları da taşımaması ve barındırmaması bakımından bu türden sıfatları da menediyor olması itibarıyla Mâni dir.

“el Azîz” kullarının aziz olmasını, güç ve kuvvet sahibi olmasını isteyen demektir. Kullar Allah’tan izzet istemedikçe aziz olamazlar. Çünkü gerçekten Azîz ve Hâkim olan Allah’tır. Bu itibarla O, yeryüzünde sadece kendisinden izzet isteyenleri halife olarak seçer. Çünkü insanlar ancak o sayede halifeliğe aday olabilirler. O’nun izzeti sayesinde yeryüzünde mirasçı olabilirler ve orada o sayede ancak söz ve eylemleriyle ıslahat yapabilirler, güzelleştirebilirler.

Çünkü Azîz olana itaat edilir, zelil olana itaat olunmaz. Kim Azîz olan tabi olursa, izzet sahibi kılınır Kim de zelil olana uyarsa o da zelil kılınır. Zira Azîz olan sadece Allah’tır. O’na iman edenlerde aziz olacak olanlardır. Aziz olanlar Allah’a sığınırlar ve bu sayede doğru yolu bulmak isterler. Çünkü Allah şöyle buyurmuştur;

Oysa her kim Allah’a sımsıkı tutunursa, o kesinlikle doğru yola çıkarılmıştır. (A. İmran/101)

Sırat-ı Müstakime yani dosdoğru olan yola ancak Hâkim olan çıkarır. Azîz ve Hâkim olan ise sadece Allah’tır. Bu itibarla O’ izzet ve hikmetiyle mü’minleri yeryüzünde aziz ve güçlü kimseler kılar. Hikmet sahibi insanlar yapar. Çünkü Azîz ve Hâkim olan Yüce Allah Kavî ve Metîn olandır. Her şeyin sırrı O’nun elindedir. Yaratılmışların sırrı, hayat ve ölümün sırrı, yeryüzünde kimlerin halife seçilip kimlerin seçilmeyeceklerinin sırrı, cennet ve cehennemin sırları hepsi O’nun elindedir. Bizler O’na iman edenlerdeniz. Birtakımımız Allah’ı katından bildirimiyle bazı şeyleri bilebiliriz, ancak her şeyi bilemeyiz. Nitekim Allah şöyle buyurur;

“Size pek az ilim verilmiştir.” (isra/85)

Bu da Azîz ve Hâkim olan Allah’tan bir hikmet gereği böyledir. Böyle olmasaydı o taktirde ne diye bizeçok bilgi verilmemiş olsun? Nitekim Yüce Allah asil olan o peygambere şöyle buyurmuştur;

 Ve de ki, “Rabbim benim ilmimi artır.” Tâhâ/114)

Bu da işin bir başka hikmetidir. Allah aklımız oranında ilimden bize bilgi uzatıyor. Ancak bizim akıllarımız sınırlıdır, O’nun geniş olan ilmini ihata edemez Nitekim bu konuda ki gücümüz ve yeteneklerimiz de sınırlıdır. Bizim takatlerimizin de belli bir alanı vardır. Bir başlama noktası ve bir de sona erme noktası vardır. Oysa Yüce Allah’ın ilmi asla bizim ilmimiz gibi değildir. O’nun ilmi tam ve ezeli olan bir ilimdir. İşte bu nedenle biz sadece belli ölçü ve miktarda olanları bilebiliriz. Bunda da zaten bir hikmet vardır.

“El Azîz”; Bizim üzerimizde tasarruf sahibi olan Hâkim, işlerimiz ve işlerimizle ilgili hususlar hakkında da tasarruf sahibi olan yine Hâkim Allah demektir. Nitekim başkalarıyla olan ilişkilerimizde de tasarruf sahibi olan Hâkim olan rabbimizdir. Bu itibarla hikmet, Azîz olan Allah’tan bağışlanılmakta ve O’ndan alınmaktadır O hikmeti, yiye hikmetinin bir gereği olarak dilediğine verendir. Nitekim istediğinde de dilediğinden çıkarıp alandır. Bu iman sayesinde alınır. O’na yaklaşmakla kazanılır ve O’na yönelinir. Nitekim tasarrufta güzel olmakta bir hikmet gereğidir. İşlerin gemini elinde bulundurmak, onları bilgi, marifet, yakîn ile idare etmek idrak ettiklerinin sonuçlarını kavratmak da gerekli olan kural çerçevesinde elinde bulundurmakta Allah’ın elindedir ve O’nun izniyledir. Nitekim onlar üzerine eğilmek, gereğini yapmak, gerekmeyenden uzak durmak ve kaçınmakta O’nun eliyledir ve hepsi bir hikmetinin gereğidir.

“El Azîz’ul-Hakîm” olan zat, Vahid ve Ahad olan Allah’tır. Bu bakımdan Azîz ve Hakîm olan zat iki değildir. Aksine O, bir ve tektir. Azîz ve Hakîm olandır. O’ndan başkası asla Azîz ve Hakîm değildir Bu bakımdan Yüce Allah bir ve tek olması itibarıyla Ahad’dır O’nun sıfatları taaddüt eder. Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Yüce Allah Azîz dir, Hakîm dir.

Esasen Azîz isminin Hakîm ismi ile olan irtibatı, yüce olan zatın yüce olan sıfatlarıyla irtibatı bağlantılı olması demektir. Bu bakımdan Yüce Allah zatı itibarıyla izzet sahibidir, fiilleri itibarıyla da hikmet sahibidir. O, Vahidu’l-Ahad dır. O’nun bir şeriki, ve ortağı da yoktur. O’nun bir babası ve anası olmadığı gibi çocuğu da yoktur. O Evvel dir, O’, Âhir dir ve O her şeye kâdirdir.

Bu nedenle el Azîz olan Yüce Allah aynı zamanda er-Rahîm’dir. Çünkü başlangıçta sonuçta yani bidayet ve nihayette O’nun elindedir. Bu bidayet ve nihayet arasında olanlar da ikisinin içinde bulunanlar da O’nun hikmeti gereğidir. Çünkü O izzeti sayesinde Hz. Nûh’u, Hz. Yûnus’u, Hz. Musa’yı ve onunla beraber olan mü’minleri kurtardığı gibi yine dilediklerini de kurtarır.

Yine O izzeti sayesinde istediklerini de zelil kılar. Nitekim Hz. Musa’ya karşı başkaldıran kâfirleri zelil kılmıştır. Yüce Rabbimizin şu ayeti de bu gerçeği ifade etmektedir.

“Bunun üzerine Musa’ya; “Asan ile denize vur” diye vahyettik. Vurunca bir infilak etti, her bölük koca bir dağ oluverdi, ötekileri de buraya yanaştırmıştık. Musa’yı ve beraberindekileri tamamen kurtardık sonra da ötekileri boğduk. Şüphesi bunda gerçekten bir ibret vardır. Fakat çokları inanmadı Ve şüphesiz ki Rabbin çok güçlü ve çok merhametlidir. (Şuârâ/68)

“el Azîz” isminin içeriğinde kemal sıfatları bulunmaktadır. Çünkü O, vahdaniyet itibarıyla Azîz dir. O, mülkü ve kudsiyeti itibarıyla Azîz dir. O, Selâm ı ve imanı itibarıyla Azîz dir. Keza heymeneti yani egemenlik be hükümranlığı ve tuzak kuranların tuzaklarını başlarına geçirmesiyle Azîz dir. O, Müşriklerden intikam almakla Azîz dir. Çünkü Azîz olan Allah her türlü izzetin kaynağıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

Kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet Allah’a hastır.” (Fatır/10)

Kim Allah’a sığınırsa o kimse talebinde ve isteklerinde zarara uğramaz., hayal kırıklığı yaşamaz.

Azîz olan Yüce Allah’tır O’nun bir sıfatı da İzzet sıfatıdır Allah bu sıfatı ile kendisinden yardım isteyen ve kendisine sığınanlara yardım eder onları zafere kavuşturur. Allah kime izzet ile yardım elini uzatırsa ona zafer elini de uzatmış olur. Kim Allah’tan başkasından izzet dilerse o zelil olur. Çünkü “izzet tamamen Allah’a hastır.” Mademki izzet tamamen Yüce Allah’a hastır, o takdirde Allah’tan başkası için izzet söz konusu değildir.

Buna göre izzet ancak Kavî ve Azîz olandan elde edilir, O’nun yardımıyla kazanılır. Çünkü hak olan söz bunda vücut bulur. Hakka göre amel etmek onunla sağlanır. Kaldı ki izzette hikmet vardır hayırlı ve iyi olan işleri yapmak için güç bununla kazanılır. Bu sayede yapılan her hayır işi sebebiyle Allah’a hamd edilir. Kul bu sayede Azîz ve Ğafûr olan Allah’tan mağfiret kazanır. Kim insanlar arasında aziz olarak yaşarsa onlar arasında saygı gören biri olarak yaşar.

İbn. Esir diyor ki; “Esasen izzet kuvvet demektir, şiddet demektir, galebe çalmak demektir.” Nitekim Sıddıkî de diyor ki; Aziz demek hiçbir zaman yenilmeyen, galip demektir.

El-Azîz; Makamı yüce olan, her şeyi gören, her durumu, her sözü ve her fiili bilendir. O’ndan gizli kalan bir batın da bir zahir dr yoktur. Varsa mutlak O’nun izni iledir. Çünkü O Alîy dir, Hakîm dir, her şeyi bilendir ve her şeyi bir hikmete göre idare edendir. Hiçbir şeye asla muhtaç değildir fakat her şey O’na muhtaçtır. Yüce Allah şöyle buyuruyor;

“Oysa İzzet, kuvvet, haysiyet ve şeref sadece Allah’ın, Resulünün ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. (Münafikun/8)

Burada; “Fakat münafıklar bunu bilmezler” buyururken bununla şöyle demek istiyor. “Eğer münafıklar izzetin, şeref ve saygınlığın, gücün Allah’ın, Resulünün ve mü’minlerin olduğunu bilmiş olsalardı kesinlikle iman ederlerdi.” Yani onlar izzetin gerçeğinin imanda olduğunu, iman etmekle sağlanabileceğini bilmiyorlardı. Çünkü iman edenler tam bir marifet ve kesin iman ile inanmışlardı. Müslümanlar izzetin imanda olduğunu biliyorlardı, bu nedenle de iman etmiş oldular ve bu sayede de izzete nail oldular. Nihayetinde hepsi de aziz kimseler oluverdiler. Çünkü İzzet Hak olan Azîz’in elindedir. Kim başkasından izzet beklerse o kimse zelil olur. Nitekim üstünlüğünü ortaya koymak için firavunun çağırdığı ve kiraladığı büyücülerin durumları kimseye gizli kalmış değildir. Onların hal ve hareketleri Allah’ın kitabında mahfuz bulunmaktadır. Bakın ayette bu hususta ne buyurulur;

Ve “firavunun yüceliği hakkı için şüphesiz biz üstün geleceğiz” dediler. (Şuara/44)

Çünkü büyücüler üzerine yemin edilme hakkı olmayan birinin üzerine ve adına yemin ettiler. Firavunun yüceliği ve izzeti adına dediler. Böylece hüsrana uğradılar ve kaybedenler oldular. Çünkü bir de baktılar ki Hz. Musa’nın asası, Musa’nın Harun’un ve alemlerin rabbinin izzeti ver yüceliği adına onların ortaya koydukları maharetlerini yutuvermiştir. Oysa, eğer izzet ve saygınlık sihirbazların adına yemin ettiklerinin olsaydı o takdirde kesin olarak galebe çalacak ve üstün gelecek olanlar onlar olurlardı. Çünkü bizzat sihirbazların kendileri, kendilerinin büyücü olduklarını biliyorlardı. Bu itibarla inandıkları şeyin gerçekte iman ve inançla ilgisi olmayan bir şey olduğunu, iman etmeye değer olmadığını da biliyorlardı. Zaten rabbimizin şu ayeti de bu gerçeği ifade etmektedir.

Attıklarında Musa dedi ki; Bu sizin yaptığınız bir sihirdir Muhakkak ki Allah onu iptal edecektir. Şüphesiz ki Allah fesatçıların işini düzeltmez.” Allah kendi sözleriyle gerçeği ispat eder suçlular hoşlanmasa bile. (Yûnus/81-82)

Çünkü Hz. Musa’yı kuvveti ve gücü ile üstün kılan zat, izzet ve üstünlük elinde olandır. Zaten böyle olduğu içindir ki bozguncuların yaptıklarını, eylemlerini de boşa çıkarmışl, iptal etmiştir. Böylece hak üstün gelmiş ve batıl da yok olmuştur.

Alemlerin rabbi olan Allah’a hamd olsun Çünkü O, sihirbazların Fravunun gücü ve üstünlüğü ile üstünlük kazanmalarını geçersiz kılmış hezimete uğratmış, Allah’ın izzetini ve gücünü karşılarına çıkarmıştır. Bunun üzerine büyücüler alemlerin rabbine iman etmişlerdi. Zaten firavun yenilgiye uğrayınca şaşırmış ve şaşkınlığı içinde Kur’an-ı Hakimde ifade edildiği gibi şöyle demiştir.

Firavun dedi ki; “Ben size izin vermeden O’na iman mı ettiniz, anlaşıldı ki o size sihri öğreten büyüğünüzmüş! O halde kesinlikle yakında anlayacaksınız. Çaresiz ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim hepinizi muhakkak çarmıha gerdireceğim.” (Şuara/49)

Büyücüler de Allah’a iman ettikleri için şöyle cevap verdiler;

“Zararı yok, mutlaka biz rabbimize döneceğiz, şüphesiz biz mü’minlerin ilki olduğumuzdan dolayı Rabbimizin bize mağfiret buyuracağını ümit ederiz.” (Şuara/50-51)

İzzet hakkın kesin olarak zafer kazanması ve batılın da yok olması demektir. Kim Yüce Allah’a iman ediyorsa Allah onun kendi dininde zafere ermesi için ona yardım eder. Kim Allah’ın dinine yardım ederse Allah’ta ona yardım eder. Allah, kimi dininde aziz kılmışsa Allah o kimseyi yeryüzünde halife kılarak onun izzet bulmasını da sağlar ve cennette de O’nun halifesi olur.

