Quantcast
Channel: KURAN MEAL TEFSİR (DERLEME)
Viewing all 327 articles
Browse latest View live

ESMA DERSLERİ – 11 – EL KUDDÛS (A) (EBU HANZALA)

$
0
0

Ebu Hanzala

Selâmünaleyküm.

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve sahbihi ecmaiyn. Emma ba’d

Bu hafta Allah nasip ederse el Kuddüs ismini anlatmaya çalışacağım. Bu derslerden gayemiz şudur. Şimdi biz sürekli diyoruz ki bir insanın Allah’a hakkıyla kulluk yapabilmesi için evvela Allah’ı hakkıyla tanıması gerek. İnsan tanımadığı bir varlığa hakkıyla kulluk etmesi düşünülemez bu mümkün değildir. Hatta bununla alakalı geçen derslerimizde bir hadis zikretmiştim, onu tekrar zikredeyim.

Peygamber A.S. bir kabre uğruyor, kabrin başında bir kadın var. Bu kadın normalde çocuğu öldüğü için ağlıyor ama bir Müslümana yakışmayacak şekilde ağlıyor. Sanki Allah’ın kaderine rıza göstermemiş gibi ağlıyor.

Peygamber A. S. O kadına diyor ki; “Ey kadın sabret ve ecrini Allah’tan bekle” Bir insan vefat ettiği zaman Allah’ın bizden beklediği budur, sabretmek ve ecrini Allah’tan beklemek. Kadın peygamberimize çok değişik bir çıkışla diyor ki; Uzak dur benden, çünkü bana isabet eden musibet sana isabet etmiş değildir. Yani sen bu acıyı yaşamadığın için şu an benim ne yaşadığımı bilemezsin.

Sonra kadına geliyorlar diyorlar ki; Sen o konuştuğunun kim olduğunu biliyor musun? O da diyor ki hayır, onun kim olduğunu bilmiyorum. Diyorlar o peygamberdir.

Kadın Peygamber A.S. evine gelip ona özür beyan edecek, içinde bulunduğu durumu ifade edecek. İlk söylemiş olduğu cümle şudur; Ben senin kim olduğunu bilmiyordum.

Yani biz buradan anlıyoruz ki bire insanın peygambere karşı vazifelerini yerine getirebilmesi için evvela peygamberin kim olduğunu bilmesi gerekir. Sen peygamberin kim olduğunu bilmezsen, onu tanımazsan sen elbette ki ona karşı sorumluluklarını yerine getiremezsin. Hakeza bu Alemlerin Rabbi olan Allah içinde böyledir.

Allah kendini kullarına bir takım isimlerle, bir takım sıfatlarla tanıtmıştır. Mesela biz Allah’ın işte şu ana kadar gördüğümüz isimlerinden Rahman, Rahim, el Melik gibi veya Allah lafzı Celalini öğrendiğimizde bunlarla beraber Allah’a karşı bir takım sorumluluklarımız olduğunu öğreniyoruz ve Allah’a buna göre muamele ediyoruz. Onun için Allah’ın isimleri ve Allah’ın yüce sıfatları Müslüman için çok önemlidir. Ta ki Müslüman Allah’a nasıl kulluk edeceğini, Allah’ın üzerinde ki haklarını nasıl ifa edeceğini Müslüman bilebilsin. Bugünkü isimlerimizden bir tanesi el Kuddûs ismidir.

El Kuddûs ne demektir? Lügat anlamı itibarıyla iki anlama gelir. Bunlardan bir tanesi temizliktir, bir tanesi de berekettir. Yani Araplar Kuddûs kelimesini kullanırken mesela içine su koydukları ve kendisiyle temizlendikleri kaplara kades diyorlar. Niye buna Kades diyorlar? Çünkü bununla temizlendikleri için Kuddus kökünden gelen kades kelimesini kullanıyorlar. Veya Allah Mescid-i Aksa, veya bugünkü Şam toprakları için ne diyor Kur’an da?

Ve necceynahu ve Lutan ilel Ardılletiy barekna fiyha.. (Enbiya/71)

Biz Lût’u ve İbrahim’i kurtardık müşriklerin elinden. Nereye kurtardık? Kendisine bereket kıldığımız topraklara diyor. O toprakların ismi nedir? İşte Beyt-ül Makdis diyoruz, Ardal mukaddesetelletiy (Maide/21) diyoruz Hz. Musa’nın dilinden Ey kavmim Allah’ın sizin için mukaddes kılmış olduğu topraklara gidin dediğinde biz böyle anlıyoruz.

Demek ki Kuddûs dediğimizde iki tane manayı kast ediyoruz. Biri temizlik, diğeri berekettir. Temizlikten kast ettiğimiz şey nedir? İnsanın aklına gelebilecek bütün eksikliklerden münezzehtir Allah. Temizlikten kast ettiğimiz şey budur.

Mübarek, yani bereketli olmaktan kast ettiğimiz şey nedir? Allah’ın kendisi temiz olduğu gibi herhangi bir şeyi temizlediğinde, yani Kuddûs ismi oraya tecelli ettiğinde Allah orayı bereketli kılar.

Mesela şöyle düşünün bereket Allah’ın temizliğinin bir gereğidir. Yani bir yere Allah’ın Kuddûs ismi tecelli etmişse, Allah orayı temizlemişse orada bereket kendiliğinden ortaya çıkar. Örnek diyorum; Allah size mal verdi. Eğer bu malı Allah temizlemişse sizin için, siz zaman içinde bu malın bereketini görmeye başlarsınız. Veya Allah size evlat verdi, evlatla rızıklandırdı. Eğer Allah bu evlatları temizlerse, bunları eksikliklerinden arındırırsa siz zaman içerisinde o çocukların bereketini görmeye başlarsınız. Veya diyelim Allah size ilim verdi veya herhangi bir yetenek verdi. Eğer Allah sizin bu yeteneğin eksikliklerinden, bu ilmin eksikliklerinden temizler ise siz onun bereketini yavaş yavaş görmeye başlarsınız.

Şunu söyleyebilirim ki tarih boyunca Muvahhit ile müşriklerin, peygamberlerle kavimlerinin arasında ki en büyük mesele, onlar Allah’a naks, eksiklik izafe etmişler, peygamberler ve muvahhitler de Allah’ın Kuddûs olduğunu ispat etmeye çalışmışlar. Yani en büyük mücadele bunun mücadelesidir.

Mesela müşriklerin ortak sıfatlarından bir tanesi Allah’a çocuk nispet etmektir. Niye Allah’a çocuk nispet ederler? Çünkü onlar hakkıyla Allah’ı tanımadıkları için mutlaka Allah’ın bir oğlunun olması gerektiğine inanırlar ve Allah’ın bu oğlunun da O’nun adına yeryüzünde işlerini yürütmesi gerektiğine inanırlar.

Şimdi sen kendi Allah inancına bir bak bakalım. Sen diyorsun benim rabbim Hayy ve Kayyûm olandır. Yani diridir ve her şeye diriliğini veren de benim rabbimdir. Veya diyorsun benim rabbim Kayyûm dur, yani her işi kendindendir, ve bütün işleri kaim eden ikame eden benim rabbimdir diyorsun mesela. Yer ve göğün bütün mülkü O’nun elindedir, bütün mülkünde dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahip olan Allah benim rabbimdir diyorsun.

Biri gelse böyle inandığın bir Allah için sana dese ki; Kardeş bu Allah’ın yeryüzünde işlerini kim yürütüyor? Kim bu Allah’a vekâlet ediyor bu işler adına? Sen diyeceksin ki Allah zalimlerin ve kâfirlerin söylediklerinden çok yücedir. Böyle bir Allah’ın hiçbir vekile, yardımcıya, ortağa veya muavine ihtiyacı olabilir mi? İhtiyacı olamaz, o zaten kendi başına bütün işlerini idame ettirecek güce ve kudrete sahiptir dersin.

Ama bu inanca sahip olmayan, Allah’ı böyle tanımayan bir müşrik mutlaka diyecek ki nasıl ki bir şirket patronu bütün işleri kendisi yapamaz, muhasebesine, dış ilişkilerine, pazarlamasına birilerinin bakması lazım. Hakeza bu kâinatın bütün işlerini de tek başına Allah bakamaz haşa ve kellâ, Mutlaka o Allah’a yardımcı olacak bir takım varlıklar lazım ve bu sebeple de Yahudiler dediler ki Üzeyr Allah’ın oğludur. Hıristiyanlar dediler ki İsa Allah’ın oğludur. Müşrikler de dediler ki melekler Allah’ın kızlarıdır.

Günümüzde ki bir takım insanlar da mutlaka Allah adına yeryüzünde Allah’ın işini yapan bir takım varlıklara inanıyorlar. Belki bunlar Allah’ın oğlu demiyorlar, ama Yahudi ve Hıristiyanların Allah’ın oğlunda itikat ettikleri her şeye bunlar hakkında itikat ediyorlar.

Düşünün Şu Allah’ın yaratmış olduğu kâinat Allah’ı o kadar iyi tanıyorlar ki Allah’a bir eksiklik izafe edildiği zaman kâinat çatlamak istiyor ortasından. Bu kâinata çok ağır geliyor, muvahhide de bu şekilde ağır gelmesi lazım. Allah diyor ki;

Ve kalüttehazerRahmânu veleda. (Meryem/88) Onlar dediler ki Rahman çocuk edindi. Yani Allah’a eksiklik izafe ettiler.

Lekad ci’tüm şey’en idda. (Meryem/89) Siz çok ağır, çok münker, çirkin bir söz söylediğiniz Allah.

Tekadüs Semavatu yetefettarne minhu ve tenşakkul Ardu ve tahırrulcibalü hedda. (Meryem/90) Neredeyse diyor rabbimiz gökyüzü ayrılacak, yer çatlayacak, dağlar öfkesinden yerle bir olacak. Yani Rahman’a çocuk edindi dedikleri zaman Kâinata bu kadar çok ağır geliyor.

Ve ma yenbeğıy lirRahmâni en yettehıze veleda. (Meryem/92) Rahman’a çocuk edinmek yakışmaz, çünkü o kemal sıfatlarına sahiptir, O’nun bir eksikliği, bir ihtiyacı yoktur ki rahman sizin gibi kendisine çocuk edinsin, çocuk sevmeye ihtiyaç duysun. İlâ ahıri..!

Bütün peygamberlerin davetine bakarsanız esaslarının bunun üzerine kurulu olduğunu göreceksiniz. Peygamberler Allah’ın Kuddûs olduğunu, subbuh olduğunu ispat etmeye çalışırlar. Allah bütün eksikliklerden münezzeh ve temizdir. Müşrikler ise seytanların da onları saptırmasıyla Allah’ın eksik olduğunu ısrarla söylerler.

Ben burada özellikle şunu söylemek istiyorum. Kur’an ı kerim i incelediğimiz zaman Allah’ın Kemal sıfatlarına sahip olduğu, bütün eksikliklerden münezzeh olduğuna dair şunu görürsünüz. Bir insanın açıktan Allah’a eksiklik izafe etmesi vardır, bir de gizliden gizliye Allah’a eksiklik izafe etmesi vardır. Birincisi çok normaldir, izale etmekte kolaydır. Çünkü İkincisi gizlidir ve çok problemlidir. Ne sahibi bunun farkına varır ne dışlardan bir el bunun farkına varır ki bunu temizleyebilsin veyahut ta bunu izale edebilsin.

Şimdi mesela diyelim Hristiyan’ın biri geldi dedi ki Allah çocuk edinmiştir. Haşa ve kella, problem açıktır, yani nereye müdahele edeceğimizi biliyoruz. Fakat bir de bir Müslümanın geldiğini düşünün ve bu Müslüman Allah hakkında suizanda bulunuyor. Ne o Müslüman bunun farkındadır ne dışardan bir el bunu fark edebilir ki bunu izale edebilsin. Şimdi buna bazı örnekler vereceğim.

Biliyorsunuz mesela Uhud gününde Allah Müslümanlara bir vaadde bulundu. Allah aslında her savaştarabbimizin bizim için kesin vaadleri var. Mesela bunlardan bir tanesi şudur:

ve kâne hakkan aleyna nasrul mu’miniyn; (Rum/47) Mü’minlere yardım etmek bizim üzerimize hak olan bir şeydir. Yani biz Müslümanlara yardım edeceğiz, hangi işlerinde olursa olsun.

Şimdi sözde eksiklik nedir? Sözde eksiklik şudur; Ya yalandır, ya mübalağadır, ya da verilen sözü yerine getirmemektir. Mesela biri konuşsa bu adama nasıl eksiklik izafe edersiniz? Ya yalan söylüyor dersiniz ya sözünü yerine getiremeyecek dersiniz veya mübalağa ediyor dersiniz.

Peki, sözde eksikliklerden münezzeh olmak nedir? Söz söyledi mi sözünü yerine getirecek kudrete sahip olmak ve hiçbir surette sözünden geri durmamaktır.

Şimdi savaş başladı, başta iyi gidiyor Müslümanlar kâfirlere karşı üstünlük elde ettiler. Buraya kadar sorun yok. Zaten şartlar yerinde gitti mi herkes Allah’a karşı hüsnüzan besler. Ama ne zaman ki peygamber öldü dediler, okçular peygambere isyan ettiler, müşrikler Müslümanlara saldırmaya başladılar, işte orada Allah diyor ki

Sümme enzele aleyküm min ba’dil ğammi emeneten nü’asen yağşa taifeten minküm. (A. İmran/154) sonra Allah korkunuzun akabinde size bir rahatlık indirdi ve bir uyuklama getirdi. O getirmiş olduğu uyuklama sizden bir taifeyi kuşattı, kalbinizde hissettiğiniz bütün korkular gitti. Sonra ve taifetün kad ehemmethüm enfüsühüm yezunnune Billâhi ğayrel Hakkı zannel cahiliyye ama sizin içinizden bir taife sadece kendi nefislerini düşünüyor ve Allah hakkında haksız yere cahiliye zannıyla zanda bulunuyorlardı diyor Allah.

Şimdi bakın, bunlar Müslüman, Peygamberle beraber savaşa çıkmışlar, onlar da Allah’ın vaadine benim senin gibi inanıyorlar, beş vakit namazı peygamber A.S. ın arkasında kılıyorlar. Fakat işler tersine dönmeye başlayınca, Müslümanların gücü zayıflayınca başlıyorlar kendi kendilerine düşünmeye, Allah hakkında sui zan yapmaya başlıyorlar. Medine’den çıkmasaydık herhalde diyorlar başımıza bu işler gelmezdi. Veya Muhammed bizi dinleseydi, yurdumuzu terk etmeseydik Allah’u alem biz burada öldürülmezdik diyorlar. Allah’ta diyor ki; sizin içinizden bir taife Allah’a karşı kötü zan ile zanda bulunmaya başladı.

Şimdi bir insan rabbinin bütün eksikliklerden münezzeh olduğuna inanıyorsa sadece rabbine karşı hüsnü zanda bulunur. Ama bir insan eğer Rabbinin eksik sıfatlara sahip olduğuna inanıyorsa; bunu dili ile söylüyorsa ne âlâ, bunu tedavi etmek kolaydır. Ona hücceti ikame edersin, delilleri anlatırsın, kitabı, hikmeti öğretirsin adamı temizlersin. Ama adamın için de bu hastalık varsa rabbinin eksikliklerden münezzeh olduğunu bilmiyor ise eğer. Adam rabbine karşı muhakkak surette suizan beslemek zorundadır.

İbn. Kayyım diyor ki bu uhut savaşını anlattıktan sonra çıkarılan hikmnetler ve sonuçlar diye Zadü’l-meadda bu suizan meselesine geliyor; Allah’a karşı hüsnü zan nedir, Allah’a karşı suizan nedir kısmen bunu irdeliyor.

Allah’a karşı suizan beslemenin en açık hali nedir? İbn. Kayyım diyor ki kişinin Allah’ın vaadine inanmamasıdır. Allah’ın mü’minleri günün birinde zafere kavuşturacağına kişinin tam olarak itikat etmemesidir. Veya Allah’ın müşrikleri Müslümanlara musallat edip yeryüzünde tevhidin kalmayacağına itikat etmesi kişinin Allah’a karşı suizan beslemesi kapsamındadır.

Birbirimize şu soruyu sorsak, desek ki Allah Kuddûs müdür? Hepimiz deriz ki evet Allah el Kuddûs’tür, bundan yana bizim hiçbir şüphemiz yoktur. Fakat böyle söylemeyelim de bunun sağlamasını vakada yapalım. Gerçekten biz Allah’ın bütün eksikliklerden münezzeh olduğuna inanıyor muyuz? Yani, verdiği sözleri yerine getirmeye kadir olduğuna, ne bir ülkenin hava gücünün, ne bir ülkenin deniz gücünün, ne bir ülkenin kara gücünün Allah’ın vaadinin yerine getirmesine engel olamayacağına hakkıyla inanabiliyor muyuz? Yani, biri bize sorduğunda mesela İslâm için yapmamız gereken neler, üstümüze düşen vazifeler, cihat olsun, davet olsun, hakkı ikame etmek olsun, emri bil ma’ruf olsun bunları yerine getireceğimiz zaman diyebiliyor muyuz?

ve ma kânAllâhu li yu’cizehu min şey’in fiys Semavati ve lâ fiyl Ard. (Fatır/44)

Yerde ve gökte hiçbir şey Allah’ı aciz bırakamaz. Allah bize bir vaadde bulundu, mutlaka yerine getirecektir, bizim rabbimiz eksikliklerden, noksan sıfatlardan münezzehtir diye.

Bir örnek vereyim; Hz. Musa doğduğu zaman o dönemin şartlarında firavun erkek çocukları öldürmeye, kız çocuklarını da canlı bırakmaya söz vermiş. Allah Musa A.S. ın annesine şöyle bir vahiyde bulunuyor.

Ve evhaynâ ila ümmi Musa en ardı’îh. (Kasas/7) biz Musa’nın annesine vahyettik ki bu çocuğu emzir. feizâ hıfti aleyhi feelkıyhi fiylyemmi ve lâ tehafiy ve lâ tahzeniy. Firavunun yakalamasından korkarsan onu nehre bırak. Korkma ve hüzünlenme. Niye? inna radduhu ileyki ve ca’ıluhu minel murseliyn. Biz mutlaka onu geri sana çevireceğiz ve onu peygamberlerden, gönderilmiş olanlardan kılacağız diye.

Şimdi düşünelim, küçücük bir çocuk, siz bu çocuğu salın içine koyuyorsunuz, getiriyorsunuz o Salı da nehre bırakıyorsunuz. Kalbinize doğan şey ne? Biz bu çocuğu sana geri çevireceğiz, geri çevirmekle de yetinmeyeceğiz, ayrıca onu peygamberlerden, Mürsellerden olmasını sağlayacağız diye.

Kim böyle bir emre riayet edebilir? Ancak vermiş olduğu bütün sözlerde eksikliklerden münezzeh olan nehre de sahip olan, denize, içinde ki balığa da sahip olan dalgasına da hükmettiğine inanılan Allah’a, hiç kuşkusuz bir şekilde çocuğunu alır, tereddütsüz bir şekilde nehre bırakabilir. Ama sen bu konuda eksiklik yaşıyorsan Allah’ın bu emrine riayet edemezsin bu mümkün değil.

Şimdi tamam ben bu çocuğu nehre bırakacağım da ya dalgalar kabarırsa ya içindeki tehlikeli bir varlık çıkar benim çocuğumu yerse, ya benim çocuğum düşmanın, firavunun eline geçerse diye endişe edersin. Ama sen inanırsan ki senin rabbin bütün eksikliklerden münezzehtir, Kuddûs olan Allah’tır, hiç tereddüt etmeden rabbinin emrine teslim olursun.

Şimdi burada şöyle bir hatırlatma yapalım. Mesela burada bulunan birçok abimiz çocuk sahibidir ve her birimiz de istiyoruz ki çocuğumuzu İslâm üzere yetiştirelim. Ama çoğu Müslümanla konuştuğumuz zaman Müslümanlar beklentilerini karşılayamıyorlar çocuklarından. Yani, kimisi çocuğunu davet için hazırlıyor, kimi ilim okuması için uğraşıyor, kimisi ticarete hazırlıyor, kimi Allah yolunda cihada gönderiyor. Sonuç itibarıyla Allah’ın rahmet ettikleri müstesna Müslümanlara sorulduğunda çok ta fazla verim almadıklarına inanıyorlar çocuklarıyla alakalı.

Niye acaba? Acaba rabbimiz bizim çabalarımızı zayi mi ediyor veya acaba rabbimiz bize vermiş olduğu sözleri mi tutmuyor mesela. Bizim çabalarımızı bereketlendireceğine dair, bize yarım edeceğine dair bize vermiş olduğu sözlerde haşa bu sözleri yerine mi getirmiyor?

Hayır. Çünkü belki de biz bu çocuklarımızı bu yola sürerken Hz. Musa’nın annesinde olduğu gibi Allah’ın bütün eksikliklerden münezzeh olduğu ve mutlaka bizim çocuklarımıza sahip çıkacağı duygusuyla bel ki de çocuklarımızı Allah yoluna vermiyoruz. Belki bu duygular kalbimizde eksik olduğu için, yoksun olduğu için Allah’ta bize öncekilere sağlamış olduğu bereketi bize sağlamıyor.

İmam Zehebi şöyle bir kıssa aktarıyor; Bir adam diğer birinin yanına girerek dedi ki; Bana hayatın içerisinde görmüş olduğun en garip kıssayı anlat. Yani seni en çok etkileyen, en ilginç ne gördün diye soruyor. O da diyor ki; Ben ölüm döşeğindeyken Ömer İbn. Abdülaziz’in yanına girdim. İnsanlar ona dediler ki ey Halife bütün İslâm toprakları senin elinde toplanıyor, fakat sen çocuklarını insanlara muhtaç bir şekilde terk ediyorsun. Yani ne onlara bir miras bıraktın, ne onlara hayattayken bir mal verdin, hiçbir şey vermedin. Ama bütün İslâm ümmetini parası senin elinde toplanmış, senin çocuklarınsa paraya muhtaçlar. Diyorlar.

Ö. İbn. A. Aziz; çağırın çocuklarımı diyor. Çağırıyorlar çocuklarını. Ö. İbn. A. Aziz bakıyor ağlıyor çocuklarına. Yani bir baba olarak vefat edecek, çoğu küçük çocuklarına bakıp ağlıyor. Sonra diyor ki ey yavrularım siz ya salih insanlar olacaksınız, ya da yeryüzünü fesada veren insanlar olacaksınız. Bunun üçüncüsü de yoktur zaten bir insan için. Eğer siz salih olan insanlardansanız ben size mal bırakmıyorum. Çünkü Allah diyor ki ve HUve yetevelles salihıyn. (‘Araf/196)  Allah salih olanların işlerini üstlenir, salih olanları zayi etmez. Salih olursanız sizi Allah’a emanet ediyorum, sizi öyle bırakıyorum. Yok eğer yeryüzünü ifsad edecek olan insanlardansanız diyor, Ben Müslümanların mallarını size verip yer yüzünü ifsad edin diye mal verip elinize fırsat vermem. Diyor ve vefat ediyor.

Aynı adam anlatmaya devam ediyor. Başka bir halifenin yanına girdim diyor, Vefat ederken çocuklarına 600.000 dinar miras bıraktı diyor. Yani bu günün parasıyla belki 6 trilyona tekabül ediyor. Ve Allah’a yemin ederim ki ikisi vefat ettikten sonra ben Ö. İbn. AbdülAziz’in çocuklarını bulundukları bölgenin en zenginleri olaraktan gördüm, diğer halifenin çocuklarını insanlardan dilenecek seviyeye geldiğini gördüm. Kapı kapı gezip insanlardan dileniyorlardı diyor.

Şimdi burada farkındaysanız Allah bir söz vermiş, demiş ki ve HUve yetevelles salihıyn. (‘Araf/196) salih olan insanların işlerini Allah üstlenir diye. Ömer İbn. A. Aziz de demiş ki benim rabbim eksikliklerden münezzehtir, benim rabbimde noksanlık olmaz. Benim çocuklarım salih olursa Allah mutlaka onların işlerini üstlenecektir diye ve Allah onu rabbine karşı duyduğu hüsnü zannında utandırmamış. O fakir olarak geride bıraktığı çocukları bulundukları beldenin en zenginlerinden kılmış.

İkincisi ise demek ki böyle düşünmemiş herhalde demiş ki ben çocuklarını kendi hallerine bırakırsam perişan olurlar. Yani kendisinin çocuklarına Allah’tan daha iyi bakarım diye düşünmüş.

Maalesef bugün bizim kendi içimizde de, yani kalp marazı bulunan, Allah’ı hakkıyla tanımayan kardeşlerimizin bu tip çıkışlarının olduğunu görüyoruz. Adam çocuklarının geleceği için endişeleniyor. Sanki o çocuk annesinin karnındayken onun rızkını o vermiş gibi. Sanki kendisi annesinin karnındayken, hiçbir el kendisine ulaşamazken onun rızkını kendisi temin etmiş gibi davranıyor. Bazılarımız çocuklarının geleceği ile endişelenebiliyorlar. Yani, kendisi çocuklarına bir gelecek hazırlamadığı takdirde o çocukların perişan olacağını düşünüyorlar. Oysa haşa ve Kella senin çocukların zaten Salihlerden ise, sen onlara güzel bir terbiye vermezsen Ö. İbn. Abdülaziz gibi Allah salih olanı zayi etmez ne dünyada ne de ahirette. Yok eğer çocuklarına bunu verememişse, eğer çocuklarını kendi gibi marazlı bir şekilde yetiştirmişse, bu düşüncede olanların mal bırakması ve bırakmamanın o çocuklar üzerinde ne olumlu ne de olumsuz bir etkisi olmaz. Çünkü ancak Kuddûs olan Allah tecelli eder, o çocukların malını temizler, o mal da onlar için bereketli olur. İla ahiri..!

Hakeza mesela bakın aynısını kimin için söyleyebiliriz? Böyle bir annenin oğlu olan çocuk, Yani Hz. Musa büyüdüğünde aynı tepkiyi onun da gösterdiğini görüyoruz.

Firavunun ordusu, Hz. Musa’nın ordusu ile karşı karşıya geldikleri zaman Hz. Musa’nın yanındaki insanlar bakıyorlar ki geride deniz var, karşılarında Firavunun çok kalabalık ordusu var.. Hz. Musa’nın yanında ki insanlar içinde bulundukları hale bakıp tabii ki korkuyorlar.  Diyor ki Allah;

Felemma terael cem’ani kale ashabu Musa inna lemüdrekûn; (Şuârâ/61) iki ordu karşı karşıya geldiğinde Hz. Musa’nın ashabı dedi ki biz bugün yakalandık. Yani önümüzde ordu arkamızda deniz.

Kale kella, Musa dedi ki asla. inne me’ıye Rabbiy seyehdiyn. (Şuârâ/62) Rabbim benimle beraberdir ve mutlaka benim rabbim bana yol gösterecektir, beni hidayet edecektir dedi.

Ne oldu peki? Normal şartlarda aklın kabul etmeyeceği bir şey oldu Hz. Musa asasını denize vurdu deniz bölündü, Müslümanlar geçti, kâfirler geçmek isteyince Allah onları helâk etti.

Şimdi burada ki iki tavrı görüyorsunuz değil mi. Allah sadece Hz. Musa’ya vaad de bulunmamıştı, hem ona vaadde bulunmuştu, hem de yanındaki Müslümanlara vaad de bulunmuştu. Ben mutlaka size yardım edeceğim, mutlaka kâfirlere karşı sizi üstün kılacağım diye. Bu Allah’ın bütün Müslümanlara vaadidir.

Ordu ile karşı karşıya kaldıklarında birinci tavır Allah’a karşı suizan besleyen, Allah’ın verdiği sözü tutamayacağını düşünen, Allah’a eksiklik nispet eden marazlı kalp. Dediler ki biz bittik önde ordu arkada deniz, nereye kaçacağız diye. İkinci tavır Hz. Musa’nın tavrı nübüvvet menhecinden çıkan tavır. O da dedi ki hayır, rabbim benimle beraberdir ve benim rabbim mutlaka bana yol gösterecektir. Madem bize dedi ben size yardım edeceğim mutlaka yol gösterecektir ve bakıyoruz ki gerçekten akılla bin sene düşünseniz akla gelmeyecek olan bir yöntemle Allah o Müslümanları müşriklerin elinden kurtardı aldı götürdü.

İbn. Kayyım devam ediyor diyor ki, yani birçok örnek veriyor da ben sadece bunlardan bazısını söyleyeceğim. “İhlas ve ihsanla Allah’a kulluk etmesine rağmen Allah’ın kendisine azab edeceğine inanan, günahlarından Allah’a tevbe etmesine rağmen Allah’ın kendisini arındırmayacağına inanan kişi Allah’a karşı suizan da bulunmuş ve Allah’a eksiklik izafe etmiştir.” diyor.

Şimdi bakalım, hepimiz bir takım günahlarla müptelayız, kimimiz mali yönden, kimimiz ailesiyle alakalı, kimimiz şehevi yönden. Ama birçoğumuzun Allah’ın bizi kendisiyle imtihan etmiş olduğu bazı günahlarımız var. Düşünün, bu günahlar bize rahatsızlık veriyor.

Niye günahlar bize rahatsızlık veriyor hiç düşündünüz mü? Çünkü insanın fıtratında Allah’ın Kuddûs olduğu vardır. Yani eksiksiz olan bir Allah eksiksiz bir kulluk ister. Onun için sen günah işlediğin zaman bir kusur işlediğini fıtraten biliyorsun ve fıtraten bundan rahatsızlık duyuyorsun. Yani Allah’a yakışmayan bir davranışta bulunduğunu, Allah’a yakışmayan bir söz söylediğini sen o anda hissetmiş oluyorsun.

Şimdi düşünün günah işlediğiniz zaman ne yapıyorsun o günahtan kurtulmak, uzaklaşmak için? Soru soruyoruz bazen hocalara, kitap okuyoruz bazen, kendimize göre bazı programlar yapıyoruz. Mesela şöyle yapsam böyle olur, herhalde böyle yapsam böyle olur diye birçok yol ve yöntem düşünüyoruz. Ama bir şeye başvurmuyoruz, Âlemlerin rabbi olan Allah. Yani bütün eksikliklerden münezzeh olan ve bizi de bu eksikliklerimizden temizleyebilecek olan, Kuddûs ismi ile bizim hayatımıza tecelli eden Allah’tır. Fakat insan bazen bunu unutuyor, hatta bundan daha kötüsü, daha çirkini İbn. Kayyım’ın söylediği gibi İnsanın günahlarının kendisini helak edeceğine inanıyor da, Allah’ın merhametinin kendisini kuşatacağına insan inanmayabiliyor bazen.

Şimdi kardeşim, senin günahların ne kadar fazla olursa olsun, senin günahın yer ile göğün arasını hepsini kaplasın fark etmez Allah’ın rahmetinden bir parçaya bile tekabül etmez. Allah kutsi hadislerinde diyor;

Ey kullarım bütün yeryüzünde bulunan insanlara sesleniyor Allah. Siz gece ve gündüz günah işliyorsunuz, ben ise bütün o günahların hepsini affederim mağfiret ederim diyor.

Şimdi böyle bir Allah var ve bu Allah eksikliklerden münezzeh, onun için günah işleyen, günahla müptela olan bir insanın en fazla ihtiyaç duyacağı şey Allah’a karşı hüsnü zandır. Yani ben Allah’a sadık bir kalple tevbe eder, Allah’a sadık bir kalp ile yönelirsem şüphesiz ki Allah beni bu günahtan kurtaracaktır diye Allah’a hüsnü zanda bulunması gerekir.

Yine İbn. Kayyım devam ediyor; Allah’a eksiklik izafe etme, suizan dan başka bunlardan bir tanesi de şudur diyor. Kişi Allah için bir şeyi terk ettiği halde Allah’ın ona daha hayırlısını vereceğine inanmamasıdır. Mesela diyelim ki ben bir davetçiyim, birçok yere gidiyorum, insanların sorunlarını dinliyoruz, soru soruyorlar. En fazla karşılaştığımız şeylerden bir tanesi budur. Yani İbn. Kayyım’ın işaret ettiği bu meseledir. Bir tarafta Allah’ın emrettiği bir şey var, bir tarafta insanın içinde bulunduğu bir durum var. Kişi Allah’ın bu emrini yerine getirdiği zaman kişi helak olacağını veya bir takım şeyleri elden kaçıracağına inanıyor da, Allah’ın ona daha hayırlısını vereceğine insan inanmıyor. Yani bu Allah’a eksiklik izafe etmenin en açık hallerinden bir tanesidir.

Mesela bir insan düşünün, gelip ona dediniz ki; biri sana hakaret etti ben de seni müdafaa ettim, patron da beni işten kovdu. Adam da size desin ki benim için kavga edip işten kovulman beni ilgilendirmez. Bu beşerde bile bir eksikliktir öyle değil mi? Birisi size böyle yapsa sen ne biçim adamsın ki ben senin için hayatımdaki bir şeyden oldum sen bana kucak açmıyorsun beni kovuyorsun. Bir şey insanda eksiklikse Âlemlerin rabbi olan Allah’ta hayda hayda eksikliktir. Çünkü Alemlerin rabbi olan Allah akla gelebilecek olan bütün eksikliklerden münezzehtir.

Şimdi mesela bir Müslümanın dükkânında pos cihazı var. Ona bunun haram olduğunu, faizin haram olduğunu anlattığınız zaman dönüp size diyebiliyor ki benim bütün işim kredi kartı pos cihazı üzerine kuruludur. Ben bunu dükkânımdan çıkarırsam benim işim biter. Sen Allah’ın rızası için faizi hayatından çıkaracaksın ve Allah’ta sana daha hayırlısını vermeyecek seni yüz üstü bırakacak öyle mi, yani sen böyle bir Allah’a mı inanıyorsun.

Veya mesela bir bacımız var İslâm olmuş, tevhidi öğrenmiş. İçinde bulunmuş olduğu ortamda İslâm tesettürünü yerine getiremiyor. Ben bunu yaptığım takdirde çok büyük sorunlar yaşarım diyor mesela. Beni evden kovarlar, beni işten kovarlar diyor. Bacım sen hiç Allah’tan korkmuyor musun? Yani sen Allah rızası için bir adım atacaksın, ama Allah seni öyle kendi haline terk edecek, ne halin varsa gör diyecek öyle mi? Sen böyle bir Allah’a mı inanıyorsun. Bundan daha ağır Allah’a eksiklik izafe etmenin bir yolu olabilir mi? Olamaz.

Mesela diyelim Ben bunu birkaç kere anlattım yine söyleyeyim. Burada davete başladığım zaman birçok arkadaşımız genelde teksir işi yapıyor. Birçoğunun teksir dükkânında da işte müzik var, kadın var ve adeta bu teksirin olmazsa olmazı olmuş. Yani, kadın olmazsa, müzik olmazsa teksir dükkânı yürümez gibi. Ben böyle anlatınca bu mümkün değil dediler. Yani bunlar haram ama biz bunları bırakırsak işi de kapatmamız lazım. Ben de birçok kardeşe dedim ki siz Allah için bunu terk ettiğiniz zaman Allah’ın sizi yüz üstü bırakacağını mı düşünüyorsunuz, Vallahi Allah size daha hayırlısını nasip edecek. Allah’a hamd olsun birçok kardeş dükkânından Allah’ın bu haram kıldığı şeyleri çıkardı, açta kalmadılar, açıkta da kalmadılar. Hatta benim gördüğüm Allah birçoğuna önceki halinden daha fazla kendilerine lütufta bulundu. Yani verdi de verdi.

Onun için Allah’a karşı suizan beslemek, ona eksiklik izafe etmenin yollarından bir tanesi de kişinin çok hayırlı olan bir şeyi Allah için terk ettiği zaman, yani hayatında ona fayda sağlayan bir şeyi terk ettiği zaman yüz üstü kalacağına, rızkının azalacağına veya ortada kalacağına kişinin inanmasıdır. Allah’ı bu itikattan tenzih edelim.

İbn. Kayyım birçok örnek verdikten sonra diyor ki sen insanların genel haline bakarsan eğer Allah’ın rahmet ettikleri müstesna onların çoğunun Allah’a karşı suizan beslediklerini ve Allah’a eksiklik izafe ettiklerini görürsün. Birçok insan diyor dili ile bunu ikrara etmese bile onun lisan-ı hali şöyle der. Benim rabbim hak ettiğimi tam anlamıyla vermemiştir, benim rabbim bana zulmetmiştir, Allah’ın ona takdir etmiş olduğu hayata rıza göstermez. Rızık anlamında olsun eş anlamında olsun, çocuk anlamında olsun fark etmez.

Birçok insana desen ki sen Allah’ın kaderine itiraz ediyorsun, Allah’a eksiklik izafe ediyorsun. Allah’ın öyle bir Allah olduğunu söylüyorsun ki senin hakkını tam anlamıyla sana vermemiştir desen belki seni döğer yani. Yani sen ne biçim konuşuyorsun der, haşa bu küfürdür der. Ama İbn. Kayyım birçok insanın kalbini teftiş ettiğin zaman göreceksin ki Allah’a karşı suizan besliyor ve Allah’a eksiklik izafe ediyor. Sonrada bize bir tavsiye de bulunuyor. Diyor ki sen nefsini teftiş et Allah’a karşı var olan suizanlarından, O’na nispet ettiğin eksikliklerden dolayı tevbe et ve eğer bir şeye suizan besleyeceksen bütün kötülüklerin anası ve toplandığı yer olan nefsine karşı suizan besle, bütün eksiklikleri ona izafe et, Âlemlerin rabbi olan Allah’a değil.

El Kuddûs olan Allah kendisi temiz olduğu gibi kullarını da temizlemek ister ve kullarından da rablerine takdim ettikleri amelleri temizleyip rablerine takdim etmelerini ister. Allah; Peygamber AS. ailesine seslenirken;

innema yürıydullahu liyüzhibe ankümürricse EhlelBeyti ve yütahhireküm tathiyra. (Ahzab/33)

Ey ehlibeyt Allah sizden pisliği kötülüğü gidermek ve sizi tam bir  temizlikle temizlemek ister.

Demek ki Allah sevdiği, salih olan kulları nasıl ki kendisi eksikliklerden münezzehtir, tertemizdir rabbimiz, paktır, Aynı şekilde kullarından sevdiklerini de Allah temizlemek istiyor.

Bir grup insan da var ki Allah onlara;

ülaikelleziyne lem yüriydillâhu en yutahhire kulubehüm. (Maide/41)

Allah bunların kalplerini temizlemek istemiyor.

Şimdi iki sınıf insan var temizlik, temizlik..! Kuddûs olan Allah’ın yeryüzüne Kuddûs isminin tecellisidir. Bazılarını Allah bu ismi ile temizlemek istiyor, bazılarının ise kalplerini Allah temizlemek istemediğini söylüyor. Şimdi sen de bu iki insandan birisin, hepimiz. Ya Allah’ın kendisi için temizlik dilediği kullarındansın, ya da Allah’ın ben bunun kalbini temizlemek istemiyorum dediği kullarındansın. Onun için sürekli el Kuddûs ismi ile Allah’a teveccüh etmemiz lazım.

Ya rabbi kalbimizi, zihnimizi, amellerimizi sana takdim ettiklerimizi, kardeşlerimize takdim ettiklerimizi el Kuddûs isminle temizle, sana layık bir hale getir ve ondan sonra bizden kabul et dememiz lazım. Bu bizim Allah’ın Kuddûs ismine karşı sözlü olarak yapabileceğimiz bir duadır.

Peki, sözlü dua yeterli midir? Yaptığımız birçok derste şunu anladık ki bir insan amelleriyle sözünü desteklemezse mücerret olarak elini kaldırıp Allah’a dua etmesi hiçbir şey ifade etmez. Yani diyelim mesela sen ne yapıyorsun? Elini kaldırıyorsun sabah, diyorsun ki senden temiz olan bir rızık talep ediyorum. Peygamber AS. ın yaptığı gibi. Sonra elini yüzüne sürsen, yastığı koyup yorganı da üstüne çeksen saat bire, ikiye kadar yatsan şimdi sen Allah’a dua mı etmiş oldun. Sen Allah’a dua etmedin, haşa (adeta emrettin). Ama duanı ettikten sonra Bismillah der evinden çıkar üstüne düşen çabayı gösterirsen ondan sonra dersin ki ben hem sözlü duamı ettim Allah’a, hem de fiili duamı ettim sabah kalktım evden çıktım rızkımı aramak için.

Allah diyor ya yeryüzünde yayılın, rabbinizin fazlından arayın. Ben de Rabbimin fazlından aradım dersen tamam şimdi oldu. Ama sen dediğim gibi duanı ettikten sonra yorganı kafana çeker bire, ikiye kadar yatarsan bunun adı dua olmaz.

Şimdi biz de elimizi kaldırdık dedik ki ya rabbi el Kuddûs isminle bizim zihnimizi, kalbimizi, akidemizi, amellerimizi, kardeşlere karşı sorumluluklarımızı bizden sadır olan bütün amellerimizi temizle dedik. Sonra ne yapacağız? Sonra biz de bir çaba içine gireceğiz. Yapmış olduğumuz amelleri temizlemek için bir çabamız olacak ki kavli ve fiili dua bir araya gelmiş olsun. Bunun da başında ne gelir? İhlas ile Allah’a kulluk etmek gelir.

Bakın birgün sahabenin bir tanesi Peygamber AS. a geliyor. Diyor ki ey Allah’ın Resulü şöyle bir adam hakkında ne dersin? Allah yolunda savaşıyor, hem ecir almak istiyor Yani hem Allah’ın rızasını gözetiyor hem de bir taraftan da insanların onu övmesini, insanların onu tanımasını, insanların onu zikretmesini istiyor.

Şimdi adamın niyetinin temelinde Allah rızası var, ihlasla çıkmış Allah yoluna. Fakat gittikten sonra arada bir diyor ki Tamam Allah’ın rızasını kazanalım, fakat Müslümanlar da biraz bizi övsünler, biraz da övgülerinden pay alalım. Böyle bir adam hakkında ne dersin ey Allah’ın Resulü?

Peygamber A.S. üst defa üst üste diyor ki ya şey’e lehu, ya şey’e lehu, ya şey’e lehu. Ona hiçbir şey yoktur, Ona hiçbir şey yoktur, Ona hiçbir şey yoktur. Allah amellerden sadece Allah için yapılan ve Allah’ın rızası umulan amelleri kabul eder. Bunun dışında hiçbir ameli Allah kabul etmez diyor. Kardeşlerim, amellerimizi riya şirkinden temizleyelim ki, Allah ta Kuddûs olan ismi ile bizim temiz olan amellerimizi kabul etsin ve bize bununla muamele etsin.

Meselâ düşünün siz amellerinizi temizlemediniz, yani önemsemediniz çok fazla. Yaptınız, yaptınız ama hiç temizliğine dikkat etmediniz. Ki bu insan için olabilecek en büyük hüsrandır. Yani evinden çıkarken ayakkabısının temizliğine dikkat ediyorsun, elbisenin temizliğine dikkat ediyorsun, saçının sakalının temizliğine dikkat ediyorsun. Niye? Senin gibi aciz olan insanların içine çıkacaksın seni beğensinler diye, hepsi bu. Başka bir sebebi var mı? Hiçbir sebebi yok, bizden hoşnut olsunlar bizi beğensinler diye.

Peki, sen hiç mi Allah’tan korkmuyor Allah’tan utanmıyorsun, yarın Allah seni karşısına aldığında senin elbisen senin amellerin olacak. Sen bu amellerini temizlemediğin zaman riyadan Allah size nasıl muamele edecek biliyor musun?

Biliyoruz, Allah resulü bunu haber vermiş. Allah’ın kıyamet gününde bazı nidaları olacak, bunlardan bir tanesi de; “Ben şirke ihtiyacı olmayanım. Kimsenin ameline kattığı ortaklığa ihtiyacım yoktur. Kim amel yapar ve bu amelinde benimle beraber başkalarının rızasını da katarsa işin içine, ben onu da onun amelini de terk ettim.” Diyecek. Bu İ. Müslüm’ün rivayeti. Başka hadis imamlarının lafzında biraz daha tafsilat getiriliyor diyor ki; Kul içerisine riya kattığı, temizlemediği ameliyle Allah’ın huzuruna gelecek. Diyecek ki; “Git bu ameli dünyada iken kimin için yaptıysan ecrini de o sana versin. Ben içerisine şirk bulaşmış bir amele ecir vermem.”

Onun için bizim amellerimizi temizlememiz, bu hani böyle olsa da olur, olmasa da olur cinsinden değil, olmadığı zaman bizim dünyamızı da ahiretimizi de karartacak olan şeylerdendir. Bugün biz birçok yaptığımız amelin bereketini hissetmiyoruz. Mesela birçoğumuza sorduğumuz zaman bize şunu söyler;

Beş vakit namaz, hepimizin zaruri olarak günde en asgari Allah’a yaptığımız kulluk biçimidir. Peki, sorsanız deseniz ki sen bu amelleri yaptığın zaman kulluğun tadını alıyor musun, gerçekten bunu hissediyor musun? Dediğiniz zaman çoğu hayır diyor. Yani namaz kılıyorum ama o eski Salihlerin namazında anlatılan şeyler, sanki bizden çok uzak olan şeylermiş gibi geliyor.

Niye acaba, haşa bizim rabbimiz eksik bir Allah mı? Yani siz namaz kılın ben bunun karşılığını size vereceğim demesine rağmen biz namaz kıldığımız halde b unun karşılığını bize vermiyor mu? Böyle değil, böyle bir şey olamaz. Sen kendi amelini temizlemediği için Allah’ın Kuddûs ismi senin ameline tecelli etmiyor, senin amelini de Allah temizlemediği için sen kendi amelinin bereketinden istifade edemiyorsun. Allah’a kulluk yapıyorsun, uğraşıyorsun, koşturuyorsun çabalıyorsun, ama bir müşriğin anlattığı stresin aynısını sen de yaşıyorsun. Yani düşünün Allah Teâlâ ayeti kerime de diyor ki;

Ve men a’reda an zikrİY feinne lehu me’ıyşeten danken. (Taha24)

Kim benim zikrimden yüz çevirirse ona dar bir hayat vardır diyor Allah.

Şimdi bu dar hayattan biz ne anlamalıyız? Ya rızık darlığı olarak anlamalıyız Allah dünyayı daraltacak, ya da kalp darlığı olarak anlayacağız. Allah onun kalbini daralttıkça daraltacak, sürekli stres içinde olacak. Bu dünya darlığı olamaz, çünkü bütün kâfirler Allah’ın zikrinden yüz çevirmiş vaziyetteler ama Allah sürekli onlara verdikçe veriyor. Demek ki bu dünya darlığı değil. Geriye ne kalıyor? Allah’ın zikrinden yüz çevirenin kalbi dardır, huzursuzdur, mutsuzdur, hayattan da lezzet almaz, ibadetlerinden de lezzet almaz. Evinden de lezzet almaz çocuklarından da lezzet almaz. Dünya adına yaptıklarından da lezzet almaz, uhrevi olarak yaptıklarından da lezzet almaz. Bu Allah’ın bir cezasıdır.

Şimdi Müşrik dese ki ben stres içindeyim, bunalım içindeyim. Diyeceğiz ki tamam Allah’ın zikrinden yüz çevirmiş Allah’ta onu cezalandırıyor. Peki Müslüman aynı şeyi söylediğinde nasıl anlayacağız? Çünkü Allah müşriğin amelini kabul etmediği gibi, Müslüman olup ta ameline riya bulaştıran adamın amelini de kabul etmez. Kabul etmeyince de Allah ona bereket vermez, bereket vermeyince de o ameller göz aydınlığı olup kalp huzuruna dönüşmez. Sadece bizim üzerimize bir yük bizim sırtımıza bir kambur olur ve sırtımızı kırar gider. Onun için amellerinizi temizleyin Çünkü Allah temiz olmayan amelleri kabul etmek istemiyor. Allah eksiksiz tam olan amelleri kabul ediyor.

İnsanoğlunun yeryüzünde ki kıssası neyle başlıyor, Allah’a takdim ettiği ameli temizleyenle temizlemeyenin kıssası olarak başlıyor. Allah Maide suresinde; -hatırlarsanız Kur’an kıssaları dersinde bunu uzun uzun anlatmıştık-

Vetlü aleyhim nebeebney Ademe BilHakk. (Maide/27)

Onlara Âdem’in iki oğlunun kıssasını hak bir şekilde anlat. Neydi, Âdem’in iki oğlunun kıssası;

iz karreba kurbanen fetukubbile min ehadihima ve lem yütekabbel minel ahar. İkisi beraber Allah’a bir kurban takdim ettiler, Allah onlardan birinin kurbanını kabul etti, ötekininkini ise kabul etmedi. Kurbanı kabul edilmeyen öfkelendi, kinlendi hasetlendi.

kale leaktülenneke, dedi ki seni öldüreceğim. Kardeşi de dedi ki;

kale innema yetekabbelullahu minel müttekıyn. Allah ancak muttaki olan kullarından, yani amellerini arındırarak Allah’a takdim edenlerin amellerini kabul eder, onların dışındakilerin amellerini kabul etmez.

Medine de Ahsab-ı Suffa var, mescitte yatıp kalkıyorlar, genç insanlar bunlar. Tabii bunların yiyecekleri yok, evleri yok. Peygamberimiz Müslümanlara diyor evlerinizden yiyecek getirin, bunlar da rızıklansınlar buradan.

İnsanlar getiriyorlar hurma dallarını koparıp mescide asıyorlar, onlarda ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Bazıları akıllılık yapmak istiyor. Bizim günümüzde de Yahudi mantıklı infak ehli var maalesef aramızda. Ne yapıyorlar? Gidip hurmaların en çürüğünü topluyor, getirip mescide asıyor.

Sen kendini ne zannediyorsun, Sen Allah’ı ne zannediyorsun. Allah senin malının çürüğünü çarığını kabul edeceğini mi düşünüyorsun. Sen o amelinde Allah’a ayırmış olduğun hayatın en köşesine itilmiş kısmı Allah’ın kabul edeceğini mi düşünüyorsun yani. Allah ayet indiriyor;

Ya eyyühelleziyne amenû enfiku min tayyibati ma kesebtüm. (Bakara/267)

 Ey iman edenler kazandıklarınızın en temiz olanlarından Allah’a infak edin. Yani mal kazanmışsanız çürüğünden çarığından değil, sizin için en değerli olan hangisi ise malınızdan onu infak edin.

ve lâ teyemmemül habiyse minhu tunfikune ve lestüm Bi ahıziyhi illâ en tüğmidu fiyh Sakın mallarınızın kötülerini araştırıp bunları infak etmeyin, size verildiği zaman isteksizliğinizden gözünüzü kapatarak alacağınız malları getirip Allah yolunda infak etmeye kalkmayın. Diyor.

Mesela bir örnek. Eşyaya köle olan insanlar var biliyorsunuz. Deseniz bu adam neyin kuludur? Hadiste varid olduğu gibi dinarın kulu, dirhemin kulu, kadifenin kulu diyor ya. Görüldüğü gibi kadifeye kul olmak var. Adam gitmiş 4.000, 5.000 tl vermiş koltuk takımı almış. Yahu arkadaşım sen onun kölesi misin, sen onun için mi yaşıyorsun. Onu aldıktan sonra, mesele o değil bunu bir kenara koyalım. İnsanların üzerinde oturacakları halıları yok, insanların üzerinde yatacakları yatakları yok, insanların üstlerine giyecekleri elbiseleri yok. Biz bir ümmet olduğumuzu söylüyoruz, senin kardeşin evlenemiyor, evlenemediği için göz zinasına düşüyor, el zinasına düşüyor. Niye? Eşyası yok. sen üç sene de beş sene de bir evinin bütün eşyalarını yeniliyorsun, senin kardeşin eşya alamadığından ötürü zina yapıyor. Şimdi sen bununla İslâm kardeşisin öyle mi? Böyle bir kardeşlik söz konusu olamaz.

Bunu yaptı, bundan yana sorun yok. Kırılmış, dökülmüş, normalde tamire götürsen tamirci; “Abi bunu eskiciye satsan daha karlı çıkarsın, çünkü tamir parası bunun yenisinden daha pahalıya çıkar” dediği malı da utanmadan sıkılmadan Alemlerin rabbi olan Allah’ın meseleleri anlamadığını düşünerek getiriyor bir de pişkin pişkin ben bunu Müslümanlara infak ediyorum diyor. Allah’ın senin böyle bir malına ihtiyacı mı var? Sen zannediyor musun Allah bizden kırığı döküğü, hayatımızdan çöpe atmayı düşündüğümüzü Alla bizden istiyor.

Hayır kardeşlerim, malımızı infak ederken, vaktimizi Allah’ın dinine infak ederken, çocuklarımızı Allah’ın dinine infak ederken ne yapmamız lazım el Kuddûs olan Allah’a, bütün eksikliklerden münezzeh olan Allah’a verdiğimiz bilinciyle hareket ederek en güzelini, en temizini, vaktimizin en değerlisini getirip rabbimizin önüne getirip koymamız lazım ve ondan sonra O’nun bizim amellerimizi kabul edebileceğine dair hüsnüzan sahibi olmamız lazım. Ama biz Adem’in iki oğlundan bir tanesi gibi kendimize Yahudi zekasıyla zeki olmaya kalkarsak çöpe gitmesi gereken malı getirir rabbimize verir ve infak yaptığımızı düşünürsek Allah muhafaza, bizim inandığımız Allah böyle bir Allah değil. O Kuddûs tur, bütün eksikliklerden münezzehtir, hamdlerin en güzel en yüce olanına layıktır. Amellerin de en temiz ve pak olanına layıktır.

Bu konuyu uzatabiliriz, yani amelleri temizlemek, Allah’ın Kuddûs olması, her şeyin en güzeline layık olması gibi konuları. Bunu bir kenara bırakıyorum,

Şimdi teorik olarak anlatılanlardan sonra belki şöyle bir soru aklımızda canlanabilir; Aslında biz bunları biliyoruz, Mesela hoca efendi dese ki Sen amelinin kötüsünü Allah’a takdim eder misin dese haşa deriz. Allah bütün eksikliklerden münezzehtir. Ama hayatın içinden bir takım örnekler hatırlatıldığı zaman İbn. Kayyım’ın dediği gibi görüyoruz ki hem Allah’a karşı suizanda bulunmuşuzdur, hem eksiklik izafe etmişizdir, hem amelimizin, vaktimizin en kötü tarafını Allah’a vermişiz. 

Bu neden kaynaklanıyor? Bu şundan kaynaklanıyor, çünkü kalben bir çoğumuz maalesef Allah’ın eksikliklerden münezzeh olduğuna yakınen inanmıyoruz. Çünkü Allah kendisinin eksikliklerden münezzeh olduğunu bize nasıl öğretmiştir? İki şeyle öğretmiştir. Bir Allah’ın kevni ayetleri vardır, bir de şer’i ayetleri vardır. Şer’i ayetlerden kast ettiğimiz nedir? Allah’ın kelâmıdır, Kur’an ı kerimdir. Kevni ayetlerden kast ettiğimiz nedir? Allah’ın yaratmış olduğu şu kâinatta ki düzen, nizamdır.

Peki, Kur’an ı kerim de Allah bize şöyle mi diyor? Ey kullarım bilin ki ben bütün eksikliklerden münezzehim. Hayır, böyle bir ayet yok Kur’an ı kerimde. Ne yapıyor peki Allah Onlar Allah’ın kitabını düşünmezler mi diyor. Onlar yerin ve göğün yaratılışına bakmazlar mı diyor, onlar semaya bizim dizdiklerimizi görmezler mi diyor. Dağları, nehirleri, yıldızları anlatıyor. Ayın, yıldızın ve güneşin nasıl bir dizilimle dizildiğini ve nasıl bir yörünge de aktığını aktarıyor.

Bunların hepsini niçin yapıyor rabbimiz? Bunların hepsini biz O’nun büyüklüğünü ve azametini tanıyalım, O’nun yarattıklarında hiçbir eksiklik olmadığını görelim ve bu da bizi kalben inanmaya sevk etsin diye diye yapıyor Allah.

Kur’an ı kerim de Allah’ın müşrikleri özellikle kınadığı iki özellik var; biri Allah’ın ayetlerini düşünmemeleri, yani Allah’ın kitabını tefekkür ve tedebbür etmemeleri, biri de Allah’ın kâinatta yaratmış olduğu ayetleri düşünmemeleri. Bugün biz Müslümanların da bu zemden, uyarısından maalesef nasibimiz var.

Kendi kendimize soralım; Kâinatı ne kadar tefekkür ediyoruz, mesela dağlar üzerinde ne kadar tefekkür ettik, denizler ve denizlerin içerisinde ki canlılar üzerinde ne kadar tefekkür ettik. Allah’ın semada yarattıklarını ne kadar tefekkür ettik. Muhtemelen birçoğumuzun vereceği cevap –Allah’ın rahmet ettikleri müstesna- ya hiçtir ya da çok azdır. Bu olmadığı zaman böyle ders dinleyerek, kitap okuyarak, kendi kendimize Allah’ın bazı isimlerini slogan haline getirerek biz Allah’ın büyüklüğünü ve bütün eksikliklerden münezzeh olduğunu anlayamayız. Bunun tek yolu vardır Allah’ın Kur’an ı kerim de bize anlattığı kâinatı tefekkür etmektir. Bizi Allah’ın büyüklüğüne ve azametine götürecek tefekkür, yapmış olduğumuz birçok ibadetten daha hayırlıdır.

Niçin? Rabbimizi hakkıyla tanıyabilmek adına başta benim kendi nefsime, sonra siz kardeşlerime tavsiyem Allah’ın kâinatta yaratmış olduğu ayetleri üzerinde tefekkür edelim, bunları düşünelim. Eski insanlar döneminde adamın ne yapması gerekiyordu? Oturup kendi kendine göklere, yıldızlara bakıp bir şeyler çıkarması gerekiyordu. Bugün Allah’a hamd olsun böyle bir şeye de gerek yok öyle kitaplar, öyle çalışmalar yapılmış ki Allah’ın yarattıklarındaki o sanatı, o incelikleri anlatan mucizelerini bize gösteren binlerce, on binlerce eser, on binlerce çalışma var. Bunlara bakıp kâinatı tefekkür ettiğimizde belki kâinatta ki her şey bizi Allah’ın Kuddûs olduğunu, eksikliklerden münezzeh olduğunu bize gösterecek. Ama maalesef şeytan bizimle tefekkür arasına sürekli duvar örüyor.

Bugün bir Müslümana dese ki tefekkür mü etmeyi tercih edersin der dinleyip kitap okumayı mı? Ya ders dinlemeyi der ya da kitap okumayı der neyi tefekkür edeceğim der. Ben hatırlıyorum ceza evinde bir kardeşe bununla ilgili biraz nasihat ettim, bana dedi ki iyi de hocam neyi tefekkür edeyim. Şimdi bundan daha acı bir söz olabilir mi, adam kâinattan neyi tefekkür edeceğini bilmiyor daha. O kadar Allah’ın ayetlerinden ve Allah’ın büyüklüğünden uzak.

Onun için Allah’tan korkalım, Allah’ın bize kendisini tanıtmış olduğu yollara tevessül edelim, Allah’ın yaratmış olduğu ayetleri, -hem kevni, hem şer’i- hakkıyla tefekkür edip rabbimizin azametini kalbimize kabul ettirelim. Göreceksiniz ki kalben bu kabul edildikten sonra biz de, bizden önce yaşayan salih insanlar gibi itikadında ve amelinde istikamet üzere olan insanlardan olacağız. Allah’tan temennim el Kuddûs ismiyle akidelerimizi şirkten, bid’atten ve amellerimizi riyadan, minnetten insanlara eziyet etmekten, insanlara duyurmaktan temizlemesidir. Bütün amellerimizi el Kuddûs ismiyle kemdi katına yüceltmesi ve kendi katında bereketlendirmesidir.

Allahümme amin, “Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn” (Yunus/10)

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Ebu Hanzala



TAFSİR LESSONS AN-NİSA (015-033) (30)

$
0
0

231

“Euzu Billahiminesheytanirracim”

BismillahirRahmanirRahiym.

Dear Qur’an fellows, in our previous lesson we had studied feraiz a.k.a inheritance laws and today we will continue our lesson on womens rights and their impacts on the era which Qur’an had arrived at.

Qur’an takes fornication matter at hand now since the previous lessons topics on inheritance and possessions law were all about the unjustice distribution of wealth. From that origion Qur’an wants us to pay attention to this problem that are caused by moral corruption, tyranny, oppression and such.

The problem of fornication is connected to one of the five constant values of humanity that are brought down via prophets. These five principle or five basic human rights are these.

1-Living right. Safety of life.

2-Believing right. Safety of religion.

3-Possession right. Safety of wealth.

4-Generation right. Safety of bloodline.

5-Thinking right. Safety and freedom of thinking and speech.

This particular problem is considered under the banner of generation safety. The fornication problem is an obstacle to that right. So basically, fornication is the violation of one of the basic safeties in humanity. The social corruption and dissolution starts with the dissolution in family. Dissolved families create dissolved societies.

That’s why fornication is the enemy of family institute. Such a crime, such a sin, such a shameful act that creates this hole in families should naturally be mentioned and punished by revelations. Because defending this act is considered as praising and no sane man praises a sin. Praising a sin is considered a foul behaviour. We start our lessons within this frame now.

BismillahirRahmanirRahiym.

15-) Vellatiy ye’tiynel fahishete min nisaikum festeshhidu aleyhinne erbeaten minkum* fein shehidu fe emsikuhunne fiyl buyuti hatta yeteveffa hunnel mevtu ev yec’alellahu lehunne sebiyla;

Bring forth four witnesses against women who engage in harlotry. If they (all four of them) testify, confine them to their houses until death takes them, or until Allah opens another path for them (until they repent). (A.Hulusi)

If any of your women are guilty of lewdness, take the evidence of four (reliable) witnesses from amongst you against them; and if they testify, confine them to houses until death do claim them, or Allah ordain for them some (other) way. (A.Yusuf Ali)

Vellatiy ye’tiynel fahishete min nisaikum For your women are guilty of indecency.

The word el fahishe has several meanings. Prostitute, naturally. But we cannot limit the word with just that. All kinds of sex offenses can be included here. Then again we cannot limit the term el fahishe with just sex offenses either. All forms of indecency, overstepping, shameful behaviours are in this terms ground. So with that it cannot be true to limit this verse with only sex offenses.

Yes, for your women are guilty of indecency.

festeshhidu aleyhinne erbeaten minkum bring forth four witness testifying her indecency. Qur’an asks for four peoples witness statements in order to accept the accusation of a persons fornication. For all other crimes, Qur’an asks for 2 witnesses but in the fornication business, it is asked 4 witnesses. This is because to prevent any kind of slandering. Because a victim of a slander on fornication becomes a cast out and they are usually from weak women. Allah’s intention is to save those women by preventing them from becoming a victim of a slander.

That’s why it is asked for 4 witnesses. A hadith from Rasulallah backs this verse, I wouldn’t mentioned this but it has the same principle.

  • Each one of the witnesses should testify as they see the thing like putting a ring to a finger.

All people can accept the hardness of such a thing. So if you ask why this  over the top requirements, this is from Allah’s compassion, a reflection of Allah’s mercy so that many people can be protected from and form of slandering on this subject.

Of course if a person commits the act of fornication and no one has the idea of the thing that happened, then it’s that persons problem with Allah. So shall she/he solve it with Allah.

For a community who left a fornicator unpunished, there’s no crime for that community. But to the opposite if people slanders a person with fornication even he/she hadn’t done anything, it is considered oppression and murder. There are many examples like this in history. That’s why Qur’an foresees it and asks for 4 witnesses in order to prevent such things.

Of course the details of this 4 witnesses business, Islamic scholars of law have been considering the lifestyle, home behaviours and even arcitecture under consideration. Whether the door is open or closed, the patio wall is high or low. Anything blocking the view in garden or roof. Because in a community where people can sleep anywhere, anything sleep related can be misunderstood. So just like the details may change, the requirements of witnesses also changes. In this modern era, the DNA test is one of these requirements and may be the only conclusive way to end the dispute over such problems.

fein shehidu fe emsikuhunne fiyl buyuti If they (all four of them) testify, confine them to their houses hatta yeteveffa hunnel mevtu ev yec’alellahu lehunne sebiyla; Until when? Until death takes them, or until Allah opens another path for them.

Here the expression of ev yec’alellahu lehunne sebiyla; until Allah opens another path for them. The word lehunne; according to famous translator Ebu Muslim El Isfahani; it may be considered as until a way out for their advantage. This approach is true and healthy. The meaning can also be defended by another verse in Baqarah chapter.

leha ma kesebet ve aleyhamektesebet (Baqarah/286) Every good deeds are for your advantage and every evil deed are for your disadvantage. This leha word has the same usage and meaning as we said here. That’s why it may be considered an accurate and true approach.

Again the same scholar Ebu Muslim El Isfahani; indicated that this type of fornication are not limited to man and woman intercourse but it contains the punishment to homosexual intercourses as well.

16-) Vellezani ye’tiyaniha minkum feazuhuma* fein taba ve asleha fea’ridu anhuma* innAllahe kane Tevvaben Rahiyma;

And if two men among you commit it, punish them. If they repent and correct themselves, then leave them to their own accord. For Allah is the Tawwab, the Rahim. (A.Hulusi)

If two men among you are guilty of lewdness, punish them both. If they repent and amend, leave them alone; for Allah is Oft-returning, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)

Vellezani ye’tiyaniha minkum feazuhuma And if two men among you commit it, punish them.

fein taba ve asleha fea’ridu anhuma If they repent and make amends, leave them alone, give up your punishments. I believe this is the way out we mentioned above. The way to turn the situation to your advantage. Blessing you with repetance. Because the biggest blessing of a person who commit a sin is to repent and accept your sin. There is no better way out. There can be different translations for this though.

innAllahe kane Tevvaben Rahiyma; Because Allah is Often-returning, Most Merciful.

According to Mucahit, the number one student of Ibn Abbas R.A. also one of the greatest scholars and translators, this verse have verdicts on homosexuals. Also Abu Muslim El Isfahani have the same opinion as Mucahit on this matter. But I believe this verse includes both Mucahits and El Isfahanis opinions also other incidents with fornication related.

When I entered this subject, this was my entrance. Poverty, I said. Unbalances wealth possessions, moral corruption, there are all open the way to social dissolution. One of the reasons was war. Because remember, after the battle of Uhud several problems had surfaced. One of these problems was the orphans. Previous verses handled these problems as a social scar and offered the solutions.

        Again one of the problems was the inheritance. Because the deads were leaving their possessions behind and these things should be distributed fairly.

Also another problem was the widows. Many men had given their lives hence leaving many widows behind. Naturally this problem was carrying the possibility of moral corruption because when these women couldn’t manage to have their needs official ways, they would turn into illegal ways. That’s why Qur’an handles this situation with care. Because if there’s a question related to this serious social problem, Qur’an surely answers it, never leave those people on their own.

These verses have references to Nur chapters 15 and 16 verses. The second verse of Nur chapter gives us the final retribution for fornication act. 100 sticks, 100 hits. Some translators see a contradiction with these verses and this second verse of Nur. They translated it like this and think that all these verses are canceled by this specific verse.

Once a verse finds its place in Qur’an, its verdicts cannot be canceled by any means. This is not the problem however. Because I believe it won’t be true to talk about any cancellation here. Because I don’t think we can channel all things fornication related to this part alone. Just like I mentioned the expression fahishe before.

This expression includes all types of behaviours which can ruin a families relations, every acts that destroy the loyalty and integrity of man and womans home, every sorty of immoral actions and sins. That’s why for such an expression that have so many aspects, we cannot think linear and channel all things into one verse. And by doing it cancelling other verses wouldn’t be a correct move. Best creating a better perspective and reevaluate the whole situation.

17-) Innemettevbetu alAllahi lilleziyne ya’melunessue Bi cehaletin summe yetubune min kariybin feulaike yetubullahu aleyhim* ve kanAllahu Aliymen Hakiyma;

The type of repentance that is accepted by Allah is one made in regards to a mistake committed in ignorance. Those are the ones whose repentance Allah accepts. Allah is the Aleem, the Hakim. (A.Hulusi)

Allah accept the repentance of those who do evil in ignorance and repent soon afterwards; to them will Allah turn in mercy: For Allah is full of knowledge and wisdom. (A.Yusuf Ali)

Innemettevbetu alAllahi lilleziyne ya’melunessue Bi cehaletin summe yetubune min kariybin The type of repentance that is accepted by Allah- remember the verses above mentioned a way out. The verse 16 was telling things about repetance and confinement until repetance. And now Allah explains us the features of repetance. It is said that The type of repentance that is accepted by Allah is one made in regards to a mistake committed in ignorance and also turning to Allah without delay.

Yes, summe yetubune min kariyb without delay. Because the sin you committed now only concerns you personally or society. So absolving yourselves knowing and accepting your flaws, your sins, asking forgiveness from Allah and clear yourselves from all dire consequences. This is repetance.

In this sense the repetance that would be accepted is the one you make without making any delay, while the agony and pain of the sin has still been weighting you.

feulaike yetubullahu aleyhim* ve kanAllahu Aliymen Hakiyma; Those are the ones whose repentance Allah accepts. yetubune min kariyb if one turns to Allah for repetance right after the sin (the literal meaning of repetance is to turn back) If one doesn’t turn his back to Allah, if he chooses to turn to Allah after committing the sin, feulaike yetubullahu aleyhim surely Allah turns to him too. With what? With forgiveness and mercy. ve kanAllahu Aliymen Hakiyma; because Allah is full of knowledge and wisdom

Allah knows all, including the weaknesses of humans. The instincts that humans carrying. The ego that seduces the person. Allah created the man, surely Allah knows what a weak creatures we are, how easily we can be seduced by our instincts. But Allah is also Hakiym. The owner of wisdom. Allah does with wisdom. The wisdom here is giving humans their fitrat and fitrat has the mind in it, the mind which has the power to notice the weaknesses and acts accordingly. This is wisdom altogether.

So humans can both notice their weaknesses and littleness in front of Allah, how they are not perfect. But also they notice their value. Of course this also means all Allah’s features can be seen in humans too. As in humans are the target of Allah’s features.

If people were created perfect then how can Allah’s features of Mercy, Forgiveness, Compassion be seen? These featureas are Allah’s openly seen actions. That’s why in order to be activated, these features need sins from the other side. Because according to Tevvap Allah, Allah has the potential to accept the repetances.

But we cannot fall into the wrong assuptions here. We cannot say, “O so the sins are our destiny. Nothing can prevent us from committing a sin. We are bound to sin.” No, this logic would be wrong. We are just trying to open the laws over creations and humans. So if you are humans, if you are flawed and weak, if you have these weaknesses, surely you have the potential to commit sins. That’s what we are trying to say.

18-) Ve leysetittevbetu lilleziyne ya’melunes seyyiat* hatta iza hadara ehadehumul mevtu kale inniy tubtul ANe ve lelleziyne yemutune ve hum kuffar* ulaike a’tedna lehum azaben eliyma;

There is no repentance for those who spend a lifetime in wrongdoing and at the time of death say “Now I repent!” And none for those who live in denial of the truth and repent in their last breath! We have prepared severe suffering for them. (A.Hulusi)

Of no effect is the repentance of those who continue to do evil, until death faces one of them, and he says, “Now have I repented indeed;” nor of those who die rejecting Faith: for them have We prepared a punishment most grievous. (A.Yusuf Ali)

Ve leysetittevbetu lilleziyne ya’melunes seyyiat* hatta iza hadara ehadehumul mevtu Of no effect is the repentance of those who continue to do evil,

By the verse above, we are told which types of repetances can be accepted. Which ones? The ones who commit the sin but not defend their actions afterwards. That’s why we should draw a line here. Sins can be forgiven. The thing unforgivable is defending the sin. Defending the crime. Crimes can be forgiven but not admitting you do something wrong is unacceptable. False can be absolved. Defending the false like it’s something beautiful; unacceptable.

The features of repetance are counted. Not the features of unacceptable repetance and the first feature is this, keep going by the sin.

Why does a man keeps his false actions going with insistance?

1-He cannot accept that he has been making a mistake.

2-Defending the sins nature.

3-Spreads the mistake. Because a person who commits a crime and keeps on doing it; he takes this false action out of sin territory and begins to see it as a natural action.

So what is that means? It’s this. Blending the nature of good and evil together. It’s the collapsing of moral judgements. Good and evil, beautiful and ugly, hak and superstitions, higher and lower; all mixed together. This is the corrupion of truth, with the worst possible way. This crime has the equivelant of destroying a holy book or a verse. And after that, defending the crime, insisting over the mistake, exalting the sin, is thousand times worse that commiting the sin.

kale inniy tubtul Ane and when he reaches the end of his life, he says “I repent now.” ve lelleziyne yemutune ve hum kuffar nor of those who die rejecting Faith. Neither those who insist on pushing Allah back all his life but trying to take it the last minute while on their dying breath nor those who die rejecting faith; their repetances won’t be accepted.

This verse reminds us something, dear friends. The faith of pharaoh. We might say the repetance of pharaoh. What kind of faith was the pharaoh had. It was on the 90th verse of the Jonah chapter.

..ve ene minel muslimiyn; (Jonah/90) was pharaoh saying. Yes, the infamous pharaoh had said this. I’m among those who surrender to Allah. But when was he telling that? When he was in a pinch. This is important dear friends. Forcing someone to believe something is the same thing to turn into faith when he is in a tight situation. One of them is an oppression from outside, forcing someone to believe a religion. Think about it. You are threating him with death, you are forcing him to say, “I believe.” One is forcing from outside, the other is forcing be the events.

At the end neither one is considered as faith. This is not belief. Because;

Faith is a voluntary action.

A conscious movement.

A movement to a conscious purpose.

Faith is the covenant one make with Allah voluntarily.

Whatever the value of a gun pointed covenant, the same principle applies to the ones which people try to make with Allah when they are on a pinch. Faith by hardship doesn’t count as faith. Forced faith is the same with unoptional faith.

Forced faith and the faith on hardship. One has an oppression from outside and the other from inside. But there’s no difference between them. This is the repetance of pharaoh.

ulaike a’tedna lehum azaben eliyma; We have prepared severe suffering for them. Who are they? The ones who try to repent when they are out of option. People who try to show their faith when they stuck in a hard position. But Allah doesn’t sign this kind of one sided contract. This kind of contract is invalid. Because it has no personal will in it. Only the events forced them to make this contract, not their own will.

This also shows us the kindness and respect of Allah for humans will. Yes, this is the sign of respect and value of Allah for humans choices. Allah doesn’t accept a choice without will. Because when you are in normal situation, you wouldn’t make that kind of promise. Then don’t lie to yourself. Like I said, respect to humans free will and choices.

19-) Ya eyyuhelleziyne amenu la yahillu lekum en terisün nisae kerhen, ve la ta’duluhunne litezhebu Bi ba’di ma ateytumuhunne illa en ye’tiyne Bi fahishetin mubeyyinetin, ve ashiruhunne Bil ma’ruf* fein kerihtumuhunne fe ‘asa en tekrahu shey’en ve yec’alellahu fiyhi hayren kesiyra;

O believers, it is forbidden for you to forcefully become heirs to women… Do not pressure them in order to take a portion of what you have given them (dowry)… Unless they openly (testified by witnesses) commit harlotry… Get on with them justly… Even if there is something you dislike about them, it may be that Allah has ordained much good in it. (A.Hulusi)

O ye who believe! Ye are forbidden to inherit women against their will. Nor should ye treat them with harshness, that ye may take away part of the dower ye have given them,-except where they have been guilty of open lewdness; on the contrary live with them on a footing of kindness and equity. If ye take a dislike to them it may be that ye dislike a thing, and Allah brings about through it a great deal of good. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O you who believe! la yahillu lekum en terisün nisae kerhen, You are forbidden to inherit women against their will.

This has a historical background. As you can see, we come to a verse regarding women rights. A practice that belittling and degrading women in an ugly way. What is this practice? It’s like acting as women are mere tools. In fact what verse telling that it is forbidden is seeing women, people as properties. That’s why it starts the verse like this. O, You who believe. la yahillu lekum en terisun nisae kerhen, You are forbidden to inherit women against their will.

The historical background is this. At the times of ignorance, when the fathers had passed away, the widows of the deceased were degraded to property, even slave level and got inherited to sons like they were part of the fathers inheritance. Just like there were heirs for that persons possessions, the widows, wives of late persons are part of that inheritance as well, Sons have the right to own their step mothers and used them as their hearts content. They were living in a thought that they can own women like that can own anything.

Aside being an ugly and immoral behaviour altogether in this practice there was another twisted logic about this immoral actions. We should really talk about that logic. What’s that? Treating a human being as mere tools. Looking women as properties. Allah forbids us this action. While doing this Allah also forbids us to look at them like that, not only the action but the intentions are also forbidden.

In fact my friends, we should stay here for a while. Ancient folks of ignorance era were seeing women as inheritance. What about modern ignorance era, what about now? Do you think it changed that much? What can you see when you look at women on television. A tool of advertisement and showing. All western civilizations considered women as materials for advertisement and consumption. So in reality what value have the women, what reward have those women, what rights do they have in this regard? Is is really the respect for womens rights? Sexism, seeing women as show materials?

And you know what’s worse than that? Because this is nothing. Women becoming materialized is not a big deal. This can be overlooked. What cannot be overlooked is women presenting themselves as materials. This is the unnoticed difference between antic slavery and modern slavery. Being unable to realize that you are a slave. One of the biggest dilemma of modern women.

In past, old times, women were oppressed sure, but they knew they were oppressed. They knew and they hadn’t glorify their situations. They weren’t glorifying their so called rights and law. They knew they were being treated as materials and seeking out the first chance to break free from their shackles. When they found a chance, they were taking it. One of those doors was the message of Rasulallah. But you know what makes modern women more worse then the old ones. Modern women are unable to notice modern slavery. They don’t know that they are being materialized and on top of that, they defend it.

We said above, what’s thousand times worse that committing a crime is defending the crime. Being a slave is abig insult for humanity sure, but accepting slavery and glorifying the slavery is far worse that being slave. The attitude of modern women and their internalized feelings about this system and their voluntary contribution reminds us this notion. These are the ideas that come to our minds.

ve la ta’duluhunne litezhebu Bi ba’di ma ateytumuhunne illa en ye’tiyne Bi fahishetin mubeyyinetin, Do not pressure them in order to take a portion of what you have given them dowry… Unless they openly commit harlotry…

ve ashiruhunne Bil ma’ruf Yes, this is Qur’ans intention. Be nice to them. Treat them with kindness.

This text, I remind you dear friends had been sent to a society which treats their women as tools in seventh century a.c. Can you understand the magnitude of the revolution of this text on women rights? This is the message of this text. For those who say they are from Allah, for people who say they show faith. Be nice to your women.

You may think this as a regular statement. But I remind you that we are talking about a society who treated their women as a part of inheritance that may be passed on from father tos ons. This is a great turning point, great revolution, a great social act for such a community.

fein kerihtumuhunne fe ‘asa en tekrahu shey’en ve yec’alellahu fiyhi hayren kesiyra; Even if there is something you dislike about them, it may be that Allah has ordained much good in it. The message here is this. Don’t break your home out of emotional reasons. Emotional reasons are not admissable for kicking women out of house. Don’t do that.

At this point, don’t forget that there are far more important and permanent values that physics, esthetics and mere beauty. That’s why don’t throw women out of home out of these superficial reasons.

This attitude here is astounding. You cannot find a better attitude in an era men are in control of everything and you are addressing the faithful ones. Qur’an invites them men who show faith to itself to be more honorable, more respectful to rights and laws, more softhearted, fair and patient.

20-) Ve in eredtumustibdale zevcin mekane zevcin ve ateytum ihdahunne kintaren fela te’huzu minhu shey’a* ete’huzunehu buhtanen ve ismen mubiyna;

If you want to leave one of your wives and take another in her stead, even if you have given them loads (of dowry) do not take it back (when separating). You cannot do this by blaming or slandering her! (A.Hulusi)

But if ye decide to take one wife in place of another, even if ye had given the latter a whole treasure for dower, take not the least bit of it back: Would ye take it by slander and manifest wrong? (A.Yusuf Ali)

Ve in eredtumustibdale zevcin mekane zevcin If you want to leave one of your wives and take another in her stead, istibdale zevcin mekane zevcin This is like a support for monogamy at the beginning of this chapter. Taking another wife by leaving one.

ve ateytum ihdahunne kintaren fela te’huzu minhu shey’a even if you have given them loads gold, do not take it back. Qur’ans advise. Even if you have given them loads gold, do not take it back.

ete’huzunehu buhtanen ve ismen mubiyna; You cannot do this by blaming or slandering her!

This verse shows us an incident in historical background. As we can understand here, men of that era were taking illegal roads to take back the dowry they had given when they were marrying. One of these roads is slandering women and taking back the dowry over this slander. Qur’an takes the matter in its own hands to make this immoral behaviour stop and block this ugly method.

21-) Ve keyfe te’huzunehu ve kad efda badukum ila ba’din ve ehazne minkum miysakan galiyza;

How can you take it back after you have united with one another and you have given them your word (during marriage)? (A.Hulusi)

And how could ye take it when ye have gone in unto each other, and they have Taken from you a solemn covenant? (A.Yusuf Ali)

Ve keyfe te’huzunehu How can you take it back ve kad efda badukum ila ba’din after you have united with one another.

ve ehazne minkum miysakan galiyza; and she has taken from you a solemn covenant.

This is what we called the covenant of marriage. The promise. Marriage is basically two people giving their words as spouses to be together. Marriage is based on this contract. The contract between to individuals. And whoever betrays this contract is the side breaking it. That’s why Qur’an addresses the betrayor side and saying; “You had given your promise, you had sworn an oath, made a contract, how now can you betray?”

Remember that’s why the marriage starts with; “By the order of Allah and blessing of Rasulallah.” Because you show Allah and Rasulallah as witnesses of such a contract. So think about this, you bring Allah and Rasulallah as witnesses for you and then betray this contract and these witnesses. This verse reminds us about this treason. And your wives had taken a solid promise from you.

22-) Ve la tenkihu ma nekeha abaukum minen nisai illa ma kad selef* innehu kane fahisheten ve makta* ve sae sebiyla;

Do not marry women who your fathers married. Except the past (except what has already occurred in the past). Undoubtedly this is immoral and hateful. Indeed, an awful custom! (A.Hulusi)

And marry not women whom your fathers married,- except what is past: It was shameful and odious,- an abominable custom indeed. (A.Yusuf Ali)

Ve la tenkihu ma nekeha abaukum minen nisai Do not marry women who your fathers married.

I just explained the practice of ignorance age. Because the women of that era was seen as material, this was a tradition of ugly nature. Just like a son declaring himself as the heir of his fathers possessions, he also declared himself as the heir of his wives. Step mothers were like trading materials that can be translated from fathers to sons.

This logic that sees women as material cannot see the immoral side of this ugly tradition. Our translations have several of these practices as examples. After the demise of Abu Kays, some of the relatives were claiming possessions over his wife like she was part of the inheritance. That woman turned to Rasulallah with this complain.

-O, Rasulallah. As you know my husband Abu Kays had passed. His son from another mother wants to claim me as property. I have always seen him as my son, my own kid.

Yes, for this incident, this immoral practice was banned completely, but from a wider perspective it’s the twisted logic that lies beneath was banned altogether. It was convicted. I wanted to pay attention to that.

All crimes are committed in mind first, that they enter our lives, dear friends. To commit this crime in mind, one should have this origin point ant it starts everything. “Women are materials.” Like I said, after admitting this to yourselves, now you established to layout for any crime related. If you see what Allah makes as equal to you, as something lower, if you look at them with despise, than the final destination of your journey becomes this. The modern ignorance age of today.

illa ma kad selef But what past is in past. This expression is important. It will come several times in these pages. This expression is the best proof that revelations have a sight in life, revelations wouldn’t ignore the facts of life. The contact between life and revelations is a direct one. It sees the truths in lives. That’s why this illa ma kad selef proves this fact to us. Because neither the previous users of this practice, sons who claim their stepmothers as their own properties are declared illegal, nor they were being forced out from their claims. This evil and immoral tradition is wicked as wide and naturally there are some consequences in society.

For example, there are many people who had claimed their own step mothers from their late fathers. Many of them had their own childs. So what would happen to them? What are the crimes of those innocent children. If this order had come with harsh rules, those children were immediately labeled as illegal children and with their claims over an inheritance were cancelled, they would be a social scar. A disturbance in a large scale.

Qur’an didn’t allow that. It says what’s past is in the past. Rehabilitated. Qur’an fixes a social problem that causes disturbance, stage by stage. It takes a society and carries it to a better place. The education method of Qur’an will always be the only valid and beautiful method until the world stops.

innehu kane fahisheten ve makta* ve sae sebiyla; Undoubtedly this is immoral and hateful. Indeed, an awful custom! ve sae sebiyla an awful custom!

23-) Hurrimet aleykum ummehatukum ve benatukum ve ehavatukum ve ammatukum ve halatukum ve benatul’ehi ve benatul’uhti ve ummehatukumullatiy erda’nekum ve ahavatukum miner reda’ati ve ummehatu nisaikum ve rebaibukumullatiy fiy hucurikum min nisaikumullatiy dehaltum Bihinn* fe in lem tekunu dehaltum Bihinne fela cunaha aleykum* ve halailu ebnaikumulleziyne min aslabikum, ve en tecme’u beynel uhteyni illa ma kad selef* innAllahe kane Gafuren Rahiyma;

It has been prohibited for you (to marry): Your mothers, daughters, sisters, aunts, the daughters of your brothers, the daughters of your sisters, your milk mothers who have nursed you, your sisters through nursing, the mothers of your wives, and your stepdaughters under your guardianship (who are born) of your wives with whom you have united. But if you have not united with the mothers of your stepdaughters, then there is no harm in you (marrying them)… And also prohibited for you are the wives of your sons who are from your loins, and to marry two sisters at the same time… Except what has already occurred in the past… Indeed, Allah is the Ghafur, the Rahim. (A.Hulusi)

Prohibited to you (for marriage) are:- your mothers, daughters, sisters; father’s sisters, mother’s sisters; brother’s daughters, sister’s daughters; foster-mothers who gave you suck, foster-sisters; your wives’ mothers; your step-daughters under your guardianship, born of your wives to whom ye have gone in,- no prohibition if ye have not gone in;- (those who have been) wives of your sons proceeding from your loins; and two sisters in wedlock at one and the same time, except for what is past; for Allah is Oft- forgiving, Most Merciful;- (A.Yusuf Ali)

Hurrimet aleykum It has been prohibited for you. Who are been prohibited to us? Now it is counted the people who are restricted for marriage due to healthy family relations, longevity of a society based on family ties.

Ummehatukum Your mothers are prohibited to you. The concept includes all mothers of course. Mother, grandmother and beyond naturally. You may ask does this rule include step mothers. Yes, both. Mothers. The expression is general enough. Even illegal mothers. All kinds of mothers are in this rules ground. Ummehatukum.

Ve benatukum Your daughters. Daughters and beyond. Daughters, their daughters and their daughters all the way. Ve benatukum.

Ve ehavatukum Your sisters. Doesn’t matter genuine or step sister. But step sister of your step sister is not prohibited. As in you have a step sister from same father, she is prohibited. But she has another step sister from the same mother. She won’t be prohibited. Because in blood relation, you don’t have any.

Ve ammatukum Your aunts from fathers side. Ve halatukum Your aunts from mothers side. Ve benatul’ehi ve benatul’uhti Daughers of your brothers and sisters, your nephews.

ve ummehatukumullatiy erda’nekum your nursing mothers ve ahavatukum miner reda’ati nursing sisters. These are prohibited as well. This relation by nursery might be wierd for some people.

I should say this though. This rule is related to Qur’an ability to see the insight of a society. As in, there is a historical background here. True. In that Arabic nation, Qur’an puts this nursing parenting situations under regulation. It became legalized. But this is not just histrocial. Because widening the private area of a family and including other people not blood related to the family by just nursing, it is a great opportunity. A women breastfeeds an infany and suddenly that family gains a member even without and blood connection. Like I said, a great opportunity for establishing healthy connections.

About the order, of course here it has been summarized. There’s no detail. But since the topic is here, I should briefly say something.

The formula in this topic is this. The generation of the feeded is forbidden to the generation of feeder. Both the feeder and her generation is prohibited to the feeded. Pretty catchy.

Of course there is a problem. How much is the optimum amount to be considered nursing mother or such. This is debatable. Most scholars including Abu Caniph suggest that one time is enough. But others like Imam Shafi said 5 times. Some say three. I think at this point we might say this amount is nothing small like a drop but a full feeding at least.

Second problem is the age concept. For how long in nursing period if  one is considered a nursing relative. Some first readers and Aisha R.A. suggested that it is for a lifetime, many don’t takethem under consideration though. General idea is, if child is nursed until two years old, in other words in his nursing period, we should understand this. Not to formally, if a child is nursed by someone else in his nursing days, they become nursing relatives, if not the law doesn’t apply.

ve ummehatu nisaikum your wives mothers are prohibited to you. Clear, your mother in laws are prohibited.

ve rebaibukumullatiy fiy hucurikum min nisaikumullatiy dehaltum Bihinn The step daughters you live together under the same roof from your wives you marry.

I should stay on this topic here. Step daughters are already prohibited. Because there’s a connection here, even with the are of step. Your wives daughter, as in her mother is your wife. There’s an expression here. fiy hucurikum with you. The person who lives with you under the same roof in the same house. So we should ask what is the wisdom behind this. I believe this is a reference to the concept of adoption. And this sentence is a proof of being under the same roof is somewhat a law changing situation. The concept of adoption will be explained in two verdicts soon so we move one.

fe in lem tekunu dehaltum Bihinne fela cunaha aleykum But there’s no sin if you haven’t go into the same bed together yet. As in even if the marriage contract is set, if you haven’t go into bed together with your wife, the contract can be broken and you have a saying for another marriage with that step daughter figure. This verse is the explanation for that situation.

ve halailu ebnaikumulleziyne min aslabikum this is the place I mentioned. The wives of your sons are prohibited. More directly, your daughter in laws, your own sons wives are prohibited to you.

Qur’an protects the family bonds so firmly, there’s no loophole to create a disturbance in family ties. It’s like building a wall with specific borders. A wall created for protection. That’s why it is said that your daughter in laws are prohibited. Your own sons wives. Why your own sons. Why not your step sons wives are included? We see the first example of this situation in Rasulallah’s adopted son Zeyd. After Zeyd was divorced from her wife, she became Rasulallah’s wife and another tradition of ignorance age was ended like that.

The adoption is the best way to help the orphans in a society and let them be a part of community. In this frams, this is one of the best adopting situation here. And this verse is a reference to that practice.

ve en tecme’u beynel uhteyn another prohibition. It is forbidden to marry two sisters at once. Prohibited.

illa ma kad selef And the verse says again, what’s done is done. The past is in the past, there’s no going back top ast results. Because this is a social thing. Not just a small concept on paper. If not, there would be a chaos in society and some people would be victimized. That’s why what’s past is in the past.

This sentence also carries the meaning of “You are not responsible from the things you did before this.

innAllahe kane Gafuren Rahiyma; without a doubt Allah is Oftenly – Forgiving, Most Merciful.

This holy verse was sent down to protect family connections. No person can deny that the foundation stones of a society are families and relatives. Qur’an foresees the facts that human weaknesses should be revealed, the ways to prevent for people to give in to their egos and desires should be blocked and some borders should be drawn.

The lines that Qur’an draws are the boundries regarding humans nature. Because both the creator of humans and borders are Allah. Ela ya’lemu men halak (Mulk/14) Doesn’t Allah knows His creations?

24-) Vel muhsanatu minen nisai illa ma meleket eymanukum* kitabAllahi aleykum* ve uhille lekum ma verae zalikum en tebtegu Bi emvalikum muhsiniyne gayre musafihiyn* femestemta’tum Bihi minhunne featuhunne ucurehunne feriydaten, ve la cunaha aleykum fiy ma teradaytum Bihi min ba’dil feriydah* innAllahe kane Aliymen Hakiyma;

Married women, except whom you possess (as bondmaid), have also been prohibited. This is the decree of Allah upon you… And all others have been made lawful for you (to marry) by spending from your possessions, so that you refrain from adultery and live virtuously. To the women you marry and unite with, give their dowry in full. There is no harm in giving more than this if you mutually agree on it. Most certainly, Allah is the Aleem, the Hakim. (A.Hulusi)

Also (prohibited are) women already married, except those whom your right hands possess: Thus hath Allah ordained (prohibitions) against you: Except for these, all others are lawful, provided ye seek (them in marriage) with gifts from your property,- desiring chastity, not fornication from them. Give them their dowers (at least) as prescribed; but if, after a dower is prescribed, agree Mutually (to vary it), there is no blame on you, and Allah is All-Knowing, All-wise. (A.Yusuf Ali)

Vel muhsanatu minen nisai illa ma meleket eymanukum Also prohibited are women already married, except those whom you possess: Muhsanat word comes with three meanings here. Both married, chaste and free (not slave). All these meanings have equal potential here. As in all married women except you possess fairly. This ma meleket eymanukum is considered as a reference for concubines by many authorities. But the most accurate meaning of this expression is, the ones you have by legal ways. That includes the war captures of course.

It’s a historical fact that the war captivity situation wasn’t created by Islam and yet this problem found its place in Islam. All world has had that problem and Islam had created in an era when the war slavery was at its peak. This was one of the biggest problems of that era. Islam had brought a solution to this problem with an open attitude. As in this problem wasn’t concluded in Qur’ans arrival period. No, the process had took centuries and Islam had concluded the situation in centuries without turning it into a social scar. Qur’an didn’t start the problem named war captives.

The practice of those days were like this. As well as the Islam’s approach to it. On that days, the war captive women wer given to a protector family. So by this apprach, before the borders of Islam were set, the war captive women were like a gift that might be given to anyone and they were like tools for sexual abuse. They were like sugar in household.

Islam had closed that door. It brought law and order and clearly expressed that this is fornication. At that point the war captives were submitted to the real authority, the law. As in a woman that was captured in battle, wasn’t a part of the loot for the person who capture her. She was turned in to authority after that point. That authority found her a protector family. Emphasis on the protector. Because if the woman was captured with his husband, their family bonds weren’t touched. Islam brought that condition. Because before that regulations those captures were been scathered all over, homes wrecked and family ties severed.

Also in that era, if the woman was captured alone, her sexual needs should be compansated by the leader of the protector family or she should get married. But her services weren’t interrupted. Even if she was getting married to someone else, her services to his protector family were been continued because they were on a contract.

If a war captive woman gives a birth to a child, she automatically be liberated when her husband is dead. Also any war captive woman who gave birth cannot be transferred to another person as a slave. She instantly becomes liberated.

Also by law it was forbidden to use a war captive woman as a sex object. The guardian of the captive was legally responsible for her well being. The law was taking him as a fornicator if the guardian was stepping outside tha law and using her as a sex tool or presenting her to someone else with that intentions. So there was a marriage like contract between the war captive and her guardian, a legal contract.

So by creating these borders, Islamic law finished the slavery step by step. There were such rules existed that every women who gave birth instantly gaining their freedom. Also if a person was committing a sin like murder, that man would also have obligation to give a slave his freedom too. Some sins and crimes have this particular redemption step like freeing a war captive or a slave. Qur’an foresaw that. Islam was creating laws which closes the door to slavery by reducing their numbers and by that the intentions.

kitabAllahi aleykum This is Allah’s order to you. ve uhille lekum ma verae zalikum en tebtegu Bi emvalikum muhsiniyne gayre musafihiyn* Except for these, all others are lawful, with the condition of giving some of your possessions as dowry if you ask for a marriage. This is clear. Not illegal ways, but legal ways, the way of marriage; all women excluding the ones counted above are lawful to you by the terms of a legal contract says Qur’an.

femestemta’tum Bihi minhunne featuhunne ucurehunne feriydaten To the women you marry and unite with, give their dowry in full. Give some of your possessions to them. Make them feel secure, if you do that, they will treat you with honor. No women broken can treat you with honor. That’s why some men enjoy the idea of leaving women without anything. Why? Becaue without any security, women may bow down to anything. That’s why when Qur’an saying that men should give some of their possessions to women they marry, it also secures the honor of women.

Ve la cunaha aleykum fiy ma teradaytum Bihi min ba’dil feriydah There is no harm in giving more than this if you mutually agree on it. As in you agreed on dowry first, you are about to make a contract and willingly giving the designated amount to her, but then she declined by herself, she chose to break the contract and willingly presented you the dowry or at least some of it. Or she didn’t even take it from you at the beginning. There’s no sin having that dowry back.

innAllahe kane Aliymen Hakiyma; Without a doubt Allah Knows All and treats with wisdom.

25-) Ve men lem yesteti’ minkum tavlen en yenkihal muhsanatil mu’minati femin ma meleket eymanukum min feteyatikumul mu’minat* vAllahu a’lemu Bi iymanikum* ba’dukum min ba’d* fenkihuhunne Bi izni ehlihinne ve atuhunne ucurehunne Bil ma’rufi muhsanatin gayre musafihatin ve la muttehizati ahdan* feiza uhsinne fein eteyne Bi fahishetin fealeyhinne nisfu ma alel muhsanati minel azab* zalike limen hashiyel ‘anete minkum* ve en tasbiru hayrun lekum* vAllahu Gafurun Rahiym;

Those among you who don’t have the means to marry believing free women, can marry believing girls in their possession… Allah (as your essential reality) is aware of your faith… You are from one another… Marry them with the permission of their owners. Give to them (their dowries) according to custom, on the condition they refrain from secret affairs and adultery, and live as chaste women… If they commit harlotry after you have united in marriage, then punish them with half of what free women (in this case) would be punished with… This (marrying bondmaids) is for him who fears doing wrong… Yet to be patient is better for you… Allah is the Ghafur, the Rahim. (A.Hulusi)

If any of you have not the means wherewith to wed free believing women, they may wed believing girls from among those whom your right hands possess: And Allah hath full knowledge about your faith. Ye are one from another: Wed them with the leave of their owners, and give them their dowers, according to what is reasonable: They should be chaste, not lustful, nor taking paramours: when they are taken in wedlock, if they fall into shame, their punishment is half that for free women. This (permission) is for those among you who fear sin; but it is better for you that ye practice self-restraint. And Allah is Oft-forgiving, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)

Ve men lem yesteti’ minkum tavlen en yenkihal muhsanatil mu’minat Those among you who don’t have the means to marry believing free women… The inadequecy here isn’t about just financial. According to Muhammad Abduh’s accurate interpretation, all obstacles financially, physically, socially and politically are included. So if a person doesn’t have the means to marry a free woman for some reasons, there are two ways. He’s either not get married or he does, but. Qur’an advices them to marry and also uses this fact as an excuse to diminish to slave women population. Look.

femin ma meleket eymanukum min feteyatikumul mu’minat they should marry believing girls in their possession… Believing girls. Hese is another celestial intervention for war captive women. Their faiths become a reason for giving them all their social rights.

Two things happening here. Both the war captive women are been advised with redemption of faith, their doors are opened and also giving them a reason,  way out to save themselves and become free. By doing that, a muslim man cannot hold a believing war captive women as slave. Because he has no longer a reason to. This is an excellent way out, a perfect solution for all captive women.

vAllahu a’lemu Bi iymanikum This part is important dear friends, I should add the next part and explain it to you as whole. ba’dukum min ba’d Allah is aware of your faith… You are from one another… Yes. vAllahu a’lemu Bi iymanikum We may remember this particular part from somewhere else. The 31st verse of Hut Chapter. Allahu a’lemu Allah knows very well, saying there. (..Allahu a’lemu Bima fiy enfusihim.. Hud/31) Your interactions with yourselves. The topic there is this.

The furious bunch of Noah’s community was saying him to expel the poor people among them, dismiss them, let them go. Those people however were in faith. But naturally those excessive bunch wasn’t taking faith as measure. According to them only social status, wealth and power are the real measurements. That’s why the verse tells us that Allah knows their worth very well.

Here we have the same sickness. Just like those aristocratic bunch that came to Noah, here we have the Meccan heathen community. Also the unfaithful groups in Madina, hypocrites and Jews were in that same condition. They were looking at people with not equality but with social status. That’s why Allah informs us that a persons worth cannot be measured by his social status but his faith. That’s why Allah knows the value of their faiths very well.

ba’dukum min ba’d Most free meaning of this expression is, you are equal to one another.

fenkihuhunne Bi izni ehlihinne ve atuhunne ucurehunne Bil ma’rufi muhsanatin gayre musafihatin ve la muttehizati ahdan* Yes, a long sentence. About those women who protect their honor, who don’t involve in fornitation, who don’t dwell around close friends. Marry them with the permission of their owners and give their dowry fairly. A very open expression.

feiza uhsinne fein eteyne Bi fahishetin If she then commit a heinous act, fealeyhinne nisfu ma alel muhsanati minel azab then punish them with half of what free women (in this case) would be punished with… We will learn at the second verse of Noah, the full punishment for harlotry is 100 stick.

zalike limen hashiyel ‘anete minkum This is for those who fear from falling into sin.

ve en tasbiru hayrun lekum Yet to be patient is better for you.

vAllahu Gafurun Rahiym; For Allah is Oftenly Forgiving and Most Merciful.

26-) Yuriydullahu liyubeyyine lekum ve yehdiyekum sunenelleziyne min kablikum ve yetube aleykum* vAllahu Aliymun Hakiym;

Allah wants to make clear to you what you don’t know, guide you to the good practices of those who came before you, and forgive you your faults. Allah is the Aleem, the Hakim. (A.Hulusi)

Allah doth wish to make clear to you and to show you the ordinances of those before you; and (He doth wish to) turn to you (In Mercy): And Allah is All-Knowing, All-wise. (A.Yusuf Ali)

Yuriydullahu liyubeyyine lekum By explaining all these, Allah yehdiyekum sunenelleziyne min kablikum wishes to guide you to the good practices of those who came before you. Lifestyles before. By telling it, I assume this. Establishing sexual morality; it’s not possible via abstanance or singularity but via marriage. As in when we look at people who wishes to provide sexual morality and security via single life, we always see degeneration. Because it’s against human nature. That’s why the best tradition of the past is marriage. A contract bonded coexistence.

ve yetube aleykum and Allah does wish to turn to you in mercy vAllahu Aliymun Hakiym; Allah is All-Knowing, All-wise.

27-) VAllahu yuriydu en yetube aleykum ve yuriydulleziyne yettebi’uneshehevati en temiylu meylen aziyma;

Allah wants to accept your repentance (for your mistakes). But those who follow their desires (bodily temptations) want you to go astray (from the reality) in corruption. (A.Hulusi)

Allah doth wish to turn to you, but the wish of those who follow their lusts is that ye should turn away (from Him),- far, far away. (A.Yusuf Ali)

VAllahu yuriydu en yetube aleykum Allah does wish to turn to you with mercy ve yuriydulleziyne yettebi’uneshehevati en temiylu meylen aziyma; But those who follow their desires want you to go astray in corruption. As in Allah points you to the right direction and the others want you to go astray. The concept here is the enviroment which rejects this new approach of social revolution and renewal.

What Allah wants turn us is the right way, so the targets that are showed us here – I said targets- The principles, the verdicts, the orders, the law based rules or the numbers; they are not the things we should look first. What we should look at the souls that lies beneath. The targets behind those numbers. What is our Rabb’s intentions for women? Allah wants to elevate womens status from zero to their deserved honorable status that their rights are given as full. But the society is there and Allah doesn’t deny the societies truths. That’s why Qur’an chooses a starting point and begin its process for womens status upgrade. Naturally there are oppositions in society. Some find these renevations surprising, disturbing even. Like I said in our previous lesson quoting Taberi’s story.

“Women cannot ride a horse, she cannot go to war, she cannot gain a wealth. We lay our lives and gain our loot, so how should we give half of those to them?” They were saying.

Yes, there was a surprise. Acceptance was hard. But some chose to reject completely. They chose to rebel Allah for that. Because they wish to keep their status and by that they wish to keep tyrany over women.

The expression here is this. They are the ones who are the slaves of their inner tempting instincts. They see profit and joy in oppressing women. Who wants to give some of his wealth to women? Ego, self-being, instincts? No. Only mercy, faith, compassion and conscience want this. That’s why Allah calls to consciences, to faiths.

28-) Yuriydullahu en yuhaffife ‘ankum* ve hulikal insanu da’iyfa;

Allah wishes to lighten your burden. Man has been created weak. (A.Hulusi)

Allah doth wish to lighten your (difficulties): For man was created weak (in resolution). (A.Yusuf Ali)

Yuriydullahu en yuhaffife ‘ankum* Allah wishes to lighten your burden. ve hulikal insanu da’iyfa; Man has been created weak.

The weakness here is the unbalanced conflict of “Soul-Body, Lust-Love, Instinct-Faith.” This is the targeted concept here. As in Allah points out the balance point in this human weaknesses.

29-) Ya eyyuhelleziyne amenu la te’kulu emvalekum beynekum Bilbatili illa en tekune ticareten an teradin minkum ve la taktulu enfusekum* innAllahe kane Bikum Rahiyma;

O believers, do not wrongfully (based on impermissible premises) consume each other’s wealth even if this is through a mutually agreed trade. Do not kill yourselves (through wrongful deeds). Indeed, Allah, as the creator of your being with His Names, is the Rahim. (A.Hulusi)

 

O ye who believe! Eat not up your property among yourselves in vanities: But let there be amongst you traffic and trade by mutual good-will: Nor kill (or destroy) yourselves: for verily Allah hath been to you Most Merciful! (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O you who have the claims of you believe, if you are sincere in your claims;

la te’kulu emvalekum beynekum Bilbatili illa en tekune ticareten an teradin minkum Do not wrongfully consume each other’s wealth even if this is through a mutually agreed trade.

I have a different translation though. I have reasons about it. If I should put it, I might say, not to block the paths of other legal gaining lines beside trading. To remind us that mutual agreements isn’t just admissible in trading but all other forbidden acts like usury. Remember even usury has mutual agreement but that doesn’t necessarily make the gain fair.

There are other clean gaining ways beside trading. There might be presents, handovers, pensions. All these are considered clean ways of gaining money. Allah of them are legit. So with all that, it’s normal to make a different translation and and include the concept of mutual agreement on other ways too.

ve la taktulu enfusekum Do not kill yourselves. If you usurp other peoples possessions unfairly, that only destroy you.

innAllahe kane Bikum Rahiyma; Because Allah has been to you Most Merciful!

30-) Ve men yef’al zalike udvanen ve zulmen fesevfe nusliyhi nara* ve kane zalike alAllahi yesiyra;

Whoever does this by transgression and wrongfully, We will make him rest in Hell. This is easy for Allah. (A.Hulusi)

If any do that in rancor and injustice,- soon shall We cast them into the Fire: And easy it is for Allah. (A.Yusuf Ali)

Ve men yef’al zalike udvanen Whoever does this by transgression and wrongfully, ve zulmen fesevfe nusliyhi nara* We will make him rest in Hell. ve kane zalike alAllahi yesiyra; This is easy for Allah.

31-) In tectenibu kebaira ma tunhevne anhu nukeffir ankum seyyiatikum ve nudhilkum mudhalen keriyma;

If you avoid major mistakes (duality, murder, etc.), We will cover your small mistakes and admit you to a place of abundance. (A.Hulusi)

If ye (but) eschew the most heinous of the things which ye are forbidden to do, We shall remit your evil deeds, and admit you to a Gate of great honor. (A.Yusuf Ali)

In tectenibu kebaira ma tunhevne anhu If you avoid major mistakes you have been ordered to avoid… There’s a great formula. nukeffir ankum seyyiatikum We will cover your small mistakes. We cover all the small mistakes you did unintentionally. Just don’t do them intentionally.

Like we remembered at the beginning of our translation. Except the ones who did unintentionally. Insisting ones, defender of sins and crimes. They are excluded.

nudhilkum mudhalen keriyma; and admit you to a place of great honor.

32-) Ve la tetemennev ma faddalAllahu Bihî ba’dekum ala ba’d* lirRicali nasiybun mimmektesebu ve linnisai nasiybun mimmektesebne, ves’elullahe min fadliHİ, innAllahe kane Bikulli shey’in Aliyma;

Do not foster jealousy toward those who Allah raises over others by what He provides for them from His bounty. Men will have the blessings of what they have earned; women will have the blessings of what they have earned. Ask for Allah’s bounty. Most certainly, Allah is Aleem over all things (as their essential reality). (A.Hulusi)

And in no wise covet those things in which Allah Hath bestowed His gifts more freely on some of you than on others: to men is allotted what they earn, and to women what they earn: But ask Allah of His bounty. For Allah hath full knowledge of all things. (A.Yusuf Ali)

Ve la tetemennev ma faddalAllahu Bihî ba’dekum ala ba’d* Do not foster jealousy toward those who Allah raises over others, the features of others over you. Don’t be jealous of them. O women and men. You are different from another and there are values that make you unique and above to one another. But you have different roles and you have different creations that fit these roles. Don’t be jealous about them. O women, don’t say, “I wish to be a man.” O men, don’t say, “I wish to be a woman.” Don’t look to each other with jealousy. You complete one another.

lirRicali nasiybun mimmektesebu Men will have the blessings of what they have earned; ve linnisai nasiybun mimmektesebne, women will have the blessings of what they have earned.

All the reasons explained in the 11st verse in this chapter, all the inheritance business and the reasons of them are summarized here in one expression. This verse.

ves’elullahe min fadliHİ, ask Allah of His bounty. innAllahe kane Bikulli shey’in Aliyma; For Allah has full knowledge of all things.

33-) Ve likullin ce’alna mevaliye mimma terekel validani vel akrebun* velleziyne ‘akadet eymanukum featuhum nasiybehum* innAllahe kane ala kulli shey’in shehiyda;

We have appointed heirs for what parents and relatives leave behind. Give their shares to those your oath binds. Allah is a witness to all things. (A.Hulusi)

To (benefit) every one, We have appointed shares and heirs to property left by parents and relatives. To those, also, to whom your right hand was pledged, give their due portion. For truly Allah is witness to all things. (A.Yusuf Ali)

Ve likullin ce’alna mevaliye mimma terekel We have appointed heirs for what parents and relatives leave behind. el validani parents vel akrebun relatives velleziyne ‘akadet eymanukum featuhum nasiybehum people who shares to those your oath binds. The ones mentioned here are wife, husband and such. Give their shares.

innAllahe kane ala kulli shey’in shehiyda; Allah is a witness to all things. Allah is aware of your doings so act like Allah watches over you always.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”

 


ESMA DERSLERİ – 11 – EL KUDDÛS (B)

$
0
0

EL KUDDÛS )A(

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

EL KUDDÛS

Kur’an da KDS maddesi az zikrolunmuş sayılabilir. (toplam olarak 10 defa). Meleklerin Allah’ı tazim etmeleri için bir ayette takdis fiili kullanılır.  (Bakara/30) Bu fiilden ism’i-mef’ûl şekli mukaddes, Hz. Musa (A.S.) ilâhi vahyin vaki olduğu vadinin (20/12-79/16) veya Hz. Musa’nın İsrailoğullarını girmeye teşvik ettiği beldenin sıfatıdır. (5/21)

İsim şeklinin tek örneği olan Kudûs ise 4 ayette ve her zaman rûhu’l-kudus terkibinde yer alır. Ruhu’l-Kudus, vahiy meleği, Hz. Cibril’in vasfı olarak açıklanır. “Zira o insanları arıtan şeyleri getiren ruhtur.” (Muf., s/396) Allah bu melekle Hz. İsa’yı te’yid ettiği gibi (Bakara/87-253, Maide/110) Kur’an vahyini de gönderir (Nahl/102)

Bu madde Kur’an da az varid olmakla beraber Ulûhiyyetin en önemli vasıflarından birini gösterir. Buna yakın anlam belirten kökler tabiatıyla vardır; ‘azamet, izzet, Kibriya gibi. Takdis ve tenzih bir ayette bitişik olarak getirilirler. Takdiste tazim, teşbihte ise tenzih anlamı vardır ki bunlar birbirlerini bütünlerler.

Takdis’te Allah’ın mevsuf olduğu temizlik, izzet, büyüklük gibi sıfatların O’na verilmesi ve ilan edilmesi. Tesbihte ise Allah’ın her türlü şirk ve sapıklığa mensup olanların O’na isnat ettikleri yaraşmayan şeylerden tenzih edilmesi anlamı galiptir.

El Halimî şöyle diyor; Kuddûs ün manası faziletleri ve güzel sıfatları sebebiyle övülen demektir. Şu halde teşbihte takdis, takdiste tesbih kendiliğinden ve zımnen vardır. Çünkü mezmum şeyleri nefy etmek, övülen sıfatları ispat etmek demektir. “Ortağı ve benzeri yoktur” sözümüz O’nun tek olduğunu kabul etmektir. “O’nu hiç bir şey aciz bırakamaz” sözümüz O’nun Kâdir ve Kavî olduğunu ispat etmektir. “Kimseye zulmetmez” sözümüz hükümde Adil olduğunu ispat etmek demektir. Buna karşılık övülecek hususları kendisine nispet etmek O’nun hakkında kusuru nefyetmek anlamına gelir. Ancak şu var ki “O şöyledir” demenin zahiri takdis, “O şöyle değildir” demenin zahiri teşbihtir.

El Kuddûs vasfı yalnız iki ayette gelir ve Cenab-ı hakkı niteler ilk olarak Haşr suresindedir. Her iki ayette de el Melik isminin yanında zikredilir ve eliflâmlıdır. “O öyle bir Allah’tır ki kendisinden başka ilah yoktur. Melik, Kuddûs, Selâm, Mü’min, Müheymin, ‘Azîz, Cebbâr, Mütekebbirdir. Allah koştukları ortaklardan münezzehtir. (Prof Dr. Suad Yıldırım/Kur’an da ulûhiyyet-267)

******************************************************

El KUDDÛS

Haşr/22. Ayetinde “Selâm”, “Mü’min”, “Müheymin”, “Azîz”, “Cebbar”,  ve “Mütekebbir” isimleriyle birlikte, Cuma/2 ayetinde ise “Melik”, “Azîz” ve “Hakîm” isimleriyle birlikte geçmektedir.

Allah’ın sıfatı olarak “el Kuddûs” her türlü çirkinlik (Nesefi), noksanlık ve ayıplardan uzak, tertemiz, bütün kemal sıfatları kendisinde toplayan, güzellik, iyilik ve faziletlerle övülen demektir (Kurtubi-Hazîz), Takdis, teşbihin sinonimidir. (Hazîn)

Tesbih” ve “Takdis” eşi, çocuğu, anası, babası ve ortağı olmak (Fidûzâbâdi) noksanlığı, acizliği, kötülüğü, ayıbı, eksiği ve kusuru bulunmak gibi O’na layık olmayan sıfatlardan Allah’ı tenzih etmektir. (Hazîn) Meleklerin teşbihi;

Subbuhun, kuddûsün Rabbül-melâiketi ve’r-ruh. (Allah’ın sen) bütün noksanlıklardan uzaksın, tertemizsin, Cebrail ve meleklerin rabbisin (Müslüm) şeklindedir.

Hz. Aişe validemizin bildirdiğine göre Peygamberin namazın rûku ve secdesinde Subbuhun, kuddûsün Rabbül-melâiketi ve’r-ruh. Diyerek tesbihatta bulunmuştur.

Cibril’in sıfatı olan “Ruhu’l-Kuds”; (Bakara/87-253, Maide/110, Nahl/102) terkibinde ki “kuds” kelimesi temiz (Nesefi) “Mukaddes vadi” (Tâhâ/12) ve “Mukaddes arz” (Maide/21) tabirlerinde ki “Mukaddes” kelimesi ise temiz ve bereketli anlamındadır. (Nesefi-Hazîn) Kuds kökü temizliğe (tuhr) delâlet eder. (Doç Dr. İsmail karagöz-Esma-i Hüsna)

*********************************************************

KUDDÛS

Taalluk

Bir mü’min hem zihinsel anlamda safiyete ermede, hem eylem haline dönüşen bazı olumsuz fiillerini düzeltmede hem de kendi nefsini kötülüklerden arındırmakta bu isme ihtiyaç duyar.

Tahakkuk

Kuddûs, caiz olmadığı kesinleşmiş olan konulardan zatı arındırmak anlamındadır.

Tahalluk

Allah’ın, uzuvlarını günah işlemekten sakındığı, değerli gönlünü herhangi bir varlığa yönelmekten koruduğu kimse bu isimle ahlaklanmış şerefli bir kuldur. Bu kişi “Beni yer ve gök sığdıramadı, mü’min kulumun kalbi sığdırdı” hadisinde ifade edilmiş geniş kalbin sahibidir. Çünkü el Kuddûs ancak takdis edilmiş bir evde bulunabilir, o mukaddes evde takva sahibi ve nezih mü’minin kalbidir.  (İbn. Arabi/Allah’ın isimlerinin sırları-47)

*******************************************************

EL KUDDÛS

El Kuddûs kendisiyle nitelendiği her şeyden temiz ve nezih olan demektir. O ebrarın nefislerini günah kirlerinden temizlemiştir, kötüleri ise alınlarından ve ayaklarından yakalamıştır. Her ikisi de meseleyi gereği gibidüşünen ve anlayan kimse için Hakkın kutsiyet ve nezihliğinin neticeleridir.

Bilinmelidir ki, taharet ve nezihlik iki mertebe arasında gidip gelir. Bunlar mutlaklık ve takyit mertebeleridir. Bunlar her varlıkta/ayn hüküm sahibidir ve onların mazharlarında zuhur ederler. Müşahede ehli keşifte ki derecelerine göre bunların eserlerini görürler. Çünkü ehlullahtan bazıları hakkı hüviyetini mümkünlerin mazharlarında görürler. Böylelikle onlar Hakkın varlığı ve mümkünlerin ayanında zuhuruyla mümkünlüğe ait mukaddesliği müşahede ederler. Ayrıca mümkünlerin Hak sayesinde kendilerine mahsus ve onlara nispet edilen imkân ihtimallerinden hadislik başkalaşmalarından, sınırlılık karanlıklarından münezzehliğini görürler.

Onlar işi/emir kendisini kabul eden pek çok a’yanda her bir ayn üzerine onların ahadiyetlerinde tecelli edişiyle “bir” olarak görürler. Onların vücudi “ayn” ları başkalaşmaz sadece bir kısmı başka bir kısım için zuhur eder. Buna karşın diğerlerinden gizlenirler. A’yânın birbirleri için zuhur etmesi veya birbirlerinden gizlenmeleri kendi kabiliyet ve özelliklerine göre değişir.

Ehl-i keşiften bazıları ise Hakkı mazharın aynı olarak görürler. Onlar mümkünlerin a’yanının hükümlerini de Hakkın varlık aynasında zuhur etmiş görürler. Böylelikle bu müşahede de mümkünlerin hükümlerinin Hakkın zatına döner. Bunun neticesinde Hak bu hükümlerin değişmesiyle zatında herhangi bir değişiklik olmaktan münezzeh ve mukaddes olarak müşahede edilir.

Buna örnek olarak farklı renklerde ki camlara aksettiğinde güneş ışığının herhangi bir renk almamasını verebiliriz. Halbuki his onu renklenmiş görür.

Aynı şekilde meleğin bazen insan suretinde ve bazen de ufukları kaplayan bir tarzda görünmesi de böyledir. Bunun nedeni idrak edenin haline göre meleğin suretinin değişmesi veya onun suretlerde çeşitlenmesidir. Halbuki melek meleklik halinde başkalaşmaktan münezzehtir. (Sadreddin Konevi/Esmaü’l-Hüsna şerhi-44-45)

*********************************************

EL KUDDÛS

Bu kerim adın zikri halvete girenlerde, benzetme ve şüphe uyandıran tecessüm ehli gibilerde ve akidesi bunlara uyanlara faydalı olacağından şeyhleri tarafından bu adı zikretmeleri emrolunur. Bu gibiler bu adı andıkları takdirde faydasını görmüş olurlar. Zira bu adla birlikte bunun gibi Karîb, Rakîb, ve Vedûd gibi Allah’ın güzel adlarını anmak, hasta kalplere bir ilaç olur. Çünkü ilaç ancak hastalıkta kullanılır, her hastalığın bir ilacı bulunmaktadır. Burada da böyledir. Meselâ Mu’tî adı kalp için bir ilaçtır, fakat Mâni adının zikri istenilmez. Buna göre kendine ölçülü ilacı arayıp bulmalısın. Allah en doğrusunu bilir. (Afifüddiyn Süleyman et-Tilmsani/Esmaü’l-Hüsna-181)

*************************************************************

EL KUDDÛS (1)

En saf ve her türlü kusur, noksan, zaaf, gaflet ve hatadan münezzeh olandır O.

El Kuddûs, muhalefetun li’i-havadis sıfatının muadilidir. O yaratılmışlara hiçbir benzerliği olmayan yaratıcıdır. Bu Allah’ın hiçbir şeye benzemediğini ifade eden beş sıfattan biridir.

El Kuddûs Allah’a ait benzersiz bir sıfattır ki onunla Zatı, sıfatları, isimleri, kelâmı, fiilleri ve adaleti her türlü kusur ve noksandan münezzehtir. Sıfatları ve fiillerinin herhangi bir tanesinde en mükemmel mahlûkatına dahi benzemez. Çünkü en mükemmel olan bir mahlûk dahi zatında sıfatında fiillerinde hükümlerinde veya kelamında bir eksiklik taşır. Ayrıca bütün bunlar fanidir. Hâlbuki Allah Teâlâ mutlak kemal sahibi, en saf olan, baki olan, zaman ve mekândan münezzeh olandır. Varlık yaratılmadan evvel ne zaman ne de mekân vardı ama Allah vardı.

Bu ilâhi saflığı idrak edip hisseden mü’minler Allah’ı kemali için övmek (takdis) isteyecek ve O’na herhangi bir eksiklik, noksanlık ve fena bulacak olmasından naşi Kemalden uzak bir hali Allah’a atfetmemeyi bileceklerdir. (Tesbih)

El Kuddûs tecellisini kendimizde bulmak için idrak ve ilmimizi beş duyudan gelen gözlem ve izlenimlerle sınırlı tutmaktan sakınmamız gerekir. Zira böylesi gözlem ve izlenimler bizi âlem-i hayvaniden yukarı taşıyamaz. Ayrıca insanlara layık olan ilim hayal ürünü olmamalı kişi imanını şüphelerden izale etmek için gayret göstermelidir.

İman bir bütündür bir zerre şüphenin varlığı onu lekeler. Kişi dua, ibadet ve taatlarını samimiyet ve ihlas ile temizlemelidir. Duada ihlas Allah’a Allah’ın hatırı için dua etmek ve başka bir amaç için veya başka faydalar aramak için dua etmemektir. Yoksa bizzat duanın kendisi Allah’a ortak koşmak olup affedilmeyen günah olan şirke dönüşür. Kişi kötü huylarını terk ederek kalbini temizlemeye sa’y ü gayret etmelidir. Kötü huylar çöpler ve dikenler gibidirler ve bizim kalplerimizin her biri Beytullahtır.

Abdülkuddüs o kuldur ki kalbi temiz ve pak olmuştur Artık onda Haktan gayrı nesne kalmamıştır. Allah ile dolan kalp gayrı her şeyden emin olur. “En temiz, en pak” manasında ki ya Kuddûs’ün tecellisi, şu hadis-i Kutside Hakk teâlânın tarif buyurduğu hale gelen kalpte zahir olur. “Yerlere ve göklere sığmam ama mü’min kulumun kalbine sığarım.”

Hulûs-i kalp ile bir kimse her gün 100 kere yâ Kuddûs çekerse kalbi bize sıkıntı endişe ve acı veren her türlü düşünce ve kaygılardan temizlenir. (T. Bekir Bayraktaroğlu/Esmaü’l Hüsna-s.52)

*******************************************************

EL KUDDÛS

El Kuddûs; pak tertemiz, tüm ayıplardan arınmış olan demektir.

Takdis ise Azîz ve Celil olan Allah’ı tenzih etmek eksikliklerden berî kılmaktır. Çünkü her şeyden münezzeh olan Mütakaddistir. (Kutsal olan, çok temiz olan ve takaddüs edendir kutsanıp yücelendir.) Kuddûs’tür (Pek kutsal ve kutlu olan, Azîz ve mübarek olan hiçbir eksik ve hatalı yanı bulunmayan) ve Mukaddestir. (Kutsanmış, mübarek ve kutsal olandır)

Kuddûs kelimesi “Kuds” kelimesinden alınmış olan Fa’ul ölçüsünde (kalıbında) bir kelimedir. Bu da temizlik ve temizlenmiş olan demektir.