Elbette Allah kendi dinine yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz ki Allah çok güçlü çok izzetlidir. (Hac/40)

İzzet sahibi olan Rab sadece izzetle nitelenir. Onun için izzetten başka vasıf söz konusu değildir. Çünkü izzet dışında bir başka vasıfla O’nu niteleyen kimse izzet sahibi olan rabbini, Aziz olan Allah’ı hiçbir şeyle nitelemiş olur ki bunun Yüce Allah ile hiçbir alakası olmaz. Çünkü izzet sahibi olan Allah şöyle buyurmaktadır;

O öyle Allah’tır ki O’ndan başka ilah yoktur. El Melik’tir. (mülkün sahibidir.) el Kuddüs’tür (Son derece mukaddestir.) Es Selâm’dır (selamete erdirendir.). El Mü’min’dir (güveni sağlayandır). El Müheymin’dir (görüp gözetendir.) El Azîz’dir (Üstündür). El Cebbar’dır (zorludur). El Mütekebbir’dir (büyüklükte eşi olmayandır). Allah müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir. O yaratan, var eden, Varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nu tesbih ederler O öyle üstündür, öyle hikmet sahibidir. (Haşr/22-23-24)

Güç ve kuvvet sahibi Rabbin, onların isnat ettikleri vasıflardan münezzehtir. Selâm tüm peygamberlere ve Hamd âlemlerin rabbi Allah’a. (Saffat/180-182)

İzzet sıfatı Yüce Allah’ın mutlak olan bir sıfatıdır. Bu nedenle bu sıfatla sadece ve sadece yüce Allah vasfedilir. Tüm peygamberler –Allah’ın sâlât ve selâmı üzerlerine olsun- bu gerçeği bilirler, bu ilahi özelliği bilirler. Çünkü Allah onlara ve onlardan sonra gelen mü’minlere bu özelliği bahşetmiştir. Çünkü o mü’minler peygamberlerin iman çağrısına icabet etmişlerdir ve tevhit inancına, Allah’ın birliğine iman etmişlerdir. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ederim. Çünkü Yüce Allah kendisine hamd ve şükredenlere, kendisine halife olmayı tahsis etmiş ve izzeti onlara vermiştir.

El Azîz Mutlak manada Aziz demektir. Mutlak manada aziz olanın dışındakilerin tamamı zelildirler. Bu esasen akıl açısından da adaletli bir durumdur. Bu konuda herhangi bir aklın tartışması yoktur. Hatta metot itibarıyla basit te olsa veya fikri düzey yönünden olsa da hiçbir akıl bu konuda tartışmaya yer bırakmadan bunu kabul eder Çünkü muhtaç olduğu her şey zelildir. Mutlak manada zengin olan ise –ki O Allah’tan başkası değildir- Azîz dir. Çünkü mutlak manada hiçbir şeye muhtaç olmayan elbette azizdir. Eğer bir kimse bir başkasına ihtiyaç duymayacaksa o takdirde mutlak manada zengin (Ğani) olana, kimseye ihtiyaç duymayacak biri var mıdır?

Her şeyden münezzeh olan yaratan Allah, mutlak manada Ğanî olandır. O’nun katında, O’ndan başkasına muhtaç olmak diye bir şey yoktur. İşte o zatta Allah’tır. Mutlak olan kemâl sıfatları itibarıyla, O’nun hiçbir yaratılana muhtaç olması asla söz konusu değildir.

El Azîz; galip olan demektir. Çünkü el Azîz kelimesinde galebe çalmak, üstün gelmek ve imtina manası yatmaktadır.

Daha önce kuvvetin ve gücün galebesi, üstün gelmesi ve bunun hüccetliği konusu üzerinde durmuştuk Burada bizim buna izafe etmek istediğimiz ise mutlak galebenin başlangıcı ve mebdei meselesidir. Çünkü her şeyden münezzeh olan Azîz Rabbimiz mutlak manada galip olandır. Nitekim ayette şöyle buyurulmuştur;

Allah yaptığı işte üstüm bir güce sahiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Yûsuf/21)

Burada üstün gelmek ya da galebe çalmak kudret ve güç manasınadır ki, bir şey dilediğinde onu dilediği zaman yapabilen, onu dilediği zaman yapabilen ve istediğini yapmakta hiçbir zaman engellenmeyen ve engellenemeyen demektir. Keza istediğini yerine getire de kendisiyle asla tartışılmayandır. Bilakis O, bir şey dilediğinde O’nun o şey hakkında ki emri sadece ona “ol” demesidir. Bu ol deme emriyle o şey de hemen oluverir. Çünkü Allah ortak koşulmaktan münezzehtir, berîdir. Yani Yüce Allah’ın olmasını dilemediği şeyin gücünü ortadan kaldırmaya ve ellerinden kudretlerini ve güçlerini aldıklarına izafetle dilediğini dilediği gibi yapandır. Bu da mutlak manada olan kudretini pekiştirmek ve onu göstermek içindir. Çünkü elinden gücü alınanlar, bir şey yapmak isteseler de herhangi bir şey yapma gücünü yitirenlerdir. Acaba görmeyen birine bir şeyi görmek istese bile onu göstermek hiç mümkün olabilir mi?

Bunun içindir ki Azîz olan Allah’ın askerleri O kimlerden nelerin alınmasını istiyorsa onları o kişiden soyup alırlar. Fakat Allah’ın askerleri o şeyleri yok ederken bizim onları yeniden yerine getirebilme gücümüz yoktur, olamaz da. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

Ey insanlar, bir misal verildi, şimdi ona iyi kulak verin. Haberiniz olsun ki sizin Allah’tan başka taptıklarınız bir sinek yaratamazlar. Hepsi onun için bir araya gelseler bile, şayet sinek onlardan bir şey kaparsa onu ondan kurtaramazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. Allah’ın yüceliğini gereği gibi takdir edemediler. Gerçekten Allah çok güçlü, çok üstündür. (Hac/73-74)

İnsan açısından sinekten daha basit bir canlı var mı? Oysa buna rağmen sinek ondan bir şeyler kapıp aldığında acaba yeniden onu sinekten alabilecek gücü var mıdır? Bu itibarla mutlak manada izzet sahibi olmamasından ötürü, o kimse sinek karşısında zelil durumdadır, bir şey yapamamaktadır.

El Azîz Allah emri gereği galiptir, üstündür. O galebeyi ve üstünlüğü kendisine ve elçilerine yazmıştır. Nitekim Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurur.

Allah; And olsun ki ben galibim, yenerim. “Ben ve peygamberlerim” diye yazmıştır. Şüphe yok ki Allah güçlüdür daima üstün gelendir. (Mücadile/21)

Azîz olan Allah’ın galip gelmesi, keza peygamberlerinin de galebe çalmaları mutlaktır. Çünkü galebe çalma durumu sınırlandırılmamıştır. Galebe çalmak, üstün gelmek ve yenmek ise ancak güç sayesinde olur. Ki Yüce Allah’ta bizi, onu yerine getirmeye ve uygulamaya koymaya teşvik ediyor. Nitekim esenliğe kavuşmamız için de bunun sebeplerini ve yollarını da bize açıklıyor. Müşrikler hoşlanmasalar da bizden o sebeplerin gerçekleştirilmesini istiyor. Bu nedenle Rabbimiz şöyle buyuruyor;

Sizler de onlara karşı gücünüzün yettiği her çeşit kuvvetten, savaş için beslenen atlardan hazırlayın. Onunla hem Allah’ın düşmanı hem de sizin düşmanınızı, hem de sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanlarınızı korkutursunuz. Allah yolunda her ne kadar harcarsanız mükâfatı size tamamen ödenir ve hiç zarara uğramazsınız. Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a dayan Çünkü işiten bilen ancak O’dur. (Enfal/60-61)

Bu da ancak bir vasıta ile olur, çünkü delil mutlaktır. Bu nedenle hiçbir peygamberin delili yoktur ki galebe çalmamış, üstün gelmemiş olsun. Çünkü Azîz olan Allah peygamberlerinin aziz ve düşmanlarının da zelil olmasını istemiştir. Bu nedenle her şeyden önce idrak hüccetine sahip olunmalıdır. Çünkü idrak hücceti peygamberlerin akıllarında kesin olarak şekillenmiştir. Ki onları da zaten Yüce Allah seçmiştir. Nitekim şu ayeti kerime de bu gerçeği tekit ve teyit etmektedir. O ayette her şeyden münezzeh olan Azîz Allah şöyle buyuruyor;

Bu kavmine karşı İbrahim’e vermiş olduğumuz hüccetimizdir. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilendir. (En’am/83)

El Azîz; eşi, benzeri ve dengi olmayan demektir. Çünkü O Vahid’dir, Ahad’dır, Ferd’tir, Samed’dir. Nitekim Arapça da; “Azze, Yaizzu, İzzen, izzeten ve Azazeten” denir ki bu nerede ise bulunamayacak derecede az olan, çok ender rastlanan manasına gelir ki o şey için; “O, Azîzdir” dendiği zaman bu aradığını çok zor bulursun manasınadır. (Prof. A. Hüseyin Akil/el Esmaü’l Hüsna-Syf/127-141)

*************************************************************

EL AZÎZ

İzzet veya İzz’den türemiştir. Güçlü ve üstün olmak, galip gelmek, güç, şiddet ve üstünlük, eşi ve benzeri bulunmayacak derecede değerli olarak anlamlarındadır. Azîz hiç bir zaman mağlup edilemeyen, eşi ve benzeri bulunmayan demektir.

Gazalî’ye göre Azîz, benzeri az bulunur, kendisine çok ihtiyaç duyulur, kendisine ulaşılması güç olur özelliklerine sahip olması lâzımdır. Bu üç manayı kendinde toplamayana Azîz demek mümkün olmaz. Benzeri az bulunan nice şeyler vardır ki kadri büyük olduğu halde faydası azdır. Kadri büyük, faydası çok, benzeri de bulunmayan nice şeyler vardır ki ulaşılması güç olduğundan Azîz ismini alamazlar.

Güneş ve dünya gibi ki faydası çok, kendilerine ihtiyaç şiddetli, ama ulaşmak zor değildir, her an seyredilebilir. Bu üç özelliğin kemâli de söz konusudur. Benzerinin az bulunuşunun kemâli tek oluşudur. Bu da Allah olabilir. Kendisine ihtiyacın şiddetli olmasında kemâl, her hususta var oluşta, varlığın devam ve kemâlinde onsuz olmamasıdır ki bu da Allah’tır. O ulaşılamazdır, kendisi kendisini bilebilir. Biz onu onun bize anlattığı şekliyle bilebiliriz. O halde hakikatte Azîz Allah’tır başkası değil.

İzzet, bir kimsenin başkaları karşısında bedensel, psikolojik, ekonomik, statü gibi yönlerden güçlü, baskı altın alınamaz konumda bulunması, saygın olmasıdır. Alçaklık, âcizlik anlamındaki zilletin karşıtıdır.

İzzet şekil olarak kibre benzerse de mahiyet olarak ayrıdır. İzzet, insanın nefsinin hakikatini, kendi hakikatini tanıması, onu âcil kısmetler için hakarete düşürmeyip kerim ve kıymetli tutmasıdır. Kibirse kendini bilmemesi, kendisini bulunduğu konum üstünde tutmasıdır.

İzzet, insanın başkalarınca mağlup edilmesine mani olan hal demektir. Bu “başkaları”, ihtiyaçları, ihtirasları, nefsi, hevası, alışkanlıkları, düşkünlükleri, hoşlandıkları, şeytan, nefis, diğer insanlar olabilir. Bunlara karşı yenilmemesidir.

İnsanın kendisini zilletten koruması hürriyet olarak da isimlendirilir. İnsanın kendisini zilletten koruması, kimsensin elindekine göz dikmeyiş (tok gözlülük) minnetsiz bir hayat yaşamak, yalnızca Allah’a itimat ve izzeti böylece beklemesi ile mümkün olur. Allah’tan başka hiç kimseden bir şey beklememek ve istememek ve vermek izzet sahibi olmada çok önemlidir.

Allah’ın izzeti sadece kendisini zilletten koruyan bir izzet değil kendisine itimat edip dayananı da zillete düşürmeyen, yenilmeyen, yanılmayan, kendisiyle uğraşılamayan, hükmüne karşı gelinme ihtiyacı bulunmayan bir izzettir. İtimat edip vikâyesine sığınanları izzetiyle muazzez ve mükerrem kılar.

İradesi bütün esbâb ve âmillere hâkim, münazaa ve muhalefet edilmesi gayrı mümkündür. Onun için dalâlete düşürdüğünü yola getirecek, hidayete erdirdiğini de şaşırtabilecek hiçbir kudret ve irade bulunamaz.

Kudretine direnme, karşı koyma ihtimali yok. Vaadini yerine getirir, kazasını infaz eder, kahreder de asla galip gelinemez. Hiçbir kayıt ve şartın tesiri altında bulunmayan, koyduğu kanunların bile tesirinde kalmayan, istediği harikaları yapan demektir.

Âlemde her izzet kırılabilir, karşı konulabilir ancak onun izzetine karşı konulamaz, karşı koymak isteyenler sonun mağlup olurlar.

İzzet bazı yerlerde kuvvet ve galebe manasında tefsir edilmiştir. Pejmürde halde bulunan bir kadın şöyle demiştir. Sen İslâm üzere değil misin? İşte o, o izzettir ki beraberinde zillet ve o servettir ki beraberinde fakr yoktur.

Hz. Hasan’a insanlar sende biraz kibir var zannediyorlar demişler de cevaben o kibir değil izzettir demiş ve şu ayeti okumuştur:

“İzzet Allah’a Resûlüne ve mü’minlere aittir.” (Münafikûn 8)

Münafıkların izzeti yoktur, olsaydı acil kısmetler için yalancılığa, nifaka tenezzül etmezlerdi, ahlâksızlık ve alçaklık yapmazlardı. Onlar  kibri izzet, izzeti kibir zannederler.

Allah mü’minleri izzete erdirmek için iki haslet beyan ediyor:

1– Zikrullahtan asla gafil olmamak,

2–İnfak.

İlki rûhu güçlendirmek, ikincisi de fiilî olarak semeresini temin içindir. Asıl izzet yemekte değil yedirmekte, almakta değil vermektedir. Kur’ân’da azîz vasfı:

1–Allah’ın mutlak kudret ve üstünlüğünü, eşsizliğini belirten bir muhtevada kullanılmıştır.