Burada manasına bu yüce ismin içerdiği nurları açıklamaya geçmeden önce bu kelime üzerinde durmamız gerekecektir. Biraz olsun bu tarifin üzerinde durup manasını açıklamalıyız.

Evet, bu kelime temizlenmiş, arınmış olan, cemal, kemal ve celal vasıflarının zat, isim ve sıfat olarak kendisinin olan demektir. Çünkü en güzel isimler O’nundur Bu itibarla O’nun bu en güzel isimlerini, onların karşıtı olan kelimelerle kıyaslamamız söz konusu bile değildir. Örneğin Yüce Allah’ı yaratılmışlara özgü olan ayıp, kusur ve eksiklikle kıyaslamak gibi bir yanlışa girilmemeliyiz. Zira bu hiçbir zaman doğru değildir. Hatta iyi niyetle de olsa Kuddûs olan yüce rabbimizi, ayıp ve kusurlarla donanmış olan yaratılmışlarla nasıl kıyaslayabiliriz ki. Bu olacak şey değildir. Hatta böylesi bir kıyaslama geçen tarif örneğinde olduğu gibi de olsa caiz değildir. Çünkü Allah zatı, sıfatları, isimleri ve fiilleri itibarıyla kâmil manada Kuddûs’tür.

Kaldı ki taharet denilen temizlik de bu kelimeden manasını almıştır. Yoksa Kuddûs taharet kelimesinden manasını almış değildir. Keza takdis te ondan alınmadır. Yoksa o takdisten alınma değildir. Kuddûs kelimesi kuds kelimesinden alınmadır diyebilir miyiz? Bize, “Nihayetinde o kelime de dilde türevleriyle beraber kullanılan bir kelimedir.” Diyenlere bizim cevabımız şu olur.

“Doğrusu O her şeyi yaratan Allah’tır. Böyle olması itibarıyla O’nun isimleri kelimelerin mastarlarından, köklerinden türemiş değildir. Çünkü onları da yaratan Allah’tır. Ki O, tuhru, yani temizliği de yaratmıştır. Çünkü Allah tahirdir. Tuhr yani temizlik ise O’nun tarafından yaratılmıştır. O’nun için bir vasıftır. Zaten el Adl ismi konusunda söylediklerimiz de bunu teyid etmektedir. Allah kendi zatını el Adl diye isimlendirmiştir. Mesele böyle iken nasıl olur da el Adl kelimesi müştaktır, türemiştir diyebiliriz? Bu olacak şey değildir eğer durum böyle ise o takdirde o kelime hangi şeyden türemiştir?

Çünkü Kuddûs yüce Allah’ın Esma-i Hüsnasından bir isimdir. Kaddeset temizlik manasınadır. Takdis de tathir yani temizlenme demektir. Nitekim rabbimiz şöyle buyuruyor.

Ve iz kale Rabbüke lilmelâiketi inniy ca’ilün fiyl’Ardı hâliyfeh* kalû etec’alü fiyhâ men yüfsidü fiyhâ ve yesfiküddimâe, ve nahnu nüsebbihu BihamdiKE ve nükaddisüleKE, kale inniy a’lemü mâ lâ ta’lemûn; (Bakara/30)

Düşün ki rabbin meleklere “Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife tayin edeceğim” dediği vakit melekler de “Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi yaratacaksın” dediler. Allah’ta “Şüphesiz ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” Buyurdu.

Takaddüs lügatte tatahhur manasınadır, tatahhur ise temizliği gerektiren ve temizlikle alakalı olan hususlarda şaibelerden kurtulmak uzak olmak demektir. Bu nedenle temiz ve pak olması için yaratılan kimsenin görevi, temizliğini koruması ve buna özen göstermesidir. Böyle olmalıdır ki yaratanı tarafından, onun için murad olan şeyle çelişkili bir durum meydana getirilmemiş olsun.

Esasen meleklerin yüce Allah’ı takdis etmeleri, Ruhi irtibat ve bağlılık açısından bu gücün ispatının delilidir. Böylece O’nun her şeyden Berî olduğunu göstermektedir. İşte bu açıdan takdis taabbuddur. Kulluktur ve ibadettir. Allah’ın razı olabileceği O’nu memnun kılacak manada bir kulluktur ve sadece bir ve tek olan Allah’a ibadet olunmasıdır.

Lisanu’l-Arab’da şöyle denmektedir. Kuddûs kelimesi, fuul (şeddeli ve ayn ile) kalıbında bir kelime olup, aşırılık ve mübalağa manasını ifade eden ölçü kalıplarındandır. Bununla taharet yani temizlik ve temizlenmiş olmak manası kast olunur.

İbn. Faris’in “Mu’cemu Makayisi’l Lûğa” adlı eserinde deniliyor ki “el Kuds bereket demektir. “el arzul mukaddese” ise mübarek toprak demektir. Bu itibarla “el Beytul Mukaddes” ve “el arzul Mukaddese” denildiğinde bunlarla denmek istenen şey mübarek yerler ve topraklardır ki Yüce Allah onları bu vasıfla niteleyerek tahsis etmiştir.

El Kuddûs; Daim olan, devamlılığı ile birlikte başka bir devamlılık olmayan demektir. Bu itibarla el Kuddûs madde değildir, Ruh’ta değildir. Çünkü madde ve ruhun bekası konusunda bir daimlik yani devamlılık söz konusu değildir. Arz (dünya) maddi olan bir oluşumdur insan da o maddedendir. Bu nedenle halife maddi olan topraktan yaratılmıştır. Bu bakımdan madde ancak madde ile gelir. Maddeyi getirir. Maddenin ruhu getirmesi mümkün değildir. Çünkü Ruh meselesi, Rabbin bilgisindedir. Zira Allah şöyle buyurmaktadır;

“Bir de sana ruhtan soruyorlar. De ki; Ruh Rabbimin emrindendir. Size ise pek az bilgi verilmiştir. (İsra/85)

O halde şunu teslim etmemiz gerekir. Halife ve Ruh bunun her ikisi de Yüce Allah’ın yarattıklarıdırlar. İkisi arasında ki farka gelince öncelikle halifenin nasıl yaratıldığını biz biliyoruz. Oysa ruhun nasıl yaratıldığını bilemiyoruz. İşte bunun içindir ki biz şu hususu kesin bir dille söylüyor ve diyoruz ki “Kussûs madde olmadığı gibi ruh ta değildir. Çünkü bize bu konuda çok az bilgi verilmiştir. Bu bakımdan biz ruhun mahiyetini, durumunu bilemiyoruz ve bilemeyeceğiz de Ki Ruh ta yaratılmış olan varlıklardan bir yaratılandır. Böyle olduğu halde bizimde onun da yaratılışlarımızın arkasında Allah olduğuna göre neden bir kısmı o yüce güce inanmıyor. Neden dolayı O’nun yaratmış olduğu varlıklar toptan olsun, tek tek olsun O’nu takdis etmiyorlar.

Eğer insana Allah’ın ruhundan bir ruh üflenmemiş olsaydı halife olamazdı. Burada Allah’ın O’nu seçmesinde bir sır, bir gizem vardır. Burada sorulacak olan soru şudur. Acaba tüm yaratılmış ve kendilerine ruh üflenmiş olanları düzenleyip tanzim eden O mudur? O mu bunlara ruhundan üflemiştir.

Bunu teyiden deriz ki yaratanını takdir edemeyen bir varlık, takdir edilemez. Allah’ın takdir etmediği insanın halife olması mümkün değildir. Çünkü insanın halife olabilmesinin temelinde yaratılanı takdir edecek olan bir yaratıcı vardır. Buna göre takdir etme kuralı aynı zamanda halife seçme kuralıdır. Bir takdire göre yarattıklarını eğer takdir buyurmazsa söz konusu kural ortadan kalkar. Çünkü o kurala göre yaratılan o kimsenin halife seçilmesi istenmişti.

Çünkü Mukaddes olan münezzehtir demektir. Şimdi yaratanına itaat etmeyen bir kimseyi münezzehlikle nitelememiz bize düşer mi? Bizim böyle bir hakkımız var mı? Yani hakkı uygulamayan ve hakkı ortaya koymayan ve buna göre amel etmeyen, hakikatleri kirleten, onları ters yüz eden kimseleri tenzih etmemiz mümkün olabilir mi?

Bu açıklamalara göre diyoruz ki el Kuddûs Allah’ın mutlak ismidir. Sıfatın mutlak olarak gelmesi ile ondan bu saygın olan isim doğmuştur. Aynı zamanda yüce Allah’ın tüm sıfatlarını da ihtiva etmektedir. Kaddeset yani kutsiyetlilik ancak yüce olan bir varlıkla tam olarak yerini bulur. Yüce olan zatın ise hiçbir sıfatını yitirmesi mümkün değildir. Bu böyle olduğu gibi aynı zamanda rezil olan niteliklerden hiçbirini de yapması mümkün olmaz. Çünkü Allah’ın bu sıfatı da O’nun kemâl sıfatıdır. Kemal sadece Allah’a has bir özelliktir. Bu bakımdan Kuddûs ismi takdis edilmeyi başkasına değil sadece Allah için gerekli kılar. Çünkü kemal sıfatına sahip olmayan eksiktir, eksik olanın ise takdis edilmesi mümkün değildir.

Kuddûs, Meliki müteal olan Allah’tır. Bu bakımdan yarattıklarıyla Allah’ın sıfatları yönünden denklik söz konusu değildir. Halkın bir kısmı Allah’ın emrettiklerini yerine getirmek için gayret gösterirler Kaldı ki Yüce Allah’ın tüm emirleri O’nu esmasından türer Onlara iktida etmek, uymak, bu takdirde halifeleri yaratanlarını takdis etmeye, onu tenzihe yönlendirir. Ancak sıfatlar yönünden mahlûkun yaratanıyla benzerlik meselesine gelince, bunun akıl yönünden ifade edilecek bir yönü yoktur. Bu bakımdan Kuddus ismi madde ve ruhtan soyutlanmış olmak suretiyle mutlak olarak gelmiştir.

Yani Kuddus haliktir, yaratandır. Oysa madde ile ruh mahlûkturlar yani yaratılmış olan iki varlıktırlar. İşte bu bakımdan yüce Allah’ın bir çok sıfatları vardır. Ancak böyle olmakla birlikte yüce Allah maddenin ve ruhun vasıflarına benzer olan özelliklerle vasıflanmaz. Çünkü;

“O’nun benzeri bir şey yoktur, O her şeyi işitendir ve her şeyi görendir.” (Şûra/11) buyurmuştur.

Sübhanallah Bu ayeti kerimede İ’caz meselesini ne kadar güzel bir şekilde çok ömzet halinde bildirmiştir. Evet, Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur ifadesi mutlak olarak gelmiştir. Bunun hemen arkasından da O her şeyi işiten ve her şeyi görendir kavli yer almıştır.

Bu ifadelerde yaratılmış olan kâinatta ondan bir takım duyular vardır ki bu, dinlemek için susmayı görmek için de bakmayı gerektirir. Böylece bazı kimseleri işitme ve görme duyularının maddeden var oluşunu yaratandan olduğunu düşünmeye hazırlar. Ancak çok küçük bir yaratılma düzeyinde olan, akıl yönünden çok daha az bir kapasiteye sahip olan kimse acaba Kuddus olan yaratanını bir mü’min olarak gerçek manada tefekkür edip düşünebilir mi? İşte bu nedenledir ki O, Kuddûs’tür.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; Gökler de ve yerde ne varsa hepsi, mülkün sahibi, öyle lekesiz, mukaddes, hem güçlü, hem hikmet sahibi olan Allah’ı tesbih eder. (Cuma/1)

Bu ayet şu gerçekleri ortaya koymaktadır; Her şey Yüce Allah’ı tesbih eder. Tesbih ise anmak suretiyle hakkı tenzih etmektir. Takdis ise akide yani inanç ve amel olarak hakka bağlanmak demektir. Bu itibarla takdis ancak her zaman münezzeh olan zat içindir. Münezzeh olan zat ise Allah’tır, Melik’tir, Kuddûs’tür.

Takdis fıtri manada olan yaratılışa dayalı bir imandır. Yaratan ile yaratılan arasında doğal olan bir ilişkidir Takdis konusunda uyanık ve dikkatli bulunmak, gerçeği öğrendikten sonra yakîn (Kesin) bilgi üzerinde sebat etmektir. Bu tam biğr tebeyyün olup burada zanna yer yoktur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor;

“O öyle bir Allah’tır ki O’ndan başka ilah yoktur. El Melik’tir (Mülkün sahibi), El Kuddûs’tür (Son derece mukaddes), Es Selâm’dır (selamete erdiren), El Mü’min’dir (güveni sağlayan), El Müheymin’dir (görüp gözeten), El Azîz’dir (Üstün), el Cebbar’dır (Zorlu), El Mütekabbir’dir (büyüklükte eşi olmayan). Allah, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir. (Haşr/23)

Bu güzel sıfatlar muntazam bir şekilde bu ayette zikredilmiştir. Hepsi de birbiri peşine, birbirlerine eklenerek arka arkaya gelmişlerdir. Her bir sıfat kendisinden önce gelen sıfatı te’kit ve teyit etmektedir. Bundan da kesin olarak anlaşılan o ki, şüphesiz Allah Vahid’dir, O’nun bir şeriki ve ortağı yoktur. Bunun içindir ki El Melik sıfatı, Yüce Allah’ın bir sıfatı olduğunu te’kit anlamından gelmiştir. Nitekim el Kuddûs sıfatı da, el Melik, el Müteal olan yüce rabbimizin bu sıfatını te’kit için gelmiştir. Bunu Es Selam sıfatı izlemiştir ki bu da aynı şekilde Kuddûs sıfatını teyid etmektedir.

Daha sonra el Mü’min sıfatını görüyoruz, bu da Selâm sıfatını teyid ediyor. Sonra el Mü’min sıfatını te’kid için el Müheymin sıfatı geliyor. Ayette geçen el Cebbar sıfatı ise bu da önceki sıfatın sahibidir. O sıfat ta El Müheymin sıfatını tekid eden el Aziz sıfatıdır.

Bu ayeti kerime sonunda ise el Mütekebbir sıfatı gelmiştir ki bu sıfat ta el Cebbar sıfatını göstermektedir. Böylece peş peşe ve ard arda gelen tüm sıfatlar âlemlerin rabbi olan Yüce Allah’ın sıfatları olarak bir düzen içerisinde sunulmuşlardır. Bu bakımdan geçen sıfatları araştıran ve inceleyen herkesin bir mü’min olarak şöyle demesi gerekir. “Allah müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir, berîdir.

Bu açıklamalar çerçevesinde özetle deriz ki; El Kuddûs temiz, pak ve arınmış eksikliklerden berî olan demektir. O halikul kuds vet takdis’tir. Kendi adına takdis olunandır bu bakımdan eksikliklerden uzaktır.

Nitekim “Yukaddisu lehu” denir, böylece O’nun kutsal olduğu ikrar olunur. Fakat “Yukuddisuhu” denemez. Çünkü Allah zatı itibarıyla zaten Kuddûs’tür. Çünkü; “Sübbuhun, Kuddusun, Rabbul-Melâiketi ver ruhi Lehul-Kemalu, vel-Celalu, vel Cemalu.”

O’nu takdis ve tenzih ederek tesbih ederim O meleklerin de ruhların da rabbidir. Kemâl, Celâl ve Cemal sıfatları da O’na hastır.

Nefs için takdis; görünen ve görünmeyen yani zahiri ve batıni olan masiyetlerden, günahlardan temizlenip arınmaktır. Allah için tesbih etmektir. Yüce Allah maddi ve manevi her türlü noksanlıklardan uzaktır beridir. Çünkü O Kuddûs’tür. (Prof. A. Hüseyin Akil – El Esma-i Hüsna/85-91)

********************************************

EL KUDDÛS

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. O, Melik’tir, Kudüs’tür, Selâm’dır…” (Haşr/23)

Kuddûs, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, temiz, kutsal, yüce ve saygın olan demektir.

el-Halîmî der ki: “Kuddûs, bütün üstün ve güzel sıfatlarla övülen, met­hedilen demektir. Dolaysıyla Allah’ı takdîs etmek, O’nu tesbih etme;  Allah’ı tesbih etmek, O’nu takdîs etme anlamını kapsar. Bir bakıma ikisi iç içedir. Allah’tan kötü sıfatları nefyetmek, O’nun güzel sıfatlara sahip olduğunu kabul etmek demektir. Örneğin, “O’nun ortağı ve benzeri yoktur” dediğimizde bu, Allah’ın bir ve tek olduğunu kabul ettiğimizi ispat eder. Aynı şekilde “Hiçbir şey O’nu aciz bırakamaz” dediğimizde bu, O’nun güçlü ve her şeye gücü yeten Kâdir olduğunu kabul ettiğimiz anlamına gelir. Yine “O, hiç kimseye zulmetmez” dediğimizde bu, O’nun bütün hükümlerinde ve fiillerinde âdil olduğunu kabul ettiğimizi gösterir.

Diğer yandan Allah’ın güzel sıfatlara sahip olduğunu kabul etmek, kötü sıfatların O’nda bulunmadığı anlamına gelir. Örneğin, “Allah, Âlim’dir, bilendir” dediğimizde bu, O’nun bilgisiz ve cahil olmadığını ispat eder. Yine “O, Kâdir’dir” dediğimizde bu, acizlik sıfatının O’nda bulunmadığını gösterir. Özetle “O, şöyledir” dediğimizde bu sözün zâhiri, takdîs; “O, şöyle değildir” dediğimizde bu sözün zâhiri de tesbihtir. Yani Allah’ı takdîs etmekte zımnen tesbih anlamı, Allah’ı tesbih etmekte de zımnen takdîs anlamı bulunmaktadır.

Yüce Allah bu ikisini İhlâs Suresinde bir araya getirmiştir. İhlâs Süresinin ilk iki âyeti olan “Kul huvallâhu Ehad. Allâhu’s-Samed” (De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir -her şey varlığını ve devamını O’na borçludur. O hiç bir şeye muhtaç değildir-) âyetleri takdîsi; “Lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehû kufuven Ehad” (Kendisi doğur­mamıştır ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi değildir) âyetleri ise tesbîhi ifâde eder. Bunların her ikisi de yani hem takdîs hem de tesbîh; Yüce Allah’ın vahdaniyetini ve tek varlık olduğunu, O’nun benzeri ve ortağının bulunmadığını ispat etmektedir.” (Beyhaki)

Kurtubî de der ki: “Kuddûs, her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzak olan, her türlü kusurdan temiz olan demektir.”

Kuddûs Hakkında İbn Kayyim’in Açıklamaları

Kuddûs, her türlü eksiklik, kötülük ve ayıptan beri olan demektir. Mü­fessirler şöyle söylemişlerdir: “O, kendisine yakışmayan her türlü ayıptan uzak ve temiz olandır.” Dilbilimciler de bu tanımı kabul etmektedirler. Kuddûs sözcüğünün aslı, arılık ve temizlikten gelmektedir. Beytülmakdis (Kutsal ev) ismi de buradan gelmektedir.

Burada günah ve kirlerden temizle­nildiği için bu isim verilmiştir. Sırf namaz kılmak için buraya gelen kimse, annesinden doğduğu günkü gibi hatasız ve günahsız olarak geri döner. Dünyevî sıkıntılardan ve belâlardan uzak olduğu için cennete “Haziretu’l-kuds” (Kutsal alan) denilmiştir. Hz. Cebrail’e de “Ruhulkudüs” (Kutsal ruh) denmiş­tir. Çünkü o, her türlü kusurdan arınmış ve temizlenmiştir.

Kuddûs sözcüğünü, aşağıdaki ayette geçtiği gibi melekler de kullan­mıştır. Allah şöyle buyurmaktadır:

“Melekler: ”Biz seni övüp-yüceltir ve (sü­rekli) takdis edip dururken, orada fesat çıkaracak ve orada kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?” dediler.” (Bakara/30)

Yani bizler Seni, Sana yakışmayan her türlü eksiklikten uzak tutmakta ve Seni tenzih etmekteyiz.

İbn Cerir bu ayeti şöyle açıklar: “İnkâr edenlerin Sana izafe ettikleri her türlü iddiadan ve pislikten Seni tenzih ediyor, bütün güzel ve temiz sıfatların Sende bulunduğunu kabul ediyoruz. Seni saygıyla zikrediyor ve Seni yücelti­yoruz.”

Ebû Salih ve Mücahid ise şöyle açıklar: “Seni tekbir ediyor ve seni yü­celtiyoruz.”

Kimisi de şöyle açıklamıştır: “Seni her türlü kötülükten ve kusurdan ten­zih ediyor, Sana hiçbir eksiklik yakıştırmıyoruz.”

Bu ayette melekler, Allah’ı tenzih etmekte, yüceltmekte ve takdîs etmek­tedirler. Ayette tesbih ile takdîs yan yana zikredilmektedir. “Seni hamd ile tesbîh ediyor ve seni takdîs ediyoruz.” (Bakara/30)

Tesbîh, Allah’ı her türlü kötülükten ve kusurdan tenzih etmektir. Meymun b. Mahran der ki: “Subhanallah” sözü, Allah’ı yüceltmek ve O’nu her türlü kusurdan tenzih etmek demektir.” İbn Abbas’ta bu sözün “Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih etmek, uzak tutmak” anlamına geldiği söyler. Zaten sözcüğün aslı da “uzaklık” anlamına gelmek­tedir.

BU İSMİ BİLMENİN FAYDALARI

1 – bu ismi bilen her Müslüman daima Allah’ı yüceltmeli ve onu her türlü noksanlıktan tenzih etmelidir. Sonra da bütün haramlardan, mekruhlardan, şüpheli şeylerden ve yararsız mubahlardan kendisini arındırıp temizlemeli ve Mevla’sına ibadet etmekle meşgul olmalıdır.

2 – Ruhunu ve bedenini, maddi zevklerden arındırmalı bu tür şeylere önem vermemelidir. Kendisi için yararlı olan ilimleri öğrenmeye ve güzel ahlaki davranışlar kazanmaya çalışmalıdır. Beden ve ruhu arındırmanın yolu Allah’ı tanımak ve yararlı ilimler öğrenip onunla amel etmektir.

el-KUDDÛS

“el-Kuddûs”, tefsircilerinde dediği gibi, tüm şerlerden, noksanlıklardan ve ayıplardan münezzeh (=uzak) olandır.
Dil bilimciler, bu kelime ilgili olarak şöyle derler: Allah, bütün ayıplardan temiz ve O’na layık olmayan tüm vasıflardan münezzehtir.

Bu kelimenin aslı, “taharet”ten ve “nezahet”ten gelmektedir. “Beytu’l-Mukaddes” bu kelimeden alınmıştır. Çünkü orası, tüm günahlardan arınılan yerdir. Oraya yönelen kimse orada duadan başka hiçbir şeyi murad etmez ve anasının onu doğurduğu ilk gün gibi günahlarından arınmış bir şekilde döner. Yine cennette, dünyanın afetlerinden arınmış temiz bir yer olduğundan dolayı “Hazîratu’l-Kuds” diye isimlendirilmiştir. Cebrâil (a.s.)’de “Rûhu’l-Kuds” diye isimlendirilmiştir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v) tüm ayıplardan uzaktır. Meleklerin şu sözü de aynı şekildedir:

“Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler” (Bakara/30.)

Bu âyetin manası “Senin için nefsimizi temizleriz” demektir ve buradaki lam harfi, fiili geçişli kılmak içindir denmişse de bu doğru bir görüş değildir. Doğru olan ise mananın; “Sana layık olmayan şeylerden Seni takdis ve tenzih ederiz” demektir. Bu ise tefsir ehlinin cumhurunun (=çoğunluğunun) görüşüdür.

Âyetin metninde geçen “lam” harfi, yüce Allah’ın şu âyeti kerime buyurduğu “lam” harfiyle aynı anlamdadır: {رَدِفَ لَكُم}
“Size yaklaştı” (Neml/72.)

Çünkü mana, yüce Allah’ı tenzih etmektir. Yoksa bu olaydan dolayı onların nefislerini tenzih etmek değildir.

İşte bundan dolayı bu lafız, âyeti kerimede meleklerin şu sözüyle birlikte geldi:

{وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ} “Bizler hamdinle seni tesbih ederiz” (Bakara/30)

Muhakkak ki tesbih Yüce Allah’ı tüm kötülüklerden tenzih etmektir.

Meymûn b. Mihrân der ki: “ ‘Subhânallah’, kendisiyle yüce Allah’ın tazim edildiği ve kötülüklerden uzak tutulduğu bir kelimedir.”

İbn Abbâs der ki: “ ‘Subhânallah’ kelimesi, yüce Allah’ı bütün kötülüklerden tenzih etmektir.”

Bu kelimenin aslı “Mubâade” (=Uzaklaştırmak) kelimesinden alınmıştır. Araplar bir yerden uzaklaştıkları zaman    {سَبَّحت فيِ اْلاَرْضِ}”Sebbahtu fi’l-ardi” derler. Şu âyeti kerimede aynı manadadır:

“Her biri bir yörüngede yüzmektedirler” (Enbiyâ/33.)

Her kim yüce  Allah’ı över ve O’nu kötülüklerden tenzih ederse  muhakkak ki yüce  Allah’ı tesbih etmiştir.

Şöyle denir: “Sebbahallah” (Allah’ı tesbih etti). “Sebbaha lehu” (O’nu tesbih etti.) “Kaddese lehu” (O’nu takdis etti) ve “Kaddesehu” (O’nu takdis etti.) (İbn Kesir- Kurtubi-Es Sadi-İbn Kayyım el Cevziyye)

*************************************************************

KUDDÛS

Kuddûs: Temiz, hiç bir lekesi olmayan, bütün eksiklik ve kusurlardan münezzeh olan, herhangi bir eksikliği kabul etmeyen, fazilet ve güzel sıfatlardan dolayı öğülen.

Istılahta ise; Kuddûs denilince, yüce Allah’ın isimlerinden birisi akla gelir ki, bu isme göre O, zatına yakışmayan her şeyden münezzeh, bütün vasıflarda en mükemmel, tahdîd ve tasvire sığmayan, övülmeye lâyık kemâl, fazilet ve güzellik sıfatları kendisinde olandır.

Kur’ân-ı Kerîm’de Kuddûs kelimesi, yüce Allah’ın ismi olarak iki yerde el-Melik ismiyle birlikte geçmektedir (bk. el-Haşr, 59/23; el-Cum’a, 62/1). Ayrıca bir yerde de, Allahu Teâlâ’nın meleklere insan neslini yaratacağını bildirdiğinde, onların verdiği cevapta “nukaddisu” kalıbıyla zikredilmektedir (el-Bakara/30). Burada da aynı luğât ve ıstılâh anlamlar söz konusudur.

Yüce Allah’ın bu ismi, O’nun, teşbîh ve tecsîmden, bir başka şeye benzemekten, beşerî sıfatlardan münezzeh olduğunu ifâde etmektedir. Nitekim Beyhakî, bu Kuddûs ismini, kendi yaptığı ayırıma göre, Allah’tan teşbîhi nefyeden isimler arasında saymaktadır (Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, Beyrut ty., s.38).

Yukarıda sözü geçen Bakara sûresi 30. âyette “nüsebbihu” ve “nukaddisu” kalıplarıyla “tesbîh” ve “takdîs” bir arada kullanılmıştır. Bu iki kelime, aralarında bazı farklılıklar olmasına rağmen iç içedir ve birbirini bütünleyicidir. Açık bir tesbihde takdîs, açık bir takdiste de tesbîh vardır. Zira tesbihde de, Allah’ı her türlü noksan Sıfatlardan uzak tutmak anlamı görülmektedir. Aradaki fark; takdisde isbâtın tesbîhde ise nefyetmek sûretiyle isbâtın ağırlıkta olmasıdır.

Bunu şöyle îzah etmek mümkündür: Kötülenen ve âcizlik ifâde eden sıfatların nefyedilmesi, ortadan kaldırılması, aynı zamanda övülen ve kemâl sıfatlarının ispat edilmesi demektir. Nitekim “Ortağı ve benzeri yok” demek, O’nun tek ve yegâne varlık olduğunu ispat etmek olur.

Yine aynı şekilde “O hiç bir şeyde âciz kalmaz” demek, O’nun güçlü ve kuvvetli olduğunu; “O kimseye zulmetmez “ demek de O’nun hükmünde âdil olduğunu ortaya koyar. Zirâ, âciz kalmak ve güçlü, kuvvetli olmak, zulmetmek ve adaletli olmak birbirinin zıddıdır. Dolayısıyla birisinin isbâtı, diğerinin nefyini, ortadan kaldırılmasını gerektirmiş olur.

İşte tesbîh ile tasdîs arasındaki fark burada ortaya çıkar. “O şöyledir” dediğimizde yani bir şeyin varlığını isbât ettiğimizde “takdîs”; “O şöyle değildir” dediğimizde, bir şeyin öyle olmadığını isbât ettiğimizde de tesbîh söz konusu olmuş olur. Fakat netice itibariyle daha önce de sözü geçtiği gibi, esas itibariyle aralarında pek büyük bir fark yoktur.

Tesbîhde takdîs, takdîsde de tesbîh söz konusudur. Her ikisi iç içedir. Nitekim Yüce Allah bu ikisini İhlâs Suresinde bir araya getirmiştir. İhlâs Suresinin ilk iki âyeti olan

Kul huvallâhu ehad. Allâhu’s Samed

(De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir, yani her şey varlığını ve devamını O’na borçludur. O hiç bir şeye muhtaç değildir) âyetleri takdîsi, geriye kalan

“Lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehû kufuven ehad”

(Kendisi doğurmamıştır ve bir başkası tarafından da doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’nun dengi olmamıştır) âyetleri ise tesbîhi ifâde eder. Bunların her ikisi de yani hem takdîs ve hem de tesbîh; Yüce Allah’ın vahdaniyetini ve yegâne tek varlık olduğunu, O’nun benzeri ve ortağının bulunmadığını isbâta yöneliktir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1/301, 7/4954) (Abdurrahim Güzel)

********************************************************

 

Burada “Radife lekum”, “Sizin hakkınız için” ve “Size ulaştı” manasındadır. Öncesiyle beraber âyetin tamamı şöyledir:

“Onlar: Eğer doğru sözlü iseniz (söyleyin bakalım) bu tehdit ne zaman gerçekleşecek? Derler. De ki: Çabucak gelmesini istediğiniz şeyin (azabın) bir kısmı herhalde yakında başınıza gelecektir” (Neml/71-72.)

Tesbih, Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih etme, ululama, Allah’a seri bir şekilde ibadet ve “sübhânellah” deme. “Sebbehe” fiilinin mastarıdır. İsim olarak tesbih, Allah’ın sıfatlarını tesbih ederken, sayı saymak için kullanılan ve otuz üç veya katları kadar tanenin ipe dizilmesiyle meydana gelen halka demektir.

Tesbih’in çoğulu tesâbihtir. Tesbih, subbûh ve subhan gibi kelimelerle aynı kökten gelmektedir. Bu kelimelerin kökü, “sebeha”dır. O da, havada veya suda hızlı hareket etmek, geçip gitmek demektir (el-İsfahanî, el-Müfredât, İstanbul 1986, 324, sebeha mad.).

Tesbih kelimesi Türkçe de tespih şeklinde de kullanılır. Namazdan sonra 33 defa sübhanellah, 33 defa elhamdülillah ve 33 defa Allahuekber dualarını okumaya da tesbih denir. Bunların ilki subhanellah olduğu için, hepsine birden bu isim verilmiştir.

Tesbih kelimesinin kökünden gelen ve Yüce Allah’ı tesbih eden, ululayan kelimeler Kur’an’da yüze yakın yerde geçmektedir. Ayetteki “Her şey Allah’ı tesbih etmiştir” ifâdesi, çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Canlı varlıkların Allah’ı tesbih etmeleri, O’nun her çeşit noksanlıklardan ve yüce şanına yakışmayan şeylerden berî olduğunu dil ile ifade etmeleridir.

Bütün âlimler, canlı varlıkların Allah’ı bu şekilde tesbih ettiklerini söylemişlerdir. Fakat canlı olmayan varlıkların Allah’ı tesbih etmeleri hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı âlimlere göre, canlı olmayan varlıkların Allah’ı tesbih etmeleri, O’nun yaratıcılığına, gücünün her şeye yettiğine delil olarak gösterilmeleridir. Bu şeylerin varlığı, Allah’ın yüceliğini göstermektedir. Onların bu hali, tesbihleridir.

Bazı alimler de, cansız varlıkların canlı varlıklar gibi Allah’ı zikrettiklerini söylemişler ve bu hususta delil olarak da şu âyeti göstermişlerdir:

“Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm’dir, çok bağışlayandır” (el-İsrâ/44)

Bu görüşü savunan âlimlere göre, cansız sanılan her şeyde, insanların fark edemedikleri bir canlılık vardır. Bütün eşya, atomlardan meydana gelmiştir. Atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar, akla şaşkınlık verecek bir hızla dönmektedir.

Diğer bazı âlimlere göre, ise, kâinattaki her şey, canlı ve cansız bütün varlıklar, Allah’ın emrindedirler. Yüce Allah, dilediği gibi bu varlıklarda tasarrufta bulunur. Her şey onun emrinin karşısında teslimiyet içerisindedir. Onların tesbihleri, bu teslimiyetleridir (Muhammed Ali es-Sabûnı, Safvetü’t-Tefâsîr, İstanbul 1987, III/319 vd.).

Bir de, yüce Allah, “her şey Allah ‘ı tesbih etmiştir” derken, mazi fiil kullanılmıştır. Yani geçmiş zaman ifadesi ile anlatılmıştır. Başka birkaç ayette aynı mana dile getirilmiş; ancak muzari fiil kullanılmıştır. Bu durumda mana: “Her şey Allah’ı tesbih eder” (el-Haşr 59/24; el-Cuma 62/1; et-Teğâbun 64/1) şeklinde olur.

Kur’an’da, bu gibi durumlarda fiil mazi olarak kullanılsa da, muzari manasında kabul edilir ve aynı mana ile yorumlanır. Buna göre, Her şey Allah’ı tesbih etmiştir” ve “Her şey Allah’ı tesbih eder” ayetinin manası aynıdır (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf). (İhya.org.)

Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn; (Yunus/10)

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır.

 


ESMA DERSLERİ – 11 – EL KUDDÛS (B)

$
0
0

EL KUDDÛS )A(

            “Euzü Billahi mineş şeytanir racim

BismillahirRahmanirRahıym

EL KUDDÛS

Temiz olmak manasında 5. bâbtan K-D-S mastarından türemiş, mübalağa bildiren bir sıfattır. Pak, temiz, kusurlardan arınmış anlamındadır. Gözlerle görülebilen pisliği gidermek anlamındaki tathirden farklıdır.

Kuddûs isminin sadece zât-ı ilâhî için kullanılabileceği ve her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh olma manasına geldiği konusunda görüş birliği vardır.

Zât-ı ilâhînin takdis yoluyla tenzih edilmesi: O’nun kemâle aykırı olan özelliklerden (nekâis) ve erdemliliğin zıddı bulunan niteliklerden (uyûb) uzak olması ve yüce tutulması demektir. Bu tenzih alanına bütün yaratılmışlık vasıfları dahil olduğu gibi Allah’ın şerîki, benzeri, ayrıca çocukları olması gibi tevhidi bozan özellikler de dahildir.

Takdis, tef’il bâbından olup teksir ifade eder. Pislikten çok uzak tutmak, pek temiz tutmak manasındadır.

Cenâb-ı Hakk, insanın yaratacağında meleklere:

Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ sümme aradahum alelMelâiketi fekale enbiûniy BiEsmâi hâülâi in küntüm sadikıyn;

Kalu sübhaneKE lâ ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ inneKE ENTEl AliymulHakiym. (Bakara/30-31)

Hatırla ki Rabbın meleklere Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi. Onlar, bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis esip dururken, yeryüzünde fesat çıkartacak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? Dediler. Allah da onlara sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim dedi. Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere arz edip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz şunların isimlerini bana bildirin dedi.

Bunu söylediğinde melekler:

Kalu sübhaneKE lâ ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ inneKE ENTEl AliymulHakiym. (Bakara/32)

Derler. Melekler takdis ve tesbihin kendi temizlik ve arınmışlıklarıyla ilgili olduğundan hareketle yaratacağın varlık kan döküp fesat çıkartacak, seni ise bu hâl takdis ve tesbihe engel olur demişlerdir.

Melekler arzın kendi bulundukları âlemin aşağısında olduğunu, orada yaratılacak bir halifenin de oraya uygun bir yaşantıya sahip olacağını, bu yaşantı ve aşağılık durumun Allah’ı tesbih ve takdise aykırı olacağını biliyorlardı. Allah’ın kendi eliyle, kendini takdis ve tesbih etmeyecek birini halife seçmesini istemiyorlar. Sorun insanın yaratılması değil, varlıklar arasında insanın, hem de (dünyadaki) aşağı bir âlemde bulunan insanın halife kılınması sorunudur. Halifenin kendini o makama lâyık görenin nezahetine, kudsiyetine uygun olması gerektiğinden hareket ediyorlar. Kan dökecek, fesat çıkartacak birinin, işi gücü tesbih ve takdis olan varlıklar dururken halife seçilmesidir sorun. İki türlü anlaşılabilir:

I – Sana ait takdisât ile arz-ı takdis eyleriz. Yani senin kudsiyetini ifade ederiz, demek olur.

II – Senin için devamlı olarak kendimizi temizler, temiz tutarız, demek olur.

Yukarıdaki paragrafta anlatıldığı gibi olunca da sadece takdisinde bulunduğumuz varlığın her türlü eksikliklerden uzak olması yanında takdisi gerçekleştirecek varlığın da kendisi günah sayılan hareketlerden uzak tutması gerekecektir. Hata inandığı Rabbının istemediği hâllerden uzaklaşmanın bizzat kendisi en önemli takdis olacaktır.

Elmalılı Hamdi Yazır: Kuddûs, gayet mukaddes, her şâibeden münezzeh, her vasfında ekmel, tahdid ve tasvire sığmaz, hiçbir leke kabul etmez, tertemiz, pampak, bütün temizlik, bütün medha lâyık kemâlât, fedâil ve mehâsin onundur. Hiçbir şey O’nun saha-i kudretine yetişemez hiçbir tahdid ve tasavvura sığmaz, hiçbir şirk, şerik kabul eylemez. Mülküne kimseyi ortak etmez. Haksızlık yapmaz ve lekelei şeyler O’na yanaşamaz. Ne oğlana ihtiyacı vardır ne kıza, ne dosta muhtaçtır ne de yardımcıya.

Cennete haziretülkuds denir, dünyevî âfetlerden temiz olduğu için. Cebrâil’e ruhulkuds denir, resullere vahyi tebliğ konusunda ayıplardan temiz olduğundan. Beytülmukaddes denir, günahlardan arınacak mekân olduğu için.

Halîmî; Kuddûs’un manası, fedâil ve mehâsin ile Memduh demektir. Sarih tesbih takdisi tazammun eder. Sarih takdis de tesbihi tazammun eder. Çünkü mezmumların nefyi medayihi isbat demektir. Nitekim şeriki yok, şebihi yok dememiz onun vahid, ehad olduğunu ispattır. Kimseye zulmetmez dememiz hükmünde adl olduğunu ispattır. Medayihi ispat da mezmumları nefydir. Kadîr dememiz aczi nefydir. Şu kadar ki o şöyledir dediğimizde de zahiri takdistir, o şöyle değildir dediğimizde  zahiri tesbihtir. Sonra takdisin zımnında tesbih tesbihin zımnında takdis bulunur ki ikisi ihlas suresinde cem olmuştur. Takdis ve tesbihin ikisi de tevhid ile nefh-i teşrik ve teşbihe râcîdir.

İhlas suresinin ilk iki âyeti

Kul HUvAllâhu Ehad. Allâhus Samed. (İhlas/1-2)

Takdisi: Allah ahaddır (birdir), sameddir (her türlü ihtiyaç kendisinden istenilendir), son iki ayeti

Lem yelid ve lem yûled; Ve lem yekün leHU küfüven ehad. (İhlas/3-4)

           (Doğurmadı, doğurulmadı, dengi yoktur) de tesbihi ifade eder. Yani Allah’ta bulunanlarla onu nitelendirmek takdis, bulunmayanların onda olmadığını söylemek tesbihtir.

Takdiste tazim, tesbihte tenzih anlamı vardır ki bunlar birbirlerini bütünlerler. Takdiste Allah’ın mevsuf olduğu temizlik, izzet, büyüklük gibi sıfatların ona verilmesi ve ilan edilmesi, tesbihte ise Allah’ın her türlü şirk ve sapıklığa mensup olanların, ona isnat ettikleri yaraşmayan şeylerden tenzih edilmesi anlamı galiptir.

Kuddûs, kendisiyle nitelendiği her şeyden temiz ve nezih olan demektir. O, ebrarın nefislerini günah kirlerinden temizlemiştir, kötüleri ise alınlarından ve ayaklarından yakalamıştır. Her ikisi de meseleyi gereği gibi düşünen ve anlayan kimse için Hakk’ın kudsiyet ve tenzihliğinin neticeleridir. Konevî

Taberî’ye göre: Tüm kötülüklerden arınmış olan sıfatlarına seni nispet ederiz ve seni inkâr eden küfr ehlinin sana izafe ettiği şerlerden seni tenzih ederiz demektir.

Gazalî, Kuddûs’u hissin anladığı hayalin tasavvur ettiği vehmin vehmeylediği, kalbin düşündüğü ve fikrin hükmettiği her türlü vasıftan münezzehtir şeklinde tanımlar. Ayıplardan, kusurlardan münezzehtir demeyi, ayıp ve kusurların varlığını, var olacağını ima ettirebileceğinden bir edepsizlik sayar. Kuddûs’u “insanların çoğunun kemâl sıfatı olduğunu sandıkları sıfatlardan münezzehtir” şeklinde anlamlandırır.

Gazalî’ye göre insanların Allah’ın takdis ve tenzihi konusunda takip ettikleri yol şöyledir: Önce kendilerine bakarlar, kendi sıfatlarını öğrenirler. Bu sıfatları da kemâl ve noksan sıfatları diye ikiye ayırırlar, kendileri için kemâl sıfatı saydıklarını (ilim, irade, kudret, sem’i, basar, kelam) kemâl sıfatı sayarlar. Kendileri için noksan kabul ettikleri sıfatları (cehalet, acz, körlük, sağırlık) da noksan sıfatları sayarlar. Bundan sonra da Allah’ı övmek için kendileri için kemâl saydıkları sıfatlarla nitelerler, noksan saydıkları sıfatlardan da tenzih ederler. Oysa Allah, insanların kendileri için noksanlık saydıkları vasıflardan uzak olduğu gibi/kadar kemâl saydıklarından da uzaktır. Bu sıfatlardan söz edilmemiş olsaydı mevzubahis edilmezdi.

“Kuddûs”  mukaddes manasına takdis”ten müştaktır. Mana-yı lugavîsi “tathir”dir. Ve ıstılahta “Hakk’ı imkân ve ihtiyaçtan ve nakaıs-i kevniyyeden ve kendinin gayrı bulunan mevcudata nisbeten kemâl addolunan kemâlattan, cenûbına lâyık olmayan şeyden tathirdir. “zira Hak Sübhanehu ve Teâlâ ve onun kemâlât-ı zâtiyyesi, akıl ve vehim ve hayal ile idrak olunan kemâlattan a’la ve ecelldir. Nitekim ehli kemâlden bir zât-ı şerîf Cenâb-ı Kibriyâ’ya hitabe buyurur: Rubaî (farsçadır, Türkçesi) Ey noksandan pâk ve ey ademden Müberra olan zât-ı Celîl. Senin vasfında akıl ileriye bir adım atabilir mi? A’ma olan kulağıyla renkleri ve suretleri nasıl görür? Veyahut sağır, göz ile Elhan ve nağmeyi nasıl işitebilir?” Fusus Şerhi. A.konuk. c2.s.1

Kuşeyrî, kulun kuddûs isminden alabileceği nasibi şu şekilde ifade etmiştir: Kuddûs isminin muhtevasını tam anlamıyla kavrayan kimse Allah rızası uğruna nefsini aşağı arzulara uymaktan, servetini haram şüphesinden, zamanını ona muhalefet kirinden, kalbini dünya alâkalarının sebep olacağı lekelerden, ruhunu fanî mekânlarda barınmaktan ve içindeki gücü yabancı ilgilerden uzak tutar. Böyle bir kişi, Allah’a taptığı manevi muhtevasıyla hiçbir yaratığa kul olma zilletine düşmez; O’nu müşahede ettiği kalbiyle hiçbir mahlûka tazimde bulunmaz; elinde bulunan bir dünya nimetini yitirmekten etkilenmez ve tuttuğu yoldan Allah’a ulaşmadan geri dönmez.

Mukaddes, “her çeşit kusur ve ayıptan münezzeh ve uzak” anlamına gelir. Bu anlamdan sadece Allah ve onun sıfatları fiilleri ve isimleri mukaddestir. Kur’an’da mukaddes melekten (ruhul-kudüs):

ve ateyna Iysebne Meryemel beyyinati ve eyyednahü Bi Ruh-ıl Kudüs. (Bakara/87)

Meryem oğlu Îsâ’ya da mucizeler verdik. Ve onu ruhul-kudüs (Cebrail) ile destekledik. (Bakara/87) aynısı 253. Âyet.) mukaddes vadiden:

İnneke Bil vadil mukaddesi Tuva. (Tâhâ/12)

Çünkü sen kutsal vasi Tuvâ’dasın.

İz nadahu Rabbuhu BilVadilMukaddesi Tuva. (Naziât/16)

Kutsal vadi Tuvâ’da rabbi ona şöyle seslenmişti.

Ve mukaddes arzdan:

Ya kavmidhulül Ardal mukaddesetelletiy ketebAllâhu leküm. (Mâide/21)

 Ey kavmim, Allah’ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin bahsedilmekte fakat insanın kudsiyetinden söz edilmemektedir.

El Muvatta’da yer alan bir rivayette Ebudderda’nın Selman-ı Farisi’ye mektup yazarak Arz-ı mukaddese gelmesini istediği, onun da toprağın kimseyi takdis etmediğini, ancak kişinin amelinin kendisini takdis edeceğini belirttiği kaydedilir. Kur’an’da nefsi tezkiyesinden söz edilmekte ve bunun kurtuluşun şartı olduğu (eş-Şems 91/9), Allah’ın müminleri arındırıp temizlediği (al-Maide 5/6, el-Ahzab 33/33) ve temizleri sevdiği (el-Bakara2/222, et-Tevbe 9/108) vurgulanmaktadır.

Gazzalî, kulun kudsiyetten nasip almasının zihnini maddî ve dünyevî her şeyden, iradesini bedenî arzulardan temizlemesi anlamına geldiğini söyler. Hakim Tirmizî, âbid, zahid ve takvâ sahiplerini arzî, nebî ve velîleri arşî olarak nitelemiş ve bunların kudsîler olduğunu belirtmiştir. Temiz ruhları ve nefsleri kudsîler diye niteleyen sûfîler bu ruhların bulunduğu âleme de âlem-i kuds adını verirler. Kudsî olan melekler de bu âlemde bulunur.

İbn Arabî’ye göre kudsiyet biri zâtî diğeri arazî olmak üzere iki türlüdür. Allah’ın kuddûs ismiyle O’nun zâtının kudsiyeti dile getirilir. Arazî kudsiyette eksiklik söz konusu olur. İnsan nefsini riyazetle, ahlâkını mücahedeyle, aklını mükâşefeyle, organlarını yasaklardan uzak tutmak ve emirlere uymakla takdis edebilir, yani günahtan ve kusurdan temizleyip olgunlaştırabilir. DİA. Kuddise Sırruh maddesi.

Gazalî, kulun kudsiyet kazanmasından bahsederken şöyle söyler: kulun münezzehliği (kudisyeti) ilmini ve iradesini tenzih etmesidir. İlmini tenzih etmesi, tahayyül edilenlerden, hissedilenlerden, vehmedilenlerden ve hayvanatın ortak olduğu her türlü idraklerden onu korumasıdır. Gerçekten Allah’ın kuddûs isminden hissesini almak isteyen insan, ilmini hayallerle vehimlerden korur. Duyularla elde edilen bilgilere saplanıp kalmaz. Hayvanların da ortak olduğu idrak derecelerinden kendilerini sıyırır. Tersine, bütün düşünüşlerini ve ilmini ezelî, ilâhî ve duyularla idrak edilmekten uzak meseleler üzerine teksif eder. Kendi zâtında duyularla bilinen ve hayalleriyle uğraşılan şeylerin hepsinden sıyrılır. Duyu organları ve hayal gücü yok olsa dahî bütün aydınlığı ile bakî kalabilecek şerefli, küllî ve ilâhî ilimlere sarılır. Bu şerefli, küllî ve ilâhî ilimler değişen ve her an için yok olan fânî şahıslarla değil, ezelî-ebedî malûmatla alâkalıdır.

Kulun iradesine gelince, onu da şehvet, gazap, yeme, içme, giyme, nikâhlanma, bakma… gibi beşerî zevkler etrafında döner olmaktan korur. Yine ancak zahirî duyular vasıtasıyla ve kalp ile nâil olunan zevklere de iltifat etmez. Kuddûs isminden nasibini alan kimse Allah’tan başkasını murad etmez. İradesinden yalnız O vardır. Allah’tan başka hiç bir şeyden zevk almaz. Yalnız Allah’a kavuşmaktan zevk duyar. Öyle ki eğer içindeki bütün nimetleriyle beraber cennet kendisine sunulsa asla iltifat etmez. Ev değil ancak evin sahibi ile kanaat eder… Bir şeyi murad edenin azizliği o şeyin azizliği nisbetindedir. Bir kimsenin bütün himmet ve gayreti midesine giren olursa, kıymeti de midesinden çıkan olur. Allah’tan başka gayesi olmayanın derecesi de gayesinin derecesi miktarıncadır. Her kimin ilmi hislerle ve hayallerle bilinen şeyler derecesinden yükselir ve iradesi de şehevî arzuların doğurduğu neticelerden temizlenirse işte o kuds bahçesinin tam ortasına konmuştur. İlâh’i Ahlâk, 140

Kutsal: E. Durkheim’e göre tüm dinî inanışlar ya kutsal ya da profan olaylar şeklinde tasnif edilir. Kutsal; olağanüstü, aşkın ve gündelik olayların oluş doğrultusunun dışında görülen ve o şekilde tecrübe edilen olayları içerir. Modern toplumlarda kültürün rasyonalizasyonundan meydana gelen kutsal gerçekliğin bir geri çekilmesi vukubulmuştur. Geniş anlamıyla kutsal şiddete, işgale ya da kirletmeye karşı korunmuş olan şeydir. Terim dinî bir mahiyettedir, ama onunla sınırlı değildir…. Bu anlamda kutsal, saygı duyulan, hürmet edilen ve ebedî anlamı taşır.

Din bağlamında kutsalın anlamı hem daha dar hem daha kesindir. Burada kutsal özgül olarak din tarafından, şiddete, işgale ve kirletmeye karşı korunan şeydir. Bu nedenle o, din tarafından ya da din adına takdir edilen, kutsal ve dokunulmuş olandır. Bu kullanımda kutsal profanın zıddıdır. Durkheim şunları söyler: Kutsal olan şey, kesinlikle profanın dokunmaması gereken ve cezaya uğramadan dokunamayacağı şeydir… Kutsal bizzat gerçekliğin doğasında bulunur ve normal insanlık, kişinin fıtrî olarak gerçeği gerçek olmayandan ayırt ettiği bir kutsal duygusuna sahip olarak doğar. Fakat modern insan öyle bir duruma gelmiştir ki bu doğal duygu bile neredeyse unutulmuş kutsalın bir “tanımı”nın yapılması ihtiyacı baş göstermiştir. Şunu kaydetmek ilginç olacaktır ki kutsal olanı akıl-dışına bağlama yolunda R. Otto’nun ki gibi girişimler içinde bulunduğumuz yüzyılda oldukça ilgi görmüştür. Bu olgu şunu göstermektedir: zihnî hakikatin ya da bilginin kutsalla olan ilişkisi, bilginin kutsal içeriğinden soyulmasının sonucu olarak kesinlikle görmezden gelinmiştir. Üstelik sekülerleşmiş bir dünyada kutsal, anlaşılmaz bir şey olarak görüldüğü profan dünyanın perspektifinden görülmeye başlanmıştır… Kutsalın anlamına yaklaşmanın belki de en kestirme yolu, onun ebedî olanla ilişkisini kurmak olacaktır. İnsanın kutsala ilişkin duygusu ebedî ve değişmez olana duyduğu duygudan, onun gerçekte olduğu şeye olan nostaljisinden başka bir şey değildir. Zira o kendi varlığının cevheri içinde ve hepsinden önce değişmez olanı bilmek v ebedî olanı düşünmek üzere yaratılan aklı içinde kutsalı taşımaktadır.

Birinci olarak aşkın olan, ikinci olarak bir mutlak hakikat özelliğine sahip olan, üçüncü olarak da sıradan insan düşüncesinin anlayış ve kavrayış gücünden kaçan şey kutsaldır. M. Armağan, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi

Kutsal kavramı, bir din içerisindeki unsurları birbirine bağlayarak o dinin bütünlüğünü sağlayan veya kuşatan en temel eleman olup din bilimlerinin ana konularındandır. Herhangi bir dinde inançlı kabul edilen kişiyi Tanrıya, ritüele, cemaate, doktrine ve ahlâka bağlayan, onun din çerçevesinde kalmasıan katkıda bulunan temel tecrübe kutsal duygusudur.

Kutsalı belirleyen en önemli unsur kişinin, kaynağı tabiatüstü sayılan varlığa sevgi ve korkuya dayalı bir duyguyla bağlanma eylemidir. Kutsal çiğnenmemesi gereken bir olgudur. Bunu sağlayacak olan da dünyevî ve uhrevî veya uhrevî müeyyidelerdir. Kudsiyet. DİA. Kürşat Demirci.

Dinimizce kutsal sayılan hususlar ve bunlara karşı işlenmiş tahkir, istihza ve saygısızlıkların müeyyideleri daha çok fıkıh kitaplarının elfaz-ı küfür bahislerinde yer alır. İnanılması gereken hususlara karşı istihfaf, istihza, istihkar anlamı taşıyan inanış, söylem ve davranışların müeyyideleri vardır. Bu müeyyideler aynı zamanda kutsallığın alanını ve sınırlarını da belirleyen yaptırımlardır.

Kutsala duyulan, gösterilen saygıyı Allah’a ibadetle karşılaştırmak ibadeti yüceltmek şeklinde anlaşılıyor gibi gözükse bile “saygı”yı ibadet derecesi ve şekline dönüştürmek, seviyesine indirgemek anlamına da gelecektir. Kutsalı belirlemek yegâne kuddûs olan Allah’a ait olduğu gibi müeyyidelerini belirlemek de Allah’a ve oradan hareketle fıkıh ilmine ait bir konudur.

Hadîsler de kuddûs: Kullar sabaha ulaştıklarında bir münadî şöyle seslenir:

Kuddûs ve melik olanı tesbih ediniz. (Kenzülummal).

Berâ (r.a.) den: bir adam Aleyhissalâtü vesselâm efendimize gelerek vahşet (melankoli, hüzün, korku, kaygı) ten şikâyet etti. Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz ondan:

Sübhanel melikil kuddusi rabbi ver ruhi celleltes semavati vel arda bil izzeti vel ceberut.

Hiçbir eksikliği olmayan, Her şeyin sahibi, Gökleri ve yeri izzet ve şerefiyle çepeçevre saran Meleklerin ve Ruh’un Rabbini tesbih ederim ( Taberani | Mucem-ul Kebir )

Sözünü çoğaltmasını istedi. Adam da bu sözü söyledi de ondan vahşet gitti. Taberanî’nin Kebirinden. (Kenzülummal).

Aleyhissalâtü vesselâm’ın vitri kıldığında ilk rekâtte A’lâ suresini, ikincide Kâfirûn, üçüncü rekatte İhlas suresini okuduğu bitirdiğinde de üç kez:

Çokça takdis edilen mutlak hükümdar olan Allah’ı tüm noksanlıklardan tenzih ederim. Sözünü tekrarladığı rivayet edilir. (Nesai rivayetinde ise üçüncüsünde yüksek bir sesle ve uzatarak şöyle der. “Meleklerin ve Ruhun rabbi”)

Aişe (r.a.) validemizden: Resûlullah (s.a.v.) rukû ve secdesinde.

O, Çokça tesbih ve takdis edilendir. Sözünü söylerdi. Ahmed b. Hanbel, Müsned.

  Etrafını nurdan dağların çevirdiği, üzerinde nurdan mızraklarla nurdan meleklerin bulunduğu bir denizi vardır Allah’ın. Bu melekler denizin etrafında şöylece seslenirler:

Subhane zil mülki vel melekûti, Subhanel zil ızzeti vel ceberut, Subhanel hayyillezî lâ yemût, Sübbuhun, Kuddusün rabbune ve Rabbu’l-melaiketi ve’r-ruh..

Görülen, görünmeyen, bilinen, bilinmeyen bütün mahlûkatın sahibi olan Rabbimiz her türlü noksanlıktan uzaktır. Her şeye gücü yeten, uyumayan ve ölmeyen devamlı hayat sahibini Rabbimizi tenzih ederim. Bizim ve Meleklerin ve Cebrail’in rabbi, noksan sıfatlardan münezzeh ve kemal sıfatlarla muttasıftır.

Kim bu sözü günde veya ayda veya senede veya ömründe bir kere söylerse Allah Teâlâ geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar. Günahları denizköpüğü kadar olsa veya ölmek üzere olsa veya savaştan kaçmak bile olsa. Enes’ten. Deylemî. Kenzülummal.

Bu ismin Allah Teâlâ için ifade ettiği anlamlar:

1 – Yegâne Kuddûs Allah’tır.

2 – Allahu Teâlâ aynı zamanda kutsallığın kaynağıdır da; kutsallığı o belirler, şartlarını o koyar, kutsallığa erecek veya ermeyecek olanları o belirler.

3 – Sadece zâtı değil sıfatları, isimleri, fiilleri, kutsal olandır.

Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin hissesi;

1 – Cenâb-ı Hakk’ı O’na yaraşır şekilde takdis ederdi,

2 – Takdisini aynı zamanda, kendisini Cenâb-ı Hakk’ın istemediği hallerden uzaklaştırarak gerçekleştirirdi,

3 – Bu şekildeki takdisini ve öncekini kendinden bilmez, Allah’tan bilir ve şükür üzere bir hayat sürerdi,

4 – İnsanları da Allah’ın istemediği vasıflardan uzaklaştırmaya çalışır ve bu şekilde de takdisde bulunurdu.

Müminlerin bu isimden nasipleri;

1 – Allah’ı yegâne Kuddûs bilmek, olur olmaz, O’nun belirlemediği, hevâmızın belirlediği şeyleri kutsal saymamak,

2 – Allah’ı takdis üzre bir tarzı hayatın sahibi olmak:

I – Allah’ı kemâl sıfatlarıyla yad etmek,

II – Kendimizi O’nun istemediği hâllerden arındırmak, O’nu takdise lâyık hâle gelmek,

3 – Sahip olduğu her şeyi “Allah için” hâline getirmek; Allah’ın eli, ayağı, deili, gönlü, zihni, olurum dediği insan olmak,

4 – Bu şekilde olmayı lütf-u ilâhî kabul etmek,

5 – İnsanların takdise yaraşır bir tarzı hayata sahip olmaları için gayret etmek.

Konunun daha iyi anlaşılması için aşağıdaki bölümü mutlaka okuyunuz!

KUR’ÂN’DA KUTSALLIK ANLAYIŞI

Kur’ân’da kutsallık anlayışına geçmeden önce kutsalın veya kutsal olanın genel bir tanımını vermek gerekmektedir. Kutsal kelimesinin kökenini oluşturan kut; “saadet, devlet, kudsiyet, uğur, baht, talih, mutluluk, hayır, bereket, mübareklik gibi anlamlara gelmektedir”. Kutsal ise;

  • a) Güçlü bir dini saygı uyandıran, veya uyandırması gereken, kudsi, mukaddes,

 

  • b) Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen, kudsi, mukaddes,

 

  • c) Bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne titrenilen,

 

  • d) Tanrı’ya adanmış olan, tanrısal olan diye tanımlanmıştır.

 

Kudsi, kutlu ve mukaddes” karşılığında kullanılan “kutsal” kelimesinin uydurma bir kelime olduğu belirtilmektedir. Verilen bu tanımlar, kelimenin Türkçe de ki kullanımı için söz konusu olmaktadır. Kutsal’ın ıstılahtaki tanımı da şu şekilde yapılmıştır:

“Başlangıçtan beri insan tecrübesinin bir parçası olan kutsal, yaratıcı ile olan ilişkisinden doğan özel bir niteliğe sahip olan veya dini bir amaç için tahsis edilen” demektir. “Kutsal, kendini her zaman doğal gerçeklerden tamamen farklı bir gerçek olarak gösterendir”. Diğer bir tanıma göre kutsal; “tamamen farklı bir şeyin, bizim dünyamıza ait olmayan bir gerçeğin, doğal, dindışı dünyamızın ayrılmaz bir parçası olan nesneler içinde açığa çıkmasıdır”. Kutsal; “varlığın oluştaki, Bâki’nin de fânideki doğrudan tecellisi” olarak da tanımlanmıştır. Kutsallık ise, yaratıcıya olan yakın ilişkileri sebebiyle bazı özel zaman, mekân veya eşyaların sahip olduğu özelliktir.

Tanımlardan da anlaşılabileceği gibi, maddî ve fizikî fenomen dünyası iki başlık altında toplanmıştır: Kutsal ve profan. Kutsal’a, yaratıcı ve O’nunla ilgili her şey; O’nun kitapları (Kutsal Kitaplar), ma’bedler ve O’nun kutsal olarak bildirdiği zaman, mekân ve yerler dahildir. Profan ise, kutsalın zıddı olup “ma’bedin dışında kalan”, “kutsal olanın dışındaki” nesne ve olgular demektir. Bu tanımlara göre kutsalın dini hayatla, profanın da dünyevi hayatla sıkı bir ilişkisi vardır. Çünkü “kutsal ve dini hayat, kutsallıktan tamamen arındırılmış profan ve dünyevi hayatın zıddıdır”.

Bu tanımlardan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: Yegâne kutsal varlık Allah’tır. O’nun dışında herhangi bir şeyi kutsal kabul etmek mümkün değildir. Ancak O’nunla ilişkisi bulunan yer, zaman, mekân ve nesnelere kutsallık atfedilebilir. Fakat belirtmek gerekir ki bir şeyi kutsal olarak kabul etmekle, bazı şeylere kutsallık atfetmek birbirinden tamamen farklıdır.

Kur’ân’da kutsal veya kutsallık anlayışını belirten kelime ya da ifadelere geçmeden önce, kutsalın belirleyicilerini vermek uygun olacaktır.

KUTSAL’IN BELİRLEYİCİLERİ

Herhangi bir yer, zaman, mekân, eşya ve varlıkların kutsal olup olmadığını belirleyen en önemli unsur Allah’tır. Çünkü, yukarıda yapılan tanımlardan da anlaşılacağı üzere, yaratıcının bizzat kendisi kutsal kabul edildiği gibi, O’nunla ilişkisi bulunan bir kısım eşya ve yerlere de kutsallık atfedilmektedir. Nitekim Yüce Allah, Tâhâ Sûresi’nde, Hz.Musa’ya, bulunmuş olduğu Tuvâ Vâdisi’nin kutsal bir yer olduğunu bildirdiği gibi, kendisini de; “Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et…” diye tanıtmış ve böylece yegâne kutsal varlık olarak kendisinin tanınması gerektiğini ve yalnız O’na ibadet edilebileceğini ifade etmiştir.

Kutsalın belirlenmesinde etkisi bulunan diğer bir unsur da insandır. Çünkü varlıklar içerisinde kutsalı en iyi idrak eden ve fıtratında kutsal duygusu bulunan yegâne yaratık insandır. Kur’ânî ifadeyle insan, Allah’tan bir ruh taşımaktadır. Buna rağmen insan, kutsalı belirlemede yaratıcıya tabi olmak ve ancak O’nun kutsal olarak bildirdiklerini kutsal kabul etmek durumundadır. Aynı zamanda kutsalın belirlenmesinde kutsal duygusu ve inancın da ayrı bir yeri vardır. Kutsal anlayışının kaynağı yaratıcının bizzat kendisi ve O’na inanç olduğu için, inancı olmayan insanların kutsal veya kutsallıkla herhangi bir ilişkileri yoktur.

KUR’ÂN’DA KUTSAL VEYA KUTSALLIK ANLAYIŞINI BELİRTEN İFADELER

Kur’ân’da kutsal ya da kutsal olanın herhangi bir tanımı yapılmamış olmakla birlikte, kudsiyet veya kutsallık belirten bazı kelime ve kavramlar bulunmaktadır. Bunların belli başlıları şunlardır:

  • Takdis, el-Kuddûs;

 

Bakara Suresinde belirtildiğine göre Allah, meleklerine hitaben; “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediği zaman onlar; “Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?…” demişlerdi. Ayette, yaratıcıyı kutsal saymak anlamında “nukaddisu” kelimesi kullanılmıştır.

Bilindiği gibi Allah’ın en güzel isimlerinden birisi de el-Kuddûs’tür. “Allah’ın eksiklikten münezzeh olduğunu” belirtmek üzere kullanılmış bulunan bu kelime, aynı zamanda kutsal varlığın en önemli özelliği olan “tam ve mükemmel olma”yı da vurgulamaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de kutsal varlığı veya neyin kutsal olduğunu en güzel şekilde ifade eden kelimenin, Allah’ın en güzel isimleri arasında yer almış olan bu “el-Kuddûs” kelimesi olduğunu söylemek mümkündür.

  • Rûhu’l-Kuds;

 

Kur’ân’da kutsal anlamında kullanılmış olan diğer bir ifade de, “Rûhu’l-Kuds” tamlamasıdır. Her ne kadar meâl ve tefsirlerde bu kavramla Cebrail’in (as) kastedilmiş olduğu belirtilmişse de, Cebrail’in isminin doğrudan zikredilmeyişi, Cebrail gibi bir kısım nûrani varlıklara da kutsallık atfedilebileceğini hatıra getirdiği gibi, Hz.İsa’dan bahseden bazı ayetlerde özellikle bu kavramın kullanılmış olması ilgi çekicidir. Ayrıca bu kavram, Hıristiyanlık’taki teslis anlayışının üçüncü unsurunu teşkil eden kutsal ruh inancı açısından da önemlidir.

  • Kutsal Tuvâ Vâdisi;

 

Medyen dönüşünde ilahi vahye mazhar olan Hz.Musa’ya, bulunmuş olduğu Tuvâ Vâdisi’nin kutsal bir yer olduğu, hemen pabuçlarını çıkartmasının gerektiği ve Firavun’a gidip peygamber olduğunu ona bildirmesi, İsrailoğulları’nı Firavun’un zulmünden kartarması istenmişti. Bu âyetten, Tuvâ Vâdisi vb. gibi, peygamberlerin vahye mazhar olduğu bazı mekânlara kutsallık atfedildiği anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bu âyet, kutsal mekân anlayışının Kur’ân’da var olduğuna da delil sayılabilir. Burada Vâdi’ye kutsallık atfettiren ise, ilahi vahyin orada cereyan etmiş olmasıdır.

  1. Arz-ı Mukaddes;

Herhangi bir bölge veya mekâna kutsallık atfetmenin bir diğer örneği de yine Kur’ân’da “Arz-ı Mukaddes” ifadesinin kullanılmış olmasıdır. Şöyle ki:

Ey kavmim! Allah’ın size (vatan olarak yazdığı) mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz”. (Maide/21)

Bu ayette belirtilen mukaddes toprak, İsrâiloğulları’nın Mısır esaretinden kurtulduktan sonra yerleşmeleri istenen Filistin topraklarıdır. Gerçekte arz-ı mev’ûd, Allah’ın Hz.İbrahim’e ve onun soyundan gelenlere vermeyi vaad ettiği yer için kullanılmış olan bir terimdir. İbranice’de “Eretz İsrael” (İsrâil diyarı) adı verilen bu bölge Ahd-i Atik’te “Kenan diyarı”, “diyar”, “gurbet diyarı”, “memleket” diye de zikredilmiştir. İkinci Ma’bed döneminden itibaren ise “arz-ı mev’ûd” diye adlandırılmış olup Ahd-i Cedid’de de bu isimle geçmektedir. Ayrıca Ahd-i Atik’te burası “iyi ve geniş diyar”, “süt ve bal akan diyar”, “bütün memleketlerin süsü olan diyar” diye de tanımlanmıştır. Âyetten, herhangi bir yere olduğu gibi herhangi bir bölgeye de kutsallık atfedildiği anlaşılmaktadır.

Kur’ân’da geçmemekle birlikte, konumuz açısından önem arzeden diğer bir husus da; hadis literatüründe yer alan ve “manası Allah’a, lafzı Hz. Peygambere ait olan hadislere” kudsî hadis adının verilmiş olmasıdır. Bu husus, kutsal anlayışının hadislerdeki mevcudiyetinin en bariz örneği sayılabilir. Ayrıca bu ifadeden, kutsala izafe edilen bazı şeylere, kutsalla ilişkisinden dolayı, kutsal vasfının atfedilebileceğini de anlamak mümkün gözükmektedir.

Kutsallık İfade Eden Diğer Kelimeler

“Mübarek” Kelimesi; Kur’ân’da kutsal veya kutsallık anlamına en yakın manada kullanılmış olan diğer bir kelime de “mübarek” kelimesidir. Kökeni itibariyle “bereket” veya “bereketli-mübarek” gibi anlamlara gelen bu kelime, Kur’ân’da çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Özellikle “âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (ma’bed), Mekke’deki (Ka’be)’den” bahseden âyette bu kelimenin kullanılmış olması; diğer bir ifadeyle, İslam açısından yeryüzünde en kutsal mekân olarak kabul edilen Ka’be’den bahsederken “mübarek” lafzının kullanılmış olması, bu kelimenin kutsalı veya kutsal mekânı belirtmede kullanılan en önemli kelimelerden olduğunu göstermektedir. Ayrıca İsrâ Sûresi’nde, Hz.Muhammed’in bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürüldüğü belirtilen âyette, Mescid-i Aksâ’dan, “çevresini mübarek kıldığımız” diye bahsedilmiş olması da, “mübarek” kelimesinin, “kutsal” anlamına çok yakın bir kullanıma sahip olduğunu göstermektedir. Yine En’âm, 6/92, Enbiya, 21/50, Sâd, 38/29’da Kur’ân-ı Kerim’den; Mü’minûn, 23/29’da Hz.Nuh’un Tûfan’dan sonra indirilmesi için duâ etmesi istenen yerden; Kâf, 50/9’da da gökten indirilen su’dan bahsederken “mübarek” kelimesinin kullanılmış olması da, Kur’ân’ın kutsallık anlayışı açısından önemlidir.

Bütün bunların dışında “mübarek” kelimesi, kutsallık ifade edecek biçimde ve bir isme vs. izafe edilerek şu şekillerde kullanılmıştır:

Mübarek Gece;

Duhân Sûresi’nin 2 ve 3’ncü âyetlerinde “Apaçık olan Kitaba andolsun ki, biz onu (Kur’ân’ı) mübarek bir gecede indirdik…” buyurulmak suretiyle, Kur’ân’ın indirilmiş olduğu gecenin öneminden bahsedilirken, “mübarek” lafzı kullanılmıştır. Bu âyette geçen “mübarek gece”den maksadın Kadir gecesi veya Berat gecesi olduğuna dair rivayetler vardır. Ancak, Kur’ân-ı Kerim’in Hz.Peygamber’e Kadir gecesinde indirilmiş olduğunu bildiren âyeti göz önüne alan İslâm âlimlerinin çoğunluğunun, burada Kadir gecesine işaret edildiği rivayetini daha kuvvetli bulmuş oldukları belirtilmektedir.

Buk’ay-ı Mübareke

Tâhâ, 20/12 ve Nâziat, 79/16’da, Hz.Mûsa’nın vahye mazhar olduğu vâdiden söz edilirken “mukaddes” kelimesi kullanılmış olduğu halde, Kasas, 28/30’da ise, aynı vâdiden bahsederken “el-Buk’atü’l-Mübareke” tamlaması kullanılmıştır. Aynı yeri ifade etmek üzere “mukaddes” ve “mübarek” kelimelerin kullanılmış olması, bu iki kelimenin anlam bakımından birbirlerine çok yakın olduğunu göstermektedir.

Şecere-i Mübareke

Nûr Sûresi 24/35’nci âyette zeytin ağacından “mübarek ağaç” diye söz edilmiştir. Keza Tîn Sûresi 95/1’nci âyette de zeytinden yeminle söz ederek, bu ağaç ve meyvasının önemine dikkat çekilmiştir. Ancak burada, kelimenin mübarek veya bereketli anlamı ilk planda anlaşılmalıdır. Aksi takdirde ağaca kudsiyet atfedilmiş olur. Bu ağaca hususiyet kazandıran, onun bereketli bir ağaç oluşu ve kendisinin verimli, meyvasının da çok faydalı oluşudur. Ağaca önem atfettiren bir başka husus da, kutsalın kendisinde tezahür etmiş olmasıdır.

KUTSALI VEYA KUTSAL YERLERİ GÖSTEREN İŞARETLER

Bir şeyin veya herhangi bir yerin kutsal olduğunu gösteren bazı işaretler vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür.

  • Kutsal Kabul Edilen Yerlerin Allah Tarafından gösterilmiş olması.

 

Kutsallığı çeşitli dinler ve o din mensuplarınca kabul edilen bazı yerlere esas kutsallık kazandıran husus, o yerin Allah tarafından bizzat tayin ve tespit edilmiş olmasıdır. Bunun en canlı örneğini, Kâbe’nin yerinin Hz. İbrahim’e Cebrail vasıtasıyla gösterilmiş olması teşkil eder. Aynı şekilde Kudüs’te Hz. Süleyman tarafından inşa edilmiş olan Beytü’l-Makdis’in yeri de Dâvud (as)’a melek vasıtasıyla bizzat Tanrı Yahve tarafından gösterilmişti. Yukarıda belirtildiği gibi, Hz.Mûsa’ya da, Mukaddes Tuvâ Vâdisi’nde bulunduğu yine Allah tarafından bildirilmişti.

  • Bir Yerin Allah’a Tahsis Edilmiş Olması

 

Aynı şekilde Kur’an’ın çeşitli yerlerinde mescidlerin Allah’ın evi (Beyt) olduğu ifade edilmiştir. Bir yerin veya herhangi bir mekânın Allah’a tahsis edilmiş olması, yegâne kutsal varlık olan Allah’a nispetinden dolayı, o yere kutsallık atfedilmesine sebep olmuştur.

  • Allah’ın Herhangi Bir Yerde Gücünü Izhar Etmesi (Tecelli)

 

Zaman ve mekândan münezzeh olan Allah’ın, zaman zaman herhangi bir yerde tecelli etmesi ve o yerde gücünü göstermesi de, oraya kutsallık atfedilmesine sebep olmuştur. Bunun en çarpıcı örneğini Kur’ân’daki şu anlatım teşkil etmektedir:

“Musâ tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca, ‘Rabbim! Bana (kendini) göster; göreyim’ dedi. (Rabbi): ‘Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!’ buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim”. Tecellinin diğer bir örneği de, bir hadiste, Allah’ın her gece dünya semasına tecelli edip insanlara herhangi bir isteklerinin olup olmadığını sormuş olduğunun bildirilmiş olmasıdır.

  • Bir Yerin İnsanlar Tarafından Kutsal Kabul Edilmesi

 

İnanan insanların bir maddî, bir de manevi dünyaları vardır. Maddî dünyalarının merkezini fiziki coğrafya belirler. Manevi dünyalarınkini ise, sahip oldukları dini inançları ve benimsedikleri değerleri belirler. İnanan insanların manevi dünyalarının merkezinde genellikle mabetler veya herhangi bir din mensuplarınca kabul edilen dini merkezler vardır. Bu yerler aynı zamanda o din mensuplarının gönülden bağlı oldukları başlıca ibadet ve ziyaret yerleridir. Mekke’de Kâbe’nin, Medine’de Hz. Peygamber’in kabrinin bulunması ve aynı zamanda bu iki şehrin, İslam Dininin doğup yayıldığı en önemli iki dini merkez olmaları vb. gibi hususlar, bu iki şehrin Müslümanlar tarafından daha mübarek birer belde kabul edilmelerine ve oralardan “mukaddes topraklar” diye bahsetmelerine sebep olmuştur. Aynı şekilde Kudüs de, hem Kur’ânî anlatımda hem de Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar nazarında mukaddes bir yer kabul edilmiştir. Aynı zamanda Kâbe ve Kudüs, adı geçen din mensuplarınca ibadet esnasında yönelinen (kıble) birer kudsî mekânlardır. İşte bu yerler, inananların dünyalarının merkezleri mesabesindedir.

Aslında Mekke, Medine ve Kudüs gibi şehirlerin inananlar tarafından birer kutsal mekân olarak kabul edilmiş olmalarının temelinde yine, yegâne kutsal varlık olan Allah’ın, diğer yerlere nazaran, oralara ayrıca bir değer vermiş olması ve aynı zamanda bu yerleri, ilahi dinler diye ifade edilen Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi üç büyük dinin doğup yayıldığı yerler olarak seçmiş olması, bu din mensuplarının oralara kutsallık atfetmesine esas teşkil etmektedir. İnananları o yerlere kutsallık atfetmeye sevkeden diğer bir âmil de, onların bu yerler hakkında sahip oldukları inanç ve değerlerdir.

Aynı şekilde Mekke, Medine, Kudüs gibi yerler ve buralarda bulunan mescidler ve bazı ilahi işaretler hakkında yer alan Kur’ânî ve peygamberî ifadeler de, bu yerlerin o din mensuplarınca mukaddes birer belde kabul edilmelerinde önemli rol oynamıştır. Nitekim İbrahim (as)’ın; “bu beldeyi emin bir yer kıl” diye duâ etmesi; yine bu yerlerden yeminle bahsedilmiş olması; hepsinden önemlisi de, bu yerlerden bahsederken “şu beldenin Rabbi”; “belde-i tayyibe” gibi ifadelerin kullanılmış olması, bu yerleri kutsalın (Allah) bizzat sahiplendiğini göstermektedir. Dolayısıyla bir yeri kutsalın sahiplenmiş olması, o yerin kutsaldan bir işaret taşıdığı izlenimini de vermektedir.

Diğer taraftan Hz.Muhammed’in, “ancak şu üç yere ibadet ve ziyaret amacıyla yolculuk yapılabilir. Bunlar: Mescid-i Haram, Benim Mescidim (Mescid-i Nebi) ve Mescid-i Aksa’dır” demiştir. Yine Hz.Peygamber, Medine’ye hicret edeceği bir esnada Ka’be’ye bakarak şöyle demişti: “Vallahi sen, benim dünyada en çok sevdiğim yersin; aynı şekilde Allah’ın da dünyada en çok sevdiği yersin. Eğer senin halkın beni zorla çıkarmasalardı vallahi çıkmazdım”. Bu hadislerde, bu üç mekânın bulunduğu yerlerin diğer yerlere olan üstünlüğü veya farklılığı belirtilmiştir.

KUTSAL ZAMAN VEYA MEKÂNLAR

İnsanın şu evrende yaşadığı iki temel boyut vardır: Zaman ve mekân. Bu, toplumlar için de böyledir. Başta insan hayatı olmak üzere, insanın tüm değerlerini bu iki temel boyutun dışında düşünmek mümkün değildir. Dolayısıyla insanın kutsalla olan ilişkisi de zaman veya mekân boyutunda gerçekleşmektedir. İnanan insanın, hangi zaman veya mekânda bulunursa bulunsun, fıtrat eksenine bağlı olarak, kutsalla ilişkilerinde zaman ya da mekânın dışına taşması mümkün değildir. İşte insanın kutsalla daha yakın ilişkiye girdiğini düşündüğü veya kutsalın, çeşitli vesilelerle kendisini insana daha fazla hissettirdiği bu zaman ya da mekânlara kutsal zaman veya kutsal mekân adı verilmektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, İslâmî anlatımda bu tür yer ve zamanlar için daha çok “mübarek” kelimesi kullanılmaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi “kutsal” anlamına en yakın anlam içeren kelime de “mübarek” kelimesidir.

Buna göre, diğer din mensuplarının kutsal gün veya gece kullanımlarına karşılık, İslâm’da da mübarek gün veya gece kullanımı benimsenmiştir. Bu anlamda Cum’a ve Pazartesi gün ve geceleri, kandil geceleri ve Ramazan Ayı mübarek kabul edilmiştir. Bu manada bazı mekânlar da mübarek veya kutsal sayılmıştır. Diğer taraftan, kutsal zaman ve mekânlar genellikle birlikte düşünülmüştür. Bunun en bariz örneği de asr-ı saadettir. Çünkü asr-ı saadet, bütün zaman kesitlerinde yaşayan müminler için ana cazibe kaynağıdır. İnanan insanların kutsal zaman veya mekân anlayışlarının temelinde asr-ı saadetin ayrı bir yeri ve önemi vardır. “Saadet asrı” anlamına gelen bu ifadenin kullanılması da bunu göstermektedir.

KUTSALLIK İFADE EDEN DİĞER MEFHUM VEYA NESNELER

İnsanlar tarafından kutsala izafe edilen veya kutsalla ilişkilendirilerek kullanılan mefhumlar arasında kutsal kitap, kutsal bilim, kutsal evlilik, kutsal kazanç, kutsal görev, kutsal toprak, kutsal tarih; can, mal, din ve namus gibi kutsal değerler vb.lerine rastlanmaktadır. Bu ifadelerden bazıları mecazi manada kullanılmış oldukları gibi, bazıları da kişilerin o kullanımdan kastetmiş oldukları şeye göre değişik anlamlar ifade etmektedir.

İNSANIN KUTSALLAŞTIRILMASI MESELESİ

Başlangıçtan beri verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi, insanlar genelde iki şeye kutsallık veya mukaddeslik atfetmişlerdir. Bunlardan biri maddî, diğeri de manevidir. Maddîde esas olan temiz ve faydalı olmak; manevide esas olan da tam ve mükemmel olmak ve aynı zamanda faydalı olmak. Bunlardan maddi olana itina, manevi olana da saygı gösterilir.

“Kutsal” kelimesi manevi sahada mükemmelliğin, tam ve yetkin olmanın dini terimidir. Manevi sahada mükemmellik ve yetkinlik, en üst ve son derecesini Allah’ta bulur. Bunun için en kutsal varlık O’dur. O, her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzaktır. Bütün mükemmellikler ve yetkinlikler Allah’ta toplanır ve O’nun kutsallığını pekiştirir (Kuddûs). Bunun için, herhangi bir varlık Yüce Allah’a ne kadar yakın olursa, o derece O’ndan mükemmellik alır (insan-ı kâmil). Böylece o da kutsala ve kudsiliğe yaklaşır. Bu noktada insan akla gelmektedir. Varlıklar içerisinde insan, tam ve mükemmel-kutsal varlık olan Allah’a en yakın olanıdır. Çünkü o, Allah’tan bir ruh taşımaktadır. Ancak bu, insanın kutsallaştırılması anlamına gelmez.

İslâm’da, kutsala daha yakın olan insanları ifade etmek üzere “veli, evliya, müttaki” vb. gibi kelimeler kullanılmıştır. Buna rağmen kutsal insan ifadesine asla rastlanmamaktadır. Ayrıca insanlar içerisinde kutsala en yakın olanlar arasında öncelikle peygamberler gelmektedir. Peygamberler için de benzer kullanımlar söz konusu değildir. Ancak Kur’ân’da belirtildiğine göre yahudiler, Üzeyir (as)’ı, hıristiyanlar da İsa Mesih’i Allah’ın oğlu olarak telakki ederek, bir nevi onlara kutsallık atfetmişlerdir. Fakat Hz.Peygamber, kendisinin de bir beşer olduğunu; insanlardan, vahiy alma yönüyle ayrıldığını belirtmiştir.

Netice olarak söylemek gerekirse yegâne kutsal varlık Allah’tır. Kutsalın en önemli özelliği de tam ve mükemmel olmaktır. İslâm itikadına göre ibadet, bütün eksikliklerden münezzeh olan varlığa yapılmalıdır. Bu özelliklere sahip olan da sadece Allah’tır. O halde Allah’ın dışında hiçbir varlığı kutsal saymak doğru değildir.

Ahmet GÜÇ Doç.Dr.; U.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

 

****************************************************************

El-Kuddüs (c.c)
Hatadan, kusurdan, eksiklik ve acizlikten temiz, pak ve müberra, mukaddes ve münezzeh olan demektir.
EL-KUDDÛS, ayrıca, bütün mahlûkatı maddi ve manevi kirlerden, ayıplardan ve günahlardan temizleyip arındıran anlamına da gelmektedir. Bu anlam Kuddüs isminin bize bakan yönüdür de diyebiliriz.
Yüce Allah, Kuddüs isminin bir gereği olarak, yerle¬rin ve göklerin kirlerini ve pisliklerini yağmurlar, karlar ve dolularla temizler. Soğukla, sıcakla dezenfekte eder ve mikroplardan arındırır; yeryüzünü insanlar için hazırlar, sağlam, sağlıklı ve güvenli bir karargah haline getirir. Bunu bazen insanların eliyle, bazen hayvanlarla bazen de toprakla, suyla yapar. Dağları yağmurlarla temizlediği fîtoi, kurumuş otları ve yaprakları toprağa gübre yaparak, °dunları zamanla petrol veya kömür yaparak dönüştürüp temizler. Denizleri dalgalarla temizlediği gibi, karaları rüzgarlarla temizler. Bazen ölmüş hayvanlan bir başka hayvan grubuna yem ederek temizler, bazen de yem olanlarla temizler. Leşleri bazı hayvanlar için bir ziyafet yaptığı gibi… Onların kalıntılarını da bakterilerle küçül¬terek yok eder.

Kısacası evrende bu ismin tecellisi çoktur ve çok de¬ğişik şekillerde karşımıza çıkar. Bazen insanların gönülle¬rindeki küfür kirini iman ve tevbe ile temizler, şirkten tevhide ulaştırır; bazen günahlarımızı zikir ve teşbihle temizler, rahatlatır. Bazen bunalmış ruhlara ferahlık ve¬rerek ağırlıklarım alır, huzura kavuşturur.

Kul, Rabbini akla gelebilecek bütün noksanlıktan, kusurdan, hatadan tenzih ve takdis etmelidir. Allah’ın kendisini tarif ettiği şekliyle tanıyıp bilmeli ve inanmalı¬dır. Her çeşit eksiklikten, zafiyetten ve kusurdan uzak olduğunu bilip iman ve idrak etmeli; bu iman ve idrak etme halini de hayatında uygulayıp izan (anlayış, inanış) haline getirmelidir. Nitekim az önce okuduğumuz ayette yüce Allah kendisini böyle anlatıyordu. Biz onu ancak kendi anlattığı şekilde bilip inanmakla mükellefiz ve ona bu şekilde inanmalıyız.
Takdis ve mukaddes kavramları da yine “Kuddûs” fi¬ilinden gelmektedir. Temizlenmiş, takdis edilmiş, kut¬sanmış gibi anlamları vardır. “Kuddûs”, Kur’an-ı Kerim¬de, değişik anlamlarda ve birçok yerde geçmektedir. Bun¬lardan birkaç tanesine göz atalım…

“Muhakkak ki ben, evet ben, senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen temiz vadi Tu- va’dasm!” (Taha, 20:12) El-Kuddüs (c.c)
“Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybede¬rek dönmüş olursunuz.” (Maide, 5:21)

Allah (c.c)’ye, hiçbir eksiklik, hiçbir hata ve kusur izafe edilemez, “O şeklen nasıl bir şeydir?” diye hayal de edilemez. Çünkü insan görüp bildiklerine göre hayal kurar. Allah ise yaratılmamıştır ve Onu hiçbir göz gör¬memiştir. O, görülüp bilinen ve yaratılanların, yaratıl¬mışların hiçbirine benzemez. Yüce Allah, kullarının ku¬rabileceği her türlü hayalin ötesindedir:

“O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten mü¬nezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturan¬dır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşrik¬lerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nun’dur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, galip olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.” (Haşir; 59:22-24)

Aynı zamanda Cebrail (a.s) için de “Ruhu’l-Kudüs: Temiz ruh, mukaddes ruh” olarak kullanılmaktadır ki, bu konudaki ayet şöyledir:

“Celâlim hakkı için Musa’ya o kitabı verdik, ar¬kasından birtakım peygamberler de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa’ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu’l-Kudüs ile de destekledik…” (Bakara, 2:87)

“De ki: Onu, Mukaddes Rûh, iman edenlere se¬bat vermek, Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabbin katından hak ola¬rak indirdi.” (Nahl, 16:102)

EBCED DEĞERİ VE ZİKİR SAATİ
Ebced değeri (170); Zikir saati Müşteridir (Perşem¬be).
Perşembe günü müşteri saati sabah güneş doğarken Ve ikindi sonrasıdır. Bir de tam gece yarısı. Bu saatlerde °kunursa daha etkili olacağı söylenmiştir. SIRLARI VE HİKMETLERİ
EL-KUDDÜS isminin zikrine devam eden kimse¬nin, üzerinden kötü huylar temizlenip kalkar, güzel ahla¬ka sahip olur. Böylece kalbi temizlenip nurlarla dolar.

EL-KUDDÜS isminin zikrine devam etmek, insa¬nı Allah’a yaklaştırır ve himayesine sokar. Böylece mane¬vi bir dostluk oluşur. Artık o kimsenin varsa gizli sırları açığa çıkmaz. Her yerde adından hayırla ve övgüyle söz edilir.

Özellikle Cuma geceleri okunması pek çok fayda¬lar getirir. Mesela, korku ve evhamdan, nazar ve hasetten yani kıskanç bakışlardan korunma sağlar.

Cuma gecesi VEFKİ yapılır ve üzerine (170) kere (YA KUDDÜS) okunarak, ruh sağlığı bozuk, evhamlı, korkulu bir kimsenin boynuna asılarak, 7 gün aynı şekil¬de (170) kere suya okunup hastaya içirilirse Allah’ın iz¬niyle hasta sağlığına kavuşur, korku ve evhamdan kurtu¬lur.

Havas ilmiyle uğraşanlar, “içki, kumar ve zina gibi kötü huylara müptela olmuş bir kimse, VEFKİNİ yaptı¬rıp üzerinde taşıyarak, her gün bir bardak suya (170) kere bu esmayı okuyup üfleyerek içmeye devam ederse, kısa zamanda bu huylarından kurtulur” demektedirler.

Ruhani varlıklarla bağlantı kurmak için, devamlı olarak bu ismin zikredilmesi ve her üç, beş veya yedide bir; “Sübbühun, Kuddûsün, Rabbünâ ve Rabbü’î- Melâiketi ve’r-Ruh” denilmesi gerekir.

Böyle yapıldığı takdirde, kısa bir zaman sonra, zikri çeken kimseye olağanüstü haller belirir; ışıklar ve nurlar görmeye başlar. Önce sadık rüyalar, sonra da açıkça ru¬hanileri görür. Altıncı hissi açılıp etkinleşir, dışa karşı etkisi artar. Bilhassa ruhsal hastalıklara ve saraya müptela olmuş kimselerin tedavisinde etkili olur.“EL-KUDDÜS” ismi şerifi ile ayrıca; vesveseye, me¬lankoliye, hayalet görmeye, uykuda veya uyanıkken korkmaya, cinlerin baskılarına karşı 170 kere okunarak Allah’a sığımlırsa etkili olur ve bu tür rahatsızlıkları

uzaklaştırır. El-Kuddüs (c.c)
Bir anlamı da temizleme, takdis etme olan “El- Kuddûs” isminin zikrine devam eden kimse, her türlü şehvetten ve yüz kızartıcı suçtan, kusurdan temizlenir, nuranilik kazanır.

Cenab-ı Hak, bu isminin bir yönüyle evrendeki pislikleri giderip, temizlik ve güzelliğe kavuşturmaktadır. Yoksa her baharda veya yazda ölen diğer hayvanların leşleri veya ölülerin cesetleri bir yana, sadece sinekler bile dünyamızı kokutmaya yeter de artardı bile…

**********************************************

0273 – El KUDDÜS

0273 – El KUDDÜS

Onur BİLGE

Cumartesi günü öğleyin buluşacaktık. Bir yağmur bastırdı, evden çıkamadım. Saat on birden on üçe kadar, gökte ne varsa yere indi! Sicim gibi yağdı, her yeri kamçıladı, temizledi. Çoktandır böyle yağmamıştı. Her taraf toz içindeydi. Fabrika bacaları başta olmak üzere, arabalardan ve sobalardan çıkan dumanlar, şehrin dokusuna sinmişti. Ağaçların yapraklarının gerçek renkleri seçilemez olmuştu.

Pencereden baktım. Her yer gülüyor, ışıl ışıl ışıldıyordu. Yağmurun ardından, rüzgâr çıktı. Yani kocaman bir fön makinesi çalışmaya, binaların yüzlerini, ağaçların saçlarını kurutmaya başladı.

Yağmur durdu ya, rüzgâra dünden razıydım. Sıkıca giyinip çıktım. İki adım ben atıyordum, bir adım da o itiyordu. Zaten rüzgâr esse düşecek kadar zayıf derler ya öyleydim. Saç baş darmadağın, Virane’ye ulaştım. Kapıyı bırakır bırakmaz, ‘Drank! ..! diye kapandı. Sanki harap bina, temelinden sarsıldı! Bahçe kapısı aralıkmış, nereden bileyim? Girişte oturup, ders çalışanlardan boş bulunanlar sıçradı! Gelişim muhteşem oldu, yani.

Rüzgâr, bulutları hızla aralamıştı. İyice dağıtmaya başlamıştı. Kısa sürede yok edeceğe benziyordu. Arkadaşların yarısı gelmişti. Diğerleri gelinceye kadar havanın açacağını umuyorduk. Duygu, çay servisi yapıyordu. Ahmet tost yapıyordu. Öğle yemeklerini yine tostla geçiştireceklerdi. Aralarında bunu bulduklarına şükredenler vardı. Garibanlardan biri Ahmet’e yardım ediyor; sucuk, peynir ve yağ kokuları, çay kokusuna karıştıkça acıkanların ağzı sulanıyordu. Çok geç kahvaltı etmiştim ama onların iştah uyandıran konuşmaları, beni de özendirdi. Bir çay da ben alıp kaşarlı tostumu beklemeye başladım.

“Haydi Ahmet, midemiz kazınmaya başladı! ”

“Biri yer, biri bakar; kıyamet ondan kopar! ”

“Olanları alıverin, arkadaşlar! Servisi beklemeyin! Sıcak sıcak atıştırın! ”

Duygu boyuna temizlik yapıyor, eski binayı ve bahçesini temiz tutmak için didinip duruyordu. Ahmet de yardım ettiği halde üstesinden gelemediği zamanlar oluyor, yeni gelen çocuklardan yardım istiyordu. Yine öyle zamanlardan biriydi. Bahçe, ağaç yapraklarından görünmez olmuştu. Doğada göze batmadığı gibi sonbaharın anlamına anlam katan sararmış yapraklar bahçede normal karşılanmıyor, kirlilik olarak nitelendiriliyordu. O nedenle düştükçe süpürülmesi, çabucak dolan çöp kutusunun da sık sık boşaltılması gerekiyordu. Önceleri bahçe sabahları temizlenirken, hane halkının artması, sonbaharın iyiden iyiye varlığını belirtmesi sebebiyle günde bir kaç kere süpürülmeye başlanmıştı. Bu işi, sabahları Ahmet ya da Duygu yaparken, arada Hikmet veya Numan da yapar olmuştu. Lavaboların temizliği de sorun haline gelmiş, haftada bir dip bucak temizlenip dezanfekte edilmesi kaydıyla günlük bakımları Virane’de barınanlara bırakılmıştı. Aralarında anlaşmış, sırayla halletmekteydiler.

İnsan, gittiği her yerin doğasını bozan bir yaratık. Her yerde kalıntı bırakan ve bıraktığı kalıntılar doğayla uyum yapmayan… Piknik alanındaki şişeler, meyve ve sebze kabukları, et kâğıtları, poşetler; oralardan, daha sonra gelecek kişileri umursamayan, duyarsız oldukları kadar da saygısız kişilerin geçtiğini gösteriyor. Geliyor, mekânı kullanıyor, yiyor içiyor, pisliklerini bırakıp gidiyorlar. Hatta alkol alıyor, içki şişelerini de taşa çalıp kırıyor, sanki arkalarından hizmetçileri gelecek de temizleyecekmiş gibi rahat rahat uzaklaşıyor, duyarsızlıkları ve saygısızlıkları nedeniyle olabilecek şeyleri akıllarına bile getirmiyorlar. Ateş tamamen sönmemiş olabilirmiş, cam kırıkları birisini yaralayabilirmiş veya mercek görevi yaparak yangına sebebiyet verebilirmiş, diğer pislikler kokuşabilir, mikrop yuvası haline gelebilirmiş, sinekleri çekermiş; umurlarında değil!

Doğada, insan ayağı değmeyen yerler, tertemiz! Oralar kirlenmiyor mu? Kirleniyor ama doğanın doğal temizlik sistemi tıkır tıkır işliyor. Bir hayvan mı öldü? Diğerleri yiyor, kalanları kurtlar, karıncalar bitiriyor; bir bakmışsın ki leşten en küçük pis bir kalıntı kalmamış!
Mezarlıklar da öyle… Ölülerimizi, et yiyen hayvanlara bırakmıyor, toprağın bağrına yatırıyoruz. Toprak öğütüyor, yok ediyor. Bu arada, tarla fareleri, yılan çıyan, karınca, kurt, böcek; artık hangisinin ne kadarı rızkıysa o kadarını yiyip gidiyorlar. Kan ve su gibi sıvı kısmı, çürüyen tarafları da ağaçlara besin oluyor. Mezarlıklara bakıyorum, o kadar beden gömülüyor, tonlarca et ve kemik; en ufak bir şişkinlik yok. Ne yerse yesin, toprağın karnında şişkinlik olmuyor. Tonlarca insanı yiyor, zerre kadar hazımsızlık çekmiyor.

Yemek vakti, aklıma neler de geliyor! Allah’ın kurduğu ve işlettiği düzene duyduğum hayranlık, düşüncelerimi aldı götürdü!

Bütün bunlar, Allah’ın, Zât-ı Uluhiyete bakan yanlarından olan Kudüs isminin tecellilerinden… Kuddüs sıfatı da Zâtına ait özellikleri, yani sadece O’nda olan, başkasında olmayan hususları ifade etmekte… ‘Mukaddes; temiz, pak, arı duru demek. Kuddûs ismi, Allah’ın, Zât-ı Uluhiyet mülahazasına yakışmayan şeylerden münezzeh olduğunu anlatmakta… Eşi benzeri, zıddı ve sureti yoktur. Mukaddestir.

‘Kuddûs’, ‘kutsal’ demektir. Allah, yaratığı canlılara ait özellik

ve ihtiyaçlardan münezzehtir.

Fiilen, ‘Kuddûs’ ismi, nezih ve nezif hale gelmeyi sağlar. Doğanın tertemiz kalması ve ekolojik dengenin sağlanması da bu esma nedeniyledir. İnsan eli, toprağı kirletmekte olduğu gibi nehirleri ve denizleri de kirletmekte… Hava da kirletilmeye başlandı, kirlilik atmosfere kadar yükselerek büyük boyutlara ulaştı. Tuna, Nil, Amazon, Mississipi gibi büyük nehirler temizliklerini muhafaza ederken, diğerlerinde, karada olduğu gibi göllerde ve denizlerde de kirlilik oranı her geçen gün artmakta…
Canlılar, yaratılış itibariyle mükemmel. Bedenleri; gözler, kulaklar, burun, deri; kısacası, iç ve dış organlar, salgılarla, döküntülerle veya diğer yollarla sürekli ve otomatikman temizlenmekte… Bütün bunlar, Kuddûs ismini işaret etmekte.
Yapılan bir makinenin yağlanması ve bakımı gerekir. Beden, otomatik yağlanır, sürekli yenilenir. Kedi gibi yalanarak, kuşlar gibi gagalarıyla temizlenen, karınca gibi ölüsünü yerde bırakmayan, karga gibi gömen hayvanlar, insanlara temizlik konusunda örnek olan yaratıklar. Hayvanlar bile kalıntı bırakmamakta, bazı insanlar hayvanlar kadar bile olamamakta…

Öyle insanlara ‘Hayvan! ” demek, onlara hakaret midir, iltifat mıdır, kestiremiyorum. Eğer insanlar, ellerinde her türlü temizlik araç ve gereci olduğu halde ne kendisini ne de çevresini temizlemeye yanaşmıyorsa, hayvanla mukayesesini iki kere düşünmek, zavallı hayvanların haklarını teslim etmek lazım.

Ahmet’le Duygu, onca imkânsızlığa rağmen bu asırlık harap ahşap binada, sadece rutubet kokusunu engelleyemediler. O kadar kişi kaldığı halde her taraf tertemiz! Virane’nin ilk zamanını düşünüyorum da… Çöp evden farksızdı. Duvarlar sıvandı, badanalandı, tahtalar boyandı, camlar temizlendi. Döşemeden tavana kadar her yer krem rengi yağlıboyayla boyandı. İç ve dış duvarlar bembeyaz… Duygu, satranç piyonlarını, tavla zarlarını ve pullarını bile yıkıyor, kurutuyor; tahta kutularını siliyor, temizliyor. O masalar, günde kaç kere siliniyor! Kızcağızın eli sudan çıkmıyor.

Sevindirici bir tarafı varsa; ikisinin gün boyu beraber olmaları ve iyi kazanmaya başlamaları… Yoktan var ettikleri her şey ellerinin emeği… Emekleri kutsal, kazançları temiz, yüzleri güleç, ruhları güzel…
İnsan beyni ne kadar süratle çalışmakta! Bir anda akıldan neler geçmekte! Çayımla tostumu alıncaya kadar aklımdan geçiverenlerden hatırlayabildiklerim bu kadar. Unuttuklarım ne kadar, bilmiyorum. Allah, insanı ne kadar mükemmel yaratmış! Yaratılışımız kusursuz olduğu halde, varlığımızı kullanış ve yaşayış şeklimiz ne yazık ki mükemmel değil. Bize bahşedilen nimetleri tam kapasite kullanabilsek, yeryüzünde harikalar yaratan, Efendimize layık bir ümmet olabiliriz. Aksi halde, her nimetten sorgulanacağımız gibi donatıldığımız nimetleri, nerelerde ve nasıl kullandığımızdan da sorgulanacağız!
*

Onur BİLGE

BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0273

***********************************************************************

“Kuddûs” İsm-i Şerifi Kur’an-ı Kerim’de de Haşr Suresi 23. Ayet-i Kerime’de ve Cuma Suresi 1. Ayet-i Kerime’de olmak üzere iki defa geçmektedir.

İnsanı dünyaya getirirken günahsız ve kirsiz yaratan, büyüyünce kirlerini abdest ve gusülle yıkanarak gideren, günahlarını tevbe ve istiğfarla yıkamayı öğreten “Kuddûs,” yeryüzünü de tertemiz yaratmıştır.

Bizim kirlettiğimiz yeryüzünü yağmurlarla yıkıyor, güneşle kurutuyor. Kirlenen suları buhara dönüştürüyor. Havada temizleyip yeniden tertemiz yağmur olarak indiriyor. Rahmet damlalarıyla dünyamızı temizlediği gibi Kur’anın rahmet ayetleriyle de bizim içimizi ve dışımızı temizliyor.

İmanla bizi şirk, inkar pisliğinden temizliyor. İtaatla bizi isyan çirkefinden temizliyor. Dinle bizi kinden temizliyor.

Kendisine ibadetle bizi kullarına boyun eğme zilletinden temizliyor. En büyük Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’dir = Allah-ü Ekber inancıyla kendimiz gibi bir insanı büyütüp başımıza bela etmekten kurtarıyor.

Şayet Rabbimizin (CC) huzuruna tertemiz gitmek istiyorsak “Kuddûs” olan Rabbimizin (CC) “Mukaddes” kitabı Kur’ana göre hayatımızı düzenleyelim.

Göklerde ve yerde olanların tümü, Melik (CC), Kuddûs (CC), Azîz (CC), Hakîm (CC) olan Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ni tesbih eder.[1][1]

Allah-ü Teala (CC) Hz.leri yeryüzünde, gökyüzünde, uzayın derinliklerinde, toprağın altında bulunan herşeyin, kısacası mikro alemdeki ve makro alemdeki herşeyin tek Yaratıcısı’dır. İnsanın gözünü çevirip etrafına baktığında görebildiği ve çıplak gözle göremediği her yerde bulunan düzen, kanunlar, istikrarlı gidişat tamamen Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ne aittir. “Şüphesiz Allah (CC), gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz…”[2][2] Ayet-i Kerime’sinde ayetiyle bildirildiği gibi var olan tüm sistemin düzenleyicisi ve koruyucusu O’dur (CC).

Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ne karşı son derece aciz olan insanlar hata yapar, unutur, yanılır, gaflete düşerler. Aynı zamanda hem bedeni, hem ruhi yönden son derece eksiklik ve acz içindedirler. Ömürleri boyunca bedenlerine bakmak, yaşam sürebilmesi için ona sürekli ihtimam göstermek zorundadırlar. Bedenlerini biraz fazla çalıştırsalar, birkaç gün uykusuz, bir gün susuz bıraksalar son derece aciz bir duruma düşürmüş olurlar. Ancak insanların Yaratıcısı olan ve “en güzel isimlerin sahibi” olan Allah-ü Teala (CC) Hz.leri elbette tüm eksikliklerden münezzehtir. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin sonsuz gücü, yüceliği, aklı, ilmi Kuran’da tüm detaylarıyla insanlara bildirilmiştir: “Allah (CC)… O’ndan (CC) başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O’nu (CC) uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur (CC). İzni olmaksızın O’nun (CC) katında şefaatte bulunacak kimdir? O (CC), önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun (CC) ilminden hiçbir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O’nun (CC) kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. Onların korunması O’na (CC) güç gelmez. O (CC), pek yücedir, pek büyüktür.”[3][3]

Allah-ü Teala (CC) Hz.leri mahlukata benzemekten münezzehtir. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri yaradılmışların zatlarından, hallerinden, vasıflarından hiç birine benzemez. Mesela cisimlerin, zahiri hislerimizle bilebildiğimiz lezzet, renk, koku, soğukluk, sıcaklık, sertlik yumuşaklık… gibi bütün hallerinden; dert, tasa, sevinç, korku, hüzün, ızdırap, infial, tagayyür gibi nefsani keyfiyetlerinden veya her hangi bir şekilden, suretten, miktardan, zamandan, mekandan, tertipten, tecezziden, tenahiden ve bunlar gibi diğer bütün mahlûkatın şânından olan her hangi bir hal ve vasıftan, bir şeye benzemekten çok yüksek, çok uzaktır.

Bu ism-i şerif, temiz ve pak olmak manasına Kuds mastarından mübalağa siğasıdır. Her türlü ayıptan, kirden, pastan, lekeden, eksiklikten son derece temiz demektir. Uluhiyyete mahsus sıfatlardan Muhalefetini li’l-havadis sıfatına râci’dir.

İnsanoğlunda bulunan iki türlü sıfat: İnsan oğlunda bir takım haller ve sıfatlar vardır ki, onlar yüzünden sevilir, hürmet edilir. Yine bir takım haller ve sıfatlar da vardır ki, o yüzden yerilir, nefret edilir. Mesela halleri ve sıfatları kusurlu ve ayıplı olan, bilgisiz ve aciz insan sevilmez, herkes onlardan uzak kalmak ister. Bazı insanlar da yaradılışı itibariyle güzeldir, sözü sohbeti bellidir, bir şeyler bilir, bir şeyler yapar. Evvelkilere nakıs insanlar, ikincilere mükemmel insanlar denirse de, insanların da yine bir çok eksik tarafları bulunur. Mahlukun kusursuzluğu izafidir.

Mahlukat içinde her türlü ayıplardan, kusurlardan tam ve mutlak surette tertemiz bir varlık sâhibi bulunması imkânsızdır. Mahlukun kusursuzluğu, kendi aralarında ve birbirlerine nisbetle izafi ve mahduttur; bu itibarla en kıymetli insanlar hiç noksanı bulunmayan değil, pek az noksanı olandır. Böyle insanların fazileti, kemali daha çok olur ve bunlar, mensup oldukları âileler, memleketler, milletler ve hattâ bazan bütün insanlar için iftihar kaynağı olurlar.

Allah-ü Teala (CC) Hz.leri, insanlardaki kemal sıfatlarından da mukaddestir. İnsanlarda bulunup da nefret ve istikrah edilen sıfatlardan başka, insanların birbirlerine karşı üstünlüğünü ve kıymetini ifade eden ve insanlar tarafından kemal sıfatlar diye adlandırılan sıfatlardan da Allah-ü Teala (CC) Hz.leri münezzehtir. Gerçi bu sıfatların kemal sıfatlar diye adlandırılması, insanların kendi aralarında ve kendi hallerine göre doğru olabilirse de, Allah-ü Teala (CC) Hz.leri hakkında bunlar hep noksan sıfattır. Mesela ilim, kudret birer kemâaldir, fakat muhakkak surette Allah-ü Teala (CC) Hz.leri insanların bildiği gibi bilmekten, insanların yapabildiği kadar yapmaktan çok üstündür. Çünkü O (CC), kayıtsız şartsız her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter. İşte hakiki kemal sıfatı budur.

İnsanlar ise bir şeyi bilir, fakat bilmediği na-mütenahidir. Bir şey yapar, fakat isteyip de yapamadığı na-mütenahidir. Daha doğrusu Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin müsaade ettiği sınıra kadar bilir ve tâyin ettiği hududa kadar yapar. Ondan ilerisi kati bir acz… kati bir hiçliktir.

el-Kuddûs İsm-i Şerif’inin tek ve eşsiz olarak biricik sahibi, Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’dir. Her bakımdan mutlak kemal O’na (CC) mahsustur. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri zatında, sıfatında, efalinde, ahkamında, esmasında her türlü lekeden, eksiklikten uzak ve çok temizdir. O (CC) zatında veya her hangi bir sıfatında veya fiilinde veya hükmünde veya isminde mahlukundan birine benzemekten veya mahlukatından biri O’na (CC) benzemekten mukaddestir. O’nun (CC) zatı kadimdir, bakidir, sıfatları kamildir, ezelidir. Hiç bir fiilinde maddeye, müddete, yardımcıya ihtiyacı yoktur. Bütün hükümleri hikmetlidir. Kullar içinde baştan başa hayır, menfaat ve inayettir. O’nun (CC) isimleri de na-mütenahi kemalatını bildirdiği için en yüce, en güzel kelimelerdir.

İnsanların zatları, sıfatları, fiilleri, hükümleri, isimleri hep ayıplı ve kusurludur. Bir kere varlıkları mahduttur. Halleri, sıfatları da mahduttur. İşleri ivazlı ve garazlıdır. Hükümlerinin doğrusu olduğu gibi hatalısı da çoktur. İnsanlara müteallik manalar ifade eden, isimlerin ve kelimelerin de nihayet taşıdıkları manalardan fazla bir güzelliği olamaz.

Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin bütün varlığa hakim bir saltanat sahibi bulunduğunu bildiren el-Melik İsm-i Şerif’inden sonra el-Kuddûs İsm-i Şerif’inin getirilmesi, fikirleri yanlış yollara sapmaktan koruduğu için ne kadar uygun düşmüştür.

Allah-ü Teala (CC) Hz.leri, cisim sahipleri gibi bir yerde oturmaktan, bir yerde bulunmaktan, bir işi başkasına gördürmekten.. münezzehtir. O’nun (CC) her zerreye yakınlığı birdir. Her şeyi ilmiyle, kudretiyle kuşatmıştır. İkametgah, zaman, mekan mefhumları yaradılmışlarla beraber doğmuştur. Bu varlık yokken zaman ve mekan da yoktu, fakat Allah-ü Teala (CC) Hz.leri vardı.

**********************************************************

Kutsalı anlamak için öncelikle Allahın kuddüs ismini incelemeye  ve biraz da arapça dil bilgisine ihtiyacımız var ama öncesinde kısa bir giriş bilgisi ;

Al-i İmran 78. Ayet : Kitap ehlinden öyle bir güruh da vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip bükerler. Halbuki o, kitaptan değildir. «Bu, Allah katındandır.» derler; oysa o, Allah katından değildir. Allah’a karşı, kendileri bilip dururken, yalan söylerler.

İslam dünyasının en önemli sorunlarından birine  karşı kuran veciz bir ikazda  bulunmuş : Dillerini eğip bükmek deyişi ile ne kastedilmişdir ayrıntısını tefsir kitaplarına bırakalım. Ama burada benim değineceğim nokta münafıklar aracılığı ile islami kavramların içi boşaltılmış ve özünden başka bir şekilde anlaşılması sağlanmıştır.

Şimdi konuya girelim ;

Hepimiz biliyoruz ki Allahın Zati ve Subuti Sıfatları vardır. Zati sıfatlar kendinden başkasında asla olmayan , varlığı bilinen ama mahiyeti hakkında hiçbir şekilde fikir yürütülemeyen sıfatlarıdır. Varlığı da sadece Allahın bize bildirmesiyle bilinir.

İşte Kuddüs sıfatı da Allahın zati sıfatı olan Muhalefetun lil havadis kapsamında  yer alıyor.

İsra 85 : Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki: ruh rabbımın emrindendir ve size ılimden ancak az bir şey verilmiştir

Kuranın çeşitli ayetlerinde de Kutsal Ruhtan bahsedilmiş ama mahiyeti hakkında hiçbir bilgi verilmemiştir. Bazıları Cebrail demiş olsada kesin bilgi değildir. Hakikatini Allah bilir.

İnsan bilgisi olmadığı bir   şeyi  kendine benzeterek anlamaya çalışır ama bu noktada sapıtma başlar. Mesela kuranda insanın da zati sıfatları vardır Allah İnsana mümin, münafık , muttaki , adem , kafir gibi insana özgü zati sıfatlar takmıştır. Peki insanın yaptığı araba kafir olur mu, bilgisayar muttaki olur mu? Ama müttaki denince akla insan gelir araba gelmez. Demek ki zati sıfatlar esere geçmiyor.  Gavur icadi diyerek her halta karşı çıkanların ne kadar komik duruma düştüğünü bilirsiniz.

Kurana baktığımızda kuddüs olan tek varlığın Allah olduğunu anlarız . Ruhül kudüs kelimesi de geçer ancak onun mahiyeti hakkında kesin bir bilgi yoktur. Varlığı bilinir ama mahiyeti bilinmez.

Kutsallık yanlızca Allahadır , esere geçmez ,  Eğer kutsallık hakkındaki hükmü insana verdiğimizde sapıtma başlar. Mesela ;

İsayı Kutsar Allah yerine koyar

Kaseyi kutsar  insanı bırakır ona hizmet eder

Şeyhini kutsar oturduğu minderi öper  koklar, sonra resmini öper sonra heykelini diker

Binayı kutsar onun için savaşır

Davasını kutsal yapar sonra davasının karşısındakni öldürür çünkü ona göre kutsal değildir. Terörün kaynağı…

Partisini kutsal yapar oy vermeyenin imanından şüphe eder..

Devleti kutsar uğruna cinayet işletir.

Kendini kutsar Firavun olur.

Ne kadar mantıklı geldi değil mi?

Çünkü insan kutsalın ne olduğunu bilmez de ondan.. Çünkü bilemez, çünkü Allah bildirmemiş.

Şimdi gelelim Kuddüs ve Mukaddes sözlerine ;

Hani demiştim ya konu başında içi boşaltılmış kavramlar diye işte mukaddes ile kuddüs aynı şey mi diye tartışalım. Birisi ism-i Fail diğeri ise mefuldur.  Bu durumda meful fail yerine geçemez. Bunu Allahın Halık sıfatı ile karşılaştırısak mahluk halık mıdır sorusuna muhatap oluruz. Cevap hayır olacağı için Kutsal ile kutsanmışın arasındaki farkı da anlayabiliriz.  mukaddes olmak için kuddüsün olması şarttır. Ama mukaddes kuddus değildir . Kutsala hizmet eden araç  mukaddes olabilir ama kutsal değildir.  Mesela yukarıda bahsettiğim araba örneğine bakabiliriz. Aracı kafir de yapsa onu alan müslüman Allah yolunda kullanırsa mukaddes olur , yoksa lüks ve şatafat için kullanırsa mukaddes olmaz.

Daha düşük bir örnek verirsek , insan öğrenir , yazı yazar , yürür , dinlenir bunların hepsi insana verilmiş bir özelliğin yansımasıdır ama hiçbiri tek başına insan değildir. İnsanın uyuması Allahı temsil eder mi? Belki Rahmet sıfatını temsil eder ama tek başına Allahın zatına gitmez.

İşte mukaddes ile kuddüs arasındaki farkı bilmem anlatabildim mi..

Bunlar en doğru açıklamalar değil ve olamaz elbette.. Ancak müslümanların araştırması gereken dünya kadar felsefi konu var. Allah da düşünün derken bunu istemiyor mu?

Dolayısı ile Beytül makdis (Kutsanmış Ev) yada kutsal ev hangisi yakışır ? Kutsal mıydı değilmiydi demek yerine kutsanmışmıydı kutsanmamışmıydı demek daha doğru olacak.

İnsan neden bir şeyi kutsal yapar diye sorduğumuzda , Hristiyanların örneğinden ders alabiliriz; Menfaati olduğu şeyi kutsal yapar… Kutsalın ne olduğunu kendi de bilmediğinden işleri iyice karmakarışık eder.

İşte demek istediğim şey Filistindeki müslümanların durumunu kutsal üzerinden değil de insan hakları üzerinden tartışırsak olayı bir taş binaya indirgemeden Allahın yarattığı İnsana yükseltgersek ortada söylenecek lafımız da olur, çözümümüzde olur.

Filistin tarihini sondan başa doğru taradığımızda  kudusun kutsanmasındaki en önemli faktörün siyasal iktidarı elde etmek olduğu açıktır. Bugün 20 yaşını dolduran her müslüman kendine şu soruları çok rahatça sorabilir ;

1- Filistinliler torpraklarını iyi fiyata İsraile satarken de Kudus kutsalmıydı

2-  Şeyh Şerif Hüseyin Filistinin Osmanlıya isyanını organize  ederken de Kudus kutsalmıydı? Bugün nasıl bir oyuna geldiklerini anladıklarında mı Kudus tüm müslümanların kutsal davası

olmuştur?

3-Geçmişte kendini halife ilan yöneticilerin  birbirlerine rekabeti uğruna bu topraklarda insan öldürmeleri de kutsal sayılır mı? Kabeyi ziyaret etmeyi yasaklayıp da kudusu kutsayıp paralel kabe ilan eden halifenin hayatını araştırmanızı tavsiye ederim.

Son 150 yıl içerisinde İslam devleti olacaksınız diyerekten Osmanlıya isyan ettirilen toplumların bu gün içine düştükleri oyunun farkına varmalarını beklerim. Ayrıca günümüzde de müslümanları yine  bu tarz isyanlarla politik maşa durumuna  düşürme çabalarının yakın tarihle benzerlik sergilediğine dikkatinizi vermelisiniz. Osmalının zayıflama dönemlerinde tarikat şeyhlerinin ağırlığı yadsınamaycak kadar fazladır.

****************************************************************

İsm-i Azam olarak KUDDÛS ve Kudsîler. . .

Pırlanta Yazılar

Yazdır

KUDDÛS: Kuddûs, temiz, ayıplardan ve noksanlıklardan münezzeh, fazilet ve güzel sıfatlardan dolayı öğülen manasına mübâlağa sigasındadır.

Istılahta ise; Kuddûs denilince, Yüce Allah’ın isimlerinden birisi akla gelir ki, bu isme göre O, zatına yakışmayan her şeyden münezzeh, bütün vasıflarda en mükemmel, tahdîd ve tasvire sığmayan, öğülmeye lâyık kemâl, fazilet ve güzellik sıfatları kendisinde olandır.

Kur’ân-ı Kerîm’de Kuddûs kelimesi, Yüce Allah’ın ismi olarak iki yerde el-Melik ismiyle birlikte geçmektedir (bk. el-Haşr, 59/23; el-Cum’a, 62/1). Ayrıca bir yerde de, Allahü Teâlâ’nın meleklere insan neslini yaratacağını bildirdiğinde, onların”… Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa Biz seni hamdinle devamlı takdis ediyoruz, noksan sıfatlardan tenzih ediyoruz… ” şeklindeki cevaplarında “nukaddisu” kalıbıyla zikredilmektedir (el-Bakara, 2/30). Burada da aynı luğât ve ıstılâh anlamlar sözkonusudur.

Kendisini Kuddûs olarak isimlendiren Zât, elbette kutsiyetin hem yegâne kaynağı hem de yegâne belirleyicisidir. İslâm literatüründe, mukaddeslik bir kaç farklı seviyede ele alınabilir. Birincisi, Cenâb-ı Hakk’ı takdis ki, inkar eden, isim ve sıfatlarını hafife alan kafir olur. Allah’ın katî emir ve yasakları da bu kabil mukaddeslerdir. Bir kısım mukaddesler ise, mübarek, bereketli manasına ki, Mekke ve çevresinin, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’nın mukaddesiyeti gibi. Bir kısmı ise, hürmete layık, yasaklarına uyulan manasına ki, müminlerin canları, malları ve namusları gibi.

Bunun yanında, “Mukaddes Azap”, “Mukaddes Göç”, “Mukaddes Vazife”, “Mukaddes Hizmet”, “Mukaddes Sefer” gibi daha pek çok şeye mukaddesiyet izafesi Allah’ın mukaddes saydığı şeylere vesile olması, onların bir yönünü temsil ediyor olması yani yine mukaddeslerle yakın irtibatı sebebiyledir. Bir şey izâfî bir kudsiyet elde edecekse, o da kudsî bir şey sayesinde olacaktır.

âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Azam veyahud İsm-i Azam’ın altı nurundan bir nuru olan “Kuddüs” isminin bir cilvesi Şaban-ı Şerif’in âhirinde, Eskişehir Hapishanesi’nde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhurla, hem vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki, gördüm: Bu kâinat ve bu Küre-i Arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i Arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz, zâhirî bulunsa da, çabuk bir istihâle makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zat, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde müzahrefatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde, temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor. Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki pâklık, safilik, nuranîlik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüzbin milletleri Arz’ın yüzünde boğulacaklardı…(30.lem’a,1.Nükte)

Hz Ali (ra ) efendimizin İsm-i Azam olarak tespit ettiği “ Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddüs” isimlerini şefaatçi kabul ederek yapılan “ Tahmidiye ” duasında da yer alır.

Dua bir müminin kulluk borcudur ve her şeyin sahibi olan Allah’ı hatırlama ona yakarmadır.Duada çok büyük sırlar var.Esma-yı hüsnanın her biri ayrı ayrı tecelliye sahiptir. Bir tecelli diğerine karışmaz. Vesveseden helak olanların çalışması gerekli olan esma “Ya Kuddüs” dür. Çünkü bu esma vesveseyi yakıp yok eden her türlü kiri pası temizleyen bir tecelliye sahiptir.

Dua için başta ve sonda bir miktar estağfurullah çekilmeli (70), sonra da efendimize salatu selam getirilmeli (11),ortasında vesveseye maruz kişi 170 defa “Lailaheillallahul Kuddus” çekip vesveseyi Allah’tan yok etmesini dileyip” buna kırk gün kadar devam etmelidir.