“O sabahı aydınlatandır, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bu, Azîz olan pekiyi bilen Allah’ın ta kendisidir.” (En’am/96)

2 – Galebe manasının ağırlık kazandığı muhteva,

“Allah’ın âyetlerini, inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunu hakkından gelen mutlak güç sahibidir.” (Al-i İmran/4)

3 – Nâdir olmak, eşi benzeri bulunmamak anlamı,

“Size kendinizden öyle bir resûl gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe/128)

“O eşsiz bir kitaptır.”   (Fussilet /41)

Eşi, dengi bulunmayan anlamıyla tenzihî, güçlü, daimâ gelip anlamıyla da zatî sıfatlardan olur.

Bu ismin Allah için ifade ettiği anlamlar:

1 – Varlığı var ederek yokluğa gücünü göstermiştir,

2 – Varlık üzerinde hükmünü yürütür, yürütmesine kimse, hiçbir şey engel olamaz,

3 – Yaptıklarından dolayı hesaba çekilemez, sorumlu tutulamaz,

4 – Koyduğu düzenin de mahkûmu olmaz, düzenini de kimse bozamaz,

5 – Eşi, dengi, benzeri yoktur,

6 – İradesine karşı durulamaz, irade etiği bir şeyin olması için “ol” demesi yeterlidir. Hiçbir şey ona zor gelmez,

7 – Azalarda bir haksızlık, bağışlamasında izzetsizlik, isabetsizlik, tasavvur edilemez,

8 – Kendisine inananları, itimat ve tevekkül edenleri izlete düşürmez, mağlup ve mahcup etmez,

9 – Vikâyesini kabul edenleri mükerrem ve muazzez kılar,

10 – Hidayete erdirdiklerini şaşırtarak, şaşırttıklarını hidayete erdirecek, rızkını daralttıklarına rızkı açacak, açtıklarına da kapattıracak hiç kimse yoktur,

Peygamberimiz (s.a.v) için ifade ettiği anlamlar;

1 – Allah kendisine her türlü imkân ve gücü verdiği halde bu imkân gücünü kullanmamıştır,

a – Tâif dönüşünde Mikâil (a.s) emrine âmadedir,

b – Melik peygamber olabilecekken o kul peygamber olmayı seçmiştir,

c – Dağların yanı başında altın olup da gezmesi teklifini kabul etmemiştir.

2 – İhtiraslarına, öfkesine, ihtiyaçlarına… karşı galipti. Yaptıklarını bunları tatmin için değil Allah’a karşı kulluğunu gerçekleştirmek için yapardı.

3 – Eşi, benzeri bulunmaz bir insandı, 

4 – Herkesin kendisine olan ihtiyacı en şiddetli ihtiyaçtır.

Bizim için ifade ettiği anlamlar;

1 – İzzete erdirenin de, zillete düşürenin de Allah olduğuna inanmak,

2 – İzzete, Allah’ iman, zikrullah ve infak ile ulaşılacağını bilmek,

3 – Beşerî arzularımıza karşı hâkim olmak,

4 – Allah’a itimat ve tevekkül ederek, onun dışındaki varlıklara dalkavukluk ve müdahere de bulunmamak,

5 – İnsanlar için ihtiyaç duyulan, müracaat edilen bir insan olmak,

6 – Allah’ın vikayesine (Korumasına) girerek aziz olabileceğine inanmak,

7 – Azîz olmak için Allah’tan başkalarına müracaat etmemek,

8 – İslâm’ı izzet kabul etmek, başka izzete izzet olarak bile bakmamak,

9 – Gücümüzü olur olmaz yerlerde kullanarak, kullanmaya kalkarak zillete düşmemek. (Birlik vakfı kayıtlarından)

*************************************************************

EL AZÎZ İSMİNİN YORUMU

İnsanoğlunun yaşam içerisindeki faaliyetleri sonucu elde edilen semereler, ürünler üzerinden nefsin kendisine pay çıkarma gayreti, bu sonuçların meydana gelmesindeki belirleyici etken olan El Aziz Allah‘ın hazırlamış olduğu sonsuz sebepleri kavrayamamanın bir tezahürüdür.

Nefsin, hayatı elde etmek ve değiştirmek amacı ile girişilen çabaların sonuçlarını kendisine mal etme eğilimi onun maddi ve manevi olarak gerçekleştirilen tüm yaşamsal karşılıkları ben yaptım, ben meydana getirdim, ben gerçekleştirdim şeklinde ortaya çıkar. Bahsetmeye çalıştığımız bu sonsuz sebeplerden kasıt, insanın içine var olduğu tüm sosyal koşulların yine onun üzerindeki etkisi ve davranışlarının yaratıcı karşısındaki itibarıdır ki bunların tümü nihayetsiz bir ilimle işlenen takdirin sonucudur.

Bu kısa girişten sonra El Aziz çerçevesindeki nefsani eğilimin en belirgin yansımasını şöyle söylemek mümkün olabilir; Hayatı elde etmek için girişilen maddi manevi çabaların sonucu elde edilen başarı sebebi ile nefsin bünyeyi kendisi ile övünme duygusuna sürükleme gayretidir.

Bir önceki paragrafta ifade edilen nefsani ben yaptım yargısı ile birlikte içimizde beliren kendimizle övünme eğiliminin karşılığı ise bizim günlük dilde kullandığımız kibir duygusudur ki bu yine nefsin en önemli gafletlerinden olan fail olma yanılgısıdır. Yaşamı yada dünyayı elde etme isteği, nefsani eğilimlerden arındırıldığı takdirde insanoğlunun tabii ki en önemli faaliyetlerinden biridir ve bu sayede tüm gelişim sorumluluğunu yerine getirebilecek, doğa ve evrenle olan ilişkisini varlık alemini anlama konusunda biçimlendirecektir.

Ancak nefis insanoğlunu bu konuda asla rahat bırakmaz ve kibrinin tatmini için ya da El Aziz olan Allah’ın bu konudaki Kibriyasına sahip çıkarak fail benim demek için yine onun tüm tasarruflarını sınır tanımaksızın benlik meselesi yapmaya çalışacaktır. Eğer nefis bünyeyi kendi kibrine dair eğilimlerinin bir şekilde ortağı yapmakta sonuç elde ederse, yani başarılarla övünen bir insan yaratabilirse, bu safhanın bir ilerisi daha vardır. Bu nokta insanoğlunun en büyük düşmanı olan zalim nefsin zulüm eğilimidir.

İşte kendisinin kibrini tatmin etmek için dünyayı elde etmek amacı ile girişilmiş faaliyetler sonucu oluşan başarı ile övünerek zaten büyük bir yanlışlık içerisinde olan nefis bu noktada da durmayarak diğer insanların tüm haklarını göz ardı edip yine dünyevi maddi manevi değerleri elde ederken onlara zulmetme konusunda en küçük bir tereddüt göstermez.

Bizler tabii ki maddi manevi dünyevi faaliyetlerimiz sonucu güçlü aileler kurmayı ve bu aileye ait her bir bireyin başarılarından mutlu olmayı, bilimsel çalışmalarımızın semerelerini, olumlu sonuçlarını görmeyi arzularız, ancak muhakkak ki yapmayacağımız bu sonuçları nefsimize mal ederek yada onun fail benim, ben yaptım şeklindeki övünme eğiliminin etkisi altında kalmamaktır.

Buraya kadar anlatılmaya çalışılan bölüm nefsin kendisine ait olmayan bir üstünlük makamında yer tutmaya çalışması olarak belirmektedir. Başarı ile övünmek yada kendisini fail ilan etmek gibi yine hayatı elde etmek için girişilen çabalar sonucu meydana çıkan başarısızlıklar da insan bünyesinde iki ayrı duygusal sonuca neden olur. Bunlar isyan ve başarısızlık duygularıdır.

Aşağılanmayı kabul bölgesi olarak nefsani eğilimleri anlatmaya çalıştığımız bu ikinci bölgede nefis ki bunu yüce yaratıcının affına sığınarak söylüyorum, Allah‘a en hafif deyimi ile sitemlerde bulunarak bünyeyi isyan duygusuna sürükler. İstediği sonuçları elde edemeyen nefsin yarattığı tüm isyan benzeri duyguların tümünün nedeni dünyayı istediği biçimde elde edememektir ve bu duyguyu çok iyi takip etmeliyiz.

Başarısızlık duygusu ise nefsin bünyeye, çevre tarafından beğenilmeyen onaylanmayan bir çalışma ortaya koyduğumuz vehminin sonucu ”ben hiç bir şeyi beceremeyen bir varlığım” şeklindeki beceriksizlik duygusal eğilimidir.

Gerek üstünlük gerek aşağılanma çerçevesindeki bu algılar yalnızca nefsin El Aziz ismi çerçevesinde fail olma yanılgısının batıl birer vehmidir. İnsanoğlunun yaşamı boyunca girişeceği tüm faaliyetlerin sonucu, Allah‘ın bu isminin yansıması olan tüm sebeplerin yaratıcısı olma, diğer bir ifade ile olacakların faili olması hasebi ile yine onun hükmü altındadır ve bu konudaki izzet ve onur yalnızca ona aittir.

Bizim sorumluluğumuz ise nefsimize kibrinin beklentisi olan fail olmayla övünmeyi kendisine ait batıl bir vehim olduğunu bu isim aracılığı ile hatırlatmak, onun tekâmülüne katkıda bulunmaktır. MUHAKKAK Kİ DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR . (Algılar ve teklik)

***************************************

        İZZETİN GERÇEKLEŞMESİ İÇİN;

1 – İzzetin kaynağını bilmek, o kaynakla bağı güçlü tutmak şarttır. İmanımızın ve bilgimizin temelini oluşturan gerek Kur’an ve gerek sünnetin en üst seviyede korunması, o iki esasa göre hayat tanzimi için çalışılması izzetin aslının muhafazası anlamına gelmektedir. Gerek Kur’an’ın ve gerek sünnetin tek merci haline getirilmesi ile saygın, mukaddes eserler olarak görülmesi arasında gelip giden anlayış izzeti idrak edemez. Kur’an’a ve sünnete iman etmek, o ikisine teslim olmaktır. Teslimiyette sıkıntı bulundukça imanın içi doldurulamamış dolayısıyla da izzetten uzak kalınmıştır.

2 – Mü’min için sabır, imanın en önemli gereklerindendir. Allah Teâlâ’nın planının, kulun kolundaki saate, masasındaki takvime göre işlemesini beklemek elbette mümkün değildir. Kul, imtihan edilen, sabrı ne kadar tahakkuk ettireceği gözlenen biri iken, kendisini planı yürüten durumunda görmesi yanlıştır. Sabır, bu anlayışa sahip olmanın adıdır. Allah’ın emir ve yasaklarını dikkate alarak yaşamada sabır bir tür enerjidir. Nebilerin ve salihlerin çizdiği çizgi budur. Allah’tan en üstün mükâfatı görecek olanlar sabır imtihanını geçebilenler olacaktır.

3 – Tok gözlülük, ihtiyaç fazlasına tenezzülsüzlük izzetin kaynaklarındandır. Haramlardan kaçınmak, insanların elindekine tenezzül etmemek izzeti korur. Harama bulaşan ve insanların malında, forsunda gözü olan eriyen bir izzetin sahibi olarak aziz bir duruş sahibi olamaz.

Bu anlamı, İslam’ın insanları çalışmaya ve alın teri ile yaşamaya teşvikinde izlemek mümkündür. ‘Allah’ın lütfundan aramak’ olarak özetlenen bu dik duruş, namaz ibadetinin zikredildiği ayete konu olmuştur. (Cuma suresinin 10.ayeti incelenebilir.) Dilenip yüzsuyu dökmenin kerih görülmesi de bunun içindir. Abdurrahman bin Avf radıyallahu anhın: ‘Bana Medine çarşısını gösterin.’ diye ortaya koyduğu mü’min duruş, oldukça önemli bir şahsiyeti simgelemektedir.

4 – Alçak gönüllülük izzete ve dik duruşa mani değildir. Mü’min, hem onurlu hem mütevazı olabilir; olması gereken de budur. Mü’min kardeşlerine karşı alçak gönüllü, zayıflarla beraber, bağışlayan, merhametli, gözü yaşlı, sıkıntılara tahammül eden, insanlarla iç içe yaşamanın eziyetlerine katlanabilen, kibirlenmeyen, hor görmeyen mü’min onurlu olmanın gereklerini yapmaktadır. Alçak gönüllülük zillet değildir. Kibir de onur değildir. Mü’min, şahsı için intikam düşünmez ama dini ve kardeşleri için hırslıdır. Allah Teâlâ’nın sözü gayet açık ve nettir:

Zulme uğradıklarında boyun eğmeyip haklarını alırlar. (Şûra/39)

5- Mü’min, mü’min kardeşleriyle beraber yaşamalıdır. Mü’minlerin içinde olmak, ek sıkıntılar getirmiş olsa bile onurdur. Mü’minlerin arasında bulunup, refah düzeyi düşük yaşamak, kâfirlerin arasında müreffeh yaşamaya tercih edilmelidir. Zira mü’minler, bir arada iken imanın onurunu hissedebilirler. Mü’minlerin birbirlerine emribilmaruf ve nehyianilmünker yapmaları veya bundan yoksun olmaları önemli sonuçlar doğurur.

Mü’minlerin kardeş olduğunu beyan eden Kur’an’ın talebi budur. Mü’minlerin velilerinin Allah, Resulü ve müminler olması ancak bu ruhla tezahür edebilir. Ticarette mü’mini kollamak, sosyal ilişkilerde mü’min eksenli davranmak, iman gereği olarak bilinmelidir. Biz bunu, Allah’ın ipine sarılmanın, cemaatten kopmamanın zorunluluğu olarak da görebiliriz. (Nurettin yıldız)

************************************************************

        İnsanın fıtratı ile birlikte yaratılan onurun korunması ve ahlaki bir erdem, izzet hâline gelebilmesi için gerekli olan hususlar özetle şunlardır:

1 – Onur ve şeref, ancak olgun bir kişilikte tezahür eder. Onurlu bir kişinin özgüveni yüksektir, güzel ahlak ve fazilet davranış biçimidir.

2 – İlkeli ve dürüst yaşam, onurun temel şartıdır. Onurlu kişi, sözün doğrusunu ve güzelini söyler, işin faydalı olanını yapar ve tutarlı davranışlar sergiler.

3 – Güçlü bir iman ve irade, onur sahibini hayırlı işlere kanalize eden bir etken işlevi görür.