Gökyüzü nuraniyeti, yeryüzü temizliğini “Kuddüs” ismiyle tefekkür edenin kalbi temiz olur, zihni nurani; davranışları günahtan uzak, bakışları harama yaklaşmaz, konuşmaları kirlenmez…
Her yönden, her koldan saldıran günah kirliliğine, şüphe bombardımanına, vesvese saldırılarına, uyutucu uyuşturucu zevk kuşatmalarına nasıl mukavemet edilir? “Kuddüs” ismi diğer esma ile beraber okunduğunda – kâinat yüzünde, hayat akışında, hadise dalgalanmalarında – ancak mukavemet edilir…

Aklı, kalbi, latifeleri “Kudüs” ismi ile şüphe ve günahlardan her sabahta ve akşamda temizlemedikçe dünyevilerin deni işlerine, gündem bombardımanlarına takılmamak, alet olmamak elde değil…

Kudsîlere gelince;

Evvelâ, Allah’ın bizleri kudsîlerden kılmasını, sonra yaptığımız şeylerin kudsîlerin yaptığı şeylerden olmasını dileriz. Bunlar, O’nun ayrı ayrı lütfedeceği hususlardır. Evet, aczimizi, fakrımızı şefaatçi yapıp bunları O’nun engin rahmetinden talep etmeliyiz. Yani, hizmetin neticesini bekleyeceksek, ilim ve iktidarımızla değil, ihtiyacımızla bekleyeceğiz. Rabbimiz aczimize, zaafımıza merhamet buyurup bizi, göz açıp kapayıncaya kadar nefsimizle baş başa bırakmasın!.

Kudsîler, geçmiş kitabların doğru haberleri, iddialı kehanetlerin ürperten işaretleri, inşirah veren kerametlerin ümit dolu beşaretleriyle son dönemde yolu gözlenenler… Yıllar var ki, insanımız, bilerek veya bilmeyerek, gözlerini doğuş beklediği ufuklara dikti ve onları bekledi.. onlarla avundu, onlarla teselli oldu.. onların geleceğine dair ümidini yitirince de hazana Uğramış yapraklar gibi sararıpsoldu ve dört bir yanda savrulup durdu. Onlar, yıllar ve yıllar gönüllerimizde kurtuluş sabahının ışık melekleri olarak yaşadı ve ruhlarımıza güç, iradelerimize de fer oldular. Onlarla va’dedilen şeyin gerçek kuvvet ve inşirahı olmasaydı, milletçe ulaşdığımız şu andaki noktayı elde etmek için daha seneler isterdi; bana belki de hiç mümkün olmazdı.(Kudsîler ve Hakîkatın Elmas Kılıcı)

Zaman er-geç kayıp ilâhî takdirdeki yörüngesine oturacak.. dünya yeniden şekillenecek ve cihanın çehresi bir kez daha değişecek. Ve tabiî bütün bunlar, zamana hakîkî derinliğini kazandıran kutsiler sayesinde gerçekleşecektir. İman ve aksiyon dinamizmini harekete geçirerek yeniden bir inanç, sevgi, aşk, mantık ve muhakeme devri başlatacak olan kutsilerle. İmanları dağlar gibi metin, ümitleri her zaman fevkalâdeliklerle iç içe, hiçbir güç ve kuvvetin “pes” ettiremeyeceği kadar ilâhî inayetlerle destekli, bir o kadar da bunun şuurunda olan bu esâtirî kahramanlar, bin bir ızdırap içinde kıvranan ve her gün daha bir derinleşen iştiyak ve beklentilerle, milyonların, problemlerinin çözümünde kendilerine bel bağladığı son ışık süvarileridir. Öyle ki bunlar, duyulup hissedildikleri her yerde ruhlarda heyecan ve gönüllerde de sonsuzluk duygusu hasıl edecek.. senelerden beri bütün beklentileri boşa çıkmış ve ciddi bir ruh sefaleti içinde inleyip duran, inleyip dururken de her zaman bir Heraklit bekleyen yığınlar, bu Mesih solukluları duyunca, sûr sesi almış gibi yeşerecek bir “ba’sü ba’del mevt”e yürüyecektir.((Kudsilerin Rolü ve Geleceğin Dünyası)

Bu kudsîler her zaman, çevrelerinde bulunan veya uzaktan onlara koşan milyonların sükût ve tasvibi içinde, ışığa açık kalplerinde yeşerttikleri hisleri, sanki yalnız kendileri adına değil de, gelmiş-geçmiş ve gelecek bütün kudsîler hesabına ifade ediyormuşçasına coşkun ve engin bir mesuliyet duygusuyla, seslerini daha bir tiz perdeden duyurmak ve daha güçlü haykırmak isteyecek ve tâkâtlarının son haddine kadar âvâzlarını yükseltip ruhlarının derinliklerindeki mânâları, mezardakilerine bile duyuracak şekilde gürleyeceklerdir.(Kudsilerin Vasıfları)

Bilindiği gibi Seyyidina Hz. Mesih, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve cemaatini “kudsîler” sözüyle müjdelemiştir. Kudsîler; mukaddesler, yani dünyanın isine pasına, kirine küdûretine girmemiş ve eteklerine “belva-i âmm” nev’inden dahi olsa pislik bulaşmamış ve tabiî dünya karşısında hiçbir zaman yenik düşmemiş insanlar demektir.

Bu, onların hata ve günah işlemeyecekleri şeklinde anlaşılmamalıdır. Hata ve günah Seyyidina Hz. Âdem’le beraber doğmuş ve âdeta onunla tev’em (ikiz) gibidir. İşte insanoğlu da, atasıyla beraber doğan bu hatayı tevarüs etmiş, o gün-bugün de bu beraberliği sürdürmektedir. Daha doğrusu bu, Allah’ın bir kanunudur ve onu aşmamız da mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlü: Herkes hata işler; der ve bu meseleyi hatırlatır.Ama önemli olan, hatanın nasıl giderilip, nasıl aşılacağı hususudur. Buna da şu sözüyle işaret buyurur. “Hata edenlerin en hayırlısı, hata ettikten sonra hemen tevbe ile onu silmeye çalışandır.”

Bu açıdan biz “mukaddes”, “pak”, “nezih” sözleriyle hiç gü­nah işlememişi kasdetmiyoruz; bu sözlerle biz, hayatlarını Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsile vakfetmiş, adamış; düştüğünde doğrulmasını bilen, uzaklaştığında yakınlaşma yollarını araştıran ve gözlerini açıp kapayıp rıza-i ilâhîyi arzulayanları.. ve i’lâ-yı kelimetullah adına, yani Allah’ın yüce adının dört bir yanda bay­rak gibi dalgalanması uğruna lâzım gelen her şeyi yapanları ve bu yolda her fedakârlığa hazır olanları kastediyoruz.

Zaman zaman bunlar da düşebilir, bunlar da kendi çizgilerinden uzaklaşabilir, ama onları diğerlerinden ayıran özellik, istemeyerek içine düştükleri durumun içinde uzun süre kalmamalarıdır. Düşer düşmez hemen kalkıp Seyyidina Hz. Âdem gibi: “Rabbimiz, kendimize zulmettik.” (A’râf sûresi, 7/23) veya Seyyidina Hz. Yunus b. Metta gibi: ل “Senden başka ilâh yoktur, Sen münezzehsin, şüphesiz ben haksızlık edenlerden oldum.” (Enbiyâ sûresi, 21/87) deyip, nefsin zulmünden Cenâb-ı Hakk’a sığınmalarıdır.. evet, kudsîler, her zaman Allah’ı takdis ve tenzih eder, her şeyi netice itibarıyla O’na bağlarlar. Ve böylece her hâllerinden Cenâb-ı Hakk’ın nazar-ı merhametini kendilerine celb ve cezbetmesini bilirler. Tabir-i diğerle, acz, fakr, zaaf ve ihtiyaçlarını ortaya koyarak, bazı velilerin, “Ben senden hiçbir şey istemiyorum, hâlime bak, neye muhtaç isem onu lütfeyle!” dedikleri gibi “La ilahe illa ente subhaneke innî kuntu minez-zalimîn.”derler.

Kudsî, aynı zamanda, paklığa hırslı; günahtan kaçan ve günahtan kurtulduktan sonra da, yeniden ona dönmektense, ateşe girmeyi yeğleyen insan demektir. Şirki izâle ve yerine tevhidi ikame etme böyle birinin en yüce mefkûresi, en büyük gaye-i hayalidir. Onun için Seyyidina Hz. Mesih, yeryüzünü şirkten, şirkin levsiyatından temizleyecek olan ve ahir zamanın en güçlü cemaati bulunan Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) cemaatine “kudsîler” demiştir.

Kudsîlerin iki dönemi vardır. Biri, Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlayan ve o döneme ait ani’l-merkez güçle değişik dönemlerde zirveleşen, devletler hâline gelen ve devletlerin mülk ve saltanatında âdeta hilâfetin şehbalı şeklinde kendini gösteren aslî tecellî ve küllî zuhuru; diğeri de, ahir zamanda yine Hz. Sâdık-u Masduk’un bişareti ve müjdesine binaen, son bir kere daha Müslümanların, olmaları gerektiği ölçüde var olmalarıdır.

Bu açıdan, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinin, “kudsîler” sözcüğüyle yâd edilmesinden, ahir zamanda bu ikinci dirilişi temsil edenler de nasiplerini almaktadırlar. Birinci durum itibarıyla kudsîler, تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ “Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları onlara…” (Bakara sûresi, 2/134, 141) âyetinin ifadesiyle gelmiş, vazifesini eda etmiş ve gitmişlerdir. Şimdi onlarla bizim münasebetimiz, onları hayırla yâd etmek, bizlere bıraktıkları eserleri geliştirip değerlendirmeye çalışmaktır. Bu konuda bizi daha çok alâkadar eden hususa gelince, o, bu ikinci kudsîliğin çok iyi değerlendirilmesi mevzuu olsa gerek.

Kudsîler denince akla, ahir zamanda imana ve insanlığa hizmet gibi ulvî bir mefkûreyi yeniden omuza alan ve gezdiği her yere, tıpkı Hızır’ın gezdiği yerler gibi canlılık götüren bir umumî ihya hareketinin mümessilleri gelmelidir. Şimdiye kadar çokları bu tabirleri kullandı. Meselâ, merhum Mevdudî “İslâm’da İhya Hareketleri” kitabıyla bu umumî “ba’sü ba’de’l-mevt”i anlattı, hatta Hz. Mehdi’nin hareketini de, bu ihya hareketinin önemli bir buudu olarak ifade etti.

Tabiî en büyük ihya hareketleri nebilerle temsil edilmiştir. Şu âyet meali, bu hususu tasdik ve teyit eder mahiyettedir: “Allah sizi hayata mazhar etmesi, diriltmesi, (yani bir ba’sü ba’de’l-mevte mazhar kılması) için O ve Peygamberi sizi çağırdığı zaman, o çağrıya icabet edin!” (Enfâl sûresi, 8/24) Evet çağrıya icabet edin ki, ruhta, mânâda, gönülde, vicdanda, histe, duyguda, düşüncede, mantıkta, muhakemede… hâsılı her hususta dirilesiniz. Bu açıdan denebilir ki, en çaplı ihya hareketleri peygamberlerle temsil edilmiştir ve onlardan sonra bu hareketi temsil edenler de kudsîlerdir.

Kudsîlerin hizmetlerinde ve hayatlarında sohbetlerin önemli bir yeri vardır.

Kudsîlerin hayatında en önemli hususa gelince, o da bir yerde oturarak, kalkarak, düşünerek, konuşarak, mev’ize ve sohbetlerde bulunarak bu arkadaşlığı derinleştirmektir.

Geçmiş kitaplarda Hz. Mesih’in etrafındakilere “Onun çırakları” denir. Seyyidina Hz. Musa’nın etrafındakilere de “Onun talebeleri, çırakları” ifadesi kullanılır. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, Allah Resûlü’nün cemaatini ele alırken, “Ashab” sözünü, yani sohbetten gelen bir kelimeyi kullanmıştır. Zaten Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de onlara “Ashabım” demiştir.

Meseleye bu zaviyeden yaklaşılacak olursa “sohbet” çok şümullü bir kelimedir, hatta her türlü nasihat ve irşad da bu sohbet mânâsına dahildir. Diğer taraftan kudsîlerin sohbeti, yüce bir gaye ve ideal etrafında örgülenmektedir. Yani onların bir araya gelişi, sıradan bir araya geliş değildir; gayeli ve hedefli bir beraberliktir. Bu sebeple, insanların bir kahvede, bir sinemada, bir tiyatroda veya turistik bir gaye ile çıkılan yolculuklarda bir araya gelmeleri, beraber yiyip içmeleri, konuşup görüşmeleri ile, yukarıda çerçevesini belirlemeye çalıştığımız kudsîlere ait sohbet ve arkadaşlığın birbirine karıştırılmaması icap eder. Onun için de, kudsîlerin “sohbet”ini daha özel mânâda ele alıp öyle değerlendirmek gerekmektedir.

Sohbet, duygu ve düşüncelerini karşılıklı müzakere ederek bu duygu ve düşüncelerde derinleşmeyi hedef alan insanların kurdukları arkadaşlıktır. Zaten hadiste de “tezâkür” ifadesi kullanılır ki, o da bu mânâyı teyit etmektedir. Bu arkadaşlıkta her zaman bir ülkü ve ideal birliği söz konusudur ve yürekler aynı duygu ve heyecanla, hep aynı meseleler etrafında çarpmaktadır. Böyle bir beraberlikte tam bir vahdet-i ruhiye söz konusudur. Aralarında aynı heyecan yaşanmakta; başkalarının lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olunmaktadır. Durum böyle olunca, tehlike anında ayrılıp giden, zoru görünce bulunduğu yeri terk eden insanların bir araya gelişi, kesinlikle bizim tarif ettiğimiz şekilde bir arkadaşlık değildir. Ona dense dense “yığın” denir…

Bu itibarla, uzun zaman isteyen ve uzun zaman istemesi itibarıyla da ciddî bir sabrı gerektiren, peygamberâne azimle ancak aşılabilecek büyük meselelerde, her sene elli defa planı, sistemi, düzeni bozulsa “yeni baştan” deyip, ülke ve ülküsü adına beraberliğini sürdürmeyenler gerçek arkadaşlık ufkunu yakalayamazlar. Zaten her türlü mücahedede, mücadelede, kendini bulmada, özüyle bütünleşmede, ahirette ebedî saadete liyakat kazanmada, Allah’ın rızasını yakalamada ve Cennet’te bir başak hâlinde çıkabilmek için, burada sağlam bir tohum hâlinde toprağın bağrına düşüp rüşeyme yatmakta beraberlik söz konusu değilse, bu arkadaşlık ötede devam etmez ki, burada da bir kıymeti haiz bulunsun.

Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle bir husus anlatılır: Yeni bir ölüm hâdisesi vuku bulduğunda, daha önce vefat eden dost ve akrabaları onun başına toplanır ve dünyadaki dostları, yakınları hakkında ona sorular sorarlar. “Falan nasıl, filan nasıl?” diye uzayıp giden bu sorular karşısında, berzahın yeni misafiri, bazen: “O daha önce vefat etti. Size uğramadı mı?” der. Bunun üzerine diğerleri işi anlar ve üzüntülerini dile getirirken: “Bize uğramadığına göre, demek ki onu uğursuz bir yere götürdüler!..” derler.

Evet, orada, dostluğun devamı, buradaki beraberliğe bağlıdır. Pek çok âyet ve hadis bize bunun böyle olduğunu ve olacağını hatırlatmaktadır. Ezcümle: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” mealindeki hadis-i şerif, gayet kısa, veciz ve câmi bir ifadeyle, bu hususu teyit ettiği gibi, mealini vereceğimiz şu âyet de aynı hususa parmak basmaktadır:

“Kim Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse, işte onlar, Allah’ın nimetlendirdiği peygamberler, sıddîkler, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlar da ne güzel arkadaştırlar!” (Nisâ sûresi, 4/69)

Bu açıdan bizim arkadaşlığımız enginliklere açık, zengin ve çok derinlikleri olan bir arkadaşlıktır. O aynı duygu, aynı düşünce, aynı davayı kucaklayan ve aynı şeyleri paylaşan insanların bir araya gelmeleriyle gerçekleşen, Zât-ı Ulûhiyet’i müzakere, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu yâd etme, tevhid, tehlil, tesbih, tahmidle derinleştiren bir sohbet arkadaşlığıdır. Nasihat da bu sohbetin hayatî ve çok önemli yanlarından biridir. Ukbâ buudlu bu beraberlik öyle bir arkadaşlıktır ki, kabir bu arkadaşlığı engelleyemez, ölüm bu arkadaşlığın arasına giremez. Evet, “Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenubta, birimiz şimâlde, birimiz dünyada, birimiz ukbâda olsak yine beraberiz.” mülâhazası etrafında gerçekleştirilen bir arkadaşlığa dünyada hiçbir şey mâni olamaz.

Böyle bir arkadaşlığın engin ve zengin buudlarından biri de, uyarma ameliyesidir. Yani, arkadaşının yanlış yaptığını gördüğünde onu ikaz etmesidir. Buzda gezen adama, “Aman dikkat et! Buzda geziyorsun, kayıp düşebilirsin!” derler. Aynen öyle de, başı dönen, bakışı bulanan, kaymak üzere olan bir arkadaşına; “Aman buradaki kaymalar öteki kaymaları netice verebilir!” deyip kardeşlik ve vefanın icabını yerine getirerek, onu tutup düşmesine meydan vermeme bizim anladığımız böyle bir arkadaşlığın gereğidir. Allah Resûlü böyle bir arkadaşlığı kâmil mânâda gerçekleştirdiği için, O’nun cemaatine, “Cemaat” değil “Ashab” denmiştir. Yani o sohbet halkasına giren, O’nun sohbetindeki enginlikleri yaşayan, meselenin nasihat ve mev’ize yanından da yararlanan, zikir ve fikirle Allah’a yaklaşma yolunu bulan, arkadaşlığın ebedîlik vetiresi felsefesini, yani burada girilen bu yolun ötede de devam edeceği gerçeğini kavrayan kimselerle O’nun arasındaki münasebet bir arkadaşlık münasebetidir.

Bir de geçmiş kitaplarda bazı işaretler var. Ahir zamandaki dirilişin önemli bir yanını mev’izeler teşkil edecek diye.. evet, ahir zamanda ümmet-i Muhammed’e diriliş üfleyecek zevatın önemli unvanlarından biri de “Nâsih” unvanıdır. Bu yönüyle de nasihat buudlu, mev’ize derinlikli sohbetler çok önemlidir.

Gerçi geçmiş kitaplardaki şeyleri ayniyle kabul edemeyiz ama, mesele bizim Kitab’ımıza muhalif değilse, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhayyer bırakmasına dayanılarak mülâhaza dairesi açık bırakılabilir.(Kudsiler ve Sohbet-Prizma)

*************************************************

el’KUDDÛS O, hissin idrak ettiği, hayâlin tasavvur ettiği, vehmin ileri atılıp tahayyül ettiği, vicdanın ihtilâç ettiği tefkirin tasarladığı her vasıf (nitelik) den münezzeh ve nıüberradır…   .

O’nu vasf ederken; o, ayıp ve noksan sıfatlardan münezzehtir   demedim, çünkü böyle bir söz edebe ay-

esmA-1 hOsnA şerhi

85

kın düşer.. Zira böyle bir ifade, ülkenin kiralını vasf eden kimsenin: «ülkemizin kiralı, mühür kazıya, kan alıcı değildir!» sözüne benzer.

Şurası da muhakkaktır ki, bir şeyin mevcut olmasını nefy etmek (yoktur demek) o şeyin var olmasının mümkün olduğunu vehm ettirir.

Böyle bir vehim de -Vacib-i Tealaya- noksanlık is-nad etmeye yol açar. Onun için O’nu vasf ederken de-Jdim ki: O, bir çok kimselerin mükemmel olarak kabul ettiği veya sandığı vasıflardan münezzehtir.. Çünkü o ‘insanlar, önce kendilerine bakıp niteliklerini tanıdılar.. Tabiî ki, bu nitelikler içinde mükemmel olanı mevcud olduğu gibi noksan olanlar da mevcuddur.

Onlar, ilim, kudret, duyma, görme, konuşma, irade gibi vasıflannı mânalarının hizasına koyarak işte bu kemâl sıfatlardır, dediler.

Kendilerine göre, cehalet, acizlik, körlük, sağırlık, dilsizlik gibi noksan olan sıfatlan da mânalarının hizasına koyarak noksan saydılar.

Sonra Allah’ı övmek istedikleri zaman kendi ölçüleri dahilindeki mükemmel sıfatlarla tavsif ettiler ve noksan sıfatlardan tenzih ettiler. Oysa Allah kendi nefislerinde kemâl sıfatlar olarak tanıdıkları sıfatlardan da, kendi haklarında noksan kabul ettikleri sıfatlar-, dan da münezzeh ve müberradır. Hattâ yaratıklar için tasavvur ve tahayyül edilen her türlü sıfatlardan da münezzehtir. Çünkü O, onların hiç birine benzemez, hiç bir şey de O’na menend olamaz!..

Bu konuya dalma ve izah etme olmasaydı zaten bu konuya girmezdim, teeddüp ederdim. Bunu, mukaddimeler bölümlerindeki dördüncü bölümde gayet açık olarak izah ettim, tekrarına lüzum görmüyorum..

86

 

TENBÎH :

Kulun takdisi, ilim ve iradesini tenzih   etmesidir İlmine gelince: Onu, bütün muhayyelât, mahsusat (his edilenler), Mevhûmat  (vehm    edilenler)   ve behîmi sıfatların iştirak ettiği her şeyden tenzih etmesidir.

. İradesine gelince, onu, şehvet, öfke, yemek, içmek, evlenmek, giymek, dokunmak, bakmak gibi beşerî lezzet  ve sıfatlara müncer olan her türlü sıfatlardan tenzih etmektir.

İşte  kul, böyle olunca ancak Allah’a yaklaşabilir. Onun kalbi her zaman için Allah’la beraber olabilir. O-nun Allah’dan başka hiç bir şeyde hazzı, Allah’a kavuşmaktan başka hiç bir şeyde şevki, Allah’dan gayri hiç ; bir nesnede sevinç ve neşesi kalmaz!.. O’na Cennet bü- ¦ tün nimetleri ile verilse, hiç birine iltifat etmez. Sahip-‘ siz evi ne yapsın o?.. Hülâsa: Kul, hissî, hayali ve hayvanı olan temayüllerden kurtulduğu gün ruhen kemâle ermiş olur.

Müridin celâleti, muradının celâletiyle ölçülür. Bütün gayesi karnına giren şey olursa, kıymeti de ondan çıkan şey kadar olur…

Allah’dan başka gayesi olmayan kişinin   derecesi,

himmetine göredir..

İlmi, mahsusat, mütehayyilât derecesini geçerse, iradesi şehvet icablarmdan arınırsa Hazretil – Kuds’un sevgisine mazhar olmuş demektir… (Gazali)

*********************************************

Otuzuncu Lem’a-Birinci Nükte-Kuddüs isminin nüktesine dairdir

Bismillâhirrahmânirrahîm

[Linkleri Görebilmek için Üye olmanız Gerekmektedir.Üye olmak için Tıklayınız.]

İsm-i Âzamın altı nüktesini altı isimle açıklar.

 

Birinci Nükte

 

Kuddüs isminin nüktesine dairdir. Kâinat fabrikasının bu cilve ile temizlenmekte olduğunu îzâh eder.

 

İsm-i Kuddûs’ün bir nüktesine dairdir.

 

Bu Küddûs nüktesi, Otuzuncu Sözün Zeylinin Zeyli olması münasiptir.

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ – وَاْلاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ

: yeri de döşeyip düzenledik. Biz ne güzel donatıcıyız ! Zâriyât Sûresi, 51:48.

âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Kuddûs isminin bir cilvesi, Şaban-ı Şerifin âhirinde, Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlâhiyeyi kemâl-i zuhurla, hem vahdet-i Rabbâniyeyi kemâl-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki, gördüm:

Bu kâinat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler muzahrafatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur.

evet, evlerde otellerde misafirhanelerde,

daima bir yerden kirlenme vardir,

bos luzumsuz esyalar birikir, temizlenmesi, bosalmasi gerekir, temizlenme olmazsa o fabrika calisamaz hale gelir

Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zâhirî bulunsa da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir.

evet kardesler, biz camasir makisnesini biliriz, esyamizi atar kirlenen camasirlari orada yikariz

ama camasir makinasindan daha ustun bir makinadan bahsediyor ustad hz.

Oda istihale makinasidir, tabiatta olan ve hergun calisan makina, belki milyarlarca yildir boyle calisiyor

istihale makinasi= temizlik makinasindan daha ustun,

bu mesela elma yiyoruz kabugunu soyup atiyoruz ,

eger o kabuk ve esik bozulup bakteriler tarafindan parcalanip,

ana maddelerine ayristirilmasa,

topraga karistirilmazsa, yuzlerce yil oyle birikebilir

agaclardan dusen butun yapraklar, ve olen canlilar hepsi ayni sekilde birikilrlerki

yer yuzu temiz kalamazdi bu durumda

tabiat ayni zamanda oyle bir istihale makinasidir ki , olen varliklar, kurumus yapraklar artik madeler hemen ana maddelerine cevrilir, topraga donusturulur

ve yeniden kullanilabilecek hale getirilir

mesela kullandigimiz su,

en luzumlu ihtiyacimiz olan ve tabiatta en cok hizmet eden su maddesi

eger surekli temizlige tabi tutulmazsa

tabiaatta suzulmezse, biz onu kullanamazdik

degil onunla temizlik yapmak ondan faydalanamazdik bile,

halbuki gordugunuz gibi atik sular simdilerde sehirlerin atik sulari aritan tesisleri kuruldugu gibi Cenabi Hakta tabiatta atik sulari akitan bir istihale makinasini yuzyillardir kurmus, calistiriyor

ve kirlenen sular hemen buharlastirilip, tertemiz nezih bi sekilde goge buhar halinde cikartiliyor ve ondan sonra yukaridan tertemiz su olarak yer yuzune indiriliyor

Demek bu fabrikaya bakan Zât, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi=temizligi seven bir Sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde muzahrafatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor.

Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki paklık, sâfilik, nuranîlik, temizlik, mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı. Ve semâvâtın fezasında tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvânâtın başlarını, belki küre-i arzın başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı, dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı. Ve bizi bu vatan-ı dünyevîmizden kaçıracaklardı. Halbuki, eskiden beri o yukarı âlemlerdeki tahrip ve tamirden, medar-ı ibret olarak, yalnız birkaç semâvî taşlar düşmüşse de, hiç kimsenin başını kırmamış.

Mesela uzay boslugundan gezegenimize dusen yildiz

parcalari atmosferde yanarak kuculuyorlar ve yere dusmeden yanlis bitmis oluyorlar

koca kutleler halinde dusselerdi biz yer yuzunde yasiyamazdik

daglar buyuklugundeki taslari basimiza yagdirabilirlerdi,

ve bizi bu dunya dedigimiz vatanimizdan kaciracaklardi.

Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri

ve döğüşmeleri yüzünden, yüz binler hayvânat milletlerinin

cenazeleri ve iki yüz bin nebâtâtın taifelerinin enkazları, ber

ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki, zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak, belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı.

Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın ve bu tuyur-u semâviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki, âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.

yaratan Allah bu alemi bir fabrika gibi calistiriyor surekli temizleyip temiz tutuyor

demek bu alem dedigimiz genis saray ve bu kainat dedigimiz genis fabrika ,CENABI HAKKIN Kuddus isminin, temiz pak nezih isminin, cilvesine mazhardir

yani onun fiiline icraatina hedef olur

mazhar olur

ve kudsi temizlemeden gelen emirleri ,degil yanliz denizlerde, et yiyen hayvanlar, et yiyen kartallar, karalarda bocekler gibi, cenazeleri toplayan sihhiye memurlari gibi, onlarda bu gorevi yerine getiriryorlar

cenabi hak adeta diyorki

Ben guzelim guzel olani severim

Ben temizim temiz olani severim

temizlik isterim ben yaratigim bu fabrikada

temizlik isterim ben su alem sarayinda

evet, bu yeryuzunu temiz tutun

Benim memleketimi temiz tutun, ilahi emrini bizde akan kanin icinde al yuvarlar ak yuvarlar dahi dinleyip , bedenin hucrelerinde temizlik yapiyorlar

kanimizin icerisinde al yuvar akyuvar dolasiyor,

hem gida yetistiriryor hucrelere, hemde hucrelerin enkazlarini artiklarini toplayip akcigere getirirp, bobreklere goturup heryerde temizleyip suzuyor

nefesimizde o kani tasfiye eder, temizler

demek, vucudumuzda pek cok temizleme merkezleri var

ve o emri, goz kapatlari gozlerimizi temizlemek ve sinekler kanatlarini supurmek icin dinledikleri gibi, koca hava ve bulutta dinler

goz kapaklarimiz gozumuzu siliyor temizliyor

Allahin verdigi bu emirle gozu temiz tutun diyor

sinekler kanatlarini temizliyorlar

cenabi hak onlarada temiz temiz olun

Koca hava ve bulutta Allahin bu emrini yerine getirir

hava yeryuzune konan toz toprak supruntulerine ufler

bulut sungeri zemine su serper toz topragi yatirtirir

Sonra gok yuzunu cok fazla kirletmemek icin cabuk supruntulerini toplayip buyuk bir intizamla cekilir gizlenir

Ruzgar bulut yagmur gorevlerini yaptiktan sonra gogun gozu olan gunesi parlak bir sekilde gosterir

O ilahi emri, yeri ve gogu temiz tutun emrini yildizlar maddeler nebatlar dinledikleri gibi butun zerreler dahi dinliyorlar

o zerreler temizlige dikkat ediyorlar

bir yerde luzumsuz toplanmiyorlar

kalabalik etmiyorlar, eger kirlenseler

yeryuzune varliklara zarar verecek bir sekle gelseler hemen bozuluyorlar

ve sonrada temizleniyorlar

topraga donusuyorlar

ve yeniden kullanilabilir temiz

parlak bir hale geliyorlar

hikmet eli tarafindan sevk ediliyorlar

Iste bu tek fiil ; bir tek hakikat olan temizleme, tanzif emri Kuddus ismimin kainattin genis dairesinde gorunen bir icraatidir

Subhâneke lâ ilmelene illema allemtene inneke entel alîmul hakîm ve ahiru de’vehüm enilhamdülillahi rabbil âlemin

el fatiha me as salawat

****************************************************************

El-Kuddûs

 

El-Kuddüs

“Zâtında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde, hükümlerinde her türlü lekeden, eksiklikten çok uzak, pek temiz.”

“Her şaibeden münezzeh, çok temiz ve pak olan.”

“Göklerdekiler ve yerdekiler, Melîk, Kuddûs, Azîz ve Hakîm olan Allah’ı tesbih ederler.” (Cum’a sûresi, 62/1)

Allah, maddeden, değişmekten, tesir altında kalmaktan, acizlikten, yardımcıya muhtaç olmaktan, bilmemekten, gücü yetmemekten, dilediğini icra edememekten ve her türlü ayıptan çok yüksek, çok uzak olduğu gibi, kendisi hakkında beşer aklının ve hayalinin mahsulü olarak ortaya atılan her türlü sıfattan, benzetmeden de münezzehtir.

Kuddûs isminin, selbî sıfatlarından ‘muhalefet-ün lil havadis’ sıfatına dayandığı ifade edilmiştir.

Kuddûs isminin kâinattaki tecellisi, sema yüzünden deniz yüzüne, çiçeklerden ormanlara kadar her şeyde mükemmel bir temizliğin hüküm sürmesidir.

Nur Külliyatı’ndan bir hakikat dersi:

“İsm-i Kuddüs’ün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.” (Lem’alar)

Bu isme karşı kulun vazifesi takdis ve tesbihtir. Takdis, ‘Allah’ı kemâl sıfatlarla tavsif etmek’; tesbih ise ‘noksan sıfatlardan tenzih etmek’tir. Meselâ ‘Allah her şeye kâdirdir’ demek takdis; ‘Allah acizlikten münezzehtir’ demek tesbihtir.

Kuddûs ismi, Allah’ın bütün noksanlıklardan münezzeh ve mukaddes olduğunu ders vermekle, bizi temiz bir kul olmaya davet ederken, Kuddûs olan Allah’ın huzuruna selim bir kalb ve temiz bir bedenle çıkılması gerektiğini de ihtar eder.

“Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar; manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.” (Lem’alar)

  • ••

Bir mü’min, şüphe ve tereddütlerden, bâtıl telakkilerden ve hurafelerden ayıklanmış tertemiz bir itikada; gösterişten, riyâdan ve menfaatten uzak ihlâslı bir ibadete ve her türlü kötü ahlâktan uzak bir ruha sahip olmak için gayret gösterdiği ölçüde bu mukaddes isimden feyiz alır. Bir günah işlediğinde derhal tövbe ederek o lekeyi ruhundan silmeye çalışır.

Kuddûs ismine mazhar olmanın bir yolu da, maddî temizliğe dikkat etmektir.

Buna göre, bir insan maddî temizliğe dikkat ettikçe kâinattaki paklığa ve temizliğe ayak uydurmuş olur, manevî temizliğine hassasiyet gösterdiği ölçüde de meleklere yaklaşır.

Nur Külliyatından harika bir tespit ile bu bahsi tamamlamak istiyorum:

“O dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” (Şualar)

Buna göre, Kuddûs isminin azamî bir tecellisi de Cehennemde tahakkuk edecektir.

Mizanda günahları ağır basan mü’minler, bu günahlardan temizlenmek üzere Cehenneme gidecekler ve gerekli azabı tattıktan sonra, tertemiz olarak Cennete varacaklardır.

Küfür üzere ölenlere gelince, Kuddûs ismi onlarda da bir başka şekilde tecelli edecek ve onları imansızlık kirlerinden temizleyecektir. Artık hepsi Cehenneme ve meleklere inanacaklar ve bu dehşetli azaptan kurtulmak için Allah’tan medet dileyeceklerlerdir. Ama bu geç kalmış tasdik, onları Cehennemden kurtarmaya yetmeyecektir. Alaaddin başar

************************************************************

 

 

 

[1] Cuma S. A.1

[2] Fatır S. A.41

[3] Bakara S. A.255


ESMA DERSLERİ – 11 – EL KUDDÛS (D)

$
0
0

EL KUDDÛS )A(

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

EL KUDDÛS

O, hissin idrak ettiği, hayâlin tasavvur ettiği, vehmin ileri atılıp tahayyül ettiği, vicdanın ihtilâç ettiği tefkirin tasarladığı her vasıf (nitelik) den münezzeh ve müberradır.

O’nu vasf ederken; o, ayıp ve noksan sıfatlardan münezzehtir demedim, çünkü böyle bir söz edebe aykırı düşer. Zira böyle bir ifade, ülkenin kralını vasf eden kimsenin: «ülkemizin kralı, mühür kazıya, kan alıcı değildir!» sözüne benzer.

Şurası da muhakkaktır ki, bir şeyin mevcut olmasını nefy etmek (yoktur demek) o şeyin var olmasının mümkün olduğunu vehm ettirir.

Böyle bir vehim de -Vacib-i Tealaya- noksanlık isnat etmeye yol açar. Onun için O’nu vasf ederken dedim ki: O, bir çok kimselerin mükemmel olarak kabul ettiği veya sandığı vasıflardan münezzehtir. Çünkü o ‘insanlar, önce kendilerine bakıp niteliklerini tanıdılar. Tabiî ki, bu nitelikler içinde mükemmel olanı mevcut olduğu gibi noksan olanlar da mevcuttur.

Onlar, ilim, kudret, duyma, görme, konuşma, irade gibi vasıflarını manalarının hizasına koyarak işte bu kemâl sıfatlardır, dediler.

Kendilerine göre, cehalet, acizlik, körlük, sağırlık, dilsizlik gibi noksan olan sıfatlan da manalarının hizasına koyarak noksan saydılar.

Sonra Allah’ı övmek istedikleri zaman kendi ölçüleri dahilinde ki mükemmel sıfatlarla tavsif ettiler ve noksan sıfatlardan tenzih ettiler. Oysa Allah kendi nefislerinde kemâl sıfatlar olarak tanıdıkları sıfatlardan da, kendi haklarında noksan kabul ettikleri sıfatlardan da münezzeh ve müberradır. Hatta yaratıklar için tasavvur ve tahayyül edilen her türlü sıfatlardan da münezzehtir. Çünkü O, onların hiç birine benzemez, hiç bir şey de O’na menend olamaz!

Bu konuya dalma ve izah etme olmasaydı zaten bu konuya girmezdim, teeddüp ederdim. Bunu, mukaddimeler bölümlerindeki dördüncü bölümde gayet açık olarak izah ettim, tekrarına lüzum görmüyorum.

TENBÎH:

Kulun takdisi, ilim ve iradesini tenzih etmesidir İlmine gelince: Onu, bütün muhayyelât, mahsusat (his edilenler), Mevhûmat  (vehm edilenler) ve behîmi sıfatların iştirak ettiği her şeyden tenzih etmesidir.

İradesine gelince, onu, şehvet, öfke, yemek, içmek, evlenmek, giymek, dokunmak, bakmak gibi beşerî lezzet  ve sıfatlara müncer olan her türlü sıfatlardan tenzih etmektir.

İşte  kul, böyle olunca ancak Allah’a yaklaşabilir. Onun kalbi her zaman için Allah’la beraber olabilir. O’nun Allah’tan başka hiç bir şeyde hazzı, Allah’a kavuşmaktan başka hiç bir şeyde şevki, Allah’tan gayri hiç bir nesnede sevinç ve neşesi kalmaz! O’na Cennet bütün nimetleri ile verilse, hiç birine iltifat etmez. Sahipsiz evi ne yapsın o?

Hülâsa: Kul, hissî, hayali ve hayvanı olan temayüllerden kurtulduğu gün ruhen kemâle ermiş olur.

Müridin celâleti, muradının celâletiyle ölçülür. Bütün gayesi karnına giren şey olursa, kıymeti de ondan çıkan şey kadar olur. Allah’tan başka gayesi olmayan kişinin   derecesi, himmetine göredir.

İlmi, mahsusat, mütehayyilât derecesini geçerse, iradesi şehvet icaplarından arınırsa Hazretil – Kuds’un sevgisine mazhar olmuş demektir… (Gazali-Esma-i Hüsna/s.72-74)

********************************************************

El-KUDDÛS

Hatadan, kusurdan, eksiklik ve acizlikten temiz, pak ve müberra, mukaddes ve münezzeh olan demektir.

EL-KUDDÛS, ayrıca, bütün mahlûkatı maddi ve manevi kirlerden, ayıplardan ve günahlardan temizleyip arındıran anlamına da gelmektedir. Bu anlam Kuddüs isminin bize bakan yönüdür de diyebiliriz.

Yüce Allah, Kuddüs isminin bir gereği olarak, yerlerin ve göklerin kirlerini ve pisliklerini yağmurlar, karlar ve dolularla temizler. Soğukla, sıcakla dezenfekte eder ve mikroplardan arındırır; yeryüzünü insanlar için hazırlar, sağlam, sağlıklı ve güvenli bir karargah haline getirir. Bunu bazen insanların eliyle, bazen hayvanlarla bazen de toprakla, suyla yapar. Dağları yağmurlarla temizlediği fîtoi, kurumuş otları ve yaprakları toprağa gübre yaparak, odunları zamanla petrol veya kömür yaparak dönüştürüp temizler. Denizleri dalgalarla temizlediği gibi, karaları rüzgârlarla temizler. Bazen ölmüş hayvanları bir başka hayvan grubuna yem ederek temizler, bazen de yem olanlarla temizler. Leşleri bazı hayvanlar için bir ziyafet yaptığı gibi… Onların kalıntılarını da bakterilerle küçülterek yok eder.

Kısacası evrende bu ismin tecellisi çoktur ve çok değişik şekillerde karşımıza çıkar. Bazen insanların gönüllerindeki küfür kirini iman ve tevbe ile temizler, şirkten tevhide ulaştırır; bazen günahlarımızı zikir ve teşbihle temizler, rahatlatır. Bazen bunalmış ruhlara ferahlık vererek ağırlıklarım alır, huzura kavuşturur.

Kul, Rabbini akla gelebilecek bütün noksanlıktan, kusurdan, hatadan tenzih ve takdis etmelidir. Allah’ın kendisini tarif ettiği şekliyle tanıyıp bilmeli ve inanmalıdır. Her çeşit eksiklikten, zafiyetten ve kusurdan uzak olduğunu bilip iman ve idrak etmeli; bu iman ve idrak etme halini de hayatında uygulayıp izan (anlayış, inanış) haline getirmelidir. Nitekim az önce okuduğumuz ayette yüce Allah kendisini böyle anlatıyordu. Biz onu ancak kendi anlattığı şekilde bilip inanmakla mükellefiz ve ona bu şekilde inanmalıyız.

Takdis ve mukaddes kavramları da yine “Kuddûs” fiilinden gelmektedir. Temizlenmiş, takdis edilmiş, kutsanmış gibi anlamları vardır. “Kuddûs”, Kur’an-ı Kerim de, değişik anlamlarda ve birçok yerde geçmektedir. Bunlardan birkaç tanesine göz atalım;

Muhakkak ki ben, evet ben, senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen temiz vadi Tu- va’dasın!” (Taha/12) 

 “Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.” (Maide/21)

Allah’a, hiçbir eksiklik, hiçbir hata ve kusur izafe edilemez, “O şeklen nasıl bir şeydir?” diye hayal de edilemez. Çünkü insan görüp bildiklerine göre hayal kurar. Allah ise yaratılmamıştır ve Onu hiçbir göz görmemiştir. O, görülüp bilinen ve yaratılanların, yaratılmışların hiçbirine benzemez. Yüce Allah, kullarının kurabileceği her türlü hayalin ötesindedir:

“O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nun’dur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, galip olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.” (Haşr/22-24)

Aynı zamanda Cebrail (a.s) için de “Ruhu’l-Kudüs: Temiz ruh, mukaddes ruh” olarak kullanılmaktadır ki, bu konudaki ayet şöyledir:

Celâlim hakkı için Musa’ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa’ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu’l-Kudüs ile de destekledik…” (Bakara/87)

“De ki: Onu, Mukaddes Rûh, iman edenlere sebat vermek, Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabbin katından hak olarak indirdi.” (Nahl/102) (Esma’ül- Hüsna ve dua)

****************************************************************

EL KUDDÛS

Cumartesi günü öğleyin buluşacaktık. Bir yağmur bastırdı, evden çıkamadım. Saat on birden on üçe kadar, gökte ne varsa yere indi! Sicim gibi yağdı, her yeri kamçıladı, temizledi. Çoktandır böyle yağmamıştı. Her taraf toz içindeydi. Fabrika bacaları başta olmak üzere, arabalardan ve sobalardan çıkan dumanlar, şehrin dokusuna sinmişti. Ağaçların yapraklarının gerçek renkleri seçilemez olmuştu.

Pencereden baktım. Her yer gülüyor, ışıl ışıl ışıldıyordu. Yağmurun ardından, rüzgâr çıktı. Yani kocaman bir fön makinesi çalışmaya, binaların yüzlerini, ağaçların saçlarını kurutmaya başladı.

Yağmur durdu ya, rüzgâra dünden razıydım. Sıkıca giyinip çıktım. İki adım ben atıyordum, bir adım da o itiyordu. Zaten rüzgâr esse düşecek kadar zayıf derler ya öyleydim. Saç baş darmadağın, Viraneye ulaştım. Kapıyı bırakır bırakmaz, ‘Drank! ..! diye kapandı. Sanki harap bina, temelinden sarsıldı! Bahçe kapısı aralıkmış, nereden bileyim? Girişte oturup, ders çalışanlardan boş bulunanlar sıçradı! Gelişim muhteşem oldu, yani.

Rüzgâr, bulutları hızla aralamıştı. İyice dağıtmaya başlamıştı. Kısa sürede yok edeceğe benziyordu. Arkadaşların yarısı gelmişti. Diğerleri gelinceye kadar havanın açacağını umuyorduk. Duygu, çay servisi yapıyordu. Ahmet tost yapıyordu. Öğle yemeklerini yine tostla geçiştireceklerdi. Aralarında bunu bulduklarına şükredenler vardı. Garibanlardan biri Ahmet’e yardım ediyor; sucuk, peynir ve yağ kokuları, çay kokusuna karıştıkça acıkanların ağzı sulanıyordu. Çok geç kahvaltı etmiştim ama onların iştah uyandıran konuşmaları, beni de özendirdi. Bir çay da ben alıp kaşarlı tostumu beklemeye başladım.

“Haydi Ahmet, midemiz kazınmaya başladı! ”

“Biri yer, biri bakar; kıyamet ondan kopar! ”

“Olanları alıverin, arkadaşlar! Servisi beklemeyin! Sıcak sıcak atıştırın! ”

Duygu boyuna temizlik yapıyor, eski binayı ve bahçesini temiz tutmak için didinip duruyordu. Ahmet de yardım ettiği halde üstesinden gelemediği zamanlar oluyor, yeni gelen çocuklardan yardım istiyordu.

Yine öyle zamanlardan biriydi. Bahçe, ağaç yapraklarından görünmez olmuştu. Doğada göze batmadığı gibi sonbaharın anlamına anlam katan sararmış yapraklar bahçede normal karşılanmıyor, kirlilik olarak nitelendiriliyordu. O nedenle düştükçe süpürülmesi, çabucak dolan çöp kutusunun da sık sık boşaltılması gerekiyordu. Önceleri bahçe sabahları temizlenirken, hane halkının artması, sonbaharın iyiden iyiye varlığını belirtmesi sebebiyle günde bir kaç kere süpürülmeye başlanmıştı. Bu işi, sabahları Ahmet ya da Duygu yaparken, arada Hikmet veya Numan da yapar olmuştu.

Lavaboların temizliği de sorun haline gelmiş, haftada bir dip bucak temizlenip dezenfekte edilmesi kaydıyla günlük bakımları Viranede barınanlara bırakılmıştı. Aralarında anlaşmış, sırayla halletmekteydiler.

İnsan, gittiği her yerin doğasını bozan bir yaratık. Her yerde kalıntı bırakan ve bıraktığı kalıntılar doğayla uyum yapmayan… Piknik alanındaki şişeler, meyve ve sebze kabukları, et kâğıtları, poşetler; oralardan, daha sonra gelecek kişileri umursamayan, duyarsız oldukları kadar da saygısız kişilerin geçtiğini gösteriyor. Geliyor, mekânı kullanıyor, yiyor içiyor, pisliklerini bırakıp gidiyorlar. Hatta alkol alıyor, içki şişelerini de taşa çalıp kırıyor, sanki arkalarından hizmetçileri gelecek de temizleyecekmiş gibi rahat rahat uzaklaşıyor, duyarsızlıkları ve saygısızlıkları nedeniyle olabilecek şeyleri akıllarına bile getirmiyorlar. Ateş tamamen sönmemiş olabilirmiş, cam kırıkları birisini yaralayabilirmiş veya mercek görevi yaparak yangına sebebiyet verebilirmiş, diğer pislikler kokuşabilir, mikrop yuvası haline gelebilirmiş, sinekleri çekermiş; umurlarında değil!

Doğada, insan ayağı değmeyen yerler, tertemiz! Oralar kirlenmiyor mu? Kirleniyor ama doğanın doğal temizlik sistemi tıkır tıkır işliyor. Bir hayvan mı öldü? Diğerleri yiyor, kalanları kurtlar, karıncalar bitiriyor; bir bakmışsın ki leşten en küçük pis bir kalıntı kalmamış!

Mezarlıklar da öyle… Ölülerimizi, et yiyen hayvanlara bırakmıyor, toprağın bağrına yatırıyoruz. Toprak öğütüyor, yok ediyor. Bu arada, tarla fareleri, yılan çıyan, karınca, kurt, böcek; artık hangisinin ne kadarı rızkıysa o kadarını yiyip gidiyorlar. Kan ve su gibi sıvı kısmı, çürüyen tarafları da ağaçlara besin oluyor. Mezarlıklara bakıyorum, o kadar beden gömülüyor, tonlarca et ve kemik; en ufak bir şişkinlik yok. Ne yerse yesin, toprağın karnında şişkinlik olmuyor. Tonlarca insanı yiyor, zerre kadar hazımsızlık çekmiyor.

Yemek vakti, aklıma neler de geliyor! Allah’ın kurduğu ve işlettiği düzene duyduğum hayranlık, düşüncelerimi aldı götürdü!

Bütün bunlar, Allah’ın, Zât-ı Uluhiyete bakan yanlarından olan Kudüs isminin tecellilerinden… Kuddûs sıfatı da Zâtına ait özellikleri, yani sadece O’nda olan, başkasında olmayan hususları ifade etmekte… ‘Mukaddes; temiz, pak, arı duru demek. Kuddûs ismi, Allah’ın, Zât-ı Uluhiyet mülahazasına yakışmayan şeylerden münezzeh olduğunu anlatmakta… Eşi benzeri, zıddı ve sureti yoktur. Mukaddestir. ‘Kuddûs’, ‘kutsal’ demektir. Allah, yaratığı canlılara ait özellik ve ihtiyaçlardan münezzehtir.

Fiilen, ‘Kuddûs’ ismi, nezih ve nezif hale gelmeyi sağlar. Doğanın tertemiz kalması ve ekolojik dengenin sağlanması da bu esma nedeniyledir. İnsan eli, toprağı kirletmekte olduğu gibi nehirleri ve denizleri de kirletmekte… Hava da kirletilmeye başlandı, kirlilik atmosfere kadar yükselerek büyük boyutlara ulaştı. Tuna, Nil, Amazon, Mississipi gibi büyük nehirler temizliklerini muhafaza ederken, diğerlerinde, karada olduğu gibi göllerde ve denizlerde de kirlilik oranı her geçen gün artmakta.

Canlılar, yaratılış itibariyle mükemmel. Bedenleri; gözler, kulaklar, burun, deri; kısacası, iç ve dış organlar, salgılarla, döküntülerle veya diğer yollarla sürekli ve otomatikman temizlenmekte… Bütün bunlar, Kuddûs ismini işaret etmekte.
Yapılan bir makinenin yağlanması ve bakımı gerekir. Beden, otomatik yağlanır, sürekli yenilenir. Kedi gibi yalanarak, kuşlar gibi gagalarıyla temizlenen, karınca gibi ölüsünü yerde bırakmayan, karga gibi gömen hayvanlar, insanlara temizlik konusunda örnek olan yaratıklar. Hayvanlar bile kalıntı bırakmamakta, bazı insanlar hayvanlar kadar bile olamamakta.

Öyle insanlara ‘Hayvan! ” demek, onlara hakaret midir, iltifat mıdır, kestiremiyorum. Eğer insanlar, ellerinde her türlü temizlik araç ve gereci olduğu halde ne kendisini ne de çevresini temizlemeye yanaşmıyorsa, hayvanla mukayesesini iki kere düşünmek, zavallı hayvanların haklarını teslim etmek lazım.

Ahmet’le Duygu, onca imkânsızlığa rağmen bu asırlık harap ahşap binada, sadece rutubet kokusunu engelleyemediler. O kadar kişi kaldığı halde her taraf tertemiz! Viranenin ilk zamanını düşünüyorum da… Çöp evden farksızdı. Duvarlar sıvandı, badanalandı, tahtalar boyandı, camlar temizlendi. Döşemeden tavana kadar her yer krem rengi yağlıboyayla boyandı. İç ve dış duvarlar bembeyaz… Duygu, satranç piyonlarını, tavla zarlarını ve pullarını bile yıkıyor, kurutuyor; tahta kutularını siliyor, temizliyor. O masalar, günde kaç kere siliniyor! Kızcağızın eli sudan çıkmıyor.

Sevindirici bir tarafı varsa; ikisinin gün boyu beraber olmaları ve iyi kazanmaya başlamaları… Yoktan var ettikleri her şey ellerinin emeği. Emekleri kutsal, kazançları temiz, yüzleri güleç, ruhları güzel.

İnsan beyni ne kadar süratle çalışmakta! Bir anda akıldan neler geçmekte! Çayımla tostumu alıncaya kadar aklımdan geçiverenlerden hatırlayabildiklerim bu kadar. Unuttuklarım ne kadar, bilmiyorum. Allah, insanı ne kadar mükemmel yaratmış! Yaratılışımız kusursuz olduğu halde, varlığımızı kullanış ve yaşayış şeklimiz ne yazık ki mükemmel değil. Bize bahşedilen nimetleri tam kapasite kullanabilsek, yeryüzünde harikalar yaratan, Efendimize layık bir ümmet olabiliriz. Aksi halde, her nimetten sorgulanacağımız gibi donatıldığımız nimetleri, nerelerde ve nasıl kullandığımızdan da sorgulanacağız! (Onur BİLGE-Binbir gece öyküleri)

************************************************************

EL KUDDÛS

        Kutsalı anlamak için öncelikle Allah’ın Kuddûs ismini incelemeye  ve biraz da Arapça dil bilgisine ihtiyacımız var ama öncesinde kısa bir giriş bilgisi;

Al-i İmran/ 78. Ayet: Kitap ehlinden öyle bir güruh da vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip bükerler. Halbuki o, kitaptan değildir. «Bu, Allah katındandır.» derler; oysa o, Allah katından değildir. Allah’a karşı, kendileri bilip dururken, yalan söylerler.

İslam dünyasının en önemli sorunlarından birine  karşı Kur’an veciz bir ikazda  bulunmuş: Dillerini eğip bükmek deyişi ile ne kastedilmiştir ayrıntısını tefsir kitaplarına bırakalım. Ama burada benim değineceğim nokta münafıklar aracılığı ile İslami kavramların içi boşaltılmış ve özünden başka bir şekilde anlaşılması sağlanmıştır.

Şimdi konuya girelim; Hepimiz biliyoruz ki Allah’ın Zati ve Subuti Sıfatları vardır. Zati sıfatlar kendinden başkasında asla olmayan, varlığı bilinen ama mahiyeti hakkında hiçbir şekilde fikir yürütülemeyen sıfatlarıdır. Varlığı da sadece Allah’ın bize bildirmesiyle bilinir. İşte Kuddûs sıfatı da Allah’ın zati sıfatı olan Muhalefetun lil havadis kapsamında  yer alıyor.

İsra/85: Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki: ruh rabbımın emrindendir ve size ılimden ancak az bir şey verilmiştir.

Kur’an ın çeşitli ayetlerinde de Kutsal Ruhtan bahsedilmiş ama mahiyeti hakkında hiçbir bilgi verilmemiştir. Bazıları Cebrail demiş olsa da kesin bilgi değildir. Hakikatini Allah bilir.

İnsan bilgisi olmadığı bir şeyi  kendine benzeterek anlamaya çalışır ama bu noktada sapıtma başlar. Mesela Kur’an da insanın da zati sıfatları vardır Allah İnsana mümin, münafık, muttaki, adem, kafir gibi insana özgü zati sıfatlar takmıştır.

Peki, insanın yaptığı araba kafir olur mu, bilgisayar muttaki olur mu? Ama müttaki denince akla insan gelir araba gelmez. Demek ki zati sıfatlar esere geçmiyor.  Gâvur icadı diyerek her halta karşı çıkanların ne kadar komik duruma düştüğünü bilirsiniz.

Kur’an a baktığımızda Kuddûs olan tek varlığın Allah olduğunu anlarız. Ruhül Kuddûs kelimesi de geçer ancak onun mahiyeti hakkında kesin bir bilgi yoktur. Varlığı bilinir ama mahiyeti bilinmez.

Kutsallık yalnızca Allah’adır, esere geçmez,  Eğer kutsallık hakkındaki hükmü insana verdiğimizde sapıtma başlar. Mesela; İsa’yı Kutsar Allah yerine koyar.

Kâseyi kutsar  insanı bırakır ona hizmet eder.

Şeyhini kutsar oturduğu minderi öper  koklar, sonra resmini öper sonra heykelini diker.

Binayı kutsar onun için savaşır.

Davasını kutsal yapar sonra davasının karşısındakini öldürür çünkü ona göre kutsal değildir. Terörün kaynağı.

Partisini kutsal yapar oy vermeyenin imanından şüphe eder.

Devleti kutsar uğruna cinayet işletir.

Kendini kutsar Firavun olur.

Ne kadar mantıklı geldi değil mi?

Çünkü insan kutsalın ne olduğunu bilmez de ondan. Çünkü bilemez, çünkü Allah bildirmemiş.

Şimdi gelelim Kuddûs ve Mukaddes sözlerine; Hani demiştim ya konu başında içi boşaltılmış kavramlar diye işte mukaddes ile Kuddûs aynı şey mi diye tartışalım.

Birisi ism-i Fail diğeri ise mefuldur.  Bu durumda meful fail yerine geçemez. Bunu Allah’ın Hâlık sıfatı ile karşılaştırırsak mahluk halik mıdır sorusuna muhatap oluruz. Cevap hayır olacağı için Kutsal ile kutsanmışın arasındaki farkı da anlayabiliriz.  Mukaddes olmak için Kuddûs ün olması şarttır. Ama mukaddes Kuddûs değildir. Kutsala hizmet eden araç  mukaddes olabilir ama kutsal değildir.  Mesela yukarıda bahsettiğim araba örneğine bakabiliriz. Aracı kafir de yapsa onu alan Müslüman Allah yolunda kullanırsa mukaddes olur, yoksa lüks ve şatafat için kullanırsa mukaddes olmaz.

Daha düşük bir örnek verirsek, insan öğrenir, yazı yazar, yürür, dinlenir bunların hepsi insana verilmiş bir özelliğin yansımasıdır ama hiçbiri tek başına insan değildir. İnsanın uyuması Allah’ı temsil eder mi? Belki Rahmet sıfatını temsil eder ama tek başına Allah’ın zatına gitmez.

İşte mukaddes ile Kuddûs arasındaki farkı bilmem anlatabildim mi?

Bunlar en doğru açıklamalar değil ve olamaz elbette. Ancak Müslümanların araştırması gereken dünya kadar felsefi konu var. Allah da düşünün derken bunu istemiyor mu?

Dolayısı ile Beytül makdis (Kutsanmış Ev) yada kutsal ev hangisi yakışır? Kutsal mıydı değil miydi demek yerine kutsanmış mıydı kutsanmamış mıydı demek daha doğru olacak.

İnsan neden bir şeyi kutsal yapar diye sorduğumuzda, Hristiyanların örneğinden ders alabiliriz; Menfaati olduğu şeyi kutsal yapar. Kutsalın ne olduğunu kendi de bilmediğinden işleri iyice karmakarışık eder.

İşte demek istediğim şey Filistin de ki Müslümanların durumunu kutsal üzerinden değil de insan hakları üzerinden tartışırsak olayı bir taş binaya indirgemeden Allah’ın yarattığı İnsana yükseltgersek ortada söylenecek lafımız da olur, çözümümüzde olur.

Filistin tarihini sondan başa doğru taradığımızda  Kudüs’ün kutsanmasındaki en önemli faktörün siyasal iktidarı elde etmek olduğu açıktır. Bugün 20 yaşını dolduran her Müslüman kendine şu soruları çok rahatça sorabilir;

1 – Filistinliler topraklarını iyi fiyata İsrail’e satarken de Kudüs kutsal mıydı?

2 –  Şeyh Şerif Hüseyin Filistin’in Osmanlıya isyanını organize  ederken de Kudüs kutsal mıydı? Bugün nasıl bir oyuna geldiklerini anladıklarında mı Kudüs tüm Müslümanların kutsal davası olmuştur?

3 – Geçmişte kendini halife ilan yöneticilerin  birbirlerine rekabeti uğruna bu topraklarda insan öldürmeleri de kutsal sayılır mı? Kâbe’yi ziyaret etmeyi yasaklayıp da Kudüs’ü kutsayıp paralel Kâbe ilan eden halifenin hayatını araştırmanızı tavsiye ederim.

Son 150 yıl içerisinde İslam devleti olacaksınız diyerekten Osmanlıya isyan ettirilen toplumların bugün içine düştükleri oyunun farkına varmalarını beklerim. Ayrıca günümüzde de Müslümanları yine  bu tarz isyanlarla politik maşa durumuna  düşürme çabalarının yakın tarihle benzerlik sergilediğine dikkatinizi vermelisiniz. Osmanlı’nın zayıflama dönemlerinde tarikat şeyhlerinin ağırlığı yadsınamayacak kadar fazladır. (Behlül-El Kuddûs)

*********************************************

        KUDDÛS İSMİNİN BİZE YÜKLEDİĞİ GÖREV VE SORUMLULUKLAR;

1 – Öncelikle Allah’ı Kur’an da anlatıldığı şekilde tanımak zorundayız. İçinde yaşadığımız toplumda farklı farklı Allah anlayışları mevcuttur. İnsanlar Kur’an ı okumadan, Allah’ın isimlerini öğrenmeden O’nu tanıdıklarını, O’nu sevdiklerini ve O’na kulluk yaptıklarını iddia ediyorlar. Kur’an indiği toplumdaki insanları

“Onlar Allah’ı hakkıyla tanıyamadılar.” (En’am 91)

Gerçeğiyle uyarıyordu. Takdis, Allah’ı en güzel vasıflarıyla tanımaktır. Tesbih ise O’nu her türlü eksiklikten uzak tutmaktır. Takdis ve tesbihin birleşiminden tevhid inancı ortaya çıkar. Eğer bu iki unsurdan biri eksik olursa tevhid inancı da eksik demektir. Kur’an da melekler bu konuda bize örnek olarak gösterilmektedir.

“Halbuki biz seni hamdin ile tesbih ve takdis ediyoruz.” (Bakara 30)

Tesbih ve takdis, Kelime-i Tevhid’in özetidir. Önce “Lâ ilâhe” diyerek bütün ilahlık iddiasında bulunanları reddediyoruz, yani tesbih ediyoruz. Daha sonra da “illallah” kısmını ilave ederek Allah’ın gerçek ilah olduğunu vurguluyoruz. Böylece takdis görevimizi de özlü bir şekilde yerine getirmiş oluyoruz.

Allah’ı hakkıyla tesbih ve takdis edebilmek büyük bir nimettir. Bu nimeti bize bahşettiği için Rabbimize hamd etmemiz gerekir. Kur’an’ın üçte birine eşit olan İhlâs suresi de tesbih ve takdisin açılımı şeklindedir.

Deki: O Allah bir tektir. O hiçbir kimseye muhtaç olmayan ama herkesin kendisine muhtaç olduğu Samed‟dir.”

Bu bölüm Allah’ı takdis kısmıdır. Kur’an, Rabbimizin ne olduğunu ve özelliklerini açıklıyor. O’nun azamet ve kibriya sahibi olduğunu belirtiyor. Yaratıklara hiçbir konuda muhtaç olmadığını ve onlara hiçbir şekilde benzemediğini zikrediyor.

“O doğurmadı ve doğrulmadı. O‟nun hiçbir eşi, dengi, benzeri ve alternatifi yoktur.”

Bu bölüm ise tesbih bölümüdür. Allah her türlü eksiklik ve noksanlıktan tenzih ediliyor. O’nun ne olmadığı vurgulanıyor.

Peygamberimiz (s.a.v) in henüz yeni konuşmaya başlayan çocuklara öğrettiği şu iki ayet de, tevhid inancını en özlü bir şekilde anlatmaktadır:

“O Allah, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin olan, çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı bulunmayan, her Ģeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyendir.” (Furkan/2)

“Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, aczinden dolayı bir dosta ihtiyaç duymayan Allah’a hamdolsun de ve gerektiği şekilde onu büyükle.” (İsra/111)

Bu ayetlerde de tesbih ve takdis iç içe olarak karşımıza çıkmaktadır. Allah’a iman tesbih ve takdis ile beraber olmalıdır. Aksi halde iman tam olarak gerçekleşmiş olmaz.

Bugün Allah’a iman ettiğini iddia edenler bazı insanlar O’na ait bazı özellikleri bazı şahıs, kurum ve kuruluşlara yakıştırmaktadırlar. Allah’ın hâkimiyet, Rezzâk, Âlim ve egemenlik gibi bazı sıfatını başkalarına da isnat etmektedirler. O’ndan başkalarından medet umup yardım istemektedirler. Bütün bu durumlar tevhit inancı ile taban tabana çelişmektedir.

Bugün Allah’ı hayatlarının sadece belirli bölümlerine karıştırıp diğer alanlarda O’ndan başkasının sözünü dinleyenlerin tevhid inancında problem vardır. Allah’ın egemenliğini göklere hasredip, yeryüzünde O’ndan başka mutlak hükümranlar kabul edenler de Allah’ı hakkıyla tanımamaktadırlar.

Camide ve Ramazan ayında Allah’ı hatırlayan sonra da O’nu hayatlarından soyutlayanlar Allah inançlarını yeniden gözden geçirmek durumundadırlar.

2 – Kutsallık ve mukaddeslik vahiy ile alakalıdır. Vahiy getiren meleğe, vahyin indiği şehre ve vadiye Allah kutsallık izafe etmektedir. Vahiy ile alakası olmayan şeyler kutsal olarak nitelendirilemez. Kutsal ve mukaddes kelimelerini gelişigüzel bir şekilde herkese ve her şeye kullanamayız.

Allah’ın vahyinin hâkim olduğu toprak parçaları kutsaldır. Vahyin yüklediği görevler ve hizmetler de kutsaldır. Vahyin gündemde tutulduğu makam ve mevkiler de kutsaldır. Mübarek ve bereket kelimeleri de vahiyle alakalıdır. İslam’ın bu önemli kavramlarını rastgele bir şekilde kullanmamalıyız. Allah’ın onayı olmayan hususları mübarek ve bereket kelimeleriyle ifade etmemeliyiz. Hayatını vahye göre düzenlemeyen şahısları mübarek olarak isimlendirmemeliyiz. Örneğin; İslam’a uygun olmayan bir elbiseye, alışverişe, düğüne ve toplantıya “Mübarek olsun” temennisinde bulunmamalıyız.

3 – Kuddûs ismi, paklık ve temizlik ifade eder. Biz de hayatımızı, fikirlerimizi, inancımızı ve ibadetlerimizi her türlü kirden ve necasetten temizlememiz gerekir. Kur’an, kendini arındıran kimselerin kurtuluşa ulaşacaklarını müjdelemektedir.

“Her kim kendini (benliğini) arındırırsa kesinlikle mutluluğa erişecektir.” (Şems/9)

Kur’an daha ilk gelen mesajlarında Hz. Peygambere (s.a.v) ve bizlere bedenimizi, kişiliğimizi, kalbimizi, ruhî durumumuzu ve davranış tarzımızı temizlememizi emretmektedir. Ayrıca her türlü cahiliye düşüncelerinden ve hayat tarzından da uzaklaşmayı emretmektedir.

“Elbiseni temiz tut, ve bütün pisliklerden kaçın.” (Müddessir/4-5)

Bu ayette geçen “siyâb” kelimesi hem elbise anlamına, hem de beden, kişilik, benlik, kalp, çevre, ruhî durum ve davranış biçimi anlamlarına da gelir. Kalbi ve davranışları temiz olmayanların kullukları da temiz olmaz. Allah ibadetteki temizlikten önce inanç ve düşüncedeki temizliğe itibar eder. Allah günahlarından ve hatalarından kurtulmak isteyenleri ve düşüncelerini temizleyenleri sever.

“Doğrusu Allah pişmanlıkla kendisine yönelenleri ve özlerini temiz tutanları sever.” (Bakara/222)

Allah müşrikleri fikir ve düşüncelerinden dolayı necis olarak nitelendirmiştir. Bu tür necis insanlardan uzak durmamızı da emretmektedir.

“Halkın senin aleyhinde söyleyebileceği her şeye sabırla katlan ve onlardan uygun şekilde uzaklaş.” (Müzzemmil/10)

4 – İbadetlerimizin de temiz olması gerekir. Allah şirk ve riyadan uzak olmayan ibadetleri katına yükseltmez.

“Oysa kendilerine yalnızca Allah’a ibadet etmeleri, bütün içtenlikleriyle yalnız O’na iman ederek batıl olan her şeyden uzak durmaları; namazlarında dikkatli ve devamlı olmaları ve kendilerini arındıracak harcamada bulunmaları emrolunmuştu. İşte bu doğruluğu kesin bir dindir.” (Beyyine/5)

Allah kendisine yapılmayan ibadeti kabul etmez. Şirke bulanmış bir ibadet şeklini de kendisine yapılmış olarak değerlendirmez. İbadet ve itaatlarımızı hem sadece Allah için, O dedi diye yapacağız, hem de O’nun istediği şekil ve modelde yapma gayreti içerisinde olacağız. “Kulluk yap da nasıl yaparsan yap” mantığı içerisinde olmamalıyız.

İbadet hayatımızı her türlü fikri ve ameli bid’at ve hurafelerden arındırmalıyız. Bu dini Allah göndermiştir. O halde bu din O’nun istediği ve şerefli elçisinin hayatında uyguladığı şekilde yaşanmalıdır. Bunun gerçekleşmesi için Kur’an ı anlayarak ve ayetler üzerinde düşünerek okumalıyız. Hz. Peygamberin ibadet ve kulluk hayatını O’nun hadislerinden öğrenmeliyiz.

“Muhakkak ki Allah temizdir. Ancak temiz olanları kabul eder.” (Müslüm)

5 – Allah temiz ve hoş bir hayat yaşayanları cennette esenlik ve hoş bir karşılama ile karşılayacaktır. Şehvetlerin esiri, kulu kölesi olmaktan uzak bir hayat yaşayanlar cennette her türlü sıkıntıdan uzak ebedi bir hayat yaşayacaklardır.

“Rablerine karşı takvalı olanlar da bölük bölük cennete gönderileceklerdir. Oraya vardıklarında kapılarının ardına kadar açık olduğunu göreceklerdir. Muhafızlar onlara “ Selam sizlere! Hoş geldiniz! İşte buyurun, içinde temelli kalacağınız bu cennete girin” diyeceklerdir.” ( Zümer/73)

“Oranın neresine baksan, nimet ve büyük bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır; gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir.” (İnsan/20-21)

“İnanıp yararlı iş işleyenleri içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları en koyu gölgeliklere yerleştireceğiz.” ( Nisa/57)

6 – Bizden önceki toplumlar, Allah’ın tertemiz sayfalarına ve onları okuyan peygamberlere uydukları için bulundukları kötü durumu değiştirdiler. Allah da onların iyi ve güzel yöndeki değişimlerine yardım etti. Bizler de Kur’an ın tertemiz sayfalarını okur, hayatımızı onlara göre düzenlersek Rabbimiz bizim de, fert ve toplum olarak hoşnut olacağı şekilde değişmemize ve düzelmemize yardım edecektir. Düşmanlarımıza karşı bizim yâr ve yardımcımız olacaktır. Bu dünyada izzet ve şeref içinde bir hayat sürmemiz konusunda bizim dostumuz olacaktır. Tertemiz cennetlere girip orada tertemiz eşlere sahip olmamız ve hoş içeceklerden içmemiz ancak Kur’an ın arınmış sayfalarını hayatımızın her bölümünde rehber edinmemiz ile mümkün olacaktır.

 “Kitap ehlinden ve ortak koşanlardan inkarcılar, kendilerine apaçık bir belge, içinde kesin ve en doğru hükümlerin bulunduğu arınmış sahifeleri okuyan, Allah katından bir Peygamber gelene kadar dinlerinden vazgeçecek değillerdi.” (Beyyine/1,2,3)

“O, kutsal kılınmış, yüceltilmiş, arınmış sahifeler üzerindedir.” (Abese/13-14)

7 – Allah’ın bizim şahsiyetimizi arındırması için mazlumların haklarını savunmamız gerekir. Zalimin zulmüne razı olmamalıyız. Zulme razı olmak veya zulmün karşısında seyirci olarak kalmak insan şahsiyetini ve onurunu bozar. Zalimin kim olduğuna ve zulmün çeşidine itibar etmeden karşı koymak zorundayız. Mazlumun da kimliğine bakmadan yardımcısı olmalıyız. Peygamberimiz (s.a.v) bu konuda şöyle buyurur:

Zayıf kimsenin hakkının güçlülerden alınmadığı bir ümmet takdis olunmaz (olunmasın)” (İbn Mace) Yani Allah o ümmeti arındırmaz veya arındırmasın demektir.

PEYGAMBERİMİZİN KUDDÛS İSMİ İLE YAPTIĞI DUALAR:

1 – Peygamberimiz (s.a.v), vitir namazını A‟lâ, Kâfirûn ve İhlas sureleri ile kılardı. Selam verdiği zaman ise üç defa, üçüncüsünde sesini yükselterek şöyle derdi:

 “Melik ve Kuddûs olan Allah her türlü noksanlıktan uzaktır.” (Nesaî)

2 – Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Her sabah Allah’ın bazı görevli melekleri; “Ey Yaratıklar! Melik ve Kuddûs olan Allah’ı tesbih edin” diye seslenirler.” (Mecmeu‟z-Zevâid)

3 – Başka bir rivayette de şöyle geçmektedir:

“Allah her sabah “ Melik ve Kuddûs olan Allah her türlü eksiklikten uzaktır” diye seslenen iki melek görevlendirir.” (Mecmeu‟z-Zevâid)

4 – Allah Resulü ( s.a.v) rükûda: “ “Melik ve Kuddûs, meleklerin ve Cebrail’in Rabbi olan Allah her türlü noksanlıktan uzaktır.” şeklinde tesbih yapardı. (Müslüm)

5 – Peygamber (s.a.v)‟e bir adam vahşi hayvanlardan şikâyette bulundu. O da adama şöyle dua etmesini tavsiye etti:

“Melik ve Kuddûs, meleklerin ve Cebrail‟in Rabbi olan Allah her türlü noksanlıktan uzaktır.” (Mecmeu‟z-Zevâid)

6 – Hz. Aişe ( r.a) Peygamber ( s.a.v) in gece namaz için kalktığında okuduğu dua ve zikirleri şöyle rivayet eder. Gece kalkınca onar kez “Allahu Ekber”, “Elhamdu lillâh”, “Sübhânallahi ve bihamdihi”, “Sübhânallahi‟l-Meliki‟l-Kuddûs”, “ Estağfirullah” ve “ Lâ ilâhe illallah” der, sonra da on kez şöyle dua ederdi: “Ey Allah’ım! Dünyadaki ve kıyamet günündeki sıkıntılardan Sana sığınırım.” (İbn. Mace) (Dr. Ramazan Sönmez/ Esma-i Hüsna)

Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

 

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ESMA DERSLERİ – 12 – ES SELÂM (79. VİDEO-1.11.07)

$
0
0

Es Selâm

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

 “BismillahirRahmanirRahıym”

 Es Selâm; Mutluluk menbaı, kozmik barışın kaynağı, kurtuluşun eşsiz benzersiz kaynağı demektir. Sıhhat ve afiyete delâlet eder se le me kökü. Selime; emin ve sağlam oldu demek. Selm; hoş olmayan halden çıkışa delâlet eder, hatta selâm diye Arap içine yılanın giremeyeceği çadıra dermiş. Çölde yılan ölüm demek, dolayısıyla zararın uzaklaştırılması haline selâm diyor. Es Selâmı aleyküm ‘ala; adeta huzur başından aşağı dökülsün, saadet başından aşağı dökülsün demek. Es Selamı Aleyküm bir duadır. İslâm dünya da silme, ahirette selâmete ulaşmak için Allah’a kayıtsız şartsız teslim olma yolu demektir.

[Ek bilgi; Selm hoş olmayan halden çıkışa delalet eder. Silm Barış anlamına gelir. (Enfal/61) insanı susuzluktan selâmete çıkardığı için tek kulplu kovaya es-selm denir. Sâlim “emin olmak” demektir. Selîm “kusursuz eksiksiz” demektir. Cihan devletine hükümdar olduğu halde karıncayı dahi incitmeyen Süleyman’ın ismi de bu anlam alanına dâhildir. Asıl adı Makbeh veya Ruzbeh olan Selmân el-Farisi ye bu ismin verilmesi onun ziyadesiyle barışçı ve huzur verici kişiliğinden kaynaklansa gerekir.

Selem; “Boyun eğme, esir etme, itaat altına alma” manasına gelir. Arabistan çöllerinde çok sık görülen, kendini hem sık ve dayanıklı dikenleriyle canlılara karşı, hem de çölün kurak iklimine karşı koruyan ağaca verilen isimdir.

Selâm; “Barış, emniyet, selâm, güven” demektir. Zira barış; insanların canlarını ve mallarını, ülkelerini savaşın yıkımından korur. Dâr-üs Selâm sonsuz esenlik ve güvenlik yurdu demektir. (Yunus/25) Müslüman selâmı olan esselâmu ‘aleyküm; “Selam üzerinize olsun” demektir.  Esasen ‘aleykum da ki ‘alâ; selamın mübalağalı bir dua olduğunu gösterir. Ve  “Huzur başından aşağı dökülsün” vurgusunu taşır. İbarenin açılımı selâmul-lahi ‘aleykum (Allah’ın selâmı, selameti, esenliği üzerinize olsun) şeklindedir. Vakıa/91 de ki selâmun leke min ashâbi’l-yemîn (ashab- yeminden sana selâm var) lâm ile gelmesi, gönderilen selâmın haber verilmesidir. Selâm “terk ve mütareke” anlamına da gelir. “Cahillerle karşılaştıklarında selam der geçerler” (Furkan/63) ayetinde bu anlama gelir.

Seleme; “Korudu, kurtardı, verdi, teslim etti” anlamına gelir. ‘Alâ edatı ile birlikte “selam verdi” demektir. (Nûr/61)

Müselleme “teslim edilmiş, sağlam” demektir.

İslâm kelime anlamıyla “Teslim olma” demektir. Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmayı ifade eder. (HUcurat/17) Kur’an a göre ilk peygamberden son peygambere kadar tüm nebîlerin tebliğ ettiği dinin adı İslâm’dır. İslâm; silm, teslimiyet ve selâmet mastarlarının üçünün manasını birden içerir. Bu manaların hepsini birden toplayan tarif şöyle yapılabilir. İslâm; Dünya da barışı/silm’i ve ahirette ebedi kurtululuşu/selâmeti sağlamak için Allah’a kayıtsız şartsız teslimiyet yoludur.

Selâm; İştikak olarak selleme’den ism-i mastardır. Selleme’nin mastarı teslîm dir. Nasıl ki ‘alleme’nin ki ta’lîm, fehheme’nin ki tefhim, Kelleme’nin ki, teklim ise… Fakat Kelleme’nin bir de kelâm şeklinde gelen isimleşmiş mastarı (ism-i mastar) vardır. İşte bu da aynı şekilde selleme’nin selâm şeklinde ki isimleşmiş mastarıdır.

Mastar ile ism-i mastar arasında ne farkı vardır?

Biri lafza diğeri manaya ilişkin olmak üzere iki fark vardır.

Lafzî fark; Mastar fiili üzerine caridir Tıpkı if’al in ef’ale, tef’îl in fa’ale,infi’âl in infe’ale üzerinde cari olduğu gibi. Yani mastarın kaynağı fiildir. Eğer o fiil olmassa o mastarın ifade ettiği şey oluşmaz. Yani mastarlar öznesinin fiilinden haber verirler. Fakat İsm-i Mastarlar öznesinin zatından haber verirler. Kelâm ve Selâm gibi.

Anlam farkı; Mastarlar meydana gelen eylen ve o eylemin öznesine delalet ederler. Teklîm (Konuşma) mastarı, konuştu eylemine ve o eylemin sahibinin konuşmasına delâlet eder. Teslîm mastarı, teslim oldu veya selâm verdi (selleme) eylemine ve o eylemin sahibinin teslim oluşuna ve selam verişine delalet eder. Mastar fiilin istikrarlı halini ifade eder.

İsm-i mastar ise bizzat öznenin o eyleme kaynaklık eden yetisine ve yeteneğine delalet eder. Selâm “teslim alma” yetisi olan Kelâm “çıkmayacak iz bırakan konuşma” yeteneğine sahip olan demektir. İsm-i mastar fiilin halinin o fiili işleme yeteneğine delalet eder.

Allah’a isim olarak gelen es Selâm, ism-i mastar olmuştur. Mastar; kök, kaynak demektir Buna göre Allah barışın, saadetin ve huzurun asli kaynağıdır. O’nun barışı, huzuru, kurtuluşu salamada eşsiz ve benzersiz, mutlak ve sonsuz olduğunu ifade eder. (M. İslamoğlu-Esma-i Hüsna/3-2116)]

Nazari çerçevede şöyle bir şeyler kısaca söyleyeyim; Allah’ın Selâm olmasının 5 anlamı var:

1 – Selâm olan Allah mutluluk ve esenliğin kaynağıdır. O zaman ne demek bu? Mutlu olmak istiyorsan Allah’a sırtını dönme, Allah’ın ırmağından iç.

2 – Es Selâm olan Allah zatı her türlü kusur ve noksandan uzaktır.

3 – Yaratılışta amaçlılık ve anlamsızlık bulunmayan zat demektir Es Selâm.

4 – Es Selâm demek dünyada selâmet ve huzur içinde yaşatma gücü elinde olan demek. Ya Rabbi, beni selâmette kıl diyorsanız Selâm olana yalvardığınızı biliyorsunuz demektir.

5 – Ahirette ebedi saadet yurduna ulaştıracak olan, Darü-s Selâm, Selâm yurduna ulaştıracak olan, yani bu yetki sadece kendi elinde olan demektir.

Kur’an i çerçevede Es Selâm huzurun, kurtuluşun, barışın garantisi. Okuyalım ayeti kerimeyi; “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min. (Haşr/23) Evet, Es Selâm geldi. El Kuddûs neydi? Kavranamaz ve dokunulamaz, ulaşılamaz değil lütfen onu atıyoruz. Allah gayet ulaşılabilir. Ulaşmak ayrı şey, dokunmak ayrı şey. Şah damarımızdan yakın olana herkesten çabuk ulaşırsınız. Şah damar, boyunda ki damarlar değil mi, yani bizi hayata bağlayan damarlar. Bu damarlardan daha çabuk ulaşırmışız. Bakın elimi getiriverdim ulaştım. Ama bundan daha çabuk ulaşırmışım Allah’a.

Peki, insanlar niye aracılar bulurlar? Niye Allah ile arasına aracılar koyarlar? Şah damarından daha yakın olana. İşte el Kuddûs o, Es Selâm arkasına geliyor. Nedir, bak barışın huzurun ve ebedi kurtuluşun kaynağı. O zaman ne demiş oluyor Kuddûs ile beraber anlayalım; Dokunulmaz ve kuşatılmaz olan Allah mutlak barışın huzurun saadetin de kaynağı. İşte bu.

Aslında var ya buda şunu söylüyor; Şimdi bir hükümdar, bir Kral, bir yönetici dokunulamaz, ulaşamıyorsunuz. Ulaşmıyorsanız eğer sizin zararınızdan emin. Sizin zararınızdan eminse eğer, sizin ondan herhangi bir şey faydalanmanız imkânsız, çünkü size muhtaç değil, sizden de korkusu yok. Allah’ın sizden hiçbir zarar görmesi söz konusu bile değil, size muhtaç değil, fakat sizin tüm ihtiyaçlarınızı gidermek için orada hazır ve nazır. Allahuekber..!

Diyor ki o zaman niye huzursuzsun? Benim gibi bir Selâm şah damarından yakınken niye huzursuzsun. Aslında harika bir terapi değil mi. Servetini kaybet, konforunu kaybet, yakınını kaybet, sevdiklerini kaybet, ne olur Allah’ını kaybetme. Huzur orada, ebedi saadet orada.

Allah senden hiç uzaklaşmaz, problem senin Allah’a uzaklaşıp uzaklaşmaman. Onun için ebedi mutluluğun kaynağı oradan çağlıyor ama dudaklarımızı oraya yapıştırmazsak mutsuzluk bu değil midir dostlar. Nedir mutsuzluğun tarifi? Mutsuzluk Selâm olan Allah’tan uzak olmaktır.

Nebi’den Selâm, nebiye Selâm. Nebi namazı bitirdiğinde 3 kez estağfirullah dermiş, ondan sonrada “Allahümme ente’s-Selâmu ve min-ke’s-selâm, tebarelte yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm.” Ey Allah’ım, entesselam sen huzurun mutluluğun, ebedi saadetin kaynağısın. Veminkesselam; Sen selâmsın madem selâmda sendendir. Yani huzur sendendir, saadet sendendir, mutluluk sendendir, kurtuluş sendendir. tebarekte ya zel celâl; Ey Celâl sahibi rabbim ne mübareksin sen, bereketin kaynağısın sen. Vel ikram; ey Celâl ve ikram sahibi. Eyvallah.

[Ek bilgi; Sevgili Nebî Allah’ı es Selâm ismi ile namazların hemen ardından anardı. Nebî namazı bitirdiğinde üç kez “estağfirullah” der sonra şu duayı yapardı;

“Allahümme ente’s-Selâmu ve min-ke’s-selâm, tebarelte yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm.”

Allah’ım sensin es Selâm olan, selâmer huzur ve barışta sendendir. Sen ey velâl ve ikram sahibi. Ne mübarek bir ikram kaynağısın sen.

Belli ki Hz. Peygamber namaz ile es Selam ismi arasında bir ilişki kurardı. Akla 3 ihtimal geliyor;

1 – Namaz insanla kâinat arasında ki barış ve uyumu sembolize eden bir ibadettir. Zira namaz kılan bir insan kıyamıyla dağları, rükûuyla hayvanlar alemini, secdesiyle de bitkiler alemini temsil eder.

2 – Namaz insanın iç dünyasını oluşturan birimler arasında ki uyum ve barışı sağlayan bir ibadettir. Namaz insanın duygusu ile düşüncesi, imanı ile aklı, vicdanı ile iradesi, inancı ile eylemi arasında ki uyuma katkıda bulunur.

3 – Namaz insanın Allah ile ilişkisiyle insanlarla ilişkisi arasında ki uyumu sağlayan bir ibadettir. Maun suresi bunun ifadesidir. Bu özellikleri ile namaz ilk peygamberden beri Allah’a kayıtsız şartsız teslim olanların ortak ibadeti olmuştur. (M. İslamoğlu-Esma-i Hüsna/3-2121)]

Allah resulünün bu duasını, bu senasını daha doğrusu, biz namazlarımızın ardından okuyoruz. Müezzinler okuyormuş gibi geliyor bana. Oysaki efendimiz bunu; sizden biriniz Selâm verdiğinde diye söylemişti, yani herkes. Osmanlı da bunu Osmanlı halkına öğretmek için özellikle Osmanlı ordusunda yeniçerilikte ki müezzinlere bunu söyleyin de millet öğrensin dediler. Millet öğrendi hoşafın yağı kesilmedi, yani bu din oldu, yani millet öğrensin diye orduda alınmış güzel bir tedbir ondan sonra dinin parçası oldu. Şimdi müezzinlerin birine ya bugün de sen etme Allah resulünün mescidinde ki gibi bir uygulama, bir hava olsun şurada, bir sus bakalım. Dense; Bir görün bakalım çıkacak çıngarı. Ya..!

Evet, hoşafın yapının kesildiğini biliyorsunuz değil mi? Pasaklı Yeniçeri ağası gelince pilav kazanına katmadan hoşaf koydurmuş. Yeniçeri kazan kaldırmış hoşaf yağlı çıkıyor diye, pasaklı yeniçeri ağası geldi diye ve zulümle bastırmışlar. Öyle yağlı hoşaf çıkmaya devam etmiş. Epey bir müddet sonra ağa değişmiş, temiz bir ağa gelmiş işinin ehli ve kazanı yıkattırmış hoşaf koydurmuş bu sefer yeniçeri yine kazan kaldırmış hoşafın yağı kesildi diye. Adamlar o kadar yağlı hoşaf içmeye alışmışlar ki hoşaf yağlı olur zannetmişler. Şimdi yeniçeri kazan kaldıracak yani eğer aslına döndürsek, sünnet olana döndürsek, İşte böyle bir şey.

Selâm’ı yayma emri de bunu bir parçası. İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız. Size onu yapınca birbirinizi çok seveceğiniz bir yol göstereyim mi. Bakın bu onun devamı; Göster ya ResulAllah; O halde Selâmı yayınız, eşsuz selâm. Bu hadisin devamı.

Selâmı yayınız emrinin davranışta ki karşılığı nedir? Barışı ve huzuru yayınızdır, yoksa çenenize kelam motoru gibi yallah çeneye kuvvet değil, bu değil. Her şeyi dile döktüğümüz için içini boşaltıyoruz anlatabiliyor muyum, bunu da mahvettik, cıcığını çıkardık. Dolayısıyla selamı yayınız, barışı yayınız emridir. Barışın sadece dilde ki karşılığıdır Es selâmı aleyküm.

Adam es selâmı aleyküm diyor, içinden habire sayıyor, şimdi bu selamı yaymak mı yani. İçin nefret dolu, kin dolu, yani yalan söylüyorsun sen selamı da yalanına alet ediyorsun. Dolayısıyla ikiyüzlülüğün aleti oluverdi bu emir.

Selâm olan Allah’ın tecellileri; İslâm üç köke nispet edilir silm, selâmet teslimiyet. Es Selâm olan Allah’ın iki büyük projesi vardır biri insan, diğeri İslâm. İnsan projesine İslâm inmiştir. Kâinat tarihinde insan nasıl büyük bir olaysa, insanlık tarihinde de Kur’an ın inişi öyle büyük bir olaydır.

elyevme ekmeltü leküm diyneküm ve etmemtü aleyküm nı’metiy. (Maide/3) işte bugün size artık dininizi tamamladım, itmam ettim ve nimetimi tamamladım, nimetimi ikmal etmedim, itmam ettim. Neden kıyamete kadar gelecek mü’minler çaba göstererek onu da ikmal edecekler diye. Yani ümmetime manevra alanı bıraktım, yani fikri cihat için, ilmi cihat için manevra alanı bıraktım. İçtihat ilmi cihadın sonucudur.

[Ek bilgi; Sevgili Nebî Allah’ı es Selâm ismi ile namazların hemen ardından anardı. Nebî namazı bitirdiğinde üç kez estağfirullah der sonra şu duayı yapardı;

“Allahümme ente’s-Selâmu ve min-ke’s-selâm, tebarelte yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm.”

Allah’ım sensin es Selâm olan, selâmer huzur ve barışta sendendir. Sen ey velâl ve ikram sahibi. Ne mübarek bir ikram kaynağısın sen.

Belli ki Hz. Peygamber namaz ile es Selam ismi arasında bir ilişki kurardı. Akla 3 ihtimal geliyor;

1 – Namaz insanla kâinat arasında ki barış ve uyumu sembolize eden bir ibadettir. Zira namaz kılan bir insan kıyamıyla dağları, rükûuyla hayvanlar alemini, secdesiyle de bitkiler alemini temsil eder.

2 – Namaz insanın iç dünyasını oluşturan birimler arasında ki uyum ve barışı sağlayan bir ibadettir. Namaz insanın duygusu ile düşüncesi, imanı ile aklı, vicdanı ile iradesi, inancı ile eylemi arasında ki uyuma katkıda bulunur.

3 – Namaz insanın Allah ile ilişkisiyle insanlarla ilişkisi arasında ki uyumu sağlayan bir ibadettir. Maun suresi bunun ifadesidir. Bu özellikleri ile namaz ilk peygamberden beri Allah’a kayıtsız şartsız teslim olanların ortak ibadeti olmuştur. (M. İslamoğlu-Esma-i Hüsna/3-2121)]

İslâm nedir? İslam içteki imanın dıştaki tezahürüdür, din imana değil İslâm’a nispet edilir Kur’an da bakınız. İnned Diyne ‘indAllâhil İslâm. (A.İmran/19) imana nispet edilmez, İslâm’a nispet edilir. İslâm’ın değerleri İnsanlığın değişmez değerleridir. Onun içindir ki münker ve ma’ruf kavramları insanlığın tüm kötülüklerini ve iyiliklerini bünyesinde toplar. Ma’ruf İnsanlığın ortak iyilikleri, münker insanlığın ortak kötülükleridir. O zaman aslında insanlığı temsilen ümmet iyiliğin temsilcisidir, olmalıdır daha doğrusu. Olmuş mudur? Fihi nazar..! bakmak lazım.

İslam; Allah’ın kâinatı yönettiği sistemin adıdır. İslam makro planda Allah’ın kâinatı yönettiği sistemin adıdır. İslam bir ideoloji değildir, fakat islam’ın bir ideali, ideal bir sistemi vardır.

İslâm hakikati teslim alanların değil, ona teslim olanların yoludur. Tevhid ve adalet İslam’ın eksenidir. İnsan endişe edecekse İslâm için değil kendisi için endişe etsin.

İslâm’ı Allah’tan daha fazla korumaya kalkanların İslam’a verdiği zararı İslâm’ın düşmanları vermemiştir. Onların yanılgısı şuradadır, İslâm Allah’ın diniydi onlar İslâm’ı kendilerinin zannetti. İslam Allah’ın malıydı, İslâm’ı kendi malları zannettiler bilmem anlatabiliyor muyum?

Müslüman olmak canının istediğinin yerine Allah’ın istediğini koymaktır. Başkaları ne der demek yerine Allah ne der demektir.

Gayri müslim ile kâfiri karıştırmamak lazım. Her kâfir gayri müslimdir, fakat her gayri müslim kâfir değildir. Kendisine açıkça ulaşmış iman esaslarını yoruma imkân vermeyecek tarzda açıkça inkâr edene kâfir denir. Sözün özü iman Allah’a güvenmek, İslâm güvenliği Allah’ın yoluna teslim olmaktır.

İslâm insanın her şeyidir, İslâm hakikati teslim alanların değil, teslim olanların yoludur demiştik değil mi evet, İslam tüm peygamberlerin tebliğ ettiği insanlıkla yaşıt tek dindir. İslâm ilahiyatın ve dinler tarihinin konusu değildir, insanlığın müşterek doğrusudur.  İslâm kelimenin tam ve tüm anlamlarıyla barıştır. Müslüman barış gönüllüsüdür, barış gönüllüsü demektir. Bulunduğu her yerde iç ve dış barış gönüllüsüdür. Müslümanların kötü temsillerinin faturasını İslâm’a çıkarmak istismardır, kötülüğü istismardır.

İslâm siyaseti ibadet, ibadeti siyaset olan bir dindir. Ahlak en çok güç iktidar ve servetin olduğu yerde gereklidir. Siz siyasetin olduğu yerden dini kovarsanız siyasetin olduğu yerden ahlakı kovmuş olursunuz. Siyasetin olduğu yerden ahlakı kovmak gücü, iktidarı parayı ahlaksız bırakmaktır. Bunun en büyük zararını yoksullar ve ezilenler çeker.

Sözün özü İslâm insanın her şeyidir. Rahîm olan Rabbinizden selâm var. Zamanın nebisi bize gelse ve gözleri parlayarak deseydi ki Allah’ın sana selâmı var, Allah’tan sana selâm getirdim. O anda ne hissederdik, dünya dururdu değil mi, yıldızlar dururdu, Samanyolu bile dururdu hatta kâinat donardı o anda nutkumuz tutulmaz mıydı Allah’ın selâmını getirdim deseydi. Sevinçten başımız dönmez miydi, hatta başımızı secdeye mıhlayıp kıyamete kadar bir daha kalkmamak üzere secdede ölmek istemez miydik? Allah’ın selâmını aldım başka ne istersin. Kalbimiz kuş olup uçmaz mıydı? Sevinç gözyaşları göz pınarlarımızdan çağlamaz mıydı?

İşte Selâm olan alemlerin Rabbi bize selâm ediyor Kur’an da. Ama nerede? Cennette. İnne ashâbel cennetil yevme fiy şüğulin fâkihun. (Yasin/55) Cennet ashabı, cennetlikler. El yevm, işte o gün fiy şüğulin fâkihun hoşlarına giden işi yapacaklar.

Bu ilginç bir cevaptır aslında, ya, cennette boş beleş yat, yat, yat adamın canı sıkılır mı? Yok hoşunuza giden işi yapacak, ne iş istiyorsanız, ne c anınız istiyorsa. Yani orada meşgale istiyorsanız o da var. Fiy şüğulin, şüğul; meşgale oradan gelir zaten aynı köktendir. Ama fâkihun canınızın çektiği hoşunuza giden.

Hüm ve ezvacühüm fiy zılâlin alel’erâiki müttekiun. (Yasin/56) onlar ve eşleri. Onlar ve karıları değil, hanımlar içinde hanımlar ve eşleri. Yani niye öyle anlaşılmıyor? Maalesef erkeksi gelenek dişil ve eril olmayan, yani cinsiyet ifade etmeyen hûr kelimesini dişi yapmış. Anlatabiliyor muyum? Evet, Hûr kelimesini Bi Hûrü-l îyn. Hûr kelimesi dişil değildir. Dişiye de erkeğe de nispet edilir Arap dilinde. Eh tabii Arap bedevisinin kafasıyla bakarsanız bedevi ağa. Çadırı kurmuş bir tane bu çadırda, bir tane o çadırda, bir tane de öbür çadırda..! Şimdi on un kafasıyla cenneti düşünürseniz öyle olur anlatabiliyor muyum? Ondan sonra harem kurarsınız; “ne ka! salavat o ka! huri” öyle mi?

Vay, vay, vay. Bu dine bundan büyük hakaret olmadı. Aklın o kadar mı başka taraflarda, Allah, Allah..! Rab binin rızasına kavuşuyorsun, selâmına kavuşuyorsun, bir tek selâmını alayım cennet odur ya rabbi.

Lehüm fiyha fâkihetün ve lehüm ma yedde’un. (Yasin/57)

Selâmün kavlen min Rabbin Rahıym. (Yasin/58) Rahîm olan rablerinden onlara bir selâm vardır. Ya rabbi bizi onlardan eyle.

Amin, Allahümme entesselâm veminkesselam tebarekte ya zel celâli vel ikram. Allah’ım sensin es Selâm isminin sahibi, selâmet, huzur ve barışta senden. Sen ey Celâl ve İkram sahibi ne mübarek bir bereket kaynağısın sen. Ya Selâm, ya Allah Huzurun ve mutluluğun kaynağı sensin. Bize o kaynaktan kana kana içir ya rabbi. Selam yurdunun sahibi sensin bizi o bilinçle yaşat o bilinçle göçür ya rabbi. Ya Selâm, ya Allah İslâm insanlığın değişmez değerlerinin adıdır, bizi İslâm’ın yüz karası değil, yüz akı eyle ya Rabbi. İslâm; Es Selâm isminin en büyük tecellisidir bizi yoluna bilinçle teslim olanlardan eyle ya rab. Bizi cennette selâmına erenlerden eyle ya rab. Amin, amin, amin ya muîyn. Velhamdülillâhi rabbilalemin.

[Ek bilgi;Bir yoldaşına selâm verdiğinde Allah’ın yeryüzünde ve gökteki ölü ve diri bütün iyi kullarını aklına getir. Çünkü Selâmın bu makamdan sana iade edilir. Selâmının ulaştığı Hakka yakın her melek veya temiz ruh mutlaka selâmını alır. Selâm bir duadır, böylece duan kabul edilir ve kurtuluşa erersin. Allah’ın heybetinde kendisini kaybetmiş, O’nunla ilgilenip kendinden geçmiş kullarından birisine ulaşmadığında – Hâlbuki bu genel ifadenle onlara da Selâm verdin-  onlar adına Selâmını Allah alır. Hakkın Selâmını alması sana şeref olarak yeter. Keşke kimse verdiğin Selâmı duymasaydı da Hakk onların yerine Selâmını alsaydı Böyle bir şey senin adına daha büyük şeref olurdu. (İbn. Arabi- Fütuhat)]

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 


TAFSİR LESSONS AN-NISA (034-054 )(31)

$
0
0

231

BismillahirRahmanirRahiym

Dear friends we will continue our lessons with the 34th verse in this chapter, right after the verse about the inheritance related.

34-) ErRicalu kavvamune alen nisai Bi ma faddalAllahu ba’dahum ala ba’din ve Bi ma enfeku min emvalihim* fessalihatu kanitatun hafizatun lil gaybi Bi ma hafizAllah* vellatiy tehafune nushuzehunne fe’izuhunne vehcuruhunne filmedaci’i vadribuhunne, fein eta’nekum fela tebgu aleyhinne sebiyla* innAllahe kane Aliyyen Kebiyra;

 Men are protectors over women. Based on qualities Allah manifests from His bounty, some are superior to others; they give from their wealth unrequitedly. Righteous women are respectable and obedient toward their husbands. They guard their unknown with Allah’s protection (they do not unite with other men when alone). Advise your spouses (help them to recognize their mistakes), whom you suspect may be disobedient (unable to carry the responsibilities of marriage), (if they resist to understand) then forsake them in bed, and if this does not help either then strike them (enough to offend them). If they obey you then take no further action against them. Indeed, Allah is the Aliy, the Kabir. (A.Hulusi)

 Men are the protectors and maintainers of women, because Allah has given the one more (strength) than the other, and because they support them from their means. Therefore the righteous women are devoutly obedient, and guard in (the husband’s) absence what Allah would have them guard. As to those women on whose part ye fear disloyalty and ill-conduct, admonish them (first), (next), refuse to share their beds, (and last) beat them (lightly); but if they return to obedience, seek not against them means (of annoyance): For Allah is Most High, Great (above you all). (A.Yusuf Ali)

 ErRicalu kavvamune alen nisai Bi ma faddalAllahu ba’dahum ala ba’din ve Bi ma enfeku min emvalihim Men are protectors over women. Based on qualities Allah manifests from His bounty, some are superior to others.

 There were some problems occured when the translations were done in classic times. More accurately translators of old times had different opinions about this verse. ErRicalu kavvamune alen nisa sentence is not a complete sentence. And with its unfinished nature, it was taken as a complete sentence and given a meaning like men are superior and ruler over women.

 First of all I would like t stay on the word kavvam. Some translators chose the meaning of administrator or ruler for this word but I want to look for the meaning of protector and watcher for kavvam word.

 The exaggeration for of Kaim, the word Kavvam comes in many places in Qur’an and all of them have the meaning of protector and watcher. More truly, the expression of Kaim alel Mer’e, in arabic language it has the meaning of protecting the women, the person who finances the womans needs, who watches for her well being. So the reason why the men are appointed to women as protectors is; Bi ma faddalAllahu ba’dahum ala ba’din Based on qualities Allah manifests from His bounty, some are superior to others.

 The meaning of this expression Allah gives some people more bounty than others, that doesn’t mean they are superior to others. Lots of translations give this unfortunate meaning of superiority but this alone doesn’t reflects Allah’s will in this verse. The superiority here isn’t about mens power over women andabsolute dominion. Here the downside of superiority is also explained.

 ve Bi ma enfeku min emvalihim They are appointed as protector because of the expense capabilities they can make from their own possessions.

 The word kavvam; watching over. Watcher and protector.

 2- The meaning of the expression the mens positions of protectors over women, has also the same explanation of the 1 to 2 ratio in inheritance situations, as in men have one part much than women. So if men ask why should we cover womens expenses and take care of their needs, because you have 1 part over from women in inheritance, that one part is not for you, its for the needs of your women and your house. Only then the balance can be set and justice can be done.

 The protection and watching here have obviously economical aspects. Because they are the ones who cover the expenses. So the real meaning of the verse is this, whoever has the expenses in a household, that’s the one who have the position of protector. And if you ask why men? Because their wealth incomes are more then women. From that point we can deduce that whoever has the most income in a house should handle the wellbeing of that household. Like I said before, it has the same explanation of 1 to 2 ratio of inheritance business.

 Kavvam as you remember has the same meaning with the word Kayyum. As in the being who protect, who cover others needs, the one who looks after. Allah is the most merciful as being Kayyum. All things like wealth income, the status, honor and other things Allah gives at birth are not means to be above others. Especially they are not the reason of power of men over women. All this superiority situation is the responsibility of taking care of others in a household because of the reason a wealth income is more than the other individuals under the same roof. It’s just that.

 That’s why you cannot find any verse or sentence in Qur’an that takes men over women for no reason. Because being a man or being a woman is not something a person chooses to be. No person chooses to be a man neither chooses to be a women. If a person gloats for something he has no power of choosing, then the all those words become empty.

         Qur’ans logic, Qur’ans main thoughts and theme are always set on being proud of the things a person earns, bragging with the meaningful incomes. The things like race, color, geograpy, being male or female; things which a person has no right to choose from the beginning, bragging with them is a simple and crude materializm.

 fessalihatu kanitatun hafizatun lil gaybi Bi ma hafizAllah Righteous women are respectable and obedient toward their husbands.

 In the first sentence of this verse the mens responsibilities and duties also his rights are correctly explained. We are told that a mens duty is to protect the house, as well as the women of house, taking care of them, looking after them. Those things… Of course as a result for all these responsibilities men earn a right here. Just like womens rights over men to be under this responsibility. So to learn this responsibility we should look at this verse and it is explained like this. Righteous women are respectable and obedient toward their husbands.

 In this verse where the honesty, virtue and respects measurements are set for women, Allah also gives the responsibility of protection of privacy Bi ma hafizAllah which is also under Allah’s protection too, to women as the privacy of marriage, the respect of marriage. As in Allah wants women to show loyalty and respect to the marriage. In other words Allah wants women to show loyalty and respect because of the institude of marriage. Because of the reasons we listed above, women are wanted to be loyal and obedient to help the survival of family and marriage.

 The main stream of the verse circles around the concept of family, the fundamental core of society. In this verse it is explained how a family should thrive, how it can stay on its feet, on what roots it should stand.

 In fact there is a connection between this verse and the ones we studied in our previous lesson, the inheritance verses. This connection is the answer to the question, why there’s a difference between the inheritance cuts of men and women. Because these cuts are and should be reflected to the households expenses.

 In a system where the main income and all expenses were on man in a family, surely the ratio of 2 for men and 1 for women is a fair, and just distribution. We may also say, in a society where all expenses and money streams were the responsibilities of men, even distribution would be unjust.

 vellatiy tehafune nushuzehunne for the women you have concerns of loyalty.

 The verse started with the duties of men, right after that the womens responsibilities and dutied are explained and now the word comes to the women who neglect these duties and responsibilities. Now they are under the light.

 The word it uses here is the three things we counted above. What were they? Protecting the privacy that Allah put, loyalty and obedience. Where these three attributes are not found or the opposite of them are found, Qur’an names this situation and Nushuuz. So what we understand from this Nushuuz must be this.

 vellatiy tehafune nushuzehunne I told loyalties. But it is more accurate to translate it as loyalty issues and dissensions. Being unloyal to the house morally and being the center of dissension in a family. This is called nushuuz. So you might ask, do only women do this nushuuz to men? The answer is no of course, but because of this nature of answer I choose to translate the concept as loyalty issues and dissension. Otherwise you may see in most of the translations, the concept is translated as disobedience and insubordination. But if we do that, then we cannot say anything about mens nushuuz. Because disobedience and insubordination of men to women cannot fit in a community like that. Also Qur’an talks about the nushuuz of men to women later on. In fact the 128th verse of this chapter.

 So what we should understand from the concept of nushuuz is, the unfaitful and dissentive behaviours of an individual to his/her wife or husband.

 So in a situation like this, where womans loyalty for a man is disappeared and he becomes the center of dissension, what should be done? The verse answers fe’izuhunne in this time. First just advise them. vehcuruhunne filmedaci’i then seperate your beds, leave them alone in your beds.

 There’s an education process with 3 stages here. In case a situation like this may ocur. If a woman is the center of unloyal behaviours, dishonesty and dissension, fe’izuhunne First just advise them. This is the first solution of Qur’an. Advising them. As in make a dialog first. Try to understand the reason behind dissension and unfaithful behaviours. Remember you cannot give advises to a person you cannot communicate. To be able to give and advise, first you should be in front of that person, talking. You should accept her dignity. As in you should see her as an equal and your other half, your spouse. Only then you may give any advise. Make a dialog, try to understand her, then give advise.

 vehcuruhunne filmedaci’i If that doesn’t do, then seperate your beds. Leave them alone in their beds. And if that also doesn’t cut it, vadribuhunne

 Yes, and now we have a problem in our hands that emerges from the misunderstanding of Qur’an. Vadribuhunne Beating. But should we understand this as, then beat them? Should we really understand this literally?

 We ask this to Qur’an immediately. We search the meaning of Vadribuhunne expression in Qur’an first. Vadribuhunne word comes from the root of da-re-be which also comes from the verb of da-ra-be in arabic language. But this word has multiple meaning. This multi meaning nature not only influences the arabic language but it also reflects the nature to Qur’an as well. That’s why explaining in Qur’an has the meaning of Daraballahu meselen Allah gave an example. Giving example, explaining the example, creating an example.

 So the words derived from the root of darabe in Qur’an has these meanings, walking, traveling. Traveling on earth which we can also show the expression of Iza darabu fil ard to this meaning like many others.

 Again, Qur’an uses the verb darabe in other meanings; like we see in duribet aleyhumizzille verse. Condemning one to weakness, pulling one to misery. Also dressing. Those are some other meanings.

 But despite there are many different meanings we see that the common element here is that the verbs uses, the metaphorical form. That includes, pulling, putting, sending and bringing. That’s why in his arabic language ansiclopedia, Tacul Aruz gives this meaning to the verb darabe. Darabe, dehru, beynena. As in time split us. The verb is used as a seperation word. Hence we can understand from this point of view, Qur’an chooses to use the word darabe as a mean to exclusion, seperation and sending; not as hitting or beating like many believed since its literal meaning in arabic language is this.

 Of course I’m not saying these just by looking atthe verb darabe here. It’s not just a literal look for a simple verbs use that can open the verse here. At the same time when we look at Rasulallah’s behaviours and actions, when we look at sunnet, we can easily see how a false behaviour beating might be.

 Many translators including Taberi shows an interesting event as a reason of arrival of this verse.

 A woman named Fatima binti Kays her husband hit her one day. That woman came to Rasulallah directly and said her husband slapped her without any right.

 So what do you think Rasulallah’s response? What is the verdict, what it might be? I want your attention. The response of Rasulallah to Fatima Binti Kays when she said her husband hit her without any right.

 You will hit your husband back with the same intensity.

 As in kisas. That’s that. Of course when the woman was on her way home, this verse came down to Rasulallah according to records. And when it did, this was Rasulallah’s words.

 I made a judgement call. Allah then made a judgement call. Surely Allah’s call is more worthy to comply.

 Now the verdict of Allah is pretty obvious here. But in an era like that, a woman came to Rasulallah for an unjustly beating from her husband, Rasulallah’s verdict was an event all by itself for a seventh century civilization. It’s also meaningful how a keen perspective Rasulallah had for such an occasion. That’s one.

 Secondly, Rasulallah had never hit his wives. That’s a fact. Rasulallah’s wives were sometimes crossing their usual boundries. But Rasulallah never even thought of beating them, he did however thought of sending them, leaving them or divorcing them. Thought because this verse brings us the greatest proof on this. 28th verse of Ahzap chapter and other verses related to this matter, Rasulallah advices divorce for rebellious wives, rebellious because of material issues. Not beating. He advices us the second, metaphorical meaning of darabe. Send, leave, divorce. He didn’t say beat. That was never an advise. That’s why in a hadith we read in Buhari and Muslim, Rasulallah was saying this.

 Can someone among you beat his wife like she is a slave then get into bed with her afterwards?

 Again in this hadith, the beating might not be forbidden altogether but there’s another one which does that.

 -Allah’s servants (regarding women), don’t ever beat them.

 This is from Abu Davud, Nesei, Ibn Maca, Ibn Hamber, Iyaz Bin Abdullah and from one of the true believers mother we learnt this hadith.

 So when all the evidences point otherwise, when Rasulallah never hit any of his wives, if we think about the usable meaning of the verb daraba under these evidences lights; Allah of Alla Worlds know best. The prioritized use of the verb darabe is Vadribuhunne’. As in if they didn’t do both of them, if both solutions came up empy, then leave your ways. Stay away from them. This might be the first meaning. Second meaning might be the literal one as beating, like I said Allah of All Worlds knows the best. But we should never forget this. Qur’an comes to elevate the humans honor and personality. It never trumps over them. That’s why to be able to understand Qur’an worthy enough for human honor and explaining tit with that perspective holds a great importance here. Moving on.

 fein eta’nekum fela tebgu aleyhinne sebiyla After that if they comply, restrain yourselves from hurting them. As in give advices first, then seperate your beds, leave them in their beds, in their home, then leave them or make them leave. If this solves the problem, if any of these methods achieve the solution, then restrain yourselves from punishing them more.

 innAllahe kane Aliyyen Kebiyra;  Allah indeed great and mighty.

 You may ask why a verse like that ended up with a sentence like this. Allah is great and mighty. The great Allah, the mighty Allah doesn’t want you to do small attitudes or crude behaviours. Allah wishes you to be vette hallagu bi ahlagillah  ethical with Allah’s ethic code. Be great and mighty, show compassion and respect.

 [Additional Info: 34th Verse and The Slander to Beating

 Nisa 34: Men are the protectors and maintainers of women, because Allah has given the one more (strength) than the other, and because they support them from their means. Therefore the righteous women are devoutly obedient, and guard in (the husband’s) absence what Allah would have them guard. As to those women on whose part ye fear disloyalty and ill-conduct, admonish them (first), (next), refuse to share their beds, (and last) beat them (lightly); but if they return to obedience, seek not against them means (of annoyance): For Allah is Most High, Great (above you all). (A.Yusuf Ali)

 Nisa 34: Men are the protectors and maintainers of women, because Allah has given the one more (strength) than the other, and because they support them from their means. Therefore the righteous women are devoutly obedient, and guard in (the husband’s) absence what Allah would have them guard. As to those women on whose part ye fear disloyalty and ill-conduct, first give them advices, then leave them intheir beds by themselves and at last send them away from their location, home. But if they return to be gentle and respectful again, don’t seek ways to offend them anymore. For Allah is Most High, Great (above you all).  (Yasar Nuri Ozturk)

 Same verses and yet two very different translations. So should we understand Allah’s verses like this? Unfortunately we based on assumptions and heard stories when we try to understand Allah’s verses and these are the mistakes we can easily fall into. So let’s try to understand this verse together with the help of Qur’an itself.

 “Men are protector over women.” saying our Rabb. So is it really possible Allah say “Beat your wives.” at the end of the same verse? Speaking of which, there are also several translations saying, “Men are administrator over women.” for the first sentence. These are not the words of Allah but the product of unquencable egos.

 There is also a saying in the verse, some of them are different/superior to others in some ways. Mind you that there isn’t a men or women differentiation for that sentence too. So we should understand from this is, men are superior to women in some ways but women are superior to men in some others. BesIdes, the superiorIty subject cannot brIng a person prIvIlage to rule, quIte the opposIte, It brIngs responsIbIlIty.

 The obedience and respect mentioned for good women are about their attitude for Allah’s laws. And by obedience, we should understand the women who protect their virtue and decency. Otherwise it isn’t true to extract the meaning of in every condition, the woman who follow her husbands rules, making his every command is the obedient women. And by also translating this wrong, we see the examples of how the oppression over women reach its peak. Le’ts come to the most arguable and most misunderstood section of the verses translation. BEATING THEM part.

 In a part of the verse regarding the uneasiness within the family, IN CASE MEN SEE UNLOYAL AND DOUBTFUL OF INDECENCY AND NOT ADMISSIBLE OF COMMUNITIES STANDARTS BEHAVIOURS BY WOMEN, the path that should be followed is described. In that case, man should warn his wife regarding this unpleasant behaviours he should get her attention. If that doesn’t help, in continue, regarding “our contract of marriage cannot continue.” SEPERATE YOUR BEDS.” As a final solution, you should follow this path. So even that doesn’t help, what should you do then?So what you should do is described in this verse of Allah and it’s this. I no longer want you in my house as long as you keep doing these behaviours. Telling her that you cannot be with her in the same house and a suggestion is given that they should seperate homes, sending her away. WHICH IS ALSO THE WAY OF BREAKING UP IN THESE DAYS.

 So why than the first translation by opening a parantheses saying, “Beat them (softly) The word VADRIBUHUNN in the verse is unfortunately given a meaning of a proof fo our superstitious beliefs so explaining Qur’ans teachings  to communities under these assumptions lights is the most disrespecful behaviour. This word, is the derivitive of the verb darabe and it has several different meanings of “HITTING, SENDING AWAY, STEPPING AWAY, GOING TO BATTLE, GIVING EXAMPLE, CLOSING, COVERING, SETTING ASIDE.” So by giving the most controversy, most opposite to Allah’s teachings meaning as a translation, not only the seeds of doubts were planted in communities cores, but also given a leverage to Islam’s enemies. Giving the BEATING meaning and accepting it both create a contradiction to Allah’s this verse and the entirety of Qur’an.

 NOT IN A SINGLE VERSE IN QUR’AN A PUNISHER ROLE AND AUTHORITY IS GIVEN TO ANY INDIVIDUAL IF THERE’S A CRIME INVOLVED.

 NISA 128: If a wife fears cruelty or desertion on her husband’s part, there is no blame on them if they arrange an amicable settlement between themselves; and such settlement is best; even though men’s souls are swayed by greed. But if ye do good and practice self-restraint, Allah is well-acquainted with all that ye do. (A.Yusuf Ali)

 As you might get your attention, in this verse woman is worried from her husbands indecency, she worries that he might leave her and making a complain.In Nisa 34 it was the opposite, the man waas having trouble with his wife and the solution was given under that direction. So you may see the dilemma here, if we would accept the translation of men can beat women there, so shouldn’t we say that women should do the same here. We should be able to say that women should do the same thing to men when the tables are turned but we cannot. In that case we create sexism with our words for Qur’ans understandings of us. So if we can see the big picture here, in the same terms Qur’an brings us the same solutions and giving us advices for making up, making peace between spouses. (Continues…) (Haluk Gumustabak)

 35-) Ve in hiftum shikaka beynihima feb’asu hakemen min ehlihi ve hakemen min ehliha* in yuriyda islahan yuveffikillahu beynehuma* innAllahe kane Aliymen Habiyra;

 If you fear dissension between them, assign an arbitrator from his family and an arbitrator from her family. If they desire reconciliation, Allah will enable it. Indeed Allah is the Aleem, the Habir. (A.Hulusi)

 If ye fear a breach between them twain, appoint (two) arbiters, one from his family, and the other from hers; if they wish for peace, Allah will cause their reconciliation: For Allah hath full knowledge, and is acquainted with all things. (A.Yusuf Ali)

 Ve in hiftum shikaka beynihima If you fear dissension between a married couple;

 feb’asu hakemen min ehlihi ve hakemen min ehliha* assign an arbitrator from his family and an arbitrator from her family.

 Qur’an continues the same concept of previous verse here. Because these verses are all about the survival and longevity of family. That’s why it is easy to see Qur’ans careness for this topic here.

 And at this point the offer of this verse has more meaning. Pointing a referee from husbands and wives families to settle a dispute. In the verse above we are told that if a dispute is about loyalty and money related problem from a member of the family, then the problem should be dealt with internally. As in if a member of family is the cause of problem by him or herself, then the situation should be settled inside the family as well. But this verse answers the question of what if the situation cannot be handled. If the solution cannot be found inside the family, then it’s possible to appoint two referees, one from the husbands side an done from the wives.

 What can those referees do? This question has created many debates among the lawmakers. What is the juristiction of these referees, where do their authorities start and where do they end? I guess it’s about right to say that their Powers are limited to what is given to them by the troubled couple. So if the family decide to give the authority to end the marriage to referees they appointed, then they may use this power if they see fit.

 This referee position is like the ombudsman position from the western society, so in order to prevent the dissension in family, it’s meaningful to search for a way out in law.

 It’s common in modern societies that the position of a referee or judge or ombudsman. This practice is widely known by anyone. So it has a deep understanding here that this position which is a new law based solution was offered to people 1400 years ago by Qur’an.

 in yuriyda islahan yuveffikillahu beynehuma* If they desire reconciliation, Allah will enable it.

 innAllahe kane Aliymen Habiyra; For Allah has full knowledge, and is acquainted with all things. As in Allah knows the cause and reason of the problem inside the family.

 But the ultimate goal is the preservation of family. The survival of the house. That’s why you may have the power to appoint a referee but Allah sees all including the doings of these referees. Know that Allah’s judgement will also be given. But in order to preserve the family, you should follow the verdicts of these referees. And they should follow the path of preventing this problem as much as they can.

 36-) Va’budullahe ve la tushriku BiHİ shey’en ve Bil valideyni ihsanen ve Bi zil kurba vel yetama vel mesakiyni velcari zil kurba vel caril cunubi ves sahibi Bil cenbi vebnis sebiyli ve ma meleket eymanukum* innAllahe la yuhibbu men kane muhtalen fahura;

 Serve Allah and do not associate partners (duality) to your essence with anything (do not deify or associate divinity to any form of existence)! Do good to you parents, relatives, orphans, the needy, close neighbors and far neighbors, your fellow traveler, those who are stranded, and those under your hand (in your possession). Indeed, Allah does not like those who are boastful and arrogant. (A.Hulusi)

 Serve Allah, and join not any partners with Him; and do good- to parents, kinsfolk, orphans, those in need, neighbors who are of kin, neighbors who are strangers, the companion by your side, the wayfarer (ye meet), and what your right hands possess: For Allah loveth not the arrogant, the vainglorious;- (A.Yusuf Ali)

 Va’budullahe ve la tushriku BiHİ shey’en Serve Allah and do not associate partners with Him.

 The expression of Shey’en is important here. It contains a deeper meaning then just “don’t shirk Allah”. That’s why it’s more accurate to translate it as, don’t associate partners with Allah.

 Associating partnership something other than Allah. It’s appointing features only belongs to Allah, other than Allah. What is this mean then?

 First of all, it’s an insult to Allah. Then it’s oppression to that thing. Giving a feature of Allah to a thing, a person, a material, a living or unliving, corporial or abstract; even they are not worthy of it is an oppression to that thing. Because it has the meaning of not being content of his role given by Allah to it. Allah puts it in a position of creation, a position of creature and you put it in a position of creator, making it a god. This is oppression to it. Also an oppression to the person too which is the greatest oppression. Because shirk is the greatest harm one can do to himself.

 ve Bil valideyni ihsanen do good to parents.

 Now this is interesting, the verses we studied above told us how disputes in a family should be resolved, firstly inside the family, if that’s not possible then by appointing two referees from both sides. Now after that the speech comes to the problem of faith, as in worshipping and being a worshipper problem. Here we are ordered to serve only Allah and restrain ourselves from associating partner something other than Allah. It’s possible to ask what is the connection, the relation between this and a social institute called family?

 Remember, all these Allah’s advices can be practiced by people who are in knowledge and conscious of being a worshipper. Again a problem of a person comes from not knowing his place or the boundries of the world around him. Also the problems in a family usually come from not knowing one person his/her place and responsibilities.

 If a person cannot know his place in front of Allah, how then spouses may know their places against each other?

 If a person is unaware his limitations in front of Allah, how then he recognize his wifes boundries? Why should he?

 That’s why to problem is carried to shirk and worshipping, to reveal that the origin of the disaase underneath. And continues. ve Bil valideyni ihsanen do good to parents. ve Bi zil kurba do good to relatives.

 These are the constant values of earth. These values are Islam themselves and Islam is the name of all constant values of humanity. These values are not just in the revelations brought by the last prophet but esentiall in all the revelations brought by all the prophets sof at. That’s how we should percieve. ve Bi zil kurba do good to relatives.

 vel yetama help the orphans vel mesakiyni the poors, needies, people who seek assistance, help them. velcari zil kurba neighbours from your enviroment vel caril cunubi and the ones not from your vicinity. Help people even they are not from your area or tribe, people might not be from your ancestory, or share your faith, help them too. This part holds all these meanings. They are the meaning layers of this verse.

 vel caril cunubi help your neighbours outside your zone. This neigbour part has so many debates over it, it creates tens of hadiths about neigbours rights. I remember many of those but…

The most famous hadaith among them is this. From Buhari and Muslim. “Whoever believes in Allah and the Judgement Day, should do good to his neigbours.”

In this hadith, believing Allah and afterlife is put to the same scale with neigbours rights. You can see it even here. Worship Allah and don’t associate partnership anything other than Allah, do good to your neighbours. As you can see here, there’s a direct contact. If you as the nature of this connection, it’s this. this behaviour, this helping people other then yourself, this virtue and moral attitude is based on faith for Allah.

Only then a person can make a good deed without waiting a return because he knows that Allah will return to him. He doesn’t glorify his deeds to others, he doesn’t mock the person he helps, he doesn’t turn something good to something bad. Because there are some good deeds that leads to bad things at the end. How. You treat someone and as an exchange you take him as a slave, you enlsave him. Or you treat with someone and in exchange you take that persons honor. Honor is everything. Freedom is everything. This is the type of good deed that leads to bad conclusions at the end.

That’s why all of them, all good deeds, beautiful actions and eternal happiness; they are all from Allah and this verse shows us this fact. The foundation of that good deed is faith, worshipping Allah and Allah alone. Let’s continue.

 ves sahibi Bil cenbi to your friend close to you, to your companion, do good.

Taberi with an accurate interpretation, figured that the close friends said here is spouses. Naturally according to men, their wives and according to women, their husbands are the ultimate close friends. So it’s normal to assume that close friends here are about spouses since it matches the description of the verses above and more tuned with the concept of this verse. From this point of view of Taberi which is the most accurate one, it reveals that helping to your close friends, your spouses are related to ones worshipping nature as a person.