4 – Mala ve kişisel menfaate karşı müstağni yaklaşım, onurlunun ilkesel tercihidir. Onurlu kişi, kimseye el açmadan yaşar, kimseye muhtaç olmayacak bir iş yapar, kısaca kendi yağı ile kavrulur.

5 – Sorumluluk duygusu ve sosyal duyarlılık, onurlunun asli görevlerindendir. Onurlu kişi, verdiği sözde durur ve sorumluluklarını yerine getirir.

6 – Bilgi, bilinç ve hikmet, onurlunun ana sermayesidir. Onurlu kişi, şahıs, olay ve düşünceleri, bilgi ve hikmetle değerlendirir.

7 – Hak ve hukuka riayet, onurlunun temel prensibidir. Onurlu kişi, hakkına razı olur, hak ettiğiyle yetinir, kendisine ve başkasına haksızlık yapılmasına da asla razı olmaz. Onurlu kişi, “Haksızlık karşısında susan, hakkı ile birlikte şerefini de kaybeder.” sözünü kendisine düstur edinir.

8 – Vakar, onurlunun en müşahhas hâlidir. Onurlu kişi, vakar ile tekebbürü (büyüklenme) tevazu ile tezellülü (aşağılık kompleksi) birbirine karıştırmaz.

Bu hususiyetler, aynı zamanda olgun (kâmil) müminin de temel vasıflarındandır. Netice itibarıyla mümin, İslam’ın ve güzel ahlakın kazandırdığı onur ve vakarı bihakkın temsil eden kişidir.

        Kişinin onur, izzet ve şerefini zedeleyen, hatta tahrip eden bazı ahlaki zafiyetler ise şunlardır:

1 – Boş ve yararsız işlerle meşguliyet. Boş işlerle meşgul olmak saygınlığı azaltır.

2 – Abartı, yalan, gıybet, dedikodu vb. değersiz sözler. Kontrolsüz dil ve üslup kişiliği tahfif eder.

3 – Emanete ihanet etmek, verdiği sözde durmamak, insanları aldatmak, dolandırmak ve hile yapmak. Bu tür davranışlar onuru büsbütün tahrip eder.

4 – Ufak hesaplar peşinde olmak, basit çıkarlar uğruna temel ilkelerden ödün vermek. Basitlik ve ilkellik onursuzun âdeta mesleği olmuştur.

5 – Beşerî münasebetlerde gurur ve kibirle hareket etmek, riyakârlık yapmak. Bu tür davranışlar, hiçbir zaman onurla bir arada bulunmaz.

6 – Yetki ve sorumluluğu kötüye kullanmak, iyi niyeti suistimal etmek. Bu durum kötü niyetin dışa vurumudur.

7 – Beşerî münasebetlerde pragmatist ve oportünist yaklaşım. Çıkarı her şeyin üstünde tutmak da onursuzun belli başlı davranışlarındandır.

8 – Zararlı alışkanlıkları bağımlılık düzeyinde devam ettirmek. Bağımlılık, tutkuların esiri olmaktır.

Dikkat edilirse onuru zedeleyen hususların çoğu münafıklığın alametleridir. Münafıkların kendilerine ait özgün kişilikleri yoktur. Münafıklar, her dönemin ve her ortamın adamıdırlar. Duruma göre vaziyet alırlar. Bu sebeple münafıklar (ikiyüzlüler), dünyanın en onursuz ve bayağı şahsiyetleridirler. (Mukadder Arif Yüksel/Çorum-Müftü)

*****************************************************

        İZZET, İTİKADİ VE AMELİ DÜZLEMDE NASIL TEZAHÜR EDER;

        İzzet, ameli ve itikadi boyutta nasıl teşekkül eder sorusundan hareketle bir şeyin teşekkül etmesinden önce tezahür etmesi aşamasının atlanmaması gerekir. Tezahürün tartışılması için öncelikle konuyu üç bölüme ayrılabilir.

1) İzzet nasıl elde edilir?

2) İzzet nasıl muhafaza edilir?

3) İzzet nasıl yitirilir?

İzzet, insanın farklı etkenlere yenik düşmesine engel olan şeydir. İzzetin karşılığı zillettir. Firavun ve avenesi kendilerinin izzet üzerine olduğunu söylüyordu. Onlar izzeti güç ve kudrette görüyorlardı.

Tarih boyunca bütün peygamberlerin kıssalarında olduğu gibi ResulAllah döneminde de harekete ve ahlaka yansıyan daha sonraki kuşaklar için adeta inşa edici bir durum olarak izzetten bahsedilirken hep temel esas alınması gereken noktanın hududullahın gözetilmesi olduğunu görüyoruz. Hududullahın gözetilmesi bağlamında izzeti aramamız emredilir.

Kur’an’da izzete kavuşmanın bir takım imkânlarından haberdar ediliyoruz. Bunlardan biri de İzzetin Allah’ın yanında yer alarak elde edilebileceğidir. Allah’ın isimlerinden birisi de el-Azîz’dir. Yani bütün güç ve kudret hiçbir şeye ihtiyaç duymayan Allah’ındır. Allah’ın el-Azîz isminden hareketle Allah’ın emir ve yasaklarına itibar eden her mümin izzetli olandır. Her kim ki izzeti bu anlamda Allah’ın, Peygamber’in ve müminlerin yanında ararsa izzete vasıl olur.

İzzetli olmak küfürden ve kâfirden teberri (“hastalıktan kurtulup şifa bulmak; sevilmeyen biriyle ilgiyi kesip ondan uzaklaşmak”) etmekle mümkündür. Bir insan saflarını belirlememişse, safını Allah ve dostlarından yana koymamışsa her şeyden önce burada bir gri alan söz konusudur. Bu yüzden izzetli olmanın ancak küfürden ve kâfirden beri olmakla mümkün olduğunu görüyoruz.

İzzetli duruş net ve kararlı olmakla mümkündür. Sahabenin hayatına baktığımızda bu durumla çokça karşılaşırız. Cafer bin Ebu Talib’in Habeşistan hicretinde Necaşi’ye dönük konuşması bu duruma verilebilecek özgün bir örnektir.

İzzetli olmanın ve izzeti elde ettikten sonra izzet üzere kalmanın parametrelerinden birisi de dinde pazarlık etmemektir. Tarih boyunca baktığımızda hep müstekbirler Allah’ın peygamberleriyle ve ardından gelen Allah’ın davet erleriyle dinde pazarlığa çalışmışlardır.

İzzetli kalmış olmanın en önemli rollerinden birisi temsilin tebliğden önce gelmesi gerekliliğidir. Temsili olmayan insanların tebliği muhatapları nezdinde itibar görmez.

İzzetli davranmamıza engel olan faktörler nelerdir?

Bunları dört başlık altında toplayabiliriz:

1) Usulüddin konusundaki eksik ve yanlış anlayışlarımızdır.

Doğru, sahih ve tutarlı usulüddin anlayışına sahip olmamamız en temelde izzetli bir şekilde hayata müdahil olmamızı engelleyen en temel faktörlerden birisidir.

2) Nitelikli insan eksikliği problemi yaşamamız izzetli davranmamıza engel olan önemli faktörlerden birisidir.

Cemaatlerimize, derneklerimize, vakıflarımıza vaziyet eden çok az nitelikli insan sayımız var. Bunun azlığı da yaşadığımız sorunları aşmakta, çözüm getirmekte bizi zor duruma düşürüyor. Aynı şekilde ülkeyi, ülkede olup bitenleri, dünyayı, dünyada olup bitenleri doğru şekilde analiz eden, buradaki güç unsurlarını ideolojik çevreleri analiz eden insan sayısı az olduğu için kuşatıcı olamıyoruz. Gelişmelere vaziyet edemiyoruz.

3) İhtirasların, korkuların, arzuların oluşturduğu zaaflar da izzetli duruşumuzun önündeki engellerdendir.

Son 12 yıllık ciddi anlamdaki kazanımlarımız bizi acaba tekrardan geriye dönüş söz konusu olabilir mi, geriye dönüş söz konusu olursa nasıl davranacağız, var olduğumuz noktadan daha kötü bir noktaya gidebilir miyiz gibi endişelerle bazen daha farklı tavırlar içine sokabiliyor.

4) Bizi zaafa düşüren bir diğer husus işlenmesine beis görmediğimiz küçük günahlardır.

Bu küçük günahlarımızdan sürekli tövbe etmek durumundayız. Teyakkuz halinde olmalıyız.

Bunlarla beraber şunlar da eklenebilir: Abartılı şeyler söylemek, gıybette bulunmak, yalan söylemek, boş ve yararsız işlerle uğraşmak, verdiği sözde durmamak, riyakârlık, kibir gibi durumlardan uzak kalmak için kendimizi sürekli kontrol etmek zorundayız.

Çevremizi saran cahiliye örgütlü bir şekilde hareket ediyor dolayısıyla çevreniz bu şekilde örgütlüyken fert kalarak, bireysel çabalarla bu kuşatmayı kırmak kolay olmaz. Biz bu hegemonyayı kırmak istiyorsak Islah ekolünü Türkiye’de güçlü bir akım haline getirmek için çaba sarf etmeliyiz. Ümmeti tek başına biz temsil ediyoruz yanlışına düşmemek lazım. Bizim dışımızdaki cemaatler ve kurumların güçlü yanlarını ön plana çıkarmamız lazım. Onlarla dayanışma içinde olmak zorundayız.

Ödev ve sorumluluk bilincini geliştirmemiz gerekiyor. Salih ameli ancak ödev ve sorumluluk bilincine sahip insanlar ortaya koyabilir. Ahlaki vasıflarımızı geliştirmemiz lazım. Müslümanların eksiklerini ve kusurlarını ortaya çıkarmak yerine örtmeye yönelik bir bakış açısı geliştirmemiz gerekiyor. Müslümanların meselelerini tartışırken işgalcileri sömürgecileri meşrulaştıracak söylemlerden uzak durmak gerekiyor. Müslümanların safını zayıflatacak, acziyete düşürecek ifadelerden kaçınmalıyız.” (Ramazan Yazçiçek/Özgürder-Panel 2015)

****************************************************

DUA

Ya Azîz, ya Allah, sonsuz güç, kuvvet ve kudret sahibi, göklerin, yerlerin ve ikisi arasındakilerin sahibi sensin, mutlak hüküm ve hikmet sahibi de sensin. Onur, izzet ve şeref sadece sana aittir. Ya Azîz, ya Allah biliyorum ki kalpler de senin elindedir, Mü’min ismin hürmetine imanı kalbime iyice kazı rabbim. Senin affına muhtacım, sen affedicisin ve affetmeyi seversin, beni affeyle.

Ya Azîz, ya Allah, biz insanlara aklı ve iradeyi veren sensin aziz eden de sensin, zelil eden de sensin. Senin Aziz Adına teslim olmamı nasip et! İhtiyacım olsa bile sebeplere; Sebepleri yaratanın Sen olduğun hakikatini, unutturma, Senden başkasına muhtaç etme beni Rabb’im!

Ya Azîz, Ya Allah Azîz olanın sen olduğunu, Vekîl olanın sen olduğunu, kâfi gelenin sen olduğunu kalbime yerleştir.

Ya Azîz, ya Allah beni de aziz kıldığın dostlarından eyle, o aziz kullarını nasıl alıyorsan yanına beni de öyle al. Settar ismin hürmetine günahlarımı ört, Ğaffar ismin hürmetine mağfiret eyle. Hem dünya da hem kitabullahta müjdelediğin ahiret yurdunda beni de aziz kıl. Âmin! Âmin! Âmin! V’el hamdülillahi Rabbi’l Âlemin!

Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn; (Yûnus/10)

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır.  

 


ESMA DERSLERİ – 11 – EL KUDDÜS (103.Vi.)

$
0
0

EL KUDDÛS  

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

 “BismillahirRahmanirRahıym


Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘alâ ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

 Rabbişrah liy sadriy;

 Ve yessirliy emriy;

 Vahlül ukdeten min lisaniy;

 Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden ki, anlasınlar beni. Amin, amin, amin.

Değerli esma dostları bir esma da daha bizi beraber kılan Rabbe hamd olsun. Bugün 79. Esma dersimizde beraberiz, önümüzde bundan başka 4 ders daha kaldı. 6 yıllık esma maratonumuza Allah nasip ederse 2 haziranda ki son ders ve 9 haziranda ki Hitamuhu misk 2 ile nokta koyacağız bu günden duyurmam iyi olur. Bir ekstra dersimiz var önümüzde ki Pazar canlı ders var, zira ancak yetiştirebileceğiz onun için önümüzde ki pazara da canlı ders koyduk inşallah. Bu şu demektir bu günle beraber üç hafta üst üste canlı ders göreceğiz inşallah. Bugün işleyeceğimiz 2 mübarek ismimiz Kuddûs ve Selâm isimleri. Rabbimizin şerefli 2 ismi.

El Kuddûs; Mutlak kutsal demek, zatı kutsal olan tek varlık, kutsallığın eşsiz benzersiz mutlak ve sonsuz kaynağı. Kısaca lügat olarak bakalım; Ka de se kökü Arap dilinde arılık ve duruluğa delalet ediyor. Arı ve duru olma durumuna işaret ediyor.

Kuds; Bereket manasına da geliyor, bizim dilimizde de kullandığımız bereket, hani mübarek diyoruz ya o şey. Bir şeyin nicelik artışı olduğu gibi nitelik artışı da var, bir şeyin nicelik artışı nedir? Bir tane olanın yanına bir tane konduğu zaman nicelik olarak artmış olur, sayısal artış. Üçünüz beş olduğu zaman buna nicelik artışı diyoruz, kantitatif artış. Ama bir de nitelik artışı var. Her sayısal artış nitelik artışını getirmez, hatta biraz cesaretli bir şey söyleyeyim; birçok sayısal artış nitelik düşüşünü getirir. Onun için hep çok nicelik olarak, kantitatif olarak çoğa talip olanlar kalitesizlikle cezalandırılırlar. Benim adamım çok olsun, bizim cemaat en çok olsun. Ala sana kalitesizlik cezası anlatabiliyor muyum, sürülük, sürüleşme cezasıyla cezalandırılırlar.

Benim param çok olsun, benim servetim en çok olsun; bereketsizlik cezasıyla cezalandırılırlar. Bereketsizlik esasında nitelik kaybıdır. Çünkü servet niteliğini yitirir, tamam sayıca çoğalır ama nitelik olarak azalır, kalitatif olarak azalır. Onun için sanki ters orantılı bir durum varmış gibi geliyor.

Onun için Elhakümüt tekâsürü – Hattâ zürtümülmekabir. (Tekâsür/1-2) çoğaltma tutkusu yani nicelik olarak, sayısal olarak, kantitatif olarak çoğaltma, artırma tutkusu sizi helâk etti, belâ budur Onun için çoğaltma tutkusu, hep daha fazla, daha fazla daha fazla..! Hatta bu varlık üzerinden de anlaşılabilirdi değil mi, daha fazla ömür talep ediyorsunuz, daha uzun yaşayayım.

Farkında mısınız ..erzelil umur.. (Nahl/70) diye bir ifadesi var Kur’an’ın ömrün en rezil çağı diyor. Bu ibare, ifade Kur’an a ait bir ifade. Nedir? Güçlü kuvvetli geçirdiğiniz yılların ardından öyle yıllar geliyor ki, başkalarının koluna giren siz, başkalarını sırtında taşıyan siz, kendi ayaklarınız üzerinde taşınamaz hale geliyorsunuz. Başkalarına akıl veren siz 3 cümleyi ard arda dizip konuşacak mecal bulamıyorsunuz. Aklınıza hafızanıza kesat geliyor, ateh getiriyor derlerdi eskiler, bunama hali geliyor. İşte Alzaymır dedikleri onun her türü bugün var. Çocuklaşıyor insan yani. Çocuğun çocukluğu çekilir, ihtiyarın çocukluğu çekilmez. Onun için çocuğun çocukluğunu bildiğiniz için büyüyecek amcası dersiniz. O ne olacak? O büyümeyecek, hatta gittikçe daha kötüye düşecek ve ölüme bir kez daha teşekkür edersiniz. Ölümden dolayı Allah’a bir kez daha şükredersiniz. Ya Rabbi ölümü yarattığın için sana özel şükrolsun dersiniz, bu çok önemli.

Kapıda satılmıyor ki servetimi verip te ölüm alayım diyordu bir varlıklı zat. Eğer satıldığı bir yer olsa bütün varlığımı bir ölüm almak için vermeye hazırım. Ama Allah’ta kendi kendini öldürmeyi yasaklamış ne yapayım diyordu. Yani böylesi durumları gördüğünüzde ölümden dolayı, ölümü yarattığı için Allah’a hamd ediyorsunuz.

İşte kalite ve kantite, nicelik ve nitelik farkı burada, onun için kuds nitelik farkını, nitelik artışını da temsil eden bir kelime. Bereket dediğimiz o.

Ruhü-l Kuds; Rivayet edebiyatında vahiy meleği olarak kodlanmış fakat bu fihi nazar, yani üzerinde düşünmeye, bir daha düşünmeye muhtaç bir konu. Zira Kudsi ruh, Ruhü-l Kuds. Gerçekten vahiy meleği mi Hz.İsa için üç kere kullanılıyor Kur’an da. Ama bir de Nahl/ içinde Kur’an için kullanılıyor, vahiy için kullanılıyor. Hz. İsa için kullanılanlar müteşabih, vahiy için kullanılan muhkem.

Kural şu; Kur’an da bir kavram eğer mecaz olarak kullanılıyor bir yerde de hakikati varsa. Bir kavram müteşabih olarak kullan ılıyor, bir yerde de hakikati varsa müteşabih olanı hakikat üzerinden anlarsınız. O röper taşıdır, o muhkemdir çünkü onun ışığında anlamak zorundasınız. Yani o sağa sola çekilemez. Onun için Ruhü-l Kuds ü bizzat vahiy, yani Kuddûs olan Rabbimizin vahyi olarak anlamak daha doğru bir yaklaşım. Oraya geleceğiz.

Kudüs sonradan kazanmış bir isim, eliya idi, peygamberimiz hiç Kudüs demedi sahabe Kudüs ismini bilmez. Kudüs’ün ismi sevgili peygamberimizin dilinde Îyliya, bu eliya nın Arapçalaşmış şekli, yani Allah şehri. Allahabat var ya Hindistan da onun gibi. Elin şehri, el, ilâh ismi idi eskiden beri. Dolayısıyla Îyliya olarak geçer peygamberimizin dilinde Kudüs’ün ismi. Kudüs ne zaman oldu? Kudüs ismi Abdül melik bin Mervan’dan sonra oldu. Bu biraz da siyasi bir manipülasyondur.

AbdülMelik bin Mervan muhalifi olan Abdullah bin Zübeyr Hicaz’ı fethedip te Mekke merkezli devletini kurduğunda Şam bölgesi dışında ki her bölge Emevi’lerin elinden çıkmıştı. Yani İslâm devletinin yöneticisi Abdullah ibn Zübeyr olmuştu. Bu zat; Zübeyr bin Avvam’ın oğlu, Hz. Ebu Bekir’in kızı olan Hz. Esma’nın oğlu, yani torunu. Yani babası Zübeyr, dedesi EbuBekir. Bu zat Mekke merkezli İslâm devletine ta Yemen’den Kûfe’ye kadar, yani Irak’a kadar 9 sene hâkim oldu, Devleti bu zat yönetti. Bu zatın yönetimine geçince Emevi’ler şöyle bir yol buldular; Müslümanları Hacca ve Umreye göndermemek için Emevi devleti karar aldı Abdülmelik bin Mervan tarafından.

İyi de haccı nasıl engelleyecek? Hac Allah’ın emri Kudüs’ü Mekke’ye alternatif olarak çıkardılar. Abdülmelik bin Mervan Kudüs’te büyük bir kubbe yaptı, halâ durur o kubbe. Kubbetüs Sahra’nın yanında eski kubbe var o Abdülmelik bin Mervan’ın yaptırdığı kubbedir. O kaya denilen, aslında kaya değil mağaradır o, kaya mağara ki Yahudilerin kıblesi orasıdır. Hz. İbrahim onlara göre Hz. İshak’ı orada kurban etmiş, onun için onlar kıblegâh olarak orayı bilirler. Dolayısıyla Yahudi kıblesinin üstüne bir kubbe yaptırdı ve dedi bu da sizin Kâbe’niz.

İlk duyanlar için biraz şaşırtıcı, şunu söyleyeyim bunu ilk duyuyorsanız eğer, bunu size duyurmayanların suçu bu anlatabiliyor muyum? Yani tarihi orasından burasından kırparak, tarihi rötuşlanmış bir fotoğrafa dönüştürüp size yalan yanlış bir tarih aktaranların problemidir bu. Bu yüzden bir türlü gerçekle barışamadık, olmuş olanla bir türlü barışamadık. Bu ümmetin en büyük problemlerinden biri hakikati olduğu gibi kabullenememe problemi, bu korkunç sonuçlara yol açtı. Onun içinde sevdiğini çarpıtır, orasını keser, burasını keser, şurasını keser, sevdiğini bambaşka bir hale sokar. Aslında sevdiği, sevdiğinin gerçeği değildir imajıdır, sahtesidir. Onun için sevgisi de sahtedir. Kafasında bir imaj yapmıştır o imajı sever. Aslında onun hakikatini sevmez sevdiğinin. Her ne ise, her kimse bu. Peygamberdir, mezhep imamıdır, şu imamdır, bu âlimdir, şu hocadır, bu şeyhtir hep öyledir. Hatta şu dindir bu hakikattir, şu iman esasıdır..! yani imajını sever, imajına inanır, imajını öne çıkarır. Sevmediğinin de imajını sevmez. Ona da bir imaj biçer. Yani hakikatle sorunu vardır.

Onun için bu meselede de böyle. Adam mecbur etmiş orayı adını da Kudüs koymuş dolayısıyla al sana kutsal. Tabii orası hakkında ardı mukaddese ibaresi Kur’an da var, ama Kudüs için değil bu. Hz. Musa’ya vahiy gelen tüm bölge, tüm Filistin, hatta tiy sahrası, yani Sina çölü içinde geçerli bu. Ama Kuddüs le mukaddes ayrı: Kuds; özünde kutsal demek, mukaddes biri tarafından kutsal kılınmış demektir. Ne kadar farklı, biri özne öbürü nesne. Kur’an hiçbir eşya için kutsallığın öznesi olarak anmaz hiçbir eşya, hiçbir varlık, hiçbir mahlûkat için anmaz. Bir yerde sadece o bölgeler, vahyin indiği bölgeler için mukaddes ibaresi geçer, o da kutsal kılınmış demektir. Bu çok büyük bir farktır.

Yahudi ilâhiyatında tanrısal olana bundan dolayı dokunulmazlık sahibi olana Kuddus deniliyor. Hıristiyan ilâhiyatına da girmiş bu. Onun için kutsal peder. Niye peder kutsal? Yani neresi kutsal? Kim kutsal kıldı pederi? Peki kutsal kılınan o peder Allah’a 3 tane deyince de hala kutsal mı? Kutsal pederin cübbesi de kutsal, takkesi de kutsal, durduğu şapel de kutsal, kutsal şapelden öpen dudakta kutsal. Yani kutsallık o kadar ucuz ki dağıtıyor. Oradan maalesef bizim medya diline girmiş böyle bir Yahudi kutsal edebiyatı var. Bakınız kutsal beldeler diyor, kutsal kitap diyor.

Kutsalın 2 manası vardır; 1 – Dokunulmaz ve ulaşılmaz. Kur’an dokunulmaz mıdır? 2 – Kavranılamaz ve kuşatılamaz mıdır yani bu anlamda anlaşılmaz mıdır? Kutsal kitap ama dokunulamaz ve ulaşılamaz mıdır? İşte İncil’e benzer bir Kur’an özlemi, kiliseye benzer bir cami özlemi, papaza benzer bir imam özlemi, papaya benzer bir diyanet işleri başkanı özlemi, Hıristiyanlığa benzer bir İslâm özlemi, din özlemi. Zaten kelimeler ve kavramlar ödünç alınınca zihin de ödünç alınıyor, zihin de oraya gitmeye başlıyor. Onun için Rabbimizin hele ki bir Kuddûs ismi var. Bugün işleyeceğimiz bu isim çok önemli. Bu önemi anlatmak için böyle bir giriş yaptım.

El Kuddûs; mübalağa ile ismi fail, kutsallıkta son noktayı ifade eder. El Kuddûs ismi nasıl anlaşılmalı? Bu ismin nazari çerçevesine biraz ehemmiyet vermem lazım dostlar, Allah’ı şunlardan tenzih etmiş oluyoruz El Kuddûs ismiyle. Ortağı olmaktan tenzih, benzeri olmaktan tenzih, eşi olmaktan tenzih. Eşi olmak ayrı şey, benzeri olmak ayrı şey. Ve lem yekün leHÛ küfüven ehad. (İhlas/4) Ona eş ve denk olmadı hiçbir şey. Bu eşliği ile denkliği nefyeder, reddeder. Ama leyse kemisliHİ şey’un. (Şûrâ/11) ayeti hiçbir şey onun misli gibi değildir. Bu eşliği nefyetmez, benzerliği nefyeder. Mantık ne der? Bir şeyin benzerini reddediyorsa eşini haydi haydi reddediyor demektir. Bu bunu gösterir.

Kuddûs ismi zıddını nefyeder, Allah’ın zıddı yoktur. Bu çok önemli, eşi yoktur da zıddı var mıdır? Peki bu niye önemlidir? Hıristiyanlıkta şeytan Allah’ın zıddıdır. Mecusilikte şeytan Allah’ın zıddıdır. Ahuramazda, ehrimen. Ahuramazda iyilik tanrısı Ehrimen karanlık, kötülük tanrısı. Bu aslında Çin ve giderek Brahmanizme kadar uzanır, ying ve yang, aydınlık ve karanlık, yani düalite, ikili sistem. Bu ikili sistemde tanrı zihniyeti daima ikilidir ve iki tanrı birbiri ile çarpışır hep. Hayrihi ve şerrihi yi getirip de İslâm akaidinin içine koyanlar bu düşünceyi reddetmek için koymuşlar hicri 2. Yy. son çeyreğinde, o zamana kadar hiç görmüyoruz.

İbn Küllab; İlginçtir İbn. Küllab’da Hıristiyan kökenlidir sonradan müftedi olmuş yani kendisi iktida etmiş öyle babadan falan değil. Hıristiyan kültürünü getirmiş, o kültürle İslam’ı savunmaya kalmış. Bilmem anlatabiliyor muyum? Bu da çok ilginç bir şey.  İslâm’ın hiç tanımadığı ilahiyat problemlerini İbn. Küllab almış İslam’ın ilahiyatının, kelamının içine taşımış, kelâmın kurucusu olarak bilinir. Hristiyan kültürünü İslâm’ın içine zerk etmiş ve bugün ayıkla pirincin taşını.

Peki, onlar bir sorunu çözeyim derken başka soruna yol açtılar. Yani o gün maniaizmin, zerdüştiliğin, gnostisizmin ikili ilâh sistemini ortadan kaldırmak ve Müslümanların zihnini bulandırmamak için Hristiyan ilahiyatında ki savunma yöntemlerinden birini getirip te Hayrihi, ve şerrihi minAllahiTealâ diye akidenin içine taşıyınca, yani spekülatif bilgiyi İslâm akaidinin içine koyunca, Kur’an ın hiç söylemediği bir şeyi söyleyince Allah’ı şerrin de kaynağı ilan edince, şerrihi; O’nun şerri. Oradaki “he” zamiri nereye gidiyor? Allah’a gidiyor yok ikinci bir gidiş yeri.

Şerrihi öyle mi? Var mı böyle bir ayet? Kur’an da şer kelimesi bu kadar geçer bir tanesi de Allah’a doğrudan nispet edilir mi, isnat edilir mi?

Bakınız, Felâk ve Nas’ı okuyoruz; Kul e’ûzü BiRabbil felak – Min şerri mâ halak. (Felâk/1-2) Edep ya Hu, orada dur. Yani vahyi bir kenara koyarak oluşturduğunuz her din aslında uydurulmuş din olmaya adaydır. Min şerri mâ halak. Yarattıklarının şerrinden. Allah’a şer isnat edilmez, Allah Hayr’dır. Adı hayr’dır, kendi Hayr’dır. Hayr’dan hayır südur eder.