Unfortunately we have this infamous logic of “We are married, it’s over. We are bound to each other, we are slaves.” Ir’s likewhen you get married all the moral and ethic codes are contained between a parantheses. Marriage is used to show as an excuse to rule out all humane and moral relations between two believer people. An excuse to open the rift between husband and wife.

On the contrary one shouldn’t do what he doesn’t do to other people also his wife too. There are things a believer shouldn’t do to other believers because of the brotherhood of faith. Being married is just another nail in this unbreakable code of ethics. That’s why being married doesn’t cancel the fact of being related by faith. Moving on.

 vebnis sebiyli to traveler. If we follow the translation of Muhammad Abduh and his student Rashid Riza, it’s like this. Help those people who are cast out to streets, help children of the streets. So in our days terms help the people and children in derelicts and under bridges.

 ve ma meleket eymanukum Do good to those under your hand.

 Slaves are mentioned here at first. The good deed made to them. What is the favor? The greatest favor and good deed is giving him his freedom.

When it’s counted of zekah and charity parts in Baqarah 177, ve fiyrrikab people who are released from slavery is included. People who are slaves and set free.

So from this origin we can say this easily. It’s another step for removing the practice of ancient slavery. Like I mentioned with our previous translations, Qur’an chose to follow a path to destroy the ancient practice of slavery step by step. This is because to prevent a social scar in any society since removing slavery all of a sudden would definitely do that. This verse is  one of those verses that should be taken within this frame.

innAllahe la yuhibbu men kane muhtalen fahura; Indeed, Allah does not like those who are boastful and arrogant. Doesn’t like. Allah doesn’t like. I want you to point your attentions here. Whom is the second question here. Allah does’t like those who are arrogant. innAllahe la yuhibbu men kane muhtalen fahura; Indeed, Allah does not like those who are boastful and arrogant.

Allah likes, Allah doesn’t like. The expressions comes by these forms reflect the most refined forms of Allah-human relations. If Allah puts prize and punishment to the relations, then this relation hasn’t even reached to its maximum capacity. But more refined it become, more Meccan verses leave their places to Madinan verses, Allah changed the addressing style from prize and punishment to like and doesn’t like.

But when Allah educates peple with verses and brings them to the verge of education, when they become refined and their souls are pure, Allah reveals verses like “Allah doesn’t like those who do this.” Instead of “If you do this, Allah throw you into Hell.” Because if Allah likes, it is Heaven, it is beauty. If Allah doesn’t like, it is Hell, it is fire. That’s why at the highest point of Allah-human relation, love is the prize of expression. Because it is the ultimate prize. So for those people who wish to climb this peak, let’s see what Allah tells us more.

 37-) Elleziyne yebhalune ve ye’murunen nase Bil buhli ve yektumune ma atahumullahu min fadliHİ, ve a’tedna lil kafiriyne azaben muhiyna;

 They are stingy and command stinginess upon others, and they hide what Allah gives to them from His bounty. We have prepared a degrading suffering for the deniers of the reality. (A.Hulusi)

 (Nor) those who are niggardly or enjoin niggardliness on others, or hide the bounties which Allah hath bestowed on them; for We have prepared, for those who resist Faith, a punishment that steeps them in contempt;- (A.Yusuf Ali)

 Elleziyne yebhalune ve ye’murunen nase Bil buhli Allah also doesn’t like those are stingy and command stinginess upon others. People who are stingy and who advices being stingy are not liked by Allah too.

 What is Allah’s gain from this? What is Allah’s gain from your helps, your goodnesses, your openhanded actions? What is Allah’s gain from your helps to the poor, the stranded, to derelict children, poor slaves, workers and other people who are in need also your mother and father? A person should think this through first. All gain is for you. All gain is yours and like Allah openly informs, your gain has been though here, not Allah’s. Because Allah has no gain from your helps.

 That’s why Allah sent these orders, because Allah thinks you better than you. If you turn your backs to Allah’s orders, in reality you only turn your backs to your own interests. It’s being not in peace with yourselves. It’s being against yourselves, being in war with yourselves. That’s why people who fight against Allah’s orders are really the ones who fight against humanity and theirselves.

 ve yektumune ma atahumullahu min fadliHi and Allah doesn’t like those who hide what Allah gives to them from His bounty. Yes Allah doesn’t like who hides and refuse to give what Allah gives them. Because those people are not the real owners of that bounties. That wealth are given them as entrust by Allah and Allah wishes them not to betray it by keeping to themselves.

 Why hiding? Why does a person hides the wealth given him by Allah and not helping the ones in need?

 Because he doesn’t trust Allah. He has trust issues. Trust issues are really the faith issues. It’s like the speech given to us at the beginning of the verse 36. He has trust issues, he thinks Allah won’t give him again. He thinks Allah’s wealth is limited. More truly, he’s afraid because he couldn’t recognize Allah as he is supposed to. If he really knows, believes, recognizes and shows faith to Allah as the owner of infinite wealth, then why does he be so scared?

 ve a’tedna lil kafiriyne azaben muhiyna; and for all those who deny the truth, we prepared a shameful suffering. In fact this lil kafiriyn expression shouldn’t be taken as it’s first meaning of unbelievers but with the other meaning of being ungreatful. Because people who are jealous for the wealth that is given by Allah to them, people who hide and keep this wealth, who don’t give them to the poor, who don’t spend it to the places that Allah wishes to be spent; they are the ones called munkir-i nimet. Ungrateful to given wealth. In that case, the whole meaning should be like this.

 And we prepared a degrading suffering for those who act with ungreatfulness.

 38-) Velleziyne yunfikune emvalehum riaen nasi ve la yu’minune Billahi ve la Bil yevmil ahiri, ve men yekunish sheytanu lehu kariynen fesae kariyna;

 They spend their wealth as a means to boast, while they believe neither in Allah, the One who has created their essence with His Names, nor in the eternal life to come. Whoever is close to Satan, has indeed a terrible friend. (A.Hulusi)

 Not those who spend of their substance, to be seen of men, but have no faith in Allah and the Last Day: If any take the Satan for their intimate, what a dreadful intimate he is! (A.Yusuf Ali)

 Velleziyne yunfikune emvalehum riaen nasi ve la yu’minune Billahi ve la Bil yevmil ahiri, Again Allah doesn’t like those who spend their wealth as a means to boast, while they believe neither in Allah, nor the Judgment Day.

 Dear friends you remember what we learn just now. People have trust issues, they don’t trust Allah and that leads to faith issues. Because of their faith issues they try to hoard and they don’t spend anything on the way of Allah to earn Allah’s love and blessing.

 Some of them however. Some of them spend. But those spendings don’t come from their faiths. They don’t spend because they believe? So for what? They spend out of show, for boasting.

It’s actually a follow-up to previous verse. As in Qur’an doesn’t see a different between keeping and spending like this. This is the opening argument of innemel amalu binniyat hadith. ”Actions are judged by their intentions.” So, spending anything for boasting leads to the same door as not spending at all. Moving on.

 ve men yekunish sheytanu lehu kariynen fesae kariyna; Whoever is close to Satan, has indeed a terrible friend. I remember the 268th verse of Baqarah chapter.

Esheytanu ye’idukumul fakre.. Satan scares you with poverty.

 Satan scares you with poverty. In other words, Allah promises you something, satan promises you another thing. Satan tries to pull you to his side with fear. Kariyn can be understood as friends of the same road.

 36th verse. The verse we studied two verses before. I translated this as “friend close to you.” And I said Taberi takes spouses in this frame of responsibility to one another. That means Taberi was translating it as husband and wife. Remember that expression.

 So if you act with jealousy with the sustenances and wealth that is given to you evn from your closest companion, then satan becomes your closest companion. Your friend of the same path. Because you listen to his words, not Allah’s words. And Allah doesn’t associate with with people who don’t follow His words. That persn becomes satans friend and starts to listen his orders. And by that he falls into the same road with him. One brings another. That’s why we can see the subtle expression of whomever you feel close to, him you follow his orders. This message is given here by subtext too.

39-) Ve ma za aleyhim lev’amenu Billahi vel yevmil ahiri ve enfeku mimma rezekahumullahu, ve kanAllahu Bihim Aliyma;

 What would they have lost had they believed in Allah, the creator of their essence with His Names, and the eternal life to come, and given to others from what Allah has provided for them? Allah, as the One comprising their essence, is the Aleem. (A.Hulusi)

 And what burden were it on them if they had faith in Allah and in the Last Day, and they spent out of what Allah hath given them for sustenance? For Allah hath full knowledge of them. (A.Yusuf Ali)

 Ve ma za aleyhim lev’amenu Billahi vel yevmil ahiri ve enfeku mimma rezekahumullahu Very interesting, let’s open this expression, dear friends.

 What would they have lost had they believed in Allah, and the Judgment Day and given to others from what Allah has provided for them?

 It’s pretty obvious our Rabb’s mercy for seeing eyes. What would they have lost had they believed in Allah, and the Judgment Day and given to others from what Allah has provided for them? What would they have lost if they just did that?

 If they would have done that, Allah’s wish, Allah’s will is in this direction. Not just Allah’s order, Allah also wishes us to do this. Allah says, I wish they would have done that. This is the will of Rabb of All Worlds. This is His wish, Allah wishes to see the reflection of His Mercy from them. Because Allah wishes to help the followers and be merciful to them. Allah is aware that a person who acts with compassion doesn’t ignore Allah’s mercy. That’s why the expression “What would they have just done that? What would they lost had they reach my blessing by that way? What would they have lost, if they just did this?

 This is important. This thing is a problem with faith. It’s a problem from your perspective to Allah. If the words are adequate, it’s about the credit you allow to Allah. A trust issue. And The trust you have for Allah determines the trust Allah has for you.

 I said trust issues. Infak is being tested in a narrow path. This infak mentioned in this verse. Infak is the litmus paper of faith. Spending on the way of Allah. The people who own this wealth spends on the way of Allah. The wealth who own their possessors, they cannot. They cannot spend this way. You can only give what you truly have. If wealth is your master, which also a terrible one, can a slave give his master? If you are really the master of wealth, only then you can give and spend your slave.

 The trust issue here is deeper here. You can only open credit to the ones you trust. How much you trust Allah; it has the equivelant of how much you open credit to Allah. The credit Allah has for the follower is the same with the follower has for Allah. The amounts and ratios might be differ for Allah and a simple follower but the principles stand.

 ve kanAllahu Bihim Aliyma; For Allah hath full knowledge of them.

 40-) InnAllahe la yazlimu miskale zerretin, ve in teku haseneten yuda’ifha ve yu’ti min ledunHU ecran aziyma;

 Indeed, Allah does not do wrong to anyone, not even as much as an iota’s weight! And if a good deed has been done, He multiplies it and provides a great reward from Himself (ladun; the potential of the Names comprising one’s essence). (A.Hulusi)

 Allah is never unjust in the least degree: If there is any good (done), He doubleth it, and giveth from His own self a great reward. (A.Yusuf Ali)

 InnAllahe la yazlimu miskale zerretin After all these, our Rabb reminds us a fact. Allah is never unjust in the least degree ve in teku haseneten yuda’ifha And if a good deed has been done, He multiplies it.

 ve yu’ti min ledunHU ecran aziyma; and provides a great reward from Himself.

 The fact we studied above. If you have faith and trust in Allah, if you are sure that your doings will be rewarded with additions, then you do it. If you aren’t sure, you don’t. We understand here that infak is faiths litmus paper; infak is faiths grade, it’s measure. Qur’an informs us that the amount of trust you have in Allah is the amount you can spend on the way of Allah.

 41-) Fekeyfe iza ci’na min kulli ummetin Bi shehiydin ve ci’na Bike ala haulai shehiyda;

 What will be their state when We bring forth a witness from within every community and hold you as a witness to them? (A.Hulusi)

 How then if We brought from each people a witness, and We brought thee as a witness against these people! (A.Yusuf Ali)

 Fekeyfe iza ci’na min kulli ummetin Bi shehiydin ve ci’na Bike ala haulai shehiyda; What will be their state when We bring forth a witness from within every community and hold you as a witness to them? Witness here (or witnesses) are prophets and leaders. They are the witnesses.

Compare this verse with 143rd verse of Baqarah chapter. What was Qur’an saying there? You bear witness for them, and they bear wtiness for humanity. As in, they be the examples, leaders, guides to communities like you be witness, example and guide over them. ve yekunerRasulu aleykum shehiyda… So that Rasul be an example, witness for you. That was the words of that verse.

That’s why the word shehiyd here holds the meanings of example, leader, guide and also witness. As in leader and example on the world and witness in afterlife. This verse clarify the position of prophethood, as we see the status isn’t limited with this world and will continue socially in the next one too. Every prophet and his heirs who carry the flag of that position, by living they are the guides, leaders and examples of that community they invited. And after death they are the witnesses of that community either for them or against them.

 42-) Yevmeizin yeveddulleziyne keferu ve asavur Rasule levtusevva Bihimul Ard* ve la yektumunAllahe hadiysa;

 In that period, those who denied the reality and those who rebelled against the Rasul will wish to be swallowed by the earth. They will not be able to hide anything from Allah. (A.Hulusi)

 

On that day those who reject Faith and disobey the messenger will wish that the earth were made one with them: But never will they hide a single fact from Allah. (A.Yusuf Ali)

 Yevmeizin yeveddulleziyne keferu ve asavur Rasule levtusevva Bihimul Ard On that day those who reject Faith and disobey the messenger will wish that the earth were made one with them. This is the truth explained above. They wish to swallowed by the earth.

 ve la yektumunAllahe hadiysa; But never will they hide a single fact from Allah. This verse describes beautifully what a low and disgraced position those people will have in front of Allah’s prophet; those people who didn’t accept the invitation of Allah’s prophet and did what’s necessary, those who reject faith and disobey the prophet.

 43-) Ya eyyuhelleziyne amenu la takrebusSalate ve entum sukara hatta ta’lemu ma tekulune ve la cunuben illa ‘abiriy sebiylin hatta tagtesilu* ve in kuntum merda ev ala seferin ev cae ehadun minkum minel gaiti ev lamestumun nisae felem tecidu maen feteyemmemu sa’iyden tayyiben femsehu Bi vucuhikum ve eydiykum* innAllahe kane Afuvven Gafura;

 O believers, do not approach salat when you are not aware of what you do (in a drunken state) until you are conscious of what you are saying, or impure (after sexual intercourse) until you have performed whole body ablution, unless you are traveling. If you are sick or traveling, or come from the place of relieving yourselves (lavatory), or you have had sexual intercourse and you were not able to find water (to wash yourselves; ablution), then seek clean earth and wipe your faces and hands with it. Indeed, Allah is the Afuw, the Ghafur. (A.Hulusi)

 O ye who believe! Approach not prayers with a mind befogged, until ye can understand all that ye say,- nor in a state of ceremonial impurity except when you are passing by (through the mosque), until after washing your whole body. If ye are ill, or on a journey, or one of you cometh from offices of nature, or ye have been in contact with women, and ye find no water, then take for yourselves clean sand (or earth), and rub therewith your faces and hands. For Allah doth blot out sins and forgive again and again. (A.Yusuf Ali)

 Ya eyyuhelleziyne amenu O you believers, la takrebusSalate ve entum sukara

 Here we have a different subject. But not so independent from the last one of course. Back then, Qur’an sets some constant human values in humans daily life. And now there are some regulations given here to straighten a persons life. But these regulations are about the mistakes people do constantly because of their weaknesses.

 Ya eyyühelleziyne amenû la takrebusSalate ve entüm sükâra hatta ta’lemu ma tekulun.

 Ya eyyuhelleziyne amenu la takrebusSalate ve entum sukara hatta ta’lemu ma tekulune Do not approach salat when you are not aware of what you do (in a drunken state) until you are conscious of what you are saying,

 To handle properly this verse we should first talk about drinking situation. Qur’an says about alcohol in Baqarah 219.

Yes’eluneke anil hamri vel meysir* kul fiyhima ismun kebiyrun ve menafi’u linNas this was the verse. It came as a result of a question hene doesn’t include an verdict. Not for action but for information. It only informs us. They ask you from gamble and alcohol. Tell them, both have the potential of giving you courage; alcohol as a personal way and gamble as a social way by the gainings if it have any. Especially there some major money situation considering a great population of society was making alcohol trading and it is one of the main revenue stream. But even with that ismun kebiyrun they are largely sins. This verse the 219th verse of Baqarah is the first one related to this situation and informs us about the behaviours that Allah refuse, the sinner actions and by nature they are immoral and disrespectful.

Before that there was a Meccan origin verse that didn’t say anything good or bad about alcohol except it is made from grapes.

But after that 43rd verse of Nisa and 90th of Maida was sent down.

 Ya eyyuhelleziyne amenu innemel hamru vel meysiru vel’ensabu vel’ezlamu ricsun min amelisheytan… Maida/90

 Alcohol and others are from satans actions, they are filths from satan. Says Qur’an in Maida/90.

 Maida/90 bans alcohol for all times entirely. Some translators says Maida/90 cancelled out Nisa/43. Because they see a contradiction between these verses.  I believe, aside from the not so firm roots of nesh theory, I believe alcohol is restricted by Qur’an for all times.

 That’s a fact. In addition, worshipping in drunken state for sinner people is also restricted in order to prevent them from committing a second sin. As in alcohol is restricted but if a person falls victim to his desires and commits this sin, at least they shouldn’t break a second border of Allah by approacing salat in that drunken state. That’s why I think these two verses verdicts don’t cancel each other out.

 More that than, it is a sign about the direct connection between human consciousness and worshipping acts. A worshipping without consciousness isn’t worshipping at all. Because alcohol makes you drunk and a drunk person doesn’t have a consciousness. In other words this verse informs us about the direct connection between consciousness ad worshipping. So based on this fact any actions or substance that render you unconscious, whether it’s booze or something else, it doesn’t matter. If you aren’t conscious or not aware of what you do, then you approach salat in this drunken state. So I believe we should take this information in a large scale and including all these situations as well.

 ve la cunuben illa ‘abiriy sebiylin hatta tagtesilu or impure (after sexual intercourse) until you have performed whole body ablution, unless you are traveling. –some excuses might be given here except traveling, anything related to not been possibly able to make a body ablution. But except that, don’t approach salat while in an impure state.

 ve in kuntum merda If you are sick ev ala seferin or traveling, ev cae ehadun minkum minel gaiti or come from the place of relieving yourselves (lavatory), ev lamestumun nisae or you have had sexual intercourse felem tecidu maen and you were not able to find water (to wash yourselves; ablution), feteyemmemu sa’iyden tayyiben femsehu Bi vucuhikum ve eydiykum then seek clean earth and wipe your faces and hands with it. This is clear. It’s what we call teyemmum, a symbolical ablution.

 Ablution is physically  genuine cleaning and spiritually a symbolic cleaning. Teyemmum is a form of ablution that can be made in situations like there’s no place to make an ablution, there’s no water around or there’s water but out of reach, or there’s water but an obstacle is present like infected waters. In situations like this one, teyemmum can be made as s substitute of ablution.

 Teyemmum means intentions. That’s why niyet in teyemmum is by nature of the actions name is considered vacip or a must act by fikih masters. In this frame like I said teyemmum is a substitute for ablution and by nature it is symbolic by both physical and spiritual. Unlike ablution which is genuine physically and symbolic spiritually.

 We can also think it’s a subtle reminder for us humans that by staying close to earth, we shouldn’t forget where we came from.

 And the real objective here, the real reason of worshipping is keeping the connection between Allah and human alive. Otherwise, worshipping is just a shallow visual representations. This is shown here. So, people who make teyemmum don’t have to feel like they are worshipping Allah without ablution. Your ablution water, your praying position, the blood or flesh of your sacrifice, those aren’t the things that reach Allah, it’s your consciousness of responsibility for Allah.

 That’s why this verse advices us teyemmum also gives us this lesson. It’s not a nice thing to ritualize a worshipping act. As in religion doesn’t only about classical ritual forms, it’s the message laying in those forms. The message is important more then its envelope. That’s why keeping the envelope and throwing away the message is plain stupidity, it’s taking the body by killing the soul of worshipping. That’s what we understand from these words.

 innAllahe kane Afuvven Gafura; For Allah does blot out sins and forgive again and again.

 44-) Elem tera ilelleziyne utu nasiyben minel Kitabi yeshteruned dalalete ve yuriydune en tedillus sebiyl;

 Do you not see those whom have been given a share of the knowledge of the reality? They buy corruption and want you to go astray from your path (of belief) as well. (A.Hulusi)

 Hast thou not turned thy thought to those who were given a portion of the Book? they traffic in error, and wish that ye should lose the right path. (A.Yusuf Ali)

 Do you not see those whom have been given a share of the Book? They buy corruption and want you to go astray from your path as well.

 The first message given here was to Rasulallah Muhammad (p.b.u.h), after him us the reader of this verse in this modern era. The topic might seem a little changed here. All these arrangements, both by law and socially and now Rasulallah was directed to the enemy that plotted against him and kept a low profile until that time. The following verse explains the situation more clearly.

 45-) VAllahu a’lemu Bi a’daikum* ve kefa Billahi Veliyyen ve kefa Billahi nasiyra;

 Of course Allah, as their creator, knows those who are your enemies. Allah, the One who comprises your essence with His Names, is sufficient for you with His Name Waliyy and He will help you from your essence! (A.Hulusi)

 But Allah hath full knowledge of your enemies: Allah is enough for a protector, and Allah is enough for a Helper. (A.Yusuf Ali)

 VAllahu a’lemu Bi a’daikum Allah has full knowledge of your enemies. ve kefa Billahi Veliyyen ve kefa Billahi nasiyra; Allah is enough for a protector, and Allah is enough for a Helper. These expressions and their reasons are filled like this now.

 46-) Minelleziyne hadu yuharrifunel Kelime an mevadi’ihi ve yekulune semi’na ve asayna vesma’ gayre musmein ve raina leyyen Bi elsinetihim ve ta’nen fid diyn* velev ennehum kalu semi’na ve ata’na vesma’ venzurna lekane hayren lehum ve akveme, ve lakin leanehumullahu Bi kufrihim fela yu’minune illa kaliyla;

 There are such among the Jews, who pervert the original meanings of the WORDS (they do not preserve the authenticity of the revelations)… They play with their tongues to form false concepts in regards to Religion and to mean: “We hear and we disobey”, “Hear, but do not be heard” and “Raina – limited in understanding.” If they had said, “We hear and we obey”, “Hear” and “Unzurna – watch over us” it would have been better and more correct for them… But Allah has damned them due to their denial of their essential reality… Except for a very few of them, they do not believe. (A.Hulusi)

 Of the Jews there are those who displace words from their (right) places, and say: “We hear and we disobey”; and “Hear, may you not hear”; and “Ráìná”; with a twist of their tongues and a slander to Faith. If only they had said: “We hear and we obey”; and “Do hear”; and “Do look at us”; it would have been better for them, and more proper; but Allah hath cursed them for their Unbelief; and but few of them will believe. (A.Yusuf Ali)

 Minelleziyne hadu yuharrifunel Kelime an mevadi’ihi The enemy which Allah knew revealed itself now. So, in that era, especially the times when these verses arrived, true believers saw their real enemies elsewhere, in different addresses which we can also see this in this verses form. Allah says there is the real enemy lurking where they didn’t pay attention.

 Minelleziyne hadu yuharrifunel Kelime an mevadi’ihi Jewminded, elleziyne hadu form can be translated as becoming jewminded in Qur’an and that would be the most accurate translation. The explanation of its reason can also be done in my book of “Yahudilesme Temayulu” (Signs of Becoming Jewminded.). It’s there with proofs from Islam sources and linguistic books. I won’t stay on this much longer.

 Some of the jewminded were warping, distorting the context of some words. How they do that? ve yekulune semi’na ve asayna they say “We listened and denied.” vesma’ gayre musmein “Hear, but do not be heard.”

 This is what we call severing the speech from its context. I translated a verse a while back, you remember it, don’t approach salat. la takrebusSalate. This one has been told as a part of a Bektashi joke.

 They ask Bektashi;

“Why don’t you do your prays (salats)?

“Allah orders in Qur’an as la takrebusSalate don’t approach salat. That’s what I’m doing.”

“Read the following part.” they say.

“Why, am I a hafiz (reader of Qur’an from memory)? he replied.

 This bektashi joke is exactly a sign of becoming jewminded. How? When you sever the bonds of context from the verse, it has a totally different meaning. It can also be taken as Allah’s wills opposite, the way Allah doesn’t want by that. This can be understood as cutting the inner and outer bonds. Inner context is that words background, the reason of arrival for a cause or event, the place in Qur’an. And the outer context of that words also make connections with previous and following verses and they become as one with life and reveal themselves as signs.

 If we cannot be able to take all the context carefully like the reason of arrival… It’s only one context. The previous and following verses are also the context of words. If we cannot take all these things under consideration, the word can be understood in completely different way.

 Qur’an means that and says Jews did this very good. Let’s see what they also can do good. They speak with subtext. It’s like Baqarah/88.

Ve kalu kulubuna gulfun “Our hearts are covered.” they were saying. This has two meanings. Both our hearts are veiled and our hearts are knowledge deposits. They refused to listen Rasulallah or listened and said these words as to explain those words didn’t reach their hearts. They were playing with words. Using puns deliberately.

 ve raina leyyen Bi elsinetihim ve ta’nen fid diyn By warping their tongues and means to insult the religion. They were saying “Raina.” They were saying “Raina” by warping their tongues and when they did it comes out as “Raiyna” which also means sheppard. Rains means “seer, look after us, watch us.”. But when you bend the tongue and speak differently it gains a meaning of sheppard which also weights the meaning with insult. This was their way of insulting Rasulallah.

 velev ennehum kalu semi’na ve ata’na vesma’ venzurna lekane hayren lehum ve akvem If only they had said: “We hear and we obey”; and “Do hear”; and “Do look at us”; it would have been better for them, and more proper and honest.

 ve lakin leanehumullahu Bi kufrihim but Allah has cursed them for their Unbelief; fela yu’minune illa kaliyla and but only a few of them will believe.

 47-) Ya eyyuhelleziyne utul Kitabe aminu Bi ma nezzelna musaddikan lima maakum min kabli en natmise vucuhen feneruddeha ala edbariha ev nel’anehum kema leanna ashabes sebt* ve kane emrullahi mef’ula;

 O those to whom the knowledge of the reality has been given, before We erase your faces and turn them toward your backs (before we erase your knowledge and return you to your previous perversity), or curse you as We cursed the Sabbath-breakers, come and believe in that which We have revealed (the Quran) to confirm the knowledge of the reality that is already with you… The decree of Allah has been fulfilled. (A.Hulusi)

 O ye People of the Book! believe in what We have (now) revealed, confirming what was (already) with you, before We change the face and fame of some (of you) beyond all recognition, and turn them hindwards, or curse them as We cursed the Sabbath-breakers, for the decision of Allah must be carried out. (A.Yusuf Ali)

 Ya eyyuhelleziyne utul Kitabe O you People of the Book! aminu Bi ma nezzelna musaddikan lima maakum min kabli en natmise vucuhen feneruddeha ala edbariha O you People of the Book! Believe in what We have now revealed, confirming what was already with you, before We change the face and fame of some of you beyond all recognition, and turn them hindwards,

 Peculiar and artistic expression. So you; if you resist on denial for this book which verifies the one in your hands, if you resist on denial of revelations, then you should have no expectation from future. We take away your hopes and you start to live in your past memories alone.

 Dear Qur’an friends, from this verse this is what I understand and what I choose to deliver. I believe this is the truth. As in communities, societies which exist in history but have no future plans and designs to shape their existences, socities that have no future, it means Allah took away their hopes and gave them the suffering instead. I believe Allah’s wrath and curse should be understood in this way when we look at the situation in a social scale.

 Living in the past, eyes on the neck, hopeless to build a future, content with pasts memories. Remember what was Nebi saying in Boycott and Hendek incidents?

 – Endure and be patient o believers. Surely Kayser and Kisra treasures will be yours soon.

 This is for giving hope to people who look to past and turn them to build a future.

 ev nel’anehum kema leanna ashabes sebt or curse them as We cursed the Sabbath-breakers,

 Sabbath as in Saturday restriction. Allah hadn’t put a rule at first but the asked for a day from Allah, a day they wished to spend with worshippings. So Allah gave them Sabbath. Even even with that, they betrayed. They were casting their rods and nets to seas and collecting them Saturday evenings. They thought they were complying the restriction by that way. Making Jewminded actions. Doing something and showing themselves like they don’t.

 ve kane emrullahi mef’ula; Otherwise the decision of Allah must be carried out. This is a sign for humans spiritual independence process.

48-) InnAllahe la yagfiru en yushreke BiHI ve yagfiru ma dune zalike limen yesha’* ve men yushrik Billahi fekadiftera ismen aziyma;

 Indeed, Allah does not forgive (apparent or discrete forms of) shirq (i.e. directly or indirectly assuming the existence of beings ‘other’ than Allah, whether external objects [apparent] or our own egos [discrete], thereby fragmenting the non-dual reality), but He forgives lesser sins other than this (ma doona – ‘lesser sins’ here connotes the perception that actions are initiated by the self/ego rather than by Allah), as He wills… And whoever associates partners to Allah, the essential reality of his being with His Beautiful Names (B’illahi), he would surely have made a tremendous mistake by slandering. (A.Hulusi)

 Allah forgiveth not that partners should be set up with Him; but He forgiveth anything else, to whom He pleaseth; to set up partners with Allah is to devise a sin most heinous indeed. (A.Yusuf Ali)

 InnAllahe la yagfiru en yushreke BiHI Indeed, Allah does not forgive shirq ve yagfiru ma dune zalike limen yesha’ but He forgives lesser sins other than this.

 I want your attentions to this point. In his process of spiritual independence, humans greatest obstacle is shirq. All humane qualities and sublimations are nullified by shirq. Shirqs unforgivable nature is another representation of Allah’s love. Because Allah loves people very much and if words put correctly has hops from us. Shirq is Allah’s way of leaving people and emptying their hopes. And since shirq is considered the biggest treason to Allah’s great love, it is named as unforgivable by Allah.

 ve men yushrik Billahi fekadiftera ismen aziyma; And whoever associates partners to Allah, he would surely have made a tremendous mistake by slandering. As in they really commit a terrible sin for themselves.

 49-) Elem tera ilelleziyne yuzekkune enfusehum* belillahu yuzekkiy men yeshau ve la yuzlemune fetiyla;

 Do you not see those who consider themselves clean (the Christians and Jews who claim to be pure even though they are in a state of duality)? No (it is not as they think), Allah purifies whom He wills and they will not be wronged, not even as much as a thread in a date seed. (A.Hulusi)

 Hast thou not turned thy though to those who claim sanctity for themselves? Nay-but Allah doth sanctify whom He pleaseth. But never will they fail to receive justice in the least little thing. (A.Yusuf Ali)

 Elem tera ilelleziyne yuzekkune enfusehum* Do you not see those who consider themselves clean belillahu yuzekkiy men yeshau ve la yuzlemune fetiyla No, Allah purifies whom He wills and they will not be wronged, not even by at least a little thing.

 50-) Unzur keyfe yefterune alellahil kezib* ve kefa BiHI ismen mubiyna;

 Look at how they lie and slander Allah! There cannot be a crime more evident than this! (A.Hulusi)

 Behold! how they invent a lie against Allah. but that by itself is a manifest sin! (A.Yusuf Ali)

 Unzur keyfe yefterune alellahil kezib Look at how they lie and slander Allah! How they named their own doings like they are from Allah. This verse informs us by saying how Jewminded people become this way and warns us. “O Community of Muhammad. Don’t do as Moses’s Community of Muslims did and become Jewminded.”

 ve kefa BiHI ismen mubiyna; There cannot be a sin more obvious than this!

 51-) Elem tera ilelleziyne utu nasiyben minel Kitabi yu’minune Bil cibti vettaguti ve yekulune lilleziyne keferu haulai ehda minelleziyne amenu sebiyla;

 Do you see those to whom a share of the knowledge of the reality has been given? They believe in Jibt (an idol assumed to possess power) and Taghut (satanic forces) and tell the deniers of the reality that they are on a path more righteous than the believers. (A.Hulusi)

 Hast thou not turned thy vision to those who were given a portion of the Book? they believe in sorcery and Tagut (Evil), and say to the Unbelievers that they are better guided in the (right) way than the believers! (A.Yusuf Ali)

 Elem tera ilelleziyne utu nasiyben minel Kitabi Haven’t you see those whom a share of revelations has been given?

 yu’minune Bil cibti vettagut they believe in cipt and Tagut.

 Tagut; a.k.a. old Egyptian god Thot, for some he is Hermes Trismegistus, a person who was known as the father of wisdom and knowledge. Hermes Trismegistus or in ancient Egyptian Thot, Tagut. It’s translated as Ta’ut in Fenicean and comes to Arabic from there. This individual was given a god-like position by people because of his wisdom. But the root of the word Tagut has the same general meaning. A person who was Hakim and loyal at first but then he declared himself a god. In Qur’an the word Tagut represents all things that declare themselves a source of judgement other than Allah.

 Cipt; it can be translated as superstitions or sorcery. Everything that was rumored to have power even if they don’t are in cipt territory.

         The message here to those who idolize them ve yekulune lilleziyne keferu haulai ehda minelleziyne amenu sebiyla and they, those who have become Jewminded tell the deniers of the reality that they are on a path more righteous than the believers.

 52-) Ulaikelleziyne leanehumullah* ve men yel’anillahu felen tecide lehu nasiyra;

 They are the ones whom Allah cursed (distanced from Himself). And whoever Allah curses, there is no one to help him! (A.Hulusi)

 They are (men) whom Allah hath cursed: And those whom Allah hath cursed, thou wilt find, have no one to help. (A.Yusuf Ali)

 Ulaikelleziyne leanehumullah* They are the ones whom Allah cursed ve men yel’anillahu felen tecide lehu nasiyra And whoever Allah curses, there is no one to help him!

 Idolizing is a murder for both idolizer and idolized, dear friends. This verse talks about this murder.                                                    

 53-) Em lehum nasiybun minel mulki feizen la yu’tunen nase nekiyra;

 Or have they a share of sovereignty? Had that been the case they would not have even given as much as a date seed to the people. (A.Hulusi)

 Have they a share in dominion or power? Behold, they give not a farthing to their fellow-men? (A.Yusuf Ali)

 Em lehum nasiybun minel mulki Or have they a share of sovereignty? feizen la yu’tunen nase nekiyra even that would be the case, they would not have even given as much as a date seed to the people.

 54-) Em yahsudunen Nase ala ma atahumullahu min fadliHI, fekad ateyna ale Ibrahiymel Kitabe vel Hikmete ve ateynahum mulken aziyma;

 Or are they unable to accept what Allah has given to them from His bounty and are envious? Indeed, we have given the knowledge of the reality and Wisdom (knowledge of sunnatullah) to the family of Abraham. We have given them a great sovereignty. (A.Hulusi)

 Or do they envy mankind for what Allah hath given them of his bounty? but We had already given the people of Abraham the Book and Wisdom, and conferred upon them a great kingdom. (A.Yusuf Ali)

 Em yahsudunen Nase ala ma atahumullahu min fadliHI Or do they envy mankind for what Allah has given them of his bounty?

 fekad ateyna ale Ibrahiymel Kitabe vel Hikmete but We had already given the people of Abraham the Book and Wisdom ateynahum mulken aziyma; and conferred upon them a great kingdom. O sons of Israel, who fall to the hands of the disease of becoming Jewminded, remember Abraham’s family, remember Abraham who was the father of faith. Remember, both you and Muhammad which you deny now, have claims of being followers of Abraham. And you deny Muhammad. Rejecting the message of Muhammad is rejecting your own selves and denying yourselves from being the follower of Abraham the father of faith.

 O Rabb, protect this community from becoming Jewminded like the community of Moses.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”


ESMA DERSLERİ – 12 – ES SELÂM (A)

$
0
0

Es Selâm (a)

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn.

ES SELÂM

Hakkın bu isimle isimlendirilmesinin nedeni yaratıklarından sevmediği bir takım şeyleri kendisine nispet etmelerinden salim olmasıdır.

Bunun bir anlamı da Hakkın yaratıklarına selamet vermesidir. Binaenaleyh kevn mertebelerinin a’yanından her birisinin bu ismin eserlerinden bir payı vardır, bununla birlikte onların bu paylarda ki derece ve tabakaları birbirinden farklıdır.

Bütün yaratıklar arasında bu ismin kutsiyetine sadece nefsini şehvetlerden salim kılan, kalbini şüphelerden arındıran kimseler ulaşabilir. Şu halde selamet Haktan Hakkadır.

Ehl-i Hakkın selâmeti kuşku kirlerinden ve gizli ya da açık şirk karanlığından temizlenmeleridir.

Bu ismin hakikatleriyle vasıflanan kimsenin alâmeti vakur ağırbaşlı, mütevazi, inatçıların sıkıntılarına karşı sabırlı olmaktır. Onlar gafil insanlarla tartışmazlar, cahillerle mücadele etmezler. Onlar Hakkın bu özelliğine sahip insanları nitelediği gibi olurlar.

Hak şöyle buyurmuştur; “Onlara cahiller hitap ettikleri vakit “selam” derler. (Furkan/63) Bu ifade bazen söz ile olabileceği gibi bazen de hal ile olabilir.

Bu makam sahibi “Selâm” ifadesine bir şey eklemek isteseydi bile buna gücü yetmezdi. Bunun nedeni iradesinin olmayışı ve Hakkın kendisini korumasıdır. Çünkü Hakk bu kişinin işitmesi, görmesi ve de bütün azaları olmuştur.

Şayet hak onu kendi nefsine havale etmiş olsaydı. Hiç kuşkusuz ki, o da cahiller arasına katılırdı. Çünkü insanın özelliklerinden birisi herhangi bir insan ile herhangi bir konuda konuşurken, bu işin özelliğini kazanmasıdır.

Muhakkak ki Arif mertebelerin özellikleri kendisinde tahakkuk ettiği için gafil veya cahilin intibak ettiği veya tasavvur ettiği veya inandığı şeylerin çoğunun vehim veya hayal ürünü şeyler olduklarını bilir. Bunların varlıklarını varlık mertebesinde kendilerine hâkim bir makamları yoktur.

Binaenaleyh ârif; bu durumdaki bir insanın ifadesinin gerçeğine muttali olmakla, bu ifadenin bakî kalmayacağını ve yok olup gideceğini öğrenir. Çünkü o; bu kelâmın hakikatinin olmadığını veya bulunduğu mertebenin dışında bir suretinin bulunmadığını bilmektedir. Bunun neticesinde ise bu kelâm ın varlığını koruyacak bir koruyucusunun/zabıt olmadığını kesinlikle öğrenmiştir. Dolayısıyla bu kelâm sahibinin sözünün varlıktan gitmesinin ardından varlıktan silinip gidecektir.

Bu nedenle söz konusu Ârif bu gibi insana “Selâm” demekten başka bir şey söylemez.

Muhakkik ise sübuti ve vücudî gibi bütün mertebelerde hakikati bulunan bir şeyi söyleyebilir. Buna göre muhakkik her hangi bir şey söylediği vakit bu hakikatlere delâlet eden düzenli harfler, ruhanî suretler olarak şekillendirirler. Bunlar Allah’ı tesbih ederler kendilerini söyleyenin saltanatının mahallinden seyrederler.

Her ne zaman dile getirilen bu hakikatler fazlalaşırsa bu durumda ki ârif’in askerleri de artar. (Sadreddin Konevi/Esma-i Hüsna şerhi-s.46)

*******************************************************

SELÂM

Taalluk; Kul kendisini yanlışlıklara düşmekten korumak amacıyla bu isme ihtiyacını hisseder. Eğer böyle bir duruma düşülmüşse bunun devam etmemesi ve kalıcı hale gelmemesi için bu isme muhtaçtır.

Tahakkuk; Selâm kendi aleyhine olabilecek her türlü durumdan uzak durmaktır.

Tahalluk; Bu isim ile Kuddûs ismi arasındaki farka gelince; Kuddûs arınmayı gerektirecek bir husus olduktan sonra gerçekleşir. Selâm ise arınmayı gerektirecek bir eylem gerçekleşsin veya gerçekleşmesin devreye girer. Yine Selâmda bir süreklilik söz konusudur. Böyle ce Selâm ismi tahalluk halini alabilir. Allah’ın inayetiyle bu durum kulda bir huy (hulk) haline gelebilir. (İbn. Arabî/ Allah’ın isimlerinin sırları ve manalarının keşfi-S/48)

******************************************************

ES SELÂM

 Allah’ın vasfı olarak çeşitli açıklamaları toplayıcı bir şekilde “Kendisi her türlü eksiklikten salim olduğu gibi, başkalarına da esenlik veren” diye tanımlayabiliriz. Bazılarının bu iki özelliği ayırarak yalnız birini veya öbürünü zikrettikleri görülür. Et Taberi “Mahlûklarını zulmünden selâmette bırakan der ve bu izahı selefe nispet eder. el-Cübbaî “Esenliğe ancak kendi katından erişilen, müsellim.” Diyor. Kimisi ise “Başka varlıklara arız olan her türlü kusurdan ve fenadan salim olan.” Diye tanımlar.

Bu ikinci tarifte selam, selamet manasında alınmıştır. Es Süheyli böyle düşünenleri, Arab diline iyice vakıf olmamakla suçlar ve devamla der ki; “Eğer Arapların üslubunu ve te’nis hâ sının verdiği tahdidi iyice düşünselerdi, görürlerdi ki ikisi arasında büyük fark vardır. Her türlü bozukluktan, bütün yaratıklara şamil bir selamet verdiği içindir ki Allah, kendisini es Selâm diye adlandırır. Zira her şey hikmet nizamına göre akıp gitmektedir. Keza cin ve ins alemi O’nun tarafından zulümden esen kılınmıştır. Demek ki Allah bütün işlerinde Selâm’dır yani zulüm, bozukluk, düzensizlik O’nun fiillerinde bulunmaz.

Bu ismi “Arızalardan ve kusurlardan selamette olan” diye açıklayan müfessirler, çirkin bir hata işlemişlerdir. Es Selâm; “Kendisinden salim olunandır”. Salim ise “Başkalarından selâmette olandır”. Selamet, Selâm’ın hasletlerinden yalnız biridir. Özet olarak ihtilaf Selâm mastarını lâzım veya müteaddi saymaktan ileri gelir. İkinci mana birinciyi kapsamakla birlikte çok daha geniş bir alana yayılmaktadır.

Ez Zemahşeri her iki anlama uygun olarak tanımlar. Blachere’nin yalnız; selamet (salut) manasında ısrar edip selamet veren (Salutaire) anlamını, sonraki genişlemeye vermesi bizce mesnedsizdir. Selefin müteaddi (aktif) olarak anladığı bildirildiği gibi göreceğimiz üzere Kur’an ın kullanılmasında da bunun şahitleri vardır. Oraya geçmeden önce şunu da hatırlayalım ki Hz. Peygamber (AS.) her namazın arkasından şu meşhur zikri yapardı.

“Allahümme ente’s-Selâmu ve min-ke’s-selâm, tebarelte yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm.”

“Allah’ım Sensin Selam ve Sendendir selamet”

Burada müteaddi olarak “esenlik veren” manası açıkça görülmektedir.

SLM, Kur’an da nispeten çok görülen köklerdendir. (Toplam olarak 140 kadar) Çekim ve müştaklarıyla da büyük bir çeşitlilik arz eder. Seleme fiili “esenlik verdi” anlamına alarak Allah’a izafe edilmiştir. (Enfal/43) Keza:

“Ey Nûh sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir esenlik (Bi selâm-in minnâ) ve bereketle gemiden in. (Hûd/48) ayeti ile.

“Biz “ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selâm ol” dedik. (Enbiya (69) ayetinde “selâm” kelimesinin müteaddi anlamında kullanıldığı görülmektedir.

Selâm kelimesi Kur’an da insanlara izafe edildiğinde “sözle esenlik dilemeyi” ifade ettiği halde Allah hakkında söz konusu esenliği bizzat gerçekleştirmek anlamını taşır. Zira Allah dilediğini elbette gerçekleştirebilir. Yalnız bir ayette Allah’ın cennet ehline kavl ile de selâm edeceği bildirilmektedir. (Yasin/58).

Selâm kelimesi birçok yerde – Müslüman geleneğin daha çok necat ettiği uhrevi kurtuluş manasına gelir. Allah muttakilere (Hicr/46) Hz. Yahya ve Hz. İsa (A.S.) a (Meryem/15-33), seçtiği kullarına (Neml/59), birçok resulüne (Saffat/79-109-120-181) selâm ettiğini, yani haklarında selameti gerçekleştirdiğini bildirir.

Allah Selâm yurduna çağırır ve dilediğini doğru yola hidayet eder.” (Yunûs/25)

Rızasını gözetenleri, O’nunla (Kur’an veya Hz. Peygamber A.S.) la Selâm yollarına hidayet eder. Onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır.” (Maide/16)

Bu kökten isim olarak selm (Muhammed/35) (Enfal/61), silm (Bakara/208), selem; (Nisa/90) ve çokça Selâm, İslâm, Teslim şekilleri varid olur. Bunlar manevi olduğu kadar maddi, uhrevi olduğu kadar dünyevi bir selamet, barış, kötülüklerden ve arızalardan sâlim manalarını belirtirler.

Allah’a selîm bir kalp (Kalb-in Selîm) ile gitmekten başka hiçbir şey fayda vermeyecektir. (Şuârâ/89)

Es Selâm bir ayette eliflâmlı ve mücerred olarak Allah, niteler. (O Selâm dır, Mü’min dir, Müheymin’dir. (Haşr/23). Diğer birçok ayette selâmet anlamına geleceği gibi , Allah’ın vasfı da olabilir. Meselâ mlehum dâru’s-Selâm (Enam/127) ayeti; “Onlar için selâmet yurdu” veya “Selâm olan Allah’ın beldesi vardır” diye anlaşılabilir. (Prof.Dr. Suad Yıldırım/Kur’an da ulûhiyyet-267-269)

*********************************************************

SELÂM – ES SELÂM

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur, Melik’tir, Kuddûd’tür, Selâm’dır. (Haşr/23)

Bir hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber şöyle dua etmiştir. ”Ey Allah’ım, Sen Selâm’sın, Selâm (esenlik) yalnız sendendir, Ey ikram ve Celâl sahibi olan Sen ne Yücesin” (Müslüm)

İbn. Arabî der ki “İslam âlimleri bizlerin Allah hakkında ki “Selâm” sözümüzün nispet anlamında olduğu ve takdirinin “Selâmet, esenlik sahibi” olduğu konusunda hemfikirdirler. Ancak nispetin burada ne anlama geldiği konusunda üç farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Bunlar;

1 – Selâm, hiçbir ayıbı olmayan, her türlü eksiklik ve kusurdan uzak olan demektir.

2 – Selâm; huzur ve esenlik sahibi demektir. Yani cennette ki kullarına esenlik, mutluluk ve huzur verendir.

3 – Selâm, varlıkları karanlıklardan kurtaran demektir. Bu el Hattabî’nin görüşüdür.

İkinci ve üçüncü maddelerde ki anlamlara göre Selâm; Allah’ın fiili sıfatlarından, birinci maddede ki anlama göre ise zatî sıfatlarındandır.

Selâm’ın “Kullarını esenliğe çıkaran” anlamında olduğu söylenmiştir. İbn. Kesir ise şunları söyler; “Selâm; zatında, fiillerinde ve sıfatlarında mükemmel oluşu nedeniyle her türlü eksiklikten, noksanlıktan, kusur ve ayıptan salim olan demektir.”

SELÂM SÖZCÜĞÜNÜN GERÇEK ANLAMI

İbn. Kayyim der ki; Selâm sözcüğünün gerçek anlamı, kötülük ve ayıplardan berî olmak, onlardan kurtulmak ve esenliğe kavuşmaktır. Selâm söz­cüğünden türeyen ve kökü buna dayanan bütün sözcükler, bu anlamlar çev­resinde dolaşır. “Sellemekellah” (Allah seni kurtarsın) ve “Selleme fülanün mineş-şer” (filanca kötülükten kurtuldu) gibi cümleler bu tür anlamdadır.

Mü’minlerin sırat üzerinde “Rabb’i sellim” veya “Allahümme sellim” (Rabb’im, Allah’ım kurtar, selâmet ve esenliğe kavuştur) şeklinde dua etmeleri de bu anlamdadır. Yine “Seleme’ş-şey’u li fülan” (Bu şey filancaya aittir) cümle­sinde “seleme” aidiyet ve sahiplik anlamı taşır. Birini zarardan kurtarmak da bu sözcükle ifade edilir. Kur’an’da bütün bu anlamlar kullanılmıştır. Örneğin;

Allah bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sa­hipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu?” (Zümer/29)

Ayetinde geçmekte olan “se­lem” sözcüğü, yalnız birine ait olmak, başkasının ortaklığı bulunmamak an­lamında kullanılmıştır.

Selâm, savaş karşıtı olan barış anlamında da kullanıl­mıştır. Şu âyette bu anlamda kullanılmıştır:

Eğer onlar barışa eğilim göste­rirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah’a tevekkül et.” (Enfal/61)

Çünkü barış ile savaşan tarafların her ikisi de birbirlerine verdikleri eziyet ve sıkıntılarından kurtulmakta ve rahat etmektedirler. Bu yüzden kelime, müşareke gibi mufaale babında müsâleme (karşılıklı silah bırakma, barışma) olarak kulla­nılmıştır.

Yine ‘selim kalp” ifadesinde selim, temiz, sağlam, kin ve nefretten arın­mış kalp anlamındadır. Ancak gerçek anlamı, kalbi yalnız Allah’a teslim et­mek, O’nun dışında bir şeyi orda barındırmamak demektir. Böylece kalp, şirkten, kinden, günahların pisliklerinden ve Allah’a muhalefet etme duygu­sundan kurtulur ve selim bir kalp olur. Samimiyet ve sadakatle Allah’ın yo­lunda yürür, O’nunla iyi ilişkiler kurar. Sonuçta kıyamet günü Allah’ın aza­bından kurtulur ve O’nun ikram ve saygınlığını kazanır.

İslâm sözcüğü de bu kelimeden türemektedir. Çünkü İslâm, kayıtsız şart­sız Allah’a teslim olmak, O’na boyun eğmek demektir. Müslüman, şirk ve küfrün pisliklerinden temizlenerek yalnız Allah’a teslim olmuş kimsedir. O, tıpkı tamamen efendisinin emrinde olan ve başka sahibi bulunmayan bir köle gibidir. Bu yüzden Yüce Allah, yalnız Rabb’ine inanan ve O’na teslim olanla birçok efendisi bulunan iki kişinin örneğini bize şöyle vermiştir:

Allah bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu?” (Zümer/29)

Yine ticari bir muamele şekli olan selem (bedelin peşin ödenerek malın daha sonra teslim edilmesi esasına dayanan bir satış akdi) terimi de bu kökten türemiştir. Selemde, zimmetinde olan şeyin selâmetini Rabbine havale ederek satma ve ücreti peşin alma söz konusudur. Bu yüzden bu tür satış usulü selem olarak adlandırılmıştır. Ama gerçeği Yukarıda izah ettiğimiz gibidir. Eğer bu, yılan vb. hayvanların soktuğu kimseye “selim” (kurtulan) denilmesiyle çelişmektedir denilirse, şu cevabı veririz: Bu bir çelişki değildir. Çünkü yılan vb. hayvanların soktuğu kimsenin “selim” olarak adlandırılması, kişinin temel amacını ifade etmek içindir. Yani kişinin iyileşmesi ve bundan kurtulup sağlığına yeniden kavuşmasıdır. Zira bu kimseye göre şu an, bundan kurtulmak ve selâmete kavuşmaktan daha önemli bir isteği bulunmamaktadır.

Durum böyle olunca “selim” olarak adlandırılmıştır. Bu, tehlikeli yerin “kurtuluş yeri” olarak ad­landırılması gibidir. Tehlikeli yerde bulunana göre buradan kurtulmaktan başka bir amacının olmadığını ifade etmek için bu adlandırma yapılmıştır.

Özetle, yılan vb. hayvanların soktuğu kimsenin “selim”, tehlikeli yerin “kurtuluş yeri” olarak adlandırılması, o kişilerin kurtulma ümidini ve onlara yönelik iyimserliği ifade etmek için bu adlandırma yapılmıştır.

ALLAH’IN SELÂM OLARAK NİTELENMESİ

Allah bu sıfatı herkesten daha fazla hak etmiştir. Eğer bu bilinirse bu sıfatın Allah’ın isimlerinden biri olarak kabul edilmesi daha doğru olduğu anla­şılır. Allah, bu isimle isimlendirilenlerden daha fazla bu ismi hak eder. Çünkü her türlü ayıp ve kusurdan beridir. Hiçbir eksiği yoktur. O, her yönüyle ger­çek Selâmdır. Oysa varlıkların bu özelliği sınırlıdır. Allah için bu isim ve sıfatta ne de başka isim ve sıfatlarında bir sınırlama yoktur. O’nun bütün isim ve sıfatları sınırsız anlam taşır. O, kendi zatında, isim ve sıfatlarında ve fiillerinde her türlü eksiklikten ve hayallerin vehimlerinden uzaktır. O’nun fiillerinde herhangi bir yanlışlık, haksızlık ve kötülük olmaz. Hiçbir fiili, amaçsız ve geliş güzel değildir. Her fiili bilerek ve yerli yerinde gerçekleşir. Bu yüzden O, her yönüyle ve her itibarla gerçek Selâmdır. Bu nedenle Yüce Allah bu ismi, kendilerine bu ad verilen kimselerden daha fazla hak eden mükemmel ve eksiksiz varlıktır.

İşte Allah’ın kendisinin beri olduğunu söylediği gerçek tenzih budur. Hz. Peygamber O’nu bu şekilde tenzih etmiştir. O, eşten ve çocuktan beridir. O’na benzeyen hiçbir varlık yoktur. Hiçbir şey O’na denk değildir. O’nun mülkünde kendisine ortak kimse yoktur. O, gerçek Selâm’dır.

Allah’ın bütün mükemmel sıfatlarına baktığında, her sıfatın bu mükem­melliğin zıddı olan sıfattan uzak olduğunu görürsün. O’nun hayat sahibi oluşu, bunun zıddı olan ölümden, uykudan ve uyuklamadan beri olduğunu gösterir.

Kayyûm oluşu yine böyledir. Güç ve kudret sahibi oluşu, yorgunluk ve bitkinlikten; ilim sahibi oluşu, ilimsizlikten, unutkanlıktan, hatırlama ihtiyaç ve düşüncesinden beri olduğunu gösterir. Mutlak irade sahibi oluşu, hiçbir amaç, menfaat ve yarar gözetmeden davranmadığını gösterir. O’nun bütün sözleri yalan ve haksızlıktan beridir. Her sözü, doğruluk ve adaletle tamam­lanmıştır. O’nun zenginliği, başkasına muhtaç olmadığını, herkesin O’na muhtaç ama O’nun hiçbir şeye ve kimseye ihtiyaç duymadığın gösterir. Mül­künde mutlak mâlik olması, başkasının kendisine ortak, yardımcı veya kendi­siyle çekişen olmadığını ve hiç kimsenin O’nun izni olmadan şefaat etmesinin mümkün olmadığını gösterir. Tek ilâh oluşu, ulûhiyetinde başka ortak bu­lunmadığını ve kendisinden başka ilâh olmadığını gösterir.

Allah’ın hilm, af ve bağışlama sahibi oluşu, günahkar kullarını cezalan­dırmaktan vazgeçmesi, O’nun güçsüzlüğünden veya buna ihtiyaç duyduğun­dan değildir. O’nun bu sıfatları, başkasının yaptığı gibi yapay ve suni de de­ğildir. O, gerçek bağışlayıcıdır. Bu, O’nun salt cömertliğinden, ihsan ve kere­mindendir.

Aynı şekilde Allah’ın azabı, intikamı ve yakalaması da pek şiddet­lidir. O, çabuk hesap gören ve sonuçlandırması pek çabuk olandır. Ancak O’nun böyle olması, haksızlık etmesine, yanlışlık yapmasına, gereğinden fazla katı ve sert olmasına veya haksız intikam almasına neden olmaz. O, bütün bunları hikmet ve adaleti ile gerçekleştirir. Her şeyi yerli yerinde yapar ve kimseye haksızlık etmez. Böylece ihsan, sevap ve nimetlere karşılık hak ettiği hamd ve senayı burada da hak eder. Eğer Allah, sevabı cezanın yerine koy­saydı bu, O’nun hikmet ve izzetiyle çelişirdi. Bu yüzden Allah’ın cezayı yerli yerine koyması, hamd edilmeye değer. Allah’ın hikmet ve izzet sahibi olması, düşmanlarının ve cahillerin buna aykırı vehimlerinden uzak olduğunu göste­rir. Allah’ın kaza ve kaderi, her türlü haksızlık, zulüm, saçmalık ve hikmetten yoksun olarak gerçekleştiği düşüncesinden beridir.

Onun koyduğu yasalar ve verdiği emirler her türlü çelişkiden uzaktır. O’nun dininde hiçbir çelişki ve karışıklık yoktur. Bütün emir ve yasakları kullarının yararınadır. Onlara olan merhamet ve şefkati nedeniyle bu emir ve yasakları koymuştur. Her bir emir ve yasağın ayrı ayrı faydası vardır ve hepsi bir amaç için konulmuştur. Kısaca her emir ve yasağı, hikmet, rahmet, maslahat ve adalettir.

Allah’ın kullarına nimetler vermesi, O’nun ihsanının bir gereğidir. Yoksa verilene olan ihtiyacından veya karşılığında bir bedel almak için değildir. Allah’ın nimet vermemesi, cimriliğinden veya fakir düşmek ve muhtaç olmak korkusundan değildir. Aksine Allah’ın vermesi, bir karşılık almak veya bir ihtiyaçtan değil katıksız ihsan ve iyiliğinden; vermemesi ise cimrilik veya yok­sulluk korkusu değil katıksız adaletindendir.

O’nun hiçbir hükmünde cimrilik veya adaletsizlik yoktur. Allah’ın göğe yükselerek arşa istiva etmesi, kendisini taşıyacak ve üzerine oturacak bir şeye ihtiyaç duymasından değildir. Aksine arşın kendisi ve O’nu taşıyanlar (melekler) Allah’a muhtaçtır. Allah arştan da onu taşıyan melekler­den de kendisinin dışındaki her şeyden de müstağnidir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

Allah’ın yüceliği ve istivası her türlü eksiklikten beridir. O’nun ne arşa ne de başka bir şeye ihtiyacı bulunmamaktadır. Zira hiçbir şey onu kuşata­maz. O, her şeyin üstündedir; mutlak gani ve Hamîd olandır. Allah’ın arşa istiva etmesi ve bütün varlıklara egemen olması, bir arşa veya herhangi bir yönden başka bir şeye muhtaç olmadan mâlik oluşunun bir gereğidir.

Allah’ın her gece dünya semasına inmesi, O’nun yücelik ve müstağnili­ğinden bir şey eksiltmez. Allah’ın eksiksiz ve mükemmel oluşu, O’nun her türlü benzetmeden, bir şeyle sınırlı olmasından veya bir şeyin altında kalma­sından uzak olduğunu gösterir. Allah, mükemmelliğiyle çelişen her türlü sı­fattan beridir, münezzehtir.

Allah’ın zenginliği, işitmesi ve görmesi, Müşebbihe’nin benzetmelerinden ve bu sıfatları yok sayanların iddialarından uzak olduğunu gösterir. Allah’ın dostlarını desteklemesi ve onlara yardım etmesi, insanların birbirlerine yardım etme ihtiyacı duyması ve yardım etmediğinde eziklik ve aşağılanma hisset­mesi gibi değildir. O’nun yardımı tamamen hayır ve merhametinden, iyilik ve ihsanından kaynaklanır. Yüce Allah, Azîz kitabında şöyle buyurur:

,“De ki: “Övgü (hamd), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan Allah’adır.” (İsra/111)

Allah Teâlâ burada mutlak anlamda hiçbir dosta değil, sadece düşkünlükten dolayı bir dosta ihtiyacı olmadığını vurgulamaktadır.

Allah’ın, kendisini sevenleri ve dostlarını sevmesi de böyledir. O’nun sevgisi, insanların birbirini sevmesi gibi değildir. Çünkü insanların birbirlerini sevmesi, bir ihtiyaçtan, yakınlıktan, yağcılıktan veya bir menfaat elde etmekten kaynaklanabilir. Oysa Yüce Allah’ın sevgisi böyle değildir. O, böyle bir sevgiden beridir. Allah’ın eli ve yüzü, Müşebbihe’nin benzetmelerinden ve bunları inkâr edenlerin iddialarından beridir. O’nun eli ve yüzü, insanlarınkine asla ben­zemez. Kendisinin dışında kimse, bunların nasıl olduğunu bilemez.

Bütün bu anlattıklarımız, Allah’ın Selâm ismi ile yüceliğine yakışma­yan her türlü şeylerden uzak olduğunu ve mükemmel sıfatlarının zıddı olan bütün sıfatlardan münezzeh olduğunu göstermektedir. Bu ismi ezberleyen nice kimseler, bu ismin delalet ettiği ve bizim işaret ettiğimiz bu gizli anlam ve sırlardan haberdar değildirler. Sen bunları düşün ve anla. Allah yardımcımız olsun.

BU İSMİ BİLMENİN FAYDALARI

1 – Allah’ın kulları arasında Selâm’ı yaymak, Bu İslâm’ın en belirgin ve en üstün özelliklerinden biridir.

2 – Müslümanların, kulun elinden, dilinden, zulüm ve haksızlığından, zarar ve kötülüklerinden emin olmasıdır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Müslü­man, Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir.” (Müslüm)

3 – Dinini her türlü şüphe ve bid’atlerden uzak tutmak, nefsani arzu ve isteklerin peşinden gitmemek.

4 – Tarikat makamı olarak selâmet, aklın şehvet ve öfkenin esiri değil, emiri olmasıdır. Çünkü akıl, emir; şehvet ve öfke ise birer köledir. (İbn. Kesir-Kurtubi- Beyhaki../Esma-i Hüsna/185-190)

******************************************

ES SELÂM

Es Selâm, yüce Allah’ın isimlerindendir. Bu isim “fealûn” kalıbında “Kelâm” gibi mastar ismidir, selâmet manasındadır. Bu isimle isimlenmeye yüce Allah diğer mahlûkattan daha müstahaktır. Çünkü O, tüm afetlerden, ayıplardan, noksanlıklardan ve karalamalardan Selâmdır.

Yüce Allah, her yönüyle mutlak kemâl sahibidir. O’nun kemalliği zatından hiç ayrılmaz ve durum devamlı böyledir. Selâm; fiillerinin abeslikten, zulümden ve hikmete muhalif olmaktan selametini, sıfatlarının mahlûkatın sıfatlarına benzemesinden selametini, zatının tüm noksanlıklardan ve ayıplardan selametini ve isimlerinin bütün karamalardan selametini içermektedir.

Selâm ismi, Yüce  Allah’ın kemalatının (=mükemmelliklerinin) tümünün ispatını ve noksan sıfatların tümünün O’ndan uzaklaştırmayı içermektedir. Bunun manası şöyledir: “Subhânallahi ve’l-Hamdu lillah.” Bu tesbih, yüce  Allah’ın Ulûhiyyette ve tazimde tek olduğunu kapsamaktadır. Ve aynı şekilde; “Lâ ilehe illallahu vallahu ekber”‘de Ulûhiyyette ve tazimde tek olduğunu kapsamaktadır.  Böyle olunca da Selâm ismi, Rabbin kendileriyle senâ edildiği “el-Bâkiyâtu’s-Sâlihât” ları derleyip toplamıştır.

Bunun tafsilatının bazısı şöyledir; yüce  Allah, hayatı ölümden, uyuklamaktan, uyumaktan ve değişikliğe uğramaktan selamette (=uzak, salim) olan Hayy’dır. O, kudreti yorulmaktan, zorluk çekmekten, takatsiz düşmekten ve dilediğini yapmaya aciz olmaktan selamette olan Kâdir’dir. O, hardal tanesi kadar bir şeyin dahi ilminden uzak kalmasından ve bilgilerden bir bilginin dahi ilminden uzak kalmasından ilmi selamette (=uzak, salim) olan Alîm’dir. Yüce  Allah’ın diğer sıfatları da aynı şekildedir.

Yüce  Allah’ın rızası, öfkenin onunla beraber olmasından Selâmdır. O’nun Hilmi, intikamın onunla beraber olmasından Selâmdır. İradesi, ikrâhın (=zorlamanın) onunla beraber olmasından Selâmdır. Kudreti, aczin onunla beraber olmasından Selâmdır. Dilemesi, dilediği şeyin gereğinin zıttının onunla beraber olmasından Selâmdır. Kelâmı, yalanın ve zulmün onda meydana gelmesinden Selâmdır. Bilakis O’nun sözleri doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun vadi (=sözü) çelişkinin ona karışmasından Selâmdır. Yüce  Allah kendisinden önce ve sonra bir şeyin olmasından ve altında ve üstünde bir şeyin olmasından Selâmdır. Aksine O, her şeyin üzerinde yücedir. Her şeyin üzerinde, her şeyden önce ve her şeyden sonradır. O, her şeyi kuşatmıştır. O’nun vermesi ve vermemesi, yeri ve (zamanı) dışında meydana gelmekten Selâmdır. O’nun bağışlaması, adam kayırmaktan veya kullarının günahlarından dolayı daralmaktan ya da insanların bağışlaması gibi hakkını almaktan acziyetinden ötürü bağışlamaktan Selâmdır. Rahmeti, ihsânı, şefkati, iyiliği, cömertliği, veli kullarına olan yardımları, onlara sevgi göstermesi, onlara olan merhameti, onları anması ve onları bağışlaması onlara olan bir ihtiyaçtan veya onların vesilesiyle şereflenmekten yada onların vesilesiyle artmaktan Selâmdır. Özet olarak Yüce  Allah, mukaddes kelamının her yönüyle aykırı olduğu her şeyden Selâmdır.

Bu  ismin selbî isimlerden olduğunu iddia eden kimse   hataların en büyüğünü yapmıştır. Çünkü sırf selb kemalliği  içermez. Aksine Selâm ismi, O’na zıt olan her şeyden salim olan kemalliği içermektedir. Bu ismin hakkını tam veren kimse onun manasını eda etmiş olur. Ve resuller göndermeyi, kitaplar indirmeyi, ahiretin sabitliğini, alemin sonradan yaratıldığını, kazanın ve kaderin sabitliğini, Yüce  Allah’ın mahlukatının üzerinde olmasını, onların fiillerini görmesini, seslerini işitmesini, sırlarına ve alenen yaptıkları işlerine vakıf olmasını, onların işlerini yönetmede tek olmasını, her yönüyle şirkten mukaddes olan kemaliyle bir olmasını gerektirir bir halde bulur. O, her yönden beşerin noksanlıklarından temiz ve münezzeh olduğu gibi her yönüyle hak olan Selâm’dır.

Yüce  Allah, her ikisinde de solun söz konusu olmadığı iki “El” ile vasıflanmıştır. Aksini her ikisi de mübarek sağdırlar. (Buradaki sağ ve sol kavramları cihet (=yön) anlamlarında değildir. Çünkü Yüce  Allah cihetten münezzehtir. Buradaki sağ ve sol kavramları hayır ve şer anlamlarındadır. )

Yüce  Allah’ın tüm isimleri aynı şekilde hüsnâ (en güzel) dir. O’nun tüm fiilleri hayır sıfatları ise kemaldir. Yüce  Allah Selâmı dünyada ve ahirette (O’nun huzuruna çıkma gününde) dostları arasında selamlaşma kıldı. Yüce  Allah Âdem (a.s.) yaratıp, yaratmasını tamamlayıp insan şekli verdiği zaman ona şöyle buyurdu:

Meleklerden ileri gelen şu cemaate git ve seni nasıl selamladıklarına kulak ver. Çünkü o bundan sonra senin ve zürriyetinin selamlaşmasıdır”(Buhari, Müslüm)

Yüce  Allah şöyle buyurmuştur: “Rableri katında onlara esenlik yurdu (=Daru’s-Selâm=cennet) vardır. Ve yapmakta oldukları (güzel) işler sebebiyle Allah onların dostudur” (Enâm/127)

Başka bir âyeti kerimede şöyle buyurmuştur: “Allah kullarını esenlik yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir” (Yûnus/25.)

Cennetin “Dâru’s-Selâm” diye isimlendirilmesinde ihtilaf edilmiştir. Şöyle denildi: Selâm, yüce  Allah’tır  cennet ise O’nun yurdudur. Ve şöyle denildi: Selâm selamettir. Cennette tüm afetlerden, ayıplardan ve noksanlıklardan selamet yurdudur.

Ve bir de şöyle denildi ki: “Dâru’s-Selâm” ile isimlendi çünkü cennet ehlinin oradaki selamlaşması Selâm’dır. Bu manaların hiç birinin arasında çelişki olmaz.

Müslim’in sözüne gelince: “es-Selâmu aleykum” kendisine selam verilene, müslümanın hile ile öldürmesinden, aldatmasından, zorlamasından ve kendisine ondan gelecek çirkin şeyden selametini bildirmektir. Oda aynı şekilde karşılık verir (ve Aleykum Selâm der). Yani yüce  Allah aynısını sana da nasip etsin. Onu sana helal kılsın (demektir).

Selâm, ayıplardan ve noksanlıklardan salim olandır. Selâm ile isimlenmesi sâlim diye isimlenmesinden daha belagatlıdır (=daha fasih, daha açık). Selâm ile vasıflanması mahlukatına yapacağı zulmünden mahlukatının selametini gerektirmektedir. Böyle olunca da yüce  Allah zulmü ve şerri irade etmekten, onlarla isimlenmekten, o fiillerden ve onlara nisbet edilmekten Selâm’dır. Yüce  Allah noksan sıfatlardan, noksan fiillerden ve noksan isimlerden Selâm’dır. Mahlûkatını zulümden selamete çıkarandır.

İşte bundan dolayı Yüce  Allah Kadir gecesini “Selâm”, Cenneti “Daru’s-Selâm”, Cennet ehlinin selamlaşmasını “Selâm” diye vasıflandırmış ve veli kullarını Selâm sözü ile övmüştür. Bunların hepsi ayıplardan selâmdır.

O zaman şöyle bir soru sormamız mümkün olur: Rahmet ve Bereketin Yüce  Allah’a izafe edilmesinde ve Selâm’ın izafeden mücerret olarak tek başına gelmesindeki hikmet nedir?

Bunun cevabı şöyledir: Selâm, yüce  Allah’ın isimlerinden bir isim olunca mutlak olarak Yüce  Allah’ın ismi celaline izafe olarak zikredilmesine ihtiyaç kalmadı. Rahmet ve berekete gelince, eğer onlar, yüce  Allah’a izafe edilmezlerse kimin rahmetinin kimin bereketinin istendiği bilinmez. Şayet, Aleykum ve rahmetun ve bereketun (=Rahmet ve bereket sizin üzerinize olsun) dense bu lafızda kendisinden rahmet ve bereketin talep edildiği merhamet edenin ve bereket verenin kim olduğuna işaret yoktur.

İkinci cevap: Selâm, kendisiyle  “Selâmun Aleykum” diyen kimsenin sözünün murad edilmesidir. Bu ise hakikatte selam verene izafe edilir. Bunun ile de Selâm olan Yüce  Allah’tan talep edilen selametin hakikati murad edilir. Bu da, yüce  Allah’a izafe edilir. Böyle olunca da masdar olan bu isim bazen bunu zikrederek selameti talep edene izafe edilir bazen de kendisinden selamet talep edilene (Yüce  Allah’a) izafe edilir. Böyle olunca da kesinlikle izafe edilmeden getirilir.

Rahmet ve berekete gelince, bu ikisi yalnızca Yüce  Allah’a izafe edilirler. Bundan dolayı da “Benim rahmetim ve bereketim sizin üzerinize olsun” denmez.  “Benden selam sizin üzerinize olsun” veya “Falandan selam falanın üzerine olsun” denir. (Falanın falana selamı var veya benden selam söyleyin gibi)
Bunun sırrı, rahmet ve bereketin zıttına “Selâm” lafzının sözlü bir cümle için isim olmasıdır. Çünkü rahmet ve bereket, lafızları için değil de kendi manaları için birer isimdirler. Bunu iyi düşünmek gerekir. Çünkü bu güzel bir misaldir.

Üçüncü cevap: Rahmet ve bereket, selamet kelimesinin mücerret (=soyutlanmış, sade) gelmesinden daha mükemmeldir. Çünkü selamet, şerden uzaklaştırmaktır. Rahmet ve berekete gelince; onlar hayrı tahsil etmek, onu devam ettirmek, sabit kılmak ve çoğaltmaktır. Bu ise daha mükemmeldir. Çünkü asıl maksat budur. Birincisi selamete vesiledir. Bundan dolayı cennet ehli için hasıl olan nimetler onların mücerret olarak sadece cehennemden selamete ermelerinden daha mükemmeldir. Her iki mananın da en olgunu ve en mükemmeli lafzen Yüce  Allah’a izafe olmuştur. Diğeri (bereket) ona nisbet edilmiştir. Atıftan ve içinde bulunduğu karineden dolayı manen Yüce  Allah’a izafe edildiği anlaşılmaktadır. Bu lafız en mükemmel şekil ve en güzel üslup üzere gelmiştir.

Diğer bir soru şöyledir: Selâm ve rahmetin müfret (=tekil) gelmesinde ve bereketin cemi (=çoğul) gelmesindeki hikmet nedir?

Cevap şöyledir: Selâm, ya sırf masdardır. Ve oda bir şeydir. Cemi olması için de hiçbir mana yoktur ya da Yüce  Allah’ın isimlerinden bir isimdir. Bunun da cemi olması imkânsızdır. Bu iki takdir üzere onu cemi yapmaya imkân yoktur.

Rahmete gelince; aynı şekilde şefkat ve merhamet manasında masdardır. Bir önceki (Selâm) gibi cemi olmaz. Rahmetin sonundaki “te” hillet (=dostluk), muhabbet ve rikkat (=şefkat) kelimelerindeki “te” ile aynı makamdadır. Darbeten (=bir kez vurmak) ve temraten (=bir hurma)deki “te” gibi sınırlamak için değildir.

Nitekim rikkâtun (=şefkatler), hillâtun (=dostluklar) ve ra’fâtun (=merhametler) denmediği gibi rahmâtun (=rahmetler) denmez. Burada ceminin gelmesi sınırlamayı ve bir adetle kayıtlı kılmayı bildiriyor. Onun müfret olması ise kendisiyle isimlenenin mutlak olarak sınırsız olduğunu bildirir. Öyleyse burada müfret olması cemi olmasından manen daha mükemmel ve daha olgundur. Bu, tekil olanın manasının çoğul olanın manasından daha mükemmel olması (hadisesi) cidden harikuladedir. İşte bundan dolayı Yüce  Allah şöyle buyurmuştur:

De ki: Kesin delil, ancak Allah’ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi” (Enâm/149)

Bu buyruk “kesin deliller ancak Allah’ındır” denmesinden daha umumi ve daha mükemmeldir. Yüce  Allah’ın;

Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız” (İbrâhim/34.)

Buyruğu; “Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız sayamazsınız” denmesinden daha mükemmeldir.

Ve yine yüce  Allah’ın,

Onlardan bir kısmı da: Ey Rabb’imiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! derler” (Bakara/201.)

Buyruğu, “Ey Rabb’imiz! Bize dünyada da iyilikler ver, ahirette de iyilikler ver. Bizi cehennem azabından koru!” denmesinden daha mükemmeldir. Aynı şekilde Yüce  Allah’ın şu buyruğu da diğerleri gibidir:

Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler” (Al-i İmrân/171)

Bu âyetlerin benzerleri gerçekten çoktur.

Berekete gelince; o hayrın çokluğu ve peş peşe devamlı olarak gelmesiyle isimlenmiştir. Her ne zaman o hayırdan bir şey sona erse onun arkasından hemen başka bir hayır gelir. Bu devam eden hayırdır. Hayr olan şeyler peş peşe birbirini takip etmeye devam ederler. Cemi lafzı bereket kelimesinde, bereket ile kastedilen manaya delalet ettiğinden dolayı daha evladır. Ve bundan dolayı yüce  Allah’ın Kur’an’ı Kerim’deki şu buyruğunda şöyle gelmiştir:

Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir” (Hûd/73.)

Burada yüce  Allah, rahmeti müfret bereketi ise cemi zikretmiştir. Teşehhütteki (=namazdaki oturuş) selâmda da aynı şekildedir:

“Ey Nebi! Selâm, Allah’ın rahmeti ve bereketleri Senin üzerine olsun”

Müslim’in “Sahîh”inde Sevbân’dan rivayet ettiği hadiste Nebi (s.a.v.)’in namazdan çıkış esnasındaki şu sözünü düşünmek gerekir:

Allahumme ente’s-Selâmu ve minke’s-Selâmu tebârekte yâ ze’l-Celâli ve’l-İkrâm” (=Ey Allah’ım! Sen Selâm’sın ve Selâm Sendendir. Sen yücesin. Ey Celâl ve İkrâm sahibi)

Bu mübarek lafızları iyi düşünmek gerekir. Senâ çeşitlerini, yani tenzih senâsını, tesbih senâsını, hamd senâsını ve yüceltme senâsını lafzın en belagatlısı en vecizi ve mana olarak en mükemmeli ile nasılda bir araya getirmiş. Bu şekilde Yüce  Allah’ın Selâm olduğunu, Selâm’ın O’ndan olduğunu ve Selâm’ın O’nun vasfı ve mülkü olduğunu bildirmiştir.

Bu bilindiği zaman şu da anlaşılır: Yüce Allah’ın isimlerinden bir isim olarak Selâm ile isimlenmesi bunun hepsinden daha evladır. Yüce Allah, her yönüyle tüm ayıplardan ve noksanlıklarsan selamette olduğundan dolayı bu isimle isimlenmeye bu isimle isimlenen herkesten daha müstahaktır. O bütün itibarlarla hak olan Selâm’dır. Mahlûkat ise izafe ile selâmdır.

Yüce Allah kendi zatında tüm ayıplardan ve vehmin hayal etmiş olduğu tüm noksanlıklardan Selâm’dır. O sıfatlarında tüm ayıplardan ve noksanlıklardan Selâm’dır. O fiillerinde tüm ayıplardan, noksanlıklardan, şerlerden, zulümden ve hikmet yönünün dışında meydana gelecek fiillerden Selâm’dır. Bilakis O her yönden ve her itibarla hak olan Selâm’dır.

Yüce Allah’ın bu isme müstahak olması bu isimle isimlenen her şeyin müstahak olmasından daha mükemmeldir. Bu, Yüce Allah’ın kendi zatını tenzih ettiği ve Resulünün O’nu tenzih ettiği tenzihin hakikatidir. O, zevceden ve çocuk edinmekten Selâm’dır. O, eşi, dengi, adaşı ve benzeri olmaktan Selâm’dır. O, ortaktan Selâm’dır. Bundan dolayı kemâl sıfatlarının her birine baktığın  zaman her sıfatı kemaline zıt olan şeylerden Selâm olarak bulursun.

O’nun hayatı ölümden, uyuklamadan ve uykudan Selâm’dır. Kayyûmiyyeti ve Kudreti yorgunluktan ve zorluk çekmekten Selâm’dır. O’nun ilmi Ondan bir şeyin ayrılmasından veya O’na unutkanlığın isabet etmesinden, hatırlamaya ve düşünmeye ihtiyaç duymaktan Selâm’dır. O’nun iradesi hikmetten ve maslahattan çıkmaktan Selâm’dır.

O’nun kelimeleri yalandan ve zulümden Selâm’dır. Bilakis Rabb’in sözleri, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun zenginliği hiçbir yönden başkasına ihtiyaç duymaktan Selâm’dır. Aksine O’nun dışındaki her şey O’na muhtaçtır. O kendi dışındaki her şeyden zengindir. Mülkünde zıtlık olmasından, ortağı olmasından, muavini veya yardımcısının olmasından ya da O’nun izni olmadan O’nun katında bir şefaatçinin bulunmasından Selâm’dır.

O’na Ulûhiyyetin de bir ortağının olmasından Selâm’dır. Aksine O, kendisinden başka hiç bir ilâh olmayan Allah’tır. O’nun Hilmi, affetmesi, bağışlaması, mağfiret etmesi ve kulların günahlarından vazgeçmesi O’nun dışındakilerde olduğu gibi ihtiyaçtan, zayıflıktan ya da menfaatten dolayı olmaktan Selâm’dır. Aksine O’nun cömertliği, ihsanı ve keremi saf ve halistir. Aynı şekilde azabı, intikamı, yakalamasının şiddeti ve cezalandırmasının sürati zulüm, öfke, katılık ve sertlikten dolayı olmaktan Selâm’dır. Aksine O’nun hikmeti, adaleti ve eşyayı yerli yerine koyması saf ve halistir.

O, ihsanda bulunmaya, mükâfatlandırmaya ve nimetlendirmeye müstahak olduğu gibi hamda ve senâya da müstahaktır. Bilakis mükâfatı cezanın yerine koysaydı bu hikmetiyle ve izzetiyle çelişirdi. O cezayı yerli yerine koymuştur. Bu ise O’nun hamdından, hikmetinden ve izzetinden 

dolayıdır. O düşmanlarının ve cahillerin hikmetine muhalif olan vehimlerinden Selâm’dır.

Onun kazası ve kaderi abeslikten, zulümden ve açık olan hikmetine muhalif olarak meydana gelmesinin düşünülmesinden Selâm’dır. O’nun şeriatı ve dini çelişkiden, ihtilaftan, bozulmaktan, kulların maslahatına zıt olmaktan, onlara rahmet olmaktan, ihsan olmaktan ve hikmetine zıt olmaktan Selâm’dır. Aksine O’nun şeriatının tamamı hikmettir, maslahattır ve adalettir.

Aynı şekilde O’nun (nimetler) vermesi yaltakçılık olmaktan ve nimet verdiği kimseye ihtiyaç duymaktan Selâm’dır. O’nun bir şeyi men (=yasak) etmesi katıksız adalet ve cimriliğin ve acziyetin karışmayacağı hikmettir.

Yüce Allah’ın Arşına istivası ve onun üzerinde olması, Arşı taşımaya ihtiyaç duymasından yada ona istivaya muhtaç olmaktan Selâm’dır. Aksine Arş ve onu taşıyanlar O’na muhtaçtır. O Arş’tan, onu taşıyanlardan ve her şeyden
Ğaniy’dir. O yüce ve yüksektir.

O’na hiçbir sınır ulaşamaz. Arş’a ve diğer mahlûkata hiçbir ihtiyaç duymaz. Yüce Allah’ı hiçbir şey kuşatamaz. Her şeyi kuşatan Arş değil bilakis O’dur. O‘nunla birlikte Arşa ihtiyacın olması söz konusu değildir. O Ğaniy ve Hamîddir.

Aksine Arşına istivası ve mahlûkatını kuşatması, herhangi bir yönden Arşa veya bir başkasına ihtiyaç duymaksızın mülkünün ve üstünlüğünün gerektirdiklerindendir.

Her gece dünya semasına inmesi O’nun yüceliği ile ve zenginliği ile çelişmekten Selâm’dır. O’nun kemali, Muattıla (=sıfatları inkar eden) ve Müşebbihe (=O’nu mahlukata benzeten)’nin tüm vehimlerinden Selâm’dır. O bir şeyin altında olmaktan veya bir yerde mahsur kalmaktan Selâm’dır.

Rabb’imiz olan Allah kemaline ve zenginliğine zıt olan her şeyden  yücedir. İşitmesi ve görmesi müşebbihenin tüm hayallerinden ve muattilenin uydurduğu her şeyden Selâm’dır.
Yüce Allah’ın veli kullarını dost edinmesi, mahlûkatın birbirini dost edindiği gibi acizlikten dolayı değildir. Aksine O’nun dostluğu yardım, rahmet, ihsan ve iyiliktir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, âcizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim de ve tekbir getirerek O (c.c.)’nun şanını yücelt!” (İsrâ/111.)

Bu âyette yüce Allah kendisine dost edinmeyi mutlak olarak nefyetmedi (=olumsuzlaştırmadı). Aksine acziyetten dolayı dost edinmeyi nefyetti.

Aynı şekilde O’nun sevdiklerine ve dostlarına muhabbeti, ihtiyaç duyulan sevgiden dolayı mahlûkatın birbirine olan sevgi ihtiyaçlarından veya yalan sevgi göstererek yaltaklık yapmaktan ya da yakınlığı ile menfaat elde etmekten Selâm’dır. O’nun muhabbeti hakkında muattilenin uydurduklarından Selâm’dır.
Aynı şekilde kendi zatına “el” ve “yüz”ü izafe etmiştir. Muhakkak ki O müşebbhenin hayallerinden ve muattilenin uydurduklarından Selâm’dır.

Yüceler yücesi olan Allah’ın münezzeh olduğu her şeyi Selâm isminin nasılda kapsadığını gerçekten iyi düşünmek gerekir. Bu ismi nice ezberleyenler vardır ama içerdiği sır ve manalarını idrak edemez.

Selâm masdarmı yoksa masdar ismimi? diye sorulacak olursa şöyle cevap veririz: Tahiyyat (=Selâm demek) manasında olan Selâm “selleme” fiilinden masdar ismidir selleme’nin masdarı alleme-talîmen, fehheme-tefhîmen ve kelleme-teklîmen gibi teslîmen olarak gelir. Kelleme’den kelâm’ın geldiği gibi Selâm’da selleme’den gelmiştir.

Şayet şöyle sorulsa: masdar ile isim arasındaki fark nedir?

Şöyle cevap veririz: O ikisinin arasındaki fark lafzî ve manevî’dir.

Lafzî olana gelince: Masdar, efale’den ifâl, fa’ale’den tefîl, infeale’den infiâl, tefa’lele’den tefa’lul ve diğerleri gibi kıyasî olan fiilinin üzerinden gelir. Selâm ve kelâm’a gelince her ikisi de fiillerinin üzerine kıyasî olarak gelmezler. Eğer fiillerinin üzerine kıyasî olarak gelselerdi teslîm ve teklîm denirdi.

Manevî olan farka gelince: Masdar fiile ve failine delalet eder. Teklîm (=konuşmak), teslîm (=teslim olmak, selam vermek), talîm (=öğretmek) ve benzerleri kullanıldığı zaman fiillerine ve o fiilleri yapan kimselere delalet eder. Böyle olunca da teslîm selâma ve selâm verene delalet eder. Teklîm ve talîm’de aynı şekildedir.

Masdar ismine gelince: O yalnızca fiile delalet eder. Selâm ve kelâm lafızları, teklîm ve teslîm’in hilafına selâm verene ve konuşana delalet etmez.

Bu farkın sırrı, selleme-teslîmen ve kelleme-teklîmen sözlerindeki masdarın fiilin tekrarı makamındadır. Sanki konuşan şöyle diyor; selleme-selleme ve kelleme-kelleme. Fiil failinden hiçbir zaman ayrılmaz.

Dördüncü soruya gelince: Tahiyyat’ta talep edilen selâm’ın manası nedir?

Bunda meşhur olan iki görüş vardır.

Birincisi: “Selâm ismi sizin üzerinize olsun” Demektir.  Burada Selâm, Allah’tır. Bu cümlenin manası ise; “Selâm isminin bereketi sizin üzerinize insin ve üzerinize hak olsun” ve benzerlerini demektir. Bu manada Yüce Allah’ın isimlerinden başka bir isim değil de Selâm ismi tercih edildi. Sonraki sorunun cevabında gelecek.

Sahabeyi Kirâm bu söz hakkında birçok delil getirmiştir. Bunlardan bir tanesi sahih bir hadiste şöyle gelmiştir:
“Namazda şöyle diyorlardı: Selâm kullarından önce Allah’a olsun. Selâm Cebrâil’in üzerine olsun. Selâm falanın üzerine olsun. Nebî (s.a.v.) onları uyararak şöyle buyurdu: Selâm Allah’a olsun demeyin. Muhakkak ki Allah Selâm’dır. Fakat siz; Ey Nebî! Selâm Senin üzerine olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketleri Senin üzerine olsun. Selâm bizim üzerimize olsun. Ve Salih kullarının üzerine olsun’ deyin.” /A. Bin Hambel)

Nebî (s.a.v.); Selâm Allah’a olsun demeyi onlara yasakladı. Çünkü Selâm, selam verilene dua ve onun selamete ermesini istemektir. Allah kendisinden selamet talep edilendir yoksa kendisi için selamet talep edilen değildir. O duaya icabet etmesi istenendir yoksa kendisi için dua edilen değildir. Allah’a selamet dilemek imkânsızdır. Aksine Yüce Allah kitabında da buyurduğu gibi kullarına selamet verendir:

Senin izzet sahibi Rabb’in, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir. Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun!” (Saffât/180-181.)

“Selam olsun İbrahim’e” (Saffât/109)

“Bütün âlemler içinde Nuh’a selam olsun” (Saffât/79.)

“Selam olsun İlyâsîn’e” (Saffât/130.)

Hz. Yahyâ hakkında yüce Allah şöyle buyurdu:

“Doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağı gün ona selam olsun!” (Meryem/15.)

“Denildi ki: Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selam ve bereketlerle (gemiden) in!” (Hûd/48.)

Yüce Allah kıyamet günü cennet ehline selâm verir. Nitekim şöyle buyurmuştur:

Lehüm fiyha fâkihetün ve lehüm ma yedde’un,

Selâmün kavlen min Rabbin Rahıym. (Yasin/57-58)

“Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün arzuları yerine getirilir. Onlara merhametli Rabb’in söylediği selam vardır” (Yâsîn57-58.)

Burada “قَوْلًا” kavlen kelimesi masdar (mefûlu mutlak) olarak mensubdur. Fiili ise selâmın içerdiği kavlin (=söz) fiilidir. Çünkü selâm bir kavildir.

İmam Ahmed’in “Müsned”inde ve İbn Mâce’nin “Sünen”inde Muhammed b. Münkedir’in Câbir (r.a.) den rivayet ettiği bir hadiste, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Cennet ehli nimetler içinde iken aniden üzerlerinde bir nur belirir. Başlarını kaldırıp baktıklarında Cebbâr (olan Allah onları üzerlerinden kuşatmıştır. Ve onlara şöyle seslenir: ‘Ey cennet ehli Selâmun aleykum’ sonra şu âyeti kerimesini okur ‘Onlara merhametli Rabb’in söylediği selam vardır’ sonra onlardan gizlenir. Ve onların diyarında, onların üzerlerinde O’nun rahmeti ve bereketi kalır” (ibn. Mace)

İbni Mâce’nin hadis kitabında merfû olarak Rasûlullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Hak Teâlâ’nın kıyamet günü ilk selâm vereceği kişi Ömer’dir” İbn Mace)

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“O’na kavuşacakları gün kendilerine esenlik dileği selamdır” (Ahzâb/44.)

Bu, Yüce Allah’ın huzuruna çıktıkları gün onların selâmıdır. Bu selâmın onlardan Yüce Allah’a olması imkansızdır. Çünkü onlar O’na selâm vermelerinin imkansız olduğunu çok iyi biliyorlardı. Dünyada ikinde bu işten men edilmişlerdi. Bu ancak Yüce Allah’tan onlar için selâmdır. Burada ki selâm mufule izafe edilmektedir. Bu selâm kulların selâmlandığı selâmdır yoksa onların Yüce Allah’ı selamlamaları (yüce Allah’a selamet dilemeleri) değildir. Eğer Yüce Allah’ın Yâsîn sûresindeki şu sözü olmasaydı: “Onlara merhametli Rabb’in söylediği selam vardır” bu selâmın meleklerden kullara olması muhtemel olurdu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“(O yurt) Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanlarla beraber girecekler, melekler de her kapıdan onların yanına varacaklardır (Melekler:) Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir! (derler) (Ra’d/23-24.)

Fakat bu, onlar cennetteki makamlarındayken onların yanına girdikleri zaman onları selâmlayarak giren meleklerin selâmıdır. Yüce Allah’ın, “O’na kavuşacakları gün kendilerine esenlik dileği selamdır” (Ahzâb/44.)

Buyruğunda geçen Selam’a gelince, bu Selâm, karşılaştıkları vakit yüce Allah’ın onlara verdiği selâmdır. Nitekim bir kimse sevdiği biriyle karşılaştığı zaman ona selâm verir. O gün Rableriyle aralarına perde çekilenler neden mahrum oldular?

Onun sana gözükmemesi yeter. Bu, cezası içinde olan günahtır.

Burada kastedilen, Selam’ın, yüce Allah’tan talep edilmesidir. Ve O’nun kullarına selâm vermesi imkânsız değildir. O’nun selâma ihtiyacı olmadığı için O’na selâm verilmez. Rasûlullah (s.a.v.)’in; “Muhakkak ki Allah Selâm’dır” (Buhari) sözü, Selâm’ın, yüce Allah’ın isimlerinden bir isim olduğuna delidir.

Bazıları şöyle dediler: Selam veren bir kimse selâm verdiği zaman manası Selam’ın ismi sizin üzerinize olsun demektir.

Onların delilerinden birincisi; Ebu Dâvud’un, Abdullah ibn Ömer’den rivayet ettiği şu hadistir:

“Bir adam Nebî (s.a.v.)’e selâm verdi. Fakat Nebî (s.a.v.) selâmına karşılık vermedi ta ki duvara dönüp sonra teyemmüm aldı sonra selâmına karşılık verdi ve şöyle dedi: Muhakkak ki ben temizleninceye kadar Allah’ı zikretmeyi hoş görmedim”

(Ebu Davud)

Dediler ki: Bu hadiste Selâmın Allah’ı zikretmek olduğunu açıklama vardır. Zikir ise ancak yüce Allah’ın isimlerinden bir ismi içerdiği zaman olur.

İkinci delil: Kitap ehlinden olan kâfirlerin (bir biriyle karşılaştıklarında konuşmalarına) Selâm ile başlamamalarıdır. Ve onlara da “Selâmun Aleykum” denmez. Onlardan birisine; Allah seni selamete çıkarsın (seni hidayete erdirsin) denilmesinin çirkin görülmediği malumdur. Bu da ancak Selâm’ın, yüce Allah’ın isimlerinden bir isim olmasından dolayıdır. Bu ismin bereketinin bir kâfir için meydana gelmesini talep etmek caiz olmaz. İşte bunlar görüldüğü gibi kuvvetli ve açık delillerdir.

Meşhur olan ikinci görüş: Selâm selamet manasında masdardır. Oda selâm esnasında selâm ile istenen taleptir (=selamettir). Bu sözün sahiplerinin birinci delilleri ise Selâm’ın elif-lam’sız zikredilmesidir. Selâm veren kimse şöyle der: Selâmun Aleykum. Eğer yüce Allah’ın isimlerinden bir isim olsaydı bu şekilde söylenmezdi. Yüce Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâ’sından olan diğer isimlerinin elif-lam ile marife (=belirli isim) geldiği gibi bununla da elif-lam’lı bir şekilde isimlenmesi gerekirdi. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Selâm (esenlik veren) Mü’min (güvenlik veren), Müheymin (kollayıp koruyan), Azîz (üstün, gâlib), Cebbâr (istediğini zorla yaptırmaya muktedir olan), Mütekebbir (çok büyük)dir! Allâh (kâfirlerin) ortak koşmalarından yücedir” (Haşr/23.)

Nekre (=belirsiz) olan isim marifenin (=belirli isim) hilafına, marifenin Yüce Allah’a kullanılmasına üstün tutularak muayyen olana (yüce Allah’a) kullanılamaz. Çünkü yüce Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâ’sı hatırlandığı zaman marifenin Yüce Allah için muayyen olarak kullanıldığı (görülür).

İkinci delilleri: “Selâmun Aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhu” sözünde rahmet ve bereketin Selâma atfedilmesi Selâm ile muradın masdar olduğuna delalet etmektedir. İşte bundan dolayı kendisi gibi masdar olan rahmet ve bereket Selâm’ın üzerine atfedilmiştir.

Üçüncü delilleri: Eğer burada, Selâm, yüce Allah’ın isimlerinden bir isim olsaydı cümle ancak Yüce Allah’ın ismi celâlinin gizlenmesi ve kendisiyle kayıtlı olan bir taktir ile düzgün olurdu. Ve mana şöyle olurdu: “Bereketu  ismi’s-Selâmi aleykum” (=Selâm isminin bereketi üzerinize olsun). Çünkü tek başına isim onların üzerine olmaz.

Şayet şöyle denseydi: “İsmullahi aleyke” (=Allah’ın ismi senin üzerine olsun) o zaman mana şöyle olurdu: Bu ismin bereketi ve taktir edilen buna benzer şeyler   (senin üzerine olsun). Bu taktirin aslın hilafına olduğu ve hakkında delil olmadığı bilinmektedir.

Dördüncü delilleri: Selâmdan kastedilen bu mana değildir. Ondan kastedilen bundan sonraki sorunun cevabında geleceği gibi ancak haber ve dua olarak selameti bildirmektir. İşte bundan dolayı Selâm, selameti içerdiğinden dolayı emân (=emniyet) ve selam veren ve selama karşılık verenlerden her biri için emniyettir.

Ve şöyle dediler: Bu delillerin hepsi Selâm’ın selamet manasında masdar olduğuna delalet etmektedir. Selametin sonundaki “ta” kaldırılmıştır. Çünkü burada kastedilen bir tek selamet değil selamet cinsinin tamamıdır. “ta” ise sınır ifade etmektedir.

Bu meselede doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hüküm, şöyle denmesidir: Doğru olan, bu her iki görüşünde toplamında mevcuttur. O ikinden her birinde bazı doğrular bulunmaktadır. Asıl doğru olan her ikisinin toplamındadır. Biz ancak bunu bir kaide ile açıklıyoruz. Oda Yüce Allah’a dua eden kimsenin talep ettiği her şeyde Esmâu’l-Hüsnâ ile istemesi, bu talebini gerektiren ve meydana gelmesine uygun olan isim ile tevessül (=vesile) etmesidir.

Hatta dua eden sanki bu isim ile O’na tevessül ederek şefaat istiyor. Bir kimse: “Ey Rabb’im! Beni bağışla ve tevbemi kabul et. Muhakkak ki Sen tevbeleri çokça kabul eden ve günahları bağışlayansın” dediği zaman, o kimse, yüce Allah’tan; iki şeyi, isimlerinden iki ismi vesile kılarak istemiştir. Bu iki isim, onun talep ettiği şeylerin meydana gelmesini gerektirmektedir.
Aişe (r.a.), Kadir gecesine ulaştığında nasıl dua etmesi gerektiğini Nebî (s.a.v.)’e sorduğunda Nebî (s.a.v.)’in ona verdiği cevapta aynı şekildedir:

Deki: Ey Allahım! Muhakkak ki Sen affedici ve Kerîm’sin affetmeyi seversin, beni affet” (Tirmizi)

Aynı şekilde Ebu Bekir Sıddîk (r.a.), Rasûlullah (s.a.v.)’den kendisiyle dua edebileceği bir dua öğretmesini istediğinde, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Ey Allah’ım ben nefsime çok zulüm ettim ve günahları Senden başka bağışlayacak kimse yoktur. Katından bir mağfiret ile beni bağışla ve bana merhamet et. Muhakkak ki Sen el-Ğafûr ve er-Rahîm’sin” (Buhari)

Bunun örnekleri gerçekten çoktur. Biz burada bu delilleri getirerek sözü uzatmayacağız.

Bu sabit olunca, makamda bir kimsenin yanında en mühim olan selametin talebi makamı olduğunda onun lafzında Yüce Allah’ın isimlerinden bir ismin siğası (=kip-kalıp) getirildi. Oda kendisiyle selametin talep edildiği Selâm’dır. Selâm lafzı iki manayı kapsamına almaktadır.

Birincisi, Abdullah ibn Ömer’inde hadisinde geçtiği gibi yüce Allah’ın zikridir.

İkincisi ise selam verenin maksadı olan selametin talebidir. “Selâmun aleykum”, hem yüce Allah’ın isimlerinden bir ismi içermekte ve hem de Ondan selameti talep etmeyi içermektedir. Bu faydalı olan bilgiyi iyi düşünmek gerekir.

Buna yakın olan, bazı selef ulemasından rivayet edilen Âmîn hakkındaki görüştür. Bazıları, Âmîn’in, yüce Allah’ın isimlerinden bir isim olduğunu söylemiştir. (Mücahid)

İnsanlarda bir çoğu bu görüşü reddetmiş ve demişlerdir ki: Âmîn, yüce Allah’ın isimlerinden bir isim değildir. Bunlar, selefin sözünün manasını anlamamışlardır. Hâlbuki onlar bu kelimenin, yüce Allah’ın ismini içerdiğini kastetmişlerdir. Çünkü Âmîn kelimesinin manası; “Duamıza icabet et ve Senden istediğimizi ver” demektir.

Âmîn kelimesi talep etmeye delalet etmesiyle beraber yüce Allah’ın ismini içermektedir. “Selâmun aleykum”deki kapsamlılık ise daha açıktır. Çünkü Selâm, yüce Allah’ın isimlerinden bir isimdir. Bu da, meselenin sırrının açılmasıdır. (Bedâiu’l-Fevâid) (http://www.ihya.org/kavram/kavramlar-ansiklopedisi/dt-1418.html )

***********************************************************

KUDDÛS VE SELÂM İSİMLERİ ARASINDA Kİ FARK NEDİR?

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

 Şimdi Önceki dersle bu dersi karşılaştırdığımızda burada aklınıza şöyle bir soru gelebilir. Kuddûs ismi ile Se3lâm ismi arasında ki fark nedir o zaman.

Biz demiştik ki Kuddûs nedir? İki tane anlamı vardır, biri temizliktir, bir tanesi de berekettir. Temizlikten kastımız ne idi? Allah’ın bütün eksikliklerden ve noksanlıklardan temiz olması demektir. Bereketten kastımız ne idi? El Kuddûs bir yeri temizlediğinde oranın bereketlenmesi ve hayırlanması demekti.

Hatta şöyle bir örnek verebiliriz buna. Bir toprak düşünün, o topraktan sizi iyi ve verim alabilmeniz için toprağın temizlenmesi gerekir. Yani, çakıl taşlarından, zararlı zehirli otlardan, bitkilerden temizlenmesi gerekir. Temizledikten sonra Allah’ın onda yarattığı hayırlardan faydalanabilirsiniz. İşte yeryüzünde var olan her şey böyledir. Yani bir kalp düşünün mesela, derslerimizde hep tekrar ediyoruz. Ya kalp yaratıldığı işi görür, Allah’ı sever, boyun eğer, Allah’ın karşısında zillete kapılır, ya da kalp yaratıldığı amacın dışına çıkar Allah’a isyan eder, Allah’ı unutur, gaflete düşer.

Ne zaman kalp birincisini yapabilir? Yani sen ondan hayırla faydalanabilirsin? Kuddûs ismi tecelli eder, orayı Allah temizler, arındırır. Arındırdığı anda sen oranın bereketinden hayrından faydalanabilirsin. Allah sana bir çocuk verir, o çocuğun afetine de şekavet denir. Yani azgınlıktır, aksiliktir Allah o çocuğu temizler, o zaman göz aydınlığı olan bir evlat olaraktan ondan yararlanmaya başlarsın. Kuddûs ismi bu idi. Temiz olan ve temizleyip orayı bereketli kılan demektir.

Selâm ismi de yine eksikliklerden, kayıplardan, noksanlıklardan münezzeh olan ve karşısındakini selâmette kılan demektir. Peki, bu ikisi birbirine çok benziyor ve peşpeşe zikredilmiş oradaki isimler. Bu iki isim arasında ki fark ne?

Bazısı şöyle bir fark zikretmişler. Demişler ki Kuddûs ile Selâm arasında ki fark şudur; Selâm mücerret olaraktan Allah’ın eksikliklerden ve ayıplardan münezzeh olmasıdır. Kuddûs ise bu eksikliklerden münezzeh olduğu gibi Allah’ın kutsal olmasıdır aynı zamanda. Kuddûs ve Selâm temizlik konusunda, afetlerden uzak olma konusunda birleşiyorlar, ama Kuddûs ün fazla olan tarafı Allah’ın kutsallığıdır. Yani Allah’ın dokunulmazlığı yüceliği, ulaşılmazlığıdır aynı zamanda.

Bazıları ise demiş ki Kuddûs ile Selâm arasında ki fark şudur; Kuddûs eksikliklerden münezzeh olandır. Selâm eksikliklerden münezzeh olduğu gibi sonsuza kadar da eksikliklerden münezzeh olmaya devam edecek demektir. Yani yarın da bir eksikliğin tarih olmasından Allah münezzehdir diye söylemişler.

Tabii Allah en doğrusunu bilir, bunların hepsi görüş. Ben iki isim üzerinde tefekkür etmiş olduğum zaman şöyle bir şey söyleyebilirim benim gördüğüm kadarıyla. İki ismin de ortak olduğu nokta Allah’ın eksikliklerden münezzeh olmasıdır. İki ismin birbirinden ayrıldığı nokta tecelli ettikleri yerdir. Yani tecelli ettikleri zaman biri temizlemeye yöneliktir, bereketlendirmeye yöneliktir, öbürü ise insanları korkularından, sıkıntılarından, hüzünden vs. bunlardan emin kılmak, bu afetlerden selâmette kılma üzerine kuruludur. Yani özü birdir fakat dışarıya yansıması, yani fiil sıfatına dönüştüğü zaman farklı tecellileri vardır. Ama ne olursa olsun rabbimizin bütün isimleri güzeldir, bütün isimleri kemâl üzerinedir. (Ebu Hanzala – Halis Bayancuk)

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

 

Allah doğru söyledi. Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 

 

 



ESMA DERSLERİ – 12 – ES SELÂM (B)

$
0
0

Es Selâm (a)

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

ES-SELÂM

  1. Selamete çıkartan.
  2. Selamette olan, yani zatının tüm hata ve kusurlardan münezzeh olması,
  3. Kullarına cennette selam veren demektir.

1- Selamete çıkartan Allah Selam’dır. Bu isim ile yarattıklarına tecelli edince onları düşmanlardan, sıkıntılardan, tehlikelerden, musibetlerden ve her türlü kederlerden selamete çıkartır. Selam isminin bu manası şöyle maddeleyebiliriz:

a – Yarattıklarını düşmanlarının saldırılarından kurtarmakla selamete çıkartması: Her varlığın onlarca düşmanı vardır. O varlığın düşmanlarının saldırılarından kurtularak selamete ulaşması Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir.

b – Hayatının devamı için lazım olan cihazları vermekle selamete çıkartması: Sineğe kanat takmaktan tutun, balığa süzgeç takmağa; ağaçlara yaprak ve çiçek takmaktan tutun, her mahluku, hayatının devamı için gerekli olan cihazlarla donatmaya kadar her ihsan Selam isminin bir tecellisidir.

c – Kullarını tehlikelerden kurtarmak suretiyle selamete çıkartması: Mesela, anne karnında bir bebek düşünün! Gayet aciz, zayıf ve savunmasız… Onu o dar mekânda boğulmak, aç kalmak, zehirlenmek gibi tehlikelerden muhafaza edip selametle dünyaya çıkartmak, Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir.

Yine insanın görünmeyen düşmanları olan Mikroplar! Mikroplara karşı insanın bedeninde bir savunma sistemi kurmak ile onları hastalıklardan korumak ve bazen birçok hikmete binaen hasta edip şifa vermek de Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir. İnsanın vücuduna savunma sistemi kuran Allah-u Teâlâ, büyük bir insan olan dünyayı da savunma sistemleri ile donatmış ve Selam ismini farklı farklı tecellileri ile bizlere tanıttırmıştır.

İşte bunlardan bir tanesi: Dünyamızı çepeçevre kuşatan atmosfer! Canlılar için zararlı olabilecek gök taşlarından, zararlı ışınlara kadar birçok tehlikeye siper olmakla Allah’ın Selam ismine büyük bir ayna olmuş. Bizler de her an bu isme aynayız ve bu ismin tecellisine muhtacız.

Kaçınılmaz bir trafik kazasından umulmadık bir şekilde kurtulmak; canlı çıkılması mümkün olmayan bir kazadan yara almadan çıkmak; çatıdan düşen bir kiremidin başımıza değil de yanımıza düşmesi; depremde evimizin yıkılmaması veya yıkılan bir binanın altından ölmeden kurtulmak; tehlikeli bir ameliyattan sağ salim çıkmak ve bunlar gibi görünür ve görünmez tehlikelerden selamete çıkmamız Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir.

2 – Bütün kusurlardan selamette olan: Selam isminin ikinci manası: Allah’ın bütün eksikliklerden ve kusurlardan münezzeh olması yani selamette olmasıdır. Selam isminin bu manası Kuddüs ismine benzer. Bu manada her bir mahlûk Allah’ın Selam ismine şahitlik eder. Dilerseniz bir çiçeğin Allah’ın Selam ismine olan şehadetini hep beraber görelim.

Bir gülü yaratmak için sanatkârının hangi sıfatlara sahip olması gerekir?

İlk önce aciz olmamalı, kudreti sonsuz olmalı. Çünkü çiçeği basit bir tohumdan çıkartmak ancak sonsuz bir güce sahip olmakla mümkündür. Aciz olan çiçeğe usta olamaz. İşte çiçek, varlığı ile Allah’ın acizlikten selamette olduğuna ve O’nun sonsuz bir kudrete malik olduğuna şehadet eder.

Yine ustası cahil olmamalı, âlim olmalı. Çünkü çiçekteki hikmet ve sanat ancak sonsuz bir ilmin varlığı ile izah edilebilir. Hem bu çiçek güneşinden, havasına; bulutundan toprağına kadar bütün âlem ile alakadardır. Bu münasebetleri ancak ilim sahibi bir zat düzenleyebilir. İşte çiçek kendindeki sanat ve hikmetin lisanıyla ve her şeyle münasebetlerinin düzenlenmesi cihetiyle Allah’ın cahillikten salim olduğuna ve nihayetsiz bir ilme sahip olduğuna işaret eder.

Yine çiçeğin ustası kör olmamalı, görmeli. Çünkü yapan yaptığını görür, göremeyen yapamaz.

İşte gül, varlığı ve kendindeki mükemmel sanat ile Allah’ın körlükten selamette olduğuna ve her şeyi gören basir olduğuna şehadet eder.

Çiçek yoktu, var oldu. Varlığı yokluğuna tercih edildi. Demek sanatkârında irade sıfatı vardır. Tercih edemeyen ve iradesi olmayan çiçeği yapamaz. İşte çiçek, varlığının yokluğuna tercih edilmesiyle Allah’ın iradesizlikten selamette olduğuna ve mutlak irade sahibi olduğuna şehadet eder.

Hem bakın, çiçeğe nasıl merhamet ediliyor ve ihtiyaçları ne kadar güzel karşılanıyor. Çiçek bu haliyle, Allah’ın merhametsizlikten selamette olduğuna ve Rahim ismiyle isimlendiğine şehadet eder.

Bu çiçek gibi milyonlarcası aynı anda yaratılıyor. Her birine farklı ziynetler takılıyor. Demek bunların sahibinin bitmez ve tükenmez hazineleri vardır. Fakir olan bunlara sahip olamaz. İşte çiçek, binler arkadaşı ile Allah’ın fakirlikten selamette olduğuna işaret eder ve gani yani zengin olduğunu ispat eder.

Daha bunlar gibi daha birçok lisan ile o çiçek, Cenab-ı Hakk’ın bütün kusurlardan beri olduğunu ispatla O’nun Selam ismiyle müsemma olduğuna işaret eder.

İşte her bir mahlûk yüzlerce lisanlarla Allah’ın Selam olduğuna ve bütün noksanlıklardan ve kusurlardan beri olduğuna şehadet ederler.

3 – Cennette kullarına selam veren; Selam isminin üçüncü manası, Cennette kullarına selam verendir. Bu mana Yasin suresinde “Onlara Rabb-i rahimlerinden bir selam vardır” (Yasin/58) ifadesiyle beyan edilmiştir.

Allah’ın Selâm diye isimlendirilmesi salim diye isimlendirilmesinde daha beliğdir. Selâm ismi mahlûkatını, zulmünden selâmetini gerektirmektedir. Böyle olunca da yüce Allah zulmü ve şerri irade etmekten, onlarla isimlenmekten, o tür fiillerden ve onlara nisbet edilmekten selâmdır. Mahlûkatını zulümden selâmete çıkarandır. Bundan dolayı yüce Allah kadir gecesini selâm, cenneti dârüsselâm, cennet ehlinin birbirine tahiyyesini selâm diye vasıflandırmış ve velî kullarını selâm sözü ile övmüştür.

ADEM (AS) VE SELAM

Ebû Hüreyre ra den rivayet edildiğine göre, Nebî A.S. şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ Âdem (as)  yaratınca ona:

– Git şu oturmakta olan meleklere selâm ver ve senin selâmına nasıl karşılık vereceklerini de güzelce dinle; çünkü senin ve senin çocuklarının selâmı o olacaktır, buyurdu. Âdem aleyhisselâm meleklere:

– es-Selâmü aleyküm, dedi. Melekler:

– es-Selâmü aleyke ve rahmetullâh, karşılığını verdiler. Onun selâmına “ve rahmetullâh”ı ilâve ettiler.” (Buhârî, Enbiyâ 1; İsti’zân 1; Müslim, Cennet 28) 

HZ.İBRAHİM (as)

İbrahim’in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani onlar İbrahim’in huzuruna girmişlerdi de, selâm sana, demişlerdi. İbrahim, size de selâm, demişti.” (Zariyat/25)

Şu kadarı var ki, yüce Allah Kur’ân’da çok kere Hz. İbrahim’in (a.s) kıssası kapsamında da bu ifadeyi aktarır. Bu da tıpkı hac vb. gibi, “selâm”ın da cahiliye Arapları arasında yaşayan, İbrahim’in tevhit esaslı dininin bir kalıntısı olduğuna ilişkin bir kanıttır. Yüce Allah Hz. İbrahim’in, babasıyla bir diyalogunda şöyle dediğini aktarır.

“Sana selâm olsun, dedi, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim.” (Meryem/47)

“Andolsun ki elçilerimiz (melekler), İbrahim’e müjde getirdiler ve ‘Selâm (sana)!’ dediler, o ‘(Size de) selâm’ dedi.” (Hûd, 69) Bu kıssa, Kur’ân’da birkaç kez anlatılmıştır.

Yüce Allah bunun, aynı zamanda gözde meleklerinin de selâmlaşma aracı olduğunu belirtmiştir:

“Melekler, tertemiz olarak canlarını aldığı kimselere; ‘Size selâm olsun’ derler.” (Nahl/32)

“Melekler de her kapıdan yanlarına varırlar; ‘Sabretmenize karşılık size selâm olsun.’ derler.” (Ra’d/23-24)

Yine bunun, cennet halkının da selâmlaşma aracı olduğunu bildirir:

“Oradaki dirlik temennileri ‘selâm’dır.” (Yûnus/10)

“Orada ne boş bir söz ve ne de günaha sokan bir laf işitirler. Duydukları söz, yalnız ‘selâm, selâm’dır.” (Vâkıa/25-26)

Lisan-ül Arap adlı sözlük kitabında konuyla ilgili olarak şöyle deniyor:

“Cahiliye döneminde Arapların selâmlaşmaları şöyleydi: Biri arkadaşıyla karşılaşınca ona, ‘En’im saba-hen=iyi sabahlar’ ve ‘abeyt-el la’n=cenabınızda lâneti gerektiren bir durum olmasın’ derdi. Bir de ‘selâmün aleyküm’ derlerdi. Bu son cümle, barışma işaretiydi; aramızda savaş yok anlamını ifade ederdi. Sonra yüce Allah İslâm dinini gönderdi ve karşılaşmalarda ‘selâm’la yetinilmesi öngörüldü. Bu selâmlaşma şeklini yaygınlaştırmaları emredildi.” [Lisân-ul Arap’tan aldığımız alıntı burada son buldu.] 

Cennete girerken müminler selamla karşılanırlar, cennette de birbirleriyle selamlaşırlar Dünyada ve ahiretteki güzel ve huzurlu bir yaşam, mümin kulları üzerinde, sonsuz şefkat sahibi olan Allah’ın ‘Selam’ sıfatının tecellilerindendir. Dünyada güzel bir hayatla yaşayan, Rabbimize kulluk edip yaptığı salih amellerden ecir kazanan mümin, ahirette de ‘hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak’ cennete girecektir Allah samimi kullarının ahirette karşılaşacakları ortamı Kuran’da şöyle haber vermiştir:

“İşte onlar, sabretmelerine karşılık (cennetin en gözde yerinde) odalarla ödüllendirilirler ve orda esenlik dileği ve selamla karşılanırlar” (Furkan/75)

Selam adapları

Binitli olan yürüyene, yürüyen oturana, sayıca az olan çok olana selâm verir.” (Buhârî, İsti’zân 5, 6; Müslim, Selâm 1; Âdâb 46. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 134; Tirmizî, İsti’zân 14.)

Sizden biriniz din kardeşine rastladığında ona selâm versin. Eğer ikisinin arasına ağaç, duvar ve taş girer de tekrar karşılaşırlarsa, tekrar selâm versin.” (Ebû Dâvûd, Edeb 135)

Enes  ra şöyle demiştir: ResulAllah (sa) bana: “Yavrucuğum! Kendi ailenin yanına girdiğinde onlara selâm ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun” buyurdu. (Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 863)

Ebû Hüreyre  ra’den rivayet edildiğine göre, Resûlalah (sa) şöyle buyurdu:

“Sizden biriniz bir meclise vardığında selâm versin. Oturduğu meclisten kalkmak istediği zaman da selâm versin. Önce verdiği selâm, sonraki selâmından daha üstün değildir.” Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 871)

Selamla ilgili birkaç hadis şöyledir:

Hz. Peygamber, Allah’a yemin ederek başladığı bir hadiste “İman etmedikçe cennete gire­mezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” buyurduktan sonra ya­nındakilere, ancak selâmlaşarak aralarında sevgi bağı kurabileceklerini bildirmiştir. {Müslim, iman, 93; İbn Mâce, Edeb-11).

“size bir selâm verildiği zaman ondan daha iyisiyle mukabele edin veya aynısıyla selâm verin” (Nisa/86)

İmrân İbni Husayn  ra şöyle dedi:

Nebî sas’e bir adam geldi ve: – es-Selâmü aleyküm, dedi. Hz.Peygamber onun selâmına aynı şekilde karşılık verdikten sonra adam oturdu.

Nebî sas:- “On sevap kazandı” buyurdu.

Sonra bir başka adam geldi, o da:- es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah, dedi. Peygamberimiz ona da verdiği selâmın aynıyla mukâbelede bulundu. O kişi de yerine oturdu.

Hz.Peygamber:- “Yirmi sevap kazandı” buyurdu. Daha sonra bir başka adam geldi ve:

– es-Selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh, dedi. Hz.Peygamber o kişiye de selâmının aynıyla karşılık verdi. O kişi de yerine oturdu.

 Efendimiz:- “Otuz sevap kazandı” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Edeb 132; Tirmizî, İsti’zân 2)

Size “günaydın” diyene siz de aynı sözcükle karşılık verebilirsiniz. Günaydın demek “bir temenni” den ibarettir. Selamlaşmadan sonra bu tür iyi dileklerde bulunmakta hiçbir sakınca olmaz. Ama bu tür kelimeleri bir “ibadet” olan “selam” sözcüklerinin alternatifi olarak düşünmek ve kullanmak yanlıştır. (Adana siyer araştırma derneği)

 

*****************************************************************

ES SELÂM

Bir süredir üzerine göz nuru döktüğü Esma-i Hüsna kitap çalışmasının es-Selâm ism-i şerifini, besmele, hamdele ve salveleyle şöylece yazmaya koyuldu:

“Es-Selâm, kendisi her türlü eksiklikten sâlim olup, başkalarını da her türlü kötülükten, meşakkat, minnet, kusur ve âfetten kullarını kurtarıp selâmete çıkaran demektir.

Zira Peygamberimiz Efendimiz her namazdan sonra: “Allâhümme entesselâm ve min-kesselâm.” “Allah’ım! Sen’sin Selâm ve Sen’dendir selâmet.” buyurmuştur.

En’âm sûresi (6), 54:Âyetlerimize inananlar sana geldikleri zaman onlara şöyle söyle: Selâm olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder, kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan, esirgeyendir.”

Dünya güzeldir dostlar! Bütün sıkıntılarına, bütün acılarına ve zorlu imtihanlarına değecek kadar güzeldir! Çünkü Allah’a kavuşmanın yolları, ilâhî kader ile sadece dünya hayatında çizilmiştir, biz insanlara! Dünya, “ahiretin tarlası” olarak yaratılmış ve “ömür” adlı zamanda ne ekebilirsek, onu biçebileceğimiz anlatılmıştır vahiy yoluyla. Ölüm ile “amel defterleri” kapanır dostlar. Ve dünya hayatını “imtihan yeri” kılan Yüce Allah (cc) bu imtihanı başarı ile vermesi için de, Kur’ân-ı Kerî’’inde kuluyla konuşur dostlarım!

Rahmete kulak veren, gönül veren, o rahmet sağanağına el uzatan her kul duyar bu sesi!

Selâmet”in sesidir bu! Esenliğin, huzurun, ebedî güzelliklerin sesidir bu!

Yûnus sûresi (10), 25: “Allah, selamet yurduna çağırıyor ve dilediğini de (dileyeni de) doğru yola hidayet ediyor.”

Demek ki “ömür” adlı zaman treninin gayesi, son durağı “Selâmet Yurdu” olmalı!

Âl-i İmrân sûresi (6)’nin 133’üncü ayet-i kerimesinde,

“Rabbinizin bağışına ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, Allah’tan gereği gibi korkanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun!” buyurarak, kullarını muhteşem bir yarışa çağıran Yüce Allah, finalin “Selâmet Yurdu” olduğunu anlatır kullarına.

Burada durun ve lütfen gönlünüzün bütün alıcılarını ötelere çevirerek, “Rahmet”i soluklayın dostlar!

“Ömür treni”, selâmet yurduna yolcu taşımakta! Hayat, bu demek işte! Yani cehennem gaye değil. Sadece tedbir! Asıl gaye, “selâmet yurdu” diye adlandırılan cennete varmak! Cennet, Kur’ân-ı Kerîm’de selâmet, esenlik ve huzur yeri olarak yorumlanmıştır, bu kelime ile! Çünkü cennette bulunanlar, her türlü hoşnutsuzluktan uzak, esenlik ve selâmet içinde ebedî bir hayat süreceklerdir.

Cennete selâmet yurdu denilmesinin bir sebebi de orada bulunanlarla, melekler arsında selâmlaşmanın yaygın olmasıdır. Rahmettir bunun adı dostlar! Sevgidir bunun adı!

Ve O, Yüceler Yücesi Yaradan’dan, cennet adlı “selâmet yurdu”na varabilen kulları için hazırlanan nimetlere bakın! Ne olur, Kur’an’ı okuyun dostlar! O muhteşem kelâma âşık olacaksınız! Rabbinizi isimleriyle tanıdıkça ve O’nun Yüce kelâmına “dost” oldukça, hayatınızın bin bir güzellikle donandığını göreceksiniz!

Yûnus sûresi (10), 9, 10: “Hiç şüphesiz iman edip salih ameller işleyenleri, imanlarından dolayı Rableri muradlarına erdirir. Naîm cennetlerinde altlarından ırmaklar akar durur. Onların oradaki duaları: “Allah’ım, sen yücelerden yücesin”; sağlık dilekleri “selâm”, dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” (diye şükretmek olacaktır.)”

Râd sûresi (13), 22-24: “Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabrederler ve namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açıkça Allah yolunda harcarlar ve çirkinlikleri güzelliklerle yok ederler. İşte bunlar, bu hayatın akıbeti kendilerinin olacak olanlardır. Adn cennetlerine girecekler, atalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanlarla birlikte olacaklar. Melekler de her kapıdan yanlarına girip (şöyle diyecekler): “Sabrettiğiniz için size selam olsun. Dünya yurdunun sonucu (Âhiret yurdu) ne güzeldir!”

İbrahim sûresi (14), 23: “İman edip salih ameller işleyenler ise, Rablerinin izniyle içinde sürekli kalacakları ve altından ırmaklar akan cennetlere konulurlar. Oradaki dirlik temennileri “selâm!”dır.”

O, “selâmet kapısı” Yüceler Yücesi Allah, mü’min kullarının dünya hayatında da birbirleriyle karşılaştıklarında “selâmlaşmalarını” emreder.

İki Cihan Serveri Muhammed Mustafa (s.a.s.); “Selâmı aranızda yayınız.” buyurarak, iki mü’minin, birbiri için edebileceği en büyük duayı öğretmiştir ümmetine!

“Selâmün aleyküm” demeyi O öğretmiştir bizlere!

“Selâmün aleyküm”le, “Allah’ın selâmeti, koruyuculuğu ve muhafazası senin üzerine olsun” dersiniz kardeşinize! Yani: “Kardeşim, sen Allah’ın himayesindesin, hiçbir şeyden korkma, hiçbir şey için de çok fazla üzülme. Es-Selâm olan Rabbin seninle!” dersiniz ve dünya meşgaleleri ile bir an olsun gaflete düşmüş kardeşinizi uyarırsınız bu “selâm” kelimesiyle!

Selâm veren kişi, aynı zamanda;

-“Ben selâmet sahibinin kuluyum. O’nun halifesiyim yeryüzünde. Benim yanıma gelen, benden kötülük görmez, ancak selâmet bulur.” mesajını verir, karşısındakine.

“Selâm verme” bu anlam zenginliğiyle, bu muhteşem inanç sisteminin “kod”larından biridir dostlar!

“Selâm”, gaybdan da alınır. Unutmayın ki, 1400 yıl öncesinden bizleri işaret ederek, sahabelerine:

“Sizler benim arkadaşlarım, onlar ise benim kardeşlerimdir buyuran O, gül yüzlü Nebi’nin (sav), “ahir zaman ümmetiyiz” biz dostlar!

Ve Allah (cc), Habibine de “selâm vermemizi” emreder. Sevdiğine verilen her salât ü selâmı 10 misli ile karşılar. O Yüce Sultan!

Ahzâb sûresi (33), 56: “Gerçekten Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin.””

Eve girerken, melekler selâmlanır dostlar!

Namazdan çıkış, kişinin sağındaki, solundaki meleklere selâm verişiyle olur. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “İman etmedikçe Cennete giremezsiniz: birbirinizi sevmedikçe, olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!”

Eve girerken, bizi sarmalayan âleme selâm vermemiz emredilir Kur’ân-ı Kerîm’de dostlar:

Nur sûresi (24), 61: “…Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından mübarek ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selam verin. İşte Allah düşünüp anlayasınız diye size âyetlerini böyle açıklar.”

Nur sûresi (24), 27: “Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir. Herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız.”

Nisâ sûresi (4), 86: “Siz bir selâm ile selamlandığınız zaman, siz de ondan daha güzeliyle karşılık verin veya verilen selâmı aynen iade edin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.”

Dünya hayatını, Kur’ân-ı Kerîm’in ışık saçan ortamında huzurla geçiren ve bu bilinçle yaşayan kulunun ölüm anında ruhunu, meleklerine kulunu selâmlatarak aldırır, O, Bâkî olan Allah (cc).

Fussilet sûresi, 30: “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra da doğrulukta devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner ve derler ki: “Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilen cennetle sevinin.”

Sen, ey es-Selâm olan Allah’ım! Bu dünyayı “Selâm” isminin tecellileri ile yaşamayı, bizlerle karşılaşan her insana “selâmeti” sunmayı, mahşer yolculuğuna “selâmetle” çıkmayı ve “Dar’üs-Selâm”da konaklamayı nasip eyle bizlere!”

Sabah ezanı okunmaya başladığında sadrından satırlara düşenleri, bilgisayarının mavi ekranına yazdıklarını son kez okudu. Yazılarında şairlerin hikmetli sözlerine sıkça yer verme gibi bir âdeti vardı. Bu bağlamda yazısını, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in

“Göklerden son ilâm;

Allah bir, bir İslâm,

Şekiller, elif-lâm;

Ne bir harf, ne kelâm;

Es-Selâm… Es-Selâm…” mısralarıyla nihayete erdirdi. İbrahim Ethem Gören

**********************************************************

ES SELÂM

“Zâtı kusurdan, sıfatları noksanlıktan ve fiilleri şerden sâlim olan.”(İmam Gazâlî)

“Mahlukatını her türlü tehlikelerden selâmete erdiren.”

“Cennetteki kullarına selâm eden.”

“O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Melik’tir; Kuddûs’tur; Selâm’dır…” (Haşr/23)

Allah, Vacib-ül Vücud’dur, yani varlığı kendindendir ve yok olmaktan sâlimdir.

Kudreti sonsuzdur ve aciz kalmaktan sâlimdir. Bir başka kudretin, o mutlak kudreti sınırlaması, icraatından men etmesi muhaldir.

Keza, Allah’ın bütün sıfatları değişikliğe uğramaktan da sâlimdirler. Yani, onlar için bir noksanlaşma, bir farklılaşma, kaybolma, yok olma düşünülemez.

Ve Allah’ın bütün fiilleri mahlukatını selâmete erdirecek şekilde cereyan eder. Bu fiiller, zulümden, aşırılıktan, hikmetsizlikten kısacası bütün noksanlıklardan ve yanlışlıklardan sâlimdirler. O ilâhî fiiller, kâinatın ilk tohumunu şu hazır hale sâlimen ulaştırdığı gibi, bütün nutfeleri, çekirdekleri ve yumurtaları da ilim ve hikmetiyle terbiye ederek kemâl noktalarına kavuşturur.

Canlı cansız her şeyi, yokluktan varlığa sâlimen çıkaran Allah, kendisine iman ederek istikamet üzere ömür süren kullarını da kabir ve mahşer safhalarından sâlimen geçirerek ‘Dârü’s-Selâm’ olan Cennetine ulaştıracak ve orada bu bahtiyar kullarına‘Selâm’ diye hitap etmekle, bütün dert ve çilelerden, hastalık ve musibetlerden sâlim bir hayat süreceklerini müjdeleyecektir.

Bu müjdeye mahzar olmak isteyen bir kul, kalbini her türlü şüphelerden, aklını sapık fikirlerden, dilini yanlış sözlerden, midesini haram lokmadan, kısacası hem ruhunu, hem de bedenini sonu azap olacak şeylerden uzak tutmaya çalışacaktır. Zaten, Müslüman denilince, ‘Allah’a tam teslim olmakla bu selâmete erişmiş bahtiyar kul’ anlaşılır.

Selâm ismi, bizi Dârü’s-Selâm’a çağırır ve o âleme uygun bir hayat geçirmemizi ihtar eder. (Prof. Dr. Alaaddin Başar)

***************************************************************

ES SELÂM

Selâm, esenlik, barış ve mutluluğun kaynağı. Anlam itibarıyla “Selâm”, “hastalıktan, beladan, ayıptan ve kusurdan arınmış, her türlü eksiklikten salim olduğu gibi, kullarını da her türlü tehlikeden koruyan, selamette olan, selamette kılan” anlamlarına gelmektedir.

“Selâm” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de 33 defa geçer ama bunlardan yalnız bir tanesi (Haşr/23) Allah-ü Teala Hz.leri’nin ismi olarak geçmektedir.

es-Selâm İsm-i Şerif’i mastardır. Dertten, beladan, ayıbtan, kusurdan beri olmak manasınadır. Esas itibariyle mastarlardan isim olmaz. Fakat mübalağa manası gözetilerek mastarlardan isim yapıldığı vardır. Şu halde mana: Her türlü noksandan, ayıptan, afat ve belalardan son derece salim ve münezzeh bulunan demek olur. Bu ifadeye göre bu İsm-i Şerif de el-Kuddûs İsm-i Şerif’ine yakın bir mana bildirmekte ise de, bu daha ziyade istikbale aittir.

es-Selâm İsm-i Şerif’i, gerek dünyada, gerek ahirette, tehlike içine düşen kullarını, isterse selamete çıkaran diye de tefsir edilmiştir. Öyle ya, her türlü selametin sahibi ancak O olduğu gibi, istediğini selamete erdirecek olan da ancak O’dur

Her doğan ölüyor, her yeşeren kuruyor, her yapılan yıkılıyor. Yaratılanların en değerlisi insan doğuyor, büyüyor, ihtiyarlıyor, hastalanıyor, acıkıyor, uyuyor ve ölüyor. “Selâm” olan Rabbimiz bütün bunlardan salimdir. İslam dinini indirerek selamet yurdu olan Cennete davet eden, bu dünyada gönüller arasına köprü olan selamı, nezaket kurallarını öğreten Rabbimiz  Müminleri Cehennem azabından selamette kılandır.

Müslüman kelimesiyle selam, İslâm kelimeleri silm kökündendir. Hz. Muhammed Mustafa (SAV) Efendimiz: “Müslüman: dilinden ve elinden Müslümanların selamette olduğu/ zarar görmediği kişidir.” (Buhari – Müslüm – Ebu Davud) buyurmuştur. İnkâr mikropları saçanlara, isyan okulları kuranlara, harami çeteleri kuranlara dilinle ve elinle bir şey yapamıyorsan bari Müslümanlara dil uzatma.

İmam Kuşeyri: “Mümin kardeşinin bir ayıbını gördüğünde onu yetmiş çeşit mazeret bularak temize çıkarmaya çalış. Eğer mazeret bulamazsan sen yine de yetmiş mazerete ikna olmadın diye kendini ayıpla” diyor. (Kuşeyri)

Allah-ü Teâla Hz.lerinin gerek zatı, gerek sıfatı ileride en ufak bir tagayyüre, bir değişikliğe uğramaktan münezzehtir. O, ezelde nasılsa, ebed de de öyledir. O, asla yok olmaz, ilmi gevşemez, kudreti kesilmez, mülkü elinden çıkmaz.

Bu sıfat da ancak Allah-ü Teâla Hz.lerine mahsustur. O’ndan başka salim kalacak yoktur. Mahlûk varken yok olur, sultanken kul olur, bilirken cahil, muktedirken hiç olur. Hiç bir varlığa inanılmaz, hiç kimseye güvenilmez; bir anda hepsi yalan oluverir.

Yine bu İsm-i Şerif’in tefsiri olmak üzere “Cennetteki bahtiyar kullarına selâm eden..” denmiştir.

Yâ-sîn Suresinde Allah;

Selâmün kavlen min Rabbi’r-Rahîm” (Yasin/58) buyurulmuştur.

Meâl-i Şerifi: Ehl-i cennete, Rahîm olan Rab’dan doğrudan doğruya söylenme bir selam da vardır.” Bu ayetteki er-Rahîm İsm-i Şerif’i, sonunda müminleri rahmetiyle muratlarına erdirecek demek manasınadır.

Hayatta bazen öyle hadiseler olur ki, bu hadiseler karşısında insan, müthiş bir fırtınaya tutulmuş vapur gibi, ıztırap dalgaları arasında çalkalanır durur. Vapurun kaptanı olduğu gibi, vücudun kaptanı da akıl ve ilimdir. Fakat onu destekliyecek olan kuvvet de imandır. İman muvazene temin eder. Muvazene de selamete çıkaracak bir sebep olur. İman yoksa muvazene de yok. Muvazene olmayınca selamete çıkar bir yol da yok demektir.

Faraza denizin ortasında azgın dalgalar arasında teknesi battı, batıyor vaziyetine düşen kaptanın orada biricik dayanıp güveneceği kuvvet, kalbindeki Allah-ü Teâla Hz.lerine olan imanıdır. O bilir ki, her türlü selametin biricik sahibi, yaratanı, bağışlayanı yalnız Allah’tır ve inanmıştır ki, Allah-ü Teâla Hz.leri merhametlidir, kudretlidir, bütün işleri hikmetlidir. Artık o, Allah’ın hükmüne ve kendi hakkındaki emr-ü fermanına razıdır.

Allah-ü Teâla Hz.lerinim yardımından ve merhametinden asla ümidini kesmez. Kalbinin bir tarafında korku varsa, öte tarafında da ümit bulunur. Korku ile ümitten meydana gelen muvâzene içinde yeise kapılmaz, izini şaşırmaz, manasız telaşlarla vahameti arttırmaz. Bilakis soğukkanlılığını muhafaza eder, vaziyete göre tedbir alır, kumanda verir, ondan ötesini Allah’a bırakır. O’nun yaratıp sevk edeceği fırsatları gözetir ve her fırsattan sükûnetle faydalanarak, böylece selamet sahiline çıkar.

Fakat bu inancı ve bu kuvveti bulamayan kalplerde yalnız korku hakimdir. Müthiş bir yeis, bütün kalbi kaplamıştır. Orada hiç bir ışık, hiç bir ümit yoktur. İşte bu yeis hali, daha büyük felaketlere yol açabilir. Her zaman görüp ve işitip duruyoruz ki, muvazenesini kaybederek kendisini fazla yeis ve ıstıraba kaptıranlarda hemen barut gibi ateş almak, olura olmaza hiddetlenmek, düşünmeden her şeye saldırmak gibi gayri tabiî ve mazarratlı haller görülür. Onun için kalpleri perişan, fikirleri kararsızdır. Çaredir diye asılsız şeyler araştırır, tedbirdir diye yanlış şeylere başvurur.

Halbuki böyle yapmak zaten mevcut olan mazarrata daha başka mazarratlar eklemekten, durumu bütün bütün kötüleştirmekten başka bir şeye yaramaz. Bu cihetten bu gibi hallerde muvazeneli bulunmak Allah’ın büyük nimetidir. Çünkü muvazenesizliğin neticesi – Allah’a sığındık – ya intihar…. ya tecennün.. İşte bu da bu surette helak girdaplarına batar gider. Şayet kurtulmaları mukadder değilse, imanlısı da, imansızı da dalgalar veya ıstıraplı hadiseler arasında boğulur gider. Bunlar, görünüşe göre hayatlarının sonucu itibariyle birleşmiş gibi olsalar da, ölümden sonra görecekleri muamele ayrıdır.

Allah-ü Teala Hz.leri buyurmuştur ki: “Kullarımdan bir kuluma bedeni, yahut malı, yahut evladı yüzünden bir musibet verirsem, o da bunu sabr-ı cemil ile karşılarsa, kıyamet günü kendisi için mizan kurmaktan yahut defter-i amalini açmaktan haya ederim.” (Hadis-i Kutsi) İşte iman sahibi, sabr-ı cemili sebebiyle Hakk’ın  o büyük mükafatına erecektir. (Admin- Ahmet Çelik)

******************************************************

ES SELAM

  1. Selamete çıkartan.
  2. Selamette olan, yani zatının tüm hata ve kusurlardan münezzeh olması,
  3. Kullarına cennette selam veren demektir.

1-      Selamete çıkartan;

Allah Selam’dır. Bu isim ile yarattıklarına tecelli edince onları düşmanlardan, sıkıntılardan, tehlikelerden, musibetlerden ve her türlü kederlerden selamete çıkartır. Selam isminin bu manası şöyle maddeleyebiliriz:

a – Yarattıklarını düşmanlarının saldırılarından kurtarmakla selamete çıkartması: Her varlığın onlarca düşmanı vardır. O varlığın düşmanlarının saldırılarından kurtularak selamete ulaşması Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir.

b – Hayatının devamı için lazım olan cihazları vermekle selamete çıkartması: Sineğe kanat takmaktan tutun, balığa süzgeç takmağa; ağaçlara yaprak ve çiçek takmaktan tutun, her mahluku, hayatının devamı için gerekli olan cihazlarla donatmaya kadar her ihsan Selam isminin bir tecellisidir.

c – Kullarını tehlikelerden kurtarmak suretiyle selamete çıkartması: Mesela, anne karnında bir bebek düşünün! Gayet aciz, zayıf ve savunmasız… Onu o dar mekânda boğulmak, aç kalmak, zehirlenmek gibi tehlikelerden muhafaza edip selametle dünyaya çıkartmak, Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir.

Yine insanın görünmeyen düşmanları olan Mikroplar! Mikroplara karşı insanın bedeninde bir savunma sistemi kurmak ile onları hastalıklardan korumak ve bazen birçok hikmete binaen hasta edip şifa vermek de Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir. İnsanın vücuduna savunma sistemi kuran Allah-u Teâlâ, büyük bir insan olan dünyayı da savunma sistemleri ile donatmış ve Selam ismini farklı farklı tecellileri ile bizlere tanıttırmıştır.

İşte bunlardan bir tanesi: Dünyamızı çepeçevre kuşatan atmosfer! Canlılar için zararlı olabilecek gök taşlarından, zararlı ışınlara kadar birçok tehlikeye siper olmakla Allah’ın Selam ismine büyük bir ayna olmuş.

Bizler de her an bu isme aynayız ve bu ismin tecellisine muhtacız. Kaçınılmaz bir trafik kazasından umulmadık bir şekilde kurtulmak; canlı çıkılması mümkün olmayan bir kazadan yara almadan çıkmak; çatıdan düşen bir kiremitin başımıza değil de yanımıza düşmesi; depremde evimizin yıkılmaması veya yıkılan bir binanın altından ölmeden kurtulmak; tehlikeli bir ameliyattan sağ salim çıkmak ve bunlar gibi görünür ve görünmez tehlikelerden selamete çıkmamız Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir.

2 – Bütün kusurlardan selamette olan;

Selam isminin ikinci manası: Allah’ın bütün eksikliklerden ve kusurlardan münezzeh olması yani selamette olmasıdır. Selam isminin bu manası Kuddüs ismine benzer. Bu manada her bir mahlûk Allah’ın Selam ismine şahitlik eder. Dilerseniz bir çiçeğin Allah’ın Selam ismine olan şehadetini hep beraber görelim.

Bir gülü yaratmak için sanatkârının hangi sıfatlara sahip olması gerekir?

İlk önce aciz olmamalı, kudreti sonsuz olmalı. Çünkü çiçeği basit bir tohumdan çıkartmak ancak sonsuz bir güce sahip olmakla mümkündür. Aciz olan çiçeğe usta olamaz. İşte çiçek, varlığı ile Allah’ın acizlikten selamette olduğuna ve O’nun sonsuz bir kudrete malik olduğuna şehadet eder.

Yine ustası cahil olmamalı, âlim olmalı. Çünkü çiçekteki hikmet ve sanat ancak sonsuz bir ilmin varlığı ile izah edilebilir. Hem bu çiçek güneşinden, havasına; bulutundan toprağına kadar bütün âlem ile alakadardır. Bu münasebetleri ancak ilim sahibi bir zat düzenleyebilir. İşte çiçek kendindeki sanat ve hikmetin lisanıyla ve her şeyle münasebetlerinin düzenlenmesi cihetiyle Allah’ın cahillikten salim olduğuna ve nihayetsiz bir ilme sahip olduğuna işaret eder.

Yine çiçeğin ustası kör olmamalı, görmeli. Çünkü yapan yaptığını görür, göremeyen yapamaz.

İşte gül, varlığı ve kendindeki mükemmel sanat ile Allah’ın körlükten selamette olduğuna ve her şeyi gören basir olduğuna şehadet eder.

Çiçek yoktu, var oldu. Varlığı yokluğuna tercih edildi. Demek sanatkârında irade sıfatı vardır. Tercih edemeyen ve iradesi olmayan çiçeği yapamaz. İşte çiçek, varlığının yokluğuna tercih edilmesiyle Allah’ın iradesizlikten selamette olduğuna ve mutlak irade sahibi olduğuna şehadet eder.

Hem bakın, çiçeğe nasıl merhamet ediliyor ve ihtiyaçları ne kadar güzel karşılanıyor. Çiçek bu haliyle, Allah’ın merhametsizlikten selamette olduğuna ve Rahim ismiyle isimlendiğine şehadet eder.

Bu çiçek gibi milyonlarcası aynı anda yaratılıyor. Her birine farklı ziynetler takılıyor. Demek bunların sahibinin bitmez ve tükenmez hazineleri vardır. Fakir olan bunlara sahip olamaz. İşte çiçek, binler arkadaşı ile Allah’ın fakirlikten selamette olduğuna işaret eder ve gani yani zengin olduğunu ispat eder.

Daha bunlar gibi daha birçok lisan ile o çiçek, Cenab-ı Hakk’ın bütün kusurlardan beri olduğunu ispatla O’nun Selam ismiyle müsemma olduğuna işaret eder.

İşte her bir mahlûk yüzlerce lisanlarla Allah’ın Selam olduğuna ve bütün noksanlıklardan ve kusurlardan beri olduğuna şehadet ederler.

3- Cennette kullarına selam veren; Selam isminin üçüncü manası: Cennette kullarına selam verendir. Bu mana Yasin suresinde “Onlara Rabb-i rahimlerinden bir selam vardır” ifadesiyle beyan edilmiştir.

 Allah’ın Selâm diye isimlendirilmesi salim diye isimlendirilmesinde daha beliğdir. Selâm ismi mahlûkatını, zulmünden selâmetini gerektirmektedir. Böyle olunca da yüce Allah zulmü ve şerri irade etmekten, onlarla isimlenmekten, o tür fiillerden ve onlara nisbet edilmekten selâmdır. Mahlûkatını zulümden selâmete çıkarandır. Bundan dolayı yüce Allah kadir gecesini selâm, cenneti dârüsselâm, cennet ehlinin birbirine tahiyyesini selâm diye vasıflandırmış ve velî kullarını selâm sözü ile övmüştür.

ADEM AS VE SELAM

Ebû Hüreyre ra den rivayet edildiğine göre, Nebî (A.S.) şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ Âdem as  yaratınca ona: 

– Git şu oturmakta olan meleklere selâm ver ve senin selâmına nasıl karşılık vereceklerini de güzelce dinle; çünkü senin ve senin çocuklarının selâmı o olacaktır, buyurdu. Âdem aleyhisselâm meleklere:

– es-Selâmü aleyküm, dedi. Melekler:

– es-Selâmü aleyke ve rahmetullâh, karşılığını verdiler. Onun selâmına “ve rahmetullâh”ı ilâve ettiler.” (Buhârî, Müslim) 

HZ.İBRAHİM (as)

 “İbrahim’in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani onlar İbrahim’in huzuruna girmişlerdi de, selâm sana, demişlerdi. İbrahim, size de selâm, demişti.” (Zariyat/25)

Şu kadarı var ki, yüce Allah Kur’ân’da çok kere Hz. İbrahim’in kıssası kapsamında da bu ifadeyi aktarır. Bu da tıpkı hac vb. gibi, “Selâm”ın da cahiliye Arapları arasında yaşayan, İbrahim’in tevhit esaslı dininin bir kalıntısı olduğuna ilişkin bir kanıttır. Yüce Allah Hz. İbrahim’in, babasıyla bir diyalogunda şöyle dediğini aktarır.

Sana selâm olsun, dedi, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim.” (Meryem/47)

Andolsun ki elçilerimiz (melekler), İbrahim’e müjde getirdiler ve ‘Selâm (sana)!’ dediler, o ‘(Size de) selâm’ dedi.” (Hûd/69) Bu kıssa, Kur’ân’da birkaç kez anlatılmıştır.

Yüce Allah bunun, aynı zamanda gözde meleklerinin de selâmlaşma aracı olduğunu belirtmiştir:

“Melekler, tertemiz olarak canlarını aldığı kimselere; ‘Size selâm olsun’ derler.” (Nahl/32)

“Melekler de her kapıdan yanlarına varırlar; ‘Sabretmenize karşılık size selâm olsun.’ derler.” (Ra’d/23-24)

Yine bunun, cennet halkının da selâmlaşma aracı olduğunu bildirir: “Oradaki dirlik temennileri ‘selâm’dır.” (Yûnus/10)

“Orada ne boş bir söz ve ne de günaha sokan bir laf işitirler. Duydukları söz, yalnız ‘selâm, selâm’dır.” (Vâkıa/25-26)

Lisan-ül Arap adlı sözlük kitabında konuyla ilgili olarak şöyle deniyor:

“Cahiliye döneminde Arapların selâmlaşmaları şöyleydi: Biri arkadaşıyla karşılaşınca ona, ‘En’im saba-hen=iyi sabahlar’ ve ‘abeyt-el la’n=cenabınızda lâneti gerektiren bir durum olmasın’ derdi. Bir de ‘selâmün aleyküm’ derlerdi. Bu son cümle, barışma işaretiydi; aramızda savaş yok anlamını ifade ederdi. Sonra yüce Allah İslâm dinini gönderdi ve karşılaşmalarda ‘selâm’la yetinilmesi öngörüldü. Bu selâmlaşma şeklini yaygınlaştırmaları emredildi.” [Lisân-ul Arap’tan aldığımız alıntı burada son buldu.] 

Cennete girerken müminler selamla karşılanırlar, cennette de birbirleriyle selamlaşırlar Dünyada ve ahiretteki güzel ve huzurlu bir yaşam, mümin kulları üzerinde, sonsuz şefkat sahibi olan Allah(cc)’ın ‘Selam’ sıfatının tecellilerindendir Dünyada güzel bir hayatla yaşayan, Rabbimize kulluk edip yaptığı salih amellerden ecir kazanan mümin, ahirette de ‘hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak’ cennete girecektir Allah(cc) samimi kullarının ahirette karşılaşacakları ortamı Kuran’da şöyle haber vermiştir:

 “İşte onlar, sabretmelerine karşılık (cennetin en gözde yerinde) odalarla ödüllendirilirler ve orda esenlik dileği ve selamla karşılanırlar” (Furkan/75)

Selâm adapları

 “Binitli olan yürüyene, yürüyen oturana, sayıca az olan çok olana selâm verir.” (Riyazü’s-Salihin)

 “Sizden biriniz din kardeşine rastladığında ona selâm versin. Eğer ikisinin arasına ağaç, duvar ve taş girer de tekrar karşılaşırlarsa, tekrar selâm versin.” (Riyazü’s-Salihin)

Enes  ra şöyle demiştir: Resûlullah sas bana:“Yavrucuğum! Kendi ailenin yanına girdiğinde onlara selâm ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun” buyurdu. (Riyazü’s-Salihin)

Ebû Hüreyre  ra’den rivayet edildiğine göre, Resûlalah sas şöyle buyurdu:

“Sizden biriniz bir meclise vardığında selâm versin. Oturduğu meclisten kalkmak istediği zaman da selâm versin. Önce verdiği selâm, sonraki selâmından daha üstün değildir.” (Riyazü’s-Salihin)

Selamla ilgili birkaç hadis şöyledir:

Hz. Peygamber, Allah’a yemin ederek başladığı bir hadiste “İman etmedikçe cennete gire­mezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” buyurduktan sonra ya­nındakilere, ancak selâmlaşarak aralarında sevgi bağı kurabileceklerini bildirmiştir {Müslim, iman, 93; İbn Mâce, Edeb, 11).

“size bir selâm verildiği zaman ondan daha iyisiyle mukabele edin veya aynısıyla selâm verin” (Nisa/86)

İmrân İbni Husayn  ra şöyle dedi:

Nebî A.S. e bir adam geldi ve: – es-Selâmü aleyküm, dedi. Hz.Peygamber onun selâmına aynı şekilde karşılık verdikten sonra adam oturdu.

Nebî A.S.- “On sevap kazandı” buyurdu.

Sonra bir başka adam geldi, o da:- es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah, dedi. Peygamberimiz ona da verdiği selâmın aynıyla mukâbelede bulundu. O kişi de yerine oturdu.

Hz. Peygamber:- “Yirmi sevap kazandı” buyurdu. Daha sonra bir başka adam geldi ve:

– es-Selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh, dedi. Hz. Peygamber o kişiye de selâmının aynıyla karşılık verdi. O kişi de yerine oturdu.

 Efendimiz:- “Otuz sevap kazandı” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Edeb 132; Tirmizî, İsti’zân 2)

Size “günaydın” diyene siz de aynı sözcükle karşılık verebilirsiniz. Günaydın demek “bir temenni” den ibarettir. Selâmlaşmadan sonra bu tür iyi dileklerde bulunmakta hiçbir sakınca olmaz. Ama bu tür kelimeleri bir “ibadet” olan “selam” sözcüklerinin alternatifi olarak düşünmek ve kullanmak yanlıştır. Sinan KONUK

***************************************************************

Selam A. Hulusi)

Selâm kavramının anlamı

İslam“; selâmet bulma, selâmete erme, “selâm” isminin mânâsının sizde açığa çıkması anlamında!.  “Allah”ın “selâm” isminin mânâsı ortaya çıktığı zaman kişi, bir kısım ilâhi isimlerin mânâsıyla tahakkuk etmek suretiyle, cennet yaşamı dediğimiz yaşama geçer.

ES SELÂMYaratılmışlara (beden ve tabiat kayıtlarından; tehlikeden; boyutlarının kayıtlarından) selâmet ihsan eden, yakîn hâlini oluşturan; iman edenlere “İSLÂM”ın hazmını veren; Dar`üs Selâm (hakikatimize ait kuvvelerin tahakkuku) olan cennet boyutu hâlinin yaşamını meydana getiren! Rahîm isminin tetikleyerek açığa çıkardığı isim-özelliktir! “Selâmün kavlen min Rabbin Rahıym = Rahîm Rab`den “Selâm” sözü ulaşır (Selâm ismi özelliğini Rableri olan Esmâ hakikatlerinden açığa çıkan yolla yaşarlar)!” (Yâsîn: 58).

SELÂM :Yakin halini yaratan.

Yaratılmışlarda yakîn ve kurb hâlini oluşturup mâiyet sırrını açığa çıkartan

O (ismi) ALLAH olan ki, tanrısallık yoktur hüviyet (benlik sahibi) O’dur!.. Melîk (hükmeden), Kuddûs (saf, arı, orijini değişmemiş), Selâm (varlık kendine teslim olmuş), Mü’min (gayba imanı açığa çıkarıp tereddüt ve şüpheyi yok eden), Müheymin (farkındalığı dışında hiçbir şey olmayan), Azîz (dilediğini yapan, misli olmayan), Cebbâr (yaratmış olduğu sistem sonucu dilediğini karşı konulmaz şekilde açığa çıkaran), Mütekebbir (kibriyâ, benlik sahibi)… ismi “ALLAH” olan şirk koşulmasından beridir (yalnızca şirk koştuğunu sanan olabilir!)…

Esselâmu aleyküm derken “selâm” isminin mânâsını, evvelâ senin idrâk etmiş olman lâzım!..”Selâm” ismi, selâmete çıkma mânâsındadır!.. “Sen”den, selâmete çıkma!..Terkib kayıtlarından selâmete çıkma!..

Selâm isminin mânâsı, ilâhi isimlerde yüzme, gezme, o mânâlar içinde seyretmek hâlidir!.. Ancak bu da Allah’ı bilmekle mümkün olur.. Yani, sen ona “selâm olsun sana” dediğin zaman, terkib kayıtlarından âzâde olma, kurtulma, selâmete erme mânâsında olarak bilinçli şekilde , böyle bir temenni ile selâm vermelisin!.. Bunu yaptığın zaman, bunda bir şartlanma, bir alışkanlık bir tabiat terkibi sözkonusu olmayıp; şuurlu olarak ortaya koyduğun bir fiil ve karşındakine şuurlu olarak bir yönelme sözkonusudur!..

HAŞR/23-) “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik`ül Kuddûs`üs Selâm`ul Mu`min`ul Müheymin`ul `Aziyz`ul Cebbâr`ul Mütekebbir* SubhânAllâhi `ammâ yüşrikûn;

“HÛ” Allâh, tanrı yok, sadece “HÛ”! Melik`tir (efâl, oluşlar âleminde mutlak hükmü yürüyen), Kuddûs`tür (yaratılmışlığa ve kevne ait nitelenmelerden, yaratılmış kavramlardan münezzeh), Selâm`dır (yaratılmışlarda yakîn ve kurb hâlini oluşturup mâiyet sırrını açığa çıkartan), Mu`min`dir (iman açığa çıkartarak hakikatini müşahedeye yönelten), Müheymin`dir (gözetip himaye eden, muhteşem azametini seyirde yaratılmışlığı kaldıran), Aziyz`dir (karşı konulması imkânsız olarak dilediğini yapan), Cebbâr`dır (iradesini zorunlu kabul ettiren), Mütekebbir`dir (Mutlak yegâne Kibriyâ {eniyeti} olan)! Allâh, onların ortak koştukları tanrı kavramlarından Subhan`dır!

Konuyla alâkalı bilgiler

Kişinin davranışları ya onun terkibini meydana getiren, ilâhi isimlerin kendisini sevk ettiği mânâda oluşuyor; Ve bu oluşmayı, biz canımızın öyle istemesi veya o işi sevdiğimiz için öyle yapmamız, diye nitelendiriyoruz!…

Veyahut canımız istemediği halde, hoşlanmadığımız halde, ilâhi emir olduğu için onu tutuyoruz…

İlâhi emrin mânâsının ne olduğunu daha evvelki konuşmalarımızda görmüştük.. Kişinin terkib kayıtlarından kurtulup, mutlak mânâda Allah’a kulluk ettiğini müşâhede etmeyi sağlayıcı fiiller..

Demek ki; kişinin sevdiği için veya canının istediği için veya öyle arzu ettiği için yaptığı her hareket neticede Allah ile onun arasında bir perde meydana getiriyor..

Alışmışım böyle yaptım!.. Canım bunu seviyorum da onun için!.. Seviyorum, yani duygumdan dolayı ; alışmışım, yâni şartlanmamdan dolayı; böyle yaratılmışım, benim tabiatım böyle; evet tabiatının gereği olarak!..

Yâni netice olarak, bütün bunlar, senin varlığını meydana getiren “ilâhi isimlerin ortaya çıkışı” demek, sende mevcut olan rubùbiyetin gereği olarak, iktizâsı olarak!..

İşte varlığının, nefsinin hakikati, bu rubùbiyet olduğu, Hak olduğu, idrâki geldiği andan itibaren, kişiye bir başıboşluk, bir boş vermişlik gelir!.. Bunun neticesinde de o kişi canının istediği, nefsinin istediği, tabiatının sevkettiği istikamette bütün davranışları ortaya koyar!..

Hiçbir kayıtla kayıtlanmaz ve bu da onun bedenselliğe, tabiat zulmetine hapsolmasından, kendisini zindana, sicciyne atmasından başka bir şey getirmez.

Bu hakikati idrakle beraber, ilâhi emirlere uyma hâli devam ederse, o zaman terkib tabiatının ötesinde , Allah’a vâsıl olur; ve böylece ebedi saadet onun için söz konusu olur…Bu davranışların neticesinde “Selâm” isminin mânâsı kendisinde âşikâr olur..

Muhakkak ki Allah ve melekleri, nebîsine çok salat ederler… Ey imân edenler, siz de O’na salat edip layıkiyle selam verin…

“Allahın yeryüzünde seyâhat eden melekleri vardır ki, onlar bana ümmetimden selâm tebliğ ederler…”

“Cebrâil’le buluştum… Bana şöyle dedi: Sana müjdelerim ki, Allah; kim sana salât ederse, ben ona salât ederim; kim sana selâm verirse ben ona selâm ederim; buyurdu…”

Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e halk ettiklerinin adedince, sen râzı olana kadar ve arşının ağırlığınca ve kelimelerin adedince selâm ve bereket ihsan eyle!..

Selâm, dalga dalga yayılır “özündeki Hakikati Muhammedî”den “kulluk” görevini yerine getirmekte olan tüm “sâlih”lere… “benliğinden kurtulmak suretiyle tüm SALÂHA ermişlere”…

KADR sürecinin yaşandığı “yok”luk karanlığı (gecesi), bin ayda (80 küsur yıllık insan ömrü sürecinden) yaşanabileceklerden daha hayırlıdır. Melekler (melekî kuvveler —kanatlar bu kuvvelerin 2–3–4 yönlü olması) ve ruh (varlığındaki hüviyetin ”HU” hakikatin anlamı), kişinin rabbinin (esma terkibinin–varlığını oluşturan ALLAH isimlerinin bileşiminin) izni (kapsamı–kapasitesi) kadarıyla, şuurunda açığa çıkar; böylece o anda, kendi “yok”luğu hissi yanı sıra, mutlak var olan “ALLAH”ı hissedip yaşar! Her hükümden “Selâm” ette olarak!.

Min külli emrin selâm

-Her “emr”den, hükmullah gereği varolmuştan selâm getirir.

“Selâm” derken, burada senin anladığın manâda; “Selâmün aleyküm!.” demek, mânâsında değil!… “Selâmet getirir” anlamında!…

Soru; Üstadım, namazdan çıkarken verilen selâm`ı biraz açabilir misiniz?

Üstad; Namaz; kişinin beşeriyet dünyasından arınıp; Allah hakikatına yönelmesidir!… “Namazdan çıkmak” demek; tekrar insanların arasına dönmek, aralarına girmek demektir… İnsanların arasına girerken de elbette selâm verilir…

Soru; Üstadım “Selâmu aleykum”un açıklamasını yapar mısınız?.. Bir kişiye “selâm” diye selam vermek yanlış mıdır?

Üstad; Selâmı verenin niyetine bağlıdır… “Selâm” derken ne düşündüğüne bak!.. Ağzından çıkan her kelimeyi, düşünerek çıkartmak… Robot gibi, aldığını yansıtmak değil!…

Son günlerde en çok üzerinde durduğum konu ŞUURLU yaşamak; TAKLİTTEN çıkmak!…

“Selâm” derken, Allah’ın Selâm isminin mânâsının o kişinin özünden gelen bir biçimde kendisinde açığa çıkmasını temenni ederek, “Selâm” diyorsan, hiç bir mahzûru yoktur…

Ama, şartlanma yollu, taklit yollu, düşünmeden, koyun “meeee”ler gibi, “Es selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhu” diyorsan… Biraz uzunca “meeeee”leme olur bu!… Bilmem anlatabildim mi?…

Ne anlarsın sen, “Selâmu aleykum” demekle “günaydın” demenin farkını!. Özünden gelen “Selâm” kavramının, karşı beyine yönlendirilerek; onda, özünden “selâm”ın beyninde açığa çıkmasını sağlamak amacıyla, ona kapı açmanın nasıl oluştuğunu!.

NISA/86-) Ve izâ huyyiytüm Bi tehıyyetin fehayyu Bi ahsene minha ev rudduha* innAllâhe kâne alâ külli şey`in Hasiyba;

Selâm ile size yönelene, siz de daha kapsamlı bir selâm ile karşılık verin yahut aynısıyla karşılayın. Muhakkak Allâh, her şeyde Hasiyb`dir (açığa çıkanın sonucunu yaşatandır).

EN’AM/127; Lehüm DarusSelâmi `ınde Rabbihim ve HUve Veliyyühüm Bi ma kânu ya`melun;

Rableri indîndeki Dâr`üs Selâm (Es Selâm isminin mânâsının yaşam boyutu) onlar içindir! Yapmakta oldukları dolayısıyla “HÛ” onların Veliyy`idir.

YUNUS/10; Da`vahüm fiyha subhanekellahümme ve tehıyyetühüm fiyha Selâm* ve ahıru da`vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn;

Onların ondaki Allâh`a yönelişleri: “Subhaneke Allâhümme = Subhansın sen Allâh`ım; seni tenzih ve tespih ederiz”dir… Birbirlerine yönelişleri ise: “Selâm”dır (Selâm ismi mânâsı sürekli açığa çıksın bizde)… Yönelişlerinin sonucunda ulaştıkları ise: “El Hamdu Lillâhi Rabb-ül âlemîn = Hamd Rabb-ül âlemîn Allâh`ındır” noktasıdır.

YUNUS/25; VAllâhu yed`u ila DarisSelâm* ve yehdiy men yeşau ila sıratın müstekıym;

Allâh, Selâm Yurduna (bedensel sınırlamalar ötesindeki, hakikatinize bahşedilmiş kuvvelerle yaşam boyutuna) çağırır ve dilediğini sırat-ı müstakime hidâyet eder.

MERYEM/62; Lâ yesme`une fiyha lağven illâ Selâma* ve lehüm rizkuhüm fiyha bükreten ve `aşiyya;

Orada lağv (dedikodu) değil sadece “Selâm” (Selâm isminin mânâsı açığa çıkar ve böylece kendi hakikatlerinden açığa çıkan kuvveleri konuşurlar) işitirler… Orada kendilerinin sabah -akşam, yaşam gıdalarıyla beslenmeleri söz konusudur.

VÂKI’A/90; Ve emma inkâne min ashâbil yemiyn;

Eğer Ashab-ı yemîn`den ise;

VÂKI’A/91-) FeSelâmün leke min ashâbilyemiyn;

(Eğer öyle ise): “Ashab-ı yemîn`den senin için bir Selâm var” (denilir).

Ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn.

 

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır. (Yunus/10)

 

 


ESMA DERSLERİ – 12 – ES SELÂM (C)

$
0
0

Es Selâm (a)

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

ES SELÂM

“ES SELÂM”; Yaratılmışlara (beden ve tabiat kayıtlarından; tehlikeden; boyutlarının kayıtlarından) selâmet ihsan eden, yakîn hâlini oluşturan; iman edenlere “İSLÂM”ın hazmını veren; Dar’üs Selâm (hakikatimize ait kuvvelerin tahakkuku) olan cennet boyutu hâlinin yaşamını meydana getiren (Demektir)

“Selâm” İsmi, “Rahiym” isminin tetikleyerek açığa çıkardığı isim-özelliktir!

SELAMETE ERMEK

Selâm” ismi, selâmete çıkma mânâsındadır! “Selâm“ isminin mânâsı, ilâhi isimlerde yüzme, gezme, o mânâlar içinde seyretmek hâlidir!.. Ancak bu da Allah’ı bilmekle mümkün olur.

Din’in mânâsı senin ebedi saadetini meydana getirecek ilâhi hükümler, değil miydi?

Senin saadetin derken, senin saadetinden murad nedir?

Zâtını ve sıfatını, belli terkib kayıtlarının ötesinde kendini tanıman değil miydi?

Bu terkib kaydından kurtulman için de senin, terkibinin gerektirdiği davranışları terkedip, ilâhi isimlerin genişliği içinde, belli davranışları ortaya koyman îcâb etmiyor mu?

İşte bu davranışı, ortaya koyabilirsen, terkib zorlanmasını kırmış, terkib sınırlarını aşmış, ilâhi isimlerin genişliğinde bir davranışı ortaya koymuş olursun!

Bu ortaya koyduğun davranış, olayların sana hükmetmesi değil; olaylara karşı senin ikinci bir yön vermen şeklinde değerlendirilir!

Senin karşılaştığın bir olay var. Bu olay, bireysel mânâda herhangi bir maddi menfaatini veya dünyalık bir menfaatini sağlayacak veyahut ta seni toplumsal şartlanmaya uygun bir davranışa itekliyor.

Meselâ bir arkadaşını, her görüşte “selâm” diyerek selâmlaşıyorsun.. Bu senin normal şartlanmanın gereği olarak, yaptığın bir davranış!

Şimdi yapılacak şey şu; gene selâm vereceksin!. Ama “Esselâmu aleyküm” diyeceksin!

Esselâmu aleyküm derken “selâm” isminin mânâsını, evvelâ senin idrâk etmiş olman lâzım!. ”Selâm” ismi, selâmete çıkma mânâsındadır!

Sen”den, selâmete çıkma!

Terkib kayıtlarından selâmete çıkma!

“Selâm” isminin mânâsı, ilâhi isimlerde yüzme, gezme, o mânâlar içinde seyretmek hâlidir!

Ancak bu da Allah’ı bilmekle mümkün olur. Yani, sen ona “selâm olsun sana” dediğin zaman, terkib kayıtlarından âzâde olma, kurtulma, selâmete erme mânâsında olarak bilinçli şekilde, böyle bir temenni ile selâm vermelisin!

Bunu yaptığın zaman, bunda bir şartlanma, bir alışkanlık bir tabiat terkibi sözkonusu olmayıp; şuurlu olarak ortaya koyduğun bir fiil ve karşındakine şuurlu olarak bir yönelme sözkonusudur!

Böyle davranabildiğin zaman, olaya “sen” hükmetmiş olursun!

Şuurlu olarak!. Kendin yön vermen kaydıyla.!

Ama bu böyle olmayıp da ilk anlatılan biçimde olursa, o terkibinin gerektirdiği, şartlanmanın ortaya koyduğu bir alışkanlığın dile gelişidir.

SALÂT, NAMAZLA SELÂMETE KURTULUŞA ERMEK

KUR’ANDA NAMAZ KILANLAR İÇİN BAZI AYETLER

Gündüzün iki tarafında ve geceden zülfelerde (gündüze yakın saatlerinde) salâtı ikame et… Muhakkak ki hasenat (Hakikatini yaşamak – kişiden açığa çıkan güzel yaşantı) seyyiatı (hakikati örtme ve nefsaniyetten kaynaklanan suçların getirisini) giderir… Bu, idrak sahiplerine bir öğüttür. (Hûd/114)

Yine onlar Rablerinin vechini (cennet yaşamı olan rabbanî kuvvelerin açığa çıkışı yaşamını) arzulayarak sabrettiler (mevcut şartlarına); salâtı ikame ettiler ve kendilerinde açığa çıkardığımız yaşam gıdasından gizli ve açık olarak bağışta bulundular… Yaptıkları yanlışları (arkasından yapacakları) güzel fiillerle yok ederler… İşte onlarındır geleceğin vatanı! (Ra’d/22)

Onlar (iman edenler) salâtlarında hakkıyla Allâh’ı müşahede etmenin yaşantısı içindedirler; (Mü’minun/2)

Salâtı ikame edin, zekâtı verin ve Rasûle itaat edin ki rahmete erdirilesiniz. (Nûr/56)

Onlar ki, salâtı (Allâh’a yöneliş ile mi’râcı yaşama) ikame ederler ve arınıp saflaşmak için varlıklarından verirler; işte onlar ölümsüz geleceklerine kesin yakîn elde etmişlerdir. (Neml/3)

Sana vahyolunan BİLGİ’yi (Kitap) oku, bildir; salâtı ikame et… Kesinlikle salât fahşadan (kendini beden kabulünün getirisi olan aşırı davranışlardan) ve münkerden (Sünnetullâh’a ters düşüren şeylerden) uzaklaştırır… Elbette ki Allâh zikri (hatırlanışı) Ekber’dir (Ekberiyeti hissettirir)! Allâh ne hâlde olduğunuzu bilir. (Ankebut/45)

O’na yönelmişler olarak, O’ndan (yaptıklarınızın sonucunu otomatik olarak yaşatacağı sistem ve düzeni nedeniyle) korunun, salâtı ikame edin ve şirk koşanlardan olmayın! (Rûm/31)

O salât tamamlandığında arzda yayılın, Allâh’ın fazlından talep edin ve (el Esmâ’sıyla hakikatiniz olan) Allâh’ı çok zikredin (HATIRLAYIN) ki kurtuluşa eresiniz! (Cuma/10)

Rabbinin ismini zikredip (hatırlayıp) bilfiil salât eden (yaşayan) kurtulmuştur. A’lâ/15)

KUR’AN DA NAMAZ KILMAYANLARA BAZI AYETLER

Onların ardından bir nesil geldi ki, salâtı (hakikatlerine yönelişi) yitirdiler ve şehvetlere (kendilerini beden kabulünün dürtülerine ve boş heveslerine) tâbi oldular… Gayyayı (içinden çıkılamaz cehennem çukurunu) boylayacaklar! (Meryem/59)

“Sizi Sakar’a (dev alevli kuşatan ateşe) sokan nedir?” (Müddessir/42)

Dediler ki: “Musallîn’den (bilfiil salâtı yaşayanlardan) değildik!”  (Müddessir/43)

SALÂT’I İKAME NE DEMEKTİR?

İnsanlar niçin namaz kıldıklarının mantıklı bir açıklamasını (kendi kalplerine) yapamıyorlarsa yaptıkları o şekillerin içinin boş ve amaçsız olduğunu da bilmeliler.

Arapçada “ikame” kurma, dikme, ayağa kaldırma, konma, konaklama, ayağa kalkma, ayakta durma anlamlarına geliyor. Türkçede ise yerine koyma, yerine kullanma, ayağa kaldırma, ayakta durdurma, ayakta tutma, ortaya koyma, yerine konulan, yerine geçen, kondurma, oturma, iskân etme gibi çok benzer anlamlarda kullanılıyor. İkame mal hukukta birbirlerinin yerine geçen, konulabilen mal demek.

Salât kelimesini aradığımızda sözlüklerde karşımıza çıkan “sal” kök anlamlarından “yaslama” Kuran’da kullanılmış olanıdır. Ve üstelik bu kök anlam her defasında bir “bağlama, bağlantı” ile birleştirilmiş durumda.

Elinizde odunlar var ve siz onu ateşe atarsanız ısınırsınız. Ateşle odunu birbirine bağlamalı, birbiriyle birleştirmelisiniz ki ortaya bir verim çıksın. Yoksa elinizde odun taşımanızın bir anlamı yok.

Sizce burada bir “bağ”dan bir “bağlantı”dan bahsedilmiyor mu?

Kuran’da “bağlantı” manasını içinde barındırmayan başka bir “sal” yoktur. Hayır. Bu tesadüf değil.

Salâtı ikame” tek bir manaya indirgenemez. Ama bu tabirin temel manasının; işte bu bağlantının sağlanması, bu “bağlantının ayakta tutulması” kısacası Allah’ın birleştirmemizi istediği şeyi birleştirme yolundaki “vahyi hayata tatbik etmek” dâhilindeki tüm çabalarımızı içerdiğini görüyorum. Allah’ın birleştirmemizi istediği şey ise temel manada “vahiy” ile onun hâkim kılınması istenen hem “nefis” hem de “yeryüzü hayatı”dır. Salâtı ikame edenler bu bağıntıyı ayakta tutarken engeleyenleri ise bu bağlantıyı çeşitli biçimlerde koparmaya çalışırlarken görürüz. Allah’ın yeryüzü ile ve kulları ile olan irtibatını bilerek ya da bilmeyerek ortadan kaldırma peşindedirler. Bunun için kelimeleri tahrif dâhil her yolu bugüne kadar uygulamışlar, inananların Kuran’ı anlamamaları için, o bağlantıyı koparmaları için ellerinden geleni yapmışlardır.

Odunu ateşe, kendimizi vahye yaslamalıyız. Salâtı ikame, namaz ya da destek-okuma tartışmalarına indirgenecek kadar basit bir iş değildir. Mesele vahyi hayata tatbik etmektir. Bu bağlantıyı sağlayan ip ise kuşkusuz ve kuşkusuz Kuran’dır. O ipe sarılırsak o bağlantıyı ayakta tutarız, Allah’la bağlantıyı (şekli şemali ne olursa olsun) ayakta tutarsak salâtı ikame ederiz. O ipe sarılmazsak o bağlantıyı koparmış olacak… böylece hem toplumsal olarak yeryüzünü ıslah edecek olan… hem de bireysel olarak ahir hayatımızı elde edeceğimiz… o en doğru yolu bulamamış ve arınamamış olacağız. Bu Allah’ın sünnetidir. (Kalemzade Cengiz yardım sitesinden alıntı derlemesi)

***********************************************************

KURTULUŞ – ARINMA VE SELÂMET NAMAZ SAYESİNDE GERÇEKLEŞİR.

NAMAZ NEDEN BU KADAR ÖNEMLİ?

1 – İslâm’ın şartları kapsamında yapılması teklif edilmiş olan fiiller, çalışmalar; (Namaz, Oruç, Hac, Zekât vs.) insanı belli amaçlara ulaştırmak için getirilmiş araçlardır!

İşte bu yüzdendir ki, düşünebilen varlıklar olarak bizlerin, araçlara başvururken, diğer yandan da amaçları çok iyi kavramamız zorunludur!

Şimdi denebilir ki, “Biz bunları “ALLÂH”ın emrine uymak için yapıyoruz; amaç budur! Gerisine gerek yoktur!”

Eğer olay bu kadar basit olsaydı, Kur’ân beş-on buyruk âyetinden ibaret olur; insanların akıl ve mantığına, kavrayışına hitap etmez;

Hâlâ tefekkür etmeyecek misiniz?”…

Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”…

Hâlâ basîretle bakmayacak mısınız?”… gibisinden uyarılara gerek duymaz; 6300 küsur âyete de gerek kalmazdı!

Bu sebepledir ki, biz bir yandan araç olan “ibadet” şekillerini hakkıyla değerlendirerek yol alacağız; öte yandan da hedefi iyi kavrayarak, elimizdeki araçla, amaca ulaşacağız!

İşte bir araç olan, biçimsel “namaz”ı da bu anlamda, amacına uygun olarak değerlendirmek zorundayız! (A. Hulusi)

2 – Namaz Allah ile kulunun arasındaki tek bağdır.

3 – Namaz İslam dininin olmazsa olmazıdır.

{Namaz dinin direğidir, terk eden dinini yıkmış olur. (Beyheki)

Bizimle kâfir arasındaki fark namazdır. Namazı terk eden kâfir olur. (Nesai)

Namaz kılmayanın dini yoktur. (İbni Nasr)

Namazın dindeki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir. (Taberani)

Kıyamette kulun ilk sorguya çekileceği ibadet, namazdır. Namazı düzgün ise, diğer amelleri kabul edilir. Namazı düzgün değilse, hiçbir ameli kabul edilmez. (Taberani)}

4 – Kul ancak namazla inandığını, teslim olduğunu bu kaynakla ispatlayabilir.

5 – İslam’a aidiyet ve ibadet şartlarının tümünü namaz ihtiva eder.

(Ör.: Besmele Allah’ın varlığını kabuldür.

Tekbir ululamaktır,

Ellerin kaldırılması ahireti kabuldür,

Kâbe’ye yönelmek Hac’dır,

Okunan vahyi getirenin melekler olduğunu kabul etmektir,

Vahyin bağlı olduğu kitabı, Kur’an ı kabul etmek demektir.

Tahiyyata oturulduğunda Peygamberleri kabul etmektir. Vs. Ve daha nice işaretler vardır. Kısaca namaz tüm ibadetlerin fihristidir.

6 – Kişi namaza durduğunda kendini yaratana hamd, şükür ve ihtiyaç ve isteklerini arz etme konumundadır. Bu bilinçle yaptığında kendisine icabet edilir. (Neml/62)

7 – Namaz kulun an içinde elde ettiği sevapları ancak namaz bağı ile kayda geçirir. Tıpkı bilgisayarda yazılan bir yazının kaydet tuşu gibi işlev yapar.

8 – Ahirette cennete girebilmenin tek anahtarıdır.

(Müddessir/41-42-43 açıkça “Suçlular, mücrimler, günahkârlar” diyor, Müşrik veya kâfir demiyor. Yani Cennete giremeyip sekar cehennemine düşenler inandıklarını iddia etmelerine rağmen namaz kılmayanlara hitaptır.)

9 – Namaz maddi ve manevi arınmadır.

10 – Kul namaz sayesinde feyz alma konumuna girer. Bunun için namazı kılmaktan bir yukarı taşıyıp ikame etmek şeklinde, yani bilinçli, ne yaptığını bilerek yapılan ibadet kula fayda sağlamaya başlar. Anlamadan, adet veya kültür olarak kılınan namaz için yazıklar olsun onlara diyor. (Maun/4)

Bütün bu sebeplerden dolayı namaz olmadığı takdirde ahirette sadece Selâm isminin değil diğer Esmaların da getirilerinden faydalanabilmek söz konusu olmaz. Selamete ermek, arınmak, kurtulmak, felâha ermek ancak ve ancak namaz çalışması sayesinde gerçekleşir. Tabii ki işin hakikatini doğrusunu Allah bilir. (Ekabir)

*************************************************

SELÂM VERMEK

SELAM VERMENİN KUR’AN DAKİ YERİ

Ve izâ huyyiytüm Bi tehıyyetin fehayyu Bi ahsene minha ev rudduha* innAllâhe kâne alâ külli şey`in Hasiyba; (Nisa/86)

Selâm ile size yönelene, siz de daha kapsamlı bir selâm ile karşılık verin yahut aynısıyla karşılayın. Muhakkak Allâh, her şeyde Hasiyb`dir (açığa çıkanın sonucunu yaşatandır).

Lehüm DarusSelâmi `ınde Rabbihim ve HUve Veliyyühüm Bi ma kânu ya`melun; (EN’AM/127)

Rableri indîndeki Dâr`üs Selâm (Es Selâm isminin mânâsının yaşam boyutu) onlar içindir! Yapmakta oldukları dolayısıyla “HÛ” onların Veliyy`idir.

Da`vahüm fiyha subhanekellahümme ve tehıyyetühüm fiyha Selâm* ve ahıru da`vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn; (YUNUS/10)

Onların ondaki Allâh`a yönelişleri: “Subhaneke Allâhümme = Subhansın sen Allâh`ım; seni tenzih ve tespih ederiz”dir… Birbirlerine yönelişleri ise: “Selâm”dır (Selâm ismi mânâsı sürekli açığa çıksın bizde)… Yönelişlerinin sonucunda ulaştıkları ise: “El Hamdu Lillâhi Rabb-ül âlemîn = Hamd Rabb-ül âlemîn Allâh`ındır” noktasıdır.

VAllâhu yed`u ila DarisSelâm* ve yehdiy men yeşau ila sıratın müstekıym; (YUNUS/25)

Allâh, Selâm Yurduna (bedensel sınırlamalar ötesindeki, hakikatinize bahşedilmiş kuvvelerle yaşam boyutuna) çağırır ve dilediğini sırat-ı müstakime hidâyet eder.

Lâ yesme`une fiyha lağven illâ Selâma* ve lehüm rizkuhüm fiyha bükreten ve `aşiyya; (MERYEM/62-)

Orada lağv (dedikodu) değil sadece “Selâm” (Selâm isminin mânâsı açığa çıkar ve böylece kendi hakikatlerinden açığa çıkan kuvveleri konuşurlar) işitirler… Orada kendilerinin sabah -akşam, yaşam gıdalarıyla beslenmeleri söz konusudur.

Ve emma inkâne min ashâbil yemiyn; FeSelâmün leke min ashâbilyemiyn; (VÂKI’A/90-91)

Eğer Ashab-ı yemîn`den ise; (Eğer öyle ise): “Ashab-ı yemîn`den senin için bir Selâm var” (denilir).

SELÂM VERMENİN ÖZÜ

Selâm isminin mânâsının kişide açığa çıkmasını temennidir. Yani; Özündeki hakikati idrak edip, o hakikatle tahakkuk edebilmesini temennidir.

        “İslam“; selâmet bulma, selâmete erme, “selâm” isminin mânâsının sizde açığa çıkması anlamında!.  “Allah”ın “selâm” isminin mânâsı ortaya çıktığı zaman kişi, bir kısım ilâhi isimlerin mânâsıyla tahakkuk etmek suretiyle, cennet yaşamı dediğimiz yaşama geçer.

Selâm isminin mânâsının kişide açığa çıkmasını temennidir. Yani; Özündeki hakikati idrak edip, o hakikatle tahakkuk edebilmesini temennidir.

Esselâmu aleyküm derken “selâm” isminin mânâsını, evvelâ senin idrâk etmiş olman lâzım!..”Selâm” ismi, selâmete çıkma mânâsındadır!.. “Sen”den, selâmete çıkma!..Terkib kayıtlarından selâmete çıkma!..

Selâm isminin mânâsı, ilâhi isimlerde yüzme, gezme, o mânâlar içinde seyretmek hâlidir!.. Ancak bu da Allah’ı bilmekle mümkün olur.. Yani, sen ona “selâm olsun sana” dediğin zaman, terkib kayıtlarından âzâde olma, kurtulma, selâmete erme manasında olarak bilinçli şekilde , böyle bir temenni ile selâm vermelisin!.. Bunu yaptığın zaman, bunda bir şartlanma, bir alışkanlık bir tabiat terkibi söz konusu olmayıp; şuurlu olarak ortaya koyduğun bir fiil ve karşındakine şuurlu olarak bir yönelme söz konusudur!..

SELÂM İSMİ İNSANDA AŞİKÂR OLMASI

Kişinin davranışları ya onun terkibini meydana getiren, ilâhi isimlerin kendisini sevk ettiği mânâda oluşuyor; Ve bu oluşmayı, biz canımızın öyle istemesi veya o işi sevdiğimiz için öyle yapmamız, diye nitelendiriyoruz!…

Demek ki; kişinin sevdiği için veya canının istediği için veya öyle arzu ettiği için yaptığı her hareket neticede Allah ile onun arasında bir perde meydana getiriyor.

Alışmışım böyle yaptım!.. Canım bunu seviyorum da onun için!.. Seviyorum, yani duygumdan dolayı; alışmışım, yâni şartlanmamdan dolayı; böyle yaratılmışım, benim tabiatım böyle; evet tabiatının gereği olarak!..

Yâni netice olarak, bütün bunlar, senin varlığını meydana getiren “ilâhi isimlerin ortaya çıkışı” demek, sende mevcut olan rubùbiyetin gereği olarak, iktizâsı olarak!..

İşte varlığının, nefsinin hakikati, bu rubùbiyet olduğu, Hak olduğu, idraki geldiği andan itibaren, kişiye bir başıboşluk, bir boş vermişlik gelir!..

Bunun neticesinde de o kişi canının istediği, nefsinin istediği, tabiatının sevk ettiği istikamette bütün davranışları ortaya koyar!..

Hiçbir kayıtla kayıtlanmaz ve bu da onun bedenselliğe, tabiat zulmetine hapsolmasından, kendisini zindana, sicciyne atmasından başka bir şey getirmez.

Bu hakikati idrakle beraber, ilâhi emirlere uyma hâli devam ederse, o zaman terkib tabiatının ötesinde , Allah’a vâsıl olur; ve böylece ebedi saadet onun için söz konusu olur…Bu davranışların neticesinde “Selâm” isminin mânâsı kendisinde âşikâr olur.. (Ahmed Hulusi)

SELÂM VERME

İslâm dini, bizim dünya ve âhiret saadetimizi temin etmek için gönderilmiştir. Bu sebeple İslâm’ın emir ve yasakları, ibadet prensipleri ve ahlâkî esasları bizim önce dünyamızı Cennet’e çevirecek, Cennet’e dönüşen bu dünyadaki hayatımızla da ebedî Cennetle yaşamaya ehil hale gelmemizi temin edecektir. Bunun için dinimizin emirlerini dünyevî-uhrevî gibi bir sınıflamaya tabi tutmamız mümkün değildir. Dünyevî görünen fiillerimizle âhiret saadetini; uhrevî dediğimiz fiillerimizle de önce dünya saadetimizi kazanacağız.

Dünya ve âhiret dini olan İslâm, bizim bütün davranışlarımızı ihâta etmekle, her hareketimize bir şekil vermekte; gezerken, otururken, yatarken, kalkarken, yerken, içerken ve hatta tuvalete girip çıkarken nasıl hareket edeceğimizi bize bildirmekte ve hayatımızın tamamını ibadete çevirmektedir.

Hayatımızın tamamını tanzim eden dinimizin, içtimâî hayatımızda bizden istediği önemli vazifelerden biri de fertlerin birbirleriyle karşılaştıkları veya ayrıldıkları zaman ilk ve son sözün selâm lafzı olmasıdır. Cemiyet halinde yaşamaya mecbur olan insanlar arasındaki muhabbet ve itimadı kuvvetlendirecek en önemli âmillerden biri olan “selâm”, aynı zamanda Cennetin de en güzel kelâmlarından biridir. Cennet’teki en güzel söz mü’minlerin Rahîm Rab’lerinden işitecekleri “selâm” sözü değil mi? (Yâsin/58)

İyilikler ve güzellikler diyarı olan Cennet’te gıybet, hased, dedikodu, kibir, adavet.. gibi kötülüklerin ismi bile anılmayacaktır. İşte Cennet’te bulunmayan bu kötülüklerin, dünyamızda da bulunmamasını temin edecek en güzel vasıta, Cennetin güzel kelâmı “selâm” olacaktır. Burada, Cennet misal hayat sürdürenler, mezar kapısından Cennete kolayca geçivereceklerdir.

Cemiyet hayatının esası, sıhhati, sevgidir. Binanın taşları gibi fertleri birbirine kenetleyebilecek vasfa haiz, bayağı ve gösteriş havasından uzak, samimi bir sevgi… Ve sonrasında gelen emniyet, vefa ve sadakat!…

Aksi halde, sevginin riyakârlığa, emanetin hıyanete, sadakatin sahtekârlığa döndüğü bir cemiyette fertler, şirazesi çıkmış sahifeler gibi birbirlerinden kopuk ve uzak, kalabalıkları itibariyle de “urbalarla kemik, mintanlarla et” hükmündedirler. Üç asırdır ard arda gelen darbelerle kaybettiğimiz değerlerin arasında belki en mühimi cemiyetteki sevgi atmosferi ve bu atmosferi teşkil edecek edeb ve davranışlardır. Selâm verme, edeblerin içerisinde en nâdide olanıdır. Zira o, Rabbin katında bir lütuf ve her devirde tazeliğini koruyan edebî bir dua ve Cennet ehlinin hoşâmedisindeki mübarek bir hitab-ı ilâhi’dir. Ümid ediyoruz ki, pek çok değerler gibi selâm da yeniden ihya edilecektir…

Selâm kelimesi, Esmâ-ı Hüsnâ’dan olup emniyet, sulh ve çirkin şeylerden beri olma mânâsına gelmektedir. Bu kelime İslâmî edeplerden biri olarak Kur’ân’da defâatla zikredilmiş ve Allah Rasülü (sav)’nün hayatında ısrarla tatbik edilmiş ve ettirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim: “Evlerinize girdiğinizde ehlinizden kimse yoksa, kendi nefislerinizi selâmlayınız” (Nisa, 4/65): “Ey iman edenler, başkalarına ait evlere girişlerde izin isteyin ve ev halkına da selâm verin” (Nur, 24/27) âyet-i kerimeleriyle ve Fahr-ı Kâinat’ın (sav): “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız; size, tatbik ettiğinizde birbirinizi seveceğiniz amele işâret edeyim mi? Selâmı aranızda yayınız”(1), buyruğuyla, “selâm”ın ehemmiyetine dikkat çekilmiş, Cennete girmenin bir vesilesi olarak beyân edilmiştir.

SELÂM LAFIZLARI ve KERİH GÖRÜLENLER

Hâtem-ül Enbiyâ (sav), ümmetine ilâhi kaynağın emir buyurduğu şekilde selâmı öğretmiştir. İbn-i Cüreyyi’l-Hucemi (ra) rivâyet ediyor:

“-Rasulullah (sav)’ın yanına geldim ve ‘aleyke’s selâm yâ Rasulallah’ dedim. Allah Resulü (sav):

-(Aleyke’s-Selâm deme, çünkü o, ölülere verilen selâmdır.)

Bana dönerek:

-Bir kişi arkadaşını karşıladığında ‘Esselamü aleyküm ve rahmetullah’ desin” buyurdular”.(2)

Amir b. Şu’be (ra)’dan gelen rivâyette; Nebi (sav):

-“Bizden başkasına benzeyen bizden değildir.
Sadece parmak işaretleri ile selâmlaşan Yahudilere; ve ellerini karşılıklı kaldırarak selâmlaşan Hristiyanlara benzemeyin”, buyurdular.(3).

SELÂMLAŞMA YERLERİ ve ÂDÂBI

Peygamberimizin (sav) selâmın yerini beyân etmede en mücmel ifadesi, Cabir (ra)’dan rivâyet edilen, “selâm, sözden öncedir”(4) hadis-i şerifidir. Selâm içtimâi hayatı zaman ve mekân gözetmeksizin her cepheden kuşatmıştır.

Kur’ân-ı Kerim, özellikle evlere girişlerde emniyetin tesisi için selâm vermeyi emir buyurmuşlardır. Cahiliye döneminde, izin alınmaksızın evin en mahrem köşesine kadar giriliyor ve sonra kendilerine has şekliyle selâm veriliyordu. Tabii bu tarz davranışlar, âile hayatına ait çirkin manzaraların ifşâsına sebep oluyordu. Nebi (sav) bu çirkin muameleden şiddetle men etti. Sehl b. Sa’d rivâyet ediyor: “Allah Rasulü (sav)’nün odasının kapısında bir adam beklemekteydi. Efendimiz içeride makasla saçını düzeltiyordu. Adama döndü:

‘-Eğer kapıdan içeriye baktığını görseydim bu makası gözüne sokardım’, buyurdular”(5).

Ebu Hureyre (ra)’ın rivâyetinde: Peygamberimiz (sav): “Binitli olan yürüyene, yürüyen oturana, az topluluk çok topluluğa selâm verir”, buyurdular (6). Selefimiz bu hadisten hareketle, gençlerin ihtiyarlara, arkadan gelenlerin önden gidenlere, selâm vermesi gerektiğini zikretmişlerdir.

Meclislere girişlerde selâm verilir. Mecliste olanlardan biri selâma cevap verirse diğerlerinden bu vazife kalkar. Aksi halde hepsi mes’ul duruma düşmüş olurlar. Zira selâm verme sünnet, mukabelede bulunmak ise farzdır.

Selâm, iâdesi mümkün olmayan hallerde verilmemelidir. Bu durumlar: Kur’ân okuyan, hutbe dinleyen, namaz kılan, yemek yiyen, selâm alamayacak derecede rahatsız olanlar ve hevesine râm olmuş şekilde yaşayanlar ki Efendimiz (sav): “İçki içene selâm vermeyin, hasta iken ziyaretine gitmeyin ve öldüğünde de namazını kılmayın” buyurmuşlardır (7).

Peygamberimiz (sav)e Yahudi ve Hristiyanların selâmına nasıl cevab verileceği sorulduğunda: Sizler onlara “ve aleyküm” deyiniz, buyurdular. Zira onlar selâm verişlerinde ya istihza ediyorlar veya belâ ve musibet işmâm eden kelimeler kullanıyorlardı.

“Ve aleyküm” cevabıyla o kasıtlarının onların başına gelmesine duâ edilmiş oluyordu.

SELAM DUADIR

İslâm dini, ibâdet neşvesi içinde yapılan günlük işlerimizi, içinde sâlih bir niyet bulunan fiillerimizi ibâdet gibi değerlendirmiş ve Nebiyyi Mürsel’in (sav) dilinden, takdir etmiştir. Selâm, beşeri bir ihtiyaç olduğu halde, tatbikindeki sünnete uyma niyetinin ve ona gösterilen ihtimamın sevâbına dikkat çekilmiştir.

İmran b. Husayn (ra)’dan: Bir adam Peygamber (sav)’a gelip:

– “Esselâmü aleyküm” dedi. Peygamberimiz (sav) de aynı şekilde mukabelede bulundu ve selâm veren oturdu. Peygamber Efendimiz (sav): “On sevâb kazandı” buyurdu. Sonra bir başkası gelip:

-“Esselâmü aleyküm ve rahmetullah” dedi. Peygamber (sav) aynı şekilde cevap verince oturdu. Efendimiz (sav): “Yirmi sevâb kazandı”, buyurdu. Sonra bir adam daha gelerek:

-“Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü” dedi. Efendimiz (sav) de yine aynı şekilde cevap verince selâm veren oturdu. Efendimiz: “Otuz sevâb kazandı”, buyurdu.(8).

SELÂMI YAYMAK

Selâm verme, İslâm âleminin, özellikle de milletimizin ihyâ edeceği edep ve davranışların en önemlilerindendir. Zira bu davranış sadece bir ferdi veya bir aileyi değil, topyekün cemiyet hayatını alâkadar etmektedir.

Hz. Peygamber (sav), Hz. Enes’e (ra) hitaben: “Oğlum, ailenin yanına girdiğinde selâm ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun” buyurarak ailede; bir başka hadis-i şeriflerinde de Ashab-ı Kirâm’a hitâben: “… selâmı aranızda yayınız” buyurarak cemiyet hayatındaki ehemmiyetine işaret buyurmuşlardır… Bu vazifeyi yerine getirenleri de: “Fesad-ı ümmet zamanında kim bir sünnet ihyâ ederse ona yüz şehit sevabı verilir” hadisleriyle müjdelemiştir. (Mustafa Yeşil)

KAYNAKLAR

1) Müslim, c.I, sh.74, (Kitabu’l-İman).

2) Ebu Davud. c.5. sh.353, (Kitabu’l-Edeb).

3) Tirmizi, c.4. sh.159, (Kitabu’l-İsti’zân).

4) Tirmizi, c,4, sh.159-160, (Kitabu’l-İsti’zân).

5) Taç, c.5, sh.240, (Kitabu’l-Edeb).

6) Buhari, c.7, sh.127, (Kitabu’l-İsti’zân).

7) Buhari, c.7, sh. 133, (Kitabu’l-İsti’zân).

8) Ebu Davud, c.5 sh.350, (Kitabu’l-Edeb).

*************************************************************

SELÂMIN SIRRI

Es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtuhû

(Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun)

Selâm müminin parolasıdır. Müminler selâm verirler, selâm alırlar. Selâm vermekte yarışırlar. Çünkü bilirler ki selâma önce başlamak daha güzel ve daha sevaptır. Selâm yaklaştırır, kaynaştırır, birleştirir. Zira Allah’ın en güzel isimlerinden biridir Selâm: “O, Selâm’dır”. Yani yüce “Mevlâ esenlik verendir, İslâm’ı öğretendir, selâmeti tavsiye edendir”. O, öyle yüce bir Mevlâ’dır ki kendi isminden mümine isim vermiş ve onu Müslim/Müslüman diye isimlendirmiştir. Müslüman, yüce Allah’ın en yüce isimlerinden birini üzerinde taşıyan insandır. Yani Müslüman esenlik verendir. Yaratanın selâm sıfatından istifa edip kendisi de esenlik veren mükerrem varlıktır mümin. Öyle demiyor mu Hz. Resûl: “Müslüman, elinden ve dilinden müslümanların esenlikte olduğu kimsedir.” Demek ki selâm, basit bir kelimeden ibaret olmayıp müminin, mümin kardeşine dua etmesi, ona esenlik dilemesi, her türlü kötülüklerden uzak olmasını istemesidir.

SELÂMIN DEĞERİ

Selâm değerli bir kelamdır. Selâm vermek, Hz. Peygamber’in tatbik ettiği önemli sünnetlerdendir. Hatta o yüce insan, selâm verdiği zaman üç kere tekrar eder, selâmı ziyadeleştirir ve ümmetine öyle örnek olurdu. Selâm almak, selâm vermekten daha da önemlidir. Çünkü Yüce Allah, selâma daha güzeliyle mukabele edilmesini tavsiye ediyor (Nisa sûresi 86.) Ayrıca sosyal münasebetler açısından önemli bir ahlakî ilke belirleyerek müminlerin, başkalarının evlerine girmek istediklerinde izin almalarını ve selâm vererek girmelerini öğütlüyor (Nûr sûresi 27.) Selâm vermeyi sünnet, selâm almayı ise farz kabul eden fıkhî içtihat, selâmın önemini ortaya koyması açısından ilginçtir. Bu husus aynen, Kur’an okumanın sünnet, dinlemenin ise farz olduğu yolundaki fikhî içtihada benzer. Tabiî olarak selâm vermek ve Kur’an okumak sünnet olmakla beraber, selâm vermek ve Kur’an okumak bir zorunluluk değildir; yalnız sünnet terk edildiği için çirkin bir davranış sergilenmiş olur.

Yalnız, selâm almağa ve Kur’an dinlemeğe sıra gelince; selâm almamak ve Kur’an dinlememek gibi bir hürriyete sahip değiliz. Çünkü Yüce Allah, selâma en güzeliyle mukabele edilmesini, Kur’an okunduğu takdirde de dinlenmesini tavsiye etmektedir (A’râf 204).

SELÂM CENNET KELÂMI

Selâm, cennet kelamıdır. Cennetin görevli melekleri müminlere selâm verecek, müminler birbirlerine selâm verecek ve bunlardan daha da önemlisi, bir adı da “es-Selâm” olan Yüce Allah, müminlere selâm verecektir. Demek ki selâm hem dünyada hem âhirette müminlere sunulan çok önemli ikramlardan biridir.

SELÂM NASIL VERİLİR

Selâmın bir çok veriliş tarzı vardır. Mesela “selâmün aleyküm”, “es-Selâmü aleyküm” ve en başta yazdığımız gibi “es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtuhû” şeklinde verilebilir. Bunlardan en sonuncusu daha makbüldür. Hepsinin manası da müminin esenlik, barış ve güven içinde olmasını dilemektir. Selâm alınırken de “ve aleyküm selâm” denir. Dileyen buna “ve rahmetullahi ve berekâtühû” ifadesini de ekler ki böylesi daha makbüldür.

BAŞKA İFADELER SELÂM YERİNE GEÇER Mİ?

Bugün toplumumuzda selâm verilmeyip onun yerine bazen farklı ifadeler kullanılabiliyor. Mesela “günaydın”, “iyi günler”, “tünaydın”, “iyi akşamlar”, “iyi geceler”, veya bu cümlelerdeki iyi kelimelerinin yerine “hayırlı” kelimesi konularak buna benzer ifadeler kullanılıyor. Daha da ilginci baş hafifçe öne eğilerek veya sallanarak sembolik bir selâmlama yapılıyor. Bunlar, bir yönüyle güzel ifadeler olarak kabul edilse bile selâmın yerine geçebileceklerini iddia etmek mümkün değildir. Çünkü selâmın ihtiva ettiği mana ile bu ifadelerin taşıdığı anlam birbirin yerini tutmamaktadır. Selâmda mümin kardeşimiz için Yüce Allah’tan esenlik, mutluluk, hayır, barış ve güven istemiş oluyoruz. Yukarıda geçen ifadelerde ise gerek lisânen gerekse kalben Yüce Allah’tan böyle bir temennide bulunmuş olmuyoruz. Belki de kuru bir ifade ile sathi bir iyilik dileğinde bulunmuş oluyoruz. Ayrıca Allah Resûlü (s.a.v.) nasıl selâm verileceğini göstermiş ve ümmetine öğretmiştir. İşte tarih boyunca Müslümanlar birbirlerine Allah Resûlünün öğrettiği şekliyle selâm alıp vermişlerdir.

İSLÂM KÜLTÜRÜNDE SELÂM

İslâm’ın doğuşundan günümüze kadar bütün Müslümanlar, bir parola ve simge olarak selâm alıp vermiş ve müslümanlığın pratik olarak yaşanmadığı bölgelerde bile selâm işlerliğini sürdürmüştür. Sevinerek ifade edebiliriz ki selâm ülkemizde oldukça yaygın olarak kullanılan bir ifadedir. Hepimiz her gün onlarca defa selâm verir, selâm alırız. Tanımadıklarımıza selâmı esirgemeyiz. Meselâ yolda karşılaştıklarımıza, dolmuşa, otobüse, trene bindiğimizde, telefon ettiklerimize, e-mail yazdıklarımıza hep selâm veririz veya bize selâm verilir, biz de gönül huzuru ile alırız. Onun için, “Selâm!! Ne güzel kelâm!!” denmiştir.

Yine sevinerek ifade etmek gerekir ki yurdumuzda veya Müslümanların yaşadığı diğer Müslüman beldelerde İslamiyet’i tüm güzellikleriyle yerine getiremeyen birçok Müslüman, eksik ifadelerle de olsa selâm vermekte, selâm almaktadır. Bu durum, İslâm kültürünün inananların benliklerine ve ruhunun derinliklerine nasıl yerleştiğini göstermesi açısından dikkat çekidir. Bu itibarla yüzyıllarca İslam kültürü içerisinde yetişmiş olan inanan insanların benliklerinden İslâm aşkını ve İslâmî değerleri söküp atmanın mümkün olmadığını belirtmek gerekiyor.

Bununla birlikte selâm vermeyi “iyi günler” gibi ifadeler kullanarak yerine getirdiklerini sananlar ile hiç selâm vermeyenler de olabiliyor. Bunların kesin olarak kötü niyete bağlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Bilerek selâm vermeyenleri M.A. Ersoy oldukça ağır ifadelerle tenkid eder:

Selâm ver be herif! Aşınmaz ya ağzın,

Ne bilir hayvan vermesini; ne de versen alır!

BEŞERİ İLİŞKİLER VE SELÂM’IN PSİKOLOJİK DEĞERİ

Beşerî münasebetler açısından selâm son derece önem arz etmektedir. Selâmın sihri, büyüsü ve etkisi de burada yatmaktadır. Çünkü selâm verenle alanı yakınlaştırır, birbirine ısıtır, samimileştirir. Bunun böyle olduğunu iki cihan serveri Efendimiz ne güzel ifade etmiştir: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız. Size, yerine getirdiğinizde birbirinizi seveceğiniz bir şey öğreteyim: Aranızda selâmı yaygınlaştırın.” Bu hadis-i şerifi geniş bir şekilde analiz edecek olursak, uzun izahlara girilmesi zorunluluk arz eder. O bakımdan sadece selâm’la alakalı kısmını göz önünde bulundurursak, selâmın müminler arasında muhabbete, sevgiye, ilgiye, güzelliğe vesile teşkil ettiği kolaylıkla görülebilir.

Selâm, müminler arasındaki karşılıklı ilişkilerin ilk basamağını teşkil eder. İlk defa birisiyle konuşmaya selâm ile başlanır. Yani önce selâm, sonra kelâm.. Bu ilişkinin içten, sıcak ve samimi olması gerekir. Sıcacık bir selâm bazen birçok hediyeden ve ikramdan daha çok gönül alıcı olur. Allah’ın bu güzel selâmı ne kadar güzel ve cömertçe çoğaltılırsa o oranda muhabbet meydana gelir.

İnananlar, selâm vermekte yarışırlar. Önce selâm vermeyi arzu ederler. Kendilerine selâm verildiğinde daha güzeliyle mukabele ederler. Selâm almamazlık etmezler, duymazlıktan hiç gelmezler. Kendilerine selâm verildiğinde görmemek için kafalarını başka tarafa çevirmezler. Selâmı önemsemeyerek ağızlarının ucuyla almazlar; selâmı, memnun olduklarını göstererek en içten duygularıyla kabul ederler. (Erdoğan Baş)

****************************************************************

A – SELÂM VE SELÂM SÖZCÜKLERİ

Selâm, Cenab-ı Allah’ın 99 güzel isimlerinden biridir. Namazdan sonra:”Allahümme entesselâm vemin kesselâm” diyoruz. Yani: “Allah’ım! Sen selâmsın, selâmet de sendendir.” diye sesleniyoruz.

Cennetin bir adı da “Dâru’s- Selâm” (barış ve esenlik) yurdudur. Cenab-ı Allah, En-am:127, Yunus:25 âyetleri ile kullarını selâmet yurduna çağırıyor.

Selam sözcükleri:

Günümüzde kullanılan selâm sözcükleri şöyle oluyor:

– Selâm,

-Merhaba,

-Günaydın,

-Tünaydın,

-İyi günler,

-El işaretleri,

-Kafa sallamak,

-Haydi görüşürüz,

-Kendine iyi bak….vs.

Bu ve bunun gibi sözcükler gerçek selâm değildir. Selam yerine geçmez.

B – SELÂMIN ANLAMI

Selâm, karşı tarafa sağlık, iyilik dileklerini sunmaktır. Selâm, Müslümanların ortak dilidir.

“Es-selâmü aleyküm” demek: Sağlık selamet üzerine ol. Sıkıntılarından kurtul, kaza-beladan emin ol. Selâmet içinde yaşa. Allah seni selâmete, esenliğe kavuştursun” diye dua etmektir.

Karşı taraf da: “Ve aleyküm selâm” diye selamı aldığında selâm verene aynı duayı yapmış olur. Yani selâm, Müslümanlar arası güzel bir dualaşmadır.

Meşhur Kadı İyaz, selâmın “muhafaza” manasına geldiğini ifade ile şöyle der: Es- selâmü aleyke (Allah’ın muhafazası ve korunması senin üzerine olsun) demektir. Selâm verilene: “Cenab-ı Allah yâr ve yardımcın olsun” diye dua etmektir.

Selâm alıp verdikten sonra “Merhaba” denilir ki, selâmı alanlar, gelene: “Bizden sana zarar gelmez, rahat ol” diye güven vermiş olurlar.

C – SELÂMIN ŞEKLİ

Sünnet üzerine olan selâm. “Es-selâmü aleyküm”dür. Kendisine selâm verilen de “Ve aleyküms-selâm” der, selâmı alır.

Daha güzeli ile selâma karşılık: ”Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve bereketüh” denilir.

Genel olarak şöyle selam verilir:

– Selâmün aleyküm.

-Es- selâmün aleyküm.

Selâm getirene “Aleyke ve aleyhi’s- selâm” denir.

Mektupta selâm yazana:”Ve aleyke’s- selâm” denir.

Ölüye selâm:”Aleyke’s- selâm” diye verilir.

Kabristanda selâm:”Es- selâmü ya ehle’l-kubur” denir.

İçinde insan olmayan bir yere girildiğinde:” Es- selâmü aleynâ ve alâ ibâdillahissalihın” diye selâm verilir. (Ömer Nasuhi BİLMEN, Büyük İslam İlmihali:485)

Kadın kadına:”Esselamü aleykim” diye selâm verilir.

Erkek erkeğe “Es- Selâmü aleyküm” der.

Peygamber (sav)’e: “Esselâtü Ves selâmü aleyke ya Rasulallah” diye selâm gönderilir.

Peygamber Efendimiz İslam’a davet mektuplarında “Selâm hidayete tabi olanlara” diye selâm yazmıştır.

Başka dinden olana İslam selâmı verilmez. Ona “selâm” denir veya merhaba, günaydın gibi şeyler söylenir.

Başka dinden olan veya inançsız:”Selâmün aleyküm” dese bile ona İslam selâmı verilmez “ve aleyke” denir. (Müslim selâm:8)

Yahudiler el işareti ile selâm verir. Eğilmek Mecusilerin selâmıdır. Günaydın şeklindeki selâm, İslam’dan önceki Arapların selâmıdır. Araplar “sabahın hayrolsun” “günün aydın olsun” diye selam verirlerdi.

Başkalarına benzememek için elle, başla, eğilerek selâm verilmez ve alınmaz. Peygamberimiz: ”Bir kavme benzeyen onlardandır” buyurmuşlardır.

Bir hadislerinde de selâm alıp verirken eğilmeyi yasaklamıştır. Bir gün Peygamber (as)’a bir kişi:

-Birine rastlayınca hürmeten selâm için eğilmeli midir? diye sorar. Peygamber (as) ona:

-Hayır! Der.

O kişi tekrar sorar:

-Musafaha da mı yapılmaz?

Peygamber (as) Ona:

-“Elbette bunu yapar” diye cevap verir. (İ.Canan Hadis Ans:9/422)

Ayrıca bir yere gelip selâm veren için ayağa kalkılmaz ve kalkılması istenmez. Bu konuda Peygamberimiz: ”Kim insanların kendisi için ayağa kalkıp, saygı göstermelerini isterse, ateşteki yerini hazırlasın” buyurur. (Büyük Hadis Ans:4/7733)

Bir yerden ayrılırken, geri geri gidilerek saygı gösterip, selâmlanmaz. Bu cahiliye âdetidir. İslam inancı ile bağdaşmaz.

Selâm verenin selâmını alanlar, selâmı aldıktan sonra “Merhaba” der. Bu bir rahatlatmadır. “Rahat ol! Bizden sana zarar gelmez” demektir. Peygamber aleyhisselâm böyle yapmıştır. “Merhaba” demek Peygamber (as)’ın sünnetidir.

D – SELÂMIN DİNİ YÖNÜ

Kur’an’da 37. Ayette “Selâm”,” Selâmet” kelimeleri zikredilmiştir.

Cenab-ı Allah 12 defa müminleri selâmlamıştır.

Böyle olunca, selâm vermek, selâm almak Canab-ı Allah’ın emridir. Peygamber (sav) bu emri yerine getirdiği için de sünnettir.

Cenab-ı Allah Kur’an’da şöyle buyurur:

-“Bir selâm ile selâmlandığınız zaman, sizde ondan daha güzeli ile selâmlayın; yahut aynı ile karşılık verin…” -Nisa:86

Cennette müminlerin selâmlaşacağı bildirilerek:

“Onlar cennette boş bir söz işitmez. “Selâm” sözünü işitirler” _Meryem:62

-Neml:59’da Cenab-ı Allah mümin kullarına selâm veriyor.

-Saffat:181’de Peyberlere selâm veriyor.

-Cennette meleklerin müminlere selâm vereceği bildirilerek: ”Melekler yanlarına gelir:” Sabrettiklerinizden dolayı size selâm olsun!” derler” _Rad:23-24

Hud:69’da Melekler İbrahim (as)’a selâm vermiştir.

Cenab-ı Allah Adem (as) vasıtasıyla nasıl selâm verileceğini, nasıl alınacağını öğretmiştir.

Peygamberimiz (as) şöyle buyurur:

-“Cenab-ı Allah Adem’i yaratınca Ona:

-Şu meleklere selâm ver” dedi.

Adem:

-Es-selâmü aleyküm” dedi.

Melekler:

-Es-selâmü aleyke verahmetullah” diyerek selâmı aldı.” -Buhari, Enbiya:1

Din alimlerince selâm vermek, verilen selâmı almak dini bir vecibedir.

Dinen selâm vermek sünnet, (Kur’an’da emredildiği için vacip diyenlerde vardır) almak farzdır. Topluluk halinde farz-ı kifaye olur. Bir kişi verse, bir kişi alsa sorumlu olunmaz.

Selâm gönderenin selâmını almak vaciptir.

Eğer verilen selâm alınmazsa, veren selâmı verdiği gibi geri alır. “Aleyküm selâm” der.

İnsanlardan ayrılırken de selâm vermek sünnet, verilen selâmı almak (farz veya) vaciptir.

E – SELÂMIN ÖNEMİ

Müslümanlığın güzel nişanelerinden biri de selâmlaşmadır. Selâm, her dinde her toplumda vardır ama bizdeki kadar güzel, bizdeki kadar etkili değildir.

İnancımıza göre selâm, müslümanın müslüman üzerinde bir hakkıdır. Müslümanın müslüman kardeşi üzerinde 5 hakkı vardır.

1 – Uygun olan davetine icabet etmek,

2 – Öğüt ve nasihat isterse, öğüt vermek,

3 – Aksırınca “Şükür elhamdülillah” derse “Yerhamükellah” demek,

4 – Hasta olursa ziyaret etmek, ölürse cenazesini defnetmek,

5 – Karşılaştığında selâm vermek.

Kur’an’da selâm verenin iyiliğine şehâdet edileceği bildirilmiştir. (Nisa:94) “Size selâm Verne mü’min değilsin demeyin!” buyurulur.

Peygamber (as) şöyle buyurur:

-“Biriniz kardeşi ile karşılaştığı zaman Ona selâm versin. Eğer aralarında bir taş yahut duvar veya ağaç girip engel olurda sonra onunla yine buluşursa, tekrar selâmlaşsın.” -Büyük Hadis Kül:4/7682

Dinimiz selâmlaşmaya o kadar önem vermiştir ki, kavuşunca selâmlaşılacaktır. Ayrılırken de selâm verilecektir. Peygamber (as): “Bir topluluktan ayrılan selâm versin, öyle ayrılsın” buyurmuştur.

Toplumumuzda selâm vermeyen için “selâm bile vermedi” selâmı almayan içinde “selâm bile almadı” denir, kınanır. Demek oluyor ki selâm, bazı şeylerin ölçüsüdür.

İnsanımızın bugün toplum ilişkileri çok zayıf, hatta felç. Altlı-üstlü oturan, karşı karşıya oturanların bile ilişkileri istenildiği gibi değil. Değil açlığından tokluğundan, cenazesinden bile haberi olmuyor.

İyi olmayan ilişkilerin düzelmesi için toplumumuz Allah’ın selâmının vereceği sıcaklığa, muhabbete ihtiyacı vardır. Diyebilirim ki, bugünün insanı bir selâmlık ilgiye muhtaç.

Selâm vermek, karşı tarafa itibar etmek, değer vermek demektir.

Selâm, iyi niyet ifadesidir.

Selâm asla küçümsenmemeli, hafife alınmamalıdır. Selâm korkuyu giderir, güven sağlar. Allah’ın selâmı diğer selâm şekilleri gibi değildir. Verildiği zaman dikkat çeker ve ilgiyi uyandırır.

Yusuf İslam, müslüman olmadan biri O’na “Es-selâmü aleyküm” der selâm verir. Yusuf İslam, anlayamaz. Yakın birine “Bu ne demek?” diye sorar, O da bu şekilde selâmın manasını anlatır. Ondan sonra Yusuf İslam, İslam’a ilgi duymaya başlar. Araştırır ve Müslüman olur.   Şereflendiği İslam’ı da ad olarak benimser.

Selâmı vermek de duadır, almakta duadır. Yani selâmlaşan insanlar birbirine dua etmiş olurlar. Denilebilir ki selâm, duadır, ibadettir. Selâm, vereni de alanı da rahatlatır. İnsanları birbirine yakınlaştırır. Kırgınlıkları, dargınlıkları bir anda kesip atar. Aradaki kini, düşmanlığı ve buz dağlarını eritir, yok eder.

Bundan başka selâmlaşmanın bir çok faydaları vardır.

Selâm sadece tanıdığına verilmez. Tanıdık olsun, olmasın herkese verilir. O zaman tanışma, kaynaşma kolaylaşır. İşler daha kolay görülür. Selâm verenle alan arasında güven hasıl olur, arada ilgi artar.

Ayrıca selâm, Cenab-ı Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olur. Çünkü selâm veren ve alan Allah’ın emrini yerine getirmiş, Peygamber işi işlenmiş olur. (Mustafa Oselmiş)

{ve ahıru da’vana enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. (Yunus/10)}

Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır.(Elmalı)}

 


ESMA DERSLERİ – 13 – EL MU’MİN

$
0
0

el Mü'min

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

 “BismillahirRahmanirRahıym”

 Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘alâ ‘alihi, ve esahbihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

 Ve yessirliy emriy;

 Vahlül ukdeten min lisaniy;

 Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim göğsüme genişlik ver kolaylaştır işimi düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Rabbim girdiğimiz yere, sana, Kur’an a hakikate sadakatle girdir, çıktığımız yerden sana, Kur’an a, hakikate sadakatle çıkar. Bize bu sadakati koruyacak bir güç ver ya rabbi. Âmin, âmin, âmin.

Değerli dostlar bugün 80. Esma dersimizde beraberiz Elhamdülillah. Yavaş yavaş sona doğru yaklaştığımızı sizlerde biliyorsunuz İnşaAllah.  Bu esma-i hüsna derslerimizi 2 Haziran da sonuncusunu işleyip 9 Haziranda hitamuhu misk esma-i hüsna ile noktayı, rabbim izin verir müsaade ederse koyacağız. İnşaAllah hayırlara vesile olur. Nihayetinde herkes ne yapıyorsa kendisi için yapıyor, ne yapıyorsa orada önümüze getirilmesi için yapıyoruz. Herkes kendi yakasını Allah’ın kudret elinden almaya çalışıyor. Kendini, sevgili peygamberimizin ifadesi ile nefsini Allah’tan satın almaya çalışıyor. Bu ifade müthiş gerçekten üzerinde düşünüldüğünde. Dolayısıyla hepimiz elimizden geleni yapmakla mükellefiz, herkes dağarcığında ne varsa on un üzerinden rabbini razı etmeye çalışıyor. Bizlerde dağarcığımızda olanla alâ kaderil imkân, hasbel kader Rabbimizi razı etmeye çalışıyoruz. İnşaAllah sizler de buna şahitlik etmiş olursunuz ve sizler de aldıklarınızı muhakemenizde tartarak, ölçerek aldıklarınızın doğrusunu başkalarıyla paylaşırsınız, üretirsiniz. Ki öyle yapıyorsunuz gördüğüm kadarıyla. Allah sizden ve bizden kabul eylesin.

Bugün 92. İsimle esmai hüsna dersimize devam ediyoruz. 92. Ve 93. İsimler; El Mü’min ve el Muheymin. Tahmin edeceğiniz gibi Haşr/23 ayetinde Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir. (Haşr/23) Esmasının aslında iki tanesini burada işlemiş oluyoruz. Demek ki Haşr/23 ayeti aslında bizim bugün atıf yapacağımız ayet.

El Mü’min 92. İsim -yani demek ki önümüzde 7 isim kalmış inşaAllah- İmanın kaynağı demek, gerçekten el Mü’min ismini insan duyduğu zaman ilk anda şöyle bir nasıl yani diyesi geliyor. Çünkü biz Mü’miniz, Allah’ta el Mü’min. Biz Mü’miniz niye Mü’min olduğumuzu biliyoruz, ama Rabbimizin el Mü’min olması ne demek. Yani biz O’na iman ettik, iyi de O kime iman etti? Tabii imanın anlamlarını öğrendiğimizde bunu anlamış olacağız, Rabbimizin neden El Mü’min olduğunu anlamış olacağız. Bu gerçekten ilk duyanın “nasıl yani” diyeceği bir mübarek isim.

İmanın kaynağı, burada oturdu. Allah niye El Mü’min miş? İmanın kaynağı olduğu için. Yani birincisi her iman o kaynaktan çağlarmış. İkincisi mutlak güven veren. Bu da oturdu, El Allah El Mü’min olan Allah mutlak güven verendir. Sonsuz sınırsız, eşsiz ve benzersiz güvenilendir. Başka izahı var mı? Allah dışında herhangi biri sonsuz, sınırsız, eşsiz ve benzersiz güvenilen biri değildir, sınırlı güvenilir, eşlidir, benzerlidir ve mutlak değil mukayyettir ama Allah sonsuzca zatına güvenilen tek varlık.

İman esaslarını belirleyen tek mercii El Mü’min. Bu da oturdu bu da “nasıl yani” ye cevap oldu. Yani El Mü’min olmak iman esaslarını belirlemek, belirleyen mercii olmak öyle değil mi? Rabbinizden başkası iman esaslarını belirleyebilir mi? Yani âlimler belirleye bilir mi? Müfessirler belirleyebilir mi? Kelâmcılar belirleyebilir mi? Hatta sevgili peygamberimiz belirleyebilir mi? Hayır. İman esaslarını Allah belirler, Niye? Peygamberimizin de neye iman edeceğini O belirledi.

Ve vecedeke dâ(aaa)llen feheda. (Duhâ/7) sen dalalette idin, O hidayete erdirdi. O bizzat peygamberimize böyle buyuran rabbimiz değil mi? O zaman on u hidayete erdiren de rabbimiz, ona doğru yolu gösteren de rabbimiz. O zaman kendisine doğru yol gösterilen nasıl iman esası belirler. İman esaslarını âlemlerin rabbi olan Allah belirler.

O halde şunu açıkça söyleyelim şimdiden inşaAllah geri döneceğiz; Sizin iman dediğiniz iman değildir, asıl Allah bir şeye iman derse o iman olur. Bu mühimdir yani onun için Allah’ın tanım ı çerçevesinde Mü’min tanımına giriyorsa bir insan o mümindir, yoksa kendisine ne dediği önemli değildir. O nedenle Allah’ın tarifini öğrenmemiz lazım. Mü’min olmak için Allah’ın tarifini öğrenmemiz, El Mü’min olan Allah’tan Mü’min olmanın tarifini almamız lazım.

El; hıyanetin zıddı olan emanete delalet ediyor Arap dilinde El iki anlama birden geliyor güvenlik ve emin olma hali. Sanırım bu ikisi arasında irtibat var, güvenlik içinde olma hali, hem de emin olma hali. Mü’min iman etmekle güvenlik içinde olur. Var oluşsal güvenlik içinde olma hali diyoruz İmana. Haydi, ecnebice sini de söyleyeyim Ontolojik güvenlik, çünkü doğudan batıdan izleyenler var, lügat dağarcıkları çok geniş olmayanlar var, farklı lügatlarla konuşanlar var. Artık dünya global bir dünya, malumunuz insanlar tek düze eğitim görmüyorlar, bazılarının dili daha farklı oluyor, onun için bazen 3 kelimeyi birden ardı ardına söylemek durumunda kalıyorum. Kusuruma bakmayın ukalalık yapmak için değil, çünkü Almanya’dan izleyen 3. Cü kuşak nesil nasıl anlayacak. Yani ben ontolojik deyince anlıyor, fıtri deyince anlamıyor. Aynı zamanda fıtrinin karşılığının ontolojik olduğunu da öğrenmiş oluyor doğu ve batı insanı anlatabiliyor muyum? Onun için yani ukalalık için söylemiyorum ardı ardına söylediğim doğudan batıdan o kavramları. Bunlar birbiri ile buluşsun, batıda yetişenler o kavramın İslâm da ki, bizim kültürümüzde karşılığının bu olduğunu, doğu da yetişenler de, kendi ülkesinde yetişenler de bu kavramın batıda ki karşılığının o olduğunu bilsinler diye söylüyorum kusuruma bakmayın böyle açıklamalar yapmak durumunda kalıyorum. Çünkü insanların yüreklerinden emin değilim. İnsanlar iyi düşünmeyi başa koymaları gerekirken, kötü düşünmeyi başa koyuyorlar. İnsanlar hüsni zannı başa koymaları gerekirken, sui zannı başa koyuyorlar, hemen ukalalık yapıyor diyorlar. Akıllarına o geliyor. Çünkü insanlar kötüye ayarlanmışlar, yürekleri kötüye ayarlanmış maalesef. Yani genelleme yaptığımın farkındayım, umarım haksızlık yapmıyorum ama maalesef günümüzde böyle. Onun için emin olamıyorsunuz, bakışından emin olamıyorsunuz, duyuşundan emin olamıyorsunuz, hissedişinden emin olamıyorsunuz. Oysa asıl olan hüsnü zandır. Aslolan zan değildir bir kere, zan asıl masıl değildir, yakîyn varsa zannı n hükmü yoktur zaten. Çünkü yakîyn esastır. innez zanne lâ yuğniy minel Hakkı şey’a. (Yunûs/36) zan hakikatten hiçbir şey içermez, bitti. Zan hakikatin yerine geçmez, hiçbir zan innez zanne de ki ezzan, o el lâmı tarifi cins içindir, tür içindir, zannın tüm türü, hiçbir türü hakikatin yerine geçmez demek. Ama mecburuz zanna diyelim, zannedeceğiz, çünkü yakîyne eremiyoruz. Karşımızda kinin kalbini bilemiyoruz, davranışının arka planını bilemiyoruz. Ne yapacağız? Hüsnü zan edeceğiz.

Ebu Davud’da nakledilen bir haber de Mü’minin mü’mine kanı, malı, ırzı, ve suizannı haramdır diyor. Sayılan dört şeye bakar mısınız? Kanının haram olduğunu anladık, yani Mü’min bir insan masum bir insanı öldüremez. Cinayet, işte kan dökmek işte haramdır. Yani malı gasp edemez, hırsızlık haramdır. Irzına kastedemez veya namusuna dil uzatamaz, iftira edemez haramdır. Dördüncüsü getirmiş sui zannı da haramdır diyor. Çok temel bir ilke. İnsanlar bakıyorsunuz 50 tane ihtimal var, 51. İhtimalden başlıyor anlatabiliyor muyum? O kapıdan yani önce erkek çıktı sonra kadın çıktı. Bunun 50 tane ihtimali vardır ama 51. İhtimalden başlıyor.

Bu suizandır işte, hem de suizanna ayarlı olmaktır. Beni gördü, ama selam bile vermedi diyor, burnu büyümüş, küstahlaşmış, müstekbir olmuş, artık gözü kimseyi görmüyor. Gelse kendisine sorsa; beni gördün niye selam vermedin? Vallahi seni görmedim, dün bir dostumun vefat haberini aldım dese yüzü ne olurdu? Utanmak düşmez miydi ona.

Otobüste gidiyorlar iki çocuk afacan bir baba oturuyor, afacanlar da ama afacan, öyle bir afacan ki otobüsü birbirine katıyorlar. Koltukların üstünde kovalamaca oynuyorlar. O yolcunun omuzundan, öbürünün başına, diğerinin koluna, bir diğerinin sırtına basa basa. Baba kopmuş otobüsün içinde, çocuklara dur yavrum yapmayın, gelin buraya falan dediği yok. Yolcunun biri bu ne biçim baba ya, yani çocuklara höst demiyor affedersiniz. Yolcunun öbürü bu nasıl terbiyesiz çocuklar, böyle çocuk mu olur, böyle çocuk mu yetiştirilir, bunun nasıl bir annesi var, babası var. Bir başkası şöyle, bir başkası böyle. Bir saat sonra baba inmeden evvel otobüsten. Çok özür dilerim, yarım saat önce annelerini kaybettiler diyor. Peki, ya içinden onları konuşanların durumu ne oldu şimdi? Anlatabiliyor muyum? O söyledikleri nereye gitti? İnsanların içinde bulundukları durumu bilmeden insanları yargılamamak lazım, 51. İhtimalden başlamamak lazım.

Evet, geri dönelim, bu 3 kelimeyi neden ard arda yaptığımızı izahtan sonra. Amena; mef’ul ile birlikte iman etmek, iman; tasdik ve kabul etmek, onaylamak. Mü’min güvenen kimse veya inanan kimsedir. Mü’min imanı olan demektir. İbn. Abbas; kullarına zulmetmeme güvencesi veren anlamını alıyor Mü’mini, Allah’ın Mü’min oluşunu yani güvence veren anlamına alıyor. Bu da güzel bir yaklaşım.

Hani Muaz Bin Cebel nakleder ya sevgili peygamberimizin terkisine binmiş bineğinde; Gittik diyor, gittik, gittik sanki ResulAllah koptu, hiç orada değil. İç dünyasına gömüldü çıt yok. Sadece etraftan işte kuş sesleri, börtü böcek sesleri geliyor. Bir ara başını kaldırdı Ya Muaz dedi, bilir misin Allah’ın kulları üzerinde ki hakkı nedir? Allahu ve Resuluhu âlem, Allah ve resulü daha iyi bilir dedim. Yine kendi dünyasına gömüldü ve gittik, gittik..! Bineğin üzerinde gidiyorlar, arkasında da Muaz. Tekrar başını kaldırdı Ya Muaz Allah’ın kulları üzerinde ki hakkı ellâ ya’budu illallah. Allah’tan başkalarına kulluk etmemeleri. Biraz daha gittik diyor yine gömüldü iç dünyasına. Bir ara başını kaldırdı, ya Muaz diye çağırdı; Lebbeyk ya ResulAllah dedim, buyur ya Resulallah. Dedi ki Ya bilir misin kulların Allah üzerinde ki hakkı nedir? Mâ hakkul ibad Alellâh.

Dehşet bir şey yani bu öbüründen çok farklı bir şey Kulların Allah üzerinde ne hakkı olur yani. Okuyuş böyle, Allah Resulü Allah’ı okuyor, insanlığı okuyor, varlığı okuyor.

Yine gömüldü bir müddet sonra başını kaldırdı; Ya Muaz kulların Allah üzerinde ki hakkı şirk koşmadıkları sürece Ellâ yuazzibehüm, Allah’ın onlara azab etmemesidir. Eyvallah..! Bitti. Dolayısıyla İbn. Abbas’ın El Mü’min tarifi bu anlamda oturuyor.

Katade sözünün doğru olduğunu ispat eden demiş, bu da harika geldi bana. Rabbimizden daha güzel kim ispat edebilir ki sözünün doğruluğunu? İbn Zeyd; Mü’min kullarının güvenlerini boşa çıkarmayan demiş. Mücahid; Zatının tek ve eşsiz olduğunu tasdik eden, Saleb; İman eden kullarını tasdik eden, Hattabî; Zatını tasdik edip doğrulayan. Rabbimiz kendi zatını tasdik edip doğruladığı için Mü’min miş. Yani otoritelerimiz farklı anlamlar veriyorlar. Bakıllani; Allah’ın imanı, kendi zatını tasdik etmesidir diyor, ilginç, oraya da geleceğiz.

Nazari çerçeveye bakalım Allah’ın El Mü’min oluşunun dört anlamı var.

1 – Kendi zatına güvenen ve iman eden. Sırat-ı Müstakim olan Allah zatına güvenir ve iman eder. Allah Allah, yani Allah’ın Mustafa kulu bu zatına iman eder demeniz mecazi olarak sizin çıkardığınız bir şey mi? Hayır benim çıkardığım bir şey değil. Bu tamamen Kur’an dan aldığım bir şey. A. İmran/18. Ayet;

ŞehidAllâhu enneHÛ lâ ilâhe illâ HU. (A. İmran/18) Allah kendisine şahadet getiriyor. Biz Eşhedü enla ilahe illallah diyoruz ya, rabbimizde eşhedü ella ilahe illallah diyor. Burada kullanılan fiil eşhedü değil şehide. 3. Tekil şahıs. Biz 1. Tekil şahıs kullanıyoruz, O; 3. Tekil şahıs. Allah şahit oldu. EnneHû kesinlikle zatı O, yani lâ ilahe illâ Hu. Ondan başka ilah olmayan bir Allah’tır. Böyle. Rabbimiz kendisinden başka ilah olmadığına şahitmiş. Yani biz kelimeyi tevhidi getirirken rabbimizin getirdiği tevhidi getiriyoruz.

Bu nedir aslında dostlar? Bu bize ikramdır Allah bizi onurlandırıyor. Biz şahit olmasak Allah hiç bir şey kaybetmez, O kendi zatına şahit ya, şahit olarak yeter. Ama bizim O’na şahit olmamızı istemesi, bize ikram etmek istemesidir. Bizi onurlandırıyor, bizi şereflendiriyor. Rabbimiz bizi şereflendirmek için kullarım bana şahit olur musunuz diyor. Yoksa O kendi zatına şahit olmuş. Bu altı çizilmesi gereken bir şey.

2 – Kullarından zatına güven ve iman bekleyen demek. Şefkat ve merhametinden dolayı kullarını da kendisine inanıp güvenmeye davet ediyor rabbimiz. Bu da şefkat ve merhametin bir ifadesi, eğer insanoğlu Allah’a hiç inanmasa Rabbimizin nesi eksilir dostlar? Hiçbir şeyi. Allah insan için vazgeçilmezdir, çünkü alternatifsizdir. Fakat insan Allah için vazgeçilmez değildir alternatifi çoktur. Sizin gibilerini sizden daha iyilerini yaratmaya kâdirdir diyen Kur’an dır. Onun için halâ kâinatta bizden başka, bize benzeyen var mı diye sormanın alemi var mı? Ben buraya yazıyorum, Kur’an dan çıkardığım sonuç kâinatta bizden başka bir yığın iradeli varlık var, eminim. Kâinatta bizden başka bir yığın iradeli varlık var. Şu anda ulaşamıyor olabiliriz, hatta ulaşamadığımız için onlara cin deniliyor. Çünkü bizim göremediğimizdendir anlatabiliyor muyum ve yeni yeni bu anlaşılıyor da zaten. Çünkü sadece samanyolu galaksisinde 100 milyar dünya benzeri gezegenin olduğu şu anda astronomi âlimleri tarafından tespit edilmiş durumda. Evet, yüz milyar gezegen, yaşanabilir gezegen.

Böyle de olmalıydı zaten. Onun için bizim kendi kendimize eşrefi mahlûkat lığa soyunmamız, biraz da kendi, kendimize hava, gaz basmamız anlamına gelmiyor mu? Kur’an bunu doğrulamıyor, Kur’an Allah’ınızın aşkına bir daha söylüyorum. Din kültürünüzü Kur’an dan edinin yüzünüz kızarmaz. Ama din kültürünüzü gelenekten edinirseniz yüzünüz kızarır, çok şapa oturursunuz, çok hata verirsiniz, error verirsiniz. Onun için Kur’an dan öğrenin.

Bakınız Kur’an ne diyor? Bu eşref-i mahlûkat ifadesinin hiç yanına yaklaşmaz Kur’an. Ahsen-i takviym kullanır, halifeliği de insanın Allah’a değil yeryüzüne nispet eder. Kur’an da Allah’ın halifesi insan diye bir ibare bulamazsınız. halâifel’ Ardı. sizi yeryüzüne halifeler kıldı. Anlaşılıyor değil mi?

Görüyorsunuz birçok şeyi tashih ediyoruz da birçok şeyde istiğfar ve tevbe ediyoruz da, dini bilgi ve kültürümüzde tevbe ve istiğfarı çok zor yapıyoruz. Kendimizi yemeyelim efendim bu kadar zor değil yani, çok zor değil. Allah’ın kitabı elimizde elhamdülillah. Zaten bu işleri Allah’tan başka kimden öğrenebileceğiz ki. Yani insanın tarih öncesi geçmişini, kâinatın geçmişini kimden öğrenebileceğiz ki, kâinatın kapasitesini kimden öğrenebileceğiz ki. Allah’tan başka kim bize bu konuda bilgi vere bilir ki. Arkeolojik kazıyla siz bu konuda bilgiye ulaşamazsınız. Onun için Kur’an mahcup etmez.

3 – Her imanın eşsiz benzersiz kaynağı olan demektir el Mu’min. İman tabir caizse patent hakkı El Mu’min olan Allah’a aittir. Yani birinde iman görmüşseniz önce Allah’ı hatırlayın. Niye? İman gibi bir seçeneği yaratmasaydı kul onu seçemezdi değil mi. Yani seçenekler arasında iman gibi bir seçeneği yaratan El Mu’min olan Allah’tır. El Mu’min isminin 3. Anlamı budur. Yani imanın patenti Allah’a aittir.

4 – İman esaslarını belirleyen tek merci Allah’tır. Her akide iman değildir bunu biliyoruz değil mi. Adamın akidesi var, konuşuyor. Başlıyor uçtu kaçtıdan bahsetmeye. Uçtu kaçtıya getirince ne yani diyor Allah istese olmaz mı diyor. Olmaz, Allah istemez. Allah neyi isteyeceğini ifade etmiş. Allah kötülüğü istemez diyor Kur’an, Allah sizin için iyiliği ister diyor. Bitti. Allah eşyaya sünnet koymuş.  ve len tecide lisünnetillâhi tebdiyla. (Feth/23) Allah’ın sünnetinde bir değişim bulamazsınız. ve len tecide lisünnetillahi tahviyla. (Fatır/43) Allah’ın sünnetinde bir bozulma bulamazsınız.

Allah söylemiş, onun için olmaz, Allah olmaz diyor da onun için olmaz. Allah prensipli bir Allah. Senin gibi ipi sapı belli olmayan değil ki. O’nun prensipleri var hâşâ. Nedir O’nun prensibi? ketebe alâ nefsiHİr rahme. (En’am/12) zatına rahmeti farz kılmıştır diyor. yuriydullâhu Bikümül yüsra ve lâ yuriydu Bi kümül ‘usr. (Bakara/185) Allah sizin için kolaylığı ister zorluğu istemez buyuruyor mu Kur’an ın da? Buyuruyor. O zaman bana zorluğu dayatıp ta getirip Allah dilese olmaz mı deme. Neyi dileyeceğini orada yazmış. Onun için Allah üzerinden bana kendi hurafeni pazarlama diyeceksiniz bu tiplere. Çünkü Allah senin gibi ilkesiz biri değil, rabbimiz ilkeli, prensipli bir Allah. Yani takva ehli bir Allah. Bunu kendisi buyuruyor ehlütTakva ve ehlülMağfireh. (Müddessir/56) O takva ehlidir diyor. Yine Rabbimiz inne Rabbiy alâ sıratın müstekıym. (Hûd/56) dosdoğru, sıratı müstakim üzere bir Allah. Senin gibi yamuk değil ki. Onun için Allah dilese olmaz mı? Olmaz. Çünkü Allah dilemez. Neyi dileyeceğini söylemiş.

Bu mantık var ya aslında kendine alan açmak için Allah’ı istismar ediyor, Allah’ın gücünü ve kudretini istismar ediyor. Onun için tarihe bakın, çok ilginç. Adalet merkezde idi zalim yöneticilere karşı adaleti savunan ulema kimi zaman kellesini verdi, kimi zaman ömrünü verdi, kimi zaman tüm konforunu verdi. İşte İ. Ebu Hanife kelimenin tam anlamı ile imamı azamdır lafın gelişi değil. İmamların imamıdır o. Ebu Hanif’tir, hanifliğin babasıdır, doğruluğun babasıdır, kellesini verdi. İşte Hasan el Basri, ömrünü verdi, konforunu verdi. Yani hayatı zindanda gibi geçti en azından bir kısmı. 3 yıl, kızının cenazesine katılamadı zalimlerin kovalamasından. Yakalansaydı kellesi gidecekti.

Ulema böyle yaptı. Daha sonra ne oldu? Adaleti merkeze yerleştirdiler ve adaleti merkeze yerleştiren ekol daha sonra mu’tezile adı verdi hasımları onlara. Onların kendilerine verdikleri ad ehlü-t tev hid vel adl, tevhid ve adalet ehli idi. Hasımları onlara Mu’tezile adını verdiler ve hasımları çıktılar onlar adaleti savunuyor diye Allah’ın Kâdir isminden yola çıkarak Kudrete vurgu yapmaya başladılar. Yani Allah’ın ne kadar Kâdir olduğunu ispata kalkıştılar. Zannedersin ki Allah’ın kudretine laf eden var. Zannedersin ki Allah’ın kudretini alıp kaçan var anlatabiliyor muyum?

Niye adalet deyince siz hemen kudreti aklınıza getirdiniz? Neydi sizi rahatsız eden? Allah’ın kudretine kulun eli ulaşmaz ama adaletsiz olanlar kulların üzerinde geziyor çirkin elleri, zalimlerin elleri. Niye rahatsız oldunuz adalet deyince? Onun için işte Allah’ın kudretine yatırım yaptılar. Allah’ın kudretine yatırım yaptıkça kendisini Allah’ın yeryüzünde ki gölgesi zanneden, sayan yöneticileri kimse tutamadı. Zıllullahfiyl arz Allah’ın yeryüzünde ki gölgesi. Haydi bakalım Allah’ın kudretini büyüttükçe  bu zalimin zulmü de büyüyor.

Allah’ın kudretine vurgu Allah’a hiçbir şey kazandırmadı, Allah’ın kaybedecek bir şeyi yok ki kazansın. Rabbimizin kudretine kulun eli mi ulaşır, zihni mi ulaşır, aklı mı ulaşır. Asıl dertleri yeryüzünde ki egemenlerin zulmünün önünü açmaktı, maalesef bu da oldu. İşte dirisi girdi Ebu Cafer Mansur’un zindanına İ. Azam’ın ölüsü çıktı ve son sözü neydi biliyor musunuz, beni gaspedilmemiş bir toprağa gömün. Nasıl bir şey? Görüyor musunuz şimdi kendisine Hanefi ulema olarak niteleyenlerden kaçta kaçı onun mezhebindendir? Onun yolundandır, bir bakın bakalım şöyle. Onun uğraştığı devlet bugünkü devlete göre bin kat daha İslami idi. Öyle değil mi? Mirasını yiyorlar, yiyorlar ama çizgisini sürdürmüyorlar.

El Mu’min ismi Kur’ani çerçeve. Kur’an da El Mu’min ismi 22 yerde geçer, hepsi de belirsiz formda geliyor. Bir tek yerde Allah’a nispetle geliyor o da bildiğiniz gibi Haşr/23 ayetinde. Okuyalım mı? BismillahirRahmanirRahıym.

“HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir* (Haşr/23) O Allah ki kendisinden başka hiçbir ilah yok, O Allah’ki %100 Allah, O Allah’ki kulluk edilmeye layık tek varlık. O Allah’ki ubudiyyetin tek adresi. Yani hepsi de lâ ilâhe illâ “HÛ” nun manasıdır. El Melik’tir O, mutlak yönetici. El Kuddûs’tür o mukaddes olanı O belirler. Bir şeye Allah kutsallık katarsa o kutsal olur, Allah’ın kutsamadığını kutsal kılan hurafe uydurur. Es Selâm, bir önceki derste işledik değil mi mutlak huzurun barışın saadetin kaynağı O’dur, huzurun ırmağı rabbimizden çağlar. Ey Kul eğer huzurlu olmak istiyorsan Allah’tan çağlayan ırmağa ağzını yapıştır, dudaklarını o ırmaktan çekme. Allah’a sırtını dönerek huzur bulamazsın.

El Mu’min; işte orada geldi. El Mu’mindir güvenin sonsuz kaynağıdır, imanın kaynağıdır, imanı belirleyen tek mercidir. El Muheymin’e geleceğiz.

İman nedir, inkâr ne. İmanı inkârdan ayıran değişmez hatları kim koyar? İmanın esaslarını, imanın şartlarını kim belirler? İnsan neye inanırsa o iman adını alabilir mi? Veya insan inandığının iman adını alabilmesi için kimin iman demesi lazım ona. İnsanların imanları hakkında ki nihai karar yetkisi hangi zata aittir, kime aittir.

Bu ve buna benzer tüm soruların tek cevabı var dostlar, El Mu’min olan Allah. Allah’ın El Mu’min olduğuna iman eden O’nun iman dediğine iman eder değil mi? O listede yazılanları ne eksiltir ne fazlalaştırır. Kıymete kanaat etmek budur. Allah’ın iman dediğine iman etmek için inkâr edin dediğini de inkâr etmek lazım.

femen yekfür Bittağuti ve yu’min Billâhi fekadistemseke Bil urvetil vüska, lenfisame leha. (Bakara/256) Ayete bakın, tercüme edeyim; Kim tağutu inkâr ederse ve Allah’a iman ederse o kopmaz bir halkaya yapışmıştır. Bu aslında nedir? Lâ ilâhe illallah. Bu aslında şudur güçlü bir hayır diyemeyen, güçlü bir evet diyemez. Küfre hayır diyemeyen imana evet diyemez. Lâ diyemeyenin ilâhının illâsının çek kuyruğundan. Müşrikler İllâllah demişlerdi ilahe diyemeyenler anlatabiliyor muyum?

Onun için lebbeyk allahümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk İllâ şerikun hu velek Temlikûhu ve ma-melek. Bu müşriklerin telbiyesidir. Müşriklerin haccı sırasında yaptıkları telbiyeleridir. Manasını da vereyim bir daha; Buyur Allah’ım buyur emrine geldik, senin ortağın eşin yoktur ancak bir tane ortağın vardır o da -Mekke’de ki putu kastediyorlar- sana aittir. Hu velek o da sana aittir Temlikûhu ve ma-melek o da senin mülkündür onun sahip oldukları da senin mülkündür.

Buyrun, nereden yakalım şimdi, oradan mı buradan mı, şuradan mı nerden yakalım? Müşrik bunlar, müşriklerin telbiyesi bu. Yani Allah’a eş kabul etmiyorlardı. Mindunillâh, Allah’ın ast ı, astlarından. Yani o da senindir ya rabbi diyorlardı hu velek, yani bizim taptığımız putta senin mülkündür diyorlardı. Bu müşriklerin cahiliye de ki telbiyeleridir. Çok ilginç değil mi dostlar. Gözünüz veya kulağınız bir yerlerden ısırıyor mu? Yani müşrik deyince, şirk deyince, cahiliye deyince siz sadece Mekke’ye mi hasrediyorsunuz bunu. Şirk Mekke’ye hapsolmadı ki Onun için Kur’an canlı, diri ve Kur’an ın uyarısı bugün içinde geçerli, her zaman geçerli. Hepimizi her an uyarıyor; şirkten korunun, şirkten kaçının, çünkü şirk insanı parçalar, insanın iç bütünlüğünü parçalar. İnsanın içi parçalanınca o insan dışını da parçalar. İçi parçalanmış insanlar dış dünyasını da parçalar dış tutamaz. İnsanları parçalar, hayatı parçalar varlığı parçalar ve edenle var edileni parçalar, halik ile mahlûkun arasını böler parçalar yani koparır. Bağ kurması gereken şeyleri koparır. Onun için var edenle var edilen arasında ki bağı koparır. Allah ile peygamber arasında ki bağı koparır, din ve dünya arasındaki bağı koparır, dünya ile ahiret arasındaki bağı koparır, ruh ile beden arasında ki bağı koparır, madde ile mana arasında ki bağı koparır. Ceset ile ruh arasında ki bağı koparır.

Bu bağları koparmanın belasıdır insanlığın yaşadığı bela. Kaç tane günah, kaç tane isyan, kaç tane huzursuzluk, kaç tane insanoğlunun işlediği cinayet sayarsanız sayın temelinde bu yatar. Onun için şirke Rabbimizin bu kadar mim koyması, bu kadar rabbimizin reddetmesi ve yasaklamasının bir sebebi vardır dostlar buna iman edin. Buna önce iman edelim bu çok önemli. İnsanın her an düşme tehlikesi olmasaydı her an bu kadar üzerinde durulmazdı.

Onun El Mu’min olduğuna iman eden O’nun koymadığı iman şartlarını koymaz. Zanni bir takım rivayetlerden yola çıkarak kati olan iman alanını spekülatif bilgiye açmaz. Zira spekülatif bilgi zanni bilgidir. Zan olan yerde iman olmaz, iman olan yerde zan olmaz. Çünkü iman yakîyndir, zan yakîyn değildir. ve Bil ahireti hum yûkınûn. (Bakara/4) İkandan evvel imandan evvelki zan belki affedilebilir.