Peki, bu kadar şer nereden oldu? Şer Allah’tan kaynaklanmaz, Allah’ın yarattığını yanlış yere koymaktan kaynaklanır. Allah’ın yarattığını bozmaktan kaynaklanır. Allah’ın koyduğu yere koymamaktan kaynaklanır bilmem anlatabildim mi. Domuz varlığı itibarıyla şer değildir, gıdaya dönüştürürseniz onu siz şer yapmış olursunuz domuzun varlığı hayırdır. Harika bir tabiat çöpçüsüdür, affedersiniz necaset temizleyicisidir. Alın size, rabbimiz canlı mikrop kutusu yapmış fabrikasyon yapmaya kalksanız büyük yatırımlar yapmanız lazım öyle değil mi?

Birde zehir kutusu yapmış bitkiden adına da tütün diyoruz, 4.000 tane zehir var, zehir kutusu. Yani öyle mübarek bir bitki ki şu tütün, hakikaten tütünü yarattığı için Allah’a şükretmek lazım. Ama içsinler diye yaratmamış ki. Şer, senin şerrin Allah’ın şerri değil. 4.000 tane zehiri laboratuvarda bir araya getirmek için ne kadar yatırım yapmanız lazım bir düşünsenize.

Onun için Ah..! ne diyeyim bunları söyledim diye başıma gelmeyen kalmıyor görüyorsunuz değil mi. Ama ben hakikati hep söyleyeceğim. Allah’a söz verdim size de söz veriyorum. Rabbim bizleri lisane sıdkın aliyya etsin, hakikatin yüksek dili yapsın bizleri inşallah.

Çocuğu olmaktan nefyeder, vehimlerimizde kurguladığımız her şeyden nefyeder. Mekân ve zamanla sınırlamaktan nefyeder. Maddi bir varlık ve insanlığa muhtaç olmaktan nefyeder. O’na zarar verme ihtimalinden nefyeder El Kuddûs ismi. Kimse Allah’a zarar veremez çünkü O el Kuddûs tür. Kimse Allah’ın bir şeye muhtaç olarak niteleyemez çünkü el Kuddûs tür. Her türlü noksanlık ve kusurdan nefyeder, Allah tüm noksanlık ve kusurdan münezzehtir çünkü el Kuddûs tür. Kuddûs isminin anlamı bu kadar geniştir.

Din de kutsallık alanlarının artırıldığını görüyoruz. Maalesef bu milletin belalı problemlerinden biri de budur. Bu ümmet ehli kitap kültürünün etkisi ile kutsallık imal ediyor. Bu konuda Sünnilerin kutsallıkları farklı, şiilerin kutsallıkları farklı. Hatta Şiilerin kutsallık karnesi sünnilerinkine beş çeker on çeker. Ama her birini de bu Kuddûs ismi reddeder.

Şu üç sapmayı peşinden getirmiştir

1 – Bu ümmetin icat edilmiş sahte kutsalları din asli fonksiyonundan uzaklaşmıştır.

2 – İnançlar alabildiğine istismar edilmiştir. Sahte bir kutsal imal etmek dini asli fonksiyonundan uzaklaştırır, inançları istismara açar.

3 – İnsanlar tahakküm altına alınmıştır. Nasıl? Sahte kutsallar çoğaldıkça bu sefer o kutsalları icat edenler Kuddûs yerine geçmeye başlarlar. Kuddûs olan Allah adına onlar tasarrufta bulunmaya başlarlar, yani Allah’tan rol çalmaya başlarlar. Falan kutsal, dokunulmaz. O dokunulmaz bu dokunulmaz. Yani papa kutsal, papaz kutsal, kilise kutsal, o kutsal o kutsal..!

Eee..! peki Papaz her haltı yiyince ne olacak? Yediği halt ta kutsal olacak mı? Onun için kutsallık alanının artırılması sahte bir din alanı doğurmaktadır yani Allah dışında aslında bir din koyuculuktur kutsallık alanı.

Hristiyanlık dinde kutsal alanları artınca ne olur sorusunun ibretlik bir örneğidir. Pavlus’a bakınız; Pavlus, İseviliği, Hz. İsa’nın İslâm’ını Hristiyanlık haline getiren adamdır bunu biliyoruz. Hz. İsa döneminde yaşamış, fakat Hz. İsa ile görüşmemiş. Hz. İsa döneminde yaşamış fakat İsevi olmamış. Hz. İsa ortalıktan çekilmiş, vefat etmiş veya ondan sonra İsevi’leri yakalayıp mahkeme de idam için getiren bir stajyer avukat olmuş. Şam’a İsevi avcılığına çıktığında yolda bir vizyon görmüş, görüntü, kendi anlatımı. Bu vizyon da İsa ona görünmüş, yani sanırım adam vicdan azabı çekmiş yaptığından dolayı, vicdan azabı çekerek bir keffaret sistemi geliştirmiş kendince. Ama keşke İsa’yı öldürseymiş. İsa’yı öldürse bu kadar İsevi İslâm’a zarar veremezdi. Ama İsa’nın getirdiği mesajı öldürdü, büyük katil olmuş.

Ne yapmış; İsa’yı tanrılaştıracak kadar kendinden geçmiş, bir efsane uydurmuş. Aslında o değil, haksızlık ta etmeyelim Pavlus’a. Pavlus’un kendi yazdığı hiçbir mektupta iki kelimeden başka bir şey yok. Pavlus’un mektupları var, 7 mektubu asli mektup onun üzerine ilave mektupları var 16 ya kadar çıkarılıyor. Antakya’lılara mektup, Tarsus’lulara mektup, Korintos’lulara mektup, Selânik’lilere mektup, Roma’lılara mektup..! Bu Pavlus’un mektuplar İncil’in parçasıdır. Şu anda ellerinde İncil bulunduranlar ve İncil’e kutsal kitap diyenler Pavlus’un mektuplarını kutsal kitabın parçası yapmışlardır. İncil’i açtığınızda Pavlus’un bu mektuplarını İncil’in içinde Hz. İsa’nın vahyinin ve hayatının bir parçası olarak görürsünüz çok ilginç bir durum. İsa’nın düşmanının mektupları İsa’nın vahyinin bir parçası yapılıyor.

Tüm kurgu sadece iki kelime geçiyor vahiy ve görünme, vizyon. Budur, ondan sonra tüm kurgu elçilerin işlerine ait. Elçilerin işleri diye bir kitap daha ekleniyor İncil’e bir sonraki yy. da. Elçilerin işlerinde bu kurgu çoğaltılıyor, menkıbeye dönüştürülüyor, efsaneye dönüştürülüyor ve al sana Pavlus’tan din kurucusu. Pavlus bir din kurucusu olup çıkıyor.

Çarmıh; Pavlus’un icadıdır. Çok ilginç değil mi, çarmıh Hristiyanlarda biliyorsunuz kutsal bir tapınma nesnesi. Onun içinde istavroz çıkarıyorlar ve ibadet ettikleri yerde, kıblelerinde çarmıh var. Acaba Hz. İsa’yı ipe çekselerdi ipe mi tapınacaklardı diyesi geliyor insanın, yani ip mi olacaktı şimdi çarmıhın yerinde. Veya kafasını kılıçla kesselerdi kılıcı mı koyacaklardı oraya. Yani bu çok ilginç bir şey, mesela ayinlerde kutsal ekmek ve şarap verirler. Kuyruğa girerler papaz efendiler kutsal ekmek ve şarap dağıtırlar. Nedir bu? Kutsal ekmek İsa’nın eti, şarapta İsa’nın kanı.

Aman Allah’ım sembolizme bakınız, çok ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Yani İsa’nın çarmıhta öldürüldüğüne inananlar çarmıhı kutsayacaklar, etini yiyecekler, kanını içecekler. Çok ilginç bir sembolizmle karşı karşıyayız ama bu sembolizmin arkasında ki ruh halini ben çok ciddi bir psikanalize tabi tutulması gerektiğini düşünüyorum. Yani psikolojik bir analiz yapmak lazım. En sevdiğinizin etini nasıl yeme düşüncesi geçer zihninizden, kanını nasıl içme düşüncesi geçer. Etini yiyerek kanını içerek ne olacağınızı düşünüyorsunuz. Evharistiya ayininde bunu yaparlar.

Evet, çarmıh, İsa’nın dirilişi ve yükselişi, vaftiz, İsa’ya imanın günahı akladığı dogması. Bu çok önemli, İsa’ya iman Hristiyanlıkta günahı siler, aklar. Yani İsa’ya iman et, ne yaparsan yap. İlk günah doktrini, kurban ile kurtuluş dogması, iman ile sevginin eşitlenmesi dogması. İnayet doktrini, evlilik, bunların hepsini ayrıntılı açıklamak gerekir ama zaman yok. Evlilik ve bekârlık doktrini, kilise Mesih’in bedenidir öyle inanırlar. Kilise Mesih’in bedenidir, kilise kurtuluştur. Yani kiliseye giren Mesih’in bedenine girmiş olur. Yani tanrı Mesih’in bedenine hulûl etti, sen de Mesih’in bedenine girerek tanrıyla birleş. Mesih’in bedenidir doktrini kutsal ruh ve armağanları doktrini, hepsi bu zatın din adına uydurduğu kutsallıklar. Zaten bu saydıklarımı aldığınızda geriye Hristiyanlık kalmıyor.

Mesih’in yeniden geleceği iddiası gibi konuları Hristiyanlıktan alın geriye ne kalır? İşte bütün bunların mucidi Pavlus. Hristiyanlıkta ki temel kutsalların hepsi onun icadı.

İslâm da kutsallık Allah’ın zatı ve O’nun tekelinde olan gayb bilgisiyle sınırlı. Evet, İslâm’da kutsallık Rabbimizin zatı, yani bizatihi kutsal olan bir varlık vardır, o da Kuddûs olan Allah’tır, bitti. Peygamberimizin bedeni de kutsal değildir İslâm’da. Buyrun, o öyleyse gerisi nedir Allah aşkına. Onun için Hz. Ömer ısrarla Hacer’ül esvedi öpüyordu, sen bir taşsın, bu çok önemli sen bir taşsın, taştan öte de bir şey değilsin, fakat ResulAllah’ın seni öptüğünü gördüm. ResulAllah hacer-ül esvedi Hz. İbrahim’in emeğini öpmek için öpüyordu.

El niye öpülür? El emeği temsil eder de onun için. El öpülmez, emek öpülür. Peygamberimizin elini öptüğü bir kişi var ömründe biliyor musunuz? O el ne eli idi? Nasırlı el, nasırını öptü. Peki neyi öpmüş oldu ResulAllah? Emeği öptü. Emeği öpen bir peygamber bir tarafta, emeğe abdest bozan, daha hafif bir kelime bulamadım özür dilerim, kabalığımı mazur buyrun- emeğe abdest bozan bir din ve dindarlık anlayışı bir tarafa.

Allah aşkına şöyle bir bakın emeğe abdest bozan bir din icat edildi. Bu cennete cübbesinde geçip te pıt pıt pıt döken din nasıl bir dindir? Emeğe abdest bozan bir dindir işte bilmem anlatabiliyor muyum? Bu; Sen ömür boyu ilim yolunda uğraş, didin, cihat et, bir ömür yüreğini, saçını ağart, ama bizimki İlmi Ledün adını verdiği bir şeyle uçtu kaçtı ile götürsün işi, senin emeğinin üzerine işesin affedersiniz ve o bilmem kim hazretleri olsun, sen sapık ola. Allah’ın belaları sizi. Siz Allah’ı kandıracağınızı mı zannediyorsunuz, siz kimi kandıracağınızı zannediyorsunuz. Siz kendiniz gibileri kandırırsınız ancak. Size inanan sizden beter olmuş zaten. Onun için emek, Allah resulü emeği öptü. Ömründe öptüğü tek el nasırlı eldi, elin de nasırıydı.

Altını çiziyorum, bu ümmet emeğe değer vermekten vazgeçtiği gün beleşçi oldu ve çakma dindarlığı din edindi. Peygamber bir ömür didinecek, bir ömür yatmayacak, bir ömür oradan oraya koşacak, bir ömür sıcak yatağında doyası uyumayacak, doyası yemeyecek, bir ömrünün 40 gününe bir sefer düşecek, senin efendin gidecek bilmem bir köşede bir post bir dost, boğazı dirilerin sırtı ölülerin üstüne olacak, o uçacak, öbürünün hayatı beleş olacak öyle mi? Gidecek Seyyid Kutub ipte kelle verecek, canını verecek, bir ömrü ilme adayacak, Kur’an a adayacak, ondan sonra da canını verecek, o sapık olacak..!

Utanmaz Allah’tan korkmaz, arlanmaz, hiç mi emeğe, hiç mi bedele saygın yok. Evet, sayın gitsin. Görüyorsunuz değil mi kim nerede duruyor. Daha halâ tereddüt var mı? Kimin nerde durduğunu bilmek istiyorsanız emeğe bakışına bakın. Evet Allah emeği değerlendiriyor. Rabbimiz salih ameli istemesi bu yüzdendir, iman eden ve salih amel işleyen. Salih amel nedir? Emektir bitti.

Kur’an a göre gerçek kutsalın iki özelliği var. Dokunulamaz ve kuşatılamaz demiştim. Dokunulmazlık ve kuşatılmazlık bir şeyde birleşirse, o şey doğrudan imanın konusu oluyor. Kutsallığa her ilave din ve iman alanına dahil olmayan şeyi bu alana taşımaktır. İşte sapıklık olan bid’at budur. Küllü bid’atın delaleh vardı ya, sapıklık olan bid’at nedir? Kutsallığa ilave edilmiş her şeyir. Allah başta peygamber olmak üzere kimseye ve kuruma kutsama yetkisi vermemiştir. Eşyayı kutsal olan ve olmayan diye ikiye ayırmak vahyin inşa ettiği akla aykırıdır. Eşyanın hepsinde rabbimizin parmak izi var. Varlığı O yaratmıştır varlıkta Allah’ın parmak izi vardır. Onun için varlık Allah’ı gösteren bir işaret parmağıdır, şahadet parmağıdır. Her varlığa baktığınızda varlık Rabbini gösteriyor rabbini.

Allah’ın tekelinde olan kutsal alanı belirleme yetkisine ortak çıkmak anlamına gelir bu. Her sahte kutsallık bir dizi istismarı peşinden sürükler. Sahte dini otoriteler türer, sonuçta ortaya sahte kutsallar oluşturan, sahte kutsallar çıkaran bir din çıkar. Sahte dinin ve sahte dindarın hakiki dine ve hakiki dindara  verdiği zararı kâfir vermez. Tüm peygamberler aslında Allah’ı inkâr edenlerle mücadele etmediler, dini sahteleştirenlerle mücadele ettiler. Allah Resulü Hz. İbrahim’in dinin tahrif eden müşriklerle mücadele etti. Farkında mısınız müşrikler İbrahim dininin muharrifleridir tahrifçileridir. Hz. Muhammed AS. da İbrahim dininin müceddididir.