Elleziyne yezunnûne ennehum mülaku Rabbihim ve ennehum ileyhi raci’ûn. (Bakara/46) Rablerine kavuşacaklarını zannedenler, çünkü onlar henüz daha vahiyle ikana ermemişler, vahiyden önce de ahirette kavuşacaklarına dair içlerinde bir hüznü zan varmış. Ama vahye kavuşunca artık bu hüsnüzan yakîyn oldu. ve Bil ahireti hum yûkınûn fark burada, Ve sonuçta Allah’ın indirilen dinine karşı koskoca uydurulan dini görürsünüz orada.

Akif’imiz konuşsun biz susalım,

Yıkıp şeriatı bambaşka bir bina kurduk,

Nebiye Atf ile binlerce herze uydurduk.

Bunu biz yaptık dostlar, istiğfar eder gibi tevbe edeceğiz, yani bizden bilmem kaç yüzyıl evvel olmuş olması bizim elimizi yıkamamız anlamına gelmiyor, kültürümüz onunla dolu. O zaman tevbe edeceğiz, kendi günahımıza tevbe eder gibi tevbe edeceğiz. Öz eleştiri tevbedir, tevbe öz eleştiridir. Bu ümmet tevbeyi, yani eleştiriyi öğrenmediği sürece burnu pislikten kurtulmayacaktır. Bu ümmetin eleştiri yapması gerektiğini söyleyenleri kampçılıkla suçlamak, kant’ın veya Hıristiyanların günah çıkarmasıyla Müslümanların istiğfarını ve tevbesini aynı çuvala koymaktır.

Biz günah çıkarmayız, bizim papazımız yok, biz tevbe ederiz, biz istiğfar ederiz. Onun için tevbe ve istiğfarla günah çıkarmayı birbirine karıştırmamak lazım. Daha önce işledim.

Sonuç, sonuç acı ve bedeli de pahalı olmuş, şahadet ve gayba dayalı Kur’an epistemoloji yerini zanna dayalı rivayet kültürü almış. İlim ve imanın yerini de spekülatif bilgi ve itikat almış. İtikadı kısa diyor. İmanı bol olsun itikadı yok olsun, anlatabiliyor muyum? İmanı bol olsun, itikadı kısaymış. Neye inanması gerekiyor muş? Falancanın suyun üstünde yürüdüğüne, falancanın aynı anda hem İstanbul’da hem Mekke’de olduğuna inanması gerekiyormuş. Buna inanmazsa itikadı kısa inanırsa uzun oluyormuş. Biraz daha uzatalım 3 yerde olsun, yani uzatmanın sonu yok devam edin gitsin. Nasıl olsa hesabı yok değil mi, yani yahu ispat et demeyecekler ve siz nezaketen ispat yükümlülüğünüz yok, ispat mükellefiyetiniz yok.

Hocamız rüyasında görmüş. Hocanızın rüyasını hangi laboratuvara sokalım şimdi? Hangi kitaba bakayım şimdi? Yani hadisleri ayırmak için bir usul var, Kur’an ı anlamak için bir usul var anlatabiliyor muyum? İşte müteşabih ayeti anlamanın bir usulü var. Rivayetleri anlamanın bir usulü var. Peki senin hocanın rüyasını anlamak için usul ne bana onu bir söyle. Yani senin hocanın rüyası hangi zaman sahih olur, hangi zaman zayıf olur, hangi zaman mevzu uydurma olur. Senin hocana rüyayı hangi zaman nasıl yorumlarsak Allah göstermiş olur, nasıl yorumlarsak şeytan göstermiş olur. Şeytanların da vahiy getireceğini vahiy söylüyor.

Adam geldi ben Mehdi’yim dedi, benim Mehdiliğimi ilan etme görevini Allah size verdi dedi. Bir değil, iki değil, üç değil dört tane. Bunu söylerken de çok ciddi. Ben dedim yalan söylemiyorsun vallahi, senin gibi bir insan yalan söylemez. Çünkü görseniz şaşırırsınız. Fakat dedim seni biri parmağına dolamış oynatıyor. Ben onu biliyorum da sen onu biliyor musun? Şeytan seni parmağına dolamış, gel seni hekime gönderiyim dedim bedelini de ben vereyim.

Öyle bir bozuldu ki, Allah’ın emrini dinleyip dinlememek sana kalmış dedi çekti gitti. Şimdi düşünebiliyor musun, o mehdi, onu mehdi olarak ilan etme görevi de bize verilmiş, yani lütfettiniz diyesi geliyor insanın.

Kur’an a iman etmiş bir mü’mine itikatta mezhebin ne gibi akıllara ziyan bir soru sorulur mu? İtikatta mezhebin ne, Müslümanda itikatta mezhebi mi olur behey şaşkın. Mezhep olan yerde itikat mı olur behey şaşkın imanın mezhebi mi olur? Mezhep; içtihat farklılıklarının olduğu yerde olur. İman içtihadı bir konumudur behey şaşkın, senin imanın içtihatla mı belirleniyor? Bu ne biçim şaşkınlıktır ki bu şaşkınlığın arkasına koca bir ümmeti taktın. Zan ile itikat mı olur behey şaşkın. İçtihada mesa olan konular zanni konulardır zaten zanni, olmasa o konuda içtihat olmaz, içtihada gerek olmaz, Allah o konuda konuşmuştur, Allah’ın konuştuğu kon uda içtihat mı olur.

Müslüman Allah’a teslim olandır, onun itikadını Allah belirler. İtikatta bir tek kitabımız var o da Kur’an. Müslümanın itikadının kitabı Kur’an dır. Müslüman itikadını nesefi akaidine göre belirlemez, Tahavi akaidine göre belirlemez, Eş’ari’ye göre belirlemez, Maturudi’ye göre belirlemez. Bu mübarek insanlar kelamcıdır, yazdıkları kitaplar da kelam kitabıdır bilmem anlatabiliyor muyum? Kelamı itikadın yerine koyunca imanı nereye koyacaksınız? O zaman işte ümmeti böyle bölersiniz, parçalarsınız, ayırırsınız ve bugün yok ama yarın birbirlerinin boğazına düşürürsünüz, birbirlerine kılıç çektirirsiniz.

Evet, hadisçi Sebük Tekin, İbn. Furek’i Eş’ari olduğu için darağacında sallandırdı, ama bu bir cinayettir. İbn. Furek gibi bir Kelam imamını Sebük Tekin gibi bir Müslüman yönetici sırf Eş’ari olduğu için darağacında sallandırdı. Yani siz sadece mezhep kavgalarının Sünnilerle şiiler arasında mı olduğunu zannediyorsunuz, Bağdat’ta Hambelilerle Hambeli olmayan sünniler arasında kan gövdeyi götürdü kaç kere. Rey’de öyle eski Tahran yani. Kahire de öyle anlatabiliyor muyum?

Onun için bize bembeyaz toz pembe bir dünya, toz pembe bir tarih çizenler yalan söylüyorlar, doğru söylemiyorlar ve şimdi şu birbirini tekfir eden Sünniler nereden çıktılar, bunların eline kılıç versen, imkân da versen, güçte versen, devlette versen kesmezler mi? Bu kadar.

İmanı yargılamak El Mu’min’in hakkıdır, El Mu’min ismine iman eden herhangi bir mü’minin tekfirci olması mümkün değildir. Tekfirci olan biri El Mu’min ismine iman etmiyor demektir. Zira tekfir insanların imanı hakkında yargıda bulunmaktır, bu Allah’tan rol çalmaktır. İman hakkında hüküm vermek Allah’ın tekelindedir. Te’vil varsa tekfir yoktur, bizim yolumuz da budur.

İslâm’da Allah dışında imanları kabul veya reddedecek bir merci, bir papalık yoktur. Hz. Nebi imanı yargılamaya kalkan Üsame’yi kalbini yarıp ta baktın mı diye azarlamıştı. Hel şaşakte kalbehu, kalbini yarıp ta baktın mı. Demek sen rabbim Allah diyen birini öldürdün ha Üsame? O kadar tekrarladı ki diyor seferden dönünceye kadar Üsame keşke o günden sonra Müslüman olsaydım dedim.

Gazzali El İktisat kitabında el-itikad fi’l-İktisat’da Tekfir’in kaynağı akıl değil nakildir der. Ne demek bu? Bana göre ona göre kâfir olmaz, Allah’a göre kâfir, Allah’a göre mü’min olur. Peki Gazali kendi hükmüyle amel etmiş mi? Etmemiş. Kendi hükmünü çiğnemiş çelişkiye düşmüş, gitmiş Farabi’yi, İbn. Sina’yı 3 meseleden dolayı kâfir ilan etmiş. İçinizden ve tanıdığınız biri Gazzali’yi, Farabi’yi ve İbn Sina’ yı kafir ilan etti diye bu ilan edilenlere kafir olarak bakan birini gördünüz mü? Demek ki ciddi değil. E o zaman bu kadar Mukaşefetül Kulüp nasıl satılıyor? Demek ki ciddiye almayanları, ciddiye almayanlar götürüyor. İnsanlar ciddiye almayanları, ciddiye almayanlar götürüyor buradan bu çıkıyor.

Mü’min ve müslim olduğu bilinen biri bana göre sana göre, ona göre kâfir olmaz. İslam’da bunu yapacak papa, konsül kilise sinagog yoktur, bunu yapmaya kalkan İslâm’ın pavlusu olmaya soyunmuştur. Müslüman olmanın şartlarını siz değil Allah belirler zira el Mu’min olan Allah’tır.

Mü’min olan Allah’ın tecellileri, İman; el Mu’min olan Allah’ın tecellisidir. Kalbin bir şeye yönelmesi manasına geliyor iman. Belki şu manayı da içinde taşır, kalbin bir şeyden emin olma haline iman diyoruz. Emin olan, yatışıyor, yani adından daha öte biliyorum, eminim. O zaman iman oluyor o.

küllün âmene Billâhi ve MelâiketiHİ ve KütübiHİ.. (Bakara/285) de ki “Ba” var ya, o geçişli, yani müteaddi yapıyor, iman nesneye geçiyor demektir o “Ba” ile âmene Billâhi. Yani iman etti. Neye? Tümleç geliyor, mef’ul geliyor, neye iman etti? Allah’a. Sonuç; İmanın “ba” ile buluşması, imanın öznesinin imanın nesnesiyle buluşması anlamına geliyor. İmanın öznesi insan, nesnesi inandığı şey. İmanın öznesi ile nesnesi arasında ki sadakate tekabül eder iman. Ben sana iman ettim ya Rabbi, imanımda sadıkım. Budur.

Evet, iman demişler dil ile ikrar kalp ile tasdik, uzuvlarla amel etmektir. Aslında iman ağacı dört unsurdur; Marifet, tasdik, ikrar, amel. Marifet, ağacın kökü, saçağı. Marifet; tanımak bilmektir. Neye inanacağınızı bilmeden iman olmaz. Onun için marifet iman ağacının köküdür. Kökü olmayan bir ağaca ağaç değil odun derler, kütük derler. Ondan sonra gönülde tasdik, sonra ikrar dilde ve eylemlerle amel.

İmanın mahiyeti üzerine şöyle kısaca konuşacak olursak; Hıristiyan ilahiyatı iman doğrulanamaz der. Doğrulanamayan şey yanlışlanamaz da. İşin içine teslis girince imanı böyle tarif etmekten başka çare yok. Çünkü teslisi izah edemiyorsunuz. Baba, oğul, Ruhül Kuds. Üçü bir, biri üç. Nasıl izah edeceksiniz? Dolayısıyla iman doğrulanamaz der Hıristiyan ilahiyatı.

Peki İslam ne der? İslam; iman doğrulanabilir de yanlışlanabilir de der. Zira İslâm imanının vurulacağı bir mihenk taşı vardır. Nedir O? Kur’an. Bu tarif sadece inanılacak şeyleri içeren değil, inanılmaması gereken şeyleri de dışlayandır. Ona biraz önce değindim. femen yekfür Bittağut.. ile.

Kur’an beş başlık açmış iman konusunda. Allah’a iman, meleklere iman, Resullere iman, Kitaplara iman, Ahirete iman. Nisa/136 ve Bakara/177 ci ayette bunlar sırasıyla sayılmış. Helak olan bir delil ile helak olsun, yaşayan da bir delil ile yaşasın diyor Enfal42. Ayette rabbimiz.

Bu ayete göre iman akıl dışı bir faaliyet değil, akıllı bir faaliyettir. Akılcı, rasyonalist değil ama rasyonel bir faaliyettir iman İslâm’a göre. Hıristiyanlıkta iman akıl dışı bir faaliyettir. Hıristiyanlık imanla aklın arasını koparır, onun içindir ki Hıristiyanlık, batı tarihi; İman edince akıla düşman olmuş, akledince imana düşman olmuştur. Manzara da gördüğünüz gibi. İman edince akla, akledince imana. Bizde ise imanımız arttığı kadar aklımız artar, aklımız arttığı kadar imanımız artar ve Kur’an ımız der ki akletmeyenlerin üzerine Allah pisliği boca eder. Yunus/100. Yine Kur’an ımız der ki canlıların en şerlisi akletmeyenlerdir. İmana çağırmak inanç sahibi olmak değil, iman edilmesini emrettiği şeylere inanmaktır.

İmanın değeri nedir? Fıtrat açısından değeri, fıtrat iman üzerine kodlanmıştır. Bu ne demektir? Şu demektir; İnsanın fıtratı, alt yapısı iman etmeye müsait yaratılmıştır. Yani iman etsin diye yaratılmıştır.

İmansız olanlar huzursuzdur, içlerinde bir huzursuzluk duyarlar. Gerçekte bunu itiraf eden ateistler gördüm. Hatta şunu söyleyenleri gördüm, keşke senin gibi iman edebilseydim. Dürüst olanları bunu itiraf ederler. Çünkü içeri daima huzursuzdur. Çünkü emin olma hali insana huzur veriyor. Hiçbir şeyden emin değil, onun için fıtrat iman üzere kodlanmıştır.

Ahlak açısından değeri; Ahlak’ın temeli fıtrattır, referansı Allah olmak zorundadır. Öyle değil mi. Takva açısından değeri iman ile taçlanmış bir takva sahibini sağlan bir şirkete sigorta ettirmiş bina gibidir. Yoksa takva sigortalı değildir.

İşte Hatıb bin ebi Beltea örneği. İmana bakınca iman Erciyes dağıdır, günah çakıl taşıdır. Hatıb savaş şartlarında ihanet etmişti. Allah resulünün savaş hazırlığı var, bunu eşlerinden dahi saklıyor, ama bu zat –ki buzat Uhud ve Bedir’e katılmış bir zat- ama bu zatın bir zaaf noktası var, fakir bir zat, annesi kardeşleri ve çocukları Mekke’de kalmış Medine’ye geçirememiş. Yani bir tür Mekke müşriklerinin elinde rehin. Bu zatta onlara zarar gelmesin, onların canını kurtarayım diye Resul Allah’ın savaş hazırlığın ı hissettiği anda Mekke’lilere giden bir müşrik kadınla bir pusula gönderiyor. Pusulanın içinde de öyle aleyhte bir şey yazmıyor. ResulAllah yer gök kaldırmaz bir orduyla üstünüze geliyor, hazırlanıyor, asla kaçıp kurtulamazsınız. Yazdığı da buna benzer bir şey. Ve Allah resulü kendi kaynaklarıyla haber alıyor, Hz. Ali’yi yolluyor, kadını yolda yakalıyorlar, en olmadık yerinden çıkartıyorlar ve pusula geliyor, yazan Hatıb ortaya çıkıyor. Hatıb’ı yakalayıp getiriyorlar. Hz. Ömer olayı duymuş, elini kılıcına atmış karargâh çadırın önünde bekliyor; bırakın şu münafığın boynunu vurayım diye üstüne yürüyor. ResulAllah içerden; bırak ya Ömer O Allah ve resulünü seviyor. Bitti. Ölçü bu. Ölçü muhteşem.

Zaaf olabilir, anlaşılabilir, efendimiz bundan dolayı ona ceza vermedi, hatta Mukavkıs’a onu elçi olarak yolladı. Daha sonra da bu zatı görevli olarak kullandı, kuyuların açılması vazifesiyle bu zatı görevlendirmişti. Resul Allah’ın memuru oldu yani. Onunla asmadı bunu. Oysa savaş şartlarında işlenmişti, hangi ülkede olursa olsun bu vatana ihanet suçudur.

İşte Ammar Bin Yasir. İşkence ettiler onların dediğini söyledi. Ondan sonra da Resul Allah’a geldi iki gözü iki çeşme; Ya Resul Allah ben onların dediğini söyledim dedi. Yani yanıyor içi. Peygamberimiz ‘in ‘adü fe’ud hiçbir şey olmaz. Kalbini nasıl buluyorsun dedi? İmanla dolu buluyorum ya Resul Allah dedi. O zaman dilinle söylediğinden bir beis yoktur. İkrah halinde söyledin, yani zorladılar, canına kastettiler söyledin. Eğer bir daha yaparlarsa bir daha öyle söyle. Yani orada da kişinin köşeye sıkıştığı durumlarda rabbimizin insanın yüreğine nazar ettiğini, gönlüne nazar ettiğini, yani görüntüsüne değil olduğuna baktığını görüyoruz.

İman ve inkâr nedir, İman en büyük imkândır öyle değil mi dostlar. Kişinin imanı tükenmedikçe imkânı tükenmez. İman ön bilgidir, bu çok önemli. İnkâr ön yargıdır, zira iman pozitiftir tabiatı gereği, inkâr negatiftir. Negatif olan yani inkârın değeri sıfırdır. İmanın değeri ise artıdır +1. En aşağını +1 dir. O zaman İnkâr bir yokluk halidir, inkâr adı üstünde yok demek. Dolayısıyla yok, bir değer değildir, inkâr bir değer değildir ama iman bir değerdir.

İman sevgiye benzer, inkâr nefrete. Sevgi pozitif bir şeydir, nefret negatif bir şeydir. İman hatırlamak küfür unutmak gibidir. Hatırlamak geri kazanmaktır, unutmaksa kaybetmektir. Kaybetmek bir değer değildir, kişi kaybetmekle övünemez yani, kaybettim yaşasın..! Diyebilir mi? Onun için iman kazanmaktır inkâr kaybetmektir.

İman bir bağlanıştır, inkâr ise bir kopuştur. İman var oluşsal güvenliğin garantisidir. İnsan özgürlükten önce güvenlik ister kesinlikle, yani güvenlik özgürlükten çok daha fıtridir, ontolojiktir.

Bebeklere bakın, bebekleri özgür bırakın da göreyim, aman anne beni bırakma der. Yavrum seni özgür bıraktım. Bebeğe zulümdür bu. Peki nedir bebeğin istediği güvenliktir. Daha anne karnında annesini emmeyi öğrenerek bu güvenliğin esas var oluşsal olduğunu görürüz. Bakınız daha ateşle altını ayıramayacak yaştadır, bir ipe tutturun havaya asın hem ağlar hem sarılır, güvenlik fıtridir çünkü. On un için korku hepsinden önce gelir. İman insanda ki bu fıtri güvenlik ihtiyacını kökten çözen bir hadisedir. Var oluşsal güvenlik içinde olmak ister insan.

Başka nasıl olacak, şu koskoca âlemde o kadar güvenliksiz durumdayız ki biliyor musunuz? Yani kâinattan bir taş atsalar şöyle, işte gök taşı diyorlar ya, kuvvetli bir taş atılsa tuz buz olursun, bir şey yok. 80.000 tane göktaşı, göktaşı kuşağının içinde serseri bir biçimde dolaşıyor. Ama rabbimiz öyle güvenlik kalkanları koymuş ki yeryüzüne, önüne ve arkasına. Önüne, arkasına gezegenleri dizmiş. Ondan sonra manyetik bir kalkan koymuş. Ondan sonra atmosfer koymuş. Atmosfere giriyor taş, girişiyle birlikte bin parçaya parçalanıyor, yanmaya başlıyor. Kaç kalkan koymuş.

Misafirhaneyi böyle koruyan misafiri korumaz mı? Misafirhane misafir için yapılır, ayakkabı ayak için, eldiven el için, şapka baş için. Öyle değil mi? Misafirhaneyi koruyan rabbim misafiri korumaz mı? Onun için imanı yarattı, onun için El Mu’min’dir.

İman sebattır, mü’minin sükûneti imanındandır, inkâr savruluştur, sahte bir özgürlüktür. İman haddi bilmek, küfür haddi aşmaktır. İman kendi kendinde olma hali, inkâr kendini kaybetme halidir. İman şükürdür, inkâr nankörlüktür. Teşekkür ekmeğin değil, ekmeği verenin hakkıdır. Ekmeğe teşekkür ettiğiniz zaman ekmek bile güler size, şaşkına bak şaşkına, daha nereye teşekkür edileceğini bilmiyor. Suyu içtiğinizde suya mı teşekkür edersiniz. Su ne bilir ki teşekkürü. Suya teşekkürünüz nedir biliyor musunuz? Suyu yerinde kullanmaktır. İçmekle aslında teşekkür ediyorsunuz. Ama şükrünüzü Allah’a, suyu yaratana yapmak zorundasınız. O zaman şükür olur.

İman vefadır, inkâr vefasızlık. Allah’a vefa göstermeyen kula hiç vefa göstermez. İman yüzünü dönmektir, küfür sırtını dönmektir. Nûra sırtını çeviren hayatı kendine zindan eder. İman kaynağa yönelmektir, inkâr kaynaktan uzaklaşmaktır, kaçmaktır. Allah göklerin ve yerin Nûrudur; Allâhu Nûrus Semâvâti vel Ard. (Nûr/35) Allah’a iman, Nûra yönelmektir. İman ilgidir, küfür kayıtsızlıktır. Evet, iman ilgidir. İman eden var oluş anlam ve amacına ilgi duymuş demektir. Var oluş amacına kayıtsız kalanın kulluğu olur mu? Neden bazıları kulluk etmiyor derseniz kayıtsız da ondan.

İman bilinci bilinç üstüne bağlar, inkâr bilinci, bilinçaltına mahkûm eder. Bilincini bilinçaltına mahkûm edeni güdüsü yönlendirir, bilincini bilinç üstüne bağlayanı Allah yönlendirir. İmanı üzerinden yönlendirir. Bilinci bilinçaltına mahkûm edeni güdüleri üzerinden şeytan idare eder, Bilinci bilinç üstüne bağlayanı aklı, iradesi, vicdanı ve ruhu üzerinden Allah yönlendirir.

Tercih senin, bağlanmakta senin, nereye bağlayacağına sen karar vereceksin imma şakiran ve imma kefura. (İnsan/3) İster şükreden olursun ister küfreden olursun. Onun için Feelhemeha fucureha ve takvâha. (Şems/8) fücurunu da ilham etti, takvasını da ilham etti. Sen fücürü istersen tercih edersin, ister takvasını tercih edersin bu sana ait.

Sözün özü imanı sevmek gerekir, imanı seven Allah’ın sevdirdiğini seviyor demektir. habbebe ileykümül iymane ve zeyyenehu fiy kulubiküm (Hucurat/7) O size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi.

Efendimizin, sevgili peygamberimizin şu muhteşem ifadesiyle bitireyim. Lâ tedhulül cenneh hatta tu’minu iman etmedikçe cennete giremezsiniz. La tu’minu hatta tahhabbu birbirlerinizi sevmedikçe de kâmil iman etmiş olamazsınız. Arkasından da bu hadisin devamı ne biliyor musunuz? Size birbirinizi sevmeyi öğretecek bir davranış göstereyim mi? Göster. Efşusselâm. Selamı yayın. Es Selamüaleyküm demeyi değil buradaki emir, huzuru yayın, sükûnu yayın, mutluluğu yayın, selameti yayın, İslam’ı yayındır. Es Selamı aleyküm bunun sadece dil ile olan kısmıdır. Yoksa ne yaparlar? İnsanlar birbirlerini görünce selâm verirler o geçer geçmez (…! ) derler ve b ir de münafıklık yapıp günahkâr olurlar. Onun için biz hem ilahi emirlerin, hem nebevi emirlerin ruhunu öldürdüğümüz için cesedine yatırım yaptık, on un içinde içini boşalttık.

Tüm derdim ne biliyor musunuz, içi boşaltılan şeylerin içini hakiki olarak doldurmak. Tüm derdim bu. Onun için kötü adam olmaya razıyım. Onun için birilerinin taşlamasına razıyım. Yeter ki içini boşalttığımız bu mübarek dinin değerlerinin içini hakiki olarak yeniden dolduralım.

Amin, Ya Mu’min, ya Allah. Ey imanın mutlak ve sonsuz kaynağı olan, ey kuluna güvenen ve kulundan güven bekleyen. Ey imanlar hakkında nihai kararları veren, bize gerçek imanı sevdir ya rabbi.

Ya Mu’min ya Allah, sen kendi zatına sonsuzca güvenen bir rabsin, bizi de sana sonsuzca güvenen kullardan eyle. Her imanın eşsiz benzersiz kaynağı sensin, bizi o kaynaktan kana kana içenlerden eyle.

Ya Mu’min ya Allah,  aracısız kulluğa iman diyorsun, bizi sana aracısız kul olanlardan eyle ya rabbi. İmanını tahrif edenleri lânetliyorsun, bizi imanı tahrif olmuşlardan eyleme ya rab. Amin, amin, ya mu’iyn, velhamdülillahirabbilalemiyn.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

 

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


TAFSİR LESSONS AN-NÎSA (055-079 )(32)

$
0
0

231

“EuzuBillahiminesheytanirracim
BismillahirRahmanirRahiym

Dear Qur’an friends, we now continue our lesson with the 55th verse of An-Nisa Chapter. In our previous lesson we saw that sons of Israel who became Jewminded, bowed down to Tagut and Cip tor in other words evil forces and some empty superstitious forces, surrendering their law by leaving Allah and Rasul’s way. We heard that their heart believed some other power and tried to solve their daily problems with evil forces and for that they deserved to meet Allah’s curse and left out from Allah’s mercy. We studied these and now we continue the subject where we left off.

55-) Feminhum men amene Bihi ve minhum men sadde anhu ve kefa Bi cehenneme se’iyra;

 Some of them believed in what he had, and some denied. Sufficient is the fire of hell (internal and external suffering) for them. (A.Hulusi)

Some of them believed, and some of them averted their faces from him: And enough is Hell for a burning fire. (A.Yusuf Ali)

Feminhum men amene Bihi Some of them believed in what he had. Some among sons of Israel who became Jewminded were still in belief for him.

Then we understand by the nature of the verse and above this one, the prophet Abraham was showed as the father of faith to Jews who resisted on denying Rasulallah. This is the message here. O sons of Israel who became Jewminded, you accept Abraham’s message and his prophethood. (It is also said here) Feminhum men amene Bihi Some of them believed in what Abraham had. At least some of the Jews were in acceptance with both Abraham’s prophethood and his message.

Making this faith as the start, Qur’an invites them not to fall into conflict. “You believe in the message of his ancestors brought, Abraham’s message. Then why do you deny Muhammad’s message who takes the same origin to him as the point and openly says “I’m the follow-up of Abraham.” says Qur’an.

ve minhum men sadde anhu and some denied. There are some among the sons of Israel who became Jewminded who turned their faces away ve kefa Bi cehenneme se’iyra; Sufficient is the fire of hell for them.

The branches from the prophet Abraham. Two branches of prophethood. One branch; Moses, and beyond that Isaacs line who reaches Jesus, Jacop’s line. And other branch is Rasulallah, which came from Prophet Ismael’s line.

The intersection point of these two roads is that person, prophet Abraham. So the origin of the message is the same, source of the message is the same either. Qur’an pulls theattention to this inner conflict and tells “How can you deny the message coming from the same origin?” at the same time. “You cannot even clarify your stand for Abraham. Some show faith to Abraham and some deny.” It’s like saying, “And we wait for you to clarify your stand for Muhammad.”

 56-) Innelleziyne keferu Bi ayatina sevfe nusliyhim nara* kullema nedicet culuduhum beddelnahum culuden gayreha liyezukul azab* innAllahe kane Aziyzen Hakiyma;

 Indeed, We will burn those who deny our signs (the manifestation of the Names in their essence) in the fire. So they may taste the suffering more, every time their skins are burnt (due to their external attachments) we will replace them with new skins (externality). Surely Allah is the Aziz, the Hakim. (A.Hulusi)

Those who reject our Signs, We shall soon cast into the Fire: As often as their skins are roasted through, We shall change them for fresh skins, that they may taste the penalty: for Allah is Exalted in Power, Wise. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne keferu Bi ayatina sevfe nusliyhim nara Those who reject our Signs, We shall soon cast into the Fire. Soon, when the time comes…

Denying the verse doesn’t only carry the meaning of denying a celestial declaration. This territory also includes denying universes verses which is a different version of the same celestial message, human verses and event verses as in the truths which can be seen through certain events.

kullema nedicet culuduhum every time their skins are burnt and peeled off beddelnahum culuden gayreha liyezukul azab* we will replace them with new skins, so that they may taste the suffering more,

These are very violent and intense expressions. Words can make you feel the terror just by reading them, also show about the time and continuum of hells suffering for those who betray the trust between Allah and human. After reading these words no person can comes with a logic like this. “A person can burn once, based on physical rules.” So by putting this verse as proof and origin, we should say that burning here has nothing similar with the burns we see and experience on earth. We can say this with insistance. No, the burning here is a very differeny one. A different form of torment and a different form of punishment. We can clearly see it from this verse.

“SPIRIT” as in holographic microwave body, when it goes into the sun, it becomes deformed, warped, it shrinks and burns but never be destroyed. It’s like a version of dream, body experiences crushing and shrinking, being broken and hurt, being torn apart but after that it continues its presence in daily life where it leaves off.

 So the daily life in the sun which is called “hell”, this wave based body experiences demolition, crushing, stretching, widening and flattening, corroding and burning and after that it comes back to normal and this keeps on and on constantly.

 For those who wish to learn more about this, Hadiths and informations related to this subject can be read in our book called “Human and Secrets. (A.Hulusi)

innAllahe kane Aziyzen Hakiyma; for Allah is Exalted in Power, Wise. Owner of Greatness and Wisdom.

 57-) Velleziyne amenu ve amilus salihati senudhiluhum cennatin tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha ebeda* lehum fiyha ezvacun mutahheretun, ve nudhiluhum zillen zaliyla;

 As for those who believe and do as their faith requires, We will admit them to Paradises underneath which rivers flow. Forever they will abide therein. There they will have partners, purified (from satanic traits). We will place them in the shade of shades (an environment far from any burning or discomforting condition). (A.Hulusi)

But those who believe and do deeds of righteousness, We shall soon admit to Gardens, with rivers flowing beneath,- their eternal home: Therein shall they have spouses purified: We shall admit them to shades, cool and ever deepening. (A.Yusuf Ali)

Velleziyne amenu ve amilus salihati And now Qur’an turns our perspective from the bad version to good version. After addressing the community of Muhammad, “O Community of Muhammad. Don’t become Jewminded like the community of Moses.” Now, the spotlights are over true believers and about them; Velleziyne amenu ve amilus salihati But those who believe and do deeds of righteousness, senudhiluhum cennatin tecriy min tahtihel enhar We shall soon admit to Gardens, with rivers flowing beneath.

Actually this verse also ddresses some people among the sons of Israel who carries the same feature. This includes them too. There’s no whole-consideration in Qur’ans systematics. No beliefs have been wiped out completely. They aren’t just plucked out like it is never there. No, Qur’an seperates. It seperates truth from false like seperating stones from rice.

halidiyne fiyha ebeda they will reside there eternally. lehum fiyha ezvacun mutahheretun Therein shall they have spouses purified: Spouses. Not just wives for men. Spouses. It’s not one sided. The expression spouse, doesn’t for a specific gender. Both genders come to this words territory. In arabic language, the word ezvac means both men for women and women for men.

ve nudhiluhum zillen zaliyla; We will place them in the shade of shades.

zillen zaliyla literally it means shade, specifically a great magnificent shade. But Ragip el Isfahani’s interpretation for this words metaphors are more lovely and different. It’s this; we will give them a great happiness, an eternal joy. Because Arab geography, most ideal gift for presenting a human is shade since the climate reaches to 50-55 degrees in summer times and that means it’s very hot. That’s why by interpretation he chooses a version that can be taken as a mean for happiness for that cultures people. So if we say the first readers of this words were in North pole, then the interpretation would be, “We will give them a great sunny and warm day.” That’s why by perspective, when we understand the expression we reach the same conclusion with Ragib and take the word as a mean of happiness and joy.

 58-) InnAllahe ye’murukum en tueddul emanati ila ehliha ve iza hakemtum beynenNasi en tahkumu Bil’adl* innAllahe ni’imma ye’izukum Bihi, innAllahe kane Semiy’an Basiyra;

 Indeed, Allah commands that you give the trusts to their rightful owners and that you judge between people justly (giving everyone their due rights). An excellent advice Allah gives you. Indeed, Allah is the Sami and the Basir. (A.Hulusi)

Allah doth command you to render back your trusts to those to whom they are due; And when ye judge between people, that ye judge with justice: Verily how excellent is the teaching which He giveth you! For Allah is He Who heareth and seeth all things. (A.Yusuf Ali)

InnAllahe ye’murukum en tueddul emanati ila ehliha Qur’an mentioned sons of Israel who became Jewminded above. Then it addressed true believers and now a social problem, a scar in community life is revealed in this verse. A dissolution, corruption in society; what is the reason of this. This verse is the answer to that question. InnAllahe ye’murukum en tueddul emanati ila ehliha Allah commands that you give the trusts to their rightful owners.

This is the reason of arrival of this verse. Osman bin Talha was the last member of the family entrusted with the Kaaba’s key all the way back from the ignorance days. This is also a honor. A blessing within Arab society.

At the day of Mecca’s conquest Rasulallah had wished to pray inside Kaaba and for that asked Osman bin Talha to give the key. Osman Bin Talha said, “If I believed that you are Rasulallah, if I know then I would have given you the key.” But Hz. Ali twisted his arm and took the key. Rasulallah performed his pray in Kaaba. After the pray Rasulallah’s uncle Abbas who has the honor of sikaye, giving water to pilgrims wished to have the honor of carrying the key to Kaaba too. But Rasulallah asked for returning the key to its original owner Osman bin Talha, at that moment Osman bin Talha submitted to Allah and became Muslim.

This is the story. But of course private or universal message of this verse cannot be restricted in a single event. Especially this message. Universal message here is so big, so amazing, it addresses to every aspect of our lives.

Trust, what is trust. Everything. With all the meanings of the word, every responsibility is a trust. Being a father is a trust, being a mother is a trust, being an administrator, beyond that being a human is a trust. Remember the verse,

 Inna aradnel emanete ales Semavati vel ‘Ard Ahzap/72. We had presented the trust to earth and heavens, mountains. At that time,

vel cibali feebeyne en yahmilneha ve eshfakne minha ve hamelehel Insan. They avoided to handle this trust. There are many debates over the nature of this trust, I believe the trust here is humanity or in other words willpower. Trust of willpower mountains, earth and heaven chose not to handle this trust but humanity did. This is the trust. Humanity is a trust. Of course every action to cherish and flourish it is also a trust. All responsibilities are trusts. Of course we understand the trust here is used in a more specific meaning when we look at the following sentence.

ve iza hakemtum beynenNasi en tahkumu Bil’adl And when you judge between people, that you judge with justice. This is the order of Allah. So the trust here is used in it first nature and meaning, its the administrative aspect. It’s related to judgements. When you are given a responsibility of administration in society you are also entrusted with the trust of that position. You can say the trust here is the position.

If you are a boss, your workers are trusts.If you are a father or mother, your child is a trust. If you are a leader, your people are all trusts. If you have wealth, that wealth is a trust. You carry a life, that life; you carry possessions, these possessions; you have reputation, that reputation; you have knowledge, that knowledge; they are all trusts. But here the word is used in its primary meanings and the trust on administration is put under the light.

If you ask why this verse arrived in a passage related to sons of Israels declining to becoming Jewminded; why this verse related to trust is here, this is my answer to you. That means one of the greatest shares of Muslim Israelians to become Jewminded is their betrayal against trust. Their chooses to give the position of administration to unworthy beings. They chose to give the position of a leader to unworthy individuals and hastened the decline by that way.

One of the biggest social and enviromental elements which hastened their decline to become Jewminded was this. Now our Rabb has reminded us, this community of this fact and said don’t you betray the trust of administration. Because administration knowledge is politics. Politics is the art of administration. We can also deduce the meaning of “Don’t give the trust to the hands of people who will betray it and unworthy of the art of administration.” Moving on.

innAllahe ni’imma ye’izukum Bih An excellent advice Allah gives you. innAllahe kane Semiy’an Basiyra; For Allah is the Hearer and Seer of all things.

 59-) Ya eyyuhelleziyne amenu etiy’ullahe ve etiy’urRasule ve ulil emri minkum* fein tenaza’tum fiy shey’in ferudduhu ilAllahi verRasuli in kuntum tu’minune Billahi vel yevmil ahir* zalike hayrun ve ahsenu te’viyla;

 O believers! Obey Allah and obey the Rasul, and those within you who are ulul amr (have the authority to judge based on the knowledge of the reality and sunnatullah)… When you fall into dispute concerning something – if you believe in Allah and the eternal life to come – turn that thing over to Allah and His Rasul… This is better and more appropriate an evaluation (for correctly resolving the situation). (A.Hulusi)

O ye who believe! Obey Allah, and obey the Messenger, and those charged with authority among you. If ye differ in anything among yourselves, refer it to Allah and His Messenger, if ye do believe in Allah and the Last Day: That is best, and most suitable for final determination. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers! etiy’ullahe ve etiy’urRasule ve ulil emri minkum Obey Allah, and obey the Messenger, and obey those who charged with authority among you.

After the arrival of trust verse, this one supports my initial interpretation. Obey Allah, obey the Messenger and obey those who are in charge with authority among you.

Actually the expression of Ve ulil emr-i minkum has been taken with different meanings and we may see this in different translations. Like Ibn Abbas, the targeted group by saying, the owner of order among you, the owners of authority among you is actually the scholars. But considering the siyak and sibat (inner and outer context) of the verse this meaning seems a bit far.

Entrusting the authority to someone; if you ask what does this verse talks about, it’s clear. It’s rights and responsibilities. Rights and responsibilities. Obeying Allah is the ultimate obedience. There’s no argument here. Obeying Messenger is indirect obedience. Because you obey Messenger to show obedience to Allah.

Men yuti’irRasule fekad etaAllah Nisa/80 Those who obey his Rasul, also obeys his Allah. That’s why. Because Allah is the one who chose the Rasul. All prophets are Mustapha. As in chosen. Rebellion to Allah’s choice is rebellion to Allah. That’s why obedience to prophet is an indirect obedience. Not directly. Direct, straight and absolute obedience is only to Allah.

So here’s the third position to show obedience. ve ulil emri minkum those among you who are entrusted with the power of leading. And here we have a problem. Who are those and what is the level of this obedience? Even the obedience to Rasul isn’t direct but indirect, then obedience to the people who are entrusted with authority should be too indirect. What is the limits of this situation then? If they show obedience to Allah and Rasul, there we have our limitations.

 This is an important principle. Putting the frame to this subject. Also Rasulallah’s saying has the power to finish all the debates on this subject. What is that? There’s no obedience to person on the subject of rebellion against Allah. La ta ate fil masiyye No obedience  to person on the rebellion against Allah. Whoever he might be. According to a famous and documented record, Rasulallah had appointed a commander to a platoon. Commander when he arrived had ordered a fire lit and ordered his soldiers to step into this fire in order to prove their loyalty to him. Of course it had backfired, no one had stepped into that fire even Rasulallah was the one who appointed him.

 When they arrived back, the situation was told to Rasulallah and this was his reaction to the letter.

 -If they stepped in, they couldn’t get out eternally.

 They couldn’t get out from fire eternally. As in they would have gone straight to hell. It’s no obedience. This type of obedience is not obedience at all. Even Rasulallah was the one who appointed him as the commander. Even with a sane mind and same appointment. That’s why the limitations of obedience is very clear here.

 Here entrusting the authority to someone, giving it is a right. But obedience is the responsibility of the giver, the chooser. Every right has its responsibility. That’s why choosing an authority and entrusting him with the power of administration is a right of community. But there’s a responsibility there, showing obedience to the chosen person in legit situations.

 Of course the chosen person has his rights and responsibities. What are they? Responsibility of an administrator is commanding with justice. If he doesn’t do that, he betrays, betrays to the people who gave him this trust. This is responsibility. Then what about rights? His right is to demand obedience from his choosers in legit businesses. That’s why rights and responsibilities are mutual.

This is not limited to country administrations, you can pull it down all the way to the smallest units, families. This type of rights and responsibilities are effective between spouses. Because it’s a trust as well. The owner of emr, ulul emr of the family has both have rights and responsibilities. He cannot use his rights without meeting his responsibilities. Beginning of this chapter. ErRicalu kavvamune alen nisai men are protector over women expression, it has the potantial of both right and responsibility. Following parts of the chapter opens the rights and responsibilities for mutual parts and since we had studied them earlier, we won’t tell them again here.

Men who are designated as the protectors of women; if they neglect their duties or cannot be able to provide for house and beyond that if they insist on having this role, that means they wish to protect their rights without doing their responsibilities and that is called tyrany. It’s the reason why rights ad responsibilities should be thought together.

 fein tenaza’tum fiy shey’in ferudduhu ilAllahi verRasuli in kuntum tu’minune Billahi vel yevmil ahir When you fall into dispute concerning turn that thing over to Allah and His Rasul… That is if you believe Allah and Judgement Day. If you don’t than there’s no problem for you, says Qur’an. Since you have a bigger problem you are not addressed here for trivial needs. But if you believe in Allah and Rasul, you have an obligation to do so.

 Why does this verse has that form? Because targeted group here who have a problem on dispute and problems concerning that initial problem, they are those people who say they believe in Allah and Rasul. In heart they submit to Allah’s authority but in life they force to go opposite to that authority. They try to solve the knots in their lives by authorities other that Allah. They try to solve with satanic forces.

 We should ask why does this happen but first I want to pull your attentions to this expression.

ferudduhu ilAllahi verRasul take it to Allah and Rasul. Not Qur’an and sunnet, very interesting. Verse doesn’t say “to book”, it says “to Allah”. Should we understand just Qur’an and sunnet from this? No there’s something more than that. I believe the message of this verse is far deeper since they say take it to Allah and Rasul when it could just say search it in the Book.

There’s a huge difference between this and saying take it to Qur’an and sunnet. It’s like don’t just search the letters of verse, take it all the way to Allah’s will laying underthe message. Don’t just try to solve with the words of celestial message, take it to the greater will beyond that, to the soul of the book. Don’t just search Rasulallah’s behaviour patterns, take it to the purpose of that actions. Allah’s will, sunnets soul. From this expression, this is the message I understand. It is wanted to be explained here. Gazzali’s wonderful saying verifies this comment. He says;

– Umirna bitteeshi, la bitteshebbu.  We have been ordered to do like Rasulallah by looking at what he had done and doing it by understanding the reasons behind it. Not by just looking like him. This is a very important principle. Umirna bitteeshi, la bitteshebbu.

Teeshi comes from usve. When Qur’an introduces the prophet to humanity and community, it says Usvetun hasenetun. That’s why we are ordered with teeshi (understanding) not with teshebbuh (imitating)

zalike hayrun ve ahsenu te’viyla; This; as in taking it ro Allah and Rasul, taking it to Qur’ans reason and sunnets soul; it is zalike hayrun ve ahsenu te’viyla; a good choice and in the end it’s the most efficient one. Amenna ve saddakna we say. Of course it’s the best choice and as a result it’s the most efficient one. Because Islam’s values are humanities constant values. So, hanging to that values get you saved. He who says “whatever the ones before can reach salvation with should help the followers to reach the salvation as well.” It’s the truth.

That’s why the greates reasons laying beneath Allah’s verses, they are never registered under and time and space limits. They are unlimited. If you manage to grasp that reason well, you can extract the remedy that can cure you, in whichever era you live in. Of course, it’s only possible if you ask, “What is this messages reason?” instead of just stuck in the words themselves.

 60-) Elem tera ilelleziyne yez’umune ennehum amenu Bi ma unzile ileyke ve ma unzile min kablike yuriydune en yetehakemu ilettaguti ve kad umiru en yekfuru Bihi, ve yuriydusheytanu en yudillehum dalalen be’iyda;

 Do you not see those who assume to believe in what has been revealed to you and revealed before you… even though they have been ordered to reject it, they wish to appoint Taghut as an arbitrator among themselves… Satan desires to lead them so astray that they can never turn back. (A.Hulusi)

Hast thou not turned thy though to those who declare that they believe in the revelations that have come to thee and to those before thee? Their (real) wish is to resort together for judgment (in their disputes) to the Tagut (Evil), though they were ordered to reject him. But Satan’s wish is to lead them astray far away (from the right). (A.Yusuf Ali)

Elem tera ilelleziyne yez’umune ennehum amenu Bi ma unzile ileyke ve ma unzile min kablike Do you not see those who declare that they believe in the revelations that have come to you and to those before you? yuriydune en yetehakemu ilettaguti they don’t see any problem calling themselves to tagut as in the domain of evil forces. kad umiru en yekfuru Bih even though they have been ordered to reject it. Despite the fact that they have been ordered to deny what Allah ordered them to deny, they call people to bow down Tagut and evil forces.

At this point everyone who is familiar with Qur’an knows that all the alternatives that come forward against Allah’s authority are called Tagut. Leaving Allah and taking them as the authority, as in taking evil forces as an alternative to Allah wipes away all the good feelings in human for revelations.

Problem is this. If Allah puts a restriction on something, Allah has no gain from this. Then this question should be asked. What is the gain of human from this, or loss. If a person breaks this restriction, what does he lose? By principle we should ask this question. Because Allah has no gain from any restriction and no loss from any sin. Then we should ask who benefits or gets harmed from this. Only humans have gains and losses from this situation, this is the answer.

So what does a person lose if he surrenders to Tagur and it sevil forces by leaving Allah’s rules? Then that person loses all good feelings he have for revelations. And by that he damages his relations with himself. Because in his heart he shows faith to Allah. The type here is that type. This is the picture drawn here. When asked, this type says “I believe in Allah.”

But in mundane, daily lives problems, a knot in his normal life and in a small problem, if you ask him whom do you consult this? He says No, I don’t go to Allah for such small businesses, I go to others.” Why does he do that? Because he acts with an opportunistic view. He tries to protect his interests. For temporary gains he sacrifices his eternal happiness.

Since he cannot fool Allah, he chooses to go to evil forces against Allah to solve his problems in life. Why does he do that? Because in his faith he has no connections between his heart and his life. We see the person with split personality here. A split, torn personality. This is the situation which destroys the moral background of human behaviours.

What does Qur’an call this? Nifak. And Qur’an calls that person munafik (hypocrite). This is nifak itself. Splitting, torn in personality. Seperation of identity. Both poles are in motion at the same time. Does he believe or not? His heart says he believe in a power but he bows down to another power in his life.

This is a tragedy. A spiritual division. A scar on soul. In its foundation lays distrust for the one whom he shows faith. And when you don’t trust it also means you don’t have faith either. He thinks that he has faith in Allah but because of his distrust with Allah he takes his problems to and searches solutions in someone or something else. Because he lives a conflict of interest if he doesn’t.

A torn personality, a divided soul. This verse talks about that type. Moving on.

ve yuriydusheytanu en yudillehum dalalen be’iyda; Satan desires to lead them so astray that they can never turn back. Of course he does. That’s his wish, his desire.

Remember satan never denied Allah. Remember this, his faith to Allah is written in Qur’an. Satan never denied Allah. He has no denial problem. That’s why he said “fe bi izzetike.”.

“I swear on the honor of you name, O Rabb.” in Qur’an we read.

He made his oath on Allah. That’s why he has no denying problem. What makes him satan wasn’t his denial. So what? It’s this problem. Even with his faith in Allah, he couldn’t be satisfied with Allah’s solution. He stood against Allah’s solution. Because it was against his practical interests. It was this action which made him satan, not denial. He couldn’t accept the fact that Allah thinks best of him.

 61-) Ve iza kiyle lehum te’alev ila ma enzelAllahu ve ilerRasuli raeytel munafikiyne yesuddune anke sududa;

 When they are told, “Come to what Allah has revealed and the Rasul,” you will see the hypocrites turn away and distance themselves from you. (A.Hulusi)

When it is said to them: “Come to what Allah hath revealed, and to the Messenger.”: Thou seest the hypocrites avert their faces from thee in disgust. (A.Yusuf Ali)

Ve iza kiyle lehum te’alev ila ma enzelAllahu ve ilerRasuli When they are told, “Come to Allah and Rasul, raeytel munafikiyne yesuddune anke sududa; you will see the hypocrites turn away and distance themselves from you in disgust.

When they are told, “Come to Allah and Rasul”, these people do this. Qur’an openly describes the hypocrite type here. You see those hypocrites turn away from you. This is the condition of split personality called nifak. Qur’an describes the scars in psychological front like this.

These are unclosable scars. Nifak opens bleeding scars in a persons faith wall. Open holes. Heart says something and mind says something else. He believes something in his heart and his life does something else. Conscience stands next to faith but when desires and instincts take over he continues that sentences with “but” showing his practical interests as reasons.

“It may be…”, “You’re right, but.” As in, “You speak the trust and Allah has a point but what should I do, I had to.” He brings up excuses.Just like satan. You know he had his reasons too. And for that not a single person who become a part of satan are without excuse. If satan has an excuse for his own being, then every sin, every rebellion has an excuse too. But not all excuses are admissable. Not all of that are legit. These are excuses which Allah won’t accept. Ve la maazira, No excuses. Allah Of All Worlds says this in Qur’an. Yes, we will continue now to see how these “but” sentences are lined.

 62-) Fekeyfe iza esabethum musiybetun Bi ma kaddemet eydiyhim summe cauke yahlifune Billahi in eredna illa ihsanen ve tevfiyka;

 Yet when a calamity strikes them as a result of their actions they say, “B’illahi (by the reality of Allah) we intended nothing other than good and conciliation.” (A.Hulusi)

How then, when they are seized by misfortune, because of the deeds which there hands have sent forth? Then they come to thee, swearing by Allah. “We meant no more than good-will and conciliation!” (A.Yusuf Ali)

Fekeyfe iza esabethum musiybetun Bi ma kaddemet eydiyhim How then, when they are seized by misfortune, because of the deeds which there hands have sent forth? Our Rabb asks this question. What will happen to them when they suffer for their actions? Qur’an repeats this subtle expression everywhere including here.

“Results you will have are your doings.”

That’s why bad results carry the signs of your actions always. This is what wants to be told. Of course choice is always yours. If ou accept a bad result then by all means you may continue your ill actions. But if you want to prevent it then take precaution and give up your ways.

The direct connection of humans actions and Allah’s will for that actions results is been pointed here. This is important. No calamity on earth, no illness are independent from peoples actions. This is the message that wants to be described here.

summe cauke yahlifune Billahi in eredna illa ihsanen ve tevfiyka Then they come to thee, swearing by Allah. They will say “But”. But… “We intended nothing other than good and conciliation.” I said they intent to use sentences with but. All hypocrites have motives to justify their hypocracies.

“Should we say what’s inside us, should we stick out in society. We blend in we concile, was that bad?”

See the reasoning of hypocracy here, how strong. “Did we do bad? We adapted. We didn’t break the harmony. We didn’t behave against general color. Even if our color inside is different, we painted our exterior with a synthetic color of society.”

Qur’an rejects behaving with hypocracy for the motivation of adaptation. It doesn’t accept that motive.

63-) Ulaikelleziyne ya’lemullahu ma fiy kulubihim fe a’rid anhum ve izhum ve kul lehum fiy enfusihim kavlen beliyga;

 Those are the ones whom Allah knows what is in their hearts. Do not heed what they say, give them advice and notify them about the reality of their selves in a clear and apparent manner. (A.Hulusi)

Those men,-Allah knows what is in their hearts; so keep clear of them, but admonish them, and speak to them a word to reach their very souls. (A.Yusuf Ali)

Ulaikelleziyne ya’lemullahu ma fiy kulubihim Those men,-Allah knows what is in their hearts.

Here is the call to all hypocrites to listen the real voice lays within the depths of their hearts.

fe a’rid anhum ve izhum ve kul lehum fiy enfusihim kavlen beliyga; At this point, do not heed what they say, give them advice. Explaining the situation they fall into with clarity. What is this situation? Nifak; draw the anatomy of its psychological and social views. Tell them what a horrible heart illness this hypocracy is. Explain the conlicted situation they fall into with clear signs. Explain them what bad situation they push themselves because of insecurity and inconsistancy. Tell them because of their insecurity to Allah, they are turning into people without identity and personality; more truly how they are turning into two split people, or with most harsh words how they become two faced hypocrites.

 64-) Ve ma erselna min Rasulin illa li yuta’a Bi iznillah* ve lev ennehum iz zalemu enfusehum cauke festagferullahe vestagfere lehumur Rasulu levecedullahe Tevvaben Rahiyma;

 We have revealed every Rasul for them to be obeyed with the permission of Allah. Had they come to you after having wronged themselves and asked for forgiveness from Allah, and if the Rasul had asked for forgiveness on their behalf, they would surely have found Allah to be the Tawwab and the Rahim. (A.Hulusi)

We sent not a messenger, but to be obeyed, in accordance with the leave of Allah. If they had only, when they were unjust to themselves, come unto thee and asked Allah’s forgiveness, and the Messenger had asked forgiveness for them, they would have found Allah indeed Oft-returning, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)

Ve ma erselna min Rasulin illa li yuta’a Bi iznillah We have revealed every Rasul for them to be obeyed with the permission of Allah.

ve lev ennehum iz zalemu enfusehum cauke festagferullahe Had they come to you after having wronged themselves and asked for forgiveness from Allah, vestagfere lehumur Rasulu and the Messenger had asked forgiveness for them, levecedullahe Tevvaben Rahiyma; they would surely have found Allah to be Oftenly Returning, Most Merciful. But they didn’t do that. They didn’t come to Allah’s door and admit their sins by saying “We are guilty.”

Remember Satan and Adam’s role. Theis faults weren’t the problems. People can make mistake. “El insan yu’rafu bi’n-nisyan.”, people forget. People can forget their identities, they can forget their essences. It’s possible. And Adam too made a mistake. Satan too. But what makes satan satan was not his fault his defense for his fault. And what makes Adam Adam was his confession of his guilt.

That’s why if they had only come, humbly bowed down at Allah’s door and said “We did O Rabb, wish you don’t. We are weak, you are strong. We were defeated by out instincts, make us strong, O Rabb.” If only they had said that, they will find Allah most compassionate and most merciful, and acceptor of tevbes. But they didn’t do that, says Qur’an. They didn’t do that.

Another point to pay attention in the verse is the metaphor of pronoun. In verse there are; we, Allah and Him. Bot hare references to Allah. Bot hare to the same source. It’s to show that Allah isn’t an individual. Allah cannot be downgraded to humanities tongue. Language is weak to describe the potantial of Allah, that’s why with different pronouns Allah’s signs are pointed. Allah isn’t a person so naturally a standard personality pronoun cannot be enough for a situation like this.

 65-) Fela ve Rabbike la yu’minune hatta yuhakkimuke fiyma shecera beynehum summe la yecidu fiy enfusihim haracen mimma kadayte ve yusellimu tesliyma;

But that is not the case! By your Rabb, until they appoint you as an arbitrator for the conflicts between themselves, and comply with your judgment in full submission and without feeling any internal discomfort (objection), they would not have believed. (A.Hulusi)

But no, by thy Lord, they can have no (real) Faith, until they make thee judge in all disputes between them, and find in their souls no resistance against thy decisions, but accept them with the fullest conviction. (A.Yusuf Ali)

Fela ve Rabbike la yu’minune hatta yuhakkimuke fiyma shecera beynehum By your Rabb, until they appoint you as an arbitrator for the conflicts between themselves, verse continues;

summe la yecidu fiy enfusihim haracen mimma kadayte ve yusellimu tesliyma and comply with your judgment in full submission and without feeling any internal objection, they would not have believed. They wouldn’t have believer. They can call themselves believers but that doesn’t matter. It’s not important what you call yourselves, it’s important what Allah calls you. By Allah’s definition are you in believers class. Because you are not the one you verifies the measurements of belief. If you do, then there would be billions of peoples measures for belief, every person would made his own scale, no, Allah is the one who makes that call. That’s why it’s very important what Allah calls you. That’s the line put there by Allah.

The message of this verse for modern readers is this. Complying to prophets practices are obligations by law if there was no doubt and considered decisive, this verse gives us that. If a practice of prophet is a doubt-proof and its precision is sharp, then for every man who call himself a believer it is a norm, a measurement by law to comply. This is the sign of this verse.

 66-) Ve lev enna ketebna aleyhim eniktulu enfusekum evihrucu min diyarikum ma fealuhu illa kaliylun minhum* ve lev ennehum fealu ma yuazune Bihi lekane hayren lehum ve eshedde tesbiyta;

 If We had written upon them “kill your selves” (be willing to die for the sake of Allah) or “leave your homes”, except for a very few of them, they would not have done it. Had they followed the advice given to them, surely it would have been better and healthier for them. (A.Hulusi)

If We had ordered them to sacrifice their lives or to leave their homes, very few of them would have done it: But if they had done what they were (actually) told, it would have been best for them, and would have gone farthest to strengthen their (faith); (A.Yusuf Ali)

Ve lev enna ketebna aleyhim eniktulu enfusekum If We had ordered them to sacrifice their lives or to leave their homes, evihrucu min diyarikum ma fealuhu illa kaliylun minhum very few of them would have done it. Only a few of them would have done it, most of them wouldn’t.

I want you to pay attention to this expression. iktulu enfusekum sacrifice your lives. This same expression comes at Baqarah 54. I remember well that I gave a different translation bask there. I did say “kill your egos.” The situation there was a moral one. Back there killing the ego was important due to education of desires and salvation of soul.

Same expression, same form and yet a different meaning here. No similar background for that expression here. Because now we ara talking about sacrifing your lives on the way of Allah. That’s why by translating this expression as “If we ordered them to sacrifice their lives.”, it won’t be far from them truth. But with another perspective it won’t be true either since it can also be understood as “Kill yourselves.” as in “Commit suicide.” Verse is obvious. Sacrifice your lives on the way of Allah, sacrifice your possessions on the way of Allah. If we ordered them to do this, most of them wouldn’t comply, only a few might. They couldn’t do that, the meaning is clear here.

Of course there’s a referense here to a war. A war for faith, freedom and justice cannot be made withour sacrificing lives and leaving homes. Moving on.

ve lev ennehum fealu ma yuazune Bihi lekane hayren lehum ve eshedde tesbiyta Had they followed the advice given to them, surely it would have been better and healthier for them. This is important. If they are willing and bound to give their lives, there is no need to be resilient or healthier, since you they would be dead. So the meaning of giving live in this verse is all about being ready and committed. Otherwise the expression of ve eshedde tesbiyta would have no meaning here.

That’s why the verse indicates that they should come to a level of sacrificing their lives psychologically in order to stand more firm, more resilient, healthier and stronger, that how this verse gains its meaning. So this should be the message we understand. In order to understand it right, we should keep the connections to other sentencesin this verse.

If we throughly think what about the message off the verse, we may also see a perfect analysis of human psychology. It’s this. If a person is ready for death, defending his cause to death, then there’s no wind to knock him off. Who can scare him? Or can you think a wealth that can buy a man who is loyal and sincere to his cause, sincere enough to give his life for it.

That’s why the message here is this. If they are willing to show this level of devotion, they will be more resilient and by that they can have what they defend. They can go all the way no matter what numbers say.

 67-) Ve izen le ateynahum min ledunNA ecren aziyma;

Then We would surely have given them a great reward from Our ladun. (A.Hulusi)

And We should then have given them from Ourselves a great reward; (A.Yusuf Ali)

 And We should then have given them from Ourselves a great reward (if they do that).

 68-) Ve lehedeynahum siratan mustekiyma;

We would have guided them to the straight path. (A.Hulusi)

And We should have shown them the Straight Way. (A.Yusuf Ali)

 And we would have guided them to the straight path. You will give what you have, from what you have, your lives. Then Allah give what He has. You give what a simple man can give and Allah give what Allah can.

Here we can see one more time that the biggest gift of Allah for humanity is guidance. Like we read in Al-Fatihah every day in our daily prayer and every section of prays. Ihdinas siratal mustekiym..! If a man is given a choice of wishing something from Allah and he is asked to wish for only one thing; this is Allah’s answer. “If you want something from me, ask for guidance (salvation). That’s it.

And it’s also here. Ve lehedeynahum siratan mustekiyma; We would have guided them to the straight path.

 69-) Ve men yuti’illahe verRasule feulaike maalleziyne en’amAllahu aleyhim minen Nebiyyiyne vasSıddikiyne veshuhedai vasSalihiyn* ve hasune ulaike rafiyka;

 Whoever obeys Allah and the Rasul, they will be companions of the Nabis, the loyal ones, the martyrs and the rightly guided ones, whom Allah has blessed. And excellent companions they are. (A.Hulusi)

All who obey Allah and the messenger are in the company of those on whom is the Grace of Allah,- of the prophets (who teach), the Sincere (lovers of Truth), the martyrs, and the Righteous (who do good): Ah! How beautiful is there fellowship! (A.Yusuf Ali)

Ve men yutı’illahe verRasule Whoever obeys Allah and the Rasul feulaike maalleziyne en’amAllahu aleyhim minen Nebiyyiyne of those on whom is the Grace of Allah,- of the prophets vasSıddikiyne the loyal ones veshuhedai the martyrs vasSalihiyn and whom Allah has blessed, they will be companions to them.

I mentioned Fatihah’s verse just now as it was a translation to that verse. This verse however is a translation to another verse. Siratallezine en’amte aleyhim Whose path? Path of those whom We give our blessings. Who are those people you blessed, my Allah. Now in this 69th verse of Nisa chapter, we see the explanation of that verse. Who are these people; Prophets, Chosen individuals of Allah. Loyals, people who are loyal to Hakk no matter what. Martyrs, who show their lives as witness to their faiths. Salihs, who are in peace with themselves, good people.

ve hasune ulaike rafiyka; What beautiful companions they are, says Qur’an. What a lovely company, surely it is a great wealth having these people as your companions.

 70-) Zalikel fadlu minellahi, ve kefa Billahi Aliyma;

 This bounty is from Allah. Sufficient is Allah for them, their essential reality with His Names. (A.Hulusi)

Such is the bounty from Allah. And sufficient is it that Allah knoweth all. (A.Yusuf Ali)

Zalikel fadlu minellahi This bounty is from Allah. Regarding the translation of this verse, there are some interesting hadiths about deeds. Even recording these hadiths, his hand gestures were also recorded. “People who do these deeds, they are with me in Paradise.” (Rubbing his index fingers together) They are net to me in Paradise. From this hadith we learn that there’s no special paradise exclusive to Prophets. No “Only Prophets” zone in Paradise. So if you catch this formation, it’s possible to stand next to the prophet in Paradise. And what a beautiful companion he is.

Zalikel fadlu minellahi This bounty is from Allah. ve kefa Billahi Aliyma; And sufficient is it that Allah knows all. Surely Allah’s blessing is not about giving bounties. Allah’s real blessing is about having the background and foundation to earn that blessing via faith and good deeds. This is the real blessing because we have to earn it first. Moving on.

71-) Ya eyyuhelleziyne amenu huzu hizrekum fenfiru subatin evinfiru cemiy’a;

O believers, be cautious, go to war in groups or altogether. (A.Hulusi)

O ye who believe! Take your precautions, and either go forth in parties or go forth all together. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers huzu hizrekum fenfiru subatin evinfiru cemiy’a; Take your precautions, and either go forth in parties or go forth all together. To protect the sociopolitical model of Islam; remember Islam is not an ideology. To ensure the sociopolitical model of Islams ideological view. Making Islam an ideology is the greatest evil done to Islam. But Islam has its own ideology. These are different things. Making Islam an ideology and Islam’s having its own ideology are two very different things.

That’s why in this verse to ensure the sociopolitical model of Islam’s predicament, an order is given regarding war.

72-) Ve inne minkum lemen leyubattienn* fein esabetkum musiybetun kale kad en’amAllahu aleyye iz lem ekun meahum shehiyda;

 Indeed, there are some among you who linger behind. So if a disaster strikes you, he says, “Thank Allah I was not with them, Allah has favored me”. (A.Hulusi)

There are certainly among you men who would tarry behind: If a misfortune befalls you, they say: “Allah did favor us in that we were not present among them.” (A.Yusuf Ali)

Ve inne minkum lemen leyubattienn Indeed, there are some among you who linger behind.

fein esabetkum musiybetun kale kad en’amAllahu aleyye iz lem ekun meahum shehiyda; If a misfortune befalls you, they say: “Allah did favor us in that we were not present among them.” As in if you were defeated, this torn personality, this individual who takes his own interests as the most precious value, this person with opportunistic and machiavellian vision will come out and say; “Allah did us a favor for not being with you, because you were defeated.” Basing on the conclusion, he tries to justify his own truth. This is a huge mistake. Judging something by its end. Whoever victors has to be right. Whoever gets defeated has to be wrong. A terrible logic. Because then we should say all tyrants are true and all oppressed and enslaved are wrong. All powerful things are right and weak are wrong. Try to grasp such a logic.

Since it leads to this conclusion, this logic curses its owner. Qur’an shows us this. We will understand when we study further.

He says that, “It’s Allah’s blessing to me for not being among them.” His eyes that are tuned to hypocracy, opportunism, machiavellism, all in all his interest can only see this with that crushed personality.

Remember Abu Leheb. What was his reply to Rasulallah’s invitation, this question was the reply. “If I show faith now, if I surrender, what will be my gain?” Prophets answer was clear. “Whatever everyones gain will be the same for you.” And what was Abu Leheb’s answer to that. “Begone the religion which puts me as the same with everyone else.” His logic was different. His hostilities foundation was there. Elitism, seperation, he wanted to be treated specially. Just like the times of ignorance.

He wanted to live with the laws that gives him the rights of oppressed people. He wanted to continue usurping their hard earned, sweated rights. And he knew that Islam would never allow him to do so. That was the reason why he rejected Islam so badly, even he was invited by his own nephew. Because he was putting his own interest first. Not the Hakk. And because his rights would be cut off when he chooses to join Islam and show faith, he became hostile all of his life, this was the whole reason for it.

 73-) Ve lein esabekum fadlun minAllahi leyekulenne keen lem tekum beynekum ve beynehu meveddetun ya leyteniy kuntu meahum feefuze fevzen aziyma;

 And if a favor (and success) from Allah reaches you, he says, “I wish I were with them so I could have had a share in their success,” as if there were no cause for closeness between him and you. (A.Hulusi)

But if good fortune comes to you from Allah, they would be sure to say – as if there had never been ties of affection between you and them – “Oh! I wish I had been with them; a fine thing should I then have made of it!” (A.Yusuf Ali)

Ve lein esabekum fadlun minAllahi But if good fortune comes to you from Allah; let’s see what will this torn type, this sick souled person do then?

leyekulenne keen lem tekum beynekum ve beynehu meveddetun ya leyteniy kuntu meahum feefuze fevzen aziyma; they would be sure to say – as if there had never been ties of affection between you and them – “Oh! I wish I had been with them; a fine thing should I then have made of it!” Because you have succeeded.

He looks at consequences, not reasons. That’s why when you achieve your goals and succeed he wants to be with you because in nature he is a looter. He wishes not to break a sweat but to land on a loot. That’s why these types cannot stand near the right and Hakk, he always stand next to victorious. Or we can say, he deduces the victorious side based on circumstances and stands next to them. Because you can always see him in different place. Whoever has the upper hand, whoever is or will be the strongest, that person goes there and takes his share. This is his only problem. Since he there’s no dominion and superiority of the truth as his problem, he always thinks his own interests.

 74-) Fel yukatil fiy sebiylillahilleziyne yeshrunel hayated dunya Bil’ahireti, ve men yukatil fiy sebiylillahi feyuktel ev yaglib fe sevfe nu’tiyhi ecren aziyma;

 Let those who are willing to give up their worldly life in exchange for the eternal life to come, fight in the way of Allah. And whoever fights and is killed or victorious in the way of Allah, We will give him a great reward. (A.Hulusi)

Let those fight in the Cause of Allah who sell the life of this world for the hereafter. To him who fighteth in the cause of Allah,- whether he is slain or gets victory – soon shall We give him a reward of great (value). (A.Yusuf Ali)

Fel yukatil fiy sebiylillahilleziyne yeshrunel hayated dunya Bil’ahireti Let those who are willing to give up their worldly life in exchange for the eternal life to come, fight in the way of Allah. If you are willing to trade your earth life with eternal afterlife, more truly if you wish to achieve eternity and endless happiness, then take your place within the ranks of battle; battle which will help the rules of Allah that show you the path of eternal happiness, rules that should be spread to the world. This is the message of this verse.

ve men yukatil fiy sebiylillahi feyuktel ev yaglib fe sevfe nu’tiyhi ecren aziyma And whoever fights and is killed or victorious in the way of Allah, We will give him a great reward. Whe the time comes, their reward will indeed be great.

Qur’an doesn’t reject the concept of war, dear friends. It would be ridiculous, if it does. Because war is a fact of life. But Qur’an takes control of any struggle not based on a greater purpose like Allah’s path, it brings principles. It prevents war turning into a mindless carnage and suicide. It brings principles, boundries. Moral of war is set. Because any teaching that rules out the fact of war is a teaching turning its back to life. The real struggle is not dismissing a fact that will never be cut or gone from life ever, but pulling it to a moral ground, putting boundries and bringing rules and principles which Qur’an has done.

75-) Ve ma lekum la tukatilune fiy sebiylillahi vel mustad’afiyne minerRicali vennisai vel vildanilleziyne yekulune Rabbena ahricna min hazihil karyetiz zalimi ehluha* vec’al lena min ledunKE Veliyyen vec’al lena min ledunKE Nasiyra;

 What is the matter with you that you refrain from fighting for feeble men, women and children who cry, “Our Rabb, deliver us from this land of oppressors; grant us a patron and victory from Your Self (ladun).” (A.Hulusi)

And why should ye not fight in the cause of Allah and of those who, being weak, are ill-treated (and oppressed)?- Men, women, and children, whose cry is: “Our Lord! Rescue us from this town, whose people are oppressors; and raise for us from Thee one who will protect; and raise for us from Thee one who will help!” (A.Yusuf Ali)

Ve ma lekum la tukatilune fiy sebiylillahi vel mustad’afiyne Now Qur’an wants us to pay attention to another principle; Ve ma lekum la tukatilune fiy sebiylillahi vel mustad’afiyne How come you do not fight in the cause of Allah and of those who, being weak, are ill-treated (and oppressed)? Why don’t you fight for those weak and helpless men, women and children. They were saying;

Rabbena ahricna min hazihil karyetiz zalimi ehliha “Our Rabb! Rescue us from this town, whose people are oppressors; vec’al lena min ledunKE Veliyyen grant us a patron who will protect us vec’al lena min ledunKE Nasiyra; and victory from Your Self. Why don’t you fight for those praying, weak, oppressed men, women and children on the way of Allah?

All orders of war in Qur’an are actually about fighting in the name of justice on the way of Allah and for the sake of oppressed and weak. This is obvious in this verse. fiy sebiylillahi Very obvious. On the way of Allah and for this purpose. Allah has nothing to gain for your fight for Allah’s name. Allah has no interest. Allah orders you to fight for the sake of all those oppressed and weak people. People who are crushed under harsh circumstances. Fighting for them carries the meaning off fighting for Allah.

 

Three mustazaf are mentioned in Qur’an. Mustazaf means weak. Qur’an mentioned three types for them.

1 – Praised mustazaf. As in weak, oppressed believers these are the ones who are promised a better future in Qur’an. As the verse indicates. “Ve nuriydu en nemunne alelleziynestud’ifu fiyl Ard…” (Kasas/5)

 2 – Mustazaf who uses the weak state they are in as an excuse for their infidelity. These are cursed mustazaf. As the Sebe/31 indicates. [Those who deny the knowledge of the reality say, “Never will we believe in this Quran or in what has been notified to us before it”… But if only you could see when the wrongdoers are made to stand before their Rabb (having realized their essential reality and their failure to evaluate it)! While some blame the others… The feeble followers will say to their arrogant leaders, “If it were not for you, we would surely have been of the believers.” (A.Hulusi)] and there are other verses like this.

3 – Like this verse Nisa/75 mentions, neutral mustazaf. As in weak and oppressed who are in need of total protection. These three types are mentioned in Qur’an as mustazafs.

 76-) Elleziyne amenu yukatilune fiy sebiylillahi, velleziyne keferu yukatilune fiy sebiylit taguti fakatilu evliyaesheytan* inne keydesheytani kane da’iyfa;

Believers fight in the way of Allah. As for those who deny the reality, they fight for the forces of Satan. Then fight the allies of Satan. Indeed, the trap of Satan is weak. (A.Hulusi)

Those who believe fight in the cause of Allah, and those who reject faith fight in the cause of Tagut (Evil): So fight ye against the friends of Satan: feeble indeed is the cunning of Satan. (A.Yusuf Ali)

Elleziyne amenu yukatilune fiy sebiylillahi, Believers fight in the way of Allah velleziyne keferu yukatilune fiy sebiylit taguti and those who reject faith fight in the cause of Tagut (Evil): fakatilu evliyaesheytan* Then fight the allies of Satan. inne keydesheytani kane da’iyfa; Indeed, the trap of Satan is weak.

In the previous verse the humane purpose of war was explained. This was the proof why Islam legitimize war. War can only be made to take the rights from tyrants hands and give them back to oppressed in the name of Allah. So this is it, this is a law, a right cause. Legit wars can only be made in the name of rights and justice.

And here we read the connection between the cause and the price. Both faith and denial have prices. We are told that people who show faith are fighting in the name of Allah and people who are in denial are fighting in the name of Evil. It can also be understood that people who don’t fight are not men at all. As in people who don’t have a cause, who don’t have a struggle, people who don’t pay any price on that cause are no men at all. This is the implication here.

Pick your spot, stay there and pay the price. Pay the price of your choice. Even blasphemy has a price says the verse. “Even blasphemy has a seriousness in it.” Why doesn’t faith has that too? Eve who fight for the sake of their denial should pay the price, should endure the struggle, shouldn’t the people who say they are faitful pay that as well. Who can believe their faiths if they are not willing to pay the price for their faiths? Whom can they convince otherwise?

 77-) Elem tera ilelleziyne kiyle lehum kuffu eydiyekum ve ekiymusSalate ve atuzZekate, felemma kutibe aleyhimul kitalu iza feriykun minhum yahshevnenNase kehashyetillahi ev eshedde hashyeten, ve kalu Rabbena lime ketebte aleynel kital* levla ahhartena ila ecelin kariyb* kul meta’uddunya kaliylun, vel ahiretu hayrun limenitteka ve la tuzlemune fetiyla;

 Did you not see those who were told, “Avoid bad things, establish salat, and pay alms”? But when fighting was ordained for them, alas, some of them were as terrified of people as the awe and fear they feel towards Allah, or even more… “Our Rabb, why did You ordain fighting for us; if only You had postponed it for a short time,” they said… Say, “The pleasure of this world is little! The eternal life to come is better for the protected ones… You will not be wronged as much as a single date thread (i.e. in the slightest).” (A.Hulusi)

Hast thou not turned thy though to those who were told to hold back their hands (from fight) but establish regular prayers and spend in Zakat (regular charity)? When (at length) the order for fighting was issued to them, behold! a section of them feared men as – or even more than – they should have feared Allah. They said: “Our Lord! Why hast Thou ordered us to fight? Wouldst Thou not grant us respite to our (natural) term, near (enough)?” Say: “Short is the enjoyment of this world: the Hereafter is the best for those who do right: Never will ye be dealt with unjustly in the very least! (A.Yusuf Ali)

A more interesting expression arrives now. Let’s see how the boundries of war are drawn.

Elem tera ilelleziyne kiyle lehum kuffu eydiyekum Hold back your hands. What is that means? There’s no other detail here. Only; hold back your hands.

Common opinion of translators is this.

1-Avoid violence. War has a moral code. Just because you are fighting, you are not free to do anything. Don’t think otherwise. War doesn’t absolve anything.

2- Secondly, when you are told don’t just fight now, at the moment;

ve ekiymusSalate ve atuzZekate establish salat, and pay alms” Make salat part of your life again and do your financial duties for cleansing.

felemma kutibe aleyhimul kitalu iza feriykun minhum yahshevnenNase kehashyetillahi ev eshedde hashyeten But when fighting was ordained for them, alas, some of them were as terrified of people as the awe and fear they feel towards Allah, or even more…  They fear people like they fear Allah or with an even bigger fear. That’s what they do.

kehashyetillahi ev eshedde hashyeten, ve kalu Rabbena lime ketebte aleynel kital* levla ahhartena ila ecelin kariyb and the say this. “O Rabb, why did You ordain fighting for us; if only You had postponed it for a short time?”

Remember the kuffu eydiyekum above. This sentence validates the second meaning. When they are told don’t fight at the moment; a group among them say “What if we do, we feel like fighting, order us to do battle.” And when you ordain the war, same people say this now. “Why did you ordain war to us. Wouldn’t you postpone it for a while.” This is their indecency. And we are told about it here.

kul meta’uddunya kaliyl Earthly satisfaction is a short term pleasure. vel ahiretu hayrun limenitteka afterlife is better for those who have the responsibility. ve la tuzlemune fetiyla; Because you won’t be wronged as much as a single date thread. (in the slightest)

Like I said before, people who wish for a fight when they are ordained not to, now seek sanctuary in the kingdom of fear when they are ordain for it. Like the verse.

Elleziyne yubelligune risalatillahi ve yahshevneHU ve la yahshevne ehaden illAllah.. (Ahzap/39)

Those who declare advices of Allah, who are they, what is their feature? They fear Allah. They only fear Allah and feel no fear for anything else. This sentence is a proven with examples. yahshevneHU ve la yahshevne ehaden illAllah. They only fear Allah and they fear nothing else. This is an advice for hearing ears. A warning for those who seek shelter in the kingdom of fear. He who become slave to fear cannot escape anything.

That’s why evil forces don’t kill, they scare with death. Fear of death is thousand times worse that death itself. Person who dies dies once, person who fears dies everytime. When you give food to a hungry person, he is sated. But you cannot sated a person who is afraid of hunger. That’s why they come with fear, they give fear. Because they are the ones who enjoys the kingdom of fear. Their domain is that kingdom.

 78-) Eyne ma tekunu yudrikkumul mevtu velev kuntum fiy burucin musheyyedeh* ve in tusibhum hasenetun yekulu hazihi min indillahi, ve in tusibhum seyyietun yekulu hazihi min indike, kul kullun min indillah* femali haulail kavmi la yekadune yefkahune hadiysa;

 Death will find you wherever you are. Even if you were within tall and sturdy towers… But if good comes to them, they say, “This is from Allah”; and if evil befalls them, they say, “This is from you.” Say, “All of it is from Allah!” What is the matter with people that they do not try to understand the reality! (A.Hulusi)

“Wherever ye are, death will find you out, even if ye are in towers built up strong and high!” If some good befalls them, they say, “This is from Allah”.; but if evil, they say, “This is from thee” (O Prophet). Say: “All things are from Allah.” But what hath come to these people, that they fail to understand a single fact? (A.Yusuf Ali)

Eyne ma tekunu yudrikkumul mevt Death will find you wherever you are. velev kuntum fiy burucin musheyyedeh Even if you were within tall and sturdy towers. Verse says meet death, befriend with him, so that you may cast out your fears from death. It’s clear. If your faith includes death, then you will be above the fear of death. It means keeping death closer to your skin. You become friends with death. When you set your minds in synch with death, it starts to become familiar and you can stand above the fear.

ve in tusibhum hasenetun yekulu hazihi min indillahi, But if good comes to them, they say, “This is from Allah” ve in tusibhum seyyietun yekulu hazihi min indike, and if evil befalls them, they say, “This is from you.” They show someone or something as a target all the time, blaming by saying, “This is happened because of you.” They always search for a scapegoat but never look for themselves as a target. And what does Allah say to that?

Kul kullun min indillah Tell them; “They are all from Allah.” That’s one. And right after that another expression will come, opposite one. It’s from you. You may ask doesn’t that contradicts itself? No, not at all.

First glance is through macroplanning, macro vision, big picture. As in nothing can be done without Allah. Ultimate destiny belongs to Allah. First admit that. No place is unbound from Allah. Nothing can become true without Allah’s knowledge. So let’s continue.

femali haulail kavmi la yekadune yefkahune hadiysa; What is the matter with people that they do not try to understand the reality. Not everyone can understand this. As in by macrovision nothing can escape from Allah, and everything happening are from Allah but in micro vision everything happenning to you, happens by your hands. This is the hard concept to grasp. Even today some still struggle to understand it.

 79-) Ma esabeke min hasenetin feminallahi, ve ma esabeke min seyyietin femin nefsike, ve erselnake lin Nasi Rasula* ve kefa Billahi shehiyda;

Whatever good comes to you it is from Allah, but whatever evil comes to you it is from your self (from complying with your conditioned beliefs including your alleged ‘moral codes’). We have revealed you as a Rasul for the people. Sufficient is Allah, as your essence with His Names, as a Witness for you. (A.Hulusi)

Whatever good, (O man!) happens to thee, is from Allah. but whatever evil happens to thee, is from thy (own) soul. and We have sent thee as a messenger to (instruct) mankind. And enough is Allah for a witness. (A.Yusuf Ali)

Ma esabeke min hasenetin feminallahi Whatever good comes to you it is from Allah.

ve ma esabeke min seyyietin femin nefsik But whatever evil comes to you it is from yourself. It’s the consequence of what you did with your hands. This is obvious. Here it is explained that a person is responsible for his actions. And it is said here to people. “Take responsibility of your actions.” Don’t try to aviod responsibility. Don’t act with evil attitudes. Satan hadn’t accepted the responsibility of his action. That’s why if you do like him, you will become like him.

Macroplanning is connected to ultimate will above, the knowledge of Allah. And here the limited will is connected to humans own actions and explained that these actions cause the consequences.

ve erselnake lin Nasi Rasula We have sent you as a messenger to mankind. ve kefa Billahi shehiyda; And “if someone should be witness to that”, enough is Allah for a witness.

Yes, to these facts that Allah witnesses; we believers to Allah’s path are also stand witnesses. We only wish our testimonies are accepted by our Rabb in His domain.

 “Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”

 


ESMA DERSLERİ – 13 – EL MU’MİN (A)

$
0
0

El Mü'min (A)

 

……..Euzübillahimineşşeytanirracim,

…….Bismillahirrahmanirrahim

…….Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

…….De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende. (Amin)

…….EL MÜ’MİN

…….El Mü’min, kullarının tasdik ettikleri şeye inanan ve ahdini yerine getirdiklerinde onlara “eman” veren demektir.

…….Bu kelime “eman” kelimesinden türetilmiştir. Bunun Allah ile ilgili anlamı, O’nun kendi nefsine dair tasdikidir. Bu da Hakkın kendisinin sadık olduğunu, bunun yanı sıra kullarının doğruluklarını da bilmesidir.

…….Bu ismin saltanatının hükümlerinin mahalli, sadece ilahi haberlerdir. Bu ise peygamberler lisanı ile işitilen vahiy yolu ile veya sürekli huzur ve murakabe sayesinde Allah ehli için gerçekleşen ilham ve keşif yoluyla olabilir. Söz konusu huzur ve murakabenin yanı sıra onlar, bakışlarını haber konularına ve kaynaklarına teksif ederler. Herhangi birisinin –söyleyen kim olursa olsun-lisanı üzere gelen bir varidi ve bu varidin varlık mertebesinde ki yerini bilirler. Böylelikle her varidi varlıktaki mertebesine yerleştirip onu aşmazlar.

…….Büyüklerden bazıları bu makamda zorlanmışlar ve bu durum onlara meşakkatli gelmiştir. Çünkü onlar söyleyene bakmazlar aksine onların bakışları daima bunu söyleten kimseye yönelmiştir ki hiç kuşkusuz söyleten de her şeyi konuşturan Allah’tır. (Fussilet/21)

…….Böylelikle bu kimseler ilham veya keşfi, ehline ulaştırmak için Allah’tan almış oldukları bir “emanet” diye görürler. Bunun ardından bu kişilere bu ilham ile neyin kast edildiğini be mertebesinin neresi olduğunu belirtilir. Böylece emaneti ehline ulaştıranlardan olmak için onu kendi mertebesine yerleştirip mahalline ulaştırırlar.

…….Bu özelliğe sahip bir kimse gelen varidden Bî-haberdir ve emniyet içinde onun taşıyıcısıdır ve emanetçi ücretini alır.

…….Bu hakikatleri işiten perdeli kimselerin pek çoğu kast edilen anlamın dışında bir anlam ile onları alıp ardından kendi mertebelerinden başka yerlere koyarlar. Söz konusu mertebe ise arada bir münasebet bulunmadığı için bu hakikatleri kabul etmez.

…….Kuşkusuz ki dinleyenin cehaleti dolayısıyla bu hakikatler işle bunlar ile kast edilen manalar arasında bir engel meydana gelmiş bunun neticesinde ise onlardan “eman” özelliği kaybolmuştur. Böylece bu hakikatler zayi olur ve zayi etmenin günahı nakıs dinleyiciye döndüğü gibi “eman” ın ücreti de kâmile döner. Çünkü mükâfat tabiatta zorunludur.

…….Binaenaleyh muhakkik bu gibi mühim şeyleri işittiği vakit dinlerken yorgunluğu artar. Perdeli dinleyici genellikle kendisini konuşturanı ve söylediği şeyi müşahede etmekten bi-haber olduğu için rahat bir vaziyettedir. Buna karşın arif dinleyici yorgundur.

…….Ehl-i Haktan bazıları ise dinlerken Hakkı vekîl edinirler. Böylece Hak bilgisiyle o şeyi kendi mertebesine yerleştirsin diye, dinlerken kendisine gelecek her şeyin durumunu Hakka havale ederler. Bu nedenle de söz konusu arife bunları işitmek pek kolay gelir.

…….Kâmil dinleyici ise emaneti eda ettiği için “eman” sahibidir, binaenaleyh o, mü’mindir. Allah’ta el Mü’min dir, mü’min ise mü’minin aynasıdır. (Sadreddin Konevi-Esma-i Hüsna şerhi/48-49)

…….***************************************************

…….El MÜ’MİN

…….O öyle bir varlıktır ki, bütün emniyet ve eman ona racidir. Çünkü emniyet sebeplerini o açıklamış, korku yollarını o kapatmıştır. Korku mahalli olmadan emniyet, helak olma tehlikesi olmadan da korku tasavvur edilemez. Mü’min i mutlak o varlıktır ki, bütün emniyet ve emanın kaynağı asla ondan başkası olamaz. İşte o da Allah’tır.

…….Şurası da bir gerçektir ki, kör görmediği yerden kendisine bir felâketin gelebileceğinden endişe eder. İşte gören göz, sahibini böyle bir tehlikeden kurtarır. Eli olmayan kişi de el ile savunabileceği yerden tehlike geldiğinde böyle bir korkuya kapılır. Ama eli olursa o tehlikeyi rahatlıkla önler.

…….İşte insanoğlunun bütün organ ve duyulan da böyledir. İsimlerinden biri Mü’min olan Allah onları yaratmış, şekillendirmiş, kuvvetlendirmiştir.

…….Şimdi düşmanları tarafından aranan bir insanı düşünelim: Çembere alınmış, halsiz olduğu için organları hareket edemiyor. Hareket etse bile, kendisini koruyacak silâhı yok. Veya silâhı da var ama düşman çok, tek başına üstelerinden gelemiyor.

…….Kendini koruyan insanlar da var ama, mutlaka hep beraber sığınacak bir kaleleri olması gerekiyor. Tam o sırada biri yetişiyor ona silâh, asker veriyor. Üstelik onu ve askerlerini muhafaza ede* cek bir de kocaman kale yapıyor. Ona emniyet ve eman nimetini tattırıyor. İşte böyle olan kişiye şimdi rahatlıkla biz mümin diyebiliriz.

…….İmdi kul, yaradılış itibarı ile gayet zayıftır. Hastalık, açlık, susuzluk, gibi şeylere maruz olduğu gibi; yanma, boğulma, yaralanma, kırılma tehlikeleriyle de her zaman karşı karşıyadır.

…….Onun hastalık hakkındaki korku ve endişelerini, ancak hastalığa çare bulan doktorlar bertaraf edebilirler. Yemekler de açlığını, su da susuzluğunu giderebilir. Azaları (organları) da bedenin muhafazası için elverişli olabilir.

…….Duyulan da felâketten haber verecek birer casuslarıdır.

…….Bütün bunların yanında kulun asıl büyük korkusu vardır ki, o da ahiret korkusudur. Onu bu korkudan kurtaracak yegâne siper ise Kelime-i Tevhittir, Allah’ da işte kullarına en büyük bir reçete olarak ve en güzel koruyucu kale olarak bu Kelime-i Tayyibeyi ihsan etmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: «La ilahe illallah, benim kalemdir. Her kim benim kaleme girerse, azabımdan emin olur»

…….Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Kâinatta, esbaba tevessül etmeden emniyet tasavvur edilemez. Bu sebeplerin halikı onların göstericisi ve nasıl kullanılacağının öğreticisi hiç şüphe yok ki (Allah)’tır.

…….O’dur her şeyi yaratan, O’dur yol gösteren. Evet, O’dur gerçek ve mutlak MÜ’MİN.

…….TENBİH

…….Kul, bu isimden şunu elde edebilir: Yanında bulunan herkesi şerrinden emin kılar. Hiç kimseye zararı dokunmaz, ona başvuran her korkan kişiyi, gerek kendi nefsi ve gerekse dini hakkında duyduğu korku ve endişeden kurtarmaya çalışır. Nitekim Rasûlullah şöyle buyurmuşlardır,

…….«Allah ve ahiret gününe iman eden, komşusunu’ kendi kötülüklerinden emin kılsın»

…….Kullar arasında bu isme en çok hak kazanan, halkı, kurtuluş yoluna, Allah yoluna irşat ve hidayet, ederek Allah’ın azabından kurtaran kişilerdir. Bunu da-hiç şüphe yok ki, Peygamberler ve âlimler yaparlar. Bakınız Peygamberimiz (S.A.V.) ne buyurmuşlar:

…….«Şüphesiz siz, ateşte kelebekler gibi dolaşacaksınız, ben gelip sizi bir tarafınızdan tutarak kurtaracağım»

…….HAYÂL VE TENBİH

…….Korku, şüphesiz ki Allah’tan tır. Kullarını korkutan O’dur. Korku sebeplerini de o yaratmıştır. Öyleyse emniyet O’na nasıl izafe edilir?

…….CEVAP: Korku ondandır. Emniyet de ondandır. Korku sebeplerini ve emniyeti yaratan hiç şüphe yok ki O’dur! Onun korkutucu olması, Mümin olmasına mani teşkil etmez. Nitekim kullarından bazılarını zelil kılması O’nun Muiz (Aziz) kılıcı olmasına mani değildir. O, Hem Muiz (Aziz kılıcı), hem de Muzil (Zelil) kılıcıdır.

…….Ve yine O’nun kullarından bazılarını alçaltıcı olması; yükseltici olmasına mani değildir. O bazı kişileri alçalttığı gibi,, bazılarını da yükseltebilir.

…….Demek ki, Mümin (Eman veren) de O’dur, korkutan da O’dur.. Lâkin güzel isimlerinden biri Mü’min olmuştur da Muhavvif (Korkutucu) olmamıştır. (İ.GAZZALİ-ESMAÜ’L HÜSNA ŞERHİ/75-77)

…….*************************************************************

…….EL MÜ’MİN

…….Mü’min; “İman eden” demektir. İman ise hem “tasdik etmek” hem de “emin kılmak, güven vermek” anlamına gelir. Allah’ın vasfı olarak her ikisine göre de açıklanmıştır. “Emin kılmak” anlamını tercih edenler bu güvenin niteliğinde ayrılırlar. Bazı selef müfessirlere göre “el Mü’min” yaratıklarını zulmünden emin kılandır. Veya kulunu haksız yere yakalamaktan emin kılandır. Yahut kıyamet gününde mü’min kullarını azaptan emin kılandır.

…….Öbür taraftan “tasdik” anlımı da birkaç şekilde tezahür edebilir. Allah, kullarına olan vaadini doğrular ve taahhüt ettiği şeyleri yerine getirir. Dünya da rızıklandırmak, ahirette ise işlerinden dolayı kendilerini mükâfatlandırmak gibi. Veya inanmış kullarının kendisi hakkında ki ümitlerini doğrular ve onların emellerini boşa çıkarmaz.

…….Seleften İbn. Zeyd ve eski dilcilerden Sa’leb’e göre el Mü’min; “Mü’min kullarını, kendisine olan imanlarında tasdik edendir.” El Bâkıllâni ve başkaları; “Allah tealânın imanı, kendisini tasdik etmesi ve nebîlerini kelâmıyla doğrulamasıdır” diyor. Zira ayette ”Allah şehadet eder ki kendisinden başka ilâh yoktur” (A. İmran/18) buyurulur. Allah’ın bu tasdiki Kelâmı ile olduğu gibi mucize yaratmasıyla da olabilir.

…….Ve nihayet el Mü’min; “Kıyamet gününde mü’minlerin öteki insanlar hakkında ki tanıdıklarını tasdik eden” olabilir. Görüldüğü gibi bu vasıf yalnız bir defa ve mutlak surette geldiği için lisanın verdiği bütün imkânlara göre açıklama yoluna gidilmiştir.

…….EMN maddesi Kur’an da en çok zikrolunan birkaç kökten biridir. Fakat nadiren uluhiyyete izafe olunur. Kur’an da -dalgınlık veya ihmalimiz yoksa- yalnız bir ayette “emin kılmak” anlamıyla, bu fiilin faili Allah’tır. “Onları korkudan emin kıldı (âmenne-hum)” (Kureyş/4) Sıfat şekli ise eliflâmlı ve mutlak olarak sadece bir ayette Allah’ı tavsif eder. (Haşr/23) (Prof. Dr. Suad Yıldırım- Kur’an da uluhiyyet/269-270)

…….****************************************************

…….el-MÜ’MİN

…….Mü’min isminin Kur’an içerisinde incelenmesi:

…….Mü’min isminin kökü olan “Amene” fiil olarak sadece bir ayette Allah için kullanılır.

…….O, onları açlıktan doyurdu ve her çeşit korkudan emin kıldı.” (Kureyş/4)

…….Burada emin kılmak, güven ve güvence vermek anlamındadır. Allah’ın biz insanlara bahşettiği en büyük nimet bizleri açlıktan doyurup beslemesi ve değişik korkulardan emin kılmasıdır.

…….Mü’min kelimesi Allah’ın ismi olarak sadece Haşr suresinde zikredilmektedir. Şimdi Kur’an da geçen “emn ve mü’min” kelimelerini farklı boyutlarıyla incelemeye çalışalım:

…….İman ve düşüncede Allah’ın verdiği güven:

…….Hz. İbrahim, imanından kaynaklanan bir güvenle kavminin müşrikleriyle şöyle tartışıyordu:

…….“Allah beni doğru yola eriştirmişken O’nun hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?” (Enam/80)

…….Elimden tutarken, basiretimi açarken, beni kendisine yöneltirken ve kendisini bana tanıtırken bulduğum Allah hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Yüce Allah elimden tutmuş bana yol göstermiştir. O halde, içimde bulduğum ve bunun için bir kanıta da ihtiyaç duymadığım Allah hakkında benimle tartışmanızın bir anlamı yoktur. O’nun beni kendisine iletmesi yeterli bir kanıttır.

…….Ben O’na koştuğunuz ortaklardan korkmam.” (En’am/80)

…….Allah’ı bulan kişi nasıl korkabilir? Allah’ın gücünden başka tüm güçler ciddiye bile alınmayacağına, O’nun otoritesinden başka bir otoriteden korkulmayacağına göre, Allah’ı bulan kişi, neden ve niçin korkabilir ki? Ancak, derin imanı ve içten teslimiyeti nedeniyle İbrahim (a.s) Allah’ın serbest iradesini ve her şeyi kapsayan bilgisini de göz ardı etmeden sözüne şöyle devam ediyor:

…….“Meğerki Rabbim hakkında bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Enam/80)

…….Hz. İbrahim, Allah’ın iradesine, korumasına ve gözetimine dayanarak hiçbir konuda kavminin sahte tanrılarından korkmadığını ilan ediyor. Çünkü o, Allah’ın korumasına ve gözetimine sığınmıştır. O biliyor ki, Allah’ın dilediğinin dışında hiçbir şey başına gelmez. Allah’ın her şeyi kapsayan bilgisi onu da kapsamına almıştır.

…….“Allah’ın hakkında size hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan siz korkmazken ben nasıl olur da sizin Allah’a ortak koştuklarınızdan korkarım? O halde biliyorsanız söyleyin bana, iki gruptan hangisi kendisini daha çok emin hissedebilir?” (En’am/81)

…….Bu, kendisine güvenen ve şu varlıkta yer alan gerçekleri kavrayan müminin mantığıdır. Korkması gereken biri varsa bu, İbrahim (a.s) olmayacaktır. Korku duyması gereken, Allah’ın ipine sımsıkı sarılan ve böylece yoluna devam eden mümin olmayacaktır. Bir müminin ne olursa olsun bu aciz tanrılardan korkması düşünülemez. Kimi zaman yeryüzünde zorba diktatörler şeklinde beliren bu tanrılar, yüce Allah’ın gücü karşısında dikkate bile alınmayacak derecede zayıftırlar. Onlar, yüce Allah’ın kendilerine bir yetki ve güç vermediği canlı cansız şeyleri Allah’a ortak koşmaktan korkmadıkları halde, İbrahim (a.s) bu çaresiz sahte tanrılardan korkar mı?

…….O halde, iki gruptan hangisi daha güvencededir? Allah’a inanıp ortakları reddeden mi, yoksa hiçbir yetkisi ve gücü bulunmayan şeyleri Allah’a ortak koşan mı? Şayet biraz bilgileri ve anlayışları varsa söylesinler bakalım, hangi grup kendini güvencede hissetmeyi hak etmiştir?

…….“İman edip imanlarına zulmü (şirki) karıştırmayanlar var ya; işte onlar için emniyet ve güven vardır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (En’am/82)

…….İnananlar ve kendilerini bütünüyle Allah’a adayanlar, gerek kulluk, gerek boyun eğme ve gerekse yöneliş noktasında bu inançlarına şirki bulaştırmayanlar… İşte güvencede ve emniyette olma bunların hakkıdır. Allah onların imanlarını tasdik eder.

…….Dünya hayatının Basit ve bayağı değerlerine kul köle olmaktan korur. Her türlü stres ve bunalımdan uzak tutar. Azgınların ve zalimlerin korkularından ve onların tuzak ve komplolarından emin kılar. Yeryüzünde yaygın olan batıl din ve ideolojilerin etkisinden ve sultasından güvencede kılar. Doğru yolda olanlar da bunlardır.

…….Allah’tan başkalarına güvenip sığınanların durumu Ankebut suresinde şöyle örneklendiriliyor:

…….“Allah dışında başka dostlar, başka dayanaklar edinenlerin durumu, ağdan örülmüş bir yuva edinen örümceğin durumuna benzer. Hiç kuşkusuz en dayanıksız ev, örümcek yuvasıdır. Onlar keşke bunun bilincine erselerdi.

…….Hiç kuşkusuz Allah onların kendisini bir yana bırakıp ne gibi şeylere taptıklarını bilir. O üstün iradelidir ve her yaptığı yerindedir.

…….Biz, insanlara bu örnekleri anlatıyoruz; ama onların anlamını âlimlerden başkası kavrayamaz.” (Ankebut/41-43)

…….Bu, varlık âlemindeki güçlerin gerçek mahiyetini gözler önüne seren son derece gerçekçi ve o kadar da ilginç bir tasvirdir. Ne yazık ki, insanlar zaman zaman bu gerçeği unuturlar. Bu yüzden, tüm değerlere ilişkin ölçüleri karışır, bütün bağlarla ilgili düşünceleri karmaşık hale gelir, ellerindeki tüm kriterler bozulur. Ne tarafa gideceklerini, neyi alıp neyi bırakacaklarını bilmez hale gelirler.

…….Bu durumda iktidar sahiplerinin ellerindeki caydırıcı güce aldanırlar. Bu otoriteyi yeryüzünde dilediğini yapabilen tek egemen güç sanırlar. Bu yüzden korku ile ümitle bu güce yönelirler. Ondan korkarlar, endişelenirler. Vereceği zarardan korunmak ya da onun koruyucu (!) kanatları altına girmeyi garantilemek için onu hoşnut etmeye çalışırlar.

…….Kimi zaman zenginliğin, mal varlığının sağladığı güce aldanırlar. Bu gücü insanların ve hayatın kaderine egemen tek güç sanırlar. Bu yüzden hem arzuyla hem de korkuyla karışık bir duyguyla mala yönelirler. Onun sayesinde üstünlük sağlamak için, tasarladıkları gibi insanların sırtlarına binmek için mal kazanmaya, servet elde etmeye çalışırlar.

…….Bazı kereler bilimin gücüne aldanırlar. Gücün, zenginliğin ve sahip bulunanların dilediklerini elde ettikleri, diledikleri gibi gezdikleri diğer tüm güçlerin ana kaynağının bilim olduğunu düşünürler. Bu yüzden mabetlerde ibadet eden kullar gibi koşu içinde, taparcasına bilime yönelirler.

…….Varlık âlemindeki güçlerin gerçek mahiyetini bilmeyen insanlar bütün bu maddi güçlere aldanırlar. Fertlerin, toplumların ya da emperyalist devletlerin elindeki bu güçler onların gözlerini kamaştırır, başlarını döndürür. Lambanın etrafında dönen, ateşin cazibesine kapılıp içine düşen pervane gibi bu göz alıcı, bu baş döndürücü maddi güçlerin etrafında dönüp içinde kaybolup giderler.

…….Diğer tüm küçük güçleri yaratan, onlara egemen olan, onları bahşeden, onları yönlendiren ve dilediği zaman dilediği kimsenin buyruğuna veren tek egemen gücü yani Allah’ı unuturlar. Gerek fertlerin, gerek toplumların, gerekse sömürgeci devletlerin ellerindeki bu güçlere sığınmanın tıpkı örümceğin ağdan örülü yuvasına sığınması gibi olduğunu unuturlar. Hâlbuki bu zayıf, güçsüz ve çaresiz örümceği, gevşek yuva koruyacak değildir. Bu zayıf eve sığınmakla tehlikelerden korunması mümkün değildir. Allah’ın himayesinden başka bir himaye, O’nun güvenilir korusundan başka bir sığınak, O’nun sarsılmaz gücünden başka bir destek yoktur.

…….Kur’an-ı Kerim bu büyük gerçeği mü’min kitlenin ruhuna yerleştirmeye büyük özen gösterir. Böylece mü’min kitle, yoluna dikilen tüm güçlerden daha üstün bir duruma gelir. Yeryüzünde büyüklük taslayan zorbalar ayaklarının altında ezilir, kaleler ve burçlar önünde birer birer yıkılır.

…….Kuşkusuz bu büyük gerçek, o zaman bütün ruhlara yerleşip, kalplere kök salar, kana karışarak damarlarda dolaşmaya başlar. Sadece dille söylenen bir sözden ibaret kalmaz. Tartışmalara sermaye olacak bir sorun olarak da algılanmaz. Tam tersine son derece açık ve anlaşılır bir gerçek olarak ruhlara yerleşir. Duygu ve düşüncelerde bu gerçeğin dışında bir fikir dolaşmaz.

…….Tek güç, Allah’ın gücüdür. Biricik dostluk Allah’ın dostluğudur. O’nun dışındakiler istediği kadar büyüklük taslasın, azgınlaşıp zorbalaşsın, istediği kadar zulüm, baskı ve işkence araçlarına sahip olsun kesinlikle zayıftırlar, güçsüzdürler, önemsizdirler. İşte örümcek; Ağından başka hiçbir güce sahip değildir:

…….Birçok baskı ve işkenceden geçen, aldatma ve baştan çıkarmalarla karşı karşıya kalan mü’minleri, çeşitli güçlerle yeryüzüne geldiklerinde bu büyük gerçeğin üzerinde durmalı ve onu hiçbir zaman akıllarından çıkarmamalıdırlar. Bu güçlerin bir kısmı onları dövmek, ezmek isteyecektir. Kimi onları aldatmaya, satın almaya çalışacaktır. Ama bu güçlerin tümü de Allah’a göre örümcek ağı konumundadır. İnanç sistemi açısından da öyledir. Fakat mü’minlerin benimsediği inanç sisteminin doğru olması, varlık âlemindeki güçlerin gerçek mahiyetini bilmesi, sağlıklı ölçüp değerlendirmesi şarttır.

…….“Hiç kuşkusuz Allah onların kendisini bir yana bırakıp ne gibi şeylere taptıklarını bilir.” (Ankebut/42)

…….Onlar Allah’ı bir yana bırakıp dost edindikleri kimselerden yardım istiyorlar. Oysa yüce Allah onların dost edindikleri bu düzmece tanrıların gerçek durumlarını çok iyi biliyor. Bu gerçek, ağdan örülü yuvasına sığınan örümcek örneği ile tasvir edilmişti.

…….“O üstün iradelidir ve her yaptığı yerli yerinde olandır.” (Ankebut/42)

…….Üstün ve dilediğini yapabilen biricik egemen güç O’dur. O’dur bu varlık âlemini en ince noktasına kadar planlayıp yönlendiren. 0’nun her yaptığı yerindedir.

…….“Biz insanlara bu örnekleri anlatıyoruz, ama onların anlamını âlimlerden başkası kavrayamaz.” (Ankebut/43)

…….Nitekim kalpleri ve akılları gerçeği algılamaya kilitli Kureyş kabilesine mensup bir grup müşrik, bu örneği küçümsemiş, alay konusu yapmışlardı. “Muhammèd’in Rabbi sinekten, örümcekten söz ediyor” demişlerdi. Bu Şaşırtıcı tasvir, duygularını sarsıp harekete geçirmemişti. Çünkü onlar akıllarını kullanmıyor, gerçekleri bilmiyorlardı! “Onların anlamını âlimlerden başkası kavrayamaz.”

…….Allah kimi doğru yola iletmek isterse göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve tıkanık yapar. Bunun yanı sıra Allah, inanmayanları iğrençliğe mahkûm eder.” (En’am/125)

…….Allah kime doğru yolu takdir ederse -doğru yola ulaşmayı isteyen ve deneme amacıyla kendisine verilen seçme özgürlüğü arasında O’na yönelen kişiye ilişkin geçerli kural uyarınca- “göğsünü İslâm’a açar” ufkunu genişletir, kolaylıkla ve istekle İslâm’ı kabul etmesini sağlar. Onun hareketlerini yönlendirir, ona güven verir. Böylece İslâm’la huzur ve rahata kavuşur.

…….Kimin içinde sapıklık dilerse -doğru yoldan kaçan ve fıtratını ona kapatan kimsenin sapmasına ilişkin geçerli kural uyarınca

…….“Göğsünü sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve tıkanık yapar.” (En’am/125)

…….O doğru yola kapalıdır, duyu organları körelmiştir, bu yüzden İslâm’ı kabul etmekte zorlanır, sıkılır; “Sanki göğe çıkıyormuş gibi.”

…….Bu göğe yükselirken meydana gelen nefesin daralması, göğsün sıkılması ve baygınlık geçirilmesi gibi somut bir şekilde ifade edilen psikolojik bir durumdur. Gerçekte ayette geçen “Yessa‟ adu, çıkıyor” kelimesinin yapısı da bu zorluğu, tıkanmayı ve çabayı ifade etmektedir. Vurgusu da tüm bunları akla getirdiği gibi gözler önüne serilen sahne pratik durum ve bir tek melodideki bu sözlü ifadesiyle de uyum oluşturmaktadır. Sahne, yerinde bir değerlendirmeyle son buluyor:

…….“Bunun yanı sıra Allah, inanmayanları iğrençliğe mahkûm eder.” (En’am/125)

…….İşte böyle… Yüce Allah’ın kaderinin doğru yola ulaşmasını istediğinin göğsünü açmak ve sapıtmasını istediğini zora sokmak, çabalatmak ve eziyet etmek şeklinde cereyan etmesi gibi…

…….Allah inanmayanları bu şekilde azaba mahkûm eder. Ayette geçen “Rics” kelimesinin bir anlamı, azap olduğu gibi biri de iğrençliktir. Her ikisi de sahnede yer alan azaba renk katmaktadır.

…….Bu sahne giderek azaba bulaşmakta, ona dönüşmekte, en sonunda, ondan ayrılmaz bir duruma gelmektedir. İfadede verilmek istenen mesaj da budur zaten.

…….Kâfirlerin amellerinin bir başka benzeri engin bir denizin karanlıklarıdır. Bu denizi üst üste binen dalgalar ve dalgaları da bulut örter. Orada karanlıklar üst üste binmiştir. Öyle ki insan, elini uzatsa onu fark edemez bile. Allah’ın nur vermediği kimsenin nuru olamaz. (Nûr/40)

…….Bu ayet kâfirlerin durumlarını ve akıbetlerini hareket ve canlılık dolu ilginç bir sahnede canlandırıyor. Bu sahnede, ortalığı karanlık kaplıyor. Engin bir denizdeki dehşet verici korku somutlaştırılıyor. Üst üste binen dalgalar, onları da örten bulut… Böylece karanlıklar birbirine biniyor. Öyle ki, insan elini gözünün önüne uzatsa korku ve karanlığın şiddetinden onu fark etmez bile. Hiç kuşkusuz küfür yüce Allah’ın evrende çağlayan nurundan kopuk bir karanlıktır. Kalbin en yakın, en basit bir hidayet belirtisini göremediği bir sapıklıktır. Huzur ve güvenin bulunmadığı korkulu bir ortamdır. “Allah’ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz.”

…….Allah’ın nuru kalp için hidayettir, basiret açıklığıdır, fıtratın Allah’ın göklere ve yere egemen kıldığı evrensel yasalar sistemine bağlanmasıdır, yine fıtratın gökleri ve yeri bürüyen Allah’ın nuru ile buluşmasıdır. Kim bu nura bağlanmamışsa o, dağılması söz konusu olmayan bir karanlık içindedir, huzur ve güvenden yoksun karanlık bir ortamdadır, dönüşü olmayan bir sapıklık içindedir. İşin sonu insanı yok olmaya, azaba sürükleyen boş bir seraptır. Çünkü inanç sistemine dayanmayan amelin geçersiz olması sonucu, imansız iyilik de olmaz. Gerçek yol göstericilik, Allah’ın yol göstericiliğidir. Esas nur Allah’ın nurudur.

…….Kâfirlerle mücadelede Allah’ın mü’minlere bahşettiği güven: Allah, inanıp yararlı işler yapan ve mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kullarını yâr ve yardımsız bırakmaz. Onları her türlü korku ve endişelerden emin kılar. (Dr. Ramazan SÖNMEZ – el-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ)

…….******************************************************     

…….EL MÜ’MİN

…….El Mü’min; yüce Allah’ın Esma-i Hüsna’sından bir isim ve sıfatlarından bir sıfatıdır. Daimi olan kuvvet itibarıyla O, mutlak kuvvet ve güçtür. Lisanu’l-Arab adlı eserde geçtiği gibi emniyet ve güven manası bundan alınmıştır, korkunun zıddıdır. Nitekim emanet te hıyanetin zıddıdır. İman da küfrün zıddıdır, tasdik etmek te yalanın zıddıdır.

…….Şeriat noktasından “el Mü’min” ismi ile ilgili olarak İslam âlimleri konuyu farklı tanımlarla ele almışlardır. Kimine göre el Mü’min ismi ile Yüce Allah yarattığı kullarını zulmedenlerden güvende kılan demektir. Örneğin İbn. Cerir böyle tanımlarken, Zeccaci, İbn. Kesir ve Şevkani ise şu iki manada değerlendirmişlerdir.

…….1 – Kullarını azaptan koruyan güvencede kılan demektir.

…….2 – Mü’min kullarını doğrulayan, doğruluklarını kabul eden demektir.

…….HUvAllâhulleziy lâ ilâhe illâ HU* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir* SubhânAllâhi ‘ammâ yüşrikûn. (Haşr/23)

…….O, öyle Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur. El Melik’tir (Mülkün sahibi), el Kuddûs’tür (son derece mukaddestir), es Selâm’dır (selâmete erdiren), el Mü’min’dir (Güveni sağlayan), el Müheymin’dir (görüp gözeten), el Azîz’dir (Üstündür), el Cebbâr’dır (zorludur), el Mütekebbir’dir (büyüklükte eşi olmayan). Allah müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir.”

…….Bu ayette çok açık ve net olarak gösteriyor ki el Mü’min ismi de yüce Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Bu ayette el Mü’min ismi sıralamada el Melik, el Kuddûs, es Selâm isimlerinden sonra gelmiştir işte ayette ki bu düzenli sıralama ve tertip şu hususları göstermektedir.

…….1 – El Mü’min ismi, Yüce Allah’ın bu sıfattan önce gelen sıfatlarını te’kit ve teyit etmektedir.

…….2 – El Mü’min sıfatı da yüce rabbimizin daha önceki isimler gibi onların taşıdığı tüm güzel nitelikleri içermektedir.

…….3 – El Mü’min ismi onu izleyen diğer sıfatlar önünde çok geniş ufuklar açmaktadır.

…….İşte bu gerçekler çerçevesinde Yüce Allah’ın ismi taaddüt etmez ve fakat O’nun sıfatları müteaddittirler. ResulAllah şöyle buyurur;

…….Vallahi iman etmiş olmazsınız, vallahi iman etmiş olmazsınız, Vallahi iman etmiş olmazsınız.

…….Bunun üzerine ashab-ı kiram ResulAllah’a; “Neden ey Allah’ın resulü” diye sordular. ResulAllah;

…….“Komşusu kendisinin kötülüklerinden güvencede olmayan kimse iman etmiş olamaz.” Buyurdu. (Buhari, A. Hambel vs.)

…….İmam Gazali diyor ki; “Kullar içerisinde mü’min adına en çok layık olan kimse, insanların Allah’ın azabından kurtulmalarına, azaptan güvencede kalmalarına sebep olmak suretiyle onlara hidayet yolunu, Allah’a giden yolu gösteren kimselerdir. Onları kurtuluş yoluna sevk eden insandır. Bu ise peygamberler le ilim sahiplerinin sanatıdır.” (El maksadu’l-esma illahi’l Hüsna)

…….Geçen bilgiler çerçevesinde el Mü’min ismiyle imana dayalı olan fiil arasında çok güçlü bir bağ bulunduğu anlaşıldı Çünkü Mü’min ismi yaratılan açısından iman fiilin temelidir, kaynağıdır. Yani eğer mü’min bir kimse olmasaydı, iman içinde bir fiil, bir eylem olmayacaktı. Mademki iman için, inanmak için bir fiil gereklidir, o takdirde kim ona sarılarak amel ederse, onu pekiştirirse, işte o kimse mü’mindir, iman etmiştir. Aksi takdirde mü’min olmadan fiilen iman diye bir işe tutunmakla inanılmış olur mu? İşte bunun içindir ki, kim fiilleri olan sıfatlara tutunursa onunla vasıflanmış olunur. Kaldı ki Mü’min; tasdik eden, doğrulayan demektir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

…….Yusuf’un kardeşleri; “Ey babamız, biz gittik yarışıyorduk. Yusuf’u eşyamızın yanına bırakmıştık. Bir de baktık ki onu kurt yemiş. Şimdi biz doğru da söylesek sen bize inanmazsın.” Dediler. (Yusuf/17)

…….Şimdi bu ayeti şöyle bir tahlil edelim. Ayetin; “Sen bize inanmazsın” kavliyle demek istediği şey; “Sen bizi doğrulayacak, doğru söylediğimizi kabul edecek değilsin” demektir. Çünkü o ifadeden böyle bir anlam çıkmaktadır. Nitekim ayette meselenin böyle olduğunu pekiştirmek içinde; “Şimdi biz doğru da söylesek” ifadesini kullanmış olmalarıdır. Çünkü burada zaten içerik olarak kendilerinin söyledikleri sözlerinin doğruluğunun kabul edilemeyeceği gerçeğini de itiraf mahiyetinde yer almaktadır. Bu nedenle kardeşler yani Hz. Yakub’un oğulları “şimdi biz doğru da söylesek” ifadesini kullandılar. Oysa onlar “Biz doğruyuz, doğruyu söylüyoruz” demediler, diyemediler.

…….Bu açıklama bağlamında el Mü’min kelimesi aynı zamanda doğru söyleyen demektir. Bu nedenle kelime yakında ve uzakta lügatinde asla yalan yer almayan demektir. “Sen bizi doğrulayacak, doğru söylediğimizi kabul edecek değilsin.” Kavli aynı zamanda Yusuf AS. Konusunda kardeşlerin sözüne güvenmeme manası da yer almaktadır. İşte bu durum el Mü’min kelimesinin müminin durumu açısından aynı zamanda onun güven verici bir kimse olduğu manasını da içerir. Bu itibarla diyoruz ki El Mü’min aynı zamanda güvenilen güven veren insan demektir. İşte bu nedenle o söylediklerinde kesin olarak doğru söyleyen, dürüst olan demektir.

…….Yine bir mü’min yüce Allah’ın kelâmını dinlediğinde veya Allah’ın kelamından herhangi bir bölüm okuduğunda sonunda “Allah doğru söylemiştir” manasında olmak üzere “Sadakallahul Azîm” der. İşte bu cümle Hak Mü’min olan Allah’ın izafetle mü’min olan kul tarafından tasdik etmesi, söyleneni ve okunanı doğrulaması demektir. Çünkü mü’min kendisine güvenilen insan demektir. Allah şöyle buyuruyor;

…….İman edipte imanlarını bir haksızlıkla karıştırmayan kimseler, işte korkudan emin olmak onların hakkıdır ve hidayete erenler de onlardır.” (En’am/82)

…….Hak olan Mü’min, kendisinden emir teslim alınandır. Hak olan mümine izafetle mü’min ise Hak olan Mü’minden emri teslim alandır. Çünkü İman zaten teslimiyet demektir. Nitekim ayette şöyle buyurulmuştur.

…….Doğrusu biz Kur’an ı işitir işitmez ona iman ettik. Her kim rabbine iman ederse artık ne hakkı yemesinden korkmalıdır, ne de kendisine haksızlık edilmesinden.” (Cin/13)

…….Bu ayette geçen “O’na iman ettik” kavli “O’na teslim olduk, Müslüman olduk, O’nu tasdik ettik” demektir. Bu açıdan mü’min Hak konusunda hiçbir kimseden korkmaz. Mü’min hak konusunda hiçbir kimseden korkmayacağına göre ona teslim olma emri haktır. Mademki Hakka teslim olma emri haktır o takdirde hakka iman etmekte O’na teslim olma emridir. Bu bakımdan yüce rabbimiz; “Doğrusu biz Kur’an ı işitir işitmez ona iman ettik” diye buyurmuştur. Yani burada iman fiili, onu duyma anından itibaren derhal uygulamaya, hidayete kulak vermeye, onu dinlemeye gerek duyar. Bunun için beklemenin bir mazereti veya bu konu ile ilgili olarak gidip birilerine danışmak ve istişare de bulunmak oyalayıcı, erteleyici bir durum olamaz.

…….El Mü’min, Kendisine her bakımdan güvenilen, güven veren demektir. Çünkü o; mutlak manada güven mahallidir. Ona izafetle mü’min ise, Hak Mü’min olan Allah tarafından gönderilen her şeye tam anlamıyla bağlanmak, O’na tabi olmak, hem gözü ile ve hem eylemleriyle O’na teslim olmak demektir. Böyle olmalıdır ki batın zahirle, sır aleniyetle denklik sağlamış olsun.

…….Bu nedenledir ki el Mü’min sözde, fiilde kendisiyle beraber yaşamasından, arkadaşlık etmesinden ve deneyim geçirmesinden sonra izafetle mü’min ismini alanların kalbine güven eker. Çünkü söz ve fiilin doğruluk ve dürüstlük içinde, uyum içinde olması güveni beraberinde sağlar. Bunun içindir ki denenmiş olan, kendisinden hak olan söz ve hak olan fiilin tanımasını sağlar. Ki ona insanlar arasında bir güven kazandırır.

…….Buna göre Hak ve mutlak Mü’min, hak dine iman etmeyi öngörmektedir. Zaten bu da o iman eden kimseye yani izafetle mü’min olan kimseye güven verir. Netice de bu güven de ona hem gidişat olarak ve hem de söz olarak o niteliği kazanmış olur.

…….İman yalnız hayırdır ve hayırdan ibarettir. Mü’min ise tepeden tırnağa iyilik ve hayır unsurudur. Bu itibarla her kim hayır diliyorsa o kimsenin mutlak iman etmesi gerekir. Kim de kötülük istiyorsa –Allah bizi kötülüklerden korusun-  onun için kimseden bir hayır olmaz. Çünkü Allah şöyle buyurur;

…….Ey insanlar gerçek şu ki, Rabbinizden size hak ile bir peygamber geldi. Hakkınızda hayırlı olması için hemen ona iman edin. Eğer ona inanmayacak olursanız şüphe yok ki göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Nisa/170)

…….Bu ayette geçen “Hakkınızda hayırlı olması için hemen ona iman edin” kavli ispat delilidir. Çünkü zaten imanın kendisi mahza hayırdır, hayrın ta kendisidir. Bu bakımdan da bu Yüce Allah’ın zatı ile ilişkilendirilmiş, O’nunla irtibatlandırılmıştır. Buna karşılık şer yani kötülük onun zatından ayrılmış ve bizzat kötülük onu işleyenle, yani faili ile irtibatlanmıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor;

…….De ki; “Ey insanlar biliniz ki ben sizin hepinize Allah’ın gönderdiği peygamberiyim. O Allah ki bütün göklerin ve yerin mülkü O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. Hem diriltir hem de öldürür. Onun için gelin Allah’a ve peygamberine iman edin. Allah’a ve Allah’ın bütün kelâmlarına inanan o okuyup yazması olmayan peygambere de uyun ki kurtuluşa erebilesiniz.” (A’raf/158)

…….Ayet yüce Allah’tan herkese, bütün insanlara bir mesajdır. Bu ayette rabbimiz insanlardan kendisine, ümmi bir peygamber olan Muhammed’e iman etmelerini istiyor. Ki zaten kendisi de göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, bir ve tek olan, şeriki ve ortağı da olmayan Allah’a, O’nun kelimelerine de iman etmiş biridir. O Allah ki diriltir ve öldürür ve O her şeye kadirdir.

…….İşte bu bakımdan el Mü’min ismi asıldır. Bundan müştak olan yani türeyenler ise O’na tabidirler. İzafetle mü’min olan da Hak Mü’min, yani el Mü’minu-l-Hakk olandan müştaktır. Bu durumda O iştikak yani türeme bakımından emanetin iştikakıyla denktir. Zira el-emn ve el-eman yüce Allah’ın El Mü’min isminden türemedirler.

…….Eman Hak üzerinde bir ahittir, bir sözdür. Yani hakka dayanılarak verilen bir güvencedir. Bu nedenle Hak, Allah’ın ahdini, vermiş olduğu sözü kopmaz kulp haline getiren gerçektir. Ayette Hz. Musa’ya hitaben şöyle buyurulmuştur.

…….Ey Musa yüzünü dön ve korkma. Çünkü sen emin içinde olanlardansın. (Kasas/31)

…….El Mü’min emrinde asla tereddüt bulunmayan zat demektir. Çünkü O, bir şey dilediğinde ona sadece “ol” der o da hemen oluverir.

…….El Mü’min ismi yakinlik, kesinlik manasını içeren bir isimdir. Nitekim rabbimiz şöyle buyurmuştur.

…….Bir vakit İbrahim; “Rabbim bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. Allah buyurdu; “Yoksa inanmadın mı?” İbrahim; “İnandım ancak kalbimin iyice yatışması için” dedi. Allah buyurdu ki; “Öyle ise kuşlardan dördünü tut ve onları kendine çevir iyice tanıdıktan sonra her dağ başına onlardan birer parça dağıt, sonra onları çağır. Koşa koşa sana gelsinler. Bil ki Allah gerçekten güçlüdür ve hikmet sahibidir.” (Bakara/260)

…….Ayeti kerime gözler ve akıllar önünde ispat delilidir, imana tanıklık etmek için gelmiştir. Çünkü ayette; İbrahim; İnandım ancak kalbimin iyice yatışması için” dedi. Denmektedir ki bu “elbette inandım Ancak ben hakikati, gerçeği göreyim ve benden başkaları da görsünler istedim. Benden sonra halifelikleri tamamlanacak, bu göreve gelecek olanlar da iman etmenin hak olduğunu görsünler diledim.” Anlamınadır.

…….Burada yaşayacaklar için gözlerin gördükleri ile kalplerde karar kılan şeyler arasında kesin ve güçlü bir bağın olduğunu anlamış ve kavramış olsunlar. Çünkü yüce Allah Kullarını tasdik eden ve onlara vaat veren, söz verendir. Nitekim onun tasdiki, Hz. İbrahim’in çağrısına kalbi iman etmek için tatmin olsun, gönlü iyice yatışsın diye cevap vermek olmuştur.

…….Mü’minu’l-Hakk olan mutlak kuvvetin ve gücün kaynağıdır. Oysa izafetle mü’min olan ise gücünü ve kuvvetini Mü’minu’l-Hakk olan yüce Allah’tan alan kimsedir. O aynı zamanda içinde hiçbir zat taşımayacak manada tam bir teslimiyetle O’na teslim olandır. İzafetle mü’min ismini alan kimsenin bu ismi taabbudidir, kulluğa ilişkindir. Bu da ancak tam bir teslimiyetle Allah’a, Resullerine, kitaplarına ve Allah’ın emrettiği her şeye teslim olmasından ve yasakladıklarından uzak durmasından sonra gerçekleşir. Böylece İman, teslimiyet fiili için izafet fiiliyle iman halini almış olur.

…….Böyle bir durumda mü’min artık baştan aşağı kesin iman ve Yakîn ile dopdoludur ki bu da rabbimizin şu buyruğunda ifade edilen gerçektir.

…….Fakat henüz iman kalplerinizin içine yerleşmemiştir. (Hucurat/14)

…….Emniyet ve güven, korkunun zıddıdır, karşıtıdır. Nerede emniyet ve güven varsa oradan korku kalkar. Çünkü İman istikrar ve sekinet (Huzur) evidir. Bu sayede kalpler yatışır, huzur bulur. Mademki iman sekinet ve huzur vericidir, o takdirde güven içinde olabilmek için küçük bir kasabada yerleşmek istendiğinde, orada Mü’minu’l-Hakk olan Allah’tan kaçış yoktur. Bir tek yere kaçış vardır oda yine O’ndan O’na yani bir tek olan, ortağı olmayan, her hayır ve güzellik elinde bulunan ve her şeye kâdir olan zata kaçmaktır.

…….Eğer bu manada bir iman tamamlanmamış olursa, o takdirde fitnelerin önlenmesi, ortadan kalkması da mümkün olamaz. Aynı şekilde kinin, nefretin, hile ve tuzak kurmanın da önüne geçilemez. Durum böyle olduğu sürece fitneler, tuzak, kurmanın da önüne geçilemez. Budum böyle olduğu sürece fitneleri, tuzaklar, hileler, sadmeler ve savaşlar da devam edecektir. Bu durum kişi yeniden rabbine de dönünceye kadar sürüp gidecektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor;

…….Her kim İslâm’dan başka din ararsa bilsin ki o istediği asla kendisinden kabul edilmeyecektir ve onlar ahirette kendisine yazık edenlerden olacaktır.” (A. İmran/85)

…….Madem ki İman kelimesi el Mü’min isminden müştaktır o halde orası sekinet ve huzur evidir, tatmin olmadır, yatışmadır. O halde kim El Mü’min olan Allah’a iman ederse, kendisini açlıktan ve korkudan emin kılar, güvence altına alır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;

…….Hiç olmazsa onun için bu beyt’in (Kâbe’nin) rabbine kulluk etsinler. Ki kendilerini açlıktan doyurdu ve onları korkudan emin kıldı. (Kureyş/3-4)

…….Buna göre kim korkacak olanlardan olmak istemiyorsa onun iman etmesi gerekir. Yüce Allah;

…….Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikri ile yatışır. “ (Ra’d/28) Buyurulmuştur.

…….Çünkü Eman verilmesi ancak Allah’ındır. O eğer eman vermezse kimse kurtulamaz. Buna göre Allah’a iman etmek demek, O’nun tarafından iman sayesinde güvence altına girmek, yerini sağlamlaştırmak demektir. Bu itibarla her kim eman altında olmak ve güvenceli olmak istiyorsa, o kimsenin mutlaka bir ve tek olan, şeriki ve ortağı bulunmayan zata iman etmesi gerekir. Bu durumda iman kesin manada verilen bir sözleşmedir, bir antlaşmadır. Artık sığınılması gereken zata sığındıktan sonra O’ndan bir başkasına dönüş yoktur, olmayacaktır. Çünkü O’ndan başka aç olanı doyuracak, korkan bir kimseyi emniyete, güvenceye kavuşturacak yoktur. Aksi takdirde O’ndan başka bunu tazmin edecek, bunları yerine getirecek, onu ebedi olarak başkalarından güvence de kılacak birileri var mıdır? Bu sorunun cevabı şu ayette gizlidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor;

…….Elçilerini yalanlayan kasaba halkları, onlar geceleyin uykularında iken, azabımızın gelip kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Yoksa söz konusu kasaba halkları, onlar güpegündüz oyun eğlencelerinde iken azabımızın gelip kendilerini yakalamayacağından güvende mi oldular. Yoksa onlar içinde bulundukları bolluk ve nimetlere bakarak Allah’ın kendileri için hazırladığı acı sonun gelmeyeceğinden mi emin oldular? Oysa ki kendilerine acımayıp yazık edenlerden başkası Allah’ın tuzağına düşmekten emin olamaz. Eski sahiplerinin helak olmalarından sonra onların yerlerine ve yurtlarına miras olarak konanlara şu gerçek hala açık olarak ortaya konmadı mı? Eğer biz dileseydik kendilerinden öncekilerin kalplerini mühürleyip cezalandırdığımız gibi onları da işledikleri günahlar yüzünden mutlaka helak ederdik. Biz onların kalplerini mühürleriz de artık öğüt adına hiçbir şey onlara fayda vermez. Ve ölene dek onlar gerçeklere kulaklarını tıkayıp işitmezler. (Ra’d/97-101)

…….El Mü’min; Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarından bir isimdir, bir sıfattır. Yüce Allah’ın el Mü’min ismi kendisinde kâmil ve geniş manada ki ilim sıfatı da gerçekleşen sıfatlar bağlamında bu isim verilmiş oldu. Çünkü o sıfatlar ve isimler “el Alîm, el Habîr, eş Şehîd, el Hasîb, el Muhsî, el Vâcid, es Semî’, el Basîr, er Rakîb, el Müheymin, el Vasî ve el Mü’min” isimleridir.

…….Yüce Allah’ın el Mü’min ismi kullarına öğrettiği adaleti ve rahmeti ile onları haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan emin kılan güvence altına alan demektir.

…….El Mü’min ismi yüce Allah’ın esma-i Hüsnasındadır. Kur’an ı kerimde sadece bir yerde gelmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor;

…….O, öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur. El Melik’tir (Mülkün sahibidir), el Kuddûs’tür (son derece mukaddestir), es Selâm’dır (selâmete erdirendir.), el Mü’min’dir (güveni sağlayandır), El Müheymin’dir (görüp gözetendir), el Azîz’dir (Üstündür), el Cebbâr’dır (Zorludur), el Mütekebbir’dir (Büyüklükte eşi olmayandır). Allah müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir. (Haşr/23)

…….Ancak bu ismin Kur’an da bu şekilde varid olması çok önemli bir noktayı bize çizmekte, resmedip ortaya koymakta ve aynı zamanda büyük şeylerin hayal edilmesine delalet etmektedir. Hayal edilen bu şeylerin önemi de beşerin oluşumunun esasına taalluk eden özellikler kapsamında hepsini resmetmektedir. Aynı zamanda bu önemli olan boyutlarının algılanmasına ve idrakine de yardımcı olmaktadır. Ki o boyutlar daha önce var olan birçok bunalımlardan kurtulma da kişiye istikrar kazandırmaktadır.

…….Söz konusu bunalımlar ise, sürekli huzursuzluk, şaşkınlık ve sürekli tekrarlanıp duran yardımları idrak etmeme gibi hususlardı. Bu rahatsızlıklar da gerçekleşmesi kesin olan şeylerin aslı ve temeli de zaten bu gerçekler arasında şeffaf olarak ortaya çıkacak olan mutlak hakikate ulaşmaksızın sürekli tekrar edip dururlar. Keza işin hakikati açısından gerçeğin ne olup olmadığını görmeksizin, buna vakıf olmaksızın meseleyi kavramadan tekrarlayıp dururlar. Oysaki o insan nefsinde sürekli olarak tereddüt edip duran şeye tamamen zıt olan bir şekil ve suret kazandırır.

…….İşte meselenin bu yönü bizi korku ve güven ikilisinden söz etmeye yönlendiriyor. Çünkü korku ve güven esnasında biz el Mü’min isminin azametini açıklıyoruz. Korku insan doğduğu andan itibaren hep onunla beraber olan şeylerdendir. Onunla birlikte şekil kazanır ve ona bir suret çizer. Onun için bu esnada genel olarak beşerin üzerinde yaratılmış olduğu hasletlerden herhangi biri de ortaya çıkar.

…….Korku denen şey ta başından itibaren insanla birlikte oluşur ve bundan böyle onu hep huzursuz eden kişiliğinin ayrılmaz bir parçası haline gelir. Bu itibarla o adeta şimşeğe, yağmura ve rüzgâra bakar gibi her şeyde mutlaka bir huzursuzluk besler durur. İşte bu benzeri durumlar kişinin içinde sürekli tekrarlanıp duran bir korku oluşturur.

…….İşte bu başlangıç insana hep eşlik eder. Burada insanın üzerinde korkunun önemli bir payı vardır. Bu korku insanın şaşkınlık ve hayret uyandıran bir takım şeyler hakkında sorgulama yapmasını, onu böylesine meşgul eden şeylerin arkasında nelerin gizli olup olmadığını araştırmasını sağlar. Bundan çok önemli dersler çıkarır. Çünkü bu durumda insan hep tefekkür eder, bu ucu bucağı görülemeyen geniş âlemi ve onda var olan değişik şekillerin neler olduğunu, bunlardan nelerin murat edildiğini düşünür. Bunlar üzerinde akıl ve fikir yürütür. Görülen tüm bu şekillerin hiçbiri diğerine uymamakta hepsi de birbirinden farklı durumlar sergilemektedirler. Buna rağmen hepsi de aynı potada yer almaktadırlar.

…….Bunlardan kimisi bu değişik ve farklı fakat çok büyük olan mazhariyetlerin, görüntülerin karşısında tefekküre daldığında ortaya bir acziyet çıktığını görür. Bu durum içerisinde beşer algılamasına, onun algılama derecesine uygun olarak bir şekil almasını sağlar. Onun yaratılış karakterine göre bir durum ortaya koyar. Ancak peygamberler gönderilmedikçe bütün bunların hangi anlama geldiğini ve neler ifade ettiğini de anlayamaz.

…….İşte tam işin bu noktasında rabbani bağlantı beşerle ilişkiye geçer. Evet, ilişkiye geçer ki böylece mesajın açıklanması sağlanılarak bu mesajın tüm insanlara tebliği murad olunur. Aynı zamanda var olan her soruya, uzun süreler ve zaman dilimleri içerisinde insan fikrini hep meşgul eden ve edecek olan her olguya da cevap verilir. Nitekim peygamberlerin gönderilmesini yüce Allah şöyle açıklıyor;

…….“And olsun ki biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik. Beraberlerinde kitap ve mizan (Terazi, ölçü) indirdik ki insanlar adaletle tutunsunlar. Bir de demiri indirdik ki onda hem çetin bir sertlik, hem de insanlar için birçok faydalar vardır. Çünkü Allah kendisine ve peygamberlerine gıyabında yardım edenleri belli edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlüdür,üstündür. (Hadîd/25)

…….İşte bu nokta da karşımıza yüce Allah’ın “.el Mü’min” isminin manalarından biri tecelli edip çıkıyor. Çünkü Allah kendisine iman edenleri bu sayede azabından emin kılmaktadır. İşte peygamberlerin gönderilmesinden ve mesajlarının iletilmesinden sonra özellikle de sonuncusundan sonra artık meçhul olarak korkmak yoktur. Çünkü her şey hikmet dolu bu kitapta açıkça ilan edilmiştir. Kim o kitaba iman ederse kalbi tüm korkulardan emin olur. Kim de iman etmezse mutlaka onu da bir korku hep sarar durur. Bu durum o kimsenin hakikati bilmemesindendir. Oysa ki bu hakikat lehvh-i Mahfuz’da olan Kur’an dan başkası değildir.

…….Yüce Allah’ın el Mü’min ismi yüce Allah’ın zatına delâlet eder. O’nun fiili sıfatlarından birini gösterir. O da vaadinin doğruluğudur. Mutabakat delaletiyle hak adına hakkı tasdik edip doğrulamaktadır. (Prof. Dr. A. Hüseyin Akil-Esma-i Hüsna şerhi/102-112)

…….**********************************************************

…….EL MÜ’MİN

…….Kalplerde İman nurunu parıldatandır O, Kendisine sığınanların koruyucusu ve teselli edicisidir O. İman kişiyi bütün tehlikelerden salim kılan emniyettir bu yüzden Allah’ın en büyük ihsanıdır. Mü’minin kalbinde ki korkunun yokluğu imanının derecesiyle orantılıdır.

…….Hepimizin bize zarar vermeye, huzurumuzu inkıtaa uğratmaya ve bizi dalalete sevk etmeye çalışan düşmanları vardır. Bu düşmanların en berbatı kendi nefislerimiz ve şeytan-ı lâindir. Zalimler, müfteriler, hasetçiler hep onlardan sonra gelir.

…….Bir kimse “Allah’a sığınırım” dediğinde el Mü’min sıfatına iltica etmiş olur. O, kendisine sığınan hiçbir kimseyi reddetmez. Fakat el Mü’min’e sığınmak için kişinin önce imanı olması gerekir.

…….İslâm’a göre imanın üç derecesi vardır.

…….1 – İmanlarımızın sözlerimizle tasdikidir ki başkaları da Allah’a, Resulüne, onun söylediği ve yaptığı her şeyin hakikatine inandığımızı duyarlar.

…….2 – Davranışlarımızla tasdik. Helâl olanı işlemek ve haram olandan içtinap etmek.

…….3 – Kalplerimizle tasdik; Allah Resulünün tebliğinin hakikatine hiçbir şart ve şüphe olmaksızın sağlam bir şekilde iman etmek.

…….Aslî olan kalpteki imandır. Eğer Allah korusun iman kalbi terk ederse kişi imansızlar sınıfına dâhil olur. Kalbi Allah ile olmadığı halde sözleriyle imanını tasdik eden bir kimse yalancıdır. Her kimde imanı olmadığı halde işi iman sahibiymiş gibi davranmaya kadar götürürse ona da münafık derler. Fakat kişi kalpte iman taşır, ancak bir sebepten bunu beyan edemez veya onunla amel edemez ise yine de mü’min kalır.

…….İmanına ve fiillerine bir mü’min olarak nazar kıl, işte el Mü’min in yansıması budur. Başkalarının sende emniyet bulacağı muteber kimse ol. Senden yardım talep edenlerden yardımını esirgemeyen ol. Böylece en emin olan el Mü’min in lezzetini duyacaksın.

…….Abdü’l-Mü’min o kuldur ki her türlü felâket, acı ve cezadan Allah kendisine sığınak olmuştur, kendisinde el Mü’min sıfatının tecelli ettiği kimsenin nezdinde başkalarının malı, şerefi ve hayatı güvendedir ve onları muhafaza eder.

…….Kendisinde el Mü’min isminin mütecelli olduğu kimse bir düşmanlık veya tehlikeyle karşılığında O’na sığınarak 36 kere yâ Mü’min çekerse Allah’ın izni ile güvende olacaktır. (T. Bekir Bayraktaroğlu-Esmaü’l-Hüsna/54-55)

…….Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

…….Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ESMA DERSLERİ – 13 – EL MÜ’MİN (B)

$
0
0

El Mü'min (A)

……….Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende. (Amin)

………EL MÜ’MİN

………Algılananın ötesi olduğu farkındalığını oluşturandır. Esma boyutu itibarıyla bu farkındalık boyutumuzda “İman” olarak açığa çıkar. İman edenler şuurlarında ki bu farkındalıkla iman ederler. Dünyamızda Resuller, tüm varlıkta ise melekler dâhil bu farkındalık bilinçte ki aklın vehim esaretinden kurtulmasını sağlar. Vehim kıyas kullanarak muhakeme yapan aklı saptırırken iman karşısında güçsüz ve etkisiz kalır. Mü’min isminin özelliğinin açığa çıkışı şuurdan bilince direkt yansır dolayısıyla da vehim kuvvesi onun üzerinde tasarruf edemez. (A. Hulusi)

………**********************************************************

………MÜ’MİN

………Bil ki her kim tasdik ve ikrar ve amel beynini cem’ eylemiş olursa o kimsenin Mü’min olduğu icma-ı ümmetle sabittir. Fakat bir kimse ResulAllah AS. ın Cenab-ı Haktan getirdiği şerayi ve ahkâmı kalben tasdik etse lâkin ikrar ve amelden ibaret olan bu iki şehadetin vücubunu bildiği halde bunlarla nutka kudreti dahi varken ikrar ve amel ile nutkeylemese İ. Gazali indinde bu kimse ahiret hükmünde apaşikâr bir mü’mindir. İmam-ı Gazali bu kavlini; “Kalbinde zerre ağırlığı kadar imanı olan kimse nârdan yani cehennemden çıkar” hadise (Tirmizi) dayandırmaktadır. İ. Gazali; “Mü’minden vacip olan nutuktan sükut etmekle iman uzaklaşmaz” demişlerdir. Vallahu alem. İbn. Arabi-Marifet kitabı)

………****************************************************

………El MÜ’MİN

         Bu adın manası hakkında üç imam aynı düşüncededir. Bu ad Haşr suresinde bulunan Allah’ın güzel adlarının üçüncüsüdür. Bu surenin 23. Ayetinin devamında; “O Allah ki kıyamet gününün korkunçluğundan kullarını bu adıyla emniyet altına alarak korur” buyurmaktadır.

………Hak Teâlâ kıyamet gününde kullarına seslenerek “ey kullarım bugün sizin için bir korku ve keder yoktur” buyurmaktadır. Burada kullarına bir mülâhaza ve tasdik manası bulunmaktadır. Ama hangi kullarına? Bu tasdik Allah’ın doğru kullarına olup verdikleri sözlerde duranlaradır. Burada mana yönünden iki itibar bulunmaktadır.

………İlk itibara göre Allah’ın Halîm, Rahîm ve Vefîy gibi ve buna benzer adlar girmektedir. Ki bu adlar korku içinde bulunan ve onu korkutandan emniyet altına alır. Bütün bu fiiller Mü’min adının fiilleridir. Çünkü kulların fiilleri onun fiilinin fazlalıklarıdır. Öyle ise O’ndan başka hayır fiilini yapan bir varlık yoktur. Allah’ın Rahman adı yönünden faili karşılayan Allah adından başka ad yoktur.

………İkinci itibara gelince bu da musaddık (Doğrulayan ve onaylayan) manasına gelmektedir. Her tasdikin söz manası Allah’tan dır. Zira O; doğru ve doğrulayandır. Çünkü Hak Teâlâ kabil olan her dilde kendisine ait hususiyet bulunduğu takdirde bunun manası kendisinin yalnız başına bulunduğu, yanında bir kimsenin bulunmadığıdır. Yani vahdaniyetini göstermektedir. Bir kimse üzerinde ürkeklik yahut hayali bir mahlûk hali görünce halvette bu adı andığı takdirde faydasını görür. Allah en doğrusunu bilir. (Afiüddin Süleyman et- Tilmsani-Esmaü’l-Hüsna/182)

………**********************************************************

………EL-MÜ’MİN”: DİN ÖĞRETİMİNE KONU EDİLMESİ VE UYGULAMA ÖRNEĞİ

  1. Giriş

………Eğitim-öğretim sürecini etkili ve verimli hale getirmek üzere pek çok teori, kuram, felsefe, strateji ve yöntemler geliştirilmiştir. Tüm bu çalışmaların amacı öğrenen bireyi merkeze koyarak, onun en üst derecede öğrenmesine ve öğrendikleri ile hayatı yorumlama süreci arasında bağ kurmasına yardımcı olmaktır.

………Konu din öğretimi olunca, birey merkezli bir öğretim aşamasında gerçekleştirilecek olan öğretimin, ne liği ve nasıl lığı üzerinde dikkatle düşünmek gerekmektedir.

………Bu noktada, temel bazı nitelikler olan eleştirel düşünme, kendi başına karar verebilme, hayatın anlamını kavrayabilme, özgürlük, güven, sevgi gibi kavramları kazandırmada din öğretiminden yararlanılabilir. Bu çerçevede, makalenin temel hedefi, güven kavramının öğretiminde Esma-i Hüsna’dan nasıl faydalanılabileceğini örnek etkinliklerle gösterebilmektir.

………Öğrencilere çeşitli nitelikler kazandırmada faydalı olacağını düşündüğümüz Esma-i Hüsna öğretimini, dini kavramların öğretimi bağlamında düşünmek gerekmektedir. Dini kavramların öğretimi, bireyi din hakkında bilgilendirme ve bilinçlendirmede yardımcı olabilecek bir öğretim biçimidir. Çünkü kavramlar, aynı zamanda bilgilendirmenin en temel unsurudur. Edinilen bilginin sistemli hale getirilmesi de öğrenilen kavramlarla doğrudan ilişkilidir.

………Kavramlar, bilginin yapı taşlarıdır ve bu yapı taşlarını doğru yerleştirmek, kurulacak yapının sağlamlığını doğrudan etkilemektedir. Dolayısıyla, dini kavramların öğrenilmesi, bireydeki bilgilerin sistemleştirilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Doğru kullanıldığında ve doğru öğrenildiğinde dini kavramlar, bireyin kişilik gelişiminde, sosyalleşmesinde, kültürlenmesinde, hayatını anlamlandırma çabasında büyük öneme sahiptir. Dolayısıyla, eğitimde kullanılacak dini kavramlarda, bireylerin gelişim özellikleri, kullanılan dil ve öğrenme durumları gibi hususlar göz önünde bulundurulmalıdır.

………Esma-i Hüsna olarak nitelendirdiğimiz Allah’ın güzel isimleri, pek çok ayet-i kerime ve hadiste zikredilmiş ve bu isimler inananlara farklı bağlamlarda sunulmuştur.

………Bu makalede, Esma-i Hüsna içerisinde yer alan isimlerden biri olan “Mü’min” ismi üzerinde durulmuştur. Mü’min isminin tercih edilmesinin nedeni, sahip olduğu anlam örüntüsüdür. Daha sonra da açıklanacağı üzere, Mü’min ismi, Allah için kullanıldığında farklı, kullar için kullanıldığında farklı bir anlam içeriğine sahip olmaktadır.

………Mü’min, isminin en temel anlamı inanmak kökünden “inanan”dır. Ancak, her ne kadar, ismin en temel vurgusu inanmaya ise de, görülmesi ve dikkat edilmesi gereken bir anlamı daha vardır ki, inanmak da bundan bağımsız düşünülememektedir. Bu anlamı ise “güvenmek” ve “güven vermek”tir. Dolayısıyla, bu makalenin hedefi, bilinen anlamın yanı sıra bu anlamı ve anlamın sahip olduğu değeri de ortaya koymaktır.

………Bu çerçevede, makale iki boyuttan oluşmaktadır. Birinci boyutta, din eğitimi derslerinde kavram öğretimine bir örnek teşkil edeceği düşünülen “Mümin” kavramının tarihsel arka planı ortaya konulmaya çalışılmıştır. Tarihsel arka planda, kavramın ayet ve hadis referansları ele alınmış ve bu ayet ve hadislerin kullanıldığı bağlamlara göre ne ifade ettikleri üzerinde durulmuştur. İkinci boyutta ise, tarihsel arka planı verilen kavramın, eğitim ortamına aktarılması çerçevesinde ilköğretim çağındaki bireylere yönelik olarak, bir ders işlenişinde kullanılabilecek örnek etkinliklere yer verilmiştir.

  1. Mü’min Kavramı ve Tarihsel Arka Planı

………Mü’min, Arapça ’da, emin olmak, doğru olmak, korkunun karşılığı; âmene bi, inanmak, doğrulamak, tasdik etmek; emânun, emniyet, güvenlik, barış, huzur, koruma, himaye, kefalet, teminat anlamlarına gelen â-me-ne kökünden türemiştir.

………Mü’min, ism-i fâil kalıbında, iman eden, kâfirin karşıtı anlamına gelmektedir. Istılahî anlamı ise, Allah’a, Peygamberine, itabına ve dinin esaslarına inanıp iman eden, iman sahibi, Müslüman, inanan anlamına gelmektedir. Bir başka ifadeyle; din adına tebliğ ettiği konularda peygamberi doğrulamak anlamına gelmektedir.

Âmene ve ismi-i faili olan mü’min kavramlarının anlamları aşağıdaki şekilde gösterilebilir:

 

 

 

 

 

Âmene

 

Mü’min

Lügat anlamı

**************************

Emin olmak

 

 

 

**************************

Doğru olmak

**************************

Korkunun karşılığı

**************************

Güvenmek

**************************

Tasdik etmek

Istılahi anlamı

****************************

Allah’a, peygamberine, kitabına ve dinin esaslarına inanıp iman eden.

**************************

İman sahibi

**************************

İnanan

**************************

 

**************************

 

        Şekil 1. Mü’min İsminin Tanımı

………Yukarıda tanımları verilen âmene kökünün, Kur’an-ı Kerim’de pek çok türevi geçmektedir. Bunlar; âmene, âmenet, âmentü, âmentüm, âmenen, âmenehüm, âmenû, âminen, el-emânetü, Mu’min, Mu’minûn, Mu’minîn, yu’minu, tu’minu, nü’minu vb. dir.

………Kur’an-ı Kerim’de bu türevler pek çok yerde geçmesine rağmen “mü’min” kelimesi sadece 14 yerde geçmektedir. Bu ayetlerin sadece bir tanesinde “mü’min” kelimesi Allah’ın ismi olarak kullanılmış, diğerleri ise insanlara izafe edilmiştir. Mü’min isminin geçtiği ayetlere bakacak olursak8, Allah’ın ismi olarak “mü’min” 59. Haşr Suresi 23. Ayette geçmektedir. Ayet şu şekildedir:

………“O, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr/23)

………Haşr Suresi’nin, bir bütün olarak okunduğunda, Hz. Peygamber’e karşı ahdini bozan Yahudilerden bahsettiği görülecektir. Haşr, toplanma anlamına gelmektedir. Ancak burada Yahudilerin sürgün edilmesi anlamında kullanılmıştır. Beni Nadir Yahudilerinin Mekkeli müşriklerle ittifak ederek, sözlerini bozmaları sonucu Medine’den nasıl sürüldüklerini anlatan bu surede, Yahudilerin verdikleri sözleri tutmadıkları (4), Allah’ın onların kalplerine korku saldığı (13-14), cennetlikler ve cennetlik olmayanların durumlarının bir olmadığı (20) gibi konular ele alınmış, surenin sonunda ise adeta Allah’ın yüceliğini gösterircesine güzel isimlerinden bir demet sunulmuştur.

………Surenin ilk ayetinde “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih etmektedir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” İfadesiyle Allah’ın gücüne ve kudretine bir atıf yapılmış, son ayette de “O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” İfadesi ile bu durum pekiştirilerek bir bütünlük sağlanmıştır.

………Bu ayetin tefsirine bakacak olursak, Tefhimu’l-Kur’an’da, bu ayet, şöyle açıklanmıştır: “Mü’min, emniyet, güvenlik demektir. Yani korkudan korunmuş, başkasına güvenlik veren mü’mindir.” (Tefhimu’l-Kur’an)

………Fahruddin Razi, bu ayetteki “mü’min” ismini iki şekilde açıklamıştır: birincisi; Allah, velilerini azabından emin kılandır. Bu manada, “âmenehu, yu’minuhu, fehuve mu’minun -onu emin kıldı, kılar, emin kılandır” denir.

………İkincisi; Allah Teâlâ’yı, doğrulayıp tasdik eden anlamında mü’mindir. Bu, ya, peygamberlerini, onlara ait mucizeleri izhar etmek suretiyle tasdik etmesi anlamındadır. Yahut ta, Muhammed ümmetinin, diğer peygamberlere şahadette bulunarak, Allah’ın onları doğrulaması anlamındadır. (Tefsir-i Kebir Mefatihu’l-Gayb)

………Fî Zilâli’l-Kur’an adlı tefsirde ise şu bilgi yer almaktadır: “Bu güzel isimlerden her birinin varlık âleminde gözlenen bir etkisi ve insan hayatında yer eden bir izi bulunmaktadır. İşte bu etki ve izler, Yüce Allah’ın bu isim ve sıfatlarının varlıklar üzerinde derin etkisini, insanlar ve canlılarla yakından ilgisi olan bir aktifliğe sahip bulunduklarını kalbe ilham eder. Buradan da anlaşıldığı gibi, bu isim ve sıfatlar, varlık âleminden ve ona eşlik eden durum ve tezahürlerinden ayrı birer sıfat değildirler.” (Fi Zilali’l-Kur’an)

………Süleyman Ateş, bu ayeti yorumlarken, “mü’min” ismi için şunları ifade etmiştir: “Yaratıklarına güvenlik verir, dostlarını azaptan emin kılar yahut peygamberlerin elinde mucizeler yaratarak onları doğrular.” (Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri)

………Tefsirlerden de anlaşılacağı üzere, bu ayette “Mü’min”, güven veren, kendi varlığını tasdik eden anlamında kullanılmıştır. Allah (c.c), bu ismi hem kendisi için, hem de kulları için kullanarak, ismi, inanma, güvenme, güven verme, doğrulama sıfatlarıyla tanımlamıştır. Kullarının özelliklerini sayarken de hep bu sıfatlarla birlikte anmış ve mü’minleri bu şekilde nitelemiştir.

………Daha önce de ifade edildiği gibi, Allah için “mü’min” ismi tek bir ayette geçmektedir. Ancak, Allah kulları için bunu farklı ayetlerde farklı biçimlerde kullanmıştır. Bunlar, aşağıdaki gibi özetlenmiştir:

……… “İnanmak-iman etmek” anlamında “mü’min” kelimesi şu şekilde kullanılmıştır:

………“Kim de inanmış olarak salih ameller işlerse o, ne zulme uğramaktan korkar, ne yoksun bırakılmaktan.” (Taha/112)

………“Firavun ailesinden, imanını gizlemekte olan mü’min bir adam şöyle dedi: “Rabbim Allah’tır, dediği için bir adamı öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirdi. Eğer yalancı ise, yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelecektir. Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancılık eden kimseyi doğru yola eriştirmez.” (Mü’min/28)

………“Mü’min olarak, erkek veya kadın, her kim salih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (Tâhâ/75)

………“Hiç mü’min fasık gibi olur mu? Bunlar (elbette) eşit olmazlar.” (Secde/18)

………Ey babamız! Biz yarışa girmiştik. Yûsuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. (Bir de ne görelim) O’nu kurt yemiş. Her ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsın” dediler.” (Yusuf/17)

………İnanmak” anlamında “Mü’min” bir başka ayette müşriklerin Hudeybiye Antlaşması sırasında yaptıkları anlatılırken, onların özellikleri sayılırken kullanılmıştır:

………“Bir mü’min hakkında ne akrabalık (bağlarını), ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirler. İşte onlar taşkınlık yapanların ta kendileridir.” (Tevbe/10)

………Mü’minlerin özellikleri sayılırken “mü’min” kelimesi şu şekilde kullanılmıştır:

………“Kim de mü’min olarak ahireti ister ve ona ulaşmak için gereği gibi çalışırsa, işte bunların çalışmalarının karşılığı verilir.” (İsra/19)

………“Erkek veya kadın, kim mü’min olarak iyi iş işlerse, elbette ona hoş bir hayat yaşatacağız ve onların mükâfatlarını yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.” (Nahl/97)

………“Hâlbuki ister erkek olsun ister kadın olsun, iman edip yapabileceği doğru ve yararlı işler yapan kimse cennete girecek ve bir hurma çekirdeğini dolduracak kadar bile haksızlığa uğratılmayacaktır.” (Nisa/124…Enbiya/94 ~~)

………Dikkat edilirse burada “mü’min” ismi ile insanların dünyada iken, Ahirette güzel bir hayat yaşamaları için gereken bazı hususları yerine getirmesi gerektiği ve bu kimselerin mü’min olarak nitelendirildiğine işaret edilmektedir.

………Yine mü’minlerin özellikleri, Mü’minun Suresi’nin ilk 11 ayetinde de belirtilmiştir. Ancak burada kullanılan kelime “mü’min” kelimesinin çoğulu olan “mü’minun” kelimesidir. Mü’minlerin özellikleri mü’minun suresinde şu şekilde sıralanmıştır:

………“Mü’minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.

………Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler.

………Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.

………Onlar ki, zekâtı öderler.

………Onlar ki, ırzlarını korurlar.

………Ancak eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar.

………Kim bunun ötesine geçmek isterse, işte onlar haddi aşanlardır.

………Yine onlar ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riâyet ederler.

………Onlar ki, namazlarını kılmaya devam ederler.

………İşte bunlar varis olanların ta kendileridir.

………Onlar Firdevs cennetlerine varis olurlar.

………Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Mü’minûn/1-11)

………Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde yukarıdaki ayette ifade edildiği gibi mü’minlerin özellikleri sayılmıştır. Mesela;

………Gerçek müminler ancak o müminlerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, âyetleri okunduğu zaman imanlarını arttırır. Ve bunlar yalnızca Rablerine tevekkül ederler.

………Onlar ki, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yoluna harcarlar.

………İşte gerçekten mümin olanlar onlardır. Onlara Rablerinin katında dereceler vardır, bağışlanma ve değerli rızık vardır. (Enfal/2-3-4)

………Bunlar, genellikle kâfirlerin özellikleri ile birlikte zikredilmiştir. Yani kâfir sıfatı, mü’min sıfatının tam karşılığı olarak kullanılmıştır. Genellikle bu tür ayetlerde mü’min kelimesi değil, bunun çoğulu olan “mü’minun, mü’minin, mü’minat” gibi kavramlar kullanılmıştır.

………Bu çerçevede düşünüldüğünde “Mü’min” isminin anlam örüntüsü şu şekilde gösterilebilir:

………Mü’min; (Allah İçin) Güven veren, kendi varlığını tasdik eden, iman bahşeden. (İnsan İçin) İnanan, doğrulayan, kâfirin karşıtı, güvenilir

………Hadislerde de “mü’min” kelimesi yine kullara ait bir sıfat olarak zikredilmekte ve bu kulların sahip olması gereken nitelikler sayılmaktadır.

………Olgun bir mü’min kimseyi yermez, lanetlemez, kötü davranışlı ve çirkin sözlü olmaz.” (Tirmizi)

………Bir başka hadiste; “mü’min kimdir sorusuna Hz. Peygamber şu cevabı vermiştir: Mü’min insanların malları ve canları konusunda kendisinden emin oldukları (güvendikleri) kişidir.” (Mülüm)

………Dikkat edilirse bu hadiste Hz. Peygamber, mü’min kişiyi güvenilir olmakla nitelemiştir. Resulullah (sav) buyurdular ki:

………Nefsim yed`i kudretinde olan zata yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız! Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yaygınlaştırın!” (Buhari)

………Bir başka hadiste şöyle rivayet edilmiştir: Nebî Sallallahu aleyhi ve sellem (bir kere arka arkaya üç kere yemîn ederek) “Vallahi îmân etmiş olmaz, vallahi îmân etmiş olmaz, vallahi îmân etmiş olmaz!” Buyurdu.

………(Mecliste hazır bulunanlar tarafından): Yâ Resûlallah! Bu îmân etmiş olmayan kimdir? diye soruldu. Resûl-i Ekrem: “Kim olacak, şu komşusu zulmünden, şerrinden emîn olmayan kişi,” diye cevap verdi. (Buhari)

………Tüm bu anlatılanlar ışığında mü’min kavramını tanımlayabilmek için, onu ilintili olduğu tüm kavramlar ışığında ortaya koymamız gerekir. Bunu aşağıdaki şekilde olduğu gibi gösterebiliriz:

………Mü’min İnsan için Kullanıldığında olumlu anlamda Güven, inanma, tasdik ve doğruluk olarak, olumsuz anlamda ise Hıyanet, küfr, isyan, yalanlama şeklinde gruplandırabiliriz.

………Dikkat edilirse Kur’an-ı Kerim’de mü’min kelimesi çift yönlü olarak ele alınmıştır. İnsana izafe edilen yönü itibariyle mü’min kelimesi hem olumlu niteliklerle hem de muhalifleriyle birlikte zikredilerek, mü’min olan bir kişinin yapması ve yapmaması gereken nitelikler sıralanmıştır. Ancak Allah için mü’min ismi ele alındığında, bu kavram sadece olumlu sıfatlarla donanmış bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Allah, kulların daha iyi anlayabilmesi için, kulları için kullanılan niteliklerden yola çıkarak bu kavramı kendi ismi olarak kullanmıştır.

………Allah için kullanıldığında Mü’min ismini; Kullarına inanan, Güven veren, Varlığını tasdik eden olarak üç grupta toplayabiliriz. Böylece Allah, bilinenden yola çıkarak, kendinde olan özellikleri bildirmektedir.

………Aslında burada Allah, aynı zamanda kullarının, bu özellikleri taşıması gerektiği vurgusunu da yapmaktadır. Bu, insan ile Allah arasındaki epistemolojik düzleme bir işaret olarak değerlendirilebilir.

………Bunun yanında Allah, bu ismin tam karşılığı olan kavramları da bir arada kullanmakla kendisi ve insan için istediği ahlaki düzlemi de gözler önüne sermiştir.

………Bilinen şeylerden yola çıkarak insanlara bazı bilgileri sunmak ve insanın anlamasını kolaylaştırma noktasında Kur’an’ın üslubunda bu tür ifadeleri görmek mümkündür. (Geniş bilgi; Mualla Selçuk“Gençlik Çağı ve inanç Olgusu”)

………Allah’ın güzel isimleri incelendiğinde “mü’min” isminin ilgili olduğu başka isimler de görülmektedir. “Mü’min” isminin güven veren anlamına geldiği göz önünde bulundurulursa mesela örnek olarak, Hâfız (koruyup gözeten), Selam (esenlik ve barış veren) Vekil (Güvenilip, dayanılan), Müstean (sığınılan) isimlerinin de bu isimle yakın anlamlara sahip olduğu görülecektir.

………Allah, kulunu Hâfiz ismiyle koruyup gözetirken, aynı zamanda ona güven vermektedir.

………Selâm ismiyle güven verdiği kuluna aynı zamanda esenlik ve huzur vermektedir.

………Vekil ismi, mü’min ismini pekiştirmekte ve kullarının güvenip dayanabileceği bir dost olmaktadır.

………Müstean ismi ile de yine Allah kullarının sığınabileceği bir merci olduğunu ortaya koymakla kendisinin en güvenilir olduğunu belirtmekte olması gibi.

………Buraya kadar mü’min isminin Allah’a ve kullara izafeten ne anlamlara geldiği ve Kur’an’da ve hadiste geçtiği şekliyle kavramın arka planı ortaya konulmuştur. Burada dikkat edilmesi gereken şey, Allah’ın isimlerinin anlamları üzerinde dikkatli düşünerek, bu isimlerin bireysel ve toplumsal anlamdaki değerini ve ahlaki düzlemde Allah ile olan ilişkilerimizde belirleyici olan hususları göz önünde bulundurmaktır. Bir sonraki aşama ise bu kavramın anlam içeriği göz önüne alınarak eğitim ortamına aktarılması hususudur.

………C . Mü’min Kavramının Eğitim Ortamında Kullanımı

………Bu aşamada dikkat edilmesi gereken şey, bu kavramın eğitim ortamında hangi değerlerin kazandırılmasına katkı sağlayacağı hususlarının dikkatle irdelenmesidir. Mü’min isminin sözlük ve ıstılahi anlamları dikkate alındığında, ilk akla gelen, “Allah’a iman etme” kavramı olmasına rağmen, ayetlerde ve hadislerde ortaya çıkan şekliyle kavramın bireysel ve toplumsal anlamda “güven” duygusunu kazandırma ve bunun yanında güven kavramını destekleyen ve geliştiren “yararlı iş yapmaya isteklendirme” şeklinde de öğretim ortamında kullanılabileceği görülebilir. Güven, bir değerdir ve eğitim ortamında öğrencilerin kazanması beklenen değerler arasında en önemlilerinden biridir.

………Allah, mü’min kavramını kendisi için “güven veren” ve “kullarına güvenen” anlamlarında da kullanmaktadır. Dolayısıyla aslında kullarından da istediği iman etmenin yanı sıra güven vermeleri, O’na güvenmeleri ve güvenilir insan olmalarıdır denebilir.

………Bu bağlamda, aşağıda bu ismin eğitim ortamında kullanılmasını sağlayacak etkinlik örnekleri verilecektir. Ancak etkinliklere geçmeden önce ismin öğretiminde hangi kazanımların dikkate alınacağının belirtilmesi gerekmektedir. Bu etkinliklerden edinilmesi beklenen kazanımlar şu şekilde sıralanabilir:

  • Esma-i Hüsna üzerinde düşünür ve bu isimleri anlamlandırmaya çalışır.
  • Mü’min isminin anlamını ve çağrışımlarını yorumlayabilir.
  • Mü’min isminin bireysel ve toplumsal hayattaki yansımaları üzerinde düşünür ve kendi hayatındaki çağrışımlarını kurgular.
  • Allah’ın hem güven veren hem de kullarına güven duyan bir varlık olduğunun bilincine varır.
  • Ayet ve hadisler ışığında güvenilir olmanın önemini kavrar.

………Etkinlik 1; Esma-i Hüsna hakkında aklınıza gelen her kavramı yazarak bir zihin haritası oluşturmak.

………Etkinlik 2; Kur’an da belirlenen ayetleri Esma-i Hüsna bağlamında yorumlamak.

………Etkinlik 3; O, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr/23)

………Yukarıda verilen ayet çerçevesinde “Mü’min” isminin Allah için kullanıldığında ne anlama geldiğini tefekkür etmek.

………Etkinlik 4; Verilen örnek olayın ana temasını çıkarınız.

………“Hz. Muhammed (sas) 35 yaşındayken Mekke’de meydana gelen bir olay şehirde manevi hayatın uyanmasına sebep oldu. Kureyş, sel ve yağmur sularından zarar gören ve bazı yerleri yıkılmış bulunan Kâbe’yi onarmaya karar verdi. Çünkü Kâbe, hem çok sayıdaki putların barınağı, hem de kendilerinin en büyük ekmek kapısı durumundaydı. Bu bakımdan iyi korunması gerekiyordu. Kâbe’nin iyi bir onarım görmesi için çeşitli teşebbüslerde bulundular. …

………Neticede bütün kabilelerin katılmasıyla Kâbe tamir edildi. Hz. Muhammed’in taş taşıyarak bizzat katıldığı tamir işleri bitmiş, sıra tüm insanlarca kutsal sayılan “Haceru’l-Esved”i Kabe’deki yerine koymaya gelmişti ki, kabileler arasında kavga çıktı, her kabile bu taşı yerine koyma şerefinin kendisine ait olmasını istiyordu. Neredeyse kan dökülecekti.

………Bu arada onlardan yaşlı birisi “….tartışmayı bırakalım, bugün Şeybe kapısından Kabe’ye giren ilk kişinin hakemliğine başvuralım ve onun vereceği karara uyalım. ..” şeklinde bir görüş ortaya attı.

………Bu görüş bütün kabilelerce benimsendi. İşte o gün, adı geçen kapıdan içeri giren ilk kişi, bütün Mekke halkının güvenini kazanan Hz. Muhammed oldu ve gelişiyle herkesi sevindirdi, birbirlerine, işte “Muhammedü’l-Emin” geliyor diyerek söyleştiler.

………Hz. Muhammed, bu ihtilaflı konuya, bütün kabilelerin kabul ettiği bir çözüm getirdi. Bornozunu çıkarıp yere serdi, kabile temsilcilerine taşı, bornozun üzerine koydurttu ve bornozun bire ucundan tutturup taşıttırdı. Tam yerine konulacağı yere gelince de taşı kendi eline aldı ve Kabe’deki yerine koydu. Böylece sorun çözülmüş oldu.” (İbn Hişam, Siretü’n-Nebeviye)

………Bu örnek olay, peygamberimizin daha peygamber olmadan önce bile, yaşadığı toplumda ne kadar güvenilir bir insan olduğunu ve toplum nazarında ne kadar sevilip kabul gördüğünü göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Dolayısıyla Allah, güvene vurgu yapmış ve seçeceği insanı da bu özelliklerle donatmıştır. Burada güven toplumsal ve bireysel bağlamda düşünülmeli ve Hz. Muhammed’in hayatı da bu çerçevede incelenmelidir. Yapılacak tartışmalar da güvenilir insan olma bağlamında gerçekleştirilebilir.

………Etkinlik 5; Verilen ayetlerden çıkarılabilecek temel ilkeleri belirtiniz.

………İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır.” (En’am/82)

………Hûd şöyle dedi: “Ey kavmim! Bende akıl kıtlığı yok. Aksine ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Rabbimin vahy ettiklerini size tebliğ ediyorum. Ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim.” (Hûd/67-68)

………Sonra Allah, Resûlü ile mü’minler üzerine kendi katından güven duygusu ve huzur indirdi. Bir de sizin göremediğiniz ordular indirdi ve inkâr edenlere azap verdi. İşte bu, inkârcıların cezasıdır.” (Tevbe/26)

………Sana bir iyilik gelirse, bu onları üzer. Eğer başına bir musîbet gelirse, “Biz tedbirimizi önceden almıştık” derler ve sevinerek dönüp giderler. De ki: “Bizim başımıza ancak, Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O bizim yardımcımızdır. Öyleyse mü’minler, yalnız Allah’a güvensinler.” (Tevbe/50-51)

………Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.” (Şuârâ/107)

………Ayetlerimiz konusunda (yalanlama amacıyla) doğruluktan sapanlar bize gizli kalmaz. O halde kıyamet gününde ateşe atılan mı, yoksa güven içinde gelen kimse mi daha iyidir? Dilediğinizi yapın. Şüphesiz o, yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir.” (Fussilet/40)

………O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Feth/4)

………Yukarıdaki ayetler de Allah’ın güvene verdiği önemi göstermesi bakımından önemlidir. Bu ayetlerde Allah, kullarına verdiği güven duygusunu ve bunun önemini belirterek, bu duygunun önemine işaret etmektedir. Allah, kullarının yaptıkları her işte kendisine güvenmelerini ve ona tevekkül etmelerini belirterek, kendisinin güven veren bir varlık olduğunu ayetlerinde vurgulamaktadır.

………Etkinlik 6; Mü’min” kavramının ve size çağrıştırdıkları hakkında, bireysel ve toplumsal alana katkıları bağlamında tefekkür etmek.

………Etkinlik 7; “Mü’min” kavramının anlamını düşünerek “Mü’min olarak nitelendirilen kişinin özelliklerini değerlendirmek.

  1. Sonuç ve Değerlendirme.

………Bu makalede, Esma-i Hüsna’dan bir isim olan “Mü’min” ismi incelenerek bir değer olan “güven” kavramına vurgu yapılmaya çalışılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bu konuya oldukça atıf vardır. Makalede vurguladığımız hususlar, bu çerçevededir. Allah kendisini güvenilir olarak tanımlamaktadır. Seçtiği peygamberlerini güvenilir olmakla vasıflandırmıştır. Mü’min insanın taşıması gereken özellikleri belirtirken ve iman konusunu zikrederken bu ve bunun gibi değerleri ön plana çıkarmıştır. İman ve güven arasında bir ilişki kurmuştur.

………İnanmak ve güvenmek arasındaki bu irtibattan dolayı Allah, güven verdiğini ve güvendiğini “Mümin” ismi ile ifade etmiş ve bu değere büyük önem atfetmiştir. Allah’ın sadece korkulacak ve inanılacak bir varlık olmadığı, aynı zamanda güvenilebilecek bir varlık olduğu da Kur’an’ın kendi ifadelerinden ortaya çıkmaktadır. Esma-i Hüsna’yı, bu çerçevede düşünmek ve bunları öğretime konu yapmak bu bakımdan üzerinde ciddi düşünülmesi gereken hususlardan biridir. Yapılan etkinlikler bu çerçevede önerilmeye çalışılmıştır.

………Dikkat edilirse etkinliklerde kazanımların edinilmesine yönelik bir sıra izlenmiştir. Etkinliklerle hedeflenen hususlar aşağıdaki şekilde sıralanabilir:

………Birinci etkinlikte hedef, öğrencilerin Esma-i Hüsna hakkındaki ön bilgilerini kontrol etmek ve onların zihinlerindeki Esma-i Hüsna’ya ait kavramları ortaya koymaktır.

………İkinci etkinlikte hedef, Esma-i Hüsna’nın Kur’an’da nasıl kullanıldığını ve Kur’ani bir kavram olduğunu göstermektir.

………Üçüncü etkinlikte hedef, Allah’ın güzel ismi olan “Mü’min” isminin Kur’an’da ne şekilde kullanıldığını ve bundan nasıl bir anlam çıkartılabileceğini göstermektir.

………Dördüncü etkinlikte hedef, insanlara rol modeli olarak gönderilen bir peygamberin en temel özelliği olan “güvenilir olma” özelliği ile Allah’ın bu ismi arasında bir bağ kurmaktır.

………Beşinci etkinlikte hedef, Allah’ın gönderdiği tüm peygamberlerin güvenilir olduğu, Allah’ın güvenme duygusuna ne kadar önem verdiği ve mü’minlerin Allah’a güvenmeleri gerektiğini ortaya koymaktır.

………Altıncı etkinlikte hedef, Mü’min isminin, tüm bu ayet ve hadisler ışığında zihinlerde yeni çağrışımları ortaya çıkarmaktır.

………Yedinci etkinlikte ise hedef, “mü’min” diye nitelendirilen kişinin sahip olması gereken özelliklerini ortaya koymaktır.

………Not; Bu makalede çalışılan ismin tercih edilmesi, “Dini Kavramlar ve Öğrenme Ortamları” (2005) adlı derste yapılan etkinliklerde kararlaştırılmıştı. Bu etkinliklerde, “Mü’min” isminin sahip olduğu anlam içeriği beni etkiledi. Bu ismin sahip olduğu zenginlik, bende bu ismin eğitim ortamında kullanılabileceği kanaati uyandırdı. Allah’ın güzel isimlerinin taşıdığı anlamları ve bu isimlerin sahip olduğu değeri görmeme yardımcı olan ve daha sonra çalışmamı okuyarak katkılarda bulunan değerli hocam Prof. Dr. Mualla Selçuk’a çok teşekkür ederim.

………(Dr. Yıldız KIZILABDULLAH Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)

………**********************************************************

………EL MÜ’MİN

        el-Mü’min, emniyet ve güven veren, inanan kullarını korku ve endişelerden emin kılan demektir.

………Bu, Allah’ın, inanan kullarına, daha bu dünyada yaşarken verdiği en büyük hediye, ihsan ve lütuftur. Mü’min insan; el-Mü’min’in halifesi olarak, elinden, dilinden, diğer Müslümanların emin olduğu kişidir dostlar!

………Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok âyet “Ey iman edenler“, “gerçek mü’minler” diye başlar ve Yüce Yaradan’ın inanan, samimi gönülleri muhatap alarak, kullarıyla “konuşmasıyla” sürer. Kur’ân-ı Kerîm’i okuyor ve anlıyorsanız eğer, o muhteşem kelâmın; “el-Mü’min” olandan, “mü’min” kuluna doğru akan, sevgi, muhabbet, şefkat ve koruma hisleriyle dolu bir huzur manzumesi olduğunu görürsünüz.

………Ne muhteşem bir huzurdur bu!

………Ne muhteşem bir beraberliktir bu!

………Ne rahatlatıcı bir soluktur bu inanan, mü’min kula!

………Yüce Allah, mü’min kulunu, dünyada da ahirette de yalnız bırakmaz dostlar! Dünyada, kulunun imanını ve yakînini artırarak, manevi yönden huzur, güven ve itminan vererek, dünya hayatının dalgalar mesabesindeki acılarına ve zorluklarına karşı güçlü kılar onu. Ve Kendisine, yalnız “Kendisine” yani Allah’a dayanmayı öğreterek, dünya hayatını huzur içinde geçirmesini sağlar.

………Bu huzur, bu iman, dünya hayatına çok farklı bir bakış açısı kazandırır, inanan insana dostlar!

………Hiç, “hayatı” böyle düşündünüz mü dostlar? İşte Kur’ân-ı Kerîm’in muhteşem ikliminde, inanmış gönüllerin hayat felsefesi budur! “Yemek, içmek, zevk sürüp, kendisi için yaşayıp ölmek” değil! Asla ve kat’a değil!

………Size, “yaşamak” gibi bir lütfu bizzat bağışlayan O!

………Dilediği an, can suyunu keserek, o lütfu geri alacak olan yine O! “Mü’min” adı ile şereflendirdiği kuluna, yaşamı, muhteşem bir alışveriş kılan, canı ve malı karşılığı satın alan O! “Ödül” ise, cennetlerde, yani huzur ve selâmet ülkesinde ebedî olarak ağırlanmak!

………Böylesi bir alışverişi, ancak “Âlemlerin Sahibi” olan yapar, sonsuz bir merhametin ve sevginin sahibi yapar. Size de kul olarak, o kapıda secdelere kapanmak kalır ancak dostlar!

………el-Mü’min’dir O!

………İnanan kuluna güven verendir O! Her türlü korkudan, endişeden emin kılandır O! Mü’min kuluna “elçi”ler göndererek, elinden tutandır O!

………Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Âl-i İmrân/164)

………el-Mü’min‘dir O!

………Allah, her zorluk karşısında, inanan kulları ile beraber olduğunu hatırlatır ve hayat savaşında, insanın en bunaldığı anlarda, üzerine “sekîne” indirerek rahatlatır, ferahlatandır O;

………O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyet taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve mü’minlere sükûnet ve güvenini indirdi. Onları takva sözü üzerinde durdurdu. Zaten onlar buna pek layık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.” (Fetih/26)

………el-Mü’min‘dir O!

………Mü’min kuluna yardım etmeyi, kendi üzerine ‘hak’ kılandır O!

………Sonra biz elçilerimizi ve iman edenleri böyle kurtarırız, mü’minleri kurtarmamız bizim üzerimize haktır!” (Yûnus/103)

………İmanlarına iman katsınlar diye mü’minlerin kalplerine güven indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır. Mü’min erkeklerle mü’min kadınları, içinde ebedi kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.” (Fetih/4-5)

………el-Mü’min‘dir O!

………İnanan kuluna, ebedî âlemde verilecek mükâfatları da vaat edendir O;

………Allah mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, altlarından ırmaklar akan cennetler vaad buyurdu. Orada ebedî kalacaklardır. Hem de Adn cennetlerinde hoş meskenler vaad etmiştir. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.” (Tevbe/72)

………Erkekten ve kadından, mü’min olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatacağız ve yapmakta oldukları amellerin daha güzeliyle mükafatlarını elbette vereceğiz.” (Nahl/97)

………Her kim de mü’min olarak salih amelleri işlerse, artık o, ne bir haksızlıktan ve ne de (hakkının) çiğnenmesinden korkar.” (Tâ-Hâ/112)

………Ey, “el-Mü’min” olan Allah’ım! Buyuruyorsun ki;

………Gerçek mü’minler ancak o mü’minlerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, âyetleri okunduğu zaman imanlarını arttırır. Ve bunlar yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl/8)

………el Mü’min” ismini çalışırken, ilk kez “Mü’min” olmak ne demektir diye düşündüm,

………“Sevgi” doldu yüreğime, ışıl ışıl bir sevgi!

………“Rabbim aciz kulunu seviyor.” dedim.

………“Huzur” doldurdu içimi, genişledi ruh dünyam, beni kıskıvrak bağlayan ipler koptu, nefes aldım tâ yürekten!

………“Rabbim bu aciz kulunu koruyor.” dedim.

………Dağlaşmıştı gözümde dertler, sıkıntılar.

………Sonsuz bir kudrete dayandığımı hissettim, güç doldurdu yüreğimi.

………Ve Mü’min olmakla şeref duydum Allah’ım!

………Beni “Mü’min” ismine lâyık eyle yâ Rabb!

………Senin gibi Yüceler Yücesi bir Rabbe “kul” olan, “kul” olabilen nasipli mü’minlerden eyle beni.

………Ve “Mü’min” ismini bilinçle taşıyanlardan, yanına gelenlere güven aşılayanlardan, kendinden “emin” olunanlardan eyle! Âmîn. (esmaulhusna.net)

………********************************************************

………Kalplere iman bağışlayan; yaratıkların zulümden, müminleri azaptan emin kılan; onların şahitliklerini kabul ve tasdik eden; taahhütlerini mutlaka yerine getiren demektir. İnsan kalbini şüphe ve tereddütlerden kurtararak imana kavuşturan Allah-ü Teâlâ Hz.leridir. Hidayeti ile bunu  bilgisini ve şuurunu insana bahşeden O’dur.

………Allah-ü Teâla Hz.leri, kalplere iman bağışlayarak, oralardan şekleri, tereddütleri kaldırmıştır. Kendine sığınanlara aman verip korumuş, emniyetle rahatlandırmıştır. Bunların hiçbirini Allah-ü Teâlâ Hz.lerinden başka yapacak yoktur. İman Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin en büyük nimetlerinden biridir. Eğer Allah-ü Teâla Hz.leri bir kuluna iman nasip etmemişse, onu hiç kimse iman getiremez, binaenaleyh iman sahibi bir kul daima:

………“El-Hamdü lillâhi ‘alâ dîni’l-İslâmi ve ‘alâ tevfîki’l îmâni ve ‘alâ hidâyeti’r-Rahmân” diye bu büyük bahşişten dolayı Allah-ü Teala Hz.lerine hamd-ü sena etmelidir. Kendisinin iman sahibi olmasına sebep olanlara da saygı gösterilmesi, iyilik bilirlik olması itibariyle Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin sevdiği bir harekettir.

………Allah-ü Teâla Hz.lerinin nimetlerinden biri de emniyettir. İnsan, malı, canı, ırz ve namusu için her saat korku ve endişe içinde kalsaydı, bu ne büyük azap olurdu. Yüreklerimizde böyle bir korku taşımıyor, bilakis rahatlık ve iç ferahlığı içinde yaşıyorsak, bunun el-Mü’min İsm-i Şerif’inin tecelliyatından olduğuna şüphe yoktur. Binaenaleyh emniyet ve asayişin temini için çalışan her şahıs ve bu uğurda kullanılacak her çeşit silah ve aletler, hep bu İsm-i Şerif’in mazharıdır, yani aynasıdır, sebepleri ve vasıtalarıdır.

………Bir de insanın daima kötülüğüne ve zararına çalışan ve hiç bir zaman onun mesut olduğunu istemeyen düşmanlar vardır. Bunların içinde en azılısı ve en merhametsizi ve kendisiyle savaşmak en güç olanı şeytandır. Haydutlar, zalimler, iftiracılar, hasetçiler ondan sonra gelir. Bir insan, şöyle söz alışkanlığı neticesi değil de, idrak ve şuurla “Bütün bunların şerrinden Allah-ü Teâlâ Hz.lerine sığındım” dediği zaman, Allah-ü Teala Hz.leri onu reddetmez. Çünkü Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin isimlerinden biri de el-Mü’min‘dir ve bunun bir manası da, kendine iltica edenlere aman vermesi, onları hususi himayesine almasıdır. Şerlilerin şerrinden daima Allah-ü Teâla Hz.lerine sığınırız.

………İman veren, güvenlikte kılan, iman edenleri iki dünyada da güvenlik içinde yaşatan ve bir ismi de “el-Mü’min” olan Allah-ü Teâla Hz.lerine iman edenler insanlara güvenlik vermeye çalışmazlar. Güvenilen bir insan olmaya çalışırlar.

………İmanın dünyada sağlayacağı güvenliği Hz. Resul-i Zişan Efendimiz: “Allah’a yemin olsun ki, Allah bu İslam işini tamamlayacak, hatta bir yolcu San’a şehirden Hadramut’a kadar yürüyecek, Allah korkusundan ve bir de koyuna kurt saldırır korkusundan başka hiçbir şeyden korkmayacak.” Buyurmuştur. (Buhari, Ebu Davud)

………Bir ismi “el-Mü’min” olan Rabbimizin verdiği imanın sağladığı güvenlikle eşkıya yatağı San’a ile Hadramut arasında 1400 sene önce güven içinde yolculuk yapmışlar. M. Akif Ersoy’un: “Kenarı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelirde adl-i ilahi sorar Ömer’den onu” diye şiirleştirdiği Hz. Ömer Hz.leri, Medine’de devlet başkanı iken Dicle nehri kenarında bir koyunun kurt tarafından yenmesinden kendini sorumlu tutuyor. İşte “Mümin” olan Allah-ü Teâla Hz.lerine iman eden mü’minin yönetimi öyle olur.

………1400 sene sonra İslâm sistem olarak rafa kaldırıldı. Batıdan sistem ithal edildi ve Dicle nehri kenarında terör adı altında 30.000 (otuz bin) insanın kanı akıtıldı.

………Dicle kenarında değil şehrin merkezinde en güvenli merkez diye yapılan binanın 25. Katında yirmi beş ayrı güvenlik tertibatı olan yerde yaşayan insanın güvenliği olmadığını bütün dünya gördü.

………Asker ve gardiyan tarafından korunan hapishanelerde güvenlik kalmadı. Her insanın arkasına bir emniyet görevlisi taksanız, emniyet görevlisinin ardına da bir görevli gerekir.

………Onun ardına da biri gerekir. Bu da olmayacağına göre her insanın içine emniyet görevlisi olarak “elMü’min” olan Allah-ü Teâla Hz.lerine iman yerleştirilirse emniyet=güvenlik iki dünyada da sağlanmış olur. (Mahmut Topbaş)

………*************************************************

………Devam edecek

 

………Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

………Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ESMA DERSLERİ – 13 – EL MU’MİN (C)

$
0
0

El Mü'min (A)

……..Euzübillahimineşşeytanirracim,

……..Bismillahirrahmanirrahim

……..Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

……..De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende. (Amin)

……..KUR’AN DA MÜSLÜMAN VE MÜ’MİN KAVRAMLARI

         İslâm Allah Teâlâ’nın emirlerine teslim olmak ve bağlanmaktır. Bundan dolayı iman ile İslam arasında lügat yönünden fark vardır. Fakat şer’î hükümde İslamsız iman, imansız İslâm olmaz. Bu ikisi zahir ile batın, yüz ile astar gibidir. Din de iman ve İslâm ve şeriatın hepsine birden konulan isimdir demek olur ki ;

……..Allah nezdinde hak din ancak İslâm’dır.” (Âl-i İmran/19)

……..Ayetinde ve daha bazı yerlerde geçtiği üzere İslâm kelimesi sözlükte asıl maddesi olan barış ve güven hemzesinin duhul ve müteaddi hale koyma ve diğer mânâlarına göre barış ve karşılıklı anlaşmaya girmek veya koymak, güvenliğe çıkarmak, kurtulmak veya kurtarmak; ihlas ve teslimiyet ve bağlanmak gibi birkaç mânâya gelebildiğinden İslâm ve iman kavramlarında sözlük bakımından çeşitli farklar bulunduğundan şeriat daha çok bunların ikisinin birlikte toplanmasına ve gerçekleşmesine itibar etmiş olmakla beraber sözlük anlamlarını da az çok gözden uzaklaştırmamış bulunmasından dolayı şer’i kullanılışta, üç mânâ meydana gelmiş olur.

……..Birincisi: Biri diğerinin şartı olmak, biri açık, biri gizli olma bakımından asıl bulunmak gibi bir anlam farkıyla beraber gerçek olarak meydana gelmesinde eşit, şeref ve haysiyette birbirine gerekli olmalarıdır. Meselâ imanda İslam’ın hem bâtında ihlas kavramı, hem zahirde teslim kavramı şart olduğu gibi İslam’da da iman, hakkında delil getirilen bir şey olmak üzere şarttır. Bundan dolayıdır ki Nisâ Sûresi’nde:

,……..Size selam veya sulh veren kimseye mümin değilsin, demeyin.” (Nisâ/94)

……..Buyurulmuş ve bu sebeple mümin ve Müslim gerçekte bir sayılmıştır. Buna bilinen manasıyla İslâm demek uygun olur.

……..İkincisi: İslâm imandan daha genel ve onun bir başlangıcı olmak üzere imanın altında bir ikrar ve iman, İslâm’ın bir gayesi olmak üzere üstünde delil gösterilen bir şey ifade etmesidir ki bu âyet bu mânâ üzere gelmiş ve Râzî yalnız bu farkı kaydetmiştir. Bunu gerçek samimi Müslümanlık karşılığında resmî Müslümanlık diye de ifade edebiliriz. Bu henüz Müslümanlık değil, Müslümanlığa bir giriştir. Burada ihtar olunuşu da özellikle bu incelik içindir. Ve onun için

……..fakat siz İslâm oldunuz.” diye tasdik buyurulmamış “İslâm olduk, deyiniz” diye sözlük açısından ihtar yapılmıştır, bir de “Sâdikûne” karşılık olarak ifade edilmiştir.

……..Üçüncüsü: İmandan daha özel ve onun bir kemali, bir gayesi olmak üzere üstünde olan İslâm’dır ki

……..Bilakis, iyilerden olarak kim yüzünü Allah’a döndürürse.” (Bakara/112)

……..Buyurulduğu üzere ihsan mertebesini dahi kendisinde bulunduran ve

……..Allah nezdinde din ancak İslâm’dır” (Âl-i İmran/19)

……..Gerçeğinin ifade ettiği ve

……..“Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” hitabıyla da burada işaret ve teşvik buyurulan mânâdır.

……..Bu mânâya götürmek üzere buyuruluyor ki: Ve Allah’a ve Resulüne itaat ederseniz, yani açıktan şehadet ile ikrar edildiği gibi kalben de samimiyetle imana yükselip olgun mümin, dosdoğru Müslüman olmak üzere gereğince amel ederek Allah ve Resulünün emirlerini seve seve yerine getirirseniz Allah size amellerinizden hiçbirini eksik olarak ödemez, değerinden eksik ecir ile karşılamaz. Çünkü Allah Gafur’dur, itaat edenlerin kusurunu bağışlar, Rahim’dir, rahmetinden ihsanı ile ecir verir. (Elmalı tefsirinden)

……..************************************************************

……..MÜMİN VE MÜSLÜMAN (Mevdudi tefsirden)

……..Ayette “eslemna ve lemma” lafzı kullanılmıştır. Bu “Biz Müslüman olduk deyiniz” diye de tercüme edilebilir. Bu lafızdan bazı kimseler, “Kur’an-ı Kerim’in dilinde “mü’min” ve “müslim” iki ayrı deyimlerdir; Mü’min canı gönülden iman edendir, Müslüman ise iman etmeden sadece dış görünüşü ile Müslüman olandır,” manasını çıkarmışlardır.

……..Böyle bir iddia serâpâ yanlıştır, temelden sakattır. Burada “iman” kelimesinin kalp ile tasdik için ve “İslam” kelimesinin sadece dıştan itaat için kullanıldığında şüphe yoktur. Fakat buradaki ifadenin Kur’an-ı Kerim’in müstakil iki ayrı deyimi olduğunu söylemek doğru değildir.

……..Kur’an-ı Kerim’in İslam ve Müslim kelimelerinin kullanıldığı ayetleri incelenince, Kur’an ifadesinde İslâm’ın, Allah’ın insan cinsine ve bütün beşere indirdiği hak dinin adı olduğu görülmektedir. İman ve emre itaatin ikisini de içine almaktadır.

……..Müslim” ise canı gönülden iman eden ve fiilen itaat eden kişi demektir. Örnek olarak aşağıdaki ayetleri inceleyiniz.

……..Allah katında din ancak İslam’dır.” (Al-i İmran: 19)

……..Kim İslam’dan başka bir din ararsa, o istediği din asla kendinden kabul olunmaz.” (Al-i İmran: 85)

……..Ben sizin için İslam’ı din olarak beğendim.” (Maide: 3)

……..Allah kimi doğru yola sevketmeyi isterse göğsünü İslam ile genişletir” (En’am: 125)

……..Bu ayetlerde “İslam“dan maksadın iman etmeden itaat etmek olmadığı meydandadır. Yine bakınız yer yer bu konunun ayetleri gelmektedir.

……..Ey Peygamber! De ki: Müslüman olanların ilki olmam bana emredildi” (En’am: 14)

……..Onlar Müslüman olurlarsa şüphesiz doğru yolu bulmuş olurlar.” (Al-i İmran: 20)

……..Müslüman olan bütün peygamberler Tevrat’a göre hükmederlerdi.” (Maide: 44)

……..Burada bunun gibi ve diğer yerlerde daha birçok örnekler göz önüne serilince, artık İslam’ı kabul etmek, İslam’a girmek, iman etmeden itaat etmek demektir denilebilir mi? Bunun gibi “Müslim” kelimesinin de defalarca kullanıldığı manaya örnek olarak aşağıdaki ayetlere bakınız.

……..Ey iman edenler! Allah’tan korkulması gerektiği şekilde korkunuz ve siz ancak Müslüman olarak can veriniz.” (Al-i İmran: 102) ,

……..O sizi önceden de Müslümanlar olarak isimlendirmişti, bu kitapta da öyle isimlendirmiştir.” (Hac: 78)

……..İbrahim, ne yahudi ne de hıristiyandı, fakat o, Allah’ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı.” (Al-i İmran: 67)

……..Hz. İbrahim ve İsmail’in Kabe’yi inşa ederken yaptıkları dua:

……..Ey Rabbimiz! Bizim ikimizi sana teslim ve ihlas sahibi (Müslim) olmakla sabit kıl, soyumuzdan bir topluluğu da Müslüman bir ümmet yap.” (Bakara: 128)

……..Hz. Yakub’un çocuklarına vasiyeti:

……..Ey çocuklarım! Allah sizin için bu dini seçmiştir. Öyleyse artık siz ancak Müslüman olarak can verin.” (Bakara: 132)

……..Bu ayetleri okuduktan sonra artık kim bu ayetlerde “Müslim“den maksat gönülden inanmayıp sadece dıştan İslam’ı kabul eden kişidir diye iddia edebilir?

……..Bu ayetleri inceledikten sonra, Kur’an-ı Kerim’in ifadesinde İslam’dan maksat, iman etmeden itaat etmek ve Kur’an’ın dilinde Müslüman, “Sadece dıştan İslam’ı kabul eden kimsedir” demek, baştan yanlış ve kesin hatadır.

……..Bunun gibi iman ve mü’min kelimelerinin Kur’an-ı Kerim’de mutlak surette, can-u gönülden iman etme manasına kullanılmadığını iddia etmek de yanlıştır. Şüphesiz pek çok yerde bu manaya kullanılmıştır.

……..Fakat pek çok öyle yerler de vardır ki, bu kelimeler orada, dıştan iman etmiş gözükmek için, sadece dil ile söylemek manasına da kullanılmıştır.

……..Ey iman edenler!” denilerek dil ile ikrar ederek Müslümanlar topluluğuna giren insanlara hitap edilmiştir. Onların gerçekten mü’min olduğu veya imanının zayıf olduğu yahut sadece bir münafık olduğu göz önüne alınmamıştır. Bunun pek çok örneklerinden birkaçı için Bkz. Al-i İmran: 156, Nisa: 136, Maide: 54, Enfal: 20-27, Tevbe: 38, Hadid: 28, Saf: 2. (Mevdudi tefsirinden)

……..*********************************************************

         İMAN VE İSLAM

……..Taşralılar (Bedeviler) “iman ettik” dediler. De ki; Siz İman etmediniz fakat “İslâm olduk deyiniz.” Çünkü daha iman kalplerinize girmedi. (Hucurat/14)

……..Ayetten de açıkça anlaşılacağı üzere iman ve İslâm birbirini tamamlayan lâkin birbirinden farklı anlamlara sahip kavramlar olarak kullanılmaktadır.

……..Ayette ki “İslâm olduk” ifadesini Mücahid; “Can ve mal korkusuyla teslim olduk” biçiminde tefsir etmiştir. Ne ki rivayet kopuktur.

……..İbrahim en Nehai bunu doğrudan “İslam olmak, Müslüman olmak” biçiminde tefsir etmiştir.

……..Bu ikinci tefsir bize göre doğru olandır. Ayette ki “İslâm olduk” un anlamı “Müslüman olduk” tur ve imandan farklı olarak değerlendirilmiştir. Bunu Buhari ve Müslüm dâhil birçoklarının naklettiği şu haber pekiştirmektedir.

……..“Sa’d b. Ebi Vakkas’tan; Allah resulü bir topluluğa ganimet paylaştırıyordu. Onlardan bir adama vermemesi beni şaşırttı. Kalktım ve dedim ki; Falan adama niçin ganimetten pay vermediniz? Vallahi ben onu Mü’min olarak görüyorum.

……..Allah resulü şöyle cevapladı; “Hayır, belki müslim

……..Sa’d üç kez aynı sözü söyledi ve üçünde de Nebiden aynı cevabı aldı. En sonunda Allah resulü buyurdu ki;

……..Ey Sa’d kuşkusuz ben bir adama ondan daha çok sevdiklerim dururken yardım edebilirim. Bu onun yüzüstü ateşe atılmasından daha hayırlıdır.

……..Hadisin devamında Zühri’nin bir açıklaması var; “Biz görüyoruz ki İslâm kelime-i tevhid, iman ise ameldir.

……..İman ve İslâm ayırımı bir başka ayette de yapılır.

……..Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar.” (Ahzab/35)

……..Allah resulü İman ve İslâm’ı şöyle açıklamıştır;

……..İslâm dışta ve görünürde, iman içte ve Kalpte olandır.” (Müsned’den Hz. Enes yoluyla İbn. Teymiye-El İman/6)

……..Bu hadiste de İman ve İslâm bir şeyin iki yüzü gibi birbirinden ayrılmayan, lâkin birbirinin de aynı olmayan bir olgu olarak tanımlanmaktadır. İman’la İslâm’ın birbirinden ayrı ve bağımsız olmadığının en güzel delili, sonradan “İslâm’ın şartı beştir” gibi yanlış bir zihniyetle sayıların sultasına kurban edilen şu hadistir.

……..“İslâm beş şey üzerine bina edildi; Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammedin de Allah’ın elçisi olduğuna şehadet etmek, Namazı kılmak, zekâtı vermek, hac ve Ramazan orucu.” (Buhari; İman)

……..Bu ünlü hadiste beş madde var. Bunlardan dördü organlarla ilgili eylem. Namaz, zekât, hac, oruç. Bunlar ameli ilgilendiren maddeler. Geriye bir madde kalıyor ki o da Kelime’i-Şehadet’te ifadesini bulan Allah’ın tekliği ve Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğunu ikrar. Diğer dört madde bu birinci maddeye bağlı Şehadet olmadan ne namaz, ne zekât, ne hac, ne oruç olur.

……..Yalnız bu beş madde arasında temel bir benzerlik var, o da bunların tümünün zahirde olup biten şeyler olması. Hadiste ki birinci madde insanı yanıltmamalı Orada İman etmek değil, şehadet etmek şart koşulmaktadır. Şehadet etmek ise sözle yapılan zahiri bir eylemdir, yani ameldir, dilin ameli.

……..O halde İslâm bütünüyle imanın dış bükeyidir ve amele taalluk eden boyutudur. İslâm teslim olmak, Müslümanlardan sayılmak, şer’i hukuka tabi olmak Müslümanların sahip olduğu haklara sahip olmak demektir.

……..İslâm iman’ın aynısı değildir, öyle olsaydı Cebrail Allah resulüne bir “iman nedir” bir de “İslâm nedir” diye ayrı ayrı sormazdı ve Nebi de ayrı ayrı cevap vermezdi. Hem sorular hem de cevaplar farklı ise İman’la İslâm’ın birbirinin aynı olmadığına bundan daha güzel delil olur mu?

……..İman sorulduğunda; “Allah’a, meleklere, kitaplara, resullere, ahirete ve kadere iman etmek” olarak tarif eden Allah resulü, kendisine İslâm sorulduğunda namaz, zekât, oruç ve haccı zikretmiştir. (Buhari-Müslüm)

……..Hadisin farklı metinlerde bu beşten biri cünüplükten temizlenmek ya da humus olarak zikredilmiştir.

……..İman’ı iç güvenlik olarak tanımlarsak İslâm da dış güvenliktir. Bu nedenle Allah resulü toplumsal güvenin sağlanmasında ferde düşeni İmanla değil İslâm ile tanımlamış ve buyurmuştur ki;

……..Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Buhari)

……..Bu uyarı da gösteriyor ki “İslâm” mü’min bireyin Müslüman toplumla ilişkilerini belirleyen kavramlar dizgesinin başında gelmektedir. Yani “Müslüman kimdir” sorusuna bu naslardan yola çıkarak şu cevabı verebiliriz. İslâm’a sarılıp kurtuluşa (selâmete) eren, insanların da elinden ve dilinden selâmette olduğu, varlığı bireysel ve toplumsal barışın (Selâm) garantisi ve bu garantiyi karşılaştığı her insana selâm vererek peşinen taahhüd eden insandır.

……..İşte bu hadis mü’min bireyin söz konusu barış garantisinin taahhüdüdür. Onun için Selâm vermek “En hayırlı İslâm” olarak tanımlanmıştır.

……..Bir adam Nebi’ye sordu; “Hangi İslâm daha hayırlıdır”

……..Buyurdu ki “Açları doyurursun, ister tanı ister tanıma selâm (Barış ve güvenlik taahhüdü) verirsin. İşte en güzel İslâm budur. (Buhari-İman)

……..İslâm’ın en güzel sembollerinden biri olan selâmın günümüzde içi boşaltılmış ve öz manasından soyutlanmış bir şekilde geleneksel bir dil alışkanlığı olarak verilmesi, ruhundan soyutlanan diğer imanî ve İslâmî şiarların akıbetine onun da uğradığının bir görüntüsüdür.

……..Oysa ki Selâm mü’minin mü’mine verdiği barış ve güven parolasıdır. Bu parolayı veren de alanda birbirleri için mü’min (güvenilir) kimselerdir. Birbirlerine karşı güven ve barışı taahhüd etmişlerdir. Bu nedenledir ki Selâm, aynı kökten geldiği İslâm’ın bir tezahürü olarak ortaya çıkar. İslâm ise İman’ın bir tezahürüdür.

……..Din, hem imanın hem İslâm’ın ortak adıdır. İmansız İslâm mümkündür lâkin makbul değildir. Hucurat/14 ayeti bunun delilidir. Bugün de iman etmediği, Allah’ın ahkâmını içine sindiremediği halde kendilerini Müslüman olarak tanımlayan insanlar bu kategoriye girerler. İman etmeden İslâm olmak kendi içerisinde iki kısımda mütalaa edilir.

……..1 – İman’a ulaşmadan Müslüman olanlar. Bunun örneği Hucurat/14 de ki bedevilrdir. Onlar bazılarının iddia ettiği gibi bilinen manada münafık değildiler. Onlar çeşitli sosyal ve siyasal nedenler yüzünden imana ermeden İslâm’ın siyasal hakimiyetine teslim olmuş insanlardı. Bu nedenle söz konusu ayette Allah onların İman olarak niteledikleri şeyin gerçek adının İslâm olduğunu izah etmiş ve İman etmeleri gerektiğini, ancak o zaman mü’min olabileceklerini, şimdiki durumda müslim olduklarını duyurmuş ve ardından şu garantiyi vermiştir;

……..Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz o yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez Allah çok bağışlayandır Çok esirgeyendir.” (Hucurat/14)

……..2 – İmana ulaştıktan sonra onu reddedip Müslüman görünenler. Bu da iman etmeden Müslüman olmak olarak adlandırılabilir. Ne ki birincisiyle bu ikinci arasında derin bir fark vardır. Birinciler imandan habersizken ikinciler haberlidir. Birinciler bilinçsizken ikinciler bilinçlidir. Çünkü Bedeviler gerçekten teslim olmuşlar ve bunu iman zannetmişlerdir. Bu ikinci kesime giren Müslüman tipi olan münafıklarsa ya imana girip onun gereğini yerine getirmedikleri için (Uhud ve Tebük’ün ortaya çıkarttığı münafıklar gibi) münafık olmuşlar ya da bilinçli bir biçimde küfrü tercih ettikleri halde dıştan Müslüman görünmeyi menfaatleri açısından daha yararlı buldukları için Müslüman olmuşlardır. Şu ayet bu tür münafıklığı iyi açıklamaktadır;

……..“Onlar ki inandılar sonra inkâr ettiler. Daha sonra inandılar yine inkâr ettiler. Sonra inkârları arttı.” (Nisa137)

……..Din demiştik İman ve İslâm’ın her ikisinin ortak adıdır. Çünkü İman tasdik, İslâm ameldir. İman kalbin ameli, İslam bedenin imanıdır. İman muharrik kuvvet, slân bu kuvvetin harekete dönüşmesidir.

……..Bu nedenle İslâm şeriat ile eşleştirilir ve “İslâm şeriatı” olarak kullanılır, iman şeriatı biçiminde değil. İman ise hakikat ile eşleştirilir. Ve imanın hakikati denilir, İslam’ın hakikati değil.

……..İslamsız imanın hükmü ne ise şeriatsız hakikatin hükmü de odur. Hakikatsiz şeriat kuru bir kabuk ve şekilcilik, şeriatsız bir hakikat gizemcilik ve sapıklıktır. Hakikat varlığını imandan, şeriat meşruiyetini İslâm’dan alırsa makbul olur.

……..İmanla İslâm arasında ki ilgi imanla amel arasında ki ilginin aynısıdır. Halkın dilinde İslâm’ın şartı olarak bilinen beş rükün ameli ilgilendiren (Şehadet dilin ameli) maddelerdir.

……..Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur. Şuurun dört mertebesinden iç bükey ve batıni olan marifet ve tasdik ile iman ortaya çıkmakta, dış bükey ve harici boyutu olan ikrar ve amel ile de İslâm ortaya çıkmaktadır.

……..Özetin de özeti; imanla İslâm’ı ayırmak demektir ki bu durumda ortada ne iman kalır ne İslâm.

……..İMAN VE AMEL

……..İman lügatte onaylamak, tasdik etmek, kabullenmek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Bu anlamlarıyla Kur’an da da kullanılmıştır. (Yusuf/17)

……..“İman” nedir sorusunu bir keresinde Allah resulü şöyle cevaplamıştır. “İman; Allah’a, meleklerine, O’na kavuşmaya, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye inanmadır.” (Buhari)

……..“Cibril hadisi” ile meşhur olan bu salih rivayette beş madde yer almakta. Üçüncü madde olan “O’na kavuşmak”la beşinci madde olan ba’s mahiyet olarak aynı. Bu durumda geriye dört madde kalmaktadır. Meleklere iman Nübüvvete imanın bir parçası olarak görülmeli.

……..Birden çok kanaldan gelen Cibril hadisinin bu varyantında kadere imanla ilgili bir madde yok. Hadis bu şekli ile Kur’an da ki iman edilecek maddeleri sıralayan ayetlere diğer rivayet zincirinden gelen varyantlarından daha fazla uyuyor. Çünkü ayetlerde bazı rivayetlerde altıncı madde olarak zikredilen “Kadere iman” maddesi zikredilmekte. Sırasıyla ele alalım;

……..Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr (iyilik) değildir. Asıl birr odur ki; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, ve peygamberlere iman etti. Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve eziyetlenenlere mal verdi Namazı kıldı, zekâtı verdi.” (Bakara/177)

……..Bunlardan kim ki Allah’a ve ahiret gününe iman eder salih amel yaparsa..” (Bakara/62)

……..“Mü’minlerin hepsi Allah’a meleklerine, kitaplarına ve peygamberine inandı. (Bakara/285)

……..Ey iman edenler, Allah’a Resulüne ve resulüne indirdiği kitaba ve daha önce indirilmiş bulunduğu kitaba iman edin. Kim Allah’ı, Meleklerini, Kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse o uzak bir sapıklığa düşmüştür. (Nisa/136)

……..Özellikle Bakara/177 ve Nisa/136 ayetlerde sayılan iman esaslarıyla Cibril hadisinin, Buharinin sahih kabul edip kitabına aldığı varyantı örtüşmektedir.

……..{Dip not; Aynı hadis aynı şekliyle Müslüm’de de geçmektedir. Ne ki Müslüm; Abdullah bin Ömer kanalıyla başka bir senetle aynı metinde “ahirete iman” yerine “kadere iman” maddesi olan hadisi de rivayet eder. Hadisin girişinde hikâye edildiğine göre rivayet kader tartışmalarının ayyuka çıkması üzerine İbn. Ömer’e Yahya Bin Ma’mer’in şikâyetiyle ortaya çıkmıştır. Aynen aktaralım;

……..İlk kaderden söz eden Ma’bed el Cüheni idi. Ben ve Humeyd b. Abdurrahman, el-Himyeri, hacca ya da umreye gitmiştik. Kendi kendimize dedik ki “Keşke Allah Resulünün ashabından birine insanların kader hakkında konuştukları bu şeyleri aktarıp sorsak.” Mescidin içinde Abdullan b. Ömer’e rastladık. Ben ve arkadaşım etrafını sardık. Ben sağına o soluna oturmuş olarak sorduk.”. Böyle devam eden rivayet öyle anlaşılıyor ki Emevilerin her türlü ahlaksızlık ve zulmü yapıp bunu da Allah’ın kaderiyle açıklamalarına tepki olarak doğan redcilerin (Kaderiyye) başlattıkları tartışma ortamında vücut bulmuştur. (Müslüm-1/155-156)}

……..Zaten bu maddelerin imana konu olabilmesi için usül açısından sübutu ve delâleti kat’i bir nas bulunması gerekmektedir.

……..Kur’an ın imanı tanımladığı bu ayetlere yeniden bir göz atacak olursak hemen tamamında iman ile amelin yan yana geldiğini görürüz.

……..Kur’an ın bir çok yerinde amel imana mukarin olarak gelir. Özellikle İman ve salih amelin Kur’an ın onlarca ayetinde birlikte kullanılır.

……..“İman edenler ve salih amel işleyenler (Bakara/277) örneğinde görüldüğü gibi iman ve amelin birlikte kullanıldığı bu tür ayetlerden iki sonuç çıkarılır.

……..1 – İmanın, amelin kendisi olmadığı, eğer öyle olsaydı imandan ayrı olarak amel de zikredilmezdi Eğer amel imanın kendisi olsaydı “İman eden ve salih amel işleyen” ifadesi gereksiz olur, sadece iman edenle iktifa edilirdi. Bu ikisinin aynı olduğunu iddia etmek yukarıda ki Kur’ani ibarede bağlaç olan “vav” a tekrar anlamı yüklemek olur ki bu bir kişinin gelişini belirtmek için Ahmet ve Ahmet geldi demek kadar abestir.

……..2 – Amel’in imandan bağımsız olmadığı; Eğer bağımsız olsaydı onlarca ayette İman salih amelle yan yana zikredilmezdi. İmanla salih amelin yanyana geldiği ayetlerden amelin, imanın bir parçası olduğu sonucunu çıkarmak dil kuralları açısından mümkündür ve itiraz edilmeyecek bir sonuçtur. Çünkü Kur’an da bunun örnekleri çoktur. Örneğin;

……..“Kim Allah’a, meleklerine, Cebrail ve Mükâil’e düşman olursa.” (Bakara/98)

……..Kur’an, ibaresinde melekler geçmesine ve Cebrail ve Mikâil de melekler toplumunun bir parçası olmasına rağmen onlar ayrıca anılmışlardır. Yine;

……..“Namazı kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte rükû edin.. (Bakara43)

……..Ayetinde rükû namazın bir cüzü olduğu halde ve de “namazı kılın” denildiği halde ayrıca bütününden parça çıkarılıp “rükû edin” biçiminde vurgulanmıştır.

……..Kur’an amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinaye olarak Kur’an da amel, iman olarak adlandırılmıştır.

……..“Allah imanlarınızı zayi edecek değildir.” (Bakara/143)

……..Ayette ki imandan kasıt namazdır. Bunu ayetin iniş sebebinden anlıyoruz. Ashabdan bazıları kıble Kudüs’ten Kâbe’ye dönüştürülmeden önce şehit olmuş arkadaşlarının namazlarının ne olacağını soruyorlardı. Ayet bu soruya cevap olarak inmiştir. (Fethu’l-Bari)

……..Sahih sünnette iman amel münasebetlerini ele veren birçok rivayete rastlamak mümkün. İşte bu hadiste iman ve amel iç içe;

……..“Nebiye soruldu; Hangi amel daha efdaldir? “Allah ve Resulüne iman” buyurdu. “sonra hangisi?” diye soruldu; “Allah yolunda cihad” Buyurdu. Ardından yine soruldu; “sonra hangisi?” cevapladı; “hayır üzere yapılmış bir hac.” (Buhari)

……..Resulü sevmek imandandır.

……..Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki ben içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmazsınız. (Buhari)

……..Allah yolunda cihat imanın bir parçasıdır;

……..“Allah bir kimseye kendi yolunda cihadı nasip etse ve o da Allah’a ve Resulüne iman ediyorsa çıksın. Ya ecri, ya ganimeti, ya şehadeti elde eder. Eğer ümmetime lazım olmasaydım hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. And olsun Allah yolunda öldürülüp sonra dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi ve yine öldürülmeyi ne kadar isterdim.” (Buhari)

……..Haya imandandır” (Buhari)

……..Allah için sevmek, kızmak, vermek, ve engel olmakta imandandır.

……..Allah için seven, Allah için kızan, Allah için engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.”

……..Allah resulü imanın parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde amellerin de yer aldığı açık bir biçimde ifade edilmiştir.

……..“İman yetmiş küsur şubedir. En üst derecesi lâ ilâhe illallah, en alt derecesi çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.” (Buhari)

……..Bu hadiste nazari iman olan lâ ilâhe İllallah ile ameli iman olan imatatü’l-eza bir bütünün farklı ağırlıkta ki parçaları olarak geçiyor. İşte o bütünün adı imandır.

……..İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât, oruç; “iman nedir” sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir.

……..“Allah Resulü kendisine gelen bir elçiler grubuna; YALNIZCA ALLAH’A iman etmeyi emretti ve sordu; YALNIZCA ALLAH’A İMAN nedir bilir misiniz? Allah ve Resulü daha iyi bilir dediler. Bunun üzerine buyurdu ki      ALLAH’TAN BAŞKA İLAH OLMADIĞINA VE MUHAMMED’İN O’NUN ELÇİSİ OLDUĞUNA ŞEHADET ETMEK, NAMAZI KILMAK, ZEKÂTI VERMEK, RAMAZAN ORUCUNU TUTMAK VE BEŞTE BİR (Humus)i VERMEKTİR. (Buhari)

……..Sahabe ve tabiinin iman amel ilişkisi konusunda ki tavırları da yukarıda naklettiğimiz Kur’ani ve Nebevi tavrın bir devamı. Örneğin; İbn. Abbas;

……..“De ki; Duanız olmasaydı rabbim sizi ne yapsın.” (Furkan/77) mealinde ki ayeti kerimeyi “imanınız olmasaydı” [levla imanüküm] diye tefsir ederek “duanız imanınızdır” demiştir. Bu tefsir; “Dua ibadettir, ibadet ise imandandır. Anlayışı üzerine bina edilmiştir.

……..Aynı cümleden olarak Ömer b. Abdülaziz valilerinden Adiy b. Adiyye’ye yazdığı mektupta şöyle diyordu; “İman farzlar, şer’i hadler ve sünnetlerdir. Kim bütün bunları tamamlarsa onun imanı da tamam olur. Kim de bunları tamamlamazsa onun imanı noksan olur.” (Fethü’l-Bari)

……..Yine sahabeden Muaz b. Cebel arkadaşlarından Esved b. Hilâl’e tefekkür ve Allah’ı zikri kastederek; “Gel birlikte oturup biraz iman edelim.” Demiştir. (Fethü’l-Bari)

……..Ebu Hanife’den nakledilen bir iman tarifini, yukarıya aldığımız bu nasların karşısına yerleştirecek olanlar çıkabilir. Ebu Hanife’nin imanla, ameli ısrarla ayırdığı bir gerçektir. Bu ona atfedilen eserlerin tümünde açıkça görülür. Lâkin imamın bu konuda ki tavrının sebebi bizce pratik kaygılardır.

……..İmam’ın yaşadığı dönemin siyasi profili dikkatle incelenirse bazı tavırların nedeni daha iyi anlaşılır. İmam özellikle zalim Emevi yönetiminin cizye gelirlerinin düşmemesi için kitle halinde İslamlaşmayı engellemesi, bunun içinde daha yeni Müslüman olmuş insanların İslâm’ını kabul için başta amel olmak üzere bir çok şart koşması, hatta İslamlarının kabul edilmeyip cizye vermeye zorlanan 400 kişinin Buhara Camiinde hunharca yakılması gibi elim olaylar, Ebu Hanife gibi hamiyetli ulemayı harekete geçirerek Emevilerin zulmünden bir çoğu İran’lı olan mazlum halkı kurtarmak için yeni ve farklı fetvalar vermeye sevk etmiştir.

……..Ebu Hanife’nin Arapça dışında ki bir dille surelerin okunup namaz kılınacağı içtihadı da iman-amel konusunda ki içtihadı gibi kendi özel ortamından bağımsız anlaşılamayacak içtihatlarından biridir ve hususi sebepleri vardır.

……..Ebu Hanife’den buraya kadar aldığımız naslarla çelişmeyen hatta iman-amel ilişkisini fazlasıyla destekleyen iman tarifleri de rivayet edilmiştir. İmam kendisine nispet edilen el ‘Alîm ve’l-Müteallim adlı eserde “İman nedir” diye soran talebesi Ebu Mukatile şöyle cevap vermiştir. “İman tasdik, marifet, yakîn, ikrar ve İslâm dır.” (el ‘Alîm ve’l-Müteallim)

……..Bu tanım yaygın kanaatin aksine İmam’ın amelin amelle hiçbir ilişkisinin olmadığı gibi bir görüşe iltifat etmediğini, bilakis İmanı ikrar ve İslâm olarak niteleyerek imanla amel arasında ki ilişkiyi kabul ettiğini göstermektedir. Çünkü ikrar dilin amelidir. İslâm ise daha önce naklettiğimiz gibi Resul’ün tefsiriyle amel, ittiba, zahir ve imanın dış bükey boyutudur.

……..İman-amel ilişkisi konusunda verdiğimiz bu bilgilerden sonra sonucu bir cümle ile özetlemek gerekirse Allah Resul’ünün de birçok hadislerinde kullandıkları tabiri kullanarak diyebiliriz ki Amel imanın aynı değildir, amel imandan gayri de değildir. Ancak AMEL İMANDANDIR. (Mustafa İslamoğlu-İman insanın saadeti/256-269)

……..************************************************************

         MÜ’MİN KİMDİR, NASIL OLMALIDIR?

……..1 – Mü’min rabbiyle karşılaşıp ona döneceğini bilendir. (Bakara/46)

……..2 – Mü’min; Kur’an ı hidayet edici, şifa, rahmet ve müjdeci olduğunu bilendir. (Bakara/97) (Yunus/57) (İsra/82) (Neml/2-77))

……..3 – Resul de, Mü’min de Allah’a, indirilen kitaba inanan, tüm Resul ve Nebilere birini diğerinden ayırt etmeyen ve onlara itaat eden kimselerdir. (Bakara285)

……..4 – Allah, mü’minlerin velisidir. (A. İmran/68)

……..5 – Mü’min; müminlerden başkasını dost ve veli edinmez. Edindiği takdirde kendi aleyhinde Allah’a apaçık kesin bir delil vermiş olacağını bilir. (A. İmran/28) (Nisa/144) (Tevbe/71)

……..6 – Mü’min Allah için savaşmaktan çekinmez verilen görevi yerine getirir. (A. İmran/121)

……..7 – Mü’min sadece Allah’a tevekkül eder. (A. İmran/122) (İbrahim/11) (Mücadele/10) (Tegabün/13)

……..8 – Mü’min elçiyi; Allah’ın gönderdiği kendilerinden olan, indirilen ayetleri okuyan, kendilerini arındıran, kitabı ve hikmeti öğreten olarak kabul eder. (A. İmran/164)

……..9 – Mü’min; Allah’ın bir şekilde iman edenleri açığa çıkarıp kimin ne olduğunu ortaya çıkaracağını bilir. (A. İmran/166)

……..10 – Mü’min herkese; Allah’ın üzerlerinde açığa çıkan nimetini ve fazlını ve de iman edenlerin yaptıklarının karşılıksız kalmayacağını müjdelemek ister. (A. İmran/171)

……..11 – Mü’min sadece Allah’tan korkar. (A. İmran/175)

……..12 – Mü’min Allah’ın; iman edenleri olduğu gibi bırakmayacağını pis ile temizi mutlaka ayıracağını bilir. (A. İmran/179)

……..13 – Mü’min erkek ancak bir Mü’min bir kadınla veya iman etmiş bir cariye ile evlenir. Gizli dost edinmez. (Nisa/25)

……..14 – Mü’min; Allah için savaşır bu amaçla iman edenleri teşvik eder,  kendisi de isteksiz davranmaz, sadece kendinden sorumlu olduğunu da, bunun Allah’ın kendisini güzel bir şekilde imtihan ettiğini bilir. Çünkü bilir ki Allah hakikati inkâr edenlerin gücünü kıracaktır. (Nisa/84) (Enfal/17)

……..15 – Mü’min; Bir iman edeni asla öldürmez. Yanlışlık veya kaza halinde öldürdüğü takdirde tevbe eder ve diyetini öder. Şayet bir iman edeni kasıtlı olarak öldürürse Allah’ın kendisini lanetleyeceğini, ebedi olarak cehennemde kalacağını bilir. (Nisa/92-93)

……..16 – Mü’min; Allah için sefere çıktığında iyice araştırıp ona göre hazırlığını yapar. Kendisine selâm verene sırf ganimet elde etmek için “sen iman eden değilsin” diyemez. (Nisa/94)

……..17 – Mü’min; özürlü olmadığı halde oturan savaşmayan kişi ile mallarıyla canlarıyla sefere çıkanların diğerlerinden çok daha üstün olduğunu bilir. (Nisa/95)

……..18 – Mü’min; güvenli bir ortamda her şekilde Allah’ı zikreder. Namazı ikame eder. Çünkü bilir ki Namaz belirle vakitlerde üzerine farz kılındığını bilir. Ayrıca kendisine rızık olarak verilenlerden infak eder. (Nisa/103) (Maide/3)

……..19 – Mü’min; doğru yol, Allah’ın yolu, İslam dini kendisine açıklandıktan sonra başka bir yola saparsa. Allah’ın onu saptığı şekilde bırakıp cehenneme atacağını bilir. (Nisa/115)

……..20 – Mü’min; münafıkların iman edenleri bırakıp küfür ehlini dost ve veli edinerek kuvvet ve onur kazanacaklarını zannettiklerini, hâlbuki izzet ve onurun sadece Allah’a ait olduğunu bilir. (Nisa/139)

……..21 – Mü’min; Münafıkların kendilerini izlediklerini, Allah’tan bir zafer kazandığında “sizinle birlikteydik” diyeceklerini, İnkâr ehli zafer kazandığında ise İnkârcıların yanında olacaklarını bilir. (Nisa/141)

……..22 – Mü’min; Tevbe ederler, ibadet ederler, hamd ederler, Allah için seyahat ederler, secde ederler, iyiliği emredip kötülükten sakındırırlar, Allah’ın sınırlarını korurlar. Allah’ın hakikati ile durumlarını düzelten, iman ehli ile beraber olanlardır. (Nisa/146)(Tevbe 112)

……..23 – Mü’min; İlimde derinleşmiş olanlarla iman eder. Salâtı ikame edip zekât verenlerin mükâfatlandırılacağını bilir. (Nisa/162)

……..24 – Mü’min; Temiz ve güzel her şeyin helal olduğunu bilir. (Maide/5)

……..25 – Mü’min; Dininden dönerse Allah’ın yerine başkasını getireceğini, Onun da iman edenlere alçak gönüllü olup inkâr edenlere karşı da güçlü ve onurlu olacağını, bunun da Allah’ın bir ihsanı, bir keremi olduğunu ve dilediğine verdiğini bilir. (Maide/54)

……..26 – Mü’min; İman edenlere en şiddetli düşmanın Yahudiler ve müşrikler olduğunu, İman edenlere yakın davranan, sevgi besleyenleri ise Hristiyan’ız diyenler olduğunu, bunun nedeninin de bir takım papaz ve Rahiplerin büyüklük taslamamasından dolayı olduğunu bilir. (Maide/82)

……..27 – Mü’min Kur’an a iman edip uyan, onun hakikatiyle iman edenlere öğüt verendir. (A’raf/2)

……..28 – Mü’min Allah’tan korunup sakınan, iman edenlerle aralarını düzelten, Allah’a ve resulüne itaat edendir. (Enfal/1)

……..29 – Mü’min; Allah anıldığında şuuru, kalbi ürperen, Allah’ın ayetlerini her okuduğunda da imanı artandır. (Enfal/2)

……..30 – Mü’min; Allah’ın müminlerle beraber olduğunu bilir. (Enfal/19)

……..31 – Mü’min; kendisini aldatanlara karşı Allah’ın yeteceğini ve müminlerle destekleyeceğini bilir. (Enfal/62)

……..32 – Mü’min Allah için savaşa teşvik edip hazırlık yapandır. Küfr ehlinin kalabalık olması önemsizdir, onların anlayışı kıttır. (Enfal/65)

……..33 – Mü’min; iman eden, Allah için mallarıyla ve canlarıyla hicret ve cihat ederler. Bu şekilde olanları da barındıran ve destek edenlerdir. (Enfal/74) (Tevbe/88) (Hucurat/15)

……..34 – Mü’min; kendi akrabalık bağlarını ve sözleşme hükümlerini gözetip tanırlar.(Tevbe/10)

……..35 – Mü’min; Allah’ın kendisi için yazdıkları dışında bir şey isabet etmeyeceğini bilir ve Allah’a tevekkül eder. (Tevbe/11)

……..36 – Mü’min ancak Allah ve peygamberini hoşnut etmek üzere çalışırlar. (Tevbe/62)

……..37 – Mü’min; Cihada gitmek için topluca yola çıkmazlar, bir grubun arkalarında kalması; Din’i iyice, derinlemesine anlamaya çalışması yapmaları gerektiğini bilirler. (Tevbe/122)

……..38 – Mü’min bir sıkıntıya düştüğünde Resulün çok gücüne gittiğini, Onun kendisine çok müşfik ve esirgeyici davranacağını bilir. (Tevbe/128)

……..39 – Mü’min; Allah’ın dilemesi halinde yeryüzündekilerin tümünün iman edeceğini bilir. Bundan dolayıdır ki inanmayanları imana zorlamaya çalışmaz. (Yunus/99)

……..40 – Mü’min; Allah’ın kendisini kurtaracağına söz verdiğini bilir. (Yunus/103)

……..41 – Mü’min helal olarak kazanılan az kazancın, haram olarak kazanılan çok kazançtan hayırlı olduğunu bilendir. (Hûd/86)

……..42 – Mü’min; Allah’ın zenginlik ve nimet verdiklerini kıskanmaz, gözünü dikip haset etmez. (Hicr/88)

……..43 – Mü’min, kendisi güzel bire hayat istiyorsa Allah için salih amellerde bulunması gerektiğini bilir. (Nahl/97)

……..44 – Mü’min, ahiret için de ayrıca ciddi çaba gösterirse onun en güzel şükür olacağını da bilir. (İsra/19)

……..45 – Mü’min; Yapacağı iyilikler ve salih ameller için kesinlikle hayır olarak yazıldığını ve nankörlük le karşılaşmayacağını bilir. (Enbiya/94)

……..46 – Mü’min ancak kendisine savaş açanla savaşır. (Hac/39)

……..47 – Mü’min; Şer’i olarak uygulanan cezalara şahit olmaktan çekinmez. (Nûr/2)

……..48 – Mü’min erkek zina eden kadınla, mü’min kadın zina eden erkekle kesinlikle nikâhlanmaz. Bunun haram olduğunu bilir. (Nûr/3)

……..49 – Mü’min diğer mü’minler hakkında hayırlı zanda bulunması gerektiğini bilir. (Nûr/12)

……..50 – Mü’min; bir başkasına iftira ettiği takdirde dünyada ve ahirette Allah’ın lanetine uğrayacağını bilir. (Nûr/23)

……..51 – Mü’min harama bakmaktan sakınır. (Nûr/30)

……..52 – Mü’min bir hanım, kendisine haram kılınmış kişiler karşısında başlarını örterler, mahrem yerlerini göstermezler, ırzlarını korurlar. (Nûr/31)

……..53 – Mü’min; Allah ve Resulünün verdiği hüküm karşısında ancak “işittik ve itaat ettik” diyebilir. (Nûr/51)

……..53 – Mü’min; Allah ve resulü için toplum ile ilgili bir iş yaparken izin almadan görevini bırakamaz. (Nûr/62)

……..54 – Mü’minler diğer mü’minleri korur. (Şuârâ/215)

……..55 – Mü’min; Allah için sabır ve dayanıklılık gerektiren hallerde, kalbini doğrulu üzere pekiştireceğini bilir. (Kasas/19)

……..56 – Mü’min; Allah resulünü kendi nefsinden bile önde tutar. Zevcelerini de birer Anne gibi görürler. (Ahzab/6)

……..57 – Mü’min; savaş esnasında korkuya kapılmaz. Allah’a ve resulüne imanlarını ve teslimiyetlerini artırdığını bilirler. (Ahzab/22)

……..58 – Mü’min; Allah ve resulüne karşı yaptıkları ahitleri değiştirmezler. (Ahzab/23)

……..59 – Mü’min; Allah mü’minleri korumak ve esirgemek için melekleri bile kendileri için dua ettirdiğini bilir. (Ahzab/43)

……..60 – Mü’min kadın ergenlik çağına girdiğinde yüz ve elleri dışında örtünmesi gerektiğini, böyle davranmasının tevbesinin kabul edileceği anlamına geldiğini de bilir. (Ahzab/59-73)

……..61 – Mü’min; Firavun vari bir yönetimde yaşasa bile mü’min kalınabileceğini de bilir. (Mü’min/28)

……..62 – Mü’min yerdeki ve gökteki yaratılmış her şeyin Allah’ın bir ayeti olduğunu ve onları OKU ması gerektiğini bilir. (Casiye/3)

……..63 – Mü’min; nerelerde dönüp dolaşacağı, nerede konaklayacaklarını bile Allah’ın bildiğini bilir. (Muhammed/19)

……..64 – Mü’min; İmanının artması için Allah’ın kalbine sekinet, güven ve huzur duygusu vereceğini bilir. (Fetih/4-18)

……..65 – Mü’min; bir toplumda mü’min ve mü’mineler olduğu sürece Allah’ın o toplumu acı bir azap ile cezalandırmayacağını bilir. (Fetih/25)

……..66 – Mü’min; Mü’minlerin de hataya düşüp çatışacaklarını bilir, böyle bir durumda Allah’ın emir ve yasaklarına göre davrananlardan yana destek verir. (Hucurat/9)

……..67 – Mü’min, mü’minin kardeşidir, aralarında husumet olamaz. Çünkü Allah aranızı bulup düzeltin diye emrediyor. (Hucurat/10)

……..68 – Mü’min; Allah’ın emir ve yasaklarına uygun her türlü öğüdü kabul edendir. (Zariyat/55)

……..69 – Mü’min kadın ve erkekler ahirette büyük kurtuluş ve huzura kavuşacaklarını bilirler. (Hadis/12)

……..70 – Mü’min; Allah için hicret ederek kendilerine gelen mü’minleri imtihan ederek gerçekten inananlardan ise artık onları kâfirlere geri göndermez. Hatta mü’min bir kadının eski kâfir kocasına olan borçlarını öder. (Mümtehine/10)

……..71 – Mü’min Allah yolunda olduğu sürece kendisine zafer ve yakın bir fetih ihsan edileceğini de bilir. (Saff/13)

……..72 – Mü’min; Onur, şeref ve üstünlüğün mü’minlere ait bir vasıf olduğunu bilir. (Münafıkun/8)

……..73 – Mü’min; hatalı olduğunda hemen tevbe eder. Hatasında haksız tarafa destek verdiği takdirde, Allah’ı, melekleri ve müminlerden salih olanları karşısında bulacağını da bilir. (Tahrim/4)

……..74 – Mü’min; Mü’minlere, akraba ve iman edenlere çok dua eder. (Nur/28)

……..75 – Mü’min; Mü’minlere azap edip te tevbe etmeyenlerin Cehennem ve ateş azabına duçar olacağını da bilir. (Buruc(10)

……..Her şeyin doğrusunu ve hakikatini Allah bilir. (Ekabir)

……..*************************************************************

         İMAN KAVRAMI HAKKINDA

         İMAN; Herhangi bir şeye inanmak, inandığını fiilen sözle açıklamak ve kalben tasdik etmektir. İslâm’da iman ise Allah’ın gönderdiği Kur’an da açıklanan her şeye şeksiz şüphesiz doğruluğuna inanmak demektir.

……..Âlimler imânı önce iki mertebeye ayırırlar:

……..1- Taklidî îman,

……..2- Tahkikî îman.

……..1 – Taklidî İman: Yaşadığı ve yetiştiği çevresinde oluşmuş fikir, düşünce ve inanç kavramların, doğruluğunu araştırmaya gerek duymadan kabullenip onlara benzeme şeklinde iman ediyorsa buna taklidi iman denir.

……..Bunu Kur’an kabul etmemekte, taklidi kabullenmeyi maymuna benzetmektedir. (A’raf/166) Ayette kendilerine elçi geldikten ve hakikatleri öğütledikten sonra, öğüdü unutan, kibre kapılan, bu yüzden de haddini aşan bir toplumu taklit ederek yaşayanları aşağılık taklitçi maymunlara benzetmektedir.

……..2 – Tahkikî îman; Kişi neye inandığını araştırarak soruşturarak, okuyup inceleyerek doğruluğuna akli olarak ikna olmuş bir şekilde oluşan imana da tahkiki iman denir.

……..Kur’an bize bunu emretmektedir. Mesela; Akletmiyor musunuz (Enbiya/10), tefekkür etmiyor musunuz (En’am/50), düşünmüyor musunuz (Nahl/17) hitabının yanı sıra bilenlere, ilim sahiplerine sorunuz (Enbiya/7) şeklinde teşvik eder.

……..Buna ilave olarak ayetleri okumamızı ister. Ayet Allah’ın yarattığı her şeydir. Her şey Allah’ın kanunlarına, sünnetullaha göre işlevini gerçekleştirir. Allah bize bu kanunlar içerisinde karşımıza çıkan ayetin uyduğu sistemi çözmemizi, okumamızı, görmemizi ister. (Zariyat/20)

……..Tahkiki imanı 3 kısımda inceleyebiliriz.

……..1 – İlme’l-Yakîn; Bu kavramı Tekasür/2-5 bağlamında anlamalıyız. Ne diyordu ayetler?

……..2 – Öylesine ki mezarlıkları ziyarete gittiniz.

……..3 – Hayır! Yakında (vefat ile) bileceksiniz.

……..4 – Sonra (yine) hayır, yakında bileceksiniz.

……..5 – Hayır! İlm-el yakîn (olarak vefattan önce) bilseydiniz!

……..Yani inanılan şey hakkındaki bilgiyi en doğru kaynaklardan, doğru ve saf olarak edinmeyi işaret etmektedir.

……..2 – Ayne’l-Yakîn; Bu kavramı yine aynı sureden yola çıkarak açıklayalım.

……..6 – Andolsun, cahîmi mutlaka görürdünüz!

……..7 – Sonra yemin olsun onu (cehennemi) kesinlikle ayn-el yakîn – gözlerinizle göreceksiniz.

……..Yani buradan anlaşılan ahiret, cehennem hakkında ki gerçekleri fiilen görecek, hissedeceksiniz diyor. Öyle ise Ayne’l-Yakîn elle dokunup gözle görünen, fiilen hissedilerek öğrenilen bilgiye Ayne’l-Yakîn diyoruz.

……..3 – Hakka’l-yakîn; Bu kavramı şu ayetler bağlamında açıklayalım;

……..92 – Eğer (o can) sapık inançlı (hakikati) yalanlayıcılardan ise;

……..93 – (İşte ona) başından aşağı kaynar sular dökülür!

……..94 – Cahîm’in (yakıcı şartlar) ateşine maruz kalır!

……..95 – Muhakkak ki bu Hakk-el Yakîn’dir (bilfiil yaşanacak gerçek)! (Vakıa/92-95)

……..49 – Muhakkak ki biz, yalanlayanlarınızı elbette biliyoruz.

……..50 – Muhakkak ki O (kıyamet süreci), hakikat bilgisini inkâr edenler için elbette büyük pişmanlıktır!

……..51 – Muhakkak ki O (kıyamet süreci), elbette Hakk-el Yakîn’dir (hakikatin en açık seçik yaşantısıdır)!  (Hakka/49-51)

……..Bu ayetlerden anlaşılan edinilen ilahi bilginin kesinlik ifade etmesi, en son ve en üstün bilgi olduğu o bilginin gereğinin fiilen yaşanacağı ortamdaki idrak edilen bilgidir. Mesela her insan ölüm gerçeğini delilleriyle bilmektedir. Bu İlme’l-Yakîndir. Ölüm aşamasında melekleri görmeye başlar. Bu Ayne’l Yakîndir. Ölüm tadılıp gerçekleştiğinde ise kişinin durumu Hakke’l-Yakîn durumudur. Yani yaşarken edindiği bilgilerin hakikatleri ve sonucu artık fiilen yaşanılan hale gelmesi şeklidir.

……..Tabii ki doğrusunu, hakikatini Allah bilir.(Ekabir)

……..***************************************************

……..İMANIN İŞLEVİ

……..İmân bir ARAÇtır!

……..O araçla elde etmek istediğiniz şeye ulaşırsınız.

……..Dünyada yaşarken, Allah Rasûlü olan Zât’a imân edenler, elbette ki onun bildirdiği güzelliklere erişmek için gerekenleri yapmayı kabul edenlerdir.

……..Allah Rasûlü’ne, “ben sana iman ettim” demek, “seni gördüğüm için elbette ki kişiliğine imân ediyorum” demek değildir.

……..Benim ölüm ötesi yaşamda istediğim iyi şartları bana temin etmek üzere yapmamı istediklerinin gerekli olduğunu idrâk edemesem bile, onları yapmam gerektiğine iman ediyorum; demektir.

……..Allah Resûlü’nün dediklerini yapmadıktan sonra, “iman ediyorum” demek hiç bir şey getirmez insana. Çünkü amaç, iman ediyorum demek değil; iman edilen doğrultusunda fiilleri ortaya koyarak, o fiillerin sonucuna ulaşmaktır!

……..“İmân ediyorum” demek; “böyle olduğuna inanıyorum dolayısıyla bu fiillerle bu neticeyi elde edeceğimi kabulleniyorum. Bunları yapmazsam semeresini de elde edemeyeceğimi kabullendim.“ demektir.

……..Seni istediğin sonuca ulaştırmayacak fiiller içindeyken, o konuya iman ettiğini söylemen, yalnızca kendini aldatmak, kandırmaktır ve sonucu da hüsrândır!

……..Allah Rasûlü’nün senin imânına ihtiyacı yoktur!

……..Meleklerin de senin imânına ihtiyacı yoktur!

……..Kısaca, hiç bir yaratılmışın ve de Yaratanının senin imânına ihtiyacı yoktur!

……..İmâna sen muhtaçsın! (A. Hululusi/ Okyanus ötesinden-3)

……..********************************************************

……..İMANIN ARTMASI, AZALMASI

……..Allah, İslam’a girip teslim olacağını açıklayan kulunun kalbine bir nur koyar. Bu nûr kişinin “iman”ıdır. Bunu bize Allah Resulü açıklıyor. “Allah’ın ilmi, ona talip olanın kalbine Allah’ın bıraktığı bir Nûrdur.” (İbn Ataullah İskenderî, Hikem-i Ataiyye, s. 70) diyor. Kişi dilerse bu Nûru aktif hale getirip artırarak daha geniş kapsamlı kullanma yoluna gider, dilerse olduğu gibi bırakarak pasif halde tutar. Her halükârda kişinin bir imanı vardır. Bir hadiste;

…..Ebû Zer (R.a) rivayet ediyor;

……..ResulAllah’ın (S.A.) in yanına geldim, üzerinde beyaz bir elbise vardı ve uyuyordu. Sonra konuşmak için tekrar geldim, yine uyuyordu. Bir müddet sonra tekrar geldim, baktım ki Rasûlullah uyanmış, dizinin dibinde oturdum. Bana dedi ki:

……..“Bir kul Allah’tan başka ilâh yoktur der ve bu iman ile ölürse kesinlikle cennete girer.”

……..Ben ona: “Zina etse de, hırsızlık yapsa da mı?” diye sordum. Rasûlullah şöyle buyurdu:

……..Evet, zina etse de, hırsızlık yapsa da,”

……..Daha sonra Allah resulünün (S.A.) huzurundan ayrıldık ki bunu insanlara müjdeleyelim.

……..Yolda Ömer b. Hattab (Ra.) karşımıza çıktı, olayı öğrenince bizi Rasûlullah geri getirdi ve

……..– Ey Allah’ın Rasûlü! Buyurduğunuz müjdeli haber insanlara duyurulduğu takdirde buna güvenirler de ibadeti azaltabilirler, ” dedi.

……..Bunun üzerine Rasûlullah sükût etti. (Müsned-i Ahmed)

……..Şimdi bu hadis ile şu hadisi birlikte ele alalım.

……..Ebu Sa’id Ibnu Malik Ibni Sinan el-Hudri (Ra.) demiştir ki: Allah resulü (S.A.) şöyle buyurdular:

……..Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse ateşten çıkacaktır.

……..Ebu Sa’id der ki: “Kim (bu ihbarın ifade ettiği hakikatten) şüpheye düşerse su ayeti okusun:

……..Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz…” (Nisa, 40). (Tirmizi Sifatu Cehennem 10, (2601).Tirmizi hadis icin “sahihtir” demiştir.)

……..Bütün bunlardan ne anladık? Demek ki Ahiret bankasına gelip hesap açtıran herkes İmanının gücü nispetinde kurtuluşa erecektir. Çünkü insan nefsi ne kadar asi olursa olsun fıtratındaki iyilik yapma güdüsü işlevini yapacaktır. Tıpkı Köpeğe ayakkabısı ile su verip kurtuluşa eren fahişe kadın misali.

……..Buraya kadar imanı sadece (+1) değerde olanın bile kurtuluşa erişebileceğini anladık. Çünkü iman demek +1 demektir.

……..Ben “İman” olgusunu bir hesap açtırmaya benzetiyorum. Gidiyorsunuz Ahiret bankasına adınıza hesap açıyorsunuz. Yani artık bir imanınız var. Ancak bu hesaba bir şeyler yatırmalısınız ki bu hesabınızı Ahirette kullanabilesiniz. Arasında ki fark dünya bankalarında ki hesabınıza para yatırsınız parayı kullanırsınız, İmanınıza yani Ahiret hesabınıza ilim ve ilimle yapılmış salih amellerin getirileri yatırabilirsiniz. Bunun için kolaylık olsun diye Allah günde beş vakit ahiret bankanıza gelin, elinizdekileri kaybetmeden hesabınıza yatırın diye namaz ibadetini koymuş. İşte size Namazın bir hikmeti daha.

……..Allah iman etmiş kuluna tekrardan iman et diyor; yani bu açtığı hesabın ne hesabı olduğunu, nasıl kullanacağını öğrenmesini istiyor.

……..Ey iman edenler, (“B” harfinin işaret ettiği anlam ile) iman edin… (Nisa/136)

……..Ondan sonra kalplerine yerleşmiş “iman” ın neyle artırılacağını, bunu yaparken de nasıl hareket etmesi gerektiğini öğütlüyor.

……..…acele etme ve: “Rabbim ilmimi arttır” de. /Tahâ/114)

……..Şimdi artık sıra ilim ve amel değerlerinin edinilmesine geldi sıra. Ahiret Hesabınıza, imanınıza yükleyeceğiniz değerler bizim hesabımızı, imanımızın gücünü artıracaktır.

……..Elleziyne kale lehümün Nasu innen Nase kad cemeu leküm fahşevhüm fezadehüm iymana* ve kalu hasbünAllâhu ve nı’mel vekiyl; (A. İmran/173)

……..“Sizinle savaşmak için bir ordu oluşturdular, korkun onlardan” dediklerinde; bu haber onların bilakis imanını arttırdı da şöyle cevapladılar: “Allâh yeter bize, O ne güzel Vekiyl’dir!”

……..İnnemel mu’minunelleziyne izâ zükirAllâhu vecilet kulubühüm ve izâ tüliyet aleyhim ayatuHU zadethüm iymanen ve alâ Rabbihim yetevekkelun; (Enfal/2)

……..Kesinlikle iman edenler o kimselerdir ki, “Allâh”ı anıp düşündüklerinde onların şuurlarında ürperti olur (o azamet yanında kendi acziyetlerini düşünmekten); onlara O’nun işaretleri okunduğunda, onların imanlarını arttırır (düşünebildikleri oranda)… Onlar Rablerine tevekkül ederler (hakikatlerindeki El Vekiyl isminin, gereğini yerine getireceğine iman ederler).

……..Ve izâ ma ünzilet suretün fe minhüm men yekulü eyyüküm zadethü hazihi iymana* feemmelleziyne amenû fe zadethüm iymanen ve hüm yestebşirun; (Tevbe/124)

……..Bir sûre inzâl edildiğinde, onlardan kimi: “Bu hanginizin imanını arttırdı (ne yararı oldu)?” der… İman etmiş olanlara gelince, onların imanını artırmıştır, onlar müjdeleşip seviniyorlar.

……..Ve lemma rael mu’minunel ahzabe kalu hazâ ma veadenAllâhu ve RasûluHU ve sadakAllâhu ve RasûluHU ve ma zadehüm illâ iymanen ve tesliyma; (Ahzab/22)

……..İman edenler ise Ahzab’ı (destek için gelmiş grupları) gördüklerinde: “Bu, Allâh ve Rasûlünün bize vadettiğidir… Allâh da Rasûlü de doğru söylemiştir” dediler… (Bu) onların ancak iman ve teslimiyetlerini artırdı.

……..HUvelleziy enzeles sekiynete fiy kulûbil mu’miniyne liyezdâdû iymânen me’a iymânihim* ve lillâhi cünûdüs Semâvâti vel’Ard* ve kânAllâhu ‘Aliymen Hakiyma; (Fetih/4)

……..İmanlarının kat kat artması için, iman edenlerin kalplerine sekine (sükûn, güven duygusu) inzâl eden “HÛ”dur! Semâlar ve arzın orduları Allâh içindir! Allâh Aliym’dir, Hakiym’dir.

……..Bunun böyle anlamak ve ona göre amel etmek zorundayız. Çünkü Allah resulü diyor ki;

……..Birinizin elbisesi eskidiği gibi, göğsündeki imanı da eskir. Öyle ise, Allah’tan, kalbinizdeki imanın yenilenmesini isteyiniz.” (Taberani)

……..Fazla söze gerek yok, bu ayetler ve hadisler “İman”ın da yenilenmesini, doğru diye bilinen yanlışların temizlenmesi, yeni bilgiler, okuyuşlar edinilmesine imanın artması, yenilenmesi diyoruz.

……..Bu arada bir konuya daha dikkat çekelim Allah Kur’an da şu açıklamayı yapıyor;

……..“O gün iman eden erkekleri ve iman eden kadınları, nûrları önlerinde ve sağlarında koşarlarken görürsün… “Bu süreçte sizin müjdeniz, içinde sonsuz yaşamak üzere, altlarından nehirler akan cennetlerdir! İşte bu çok büyük kurtuluşun ta kendisidir!” (denilir). (Hadîd/12)

……..“İman” ın ahirette kişiye bir aydınlanma, bilgilenme ve hareket yeteneği verdiğini anlıyoruz. Bu aydınlanma, bilgilenme, ilim ve hareket ancak artı güçle aktif olabilir. Hesap cüzdanında hiç parası olmayanın alış veriş yapamayacağı gibi. Tabii ki doğrusunu Allah bilir.