Bâtıni ve mistik eğilimlerin tüm çabası kutsallık alanını genişletme üzerine oturur, genişletilen bu alan Allah’a teslim edilmez, fakat insanlara da bırakılmaz. Dokunulmazlık zırhıyla kuşatılan bu alanda sahte dindarlık ve sahte metafizik üretimi başlar. Bunlar farklılık ve macera arayan, ilmiyat değil hissiyat meraklılarını celbeder onların uyuşturucusudur, afyonudur, esrarıdır. Burada M. Akif’imizi analım mı?

Sürdüler Türk’e tasavvuf diye olgun şırayı,

Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıtkı dayı.

Hakikat kusan Sıtkı dayılara şifa dileyerek M. Akif’imize de rahmet dileyerek geçelim.

Sahte metafizik spekülatif bilgi üretir, spekülatif bilgi, gayba imanı tahrif eder, Kur’an spekülatif bilgiden kaç der. Ve lâ takfü ma leyse leke Bihi ‘ılm. Bilmediğin şeyin peşine düşme innesSem’a vel Besara vel Fuade küllü ülaike kâne anhu mes’ula. (İsra/36) Göz de, kulakta, gönül de bundan mes’uldür.

Aman Allah’ım, bilmediğin şeyin peşine düşme, peşi ne düşüyorsan o zaman bil. Nasıl bileceksin? Falan rüyasında görmüş. Görmüş mü acaba? Bunun delili nedir? Yok böyle bir delil. Yalan söylüyorsa? Mümkin mi? İmkânsız değil. Peki, ben dinimi yalan üzerine mi bina edeceğim. Peki, o rüyayı ona gösteren ya şeytansa, şeytan parmağına takmışsa. Kur’an a göre şeytanlar da vahiy getirirmiş. Evet aynen öyle. Peki, ya öyle ise ne yapacağız şimdi? Biz şeytanın vahiy getirdiği birinin peşine takılmışsak? Allah korusun, ahirette uyanacak olan bir uyku bu, korkunç bir uyku. Onun için mes’uldür diyor. Zanna karşı bizi uyaran her ayet spekülatif bilginin zararına dikkat çeker.

innez zanne lâ yuğniy minel Hakkı şey’a. (Yunus/36) bu zannın tamamı için geçerlidir. Ne diyor? Zan hakikatin yerine geçemez. İnsanı hakikatten müstağni kılmaz diyor, bitti.  Kurân ın gayb ve şehadetten oluşan ikili bir siste Kur’an bilgi sistemi iki ayak molojisi var yani bilgi sistemi. Gayb şahadet. Keşf adlı 3. Bir madde koyduğunuz zaman yanına işte siz bu iki ayağa en büyük kötülüğü yapıyorsunuz. Kur’an ın bilmediği bir şey koyuyorsunuz siz. Rabbimizin projesinde olmayan bir sütun dikiyorsunuz oraya. Allah’ın dine olan projesini bozuyorsunuz bilmem anlatabiliyor muyum?

Evet, keşf adlı zanni bilgi hakikat ilan edilir, şahadetin ve gaybın üzerine konuşlandırılır. Bu iki ayak küçülür o üçüncü sahte ayak büyür. Büyür büyür öbürlerini de içine alır ve din yazılır üstüne, din zan olur. Zannı din, dini zan olur. Din zan olmuşsa vay gele o dindarın başına.

Kur’an ın inşa ettiği insan tasavvurunu bozar, sanki insan kalmak kusur ve ayıp olur bu uydurma dinde. Evet, insan olmak ayıptır. Onun için bakın Allah resulünü insan olarak bir türlü tasvir edemezler. Bir türlü kıymete kanaat etmezler çünkü. Problemleri kıymete kanaat etmemektir. Yani insanlık onları kesmez, illaki insanlıktan çıkacaklar ve çıkaracaklar.

Rabbimiz onu insan olarak över. Yasiyn, ne demek yasin? Ya insan demek, ey insan. Rabbimiz onu insan olarak tescil eder ve alın der size. Tıpkı Hz. İsa’yı jurnallediği söylenen Yahuda İskaryot’un Roma’lı askerlerle araya girdiklerinde işte insan diye Hz. İsa’yı göstermesi gibi. Ekke homo dememişti çünkü bu Latince. O Latince konuşmuyordu, Aramice konuşuyordu.

Dolayısıyla işte insan. Kim sevgili peygamberimiz? Hazâ insan, insanlık modeli. Yetmedi mi, kesmedi mi, illa uçmayınca olmuyor mu? O zaman sineklere nur yağdı. Suda yürümeyince olmuyor mu? O zaman balıklara nur yağdı. Sizinki diyor yatayına uçuruyor, gelin ben dikeyine uçurayım füze gibi diyor. Üçüncüsü de diyor ki bende daha ilerisi var ben ışınlayayım gelin diyor. O da nuru Muhammedi ilan ediyor anlatabiliyor muyum? Yani kadîm bir putperest efsaneyi getirip Allah resulünün imajına giydiriyor. Aman Allah’ım.

Evet görüyorsunuz yani saflar ayrışıyor başka çaresi yok. Eskiden bunlar bilinirdi. Fakat bunlar bildirilemezdi, söylenemezdi. Bilgiye ulaşmak zordu, bu tip insanlar da bilgiye ulaşmayı daha da zorlaştırırlardı. İnsanlar bilgiye ulaşmasınlar diye kast sistemi geliştirmişlerdi. Avam, havas, ehassulhavas. Hakikatin hakikatini Ehassül havas bilir, yani kazı onlar yer, kazın derisini, kellesini, paçasını havas yer, gerisine de yani avama da kazın suyu kalır anlatabiliyor muyum? Böyle bir kast sistemi. Hindistan’da ki kast sistemi aynen alınmıştı sistem olarak .

Peygamberlerin siz hiç kast sistemiyle davet ettiklerini duydunuz mu? Aksine toplumun en zayıf kesimi en ilk davet edilenlerdi öyle değil mi? Ya..! gelin şimdi ona bakın, bunlara bakın da karar verin.

Muvatta da İ. Mâlik naklediyor. Ebud Derda Selman-ı Farisi’ye yazıyor. Nereden yazıyor? Filistin’den, Tûr dağından yazıyor. Diyor ki Mukaddes mekâna gel, buralar çok güzel. Selman ona yazıyor; Hiçbir mekân mukaddes değildir ya Ebed Derda, insan ancak ameliyle mukaddes olur.

Hay babam..! Sorun bugün başlamadı İşte Ebud Derda da sahabe, Selman’da sahabe. Ama o, o kadar, öbürü de o kadar. Birisi ehlibeyt. Peygamber mektebinin hakiki bir öğrencisi. Eyvallah. Aslında bu bile yeterliydi.

Her cahiliye sahte kutsallar üzerinde yükselir. Cahiliye Arapları İbrahim’in İslâm’ı tahrif ettiğine inanıyorlardı, atalarımızın yolu diyorlardı. Cahiliye insanı Cahiliye insanı Kur’an ın gücüne karşı mukabil bir güç keşfettiler. Nasıl? Sahte kutsalların gücü.

Peygamberimize karşı onunla mücadele ettiler. Kuddûs olan Allah’ın nazil ettiği Kur’an ı gelenek kalesinden söktükleri ile taşlıyorlardı cahiliye ehli. Vahiy Kâbe’ye Allah’ın evi olarak ilan etti değil mi. Fakat kuds ve mukaddes ilan etmedi farkında mısınız? Kâbe ile mukaddes kelimesinin yan yana geçtiği bir ayet yok içinde. Ka de se kökünün yan yana hiçbir ayette yok. Fakat cahiliye Kâbe’yi kutsal ilan etti. İlginçtir Kur’an da onlarca sıfatı vardır; Kerîm, Mecîd, Azîz, Mubîn, İmam.. İçinde bir tane kuds veya mukaddes sıfatı yoktur farkında mısınız?

Fakat cahiliye Kâbe’yi ne ilan etti? Kutsal ilan etti. Bu şark kurnazlığı, ilginç bir kurnazlık tipi. Zira Kâbe ile birlikte onun içinde ki putlarda peşinen kutsal ilan edilmiş oluyordu. Al sana şark kurnazlığı. Kâbe’yi kutsal ilan et, içinde ki putlar da mübarek olsun, kutsal olsun. Hatta böylece putlar Kâbe’nin ruhu, Kâbe de bu ruhun bedeni yerine geçecekti. Hesapta buydu.

Kilise Tevrat ve İncil’i Mukaddes kitap ilan etti, Kur’an indiğinde bu terkip tedavülde idi biliniyordu. Araplar tarafından da biliniyordu. Kur’an bu terkiplere hiç iltifat etmedi. Kur’an ın inşa ettiği akılla bakınca Kur’an a kutsal diyebilir miydik? Önce düşünün Kur’an dokunulabilir kutsal dokunulamaz. Kur’an Mubin, kutsal gizemli ve esrarlı. Öyle değil mi? Kur’an Mubin; açık anlaşılır. Kur’an aktif kutsal pasif, tabii kutsal pasiftir, yani mukaddes kılınmış anlamında. Kur’an aktüeldir, kutsal tarihseldir. İlahi kelâm delile çağırır, kutsal dogmaya çağırır öyle değil mi?

Dolayısıyla çok farklı. Onun için bakınız Kur’an ı anlaşılır bir hayat kitabı olmaktan çıkarınca öptük, sevdik, kılıfının içine koyduk, en yüksek yere astık. Alın size dokunulmaz kitap. Dokunmak içinde Allah’ın hiç koşmadığı şartlar koştuk, peygamberimizin koşmadığı şartlar koştuk.

Çok ilginç değil mi? Kur’an a Tevrat muamelesi. Biliyor musunuz siz Tevrat’a Yahudiler abdestsiz dokunamazlar. Vay, vay, vay..! Nerelerden nerelere gelmişiz. Haydi, buyur, Kur’an a dokunmak için Kur’an ın bir şartı var.

Feizâ kara’tel Kur’âne feste’ız Billâhi mineş şeytânir raciym. (Nahl/98) Kur’an okuyacağın zaman ne yap? Şeytandan Allah’a sığın. Bitti. Tamam Kur’an abdesti farz kılıyor ama hangi abdesti? Akıl abdestini. Bu ayet akla abdest aldırın Kur’an ın önüne öyle oturun diyor. Kur’an bildiğimiz abdesti farz kılıyor, niçin farz kılıyor? izâ kumtüm iles Salâti. (Maide/6) ve izâ kuntüm.. özellikle tashih edilmesinin manası da odur. kumtüm iles Salâ namaza kalkacağınız zaman. Bu da ayrı bir bahis anlatabiliyor muyum?

Görüyorsunuz değil mi? Yani hayat kitabını hayatın dışına atmak için başka bir şey ilan etmeye gerek yok, kutsal kitap ilan edin yeter. Hayat kitabı olmaz ölüler kitabı olur o zaman.

Şimdi ya..’ onlar da haklılar benim bu söylediklerimi nasıl sindirsinler. Heriflerin ömrü dalga, dalavere. Bunların üzerine oturmuş, tezgâh bunların üzerinde dönüyor tüm sektör bunların üzerinde. Nasıl sindirsinler şimdi? İşleri zor, Allah onlara yardım etsin. Yalancının işi zordur, sahteyi gerçek gibi pazarlayanın içi zordur. Her an tetiktedir yani sahte ortaya çıkarsa, ya biri anlarsa. Çünkü sahte mal pazarlıyor ne yapacak? Allah yardım etsin onlara. Allah onları sahtekârlıktan ve sahteden vaz geçirerek yardım etsin.

Kâbe’ye kutsal diyebilir miydik? Mekke’ye, Medine’ye, peygambere kutsal insan diyebilir miydik, kutsal kabir, kutsal bölge, kutsal taş hacer-ül esved e. Namaz vakitlerine kutsal vakit, namaza hatta kutsal ibadet. Ne kadar garip oldu değil mi. Seccadeye kutsal halı, zemzeme kutsal su, çıktığı kuyuya kutsal kuyu. Geleneksel anlayış, kutsal anlayışa ne kadar meraklı neden? Cevabı açık metafizik açlık var. Bu açlık sağlıklı gıdalarla giderilemeyince GDO lu bir din sürülüyor. Genetiği değiştirilmiş organizma. Aslında GDİ demek lazım; GDD, genetiği değiştirilmiş diyeyim. GDD li bir din Genetiği değiştirilmiş bir din.

Böylece hakiki dine karşı sahte din, uydurulan din alternatif olmuş oluyor. Bunu yapan sahte dindar dinsiz kalmanın taşınamaz yükünden de kurtulmuş oluyor, tabii vicdani yükünden kurtuluyor, yani hava yiyerek kurtuluyor. Hava yenir mi?, hava yiyerek bir insan doyar mı? Benim karnım tok, ne yedin? Hava yedim. Öyle bir şey. Kutsal inek, kutsal devlet, kutsal lider, kutsal kâse, kutsal yüzük. Herkes aklına eseni kutsal ilan ediyor. Her yer kilise, herkes papaz olmuş. Kutsa beni peder rolünde.

Kur’an kutsalı Allah ile sınırlandırmıştır. Kur’an da ka de se kökü 10 yerde gelir gelir, 10 kelime hepsi bu. 3 Tanesi Hz. Musa hakkında, 3 tanesi Hz. İsa hakkında, 4 tanesi de Allah resulüne indirilen şeyler hakkında.

Nahl/102. Ayetinde geliyor Kur’an için. Üçü Allah ile ilgili. İlginç sonuç şu, çok ilginç bir sonuç var Kur’an da 10 ka de se kökünden gelen kelimelerin. Kutsallık Hz. Musa da mekâna nispet ediliyor, yani vahyin indiği yerlere, ardı mukaddese, Hz. İsa’da ilahi yardıma nispet ediliyor, Ruhü-l Kuds 3 yerde de öyle. Veya meleğe, veya vahye. (Fakire göre) Hz. Muhammed AS. geldiğinde en kâmil noktasına ulaşıyor sadece Allah’a nispet ediliyor. Musa’da mekâna, İsa’da, ilahi vahye veya vahiy getiren meleğe, ilahi yardıma veya, Allah Resulünde sadece Allah’a. Ne görüyorsunuz burada, bir süreç görüyorsunuz değil mi? Bu kutsallıkta kemâle doğru ilerleyen bir sürece delalet ediyor.

Maide/3 ayeti ne diyordu? elyevme ekmeltü leküm diyneküm ve etmemtü aleyküm nı’metiy. (Maide/3) işte bugün size dininizi ikmal ettim, kemâle erdirdim. Demek ki Hz. Musa’ya indirilen din, Hz. İsa’ya indirilen dinden daha az kâmil. Hz. İsa’ya indirilen din, Hz. Muhammed’e indirilen dinden daha az, Hz. Muhammed’e indirilen ikmal edilmiş bir din. Demek ki insanlığın aklı ilerledikçe rabbimiz arşına yazdığı kodların tamamını bu sürece yayarak en sonunu Allah resulüne indirerek dini ikmal ediyor. Bu bunu gösteriyor.

Biz aslında kutsallık meselesinde dinin ikmal ediliş sürecini görüyoruz. Hz. Musa’da mekâna, Hz. İsa’da ilahi yardıma, Hz. Muhammed de sadece Allah’a. Aslında kutsallık gerçek yerine Allah resülüne indirilen vahiyde oturuyor.

Bu kutsallıkta Kemale doğru ilerleyen bir sürece işaret eder. Aynı süreç mucizeler için de geçerli. Önceki peygamberlerde hissi, 5 duyuya hitap eden mucizeler, Allah resulüne gelince hissi mucize akleden kalbin mucizesine dönüşüyor farkında mısınız? Orada da bir kemâle doğru ilerleme var, bir tekâmül süreci var ilahi yasa gereği.

Hissi mucizeler; kemâle ermemiş akla, kemâle ermemiş dinin takdim ettiği bir teşvik unsuru, 5 duyuya hitap eden, göze, kulağa, ele hitap eden. İnsanlık son Nebi ile kemaline ulaşınca böyle olağan dışı bir teşvike ihtiyaç kalmadı, artık teşvik ebedi Kur’an suretinde tecelli etti. Onun için dedi ki;

Evelem yekfihim enna enzelna aleykel Kitabe yütla aleyhim. (Ankebut/51) Onlara kendilerine okuna bu vahyi indirmiş olmamız, ayet olarak, yani mucize diye çevirdikleri, mucize olarak yetmedi mi. Dedi Kur’an anlatabiliyor muyum?

Bize yetti ya Rabbi. Size de yetti mi? Eyvallah..! Yetmeyenler düşünsünler.

Sözün özü kutsallık Kur’an vahyi ile sadece Allah’a hasredilmiştir, istismarın önü kesilmiştir. Kur’an da el Kuddûs ismi biraz önce özetledim 2 yerde Allah’a isnatla kullanılıyor. Cuma/1 ayet, Haşr/23. Ayet. Belirli olarak geliyor, medeni, olarak geliyor, el Melik ismi ile birlikte geliyor. El Melikü-l Kuddûs 2 yerde de.

El Kuddûs dokunulmaz ve kuşatılmaz olandır. “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir. (Haşr/23) dokunulmaz ve kuşatılmaz. Allah dokunulmaz ve kuşatılamazdır. Amenna ve saddakna, problem var mı? Dokunulmazdır kimse dokunamaz, kuşatılmazdır, Allah zatı itibarıyla hiçbir akıl tarafından kuşatılamaz. ve lâ yuhıytûne Bi şey’in min ‘ılmiHİ illâ Bi ma şâ’. (Bakara/255) Bitti. Allah’ta kuşatılmaz, Allah’ın ilmi de kuşatılmaz.

Cuma suresinde gelişini de okuyalım; Yüsebbihu Lillâhi ma fiysSemavati ve ma fiyl’Ardıl MelikilKuddûsil’AziyzilHakiym. (Cuma/1) Orada da böyle geliyor. Yani göklerde ve yerde bar olan her bir şey Allah adına hareket ederler. Tesbih bu demektir, O Allah’ ki El M elik’tir, el Kuddûs’tür, kâinatın yöneticisidir, dokunulmaz ve kuşatılmazdır.

Melekler kutsal olan değil takdis eden varlıklar. Melekler Hristiyanlıkta kutsal olarak nitelenirler. Fakat Kur’an da melekler nasıl takdim ediliyorlar? kalû etec’alü fiyhâ men yüfsidü fiyhâ ve yesfiküddimâe, ve nahnu nüsebbihu BihamdiKE ve nükaddisüleK. (Bakara/30) on kelimeden biri burada gelir. Ne demişlerdi? Ben Adem’i halife atayacağım. Yeryüzünde imarı ve inşayı gerçekleştirecek yeryüzünün halifesi olarak atayacağım. Buyurduğu zaman Rabbimiz, Melekler rabbimize şöyle bir itirazda bulunmuşlardı.

Ne demişlerdi? Biz senin adına hareket edip, nüsebbihu BihamdiK seni hamd ile teşbih edip, hamd ile senin adına hareket ederken ve senin dokunulmazlığını ve kuşatılmazlığını dile getirirken, sen kalkıp şu an itibarıyla yeryüzünde kan dökmekte olan, fesat çıkarmakta olan yüfsidü, yesfikü, fiili muzari. Zamanı kaç zaman 3 zaman. Geniş, şimdiki, gelecek zaman. Fiili muzarinin iki zamanı dürmek, iki zamanını yok edipte sırf gelecek zamana hasretmek için tesfif edatı kullanmak lazım sin ve sevf’e Arap dilinde kuraldır. Yoksa üç zamanın ilk iki zamanı evladır. Şimdiki ve geniş zaman yan o anda kan döken birileri varmış, fesat çıkaran birileri varmış. Kimmiş onlar? Beşermiş yani ruh üflenmeden evvelki Adem’in halleriymiş. Eyvallah, beşermiş.

Takdis ne demek? İki şey; fiilde takdis, akidede takdis. Fiilde takdis de ikiye ayrılır 1 – Fiilinde Allah’a şer isnat etmemek, 2 – Allah’tan başkasını mükemmel görmemek. Akidede takdis O’nu noksansız kusursuz eksiksiz şer ve kötülükten uzak bilmek Allah’ı takdistir, takdis budur. Biz de Allah’ı takdis ederiz. Melekler takdis ediyorsa biz de takdis ederiz. Nedir? Allah her türlü kusurdan noksandan, şerden münezzehdir. Ama şerrihi ne oldu şimdi? Olmadı. Min Allah; Hâşâ. Şer Allah’a isnat edilemez. Allah şerrin kaynağı mıdır? Olur mu öyle şey. Eyvallah.

Dedim ya yarattığı her şeyi münasip yaratmıştır, güzel yaratmıştır, Esma-i hüsna diyoruz bakın, hüsna; güzel isimler, kötü bir tane ismi yoktur her yaptığı hayırdır çünkü.

Kuddûs olan Allah’ın tecellileri: Hz. Musa’da bir tecellisi var, işte vahiy inen mekânlara tecellisi. Hz. İsa’da bir tecellisi var Ruhü-l Kuds, Hz. İsa’ya Allah’ın yardımı ve Kuddûs olan Allah.

Amin; Ya Kuddûs ya Allah. Ey zatı mutlak ve sonsuz kutsal olan rabbim. Ey beşerin kirli tasavvurlarıyla kirlenmeyen rabbim. Ey her türlü hata ve kusurdan münezzeh olan rabbim. Bizi temiz adına leke sürenlerden eyleme. Ya Kuddûs, ya Allah. Eşin yok, ortağın yok, benzerin yok, zıddın yok. Bizi sana aracısız kulluk eden muhlislerden kıl ya rabbi. Sen mahza hayırsın, kötülüğün şerrin yok. Kendi şerrini sana nispet edenlerden kılma ya rab. Ya Kuddûs, ya Allah sahte kutsallar icat edipte sana iftira edenlerden sen sonsuz kez berî sin, ne olur bizi de Berî eyle ya rab. Sana sığınıyoruz Allah tasavvurmuzu kirletenlerden. Alnımızı ak, gönlümüzü pak, akidemizi berrak eyle ya rab. Amin, amin, amin.

Sadakallhul azîym. Allah en gerçeğini en doğrusunu hakikati söyledi.

(Kitaptan; Kuddûs isminin Hz. Musa’da ki tecellisi;

Her ismin bir tecellisi olduğu gibi Kuddûs isminin de bir tecellisi vardır. Bu mübarek ismin Hz. Musa’nın vahyinde ki tecellisine dair üç atıf buluyoruz.

1 – “Fakat ateşe yaklaşınca ona (gaibden) “ey Musa” diye seslenildi. “Benim, ben. Senin Rabbin. Şimdi ayakkabılarını çıkar, çünkü sen iki kez mübarek kılınmış vadidesin. Ve ben seni (elçi) olarak seçtim Bundan böyle artık sana vahy edileni dinle.” (Tâhâ/11-13)

2 – Hani Rabbi mübarek kılınmış Tûva vadisinde ona şöyle seslenmişti; “Firavuna git, çünkü o haddini aştı ve ona de ki; Arınmaya var mısın? İmdi (cevap evetse) ben seni rabbine doğru yönelteceğim ve sen de kendine çeki düzen vereceksin. (Nâziat/17-19)

3 – (Musa demişti ki) “Ey halkım Allah’ın size vaad ettiği mübarek kılınmış topraklara girin, fakat sakın geri adım atmayın yoksa kaybedenlerden olursunuz. (Maide/22)

K-d-s maddesinin Kur’an da ki kronolojisinden yola çıkarak daha önce şu tesbiti yapmıştık. Kutsallık Hz. Musa’da mekâna, Hz. İsa’da ilâhi yardıma ve meleğe nispet edilirken iş Hz. Muhammed’e geldiğinde en kâmil noktasına ulaşıyor ve sadece Allah’a nispet ediliyor. Bu kutsallık tasavvurunda kemâle doğru ilerleyen bir süreci göstermektedir.

Burada Hz. Musa’nın ve soyundan geldiği peygamber atalarının (Hz. İbrahim, İshak, Yakub, Yusuf ve diğerleri) gezip yurt edindiği toprakların bereketine bariz bir atıf var. Bu bereket toprağa atfedilen maddi bir bereket olabileceği gibi o bölgede inen vahiylerden kaynaklanan manevi bir bereket te olabilir.

Yahudiler adetleri olduğu gibi bu bereketi maddi anlamına almışlardır. Onun için yalın ayak ibadet etmeyi din haline getirmişlerdir. Tefsirlerimiz Hz. Musa’ya “Ayakkabını çıkar” emrinin gerekçesi sadedinde bu seviyenin de altında rivayetler naklederler. Mesela Hz. Musa’nın ayağında ölmüş eşek derisinden bir ayakkabı varmış, rabbimiz onun için onun çıkarılmasını emretmiş..! (İbn. Kesir)

Peygamberimiz bereket ve kutsal kılınmayı maddi değil manevi olarak almış olmalı ki Yahudilerin aksine eğer altı temizse ayakkabının çıkarılmasını şart koşmamıştır. İbn. Kayyım Ahkâm-u Ehli’z-Zimme de bunu Nebi’nin Yahudilere muhalefet bağlamında değerlendirir. (11-748) Hatta Nebi’ye atfen; “Yahudilere muhalefet edin, zira onlar ibadette ayakkabılarını çıkarmazlar” şeklinde bir rivayet de nakledilir. Ayrıca doğuların da batıların da Allah’ın olduğunu söyleyen ayet yeryüzünün herhangi bir parçasının diğer parçalarından daha özel olmadığını zımnen ifade eder.

Şu durumda Hz. Musa’nın vahiy aldığı yerlerin “kutsal ve bereketli kılınması” olayını maddi değil manevi anlamıyla almanın hem vahiy ruhuna, hem de işin hakikatine daha uygun olduğu kanaatindeyiz.

Ruhu’l-Kuds; Hz. İsa’ya Allah’ın desteği.

Kuddûs isminin vahiyle muhatap olan her peygambere olduğu gibi Hz. İsa’ya da yönelik bir tecellisi vardır. Kur’an da Hz. İsa’ya yönelik tecelliden söz eden üç ayet yer alır.

1 – “Musa’ya ilâhi kelamı vermiş ve birbiri ardınca onu izleyen peygamberler göndermiştik. Meryem oğlu İsa’ya da gerçeğin açık belgelerini vermiş ve onu kutsal ruh ile desteklemiştik. Fakat her ne zaman bir elçi hoşunuza gitmeyen bir mesaj getirmişse küstahça ona başkaldırdınız. Kimini yalanladınız, kimini de öldürdünüz.” (Bakara/87)

2 – “Söz konusu elçilerden her birine diğerinden farklı meziyetler bahşettik. Onlardan kimisiyle Allah konuşmuş kimisini de yüce mertebelere çıkarmıştır. Meryem oğlu İsa’ya da hakikatin apaçık belgelerini verdik ve onu kutsal ruh ile destekledik. Eğer Allah dileseydi onların ardından gelenler kendilerine hakikatin apaçık belgeleri geldikten sonra birbirlerinin kanına girmezlerdi.” (Bakara/253)

3 – “İşte o zaman Allah diyecek ki; Ey Meryem oğlu İsa sana ve annene bahşettiğim nimetimi hatırla. Hani seni kutsal ruh ile desteklemiştim. İnsanlarla beşikte iken de, erişkin iken de konuşuyordun. Hani Ben sana vahyi ve hikmeti yani Tevrat ve İncil’i talim ettirmiştim.” (Maide/110)

Bu üç ayetin üçünün de konusu melekler değil vahiydir. Bu ayetlerde geçen “Kutsal ruh” da vahyin ta kendisidir. Hz. İsa’yı yüce rabbimiz vahiyle desteklemiştir. Ruhu’l-Kuds (Kutsal ruh) terkibi bu üç ayette kapalı kullanılmıştır. Fkat aynı ibare Nahl/102) ayette doğrudan “İlahi vahiy” anlamında kullanılır. Kur’an bir kısmı diğer kısmını açıklayan mufassal bir vahiydir. Nahl/102 de muhkem olarak gelen ruhu’l Kuds Hz. İsa’nın vahyi bağlamında üç yerde müteşabih olarak gelen ruhu’l kuds ibarelerini açıklar. (M. İslamoğlu/Esma-i Hüsnâ-C.3/-S./2112)


Viewing all 327 articles
Browse latest View live