……..Tabii ki doğrusunu, hakikatini Allah bilir. (Ekabir)

……..*********************************************************

         MÜMİN İLE MÜSLÜMAN ARASINDA Kİ FARK

……..Kul mü’min olmadan önce Müslüman olur. Allah’ın ayeti kerime de buyurduğu gibi “Biz iman ettik demeyin, biz Müslümanlardan olduk deyin” (Hucurat/14) İslâm’ı kabul eden, neyle kabul ediyor? Aklıyla. Önce aklıyla İslâm’ın doğru olduğunu, peygamberin hak olduğunu, Kur’an ın Allah’ın kitabı olduğunu kabul eder. Aklı ile kabul ettiğinde adına Müslüman denir.

……..Sonra ne yapması gerekir? İslâm’ın gereğini yerine getirip imanı kazanması gerekir. Mü’mince, Müslümanca bir tavır ortaya koyar, yani gereğini yapmaya çalışır, gereğini yapmaya çalıştıkça Allah’ı sever, Allah’ta onu sever. Allah’ın onu mü’min olarak, sevilmeye layık olarak kabul etmesi sonucunda Allah onun kalbine, gönlüne imanı indirir. Onun gönlüne imanı indirince o mü’min olur.

……..Mü’min olunca ne olur? Mü’min ve Müslüman olur. İkisi birdendir bu sefer. Sadece Müslüman olursa ne olur? Mü’min değil ama İslâm’ı kabul etmiş, çabasını gayretini sarf ediyor. Allah o ayetin devamında öyle buyurmuştu. Siz de Allah’a ve Resulüne itaat ederseniz Allah yaptıklarınızın hiçbirini, hiçbir şeyi zayi etmez. Mutlaka onun karşılığında imanı ikam eder. Eğer Allah için yapılmışsa, Allah’a ve Resulüne itaat edilmişse Allah ikram ediyor. Yok adet olsun diye, herkes böyle yapıyor diye yapmışsa onlar imanı kazanamaz, Allah imanı ikram etmez.

……..Mü’min ile Müslüman arasında ki fark biri islamı kabul etmiş fakat iman henüz kalbine dahil olmamış, öteki ise Müslümanlığını, Allah’a teslim oluşunu ispatlamış, teslim olup gereğini yapmış Allah’ta imanı onun gönlüne, onun kalbine indirmiştir. (Muhammed Hüseyin)

……..**************************************************

……..Mü`min ile Müslüman arasındaki fark nedir?

……..İnsan olmak için biyolojik hayatın ötesinde bir şeylere sahip olmak gerekir. Sorun nasıl yaşadığın değil niçin yaşadığındır. Aliya İzzetbegoviç`e ait olan bu sözler, çok isabetli ve doğru tespitleri içermektedirler. Şöyle ki; Ortadoğu kan gölü haline geldi ve son derece acımasızca, kadın, çoluk-çocuk, masum ve sivil demeden, vahşice bir şekilde katlediliyorlar. Birilerine göre kardeş kani dökülüyor, öldürülen de öldüren de Müslüman. Dikkat ederseniz hiç kimse, mü`minler birbirlerini öldürüyor müminlerin kanı dökülüyor demiyor. Bilmem hiç dikkatinizi çekmiş mi?

……..Gerçekten, her iki taraf Müslüman mı, Müslüman ise neye göre Müslüman olduklarını söylüyorlar? Veyahut bir taraf Müslüman, diğer taraf ise İslamcılığa mı oynuyor. Bunları iddia edenlerin ölçü ve kriterleri nelerdir? Acaba bir taraf mümin ve diğer taraf Müslüman olduklarını mı iddia ediyor. Mü`min ile Müslüman arasında ne gibi bir fark var? Her ikisi de aynı şeyler mi veya ayrı şeyler mi?

……..Gelin hep birlikte tüm bu soruların cevabını, Rabbimiz ve dinimizin sahibi olan Allah´ın kitabı Kur’an’ı kerimden okuyalım.

……..Bedeviler: “İman ettik.” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz. Ancak ‘Müslüman’ olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah’a ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Hucurat/14)

……..Müminler ancak şu kimselerdir ki, Allah’a ve resulüne iman ederler; sonra hiçbir kuşkuya düşmezler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda didinirler/cihad ederler. İşte bunlardır, özü-sözü birbirine uyanlar. (Hucurat/15)

……..Bu ayetlerden anlaşılıyor ki Müslüman ile mümin ayni şey değil. Bir insan Müslüman olabilir ama mümin değildir. Tam tersi de mümkün; yani her mümin Müslümandır ama her Müslümanım diyen mümin olmayabilir. Başka bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır:

……..Şu bir gerçek ki, müminler sadece kardeştirler. O halde kardeşleriniz arasında barışı sağlayın ve Allah’tan sakının ki, size merhamet edilebilsin. (Hucurat/10)

……..Allah, müminler ancak kardeştir buyuruyor, Müslümanlar kardeştir demiyor. Çünkü birileri maslahatı için, siyasi geleceği için, makam ve mevkii için ben Müslümanım diyebilir. Çünkü halk Müslüman ve İslam’dan başka bir seçenekleri olmadığı için, o da dindar görünür.

……..Bazen icap ederse namaz kılabilir ve din adına uydurulan bazı gece, kandil ve merasimleri hiç kaçırmaz. Hatta gerekirse finansmanı da o yapar. Bir bakarsınız, turistik amaçlı veya şan ve şöhreti için hacca da gidebilir.

……..İşte bu tip insanlara mümin demek çok zor. Böyleleri Müslüman olduklarını iddia ediyorlar. Ancak işine gelmediği zaman da, “efendim biz Müslümanız, ama şeriata karşıyız” diyebiliyorlar.

……..Ne kadar Müslüman olduklarını iddia etseler de, Allah’ın koyduğu ölçüye göre; iman, zerre kadar bu tip insanların kalplerine inmemiştir. Ne yazık ki bu tip insanlar, günümüzde bir hayli fazla ve halkı Müslüman olan ülkelerde de ekseriyetle bunlar egemen.

……..Birileri de çıkıp diyebiliyor ki, efendim kardeşkanı dökülüyor ve Müslümanlar birbirlerini boğazlıyorlar. Müslümanlar birbirlerini boğazlıyorlar diyenler, uydurulan dinin kriterlerine göre bunu söylüyorlar. Ama indirilen dinin kriterleri başka bir şey söylüyor. Bugün, birbirini boğazlayanlara baktığımızda, ya her iki taraf mümin değil, ya da bir taraf mümin ve diğer taraf da Müslümancılığa oynuyor. Halkı Müslüman olan ülkelerin resmi dini, uydurulan bir dindir.

……..Bu dinin ölçülerine göre komünistler de Müslüman, şeriata karşı demokrasiyi savunan da Müslüman, dinin bir kısmını kabul edip diğer kısmını reddeden de Müslüman. Yani sınırsız ve ölçüsüz, deyim yerinde ise ”Ali Babanın çiftliğine” benzeyen bir din anlayışı var maalesef. Uydurulan din; birçok fırka, mezhep, akide, ekol, tarikat ve binlerce ayrı ayrı cemaatleri çıkardı. Bir kısım Sünni, bir kısmı de Şia, bir kısım insanlar da, mezheplerini Kur’an’ın önüne koydu ve Kur’an’ın tümü rafa kaldırdı. Öyle bir din anlayışını çıkardılar ki kimin Müslüman ve kimin de mümin olduğu ayırt edilemeyecek kadar Kur`ân bilgisinden yoksun bıraktılar.

……..Zaten, ben Müslümanım diyen insanlara ve cemaatlerin şeyh ve liderlerine sorarsanız, mümin ile Müslümanın arasındaki farkı bilemezler. Gönderilen dinin ölçüsü ise Kur’an’ı kerimin ölçüsüdür ve yukardaki ayetler sadece bir örnektir. Kur`an’ın kriterlerinden uzak olan tüm din anlayışları, İslami değil ve ret edilmesi gerekir.

……..Bu din, Allah ın dinidir ve dinin kriter ve ölçülerini de Allah Kur’an’ı kerim de açık bir şekilde belirmiştir. Mümine düşen görev ise o ölçülere sarılmaktır ve Kur’an’a ittiba etmektir. Peygambere inen dinin ölçülerinde, Sünnilik ve Şiilik yok, selefilik ve mezhepçilik yok, tarikatçılık, şuculuk ve buculuk yok. Peki, bugün bizi bu hale getiren ne? Şia Sünnilere düşman, selefiler başka bir gruba düşman ve akan kanın bu çarpık din anlayışından kaynaklandığı aşikârdır.

……..Bize düşen görev Allah’ın kitabına uygun olarak yaşamaktır. Peygamberler, en çok çalışan, bela ve musibetlere maruz kalan insanlardır. Hiç bir şey bedelsiz ve kolay değil, çok emek ve çalışmak gerekir.

……..Allah çalışana verir ve çalışan ancak başarır. Başaramazsak dahi, sağlam bir imanla Rabbimizin huzuruna varacağız. Zaten gaye de Allah’ın rızası değil mi. Ya uydurulan bir dinin mensubu ve bozuk bir itikatla pisipisine öleceğiz, ya da Peygambere indirilen sağlam bir dinin mensubu ve sağlam bir imanla Allah’ın rızasını kazanarak öleceğiz (Feyzulah Yalçın)

……..********************************************************

……..MÜSLÜMAN – MÜ’MİN KAVRAMI (Benim görüşüm)

……..İslam Allah’ın dininin adıdır, aklı ile ikna olan ve “Tamam ben de İslam’ı kabul ediyorum” dediği an kişi İslâm dininin mensubu yani Müslüman adını alır.

……..Bunun peşinden iman kavramı devreye girer. Henüz İslâm hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı için taklit yollu amellerde bulunur ki buna taklidi iman diyoruz.

……..Kişi İslam ile ilgili bilinçli olarak bilgilenme, araştırma, tefekkür etme gibi eylemlere devam ettiğinde taklidi iman kalpte yerleşmeye başlar. Buna da tahkiki iman diyoruz. Bu dönem “İman” ın gelişmeye, Mü’min olma aşamasının başladığı noktadır. Yani kalbin de bu tercihi kabul ettiği tasdik ettiği durumdur. Artık kişi hem Müslüman, hem iman sahibi, hem de mü’min şeklinde isimlendirilebilir. Ancak gelişmeye devam etmesi, “İman” ının içini hakikatlerle doldurması gerekmektedir. Aksi halde nefsi arzu ve istekler, hormonlar, çevre, edinilen yanlış bilgiler İman kavramının içini doldurmakta, Kur’an ın “Hevasını tanrı edineni gördün mü?” (Furkan/43) diye tarif ettiği duruma düşmesine yol açmaktadır.

……..Bundan sonra o kişiye Kur’an; “İman” lı bir “Mü’min” olmanın yolunu gösterir. Mesela; Akletmiyor musunuz (Enbiya/10), tefekkür etmiyor musunuz (En’am/50), düşünmüyor musunuz (Nahl/17) hitabının yanı sıra bilenlere, ilim sahiplerine sorunuz (Enbiya/7), (ayetleri) Halâ görmüyor musunuz? (Zariyat/21) şeklinde yol gösterir.

……..Bu noktadan sonra artık o kişinin Allah’a olan yolculuğu başlar. Önerilen amelleri fiilen gerçekleştirmek ona mükâfat, eksiklikler ve yanlışlıklar pişmanlık olarak yaşanacaktır. Tabii ki doğrusunu Allah bilir. (Ekabir)

……..Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

……..Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 



ESMA DERSLERİ – 14 – EY MÜHEYMİN

$
0
0

el-muheymin-1

        (80. video-1.15.20. dk.dan itibaren).

..

………“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

………“BismillahirRahmanirRahıym”

………El Muheymin Koruyucu otorite. Muheymin; siyasi bir kavramdır dostlar, otorite demektir. Ama sadece otorite değil, zulümde edilerek otorite olabilir, baskıyla da otorite olabilir, zorla da otorite olunur değil mi. Ama Allah’ın otoriteliği koruyucu otorite. Bu çok önemli.

………El Muheymin sadece bu anlamdan ibaret değil, değer koyucu otorite. Koruyucu otorite, değer koyucu otorite ve hâkimiyeti eşsiz benzersiz olan otorite. 3 vurgusu var. Koruyucu otorite, mutlak değer koyucu otorite, hâkimiyeti eşsiz benzersiz otorite demektir. Yani özü itibariyle işinin ehli koruyucu otoriteye el Muheymin diyor Kur’an, o da Allah’mış.

………Bir değer koyucu yoksa değer yoktur dostlar öyle değil mi? Orada bir değerden bahsedeceksiniz ama değer koyucusu yok. Yok böyle bir şey. Yani sahipsiz bir değer gördünüz mü siz. Bir yerde bir değer olup ta sahibi olmasın. Onun için bakınız İslâm’da miras hukukunun sebebi budur.

………Kur’an miras üzerinde niye bu kadar durur? Değeri sahipsiz bırakmaz. Eğer serveti sahipsiz bırakırsanız servetin zayi olması en küçük tarafı, servet insanları birbirlerine düşman eder öyle değil mi? Onun için dünyevi değeri bile sahipsiz bırakmayan rabbimiz ebedi değerleri sahipsiz bırakı mı?

………O’nun Müheymin olmasının bir anlamı değer koyucu otorite dedik. İslâm; İnsanlığın değişmez değerleri demektir. İnsanlık tarihi boyunca geçerli olan ortak kötü ve ortak iyinin varlığı buna delâlet eder. Ortak kötüye ne diyordu Kur’an? El Münker. Ortak iyiye ne diyordu? El Ma’ruf. Ma’ruf – münker,

………Ne kadar muhteşem bir ifade dostlar. Yani bir tanıdığınız var ateist, bir tanıdığınız var Hıristiyan, bir tanıdığınız var. Yahudi, bir tanıdığınız var Budist, bir tanıdığınız var şintoist.  Vs. Yahu korkmayın konuşurken öyle bir dil geliştiriyor ki Kur’an size insanlığın ortak kötülüklerini Allah’ın kötülüğü, yasağı olarak koyuyor, münker diyor ona. İnsanlığın ortak iyiliklerine de ma’ruf diyor. Elinizi güçlendiriyor, Müslümanın eli çok güçlüdür, ama bilmek şartıyla.

………Sevgi, merhamet şefkat, iyilik, ikram, paylaşma, fedakârlık, vefa, ma’ruf. Ortak iyilik, yer yüzünün hangi tarafına gittiniz de sevgi kötü bir şeydir diyeni duydunuz? Merhamet pek berbat bir şey canım, bunu diyen adam aslında insanlık çöpü olmuştur onu ayıklamak lazım. Yani yahu paylaşmak berbat bir şey diyeni ne yaparsınız siz? Git ya git, çekil gözümün önünden dersiniz en azından. Onun için ortak iyi nereye giderseniz gidin iyidir. İnanın bunun üzerinden bize esasında iyi Müslüman kimdir sorusunun cevabını da vermiyor mu? İyi Müslüman insanlığın ortak iyiliklerini kendisinde gösterendir. El Emin buydu. Emin olmak, güvenilir olmak kötüdür diyen yeryüzünde bir adam bulunabilir mi? Budur işte, Muhammedün ResulAllah olmadan önce Muhammedül emin olan bir nebinin ümmeti. Böyle mi olacaktı?

………Tüm peygamberler insanlığa ortak iyiyi emir ve ortak kötüden nehiy için gelmişler. Kur’an vahyi kendinden önce ki tüm değerleri bünyesinde toplar, İslâm binası Allah’a aracısız kulluk demeye gelen ihlas üzere bir imanı inşa eder. Nihilizm değer karşıtlığıdır. Şimdi değerden yola çıktık çünkü El Muheymin değer koyucu demektir. El Muheymin’in zıddı nedir? El muheymin’in zıddı günümüzde ki nihilizmdir. Nihilizmin sloganı tek kelimeliktir üç harfli “Hiç.”

………Aman Allah’ım, onu bizim sufilerimizin eline verdiler, duvarlarına levha diye astılar iyi mi? Hiç, hiççilik yani. Niye yaşıyorsun? Hiç. Niye yapıyorsun? Hiç. Niye ölüyorsun? Hiç. Niye varsın? Hiç. Hiç olasın desem bana olur. Nihilizm günümüzde değer koyuculuğun öbür karşıtında yer alır. Nihilizm bir değersizlik ideolojisidir, sadece değersizlik değil, değer karşıtlığı aynı zamanda. Eşyanın yaratılıştan bir anlam ve amacının olmadığı zannı üzerine yükselir, fıtratı reddeder. İslâm’a nihilizmden daha büyük bir düşman günümüzde görmüyorum. Zira insanlık gittikçe barı kültürü elinde nihilistleşiyor.  Hani şu savaşma seviş kuramı var ya 12 eylülcülerin, yani insanlık davasızlaştırılıyor. İnsanlık ideallerinden soyutlanıyor, iddiasızlaştırılıyor. Böyle olunca tam bir tüketim sürüsü. Kapitalizmin sancağının çekildiği bir dünya, önü bomboş. Hani frenklerin o lesefer, lesepase deyimi? Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler. Niye? Bırak önünü.

………Evlâ leke feevlâ. (Kıyamet/34) yazıklar olsun, veya yakışır sana insan yakışır, Sümme evlâ leke feevlâ. (Kıyamet/35) bir daha yazıklar olsun sana ey insanoğlu. Eyahsebul’İnsanu en yutreke süda. (Kıyamet/36) İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor.

………Allah’ın Muheymin ismine iman, Nihilizmi rettir. Nietzsche, Nihilist olduğunu itiraf eden ender filozoflarından biridir, başıdır hatta. Nihilizmin ideoloğudur. Nietzsche içimizden birçoğuna cazip gelen bir isyan düşünürüdür. Bazı Müslüman yazarçizerler, eli kalem tutanlar nice hayranıdırlar. Niye Nietzsche hayranıdırlar? Çünkü Nietzsche ölümüne Hıristiyanlık düşmanıdır, papaza kızmış orucu bozmuş. Tam bu ata sözünün muhatabıdır. Papaza kızmış, orucu bozmuş, dinden çıkmış. Papaza kızmış Allah’a düşman olmuş, papaza kızmış fıtrata düşman olmuş, papaza kızmış ahlaka düşman olmuş, papaza kızmış ruha düşman olmuş, papaza kızmış her türlü imana düşman olmuş.

………Meselâ İkbal’imiz, yüzyılımızın yüz aklarından şairi İkbal’imiz Nietzsche’yi çok över. Neden? Nietzsche bir isyan filozofu. Bazen de iyi laflar eder Nietzsche, Endülüs hakkında falan, batının endülüse nasıl kıydığına dair 3 – 5 satırı vardır, hepsi odur. Ama biz böyle duygusalız, bir adamda 3 – 5 satırlık iyi bir şey gördük mü onu hemen bağrımıza basarız, hemen yarı azizleştiririz. Bizim içimizden de birileri böyle. Nietzsche doğru kilise düşmanı, Nietzsche Hıristiyanlık düşmanı der anti-Christianı yazan adam o. Hıristiyanlığı deccal olarak, kiliseyi deccal olarak niteleyen bir adam o.

………Fakat burada kalsa, burada kalmadı. Ne oldu? Allah’a, dine, imana, ahlaka, erdeme, fıtrata, değere düşmanlığı bir ideoloji olarak koydu.

………Nietzsche’nin kitaplarından alıntı yaptım burada. Yahu Esma-i hüsna da Nietzsche ne arıyor? Biz de böyle yiyoruz bu yoğurdu müsaade edin. Bizden esma dinleyecekseniz, Nietzsche’yi dinleyeceksiniz. Güç istenci, güç iradesi kitabından orada Nietzsche’nin tuttuğu günlüklerdir bunlar, en baba düşünceleri de oradadır. Yani Der-anti-Christi vardır, Deccal’ı vardır, Ecce Homo’u vardır, böyle buyurdu zerdüştü vardır, yani Nietzsche kitaplarının hemen tamamını okumuş bir fakirdir karşınızda ki insan. Orada der ki, Bahar, 1887 tarihli notunda; Bir nihilist olduğumu kendime ancak yakın zamanda itiraf ettim. Yani nihilist olduğunu itiraf den bir insandan konuşuyorum, iftira etmiyorum, karalama çalmıyorum, sadece kendisinden getiriyorum delilleri. Mart-Haziran 1888 netin, ruh ta diyebilirsiniz buna, can da diyebilirsiniz buna. Netin, ne neden, ne düşünme, ne bilinç, ne ruh, ne irade, ne de gerçek vardır, bunların hiç biri yoktur, hepsi hiçbir işe yaramayan kurgulardır. Her şeyden önce algılarıyla gelişebilen belirli hayvan türleri vardır. Getir getirebilirsen..!

………Kur’an ın hayvan gibidirler hatta daha aşağı dediği tip, Nietzsche’nin ideal tipi. kel en’ami belhüm edal.. (Furkan/44) 598 nolu yine 1987 mart tarihinde düştüğü notu okuyorum, güç istencinden, güç iradesinden. Bir filozof örneğin nihilizmle iyileşir, hiçbir gerçeğin olmadığına inanç, yani nihilist inanç bir bilgi savaşçısı olarak dur durak bilmeden çirkin gerçeklerle savaşan biri için büyük rahatlamadır. Çünkü gerçek çirkindir. O güç istencinde şöyle diyor; Burada gözler önüne sermeye çalıştığım gelecek iki yüz yıldır, gelecek olanı tarif ediyorum, yani artık farklı gelmeyecek olanı, nihilizmin gelişini tarif ediyorum diyor. Adam nihilizmi müjdeliyor, ocaklardan ırak diyesim geliyor.

………Fıtrat karşıtlığına bakınız ondan aldım. Var oluşun karakteri doğru değildir yanlıştır. Çizin altını. Hakikat karşıtı nihilizm. Gerçek yoktur, nesnelerin mutlak doğası vardır hakikat yoktur diyor. İyi karşıtlığı.

………Comoro diye birinden alıntı yapmış kızıl kedili reisi. Bütün iyi insanlar zayıftır, çünkü kötü olamayacak kadar zayıftırlar. Buna katılıyor Nietzsche. Merhamet karşıtlığı, merhametin her türlü ahlaksızlıktan daha tehlikeli olduğunu fark ettim. İnsan felakete saygı göstermelidir, güçsüzlere yok ol diyen felakete saygı göstermelidir.

………Tanrı karşıtlığı tanrı fazlasıyla aşırı bir hipotezdir. Amel karşıtlığı çünkü eylemin hiçbir anlamı yoktur, eylem insanı var oluşa bağlar ama var oluşun da anlamı yoktur. Maneviyat karşıtlığı; Başlıca önerim manevi fenomenler yoktur, sadece bu fenomenlerin manevi bir yorumu vardır, bu yorumun kendisi de ekstra manevi kökenlidir. Ahlak karşıtlığı; Ahlaklılık dünyada ki her şey kadar ahlaksızdır, ahlaklılığın kendisi bir ahlaksızlıktır. Yaşamı özgür kılmak istiyorsak ahlaklılığı yok etmemiz gerekir. Haşa huzurdan, ocaklardan ırak. Çünkü var oluş ahlaksızdır ve bu yaşam ahlaksız ön koşullara bağlıdır ve tüm ahlaklılıklar yaşamı reddeder.

………Aman Allah’ım..! Erdem karşıtlığı; erdem en kötü alışkanlıktır, fazilet en kötü alışkanlıktır. Şefkat karşıtlığı; acıma duygusu bir enfeksiyondur. J sizin bu enfeksiyonu iyileştirecek bir iğneniz var mı? Başkalarının ıstırap çektiğini görmek insana kendini iyi hissettirir. Başkalarına ıstırap çektirmek daha da iyi hissettirir, zulüm olmazsa şenlik olmaz.

………İşte bunu size anlatmak için buraya getirmek zorundaydım Nihilizm nasıl bir şey, nasıl bir dünyayı özlüyorlar ve bizim bazı gariban eli kalem tutan Müslüman yazarçizerlerimiz de nasıl bir şeyi pazarlıyorlar onu söylemeye çalışıyorum.

………Tanrı karşıtlığı, yaratılmış bir dünya hipotezinden bir an bile korkmamız gerekmemektedir. Yani dünya yaratılmamıştır, yaratmak anlayışı bugün tamamen tanımlanamaz, gerçekleştirilemez bir şeydir. Sadece bir sözcük; Batıl inanç çağından kalma gelişmemiş bir kalıntıdır.

………Güç tutkusu; iyi nedir diye sorar Nietzsche, Cevaplıyor insanda güç arzusunu, gücün kendisini yükselten her şey iyidir. Kötü nedir diye soruyor, cevaplıyor; Zayıflıktan doğan her şeydir. Yine o mutluluk nedir diye sorar, gücün büyüdüğü duygusudur der. Şeytana sorsam acaba daha farklı bir cevap verir miydi diye düşünüyorum.

………1054 numaralı 1885 tarihli notu; Mücadelelerin en büyüğü bunun için yeni bir silah gerekir. Atom bombasını hangi düşüncelere borçluyuz onu söylüyorum size. Çekici, korku dolu bir kararı provoke etmek için, Avrupa’yı onun sonuçlarıyla karşı karşıya getirmek için korkunç bir silah gerekir. İradeyi yok etmekle istekli olsun olmasın korkunç bir silah.

………Büyüklük tutkusu; Korkunçluk büyüklüğün bir parçasıdır. Hitler Nietzsche’nin kitaplarını kutsal kitap ilan etmişti biliyor musunuz? Hitler durduğu yerden çıkmıyor.

………Peki değer, anlam, amaç ve Allah karşıtlığının yapmak istediği şey neydi. Güç istencinin 794 nolu Mart-Haziran 1888 tarihli notundan okuyorum. Dinimiz, ahlak ve felsefe insanın çöküş biçimleridir. Yani dinimiz diyor Ahlaklılığın çöküşü, felsefenin çöküşü, insanın çöküşüdür diyor, dinimiz bu. Bunları çöktürdük mü Nihilizm dinimiz başarıya ulaşır.

………Karşı hareket sanattır diyor, bunun altını çiziyorum. Nietzsche dine, ahlaka, Allah’a, imana, felsefeye, akla her şeye savaş açmış bunlara karşı hareket sanattır diyor.

………Neden, Nietzsche sanatta ne buluyor, bir nihilist sanatta ne buluyor ki dinin karşısına sanatı yerleştiriyor? Çünkü sanat spekülatif bilgi, yani sanat zan üzerine yükselir, yakıyn yoktur. Çünkü sanata ne koysan gider, hakikat yoktur, nasıl yorumlarsan hepsine açıktır.

………Farkında mısınız, Nihilizmin sahte peygamberi Nietzsche ilmiyata karşı hissiyatı çıkarıyor. Burada dine karşı sanatı, ahlaka karşı sanatı, felsefeye karşı sanatı koyarken ilmiyata karşı hissiyatı koyuyor. Makule karşı mahsusu koyuyor İlim ve iman alanına karşı spekülatif her türlü yoruma açık sanatı koyuyor. İşte Şuârâ suresinin sonunda ki ayetlerde bunun için şairler hakkında her vadide vehimlerinin peşinden koşarlar diyor. fiy külli vadin yehiymun. (Şu’arâ/225) diyor. Çünkü o zamanın şairleri spekülatif bilgiyi imana tercih ediyorlardı.

………Felsefe ve Akıl düşmanlığını, Allah ve din dostluğunun şartı gibi gören gelenekçi rivayetçilere durumun böyle olmadığını Nietzsche örneği üzerinden daha güzel anlatamazdım. Elbette Nietzsche sanatı ilmin ve imanın yerine öneriyor diye sanata sırt çevirmeyeceğiz, fakat Nietzsche gibi bir nihilistin neden ilmin ve imanın, felsefenin yerine sanatı önerdiği üzerinde de derin derin düşüneceğiz. Bunlar sanatta acaba ne maden buldular da nasıl kullanışlılık buldular da sanatı dinin, bilginin, imanın ve felsefenin yerine öneriyorlar.

………Nietzsche’nin dünyası kapalı evren, sonsuz uzay ve mekanik fizik üçlüsüne dayalı eskimiş bir dünya görüşü aslında. İşte 1885 yılında düştüğü 1065 no.lu not; Bu dünya enerji canavarı, başlangıcı olmayan, sonu olmayan. Sağlam ve demirden, büyümeyen veya küçülmeyen, kendini genişletmeyen, sadece dönüştüren bir güç bütünlüğüdür. Alemi tanımlayışı bu Nietzsche’nin. Bu tam da Newton fiziğidir, Newton mekaniğidir.

………Bitti bu dünya, bu dünya çöpe, anlatabiliyor muyum? Kuantum fiziğiyle bu dünya kapalı evren, sonsuz uzay, mekanik fizik bitmiştir. Nietzsche’den sonra fizik ilmindeki gelişmeler onun sözlerini çöpe atmıştır. Oysa ne kadar da kendinden emin ve kesin konuşuyor, Hıristiyanlıktan nefret ediyor, bu nefret onun gözünü kör, kulağını sağır, aklını ruhunu dumur, iradesini felç, vicdanını yok etmiştir.

………Nietzsche’nin sonunda aklını hepten yitirdiğini biliyorsunuz değil mi? Bir mektup yazıyor, mektupta ki muhatabını tanıyamıyor. Oradan anlıyorlar ki iyice kafayı yemiş. İnkâr ettiği ruhunu, inkâr ettiği rabbine o halde aklı kaybolmuş olarak teslim ediyor. Bu sıradışı dehayı belki de huzuru ilahide kurtaracak olan Allah’a deli olarak varmış olması. Hiç olmazsa diyecek ki; ya rabbi delirdim de geldim, biliyorsun sen deliler den hesap sormazsın. Ne diyelim İnşaAllah, bir kul daha kurtulsun ne olur, Allah’ın cennetin de yer mi yok.

………Niye hayret ettiniz? Ben ahirette bir kulun daha kurtulduğunu görmekten çok sevinirim. Birileri gibi aman cennete beni al, benden başka da kimseyi alma dememi mi bekliyorsunuz. Ne yapacaksınız uçsuz bucaksız cennette at mı otlatacaksınız. Rabbim kullarına inşaAllah önlerini açsın, onları hidayeti isteme liyakati versin. Öyle diyelim, hidayet versin demiyorum, hidayeti isteme liyakati versin ve cennetine de doldursun. Ne diyelim, Allahu alem tabii Allah bilir.

………Şeytana nasıl bir dünya düşlediğini sorsak Nietzsche’nin düşlediğinden farklı mı olurdu? Nihilizmin dünyası işte böyle bir dünyadır, böyle bir dünya insanın hayvanlaşması anlamına gelir. Nihilizmin panteizm ve bizdeki onun karşılılığı olan vahdet-i vücut ile ilişkisini de ben söylemeyeyim, içinizden merak edenler yüzyılımızın cins kafa Müslüman Filistin asıllı alimi AbdülVahhab el Mesiri’nin Türkçeye ön yargı diye çevrilen, hem editörlüğünü yaptığı, hem de muhteşem bir makalesinin yer aldığı kitabından okusunlar, öğrensinler. Ben oraya havale edip hemen sözümü toparlayayım.

………Muheymin 2 yerde geliyor, bir Allah’ın ismi olarak Haşr/23 te geliyor, 2. Si Kur’an ın sıfatı olarak maide/48 de geliyor.

………Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir. (Haşr/23) Müheymin olan Allah’ın, Müheymin olan kitabıymış Kur’an.

………Ve enzelna ileykel Kitabe Bil Hakkı musaddikan lima beyne yedeyhi minel Kitabi ve Müheyminen aleyh. (Maide/48) Biz sana bu kitabı hakikatin bir numunesi olarak indirdik. Bil Hakk, hakikatle indirdik. musaddikan lima beyne yedeyh kendisinden önce indirilmiş olan vahiyleri hem tasdik eden minel Kitabi kitaplardan kendisinden önce indirilmiş olanları hem tasdik eden ve Müheyminen aleyh hem de onların mihenk taşı olan bu kitabı, bu vahyi biz sana Müheymin olarak indirdik. Neymiş Müheymin? Mihenk taşıymış.

………Müheymin, mihenk..! ses benzerliği de var acaba bir alaka var mı bilmiyorum, evet mihenk taşıymış. Neyin mihenk taşı? Tevrat’ın, İncil’in, diğer kitapların mihenk taşıymış. Ne yapacak mışız? Tevrat’ı elimize aldık, Tevrat burada okuduğumuz söz Allah’tan mı geldi, yoksa birileri yazıp Tevrat’ın içine mi koydu. Biz bunu biliyoruz ki Tevrat’ın aslı kayboldu, Yahudiler söylüyor bunu, Tevrat 2 kere tüm yeryüzünden yok oldu. MÖ. 7. Yy. da ve 5.yy. da. Yok olan Tevrat’ı yeniden derlediler, Ezra yeniden derledi Babil sürgünü dönüşü. Tevrat o kadar yok olmuştu ki yer yüzünden Tevrat’ı yok eden bizzat Yahudilerin inkarcı kralları oldu. Onlardan biri Ahad’dır mesela. Kral Ahad Tevrat nüshalarını yok ediyor, bu Yahudi bir kral. Yani bu kitap bizi yoldan çıkardı, bu kitap yüzünden başımıza gelmeyen kalmadı, İsrail oğulları dertten derde düştü, ben bu kitabı yok edeceğim.

………Çok ilginç değil mi? Amos peygamber, ilya peygamber, Yaremya peygamber, İşaya peygamber kendi krallarına karşı savaştılar. Tevrat’ı yok eden Krallarına karşı ve bunların bir kısmı da öldürüldüler, şehit edildiler. Dolayısıyla her birinin kitabı var. Onun için Tevrat’ı arz edeceğiz, İncil’i arz edeceğiz. Ey Kur’an bu Allah’ın kelâmı mıdır değil midir? Bugün elde bulunan Tevrat’la otuz dokuz kitaptan oluşuyor. Bu kitapların bazıları MÖ. 5., bazıları 7. Yy. da yazılmıştır. Bunu Yahudiler de bilirler. Tıpkı bugün İncil’e ilave edilen Pavlus’un mektupları gibi. Korintos’lulara mektup, Romalılara mektup, Selâniklilere mektup İncil’in parçasıdır. Ne yazıyor orada? Pavlusun mektubu, yani İsa’ya iman etmemiş birinin mektubu ne geziyor orada İncil’in parçası olarak? Oradadır.

………Dolayısıyla nasıl anlayacağız? Kur’an a sunacağız, Kur’an mihenk taşıdır. Ne yapar kuyumcu kendisine altın getirilince sarraf, mihenk taşına sürter, bu altın 24 ayar mı, 22 ayar mı, 18 ayar mı, 14 ayar mı öyle bilir. Biz de öyle bileceğiz, Kur’an a arz edeceğiz.

………Peki, Kur’an a arz edeceğimiz sadece İncil ve Tevrat mı? Hayır, Müheymin vasfı Kur’an ın Müslümanların kültürü içinde geçerlidir. 1.400 yıl sonra geldik sevgili peygamberimizden, 1.400 yılın isi, kiri pası var inancımız üzerinde. Peki ne yapacağız? Ben bu inancı babamda buldum ey Kur’an, sen de Müheymin’miş sin, yani otorite imişsin, yani iyisini kötüsünden ayırt eden bir otorite imişsin. O zaman getirdim ben babamın inancını, babam buna iman diyor, sen ne diyorsun? Tabii Kur’an a sürteceğiz şöyle mihenk taşına sarrafın sürttüğü gibi. Kur’an yok diyecek, bu altın suyuna batırılmış bir teneke. Öyle mi? Öyle. Ama babam buna inanıyor? O babanın dini Allah’ın dini değil diyecek Kur’an. Unutma atalarımızın dini diyorlardı Allah resulüne, atalarımız derken onların başında da Hz. İbrahim’i sayıyorlardı. Atacağız.

………Babamın dini? Kur’an a sürttük 24 ayar çıktı. Tamam baban doğru inanıyormuş, başım gözüm üstüne diyeceğiz, ayırt edeceğiz. Onun için Kur’an Müheymin miş. Allah’ımız El Müheymin, Allah’ımızın gönderdiği Kur’an da Müheymin. Müheymin sıfatı varmış. Otorite, yani inanacağınız şeyleri, din kabul edeceğiniz şeyleri Kur’an a arz edeceksiniz.

………Bir hadis geçti elimize, biri hadis diyor, Allah Resulü buyurdu diye de ağzını doldura doldura konuşuyor. Getir bakalım? Kur’an a bir sunalım bunu.

………Elinize geçti, Muvatta da gördünüz. Zamana sövmeyiniz Zaman Allah’tır. Burada işledim, kapı gibi sadece Muvatta da olsa, Buhari’de de var. Zaman Allah’tır, değer olarak geçiyor. Peki, Zaman Allah mıdır? Öyle bir şey olabilir mi? Zaman yaratılmış mıdır, yaratan mıdır? Halik mıdır mahlûk mudur önce bir karar verelim. Zaman Allah ise O zaman Allah yok haşa. Dolayısıyla nasıl olmuşta olmuş? Yani çok ilginçtir el Madnun risalesinde Gazzali’miz nasıl olmuşsa her halde kalemi sürçtü, aklı sürçtü orada zaman sonsuzdur der.

………Aman Allah’ım Tekfir ettiğin İbn. Sina’yı niye tekfir ettin o zaman. Yani demek ki sürçme oluyor, büyüklerimizde de oluyor. yani büyüklerimizin bu sürçmelerimizin kökeninde ne yatıyor biliyor musunuz? Kökeninde zanni bir bilgiyi, spekülatif bir bilgiyi getirip te imanın içine koymak.

………Kur’an a arz ettik. Casiye suresinde ne diyor? ve ma yühliküna illed Dehr. (Casiye/24) Müşrikler derler ki bizi dehr den başkası helak etmiyor. Yaşarız ve ölürüz, bizi helak eden dehrdir. Söyleyin şimdi, Allah resulünün ağzına birilerinin koyduğu bu lafı Kur’an a vurduk, Kur’an bu söz değil ResulAllah’ın, müşriklerin ağzına yakışan bir sözdür dedi, bitti. Kur’an mihenk taşıyla gösterdi ki bunu atın. Başımız gözümüz üstüne demekten başka bize ne düşer?

………Peygamberimiz dinini Kur’an dan öğrendi, buna itirazı olan var mı? Birileri dinini Kur’an dan öğrenmeyi Kur’an Müslümanlığı olarak niteliyor ve bunu da bir kötülükmüş, bir ayıpmış gibi konuşuyor. Bu kötülüğü ilk işleyen peygamberimizdir. Eğer cesaretiniz varsa peygamberimize laf söyleyin. O dinini Kur’an dan öğrendi, nokta.

………Âmin, Ya Muheymin, ya Allah kayıtsız şartsız hakimiyetin mercii sensin ya rab. Varlığı koruyan mutlak otorite sensin ya rab. İnsan için mutlak değer koyan sensin ya rab, bizi değerlerine sadık olanlardan kıl ya rabbi.

………Ya Muheymin ya Allah İslâm insanlığın değişmez değerlerinin adıdır, bizi İslam’ın yüz karası etme yarab. Nihilizm, değer ve hakikat düşmanlığının adıdır, değeri fiyata tebdil edenlerden eyleme ya rab.

………Ya Muheymin ya Allah imanımızı Muheymin olan Kur’an a arz ediyoruz, bizi; imanını kabul ettiğin kullar zümresine ilhak et ya rabbi. Kendimizi Muheymin olan Kur’an a arz ediyoruz, bizi tepeden tırnağa kabul olmuş bir dua kıl ya rabbi. Amin, ya mu’in, velhamdülillâhirabbilalemin.

 ………Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn

 ………Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 


ESMA DERSLERİ – 14 – EL MÜHEYMİN (A)

$
0
0

el-muheymin

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

………“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

………Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 ………“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

………Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

………************************************

………EL MÜHEYMİN

………El Müheymin; kendi katında ve mülkünde olan her şeyi kendisine ait ve üzerinde bulunduğu her şey ile gören-adil kimse demektir.

………El Müheymin; gizliyi ve açığı bilen, şükrü ve şikâyeti işiten, zarar ve sıkıntıyı giderendir. Buna göre bu makamı gören kimse kendi halini gözetir, vakitlerini muhafaza eder, nefeslerini sayar.

………Bilinmelidir ki; Haklar, haklık/hakkıyyet mertebesi ile halklık/halkıyyet mertebesi arasında gider gelir. Varlık mertebelerinden olan her bir ayn’ın bir hakkı ve bir de görevi vardır. Her hak sahibinin de kendi hakkına bakan, bu hakkın eksiklik ve artışını gözlemleyen birisi olması gerekir.

………Kuşkusuz ki Allah’ın kulları üzerinde bir takım hakları vardır. Bunlar yüce katına yaraşır tarzda tâzim, emrine uyma ve ibadet gibi haklardır. Buna karşık kulların da Hakkın kendi nefsine vacip kıldığı keremine karşılık Allah üzerinde bazı hakları vardır.

………Buna göre Hakkın kulları üzerinde ki hakkı, itaatlerde emirlerine uymak, yasaklarından sakınmak. Kulların hakkı ise derecelerin meydana gelmesidir. Bu nokta da Hakka ait olanlar, “zatî”, buna karşın kul için olanlar ise va’didir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur;

………“Sizinle ahit yaptığımda benim ahdimi yerine getiriniz.” (Bakara/40)

………Bu bağlamda kulun hakları konusunda görüş belirtenler farklı düşünceler ileri sürmüşlerdir. Bazıları bunların hakkın ihsanından olduğunu belirtmişlerdir. Bunun nedeni Hakkın herhangi bir şeyi yapmak zorunda kalmaktan münezzeh olmasının gereğidir.

………Bazıları bu hakların kulun bir hakkı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur;

……...“Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazmıştır.” (En’an/54)

………Kuşkusuz ki Allah kendisini en iyi bilendir. Ve O, kendisini de kullarına “şeriat” yaptığı hükümlerin altına dâhil etmiştir.

………Bu bağlamda Allah Teâlâ haram hakkında şöyle buyurmuştur; “Kendime zulmü haram kıldım.” Mekruhluk hakkında ise; “.. kerih görürüm. O kulları için küfre razı olmaz.” Mübahlık hakkında şöyle buyurmuştur; “Dilerse sizi giderir”. Mendupluk hakkında ise şöyle buyurmuştur; “Yaptığınız herhangi bir hayrı inkâr etmeyeceğiz.”

………Binaenaleyh Hak, işin/emir kendisinden onlara yönelik olması için kullarına “şeriat” diye gönderdiği her hüküm ile kendisini nitelemiştir. Çünkü hüküm Rab ile merbub arasında gider gelir ve Rab’den merbubuna akseder.

………Nitekim ehl-i Keşfin bilgisinde meselenin böyle olduğu sabit olmuştur.

………Buna göre her iki tarafın da şahitliği, elde edilen şeyin bir açıdan lehte, bir açıdan ise aleyhte olması durumudur. Binaenaleyh her varlık, yaratanının kemâli üzerinde bulunmakla bir “Şahit”’ tir. Yaratan da her şeye “Yaratma” ile şahittir. Şu halde meydana gelen her şey, şahidinin aynıdır. Bunun nedeni akislerin birleşmesi ve hakikat ile kaim olmaktır. (Sadreddin Konevî-Esma-i Hüsna şerhi/50-52)

………*******************************************************************

………el’MÜHEYMİN

………Bu ismin, Allah hakkındaki mânası şudur: O (Allah), yaratmış olduğu mahlûkatının amelleri, rızıkları, ecellerini bilip muhafaza eder. Her muhafaza ile memur olana Müheymin derler. Bir şeye göz kulak olan kişi o şeyin koruyucusu ve müheymindir demektir. Şu halde israf (gözlem) ilme, istilâ ise Kudretin kemaline, muhafaza ise akla racidir. İşte bu manaların hepsini ancak (Müheymin) ismi içine alır. Bu mânâları tam mânâsiyle ve kayıtsız şartsız ancak Allah tahakkuk ettirir, başkası değil. Bu sebepledir ki,

………(El-Müheymin) ismi, kadim kitaplarda da Allanın isimlerinden sayılmıştır.

………TENBÎH :

………Kendini murakabe eden, kendi kusurlarını anlayan ve düzeltmeye çalışan, kendisini iyi hal üzere devam ettirmeyi başaran her kul kalbine hakim olma itibari ile müheymindir. İsraf ve ittilaı daha da genişletip Allah’ın kullarına yol gösterme imkânına sahip, feraset ve istidlal tariki ile iç ve dış yüzlerine de vak’f olup da onları irşat edebilirse tabii ki bu manadan nasibi son derece fazla olmuş olur. (Gazali-Esma-i Hüsha şerhi/78)

………******************************************

………EL MÜHEYMİN.

……Taallûk

………Hz. Muhammedi’in ümmetinden olmak ve onu tasdik edenler arasında bulunmak amacıyla bu isme ihtiyaç duyulur.

……...Tahakkuk;

………Müheyminiyyet, varlığa şahitlik yapıp ve onlar hakkında değerlendirme de bulunmak demektir. Eğer evrende ki hareket ve sükûneti gözlemlemek ve onlarda ki hafiziyeti müşahede etmek istenirse bu ismin tahakkuku gerekir. Müheymin’de Hafîz ve Rakîb isimlerinin anlamları da bulunmaktadır.

………Tahalluk

……...“İşte böyle sizi bütün insanlar üzerine adalet örneği, hak şahitleri olasınız, peygamber de sizin üzerinize şahit olsun diye doğru bir caddeye çıkarıp ortada yürüyen ir toplum yaptık.” (Bakara/143)

………Ayetinde ki “en nâs” terimi, çıkarılan her ses şeklindedir. “en nevs” kelimesi ses anlamında olup bir rivayete göre “Nâs” kelimesi de bu kökle bağlantılıdır. Böylece insan kendisine şahitlikte bulunan her şey (in sesini duymak), evrende ki gelişmeleri gözlemlemek ve böylece hikmetli yaratılışla şahitlik yapmak suretiyle tekâmüle ulaşarak yeryüzünde Hakkın şahidi olma şerefine yükselir. (İbn. Arabi-Allah’ın isimlerinin sırları ve manalarının keşfi/51)

………*****************************************************************

         EL MÜHEYMİN

         Muheymin ismi Kur’an da Haşr suresinin son ayetlerinde şöyle geçmektedir.

………“O Allah ki, O’ndan başka İlâh yoktur, Melik’tir, Kuddûs’tür, Selâm’dır, Mu’min’dir, Muheymin’dir.” (Haşr/23)

………Ez Züccaci, el Hatıbi ve diğerleri bu ismi şöyle açıklar; “Müheymin” kelimesinin aslı “Müeymin”dir. Kolaylık için kelimede ki hemze harfi “ha” harfine dönüştürülmüştür. Arap dilinde bu tür dönüşümler vardır.”

………el-Halîmî der ki: “Müheymin, kıyamet günü, kendisine ibadet edenle­rin ibadetinden ve sevabından bir şey eksiltmeyendir. Allah, sevap vermekten aciz kalmadığı gibi onu zorlanarak veren de değildir. Bu yüzden kullarının bazı iyi amellerini gizleme veya inkâr etme ihtiyacı duymaz. O, cimri değildir ki, verdiği sevapları çok görsün ve bu nedenle bazı amelleri gizlesin. Sevap vermekle kendisinden ve mülkünden bir şey eksilmez ki, sevabını kısıp sınır­lasın. O, mülkünden faydalanan değil ki, başkası faydalandığında mülkünden bir şey eksilsin.

………Allah, iyilerin iyiliklerinden ve sevabından bir şey eksiltmediği gibi, asile­rin de isyanlarından ve hak ettikleri cezalardan bir şey arttırmaz. Zira yalan ve haksızlık O’nun hakkında mümkün değildir. Allah, cehennem ehlinin azabını “ceza” (amellerin karşılığı) olarak adlandırmıştır. Bu yüzden günah olmayan şeyin cezası (karşılığı) yoktur. Bu da Allah’ın inkârcıların ve asilerin cezalarını arttırmayacağını göstermektedir.

………Müfessirler, Allah’ın Müheymin ismini “Güvenilir” olarak işte böyle açıklamışlardır. İbn Abbas, Maide sûresi 48. âyette geçen “Müheyminen aleyh” ifadesini doğrulayıcı olarak açıklamış ve şöyle söylemiştir: “Müheymin, doğrulayıcı, tasdik edici ve güvenilir anlamındadır. Kur’an, kendi­sinden önceki kitapları doğrulayan bir kitaptır.”

………Mücahid de söz konusu ifadeyi benzer şekilde açıklamış ve şöyle söyle­miştir: “Müheyminen aleyh”, kendisinden önceki semavi kitapları tasdik eden, doğruluğuna tanıklık edendir.”

………Ebû Süleyman ise bu ismi şöyle açıklamıştır: “Müheymin, kullarının sözlerine ve fiillerine şahit olandır. Şu âyet bu anlama işaret etmektedir:

………“Se­nin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur’an’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldı­ğınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabb’inden uzakta (saklı) kalmaz.” (Yûnus/61)

………Bazı âlimler Müheymin’i “Bir şeyi gözetleyen ve koruyan” şeklinde ta­nımlamışlardır. Zira bazı dilbilimciler kelimenin aslı olan “heymene”nin, bir şeyin başında durmak, gözetlemek ve korumak anlamında olduğunu söyle­miş ve şu mısrayı delil göstermişlerdir:

………Peygamberden sonra insanların en hayırlısı İyilik ve kötülükte Allah’ın yolunu koruyanlardır. (Beyhaki)

………İbn Kesir der ki: “İbn Abbas ve diğerleri, aşağıdaki âyetler de olduğu gibi bu ismi gören-gözetleyen anlamında, “Kullarının amellerini görüp-gözeten” şeklinde açıklamışlardır.

………“Allah her şeyin üzerinde şahit olandır.” (Buruc/9)

………“Her nefsin bütün kazandıkları üzerinde gözetici olana mı (başkaldırılır?)” (Ra’d/33)

………Râzî ise Müheymin ismini şöyle açıklar: “Müheymin, doğrulayan, güvende kılan anlamındaki Mü’min ile eşanlamlıdır.” Hasan Basri bu ismi “Tasdik eden, doğrulayan” şeklinde açıklamıştır. Özetle bütün bu tanımla­malar, Müheymin isminin Mü’min ismine yakın anlam ifade ettiğini göstermektedir. Elbette Allah, en doğrusunu bilir.” (F. Razi)

………BU İSİMLERİ BİLMENİN FAYDALARI (Mü’min-Müheymin)

………1- Bu ismi bilen her Müslüman, Allah’ı gönülden tasdik etmeli, O’nun indirdiği her şeye içtenlikle inanmalıdır. Daima O’nun adını zikrederek kalbini huzur ve güvene kavuşturmalıdır.

………2 – İsyan edip günah işleyeceğinde, O’nun seni gördüğünü hatırlayıp O’ndan hayâ etmeli ve cezalandırmasından korkmalısın. Kendisine itaat etti­ğinde yine O’nun seni gördüğünü hatırlamalı, O’nun affını, lütuf ve ihsanını ümit etmelisin.

………3 – Sana fayda veya zarar versin, sevindirsin veya kızdırsın daima doğru şahitlik yapmalısın. Senin, anne babanın ve yakın akrabaların aleyhinde bile olsa doğru şahitlik yapmaktan kaçınmamalısın. (İbn. Kesir*Kurtubi-Beyhaki-Es Sadi-İbn Kayyım el-Cevziyye/ Esmaü’l-Hüsna-333-335))

………************************************************************

………EL MÜHEYMİN

………Bu vasıf hakkında da oldukça değişik açıklamalar yapılmıştır. Aralarında İbn Abbas’ın da bulunduğu bir kısım müfessirler “İnsanların yaptıklarını gözeten” diyerek Şehîd, Rakîb anlamını verirler. Ez Zemahşeri; “Koruyan (el Hafîz) manasını da ekler. Bazı bilginler ise el Emîn anlamı üzerinde dururlar.

………El Halimî’ye göre “El Müheymin; kıyamet gününde itaat ehlinin sevaplarından hiçbir şey ekşitmeyip mükâfatlarını verendir.” El Cübbaî; “Eşya ve varlıklar üzerinde emîn olan” diyor. Zira Müheymin-en’aleyhi; emîn-en anlamındadır.

………Bir başka açıklamaya göre ise Müheymim; “tasdik eden” olmalıdır. Yani Allah her söylediğinde doğrudur”

………Lügatçi ez-Zebidî de şöyle diyor; “Eski (Kur’andan önceki) kitaplarda ve Kur’an da Allah’ın sıfatlarındandır. Başkasını korkudan emin kılan, yani el mu’min, veyahut Şâhid diye tefsir edilmiştir. Blachere; Süryani’de ki mehaymana kelimesiyle ilgili görmekte ve “koruyan-saklayan anlamını vermektedir.

………Kur’an ın tamamında bu kökten sadece muheymin sıfatı gelmekte ve iki yerde geçmektedir. Birinde Kur’an ı kerimin vasfıdır;

………“Kendisinden önceki kitabı tasdik edici ve ona şahit (muheymin-en) olarak gerçekle sana indirdik. (Maide/48)

………Burada muheymin hakkında tâbiun müfessirlerinden bir kısmı “şehîd”, bir kısmı “emîn”, bir kısmı da “Hâkim” demiştir. İbn. Abbas’tan ise her üç tefsir ayrı ayrı yollarla nakledilmiştir. Aslında bunların hepsi de birbirlerine yakın anlamlardır ve muheymin bu izahların bütününü içine alır.

………Şu halde Kur’an kendisinden önce ki kitaplar üzerinde Şâhid, Emîn, Hâkim’dir. Çünkü son ilahi kitap olarak öbürlerinin de güzelliklerine sahip bulunmakla birlikte, başka meziyetleri de vardır. Bir ayette ise liflamlı ve mücerret olarak Allah’ı tavsif eder. (Haşr/23) (Prof. Dr. Suad Yıldırım- Kur’an da Ulûhiyet/270-271)

………**************************************************************

         “EL MÜHEYMİN”

………El Müheymin ismi ihtivai yani çok kapsamlı olan bir isimdir. Kur’an da;

………“O öyle bir Allah’tır ki O’ndan başka ilah yoktur. El Melik’tir (mülkün sahibi), el Kuddûs’tür (son derece mukaddestir), es Selâm’dır (selâmete erdirendir), el Mü’min’dir (güveni sağlayandır) el Müheymin’dir (görüp gözetendir), el ‘Azîz’dir (Üstündür), el Cebbar’dır (zorludur), el Mütekebbir’dir (büyüklükte eşi olmayandır) Allah müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir. (Haşr/23)

………Ayetinde isim olarak geçer. İçerik olarak kuvvet delaletleri ve tam bir egemenlik ihtiva eder. Çünkü el Müheymin; egemen olduğu her şeyi yapma gücüne sahip olan demektir. Eğer bir şeyde hayır yani iyilik murat ederse onu işler, eğer bunun dışında bir başka şey murat ederse onu işler. Bütün bunların hepsi içinde sebepler vardır.

………Çünkü el Müheymin isminin ihtivai yani çok kapsamalı bir manaya sahip olması, yüce Allah’ın isimlerinin manalarını kapsaması itibarıyladır. Zira bu Allah’ın vahdaniyetine, yani birliğine delalet eder. Bu isim aynı zamanda mülkünde el Melik ismini kapsar, kutsiyeti veya kutsallığı itibarıyla bu el Kuddûs ismini kapsar. İşte bu nedenledir ki el Müheymin ismi, mefhum ve kavram olarak olsun, yüce Allah’ın bundan sonra sırasıyla gelen en güzel sıfatlarına delaleti itibarıyla olsun hepsini mana olarak kapsamına alır. Bu itibarla el Müheymin ismi, kendisinden sonra gelen isimleri de mana olarak içerdiğinden el ‘Azîz, el Cebbar, ve el Mütekebbir demektir. Çünkü Allah müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir. O yaratıcı olması hesabıyla el Hâlık’tır, var eden itibarıyla el Bâri’dir, varlıklara şekil vermesi yönünden el Musavvir’dir. Zaten en güzel isimler de O’nundur. İşte el Müheymin ismi bütün bu isimlerin manalarını içermektedir.

………Çünkü el Müheymin her şey emrinde olan demektir. O’nun emri ile güçlü olanı da zayıf olanı da aynı gezegende, güçlünün zayıf üzerinde baskı kurmaksızın yan yana yaşarlar. Aslında ibret almak ve ders çıkarmak isteyenler için bu bir ibrettir, bir derstir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;

………Baksana şu gerçeğe, Allah bir bulut sevk ediyor, sonra onun açlığını birleştiriyor, sonra onu yoğunlaştırıyor da sen onun içinden yağmurun çıktığını görüyorsun. Bir de gökten, ondaki dağlardan bir dolu yağdırıyor ve onu dilediğine isabet ettiriyor, dilediğinden uzaklaştırıyor. Şimşeğin parıltısı da neredeyse gözlerini alıverecek. Allah gece ile gündüzü art arda çeviriyor. Şüphe yok ki bunlarda gözü olanlar için kesin bir ibret vardır.” (Nûr/44)

………El Müheymin; Her hayır ve iyilik elinde olan, şeriki ve ortağı olmayan, her şeyden münezzeh olan, Kendisinden başka ilah olmayan ve Kahhâr olan zat demektir. Çünkü rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

………O’nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece “ol” demektir, o da oluverir.” (yasin/82)

………Bu itibarla hiçbir şüphe ve kuşkuya yer kalmaksızın Allah, el Müheymin’dir. Çünkü her şey O’nun elindedir. Her şeyin O’nun elinde olması itibarıyla da her emrinde de tasarruf sahibidir. Bu nedenle dilediği şekilde istediğini yapar. Çünkü O şöyle buyuruyor;

………Yoktan var eden de, tekrar dirilten de O’dur. Bununla beraber çok bağışlayıcıdır, sevgi doludur. Arşın sahibidir, şanı yücedir dilediğini yapandır. (Buruc/16)

………El Müheymin el Hak; Bidayeti ve nihayeti idrak edendir. Böyle olması itibarıyla O, küçük ve büyük hiçbir şeyden gaflette değildir. Küçük ve büyük her ne varsa hepsi O’nun elindedir. O her emri, her şeyi ve her şeyin durumunu en ince teferruatına kadar bilir.

………İzafetle müheymin olan kimse ise yüce Allah’ın Hak Müheymin olduğunu idrak eder, emredilenin neler olduğunu da kavrar dolayısıyla O’na uyar. Yasaklananın da ne olduğunu anlar ve ondan kaçınır. İşte bu nedenle Hak olan Müheymin’le olan ilişki, O’na iman bağı ile tabi olmak, O’nun emrine uymak ve O’na teslim olmaktır. Çünkü Ayette şöyle buyurulmuştur;

………Hani Karşılaştığınızda Allah, o yapılması gereken işi yerine getirmek için onları sizin gözlerinizde azaltıyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Öyle ya bütün işler yalnız Allah’a döndürülecektir.” (Enfal/44)

………Çünkü el Müheymin, her şeyin ve her emrin durumunu bilendir. Nitekim ayette şöyle buyurulmuştur;

………Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. Onları ancak O bilir Bir yaprak düşmez ve yerin karanlıklarına bir tane girmez ki O bilmesin. Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, o şeyi açıklayan kitapta bulunmasın.” (En’am/59)

………Çünkü el Müheymin gaflete düşmez gafil değildir. Uyumaz, uyuklama O’nu tutmaz Çünkü o hiçbir şeyden gaflette değildir. Eğer böyle olmuş olsaydı hiç el Müheymin olabilir miydi? Bu mümkün olabilir miydi? Kendi hükümranlığı altında olanların durumlarını hiç bilebilir miydi?

………“el Müheyminetu” kelimesi korumak ve kollamak demektir. El Müheymin kelimesi ise hükümranlığı altında bulunanları koruyan ve kollayan demektir. Eğer Allah yaratmış olduğu varlıklar üzerinde egemen ve hükümran olmamış olsaydı tüm ilişkiler alt-üst olur düzen bozulurdu veya ilişkiler tamamen yok olurdu. İşte bunun içindir ki eğer Yüce Allah yarattıklarını koruyup kollama gücüne sahip olmasaydı bu manada bir hükümranlığı bulunmasaydı o takdirde bizler korkulardan korunamaz tehlikelerden kurtulamazdık.

………Çünkü bizler; altında ateş ve volkanlar bulunan bir dünya üzerinde yaşamaktayız. Eğer O’nun hükümranlığı ve koruması olmasaydı o takdirde insanların ve cinlerin, tüm varlıkların durumları sarsılır, hiçbir dayanakları da kalmazdı. Bu itibarla el Müheymin olan Yüce Allah’a hamdolsun. Çünkü O şöyle buyurmuştur;

………Bir de cennetlikler, cehennemliklere şöyle seslenirler. “gerçekten biz, rabbimizin bize vaad ettiğinin gerçek olduğunu bulduk. Siz de rabbinizin size vadettiğin gerçek olduğunu buldunuz mu?” Onlar da “Evet” derler. Derken aralarında bir çağrıcı şöyle bağırmaya başlar; “Allah’ın laneti o zalimlerin üzerine olsun ki, Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve onu eğip bükmek isterler ve onlar ahireti de inkâr eden kâfirlerdi.” (‘Araf/45)

………Hiç kuşkusuz el Müheymin, her şeyi ihata eden ve kuşatan demektir. Çünkü O, ihata ve kuşatma yoluyla kendi hükümranlığı altında olanların durumlarını bilir. Zaten o hükümranlığının altında olmayan hiçbir güç, kuvvet ve kudret de yoktur. Allah el Müheymin olarak her varlığı ceset olarak, şekil olarak, söz ve amelleri olarak ihata eder, bilir ve kuşatır. Bu itibarla ihata kuşatmak demek, Allah’ın yarattığı tüm varlıklar üzerinde tam bir hükümranlığa sahip olması ve onlara egemen olması demektir ve onları koruyup kollamasıdır. Çünkü Allah;

……...“Allah kâfirleri kuşatmıştır” (Bakara19)

………El Müheymin; el Mutlak; Mutlak olmada baki olan ve koruyup kollayan demektir. Oysa izafetle Müheymin olan ise, kendisine hile yapacaklardan, tuzak kuracaklardan, haset edeceklerden, zaaflarından ve ihtiyaçlarından dolayı koruyup kollayacak birine muhtaçtır. Bu itibarla izafetle Müheymin olan kimse de hem beka sıfatı eksik ve hem özellikleri eksiktir.

………Bütün bunlara rağmen izafetle Müheymin olan hayatla ilgili sıfatını Hak “el Müyeymin”den alır ve onu güven duyulan biri kılar. Çünkü buna göre şahitlik eder, buna göre adaletle hüküm verir, kendi hükümranlığı altında olanlara karşı bu esaslara göre hareket eder ve haddini tecavüz edip kimseye zulüm ve haksızlık etmez.

………Gücünü ve kuvvetini, güç ve kudret sahibi olan Hak Teâlâ dan alır Böylece kendileri için halifelik murat olanları, sarsacak olanlara veya yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak durumda olanlara ve böyle bir istek içinde olanlara karşı üstünlük kazanıp egemen olur. Bu sayede kendi adına söz, fiil ve davranışlarıyla egemen olan bir kimse, Hükümran olan halife vasfını alır. Bu manada egemen olan ve hükümdarlık süren halifeler hakkında yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

“O tevbe edenler, o ibadet edenler, o hamd edenler, o oruç tutanlar, o rükûya varanlar, o secdeye kapananlar, o iyiliği emredip kötülükten alı koyanlar ve Allah’ın koyduğu sınırı koruyanlar..! Müjdele o mü’minleri.” (Tevbe/112)

………Yüce Allah’ın aslında insanları yaratmasında ki temel hikmet onların hepsinin yeryüzünde kendisi adına halife olmalarını murat etmiş olmasıdır. Kendi kendilerine zülüm ve haksızlık edenler dışında yüce Allah hiçbir kimseyi bu görevden istisna etmemiş, halife olma dışında tutmamıştır. Yüce Allah sadece kendilerine zulüm ve haksızlık edenler bundan istisna etmiştir. Nitekim ayette bu gerçeği ortaya koymaktadır; Rabbimiz şöyle buyuruyor;

……...“Biz onlara zulmetmedik fakat onlar kendilerine zulmettiler”. (Hûd/101)

………Çünkü el Müheymin olan yüce Allah’tır. O her şeye hükümran olması hasebiyle el Musaytir dir.Kısan ve daraltan olarak el Kabîz dir. Genişleyip yayma açısından el Basît dır. O el Hafîz, el Mu’si, el Mukîd, el Hasîb ve4 er Rakîb tir.

………İşte saydığımız bu sıfatlar ve bunlardan başka olan sıfatlar ey Müheyminü’l-Hak olan, sevap verme ve cezalandırma elinde bulunan Allah’a has olan sıfatlardır.

………NEDEN HEYMENET (HÜKÜMRANLIK)

………Bazı Kimseler neden hükümranlık veya heymenet diye sorarlar. Heymenet veya hükümranlık şu sebeplerden dolayı zorunludur;

………1 – Kötülükten korumak için.

………2 – Muhakeme olunmak isteyenler arasında adaletle hüküm vermek için.

………3 – Ortaklar arasında eşitliği sağlamak için.

………4 – Rahmet ve merhamet için, yani kendileriyle akrabalık bağı bulunanlara karşı şefkatle yaklaşmak, onlarla olan akrabalık bağlarını koparmamak için.

………5 – Haksızlıkları önlemek, hile ve tuzak kuranların hile ve tuzaklarının önünü almak için.

………6 – Hareket ve sükûnet arasında ki dengeyi ve ölçüyü sağlamak için. Mülk üzerinde egemen olabilmek için.

………7 – Emri kavramak ve cevap vermeyi de algılamak için.

………8 – Aynı zamanda farz olan şeyi yapmak ve olmayanlardan uzak durmak için gereklidir.

………Hak Müheymin olan yüce Allah’a tevekkül etmek, O’na icabet etme manasında olan bir tevekkül demektir. Çünkü her şey kendisine tevekkül olunanın elindedir. Oysa ki el Müheymin olmayan birine tevekkül etmek ise, isteklerine cevap vermeyecek ve elinde hiçbir şey olmayana icabet etmek demektir. Çünkü onun hiçbir şey üzerinde hükümranlığı yoktur. Bu itibarla el Müheymin olan yüce Allah’a tevekkül etmekte, isteklerine cevap almak vardır, icabet vardır. O’ndan başkasına tevekkül etmekse isteklerine cevap alamayacak olan birine istekte bulunma demektir.

………El Müheymin her şeyi kapsayan, amellere sevap veya ceza ile karşılık verendir. O her istediğini dilediği gibi yapandır. O her şeyi bilir ne kadar küçük olursa olsun, ya da ne kadar büyük olursa olsun hiçbirisinden gafil olmayandır. Nitekim rabbimiz şöyle buyuruyor.

………“Hangi durumda bulunsan, Kur’an da her ne okusan ve her ne iş yapsanız, siz ona dalıp coşarken biz üzerinizde şahidiz. Rabbinden ne yerde, ne gökte zerre kadar, ondan ne küçük ne büyük hiçbir şey kaçmaz. Bunların hepsi apaçık kitaptadır.” (Yûnus/61)

………“Her ne söylerse, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır.” (Kaf/18)

………El Muheymin; cevap veren isteklere icabet eden manasında el Mûcib demektir. Nitekim şöyle buyurmuştur;

………“Yoksa darda kalan kendisine dua ettiği zaman onun duasını kabul edip kötü durumdan kurtaran ve sizleri yeryüzünün yöneticileri kılan mı? Allah’la birlikte İlâh mı var. Siz pek az düşünüyorsunuz.” (Neml/62)

………Yine rabbimiz buyuruyor;

………“Şayet kullarım beni senden sorarlarsa gerçekten ben çok yakınım. Bana dua edince duacının duasını kabul ederim. O halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana layıkıyla iman etsinler ki doğru yola gidebilsinler.” (Bakara/186)

………Zorda kalan yani muztar olan bir kimse sadece kendisini sebkat eden zat, kendisine dua edildiğinde ve çağrıldığında o duaya ve çağrıya icabet eder. Yani kişi ancak böyle bir zattan istekte bulunur. Oysa ki çağrılarına hiçbir şekilde icabet etmeyecek olandan istekte bulunanların çağrılarına bir karşılık verilmez. Onlar ise herhangi bir icabet konusunda kendilerini çağıranları duymazlar, işitmezler. Çünkü kabirdekiler hiçbir çağrıya cevap veremezler, icabet edemezler. Allah şöyle buyuruyor;

…..….“Gerçi Allah her dilediğine işittirirse de sen kabirdekilere işittirecek değilsin.” (Fatır/22)

………Çünkü mutlak manada el Muheymin, duaya ve çağrıya icabet edendir. Allah her şeye egemendir ve hükümranlık sadece O’nundur. Bu itibarla her şeye cevap veren de O’dur. Oysaki izafetle muheymin olan bir kimse izafetle mucib’tir. Mutlak manada Muheymin değildir. Böyle olunca elbette mutlak olarak icabet etmeye de gücü yoktur.

………Çünkü külli manada el Muheymin olan zat her cüzü ve her parçayı ihata eder, kapsar. Oysa ki cüzi manada muheymin olan ise o sadece söz konusu parçalar ve cüzler üzerinde hükümranlık sürdürebilir. Onun alanı her şeyi kuşatacak derecede uzayan bir hükümranlık değildir, sınırlıdır. Nispi olan kurala uygun olarak geçerlidir.

………İnsana kendi zatında bir bütün olarak baktığımızda onun parçalanan cüzlerden oluştuğunu, bir tek parça olmadığını görürüz. Örneğin her hangi bir organına veya cüzüne bir elem, bir acı isabet edince cesedin diğer organları da uykusuz kalmada, ateşlilikte, sıtmada ona eşlik ederler. Aynı acıyı ve rahatsızlığı hep birlikte duyarlar. İşte bu durum bütünün kendisini oluşturan parçalarını hissetmesi, duymasıdır. Bu bakımdan kül olan yani bir bütün olan şey, cüz olanı, parça olanı hisseder ve ona icabet eder.

………İşte bu yönü cüzi manada Muheymin olanın seviyesine be düzeyine göredir. Ki o da insandır. Ancak Hak olan el Muheymin tarafından yaratılanlar arasında kendilerine bakıldığında bu defa onun münferit yani bir tek cüz olduğunu görürüz. Nitekim organlar da o bütünden meydana gelir, onun cüzleri ve parçalarıdırlar. Ondan meydana gelen parçalar, cihazlar onun birliğini oluşturur ki, bu da sanki o zatı itibarıyla bağımsız, müstakil bir bütünmüş gibi görülür.

………Bu nedenle insana, zatı itibarıyla bağımsız bir tek fert (Bireymiş) gibi baktığımızda, onun aynı zamanda kendi cinsinden olanlarla bir irtibat içinde olduğunu görürüz. Bu da değişik durumlara uygun olarak müteaddit alanlarda müteaddit düzeylerde olan ilişkilerle olur.

………O halde el Muheymin ilmiyle her şeyin elinde olduğunu ihata eden, kuşatan zattır. Her şey O’nun hükümranlığını, melekûtu ve tuzağı altındadır. O mühlet verir, süre tanır ve fakat kendisi ihmal edilmez. O büyük ve küçük her ne varsa hepsinden haberdardır. Hepsinin de üzerinde tam olarak hükümranlığı geçerlidir, egemendir.

………El Muheymin; Kadir olan, her şeye gücü yeten demektir. Bu nedenle mutlak manada hükümran olan bir zatın her şeye mutlak manada kadir olmaması mümkün değildir. Mutlak hükümran olan aynı zamanda mutlak olarak ta her şey üzerinde kadirdir. Çünkü heymenet veya hükümranlık yüce Allah için söz konusu olunca onunla şu kast olunur.  O, yaratandır, görüp gözetendir. Yerde ve gökte kendisine hiçbir şey asla gizli kalmayandır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur.

………“Hamd O Allah’adır ki, göklerde ve yerde ne varsa hep O’nundur. Ahirette de hamd O’nun. O hikmet sahibidir, her şeyi bilendir. Yere ne giriyor ve ondan ne çıkıyor, gökten ne iniyor ve ona ne çıkıyorsa hepsini bilir. O çok merhametli, çok bağışlayıcıdır. Küfredenler ise; “Bize o kıyamet gelmez” dediler. De ki; “Hayır gaybı bilen rabbime yemin ederim ki o size kesinlikle gelecektir. O’nun ilminden göklerde ve yerde zerre kadar bir şey kaçmaz, ondan daha büyüğü de, hep apaçık bir kitaptadır. Ayetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışanlar için de pislikten acı bir azap vardır.” (Sebe’/5)

………Yüce Allah’ın mutlak hükümranlığının sırrı, O’nun mutlak olan gözetimindedir. Bu konuda hiçbir mahlûkun O’na ortaklığı asla mümkün değildir. Çünkü O, mutlak Rahîm’dir. Bu nedenle O’nun için böylesi tam ve kâmil bir hükümranlık gereklidir. Ki bu kâmil hükümranlık O’nun bilinmesinin imkânını sağlar. Ne kadar küçük olursa olsun veya ne kadar büyük olursa olsun, ne oranda ortaya çıkarsa çıksın veya ne nispette gizli kalırsa kalsın her şeyi idrak etmesini gerektirir.

………Yüce Allah hakkında Müheymin isminin ifade ettiği mana her şeyi ve her varlığı gözetmesi, gücünün yetmesi yani kadir olması ve rahmet sahibi olması itibarıyla onlara şahit olandır, onları görüp gözetendir. Yüce Allah şöyle buyuruyor;

……...“Şüphe yok ki iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler, bunlardan her kim Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman eden ve iyi bir amel işlerse, elbette bunların rableri yanında mükâfatları vardır. Bunlara bir korku yoktur ve bunlar mahzun da olmayacaklardır. (Bakara/62)

………Allah Teâlâ  heymeneti yani hükümranlığı sayesinde bütün kullarının amellerini değerlendiren, hepsini rızıklandırandır. Onların kaderleri ile alakalı şeyleri de değerlendiren kendisidir. Bu O’nun birliğinin delilidir. O’nu Muheymin kılan da bu vahdaniyeti sebebiyle her şeye egemen olması, hükümran olmasıdır.

………O halde Hak kudret, ancak heymenetinin kemaliyle tam ve mutlak manada egemen ve hükümran olmakla olabilir. Çünkü bu manada eğer heymenet denen hükümranlık ve egemenlikte eksiklik olursa, hatta unutma yoluyla da olsa cılız bir şekilde bir eksilme olursa ya da gaflet yoluyla böyle bir noksanlık söz konusu ise, o takdirde adalet yok olur. Hüküm ve hikmette ki rahmet ve merhamette kalmaz. Oysa Celâl ve azamet sahibi olan yüce yaratıcı hükmünde mutlak olarak adildir. Çünkü bir uyuklama dahi O’nu tutmaz ve zaten O, uyumaz da. Şanı yüce olan Allah her türlü eksikliklerden uzak ve berîdir, münezzehtir.

………El Muheymin Mutlak olarak Malik’ül Mülk’tür. Bunun içindir ki O zatı itibarıyla kulları üzerinde egemendir, hükümranlık O’nundur çünkü el Muheymin O’dur. O her şeyin, her varlığın üstündedir. Ve fakat O’nun üstünde asla hiçbir şey yoktur olamaz, yükselemez, çıkamaz ve O mutlak olarak Melik iken hiç O’nun üzerinde bir şey olabilir mi? O Müteal olan, yüceler yücesi olan el-Melik’ül-Müteal’dir. Emriyle kullarını hükümranlığı altına almıştır. Nitekim yaratmış olduğu her şey O’nun hükümranlığındadır. Allah sonradan var olan her şeyi bilir ve O kendi mülkünde sonsuza dek istediği gibi deveran eder.

………Allah her şeyi mutlak olan ilmiyle ve her şeyi sebkat eden bilgisiyle bilir. Her şeyi tüm detaylarıyla en ince ve hassas olan yönleriyle olsun bilir. Çünkü yeryüzünde olsun gökte olsun O’nun bilgisi ve idraki dışında hiçbir şey yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

………“Biz ise kıyamet günü için dürüst teraziler koyarız. Hiçbir kimseye zerre kadar zulmedilmez. Bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir koyarız. Hesap gören olarak da biz yeteriz.” (Enbiya/47)

………Bu dünyada hiçbir kimseden çekinmeyen ve istedikleri gibi davranan bir takım zalimlerin ve asilerin istedikleri gibi davrandıklarını gördüğümüzde bundan “Allah bunlardan habersiz mi, bunları bilmiyor ve görmüyor mu? Ya da onları unutmuş mu” gibisinden asla bir düşünce aklımıza gelmemelidir. Aksine yüce Allah onlara yeryüzünde yani bu dünya da bir süre tanıyor, onların durumlarını erteliyor ki böylece azapları artsın, en kötü sonları da hesap gününde ortaya çıksın istiyor. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor;

………“Gerçekten senin, benim o kullarım üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar bunların dışındadır.” (İbrahim/42)

………O kulları için azap ve sevaba hak kazanmış olanların bu azap ve sevaplarını öne alma ve erteleme işi elinde olan Melik’tir. O itaatkâr üzerinde de, isyan edenler üzerinde de, mü’minler üzerinde de, kâfirler üzerinde de hükümran olan el-Melik’ül-mMuheymin’dir.

………İnsanın konumu dünyada ne oranda yücelirse yücelsin ve şanı dünya hayatında ne kadar değer kazanırsa kazansın, o yine de her zaman ve her an el-Melik, el Ğanîy, el Kavîy, el Muheymin ve el ‘Azîz olan Allah’a muhtaçtır. Yüce Allah şöyle buyuruyor;

………“Rabbin zengindir, merhametlidir. Yoksa dilerse sizi ortadan kaldırır ve nasıl ki, sizi başka bir kavmin soyundan getirdi ise arkanızdan yerinize dilediğini getirir.” (En’am/133)

………“Ey insanlar, sizsiniz hep Allah’a muhtaç fakirler. Allah ise zengin ve hamd ile övülecek olan O’dur. Ancak dilerse sizi yok eder ve yeni bir halk getirir. Ve bu Allah’a göre zor bir şey değildir.” (Fatır/17)

………Çünkü O’nun hükümranlığı, yaratmış olduğu şeylerin hiçbirine muhtaç olmamayı gerektirir. Bu itibarla el-Melik olan Allah, mülkünde idaresi altında bulundurduğu yaratıklarından herhangi birine muhtaç değildir. Zira o birdir, tektir, Hükmünde hükümranlığında ve her şeye egemen olmasında O’nun bir ortağı yoktur.

………O her hak sahibine hakkını veren Melik’tir Kullarının haklarından ne bir şeyi eksiltir, ne de artırır. O sinelerin gizlediğini bildiği gibi nefislerde gizli olanı da bilir. Onlar üzerinde egemen ve hükümran olması itibarıyla, onları hesaba çekecek olan adil muhasiptir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

……...“De ki; içinizdekileri gizleseniz de belli etseniz de Allah onu bilir ve bütün göklerde ve yerde ne varsa bilir. Allah her şeye gücü yetendir.” (A. İmran/29)

………Allah semavi olan kitaplar üzerinde egemendir. O kitapların tamamını insanlara bildiren Allah’tır Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor;

………“Peygamberler, rabbimden ne indirildiyse ona iman etti, mü’minler de. Hepsi. Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve;İ “peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız” diye peygamberlerine inandılar ve; ”İşittik ve boyun eğdik. Bağışlamanızı dileriz. Ey rabbimiz dönüş sanadır dediler. “ (Bakara/285)

………Semavi kitapların tamamı bir tek amaç için Allah tarafından indirilmiştir. O amaçla da insanların doğru yola iletilmesidir ve hücceti kaldırmak içindir. Allah o hücceti semavi kitapların sonuncusu kılmıştır ki o da Kur’an ı Kerim’dir. Daha önce geçen tüm semavi kitapların içerdiği manaları da kapsamaktadır. Ve Allah onlar üzerinde hükümrandır. Allah hem dünya hayatına ve hem ahiret hayatına egemendir. İster dünya hayatı olsun ister ahiret hayatı olsun her ikisinde de yaşayacak olan ve yaşayan insandır.

………Allah kıyamet gününde onları hesaba çekme konusunda mutlak manada üzerlerinde egemendir. İster küçük ister büyük olsun Allah kullarının işlediği hiçbir şeyi kaçırmaz. Çünkü O, bizim dünya hayatında iken önceden gönderdiklerimiz ile hüküm verecek olan adil şahittir. Ne yazık ki dünya hayatına kimileri, bir oyun ve eğlence olarak bakarlar. Bu konuda ahiret hayatını hiç hesaba katmazlar. İşte bunlar hem dünya hayatlarını ve hem ahiret hayatlarını kaybetmiş olanlardır. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor;

……...“Yoksa siz, bizim sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? Demek ki Allah, o hak, padişah yüksek, çok yüksek. Başka ilah yoktur ancak O vardır. O şanlı arşın sahibidir.” (Mü’minûn/116)

………O Allah hem bu dünya da ve hem ahirette el Muheymin dir Şanı yüce olan Allah her şeyden münezzehtir. (Prof. Dr. A. Hüseyin Akil-Esma-i Hüsna şerhi/113-125)

………**********************************************************************

 

         KÂİNÂTIN BÜTÜN İŞLERİNİ GÖRÜP GÖZETEN VE YÖNETEN: EL-MÜHEYMİN

………“Yüce Allah’ın el-Müheymin isminden alacağımız hisse şu olmalıdır: Hepimizin başta davranışlarımız olmak üzere¸ rızık ve ecellerimize kapsayıcı kudretiyle hâkim olanın O olduğunu bilmeliyiz. Bizi koruyan¸ gözeten¸ içimize¸ dışımıza hükmeden O’dur. Bütün bu mânâları kendisinde toplayan el-Müheymin ismidir.”

………El-Müheymin; “bir şeyi gözetimi altına alıp korumak ve yönetmek” mânâsındaki “heymene” kökünden türemiş bir sıfat olup¸ “kâinâtın bütün işlerini yöneten” anlamına gelir. El-Müheymin¸ Yüce Allah’ın en güzel isimlerinden birisidir.[1][1]  Kur’an-ı Kerim’de iki yerde geçmektedir. Bunlardan birinde muheymin Kur’an-ı Kerim’in vasfı olarak zikredilir:

………“(Ey Muhammed!) sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak¸ önündeki kitapları doğrulayıcı¸ onları gözetici (müheyminen) olarak indirdik.”[1][2]

………Bu âyette geçen “müheymin”in anlamı¸ “Kur’an ken­disinden önce gelmiş olan semâvî kitapları tasdîk edici¸ koruyucu ve onlara hâkim” olarak inmiştir demektir.

………Ünlü Kur’an yorumcusu Zemahşerî¸ “Kur’an” diğer kitapları gözetleyici olarak inmiştir. Çünkü Kur’an onların varlıkları ve doğrulukları hak­kında şahitlik eder.” derken bu mânâyı kastetmiştir.[1][3]

………İbn Kesîr ise¸ müheymin isminin; “Kur’an emindir¸ şahittir ve kendisinden önceki bütün ki­taplara hâkimdir. Allah¸ önceki kitapların güzelliklerini bunda toplamıştır. Ayrıca ona diğer kitaplarda bulunmayan yüce vasıflar vermiştir anlamlarını ihtiva ettiğini” dile getirir.[1][4]

………Koruyup Gözeten Rabbimiz

………Müheymin¸ diğer bir âyette ise¸ Yüce Allah’ın en güzel ismi olarak geçer: “Esenliğin kaynağı¸ güven veren¸ gözetip koruyan (el-müheymin).”[1][5] Bu âyette geçen “el-müheymin” ise; gözetici¸ koruyucu¸ korkudan emin kılıcı gibi mânâlara gelmektedir.

………Yüce Allah’ın el-Muheymin isminin birçok anlamı vardır. Onlardan bazıları şunlardır:

………El-Müheymin¸ şâhit demektir. Bir şâhit olarak Yüce Allah yarattığı varlıkta canlı-cansız her şeyi görüp gözetendir. Hiçbir şey¸ O’nun engin kuşatıcılığının dışında değildir. Mahlûkatı üzerinde şâhit olan Yüce Allah¸ onlardan gizli açık ortaya çıkan söz ve davranışları bilir¸ görür¸ işitir. Hiçbir şey O’na gizli kapaklı değil¸ her şey münkeşiftir.

………El-Müheymin¸ râgıb demektir. Bu anlamda Cenâb-ı Hak kullarını ve bütün canlıları koruyucu¸ himâye edici¸ savunan ve gözetendir. İnsan Yüce Allah tarafından denetlendiğinin¸ gözetlendiğinin farkında olmalıdır. Bir başka açıdan¸ varlıkta fizikî¸ maddî ve arkası olmama anlamında güçsüz canlılar vardır.

………Bu anlamda Yüce Allah¸ onları yaşatma¸ düşmanlarından koruma¸ büyütüp besleme bağlamında da koruyucudur. Mânevi koruma¸ her türlü maddî korumanın üstündedir. İnsan¸ Yüce Allah’ın gördüğünü düşünerek ve buna inanarak hareket etmeli;  eline¸ diline ve beline sahip olmalıdır. Helâl ve haram dairesinde bir hayat yaşamalıdır. Öte yandan asla ümitsiz olmamalı¸ mazlum ve mağdur da olsa¸ Allah’tan ümit kesmemeli¸ içinde bulunduğu hali sürekli Rabbine arz etmelidir. Bu kuvvetli inanç ona mânevi anlamda güç verir ve kendisine yardım edilenlerden olur.

………Bütün peygamberler de sıkıştıkları ve kavimleri tarafından sıkıştırıldıkları zaman ragîb olan Allah’a sığınmışlardır. Bunlardan birisi de Şuayb (a.s.)’dır. O kavmiyle olan mücadelesinde onlara şöyle demişti:

………“Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Şüphesiz ben de (elimden geleni) yapacağım. Rezil edici azâbın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu yakında bileceksiniz. Gözetleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber gözlüyorum.” (Hûd/93)

………El-Müheymin¸ hâfız demektir. Hâfız¸ görüp-gözeten¸ unutmayı ortadan kaldıran¸ hiçbir şeyi unutmayan¸ bir şeyi telef ve kaybolmaktan koruyan¸ her şeyi ilminde tutan¸ bir şeye müvekkel olan kimseye denir. (Isfahani) Yüce Allah¸ el-Hâfiz’dır.  Kendisinden hiçbir şey gizli kalmaz. Kullarının bütün yaptıklarını muhafaza altına alır¸ saklar.  Kullarına ait; hayır ve şer¸ gizli ve açık¸ büyük ve küçük bütün fiilleri saklar. Her şey ilâhî yazılımda kayıt altına alınır.  O’ndan hiçbir şey kaybolmaz. Herkesin yaptığı korunur¸ kaydedilir. Kıyamet günü¸ herkese yaptığının karşılığı tam olarak ödenir. (Bkz.Tevbe/95; Secde/17; Ahkâf/17).

………O gün¸ bütün depolanan bilgiler açılır. Herkes günah ve sevap¸ iyi ve kötü ne yaptıysa hepsini karşısında bulur. Şu âyette bu husus çok açık olarak anlatılır:

………“Kitap ortaya konur. Suçluları¸ kitabın içindekilerden korkuya kapılmış görürsün. ‘Eyvah bize! Bu nasıl bir kitaptır ki küçük¸ büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!’ derler. Onlar bütün yaptıklarını karşılarında bulurlar. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” Kehf/49)

………İnsan bütün bu uyarılardan ibret almalı ve intibâha gelmelidir. Beklenen o gün gelmeden hazırlığını bugünden yapmalı ve hayatını Allah’ın çizdiği istikâmette yaşamalıdır.

………Yine Yüce Allah müheymindir¸ koruyucudur. Kudretiyle yeri ve göğü belirlenmiş süreye kadar yok olmaktan muhafaza eder. O’nun kâinatı dengede tutması da bir koruma biçimidir. Nitekim şu ayetlerde bu hususa işaret edilir:

………“Şüphesiz Allah¸ gökleri ve yeri¸ yok olup gitmesinler diye (kurduğu düzende) tutuyor.” (Fatır/41)

………“Gökleri ve yeri koruyup gözetmek ona güç gelmez. O¸ yücedir¸ büyüktür.” (Bakara/255)

………El-Müheymin¸ hâkim demektir. Yüce Allah; rızkları ve ecelleriyle mahlûkatına hâkimdir. O¸ er-Rezzâk’tır. Mahlûkatına¸ tekrar tekrar rızk veren¸ onu sürekli artırıp çoğaltandır. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de Rezzâk¸ sadece Allah hakkında kullanılmıştır:

………“Şüphesiz Allah rızık verendir¸ güçlüdür¸ çok kuvvetlidir.” (Zariyat58)

………Bu sebeple “er-Rezzâk” ismi sadece O’na izâfe edilebilir. Allah’tan başkası adına kullanılamaz. Nasıl ki Yüce Allah¸ kullarının hayatlarını sürdürmeleri ve bedenlerinin maddî ihtiyaçlarını karşılamaları için onlara yiyecek ve içecek cinsinden sayısız rızk veriyorsa¸ aynı şekilde kalp ve ruh dünyalarının açlığını gidermek için onlara ilim¸ zikir¸ iman ve marifet gibi mânevi rızıklar da vermektedir. Nitekim şu âyette mânevi rızka dikkatlerimiz çekilir:

………Şuayb şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Söyleyin bakayım¸ ya ben Rabbimden gelen açık bir delil üzere isem ve katından bana güzel bir rızk vermişse!… Ben size yasakladığımı kendim yapmak istemiyorum. Ben sadece gücüm yettiğince (sizi) düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir. Ben sadece ona tevekkül ettim ve sadece ona yöneliyorum. (Hûd/88)

………Burada rızk¸ risâlet ve nübüvvet anlamına gelir. Diğer yandan kullarının ecellerine de Allah hâkimdir. Her canlı için Allah tarafından takdir edilen bir yaşam süresi vardır. Bu sürenin sonu da O’nun kudretindedir. Dünyaya gelirken bizler karar vermediğimiz gibi¸ giderken de kendimiz karar vermeyeceğiz.

………Her şeyin doğum ve ölümü Allah’ın elindedir. Bu noktada insana düşen görev¸ sınırlı olduğunu bildiği yaşama süresini Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda yaşamak¸ tertemiz bir şekilde O’nun huzuruna varabilmektir. Bu sebeple açları doyuran ve bize belli bir yaşam süresi tayin ve takdîr eden Yüce Allah’tır.

………Güven Veren Allah’tır

………El-Müheymin¸ eşya ve varlıklar üzerinde emin olan demektir. Başkalarını korkudan emin kılan¸ güven veren Allah’tır. Her türlü korkunun gittiği ve nefsin huzur bulduğu hal¸ el-Emîn ve el-Mü’min olan Allah’a inanmakla sağlanabilir.  Hiç kuşkusuz kullarından her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran¸ isteyenlere iman ve korku içinde olanlara emniyet veren ancak Yüce Allah’tır. O’na inanan ve O’na güvenen kimseler yegâne güven kaynağına tutunmuş olurlar.

………İşte Allah’tan gelen ilahi öğretiyi diliyle ikrar eden ve kalbiyle tasdik eden kimseye de  ‘mü’min’ denilir. Bu bağlamda mü’min de¸ Allah’a güven vermelidir.  Aynı zamanda müminlik sıfatıyla özdeş olan kimse¸ kendini ontolojik anlamda güvende hissettiği gibi¸ aynı şekilde hemcinslerine¸ tabiat ve bütün bir varlık alanına kendisinden güvende olduğunu hissettirir

………İman¸ varoluşsal bir güvenlik sağlar¸ birey ve topluma. Gerek maddî ve gerekse inanç bakımından her türlü yoksulluğun dibe vurduğu bir toplumda¸ güven¸ güvenilirlik ve güven içinde olma gibi durumlar ahlâkî açıdan tartışılır. Bu sebeple açlık ve her çeşit güvensizliğin ortadan kaldırılması sağlam bir şekilde asıl güven kaynağı olan Allah’a imanla sağlanabilir. Bundan dolayı Kur’an’da:

………“Sizi açlıktan doyuran ve korkudan emîn kılan bu beytin Rabbine kulluk ediniz.” (Kureyş/3-4)

………Buyrulmuştur. Çünkü Allah’a iman¸ insana toplumsal sorumluluk duygusu ve vazife ahlâkı yükler. Varlıklı olan Müslümanlar¸ toplum tabakaları arasında yer alan iktisadi bakımdan zayıf olan kimselere haklarını verme gibi bir vazifeyle yükümlüdürler. Bunun için el-Mü’min olan Allah’a iman ve bu vasıfla anılan bir insan¸ kendisini daima güven ve huzur içinde bulur. Eşrefoğlu Rûmî; “Gökten belâ kar gibi yağsa¸ anın adına aşk denir.” derken bu mânevi güven kaynağını işaret etmiştir. Kullarına yegâne güven ve huzur veren Allah’tır. Yine O¸ korkanların ve zayıfların sığınacağı yegâne güven kaynağıdır.

………Yüce Allah’ın el-Müheymin isminden alacağımız hisse şu olmalıdır: Hepimizin başta davranışlarımız olmak üzere¸ rızık ve ecellerimize kapsayıcı kudretiyle hâkim olanın O olduğunu bilmeliyiz. Bizi koruyan¸ gözeten¸ içimize¸ dışımıza hükmeden O’dur. Bütün bu mânâları kendisinde toplayan el-Müheymin ismidir. Eğer bizler de kendimizin ilâhî denetim altında olduğunu düşünerek¸ İslâm’a uygun bir hayat yaşamak suretiyle murakabe edersek¸ kalbimize hâkim olabiliriz. Beden ülkesinin başkentine hâkim olan bir kimse¸ kolluk kuvvetleri hükmünde olan bütün organlara da hâkim olmuş olur. İşte o zaman bizde ferâset ve basîret gücü artar¸ tam da o zaman ricâlullah oluruz. “Allah adamı olmak” demek¸ söz ve eylemlerinde Allah’ın hoşuna gitmeyecek şeylerden uzak duran ve O’nun rahmetini ve yardımını celb edecek işler yapan kimselerin ahlâkına bürünmektir. (Prof. Dr. Ramazan Altıntaş)

………*****************************************************************

EL MÜHEYMİN İSMİNİN TECELLİSİNE BİR ÖRNEK

………FÜSUS-UL HİKEM’inİbrahim Fassı, Müheyyeme Hikmeti ile başlıyor. Müheyyeme, yoğun sevgi demek. İnsan bir şeye önce meyl ediyor, sonra iştiyak duyuyor, sonra iştiyak artıp muhabbete, sonra muhabbet katlanıp aşka dönüşüyor, muzaaf aşkı ise incizap, ya da cezbe diye anıyorlar. Müheyyeme ile kast edilen yoğun sevgi, işte tam da bu incizaba bakıyor.

………İbrahim aleyhisselamın Rabb-i Hass’ı, ism-i Müheymin. İbn’ül Arabi terminolojisindeki Rabb-i Hass’ı Risale diline ism-i Azam diye çevirmek mümkün. (Kuşkusuz hiçbir kelime tam olarak diğerinin yerini tutmaz ama yakın anlamlı olabilir, aslında her muhakkikin terminolojisini kendi dilinden öğrenmek en iyisidir.)Hz. İbrahim tüm isimleri Müheymin isminin penceresinden bakarak görüyor ve onda en baskın isim el Müheymin.

………Füsus şarihleri Müheymin isminin heymandan geldiğini, heymanın ise bir şeyin haşmetli güzelliği karşısında cezbeye kapılmak ve kendini ve alemi unutup sadece onu bilmek olarak tarif ediyorlar. Hatta ‘Müheyyeme melekleri’ diye bir melek türü var. İbn’ül Arabi Fütuhat-ı Mekkiye’de Müheyyeme meleklerinin Allah’ın cemali karşısında her şeyi unuttuklarını, kendilerinden geçtiklerini, bu yüzden alemi bilmediklerini, hatta Adem’e secdeye çağırılmadıklarını söylüyor. Bunlar çok büyük melekler ve Müheymin ismi etrafında tavaf ediyorlar.

………Hz. İbrahim’in ayn-ı sabitesi de Müheymin ismine bakıyor. Bir bakıma o da Müheyyeme melekleri gibi Allah’ın cemali karşısında kendinden geçmiş, yoğun bir sevgi onu bir cazibeli daireye çekmiş ve âlemi (kendileri adına) unutturmuş gibi. Gibi diyoruz, çünkü insan melek değil ve onun Rabbi bilmesi kendini yani âlemi bilmesine bağlı. Bu yüzden bir insan hiçbir zaman secdeye çağırılmayacak kadar kendinden geçmez. Olsa da bu geçici bir haldir.

………Ancak bu meleklerin halini öğrenmemiz, Hz. İbrahim’e hâkim halin, yani aslında onun makamının ne olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. (Hal devamlıysa ona makam denir.) Hz. İbrahim seyr-i sülukunu Müheyyeme makamına kadar sürdürüyor, oraya yerleşiyor ve o makam ona tam geliyor. Öyle ki tam üzerine biçilmiş bir elbise, ne dar, ne geniş, tıpkı o. Böylece peygamberleri suret, hikmetleri ise mana yapan, fass meselesine geri dönüyoruz. Müheyyeme hikmeti Hz. İbrahim faşına (yüzük taşının içine oturduğu yer, taşı tutan oyuk) tam oturuyor. İbrahim aleyhisselam tecessüm etmiş bir müheyyeme oluyor. Ona bakan el Müheymine bakmış sanki….. (Karakalem.net)

………***************************************************************

………el-MÜHEYMİN isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

………1 – “Biz her şeyi apaçık bir kitapta yazıp saymışızdır.” (Yasin 12)

………Allah, kullarının yaptığı her şeyi tespit eder, muhafaza eder. Ne yaparsak yapalım Rabbimiz bizi kontrol etmektedir. Yaptıklarımızı görmekte ve bir gün karşımıza çıkarmak için bunları yazmaktadır. İyilik yaptığımız zaman insanlar bize teşekkür etmeseler bile, Rabbimiz bu iyiliği bilmektedir ve karşılığını mutlaka verecektir.

………Müheymin ismine iman eden bir kimse, yaptığı her şeyi sadece Allah’ın hoşnutluğu için yapmalı, kimseden bir karşılık beklememelidir. Yine sakındığı her günahtan da, Allah kendisini gözetlediği için sakınmalı ve uzaklaşmalıdır. Hz. Lokman oğluna nasihat ederken şöyle buyurur:

………“Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik ya da kötülük) bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu bir kayanın içinde veya göklerde yahut da yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah onu senin karşına getirir. Doğrusu Allah en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokman/16)

………Bizler de çocuklarımızı veya çevremizdeki insanları eğitirken özellikle ihsan duygusunu onlara yerleştirmeye çalışmalıyız. Allah’ın bizi her an gözetlediğini, yaptığımız en ince işi bile kayda aldığını, biz O’nu göremesek de O’nun bizi gördüğünü çocuklarımıza ve çevremizdeki kardeşlerimize öğretmeliyiz.

………Cibril hadisinde, Cibril Rasulullah (s.a.v)‟a: “İhsan nedir?” diye sorduğunda, O şöyle buyurmuştu:

………“İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına kulluk yapmadır. Sen onu göremesen de O seni görmektedir.” (Müslüm, Ebu Davud, Nesai, Tirmizi, Beyhaki..)

………“Rabbin her an gözetlemededir.” (Fecr 14)

 ………“İki melek insanın sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. Ağzından ne zaman bir söz çıksa hemen yanında hazır bir gözcü vardır.” (Kaf/17-18)

………2 – Bu isme iman eden her kişi bilmelidir ki, Allah, zalimlerin karşısında Müslümanları yardımsız bırakmayacaktır. Kâfirler de yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını zannetmesinler. Allah onların da cezalarını eksiksiz verecektir.

………Bu isme iman etmek, bizlere güven ve mutluluk verecek. Çünkü Rabbimiz içinde bulunduğumuz sıkıntılı durumdan haberdardır. Kâfirlerin bizim üzerimizde tasarladıkları oyunları da çok iyi bilmektedir. Allah elbette onların tuzaklarını bozacaktır. Bizler Rabbimizden bir emân altındayız. O halde onların böbürlenmeleri, zulmetmeleri bizleri korkutmayacak. Allah Müslümanlara mutlaka ve mutlaka yardım edecektir. (Dr. Ramazan Sönmez-el-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ)

………***********************************************************************

“Rabbi evzı’niy en eşküre nı’metekelletiy en’amte aleyye ve alâ valideyye ve en a’mele salihan terdahu ve edhılniy Bi rahmetiKE fiy ıbadiKEssalihıyn” (Neml/19)

………“Rabbim… Bana ve ana-babama bahşettiğin nimete şükretmeme, razı olacağın sâlih amel yapmama beni muvaffak kıl ve (hakikatimdeki Rahıym isminden gelen) rahmetinle beni sâlih kullarının içine dâhil et.”  (Amin)


TAFSİR LESSONS AN-NISA (80-96)(33)

$
0
0

231

“Euzu Billahi minesheytanir racim”

BismillahirRahmanirRahiym

Dear friends, in our previous lesson we studied to 79th verse of An-Nisa Chapter. In these verse we see the humane purpose of war, both faith and denial have prices, true believers should fight on the path of Allah and blasphemers fight for the cause of evil forces and they both struggle to reach their goals, but people who don’t fight for any cause won’t be taken seriously in the future, they won’t be counted to the aftermath and won’t have any place. Also we see about the morality of war and we should avoid overviolence in battle.

Also we see about death which is a natural consequence of war, and if fighting for the cause of truth, for the greatest cause of war, happiness of people, to remove the obstacles between faith and people, for self preservation and to defend himself; with these purposes a death comes in battle won’t be a death to be feared. Those who are familiar with death, who are living with death know that it’s nothing to be feared. And lastly we see that in total there no place Allah is absent; Allah is in every aspect of life.

In the last verse, 79th of previous lesson, everything come to humans life is in Allah’s intervention territory; all good things happening to a person comes from Allah and all bad things happening to a person comes from his personal ego. A person knows this morally, therefore he should take responsibility of his actions in his relations with Allah.

So, today with 80th verse, we will begin to study Islam’s sociopolitical model on war, how it should reveal it in a society and all purposes of revelation are to create a life for that society, a struggle is there to reach this goal and we will study the frame of the rules on how this struggle should come to life in today’s lesson.

80-) Men yutı’irRasule fekad etaAllah* ve men tevella fema erselnake aleyhim hafiyza;

Whoever obeys the Rasul, obeys Allah in the reality! And whoever turns away (it is up to him), We have not revealed you (as a guard) over them. (A.Hulusi)

He who obeys the Messenger, obeys Allah. But if any turn away, We have not sent thee to watch over them. (A.Yusuf Ali)

 Men yutı’irRasule fekad etaAllah* Whoever obeys the Rasul, obeys Allah. ve men tevella fema erselnake aleyhim hafiyza But if any turn away, We have not sent you to watch over them.

 It’s undeniable truth that Rasulallah’s religious attitude as well as the orders and restrictions related to religion carry a significant value. But from the full version of this verse especially the part fema erselnake aleyhim hafiyza; We have not sent you to watch over them; we see some fresh attitudes towards a living prophet. As in a warning related to show submission to Allah’s Rasul, also carries a warning to living prophets. We see that from the last sentence of this verse and the one following it.

 The reason behind this warning is this. First sentence of this verse the expression of Men yutı’irRasule fekad etaAllah severing its ties from the rest of the verse and taking it like it is the single foundation of Islamic law methodology is wrong, first we should say and accept this fact. Just like we understand from the continuum of submission verse and the passage of this verse, this is about an expression related to actual attitudes of people regarding and towards a living prophet. But we cannot also say, after the death of prophet there’s no need to show faith to prophets legacy as a believer, no we cannot say that. But we also cannot interpret the first sentence of this verse without the rest of the verse since it creates a false conjecture.

 In fact it is shown a disbalance here. One side has the opinion of showing faith to Rasulallah is all about following his taste pleasures, his dressing choices, his personal likes; more from that showing them as a religious order regarding a social cultural phenomenon with all their character and structure. One side has the understanding of imitating the prophet is a religious obligation and necessity.

 The tefrit to this ifrat; other side, other pole is a group which doesn’t care Rasulallah at all, seeing him as a postman, seeing the revelations as a book sent down with a cable and looking Rasulallah as a mere cable, regarding revelations without prophet and casting him out from lifes vital structures. These two opposite sides exist.

 So the first sentence of this verse is shown as a proof and reason to first kind of extreme. But prophet denies both kinds of extreme with this excellent attitude.

 La tutruni kema etriyyet me Meryem..!

 Don’t make me fly like they did on Mary’s son.

 Tarae verb doesn’t have a meaning of deitifying, it has a meaning of making something extraordinary. It has the meaning of makin something supernatural. So with that in mind it can be translated as “Don’t make me look like a supernatural being, don’t turn me into something higher than myself.”

 Fe innema ena abduh..!

 I’m just a man, a person.

 Fe kulu Abdullahi ve rasuluhu..!

         Tell that I’m firstly a worshipper of Allah and then his Messenger. This is the measure of it.

         If we put Rasulallah in this scale, then we can finally begin to know, understand and follow the prophet that Qur’an introduce us. Otherwise, trying to love prophet in otherways that he doesn’t approve, cannot be acceptable by Rasulallah either.

 In this verse it is also said that “We have not sent you to watch over them.” Verse is clear, it is shown that the mission of risalet (deliverance) is only about showing the true path to humanity. But showing the true path doesn’t mean people who are tasked with that mission should also step outside their mission and take over the role of military security. He should address to peoples minds and wills and if those people have minds and wills of their own they will turn into the truth and Hakk. Otherwise, if they don’t turn into the truth and Hakk, he should know that this is the law of nature; good and evil will always be there, truth and false, faith and blasphemy, believer and denier roles will always be there. This is a reference to that notion.

 81-) Ve yekulune taatun, feiza berezu min indike beyyete taifetun minhum gayrelleziy tekulu, vAllahu yektubu ma yubeyyitun* fea’rid anhum ve tevekkel alellahi, ve kefa Billahi vekiyla;

 “Aye” they say, yet as soon as you leave them, a group of them begin to contrive things against what you say during the night. Allah records their contrivances! Turn away from them and trust in Allah, refer your dealings to Him! Sufficient is Allah’s Wakil quality in your essence, as an agent. (A.Hulusi)

They have “Obedience” on their lips; but when they leave thee, a section of them meditate all night on things very different from what thou tellest them. But Allah records their nightly (plots): So keep clear of them, and put thy trust in Allah, and enough is Allah as a disposer of affairs. (A.Yusuf Ali)

        Ve yekulune taatun They say, “As you order.” Now this verse supports the comment I just made. As in it talks about obedience to a living prophet. Ve yekulune taatun They say, “As you order.” This expression is for hypocrites lived in that era as well as living in these modern times. Those hypocrites tell your face “Aye” and when they turn back, they throw away everything to the ground.

         Their attitudes, actions contradict completely with what they say. They say they won’t do it, they don’t do what they say. Their only agenda is to fool the people in front of them. Just because they liet o themselves and believe their own lies, they think they can also cheat other people too. Because they have contradiction within them, because they have a split and torn personality, they can only show one side of their torn faces, they can only show a small piece of who they are. Because they are not complete.

 feiza berezu min indike beyyete taifetun minhum gayrelleziy tekulu, yet as soon as you leave them, a group of them begin to contrive things against what you say during the night. vAllahu yektubu ma yubeyyitun Allah records their contrivances!

         Fea’rid anhum Turn away from them. Leave them be. I have a decent translation for this. Because this expression looks like a persons self expression rather than a warning from outside. Mind your own business. Fea’rid anhum Mind your own business. An expression now for the targets close vicinity but to the target himself. That’s why I think a translation saying, “Mind your own business.” has a specific touch. Ve tevekkel alellah trust in Allah. As in “Don’t dwell on other things, don’t distract yourself. Don’t be reaction oriented. Don’t develop attitude against their attitudes. Don’t be antithesis, be a thesis. Develop your attitude unbound, independent from your enemy. If you develop an action dependent to your enemy, you become dependent to him in all areas. That’s why be a thesis. Don’t be an antithesis. Make your actions independent so that you may be free.

         So how can you do this? ve tevekkel alellah by trusting Allah. That’s why always trust in Allah. When you put your trust in human you cannot develop a thesis. You are bound to be an antithesis all the time.

 ve kefa Billahi vekiyla; enough is Allah as a disposer of affairs. As in seek sanctuary in Allah from humans evil.

         Kul e’uzu BirabbinNas; Melikin Nas; Ilahin Nas; Min sherril vesvasil hannas, Elleziy yuvesvisu fiy sudurin Nas; Minel cinneti ven Nas; (Nas Chapter)

         I seek refuge in humans Rabb from the evil of all creatures seen and unseen. From evil of people BirabbinNas Why? Melikin Nas because Allah is the malik, owner of people. That’s why seek refuge in not proxies but the real members. Seek refuge in the superior. Only then your action become noble. Only then you can act with nobility.

         82-) Efela yetedebberunel Kur’an* ve lev kane min indi gayrillahi levecedu fiyhihtilafen kesiyra;

Do they not contemplate on the Quran in depth? If it were from a place other than Allah it would have been filled with many contradictions! (A.Hulusi)

Do they not consider the Qurán (with care)? Had it been from other than Allah, they would surely have found therein much discrepancy. (A.Yusuf Ali)

 Efela yetedebberunel Kur’an Do they not consider the Qur’an, think it, understand it?

         Why I choose to give multiple meanings? Tedebbur enters the area of mental concepts like Taakkul, tefekkur, tezekkür and tefakkuh in Qur’an. But all of them have different meanings. There are nuances between them and all of them have different understandings.

         Tezekkur, thought of past. And tedebbur has the opposite meaning. Thought of the future. Tedebbur has the meaning of thinking to create precaution. Taking precaution, thinking ahead, making compensation, these are the meanings. Tezekkur to past and tedebbur to future as opposite sides.

         Taakkul; connection past to the future. Delivering past experiences to future is called taakkul.

         Tefekkur; doing all three of them is tefekkur.

         And tefakkuh has the meaning of creating verdicts for the situation you are in, for the moment you are facing. That’s why tedebbur word comes from the root of dubur. Dubur has the meaning of behind, back. So here in this expression of Efela yetedebberunel Kur’an don’t they make tedebbur of Qur’an have two connected meanings. Don’t they make precautions for the future? By reading the subtexts, by reading the backgrounds of the events given in the verses, don’t they make lessons for the future?

         Like I said the root dubur has the meaning of back and behind. The second meaning of understanding the backgrounds, underlaying causes of the events in the verses, don’t they created precautions for the future?

 ve lev kane min indi gayrillahi levecedu fiyhihtilafen kesiyra; If it were from a place other than Allah it would have been filled with many contradictions.

         Yes; when we take the verse as a whole, if the can read the subtexts and backgrounds of the verse, if they can read the invisible lines with the visible lines, if they can understand what Allah says and what Allah wills to say, if they can feel curiosity for the celestial will; what would they do? Simplest example, a close one in fact. Right before in the 78th verse kullun min indillah All are from Allah. And the next one in the 79th verse; Ma esabeke min hasenetin feminallahi, ve ma esabeke min seyyietin femin nefsik when a good thing comes to you, it is from Allah and when a bad thing touches you, it is from you. They could understand the tetabuk (connection) between these two. But what if they cannot see the background of the verses and read them superficial, as a bulk. They can only see contradictions.

         People who look at verses with superficial visions, see contradiction in these sentences. All things are from Allah on one verse and all bad things happening to you are from yourselves. But if you manage to look deeper, if you can follow the background, you see that these two expressions complete each other. Human-Allah relations are without blockage, as in Allah doesn’t take any action independent from persons deeds. Humans deeds are the reflection of Allah’s will. And Allah’s will is the reflection of humans deeds. It is only then be understood completely.

         He cannot find suffering if Hakk doesn’t write.

        Hakk doesn’t write suffering if he doesn’t romp.

         An old saying from the old people who can understand the concept of it. They could manage that so we hope others can understand this too. Like I said, if a verse is thought with the background in Qur’an, many things seems like contractions are in fact reveal perfect harmonies, a great connection and synchronization.

         Which at this point I should say a few words about nesh theory. Nesh theory’s foundation lays in the concept of several verses in Qur’an have contradictions between them. That’s why nesh theory is needed for some. For example in one verse alcohol is mentioned as a neutral form like you create booze from grapes, another verse says don’t approach salat while you are intoxicated, in another verse it is said that alcohol is a filth from satans actions. If we put these three forms altogether in the same place it might seem like a contradiction is born at first glance.

         Of course I believe there’s no contradiction here. Nesh theory is an easy way out for that time ruling that this verse invalidates this other verse, it cancels the other one, there are nasih (canceled) and mensuh (cancelor) verses i that theory. But if we can see that every expression has a context within itself, every verse has a unique meaning in its background and there are always different scenarios that can validates every verse and use it as a beacon. Even that time there might be no need for a verdict of a particular verse but one day that time may come and people may need the verdict of that verse. In that sence it’s not about canceling an order or a verdict of a verse but to follow a path of tedric is more healthy. When educating a society, you start at one point and go stages throughout the years. If you see the big picture and proceed on a true path, you don’t need a nesh theory because you don’t see any contradiction in the path. Truthfully there’s no contradiction anyway.

 83-) Ve iza caehum emrun minel emni evil havfi eza’u Bihi, ve lev redduhu ilerRasuli ve ila ulil emri minhum lealimehulleziyne yestenbitunehu minhum* ve levla fadlullahi aleykum ve rahmetuHU letteba’tumusheytane illa kaliyla;

 When they receive news regarding their safety or one that frightens them they hasten to spread it. Yet, if they had asked the Rasul or one with authority (ulul amr) they could have found out what the truth of the matter is. If it were not for Allah’s bounty and grace upon you, except for a very few of you, most of you would have followed Satan (in this). (A.Hulusi)

When there comes to them some matter touching (public) safety or fear, they divulge it. If they had only referred it to the Messenger, or to those charged with authority among them, the proper investigators would have known it from them (direct). Were it not for the Grace and Mercy of Allah unto you, all but a few of you would have followed Satan. (A.Yusuf Ali)

 Ve iza caehum emrun minel emni evil havfi eza’u Bih When they receive news regarding peace or war. I translated this as peace or war, originally it’s safety or fear. It’s literal meaning however is this. And as you appreciated, the context of this verse is all about peace and war.

         When they receive news regarding peace or war they hasten to spread it. Who are they? Those who say, “As you order.” to Rasulallah but do with half hearts. We can also call them Rasulallahs half hearted fans. Torn personalities.

 ve lev redduhu ilerRasuli ve ila ulil emri minhum lealimehulleziyne yestenbitunehu minhum If they had only referred it to the Messenger, or to those charged with authority ulil emr among them, proper investigators would have known it from them. Strategists, specialists may evaluate the situation properly.

         Here the verse takes the matter of keeping a secret, showing respect to seperation and their connection with moral and political responsibilities. Also implies not to be a tool in propagandas. As in a bad propaganda shouldn’t start with you and you shouldn’t be anywhere near a bad propaganda.

         Also another implication is to respect to partiality. Because those who evaluate the situation say “Bring forth some knowledges.” You cannot bring all things. Because anything irrelevant to the situation and news in hand may cause harm that become useful. That’s why you should respect to seperation.

 ve levla fadlullahi aleykum ve rahmetuHU letteba’tumusheytane illa kaliyla; Of course here we have a sentence regarding that we may understand them, people who make these mistakes and we should act with compassion and mercy to them. Were it not for the Grace and Mercy of Allah unto you, all but a few of you would have followed Satan.” This is the message. They do this because they are left out from Allah’s blessing.

 That’s why instead of bragging like “We are so smart.”, increase your gratefulness to Allah. The situation you are in is a blessing to you from Allah. And the situation they are in is not good and their inability to comprehend this situation is all from Allah, holding bak the blessing and not helping them. Don’t take all credits for good deeds and throw away the responsibilities of bad deeds. Your good features are all the results of your faiths in Allah. Don’t forget that and the station you should be thankful for it.

 84-) Fekatil fiy sebiylillah* la tukellefu illa nefseke ve harridil mu’miniyn* ‘asellahu en yekuffe be’selleziyne keferu* vAllahu esheddu be’sen ve esheddu tenkiyla;

Fight in the way of Allah! You have no responsibility but to yourself! Encourage the believers, that perhaps Allah will weaken the might of the deniers of the reality. The might of Allah, and the consequences He enforces, are much more severe. (A.Hulusi)

Then fight in Allah’s Cause – Thou art held responsible only for thyself – and rouse the believers. It may be that Allah will restrain the fury of the Unbelievers; for Allah is the strongest in might and in punishment. (A.Yusuf Ali)

 Fekatil fiy sebiylillah All of these were preparation. Previous verses were preparing the first readers of them, Rasulallah and true believers with him that there were enemies not just out there but there were enemies within their own ranks. So they should fight not only the enemies outside but they should fight a serious battle with the enemies inside too.

         And now a verdict here that clarifies it. Fekatil fiy sebiylillah Fight in the way of Allah! With these informations we gave above now you fight in the way of Allah. la tukellefu illa nefseke You have no responsibility but to yourself.

         In a verse comes with an order of war, second sentence points out a personal responsibility. Interesting isn’t it? First sentence says fight with them but no person can takes on an entire country. But no, that’s not the case. You have only responsibility in yourself. la tukellefu illa nefseke You have to fight. Because fighting evil has no connection with the society you live or the number of countries you should fight.

         That’s why when people asked Ibn Mesut about “What is a a cemaat?” His answer was this. “El cemaat-u alal Hakk, velev kane vahdek.” Cemaat is the one who are with the Hakk and the truth. Even you are the only person in it. Yes, fighting evil is a personal stance for a person to Allah. A stance which you don’t have to look back to see who follow you. This is a promise given to Allah. And you are only bound to keep your promise. Other peoples promises don’t concern you. You should look for yours alone. Because if majority choose to betray the promise they gave to Allah, that won’t be an excuse for you too. But…

         ve harridil mu’miniyn But encourage the believers, to rise. Of course that’s your responsibility too. Giving them advises, encouraging them, wakin them up. You should seperate the germs of fear and laziness out of their faiths. You should vaxinate them to fear and submissiveness. This is encouragement and it’s your duty.

         Asellahu en yekuffe be’selleziyne keferu That perhaps Allah will weaken the might of the deniers of the reality. How come? If you wake believers, if you encourage them to rise up, then it’s also possible that other side, your enemies find this discouraging. If you manage to give courage in believers hearts, it results in fear in the hearts of unbelievers,  the enemies of faith. The amount of courage believers gain has the same measurement the courage unbelievers lose.

         It’s like a seesaw. If one side rises, other side goes down. That’s why you should look for being the rising side at all time.

 VAllahu esheddu be’sen ve esheddu tenkiyla; for Allah is the strongest in might and in punishment.

         In our previous lesson, in 75th verse we studied the high purpose of war. Intention of war should be for humans. As in battles should only be made out of concerns for life and spiritually the greatest purpse should be Allah’s blessing.

         And since Allah can never be a victim, never be an enemy and never need help from humans, wars are made for people in need and oppressed ones in the name of Allah. Allah defines being close to the ones in need is being with yourselves. It’s all about this. We should remember 75th verse very carefully so that our words can be understood completely.

         Ve ma lekum la tukatilune fiy sebiylillah It says, “What’s going on with you that you don’t fight in the way of Allah?” vel mustad’afiyne minerRical “Why don’t you fight for the weak men? Vennisai women vel Vildan, children… Why don’t you fight for them? Two distinct things have the same meaning according to this statement. Fighting for the weak, to help the weak is by all definition fighting for the cause of Allah. It’s this. That’s why 84th verse should be understood from that perspective.

         Of course here we may also see the validity of defense, obligation even. A true believer should never have the understanding of “If you get hit to your cheek, turn the other side.” like Paulus Christianism. This understanding can only fires up the cruelty. Oppressed by heart should give his account at some point. But oppressed without his will, should he chooses to go for the length and defends his rights, will get what he wishes.

         But if a person bows to every whim, couldn’t rise up to say something, even takes a stance from the tyrany, then his weakness won’t be enough to save him. He is the kind Allah denies and in our next lesson we will study the verses concerning that kind.

85-) Men yeshfa’ shefa’aten haseneten yekun lehu nasiybun minha* ve men yeshfa’ shefa’aten seyyieten yekun lehu kiflun minha* ve kanAllahu ala kulli shey’in mukiyta;

Whoever is a cause for good shall have a share of that good… And whoever is a cause for bad shall have a share in that bad… Allah is Muqeet over all things. (A.Hulusi)

Whoever interceded in a good cause becomes a partner therein: And whoever recommends and helps an evil cause, shares in its burden: And Allah hath power over all things. (A.Yusuf Ali)

        Men yeshfa’ shefa’aten haseneten yekun lehu nasiybun minha Whoever is a cause for good shall have a share of that good…

        ve men yeshfa’ shefa’aten seyyieten yekun lehu kiflun minha And whoever is a cause for bad shall have a share in that bad…

ve kanAllahu ala kulli shey’in mukiyta; Because Allah is witness to all things, observes and protects and values all things.

        Verse gives us a moral values scale valid for all times. In fact there’s a hadith of Rasulallah that reminds us this fact.

        – Men senne sunneten, haseneten, felehu ecruha, ve ecru men amile biha.

        Whoever brings a good tradition, good attitude; he gains from all the behaviours of the people who follow his tradition and makes that good attitude, he gains without losing anything.

        Of course opposite is also true. Following part of hadith says, “Whoever brings a bad tradition, bad attitude; he takes sins from all the behaviours of the people who follow his tradition and makes that bad attitude, he takes that sins without losing anything.

        Actually this is the result of being a fronteer for beauty and evilness. Being a fronteer, first. With Qur’ans words sabikun, el evvelun, being the first. Being among the first doers. So if one becomes a flag carrier for blasphemy he shall carry the sins of other people who walk under the same banner, no exception, no excuses. Of course if one becomes a flag carrier for faith, he shall gain from other people who walk under the same banner. Because he encourages them. Surely they have an extra commission from that. Those who remove the obstacles and become a intermediary for Hakk, truth and beauty shall gain extras for their efforts.

        86-) Ve iza huyyiytum Bi tehiyyetin fehayyu Bi ahsene minha ev rudduha* innAllahe kane ala kulli shey’in Hasiyba;

 When someone greets you with a greeting greet him back with a more comprehensive greeting or one that is the like. Indeed Allah is Hasib over all things (enforces the consequences of all that becomes manifest). (A.Hulusi)

When a (courteous) greeting is offered you, meet it with a greeting still more courteous, or (at least) of equal courtesy. Allah takes careful account of all things. (A.Yusuf Ali)

        Ve iza huyyiytum Bi tehiyyetin fehayyu Bi ahsene minha ev rudduha When someone greets you with a greeting greet him back with a more comprehensive greeting or one that is the like. innAllahe kane ala kulli shey’in Hasiyba; Allah takes careful account of all things.

        Interesting isn’t it, dear friends? Check this wonderful rule about kindness between the verses about wars. Can you see the education methods of Allah here? Even in war, you cannot leave the ways of kindness. Even in war, you shouldn’t forget your humanity.

        Making wars doesn’t mean turning into killing machines. Battling doesn’t make you a terminator. Being a mucahit is (Jihad maker) is far more different than being a terminator or a Rambo. It’s not even close. Because a jihadist cause must be humanities happiness. A terminator only fights to destroy things. A person who fights in the name of Allah shall fight for the cause of resurrection a person, making him alive, making him gain the eternal life, delivering him to eternal happiness. That’s why jihad and war are two different things.

        The message is this in 86th verse. Don’t condemn all humane and good intentions out of prejudgement. The metaphorical meaning of Selam is this. When you recieve a greeting, give a better greeting in return. When you recieve a peace offering, go to the person who offer you peace with a better offering. Don’t condemn the person in front of you with your first impressions. If he is sincere, don’t turn his peace proposal back.

        Baqarah/192 was telling the same thing, also a following of a war related verse. Feinintehev feinnAllahe Gafurun Rahiym; If they surrender, know well that Allah is merciful and oftenly forgiving. A source of mercy for those who surrender.

         Here tehiyye expression was a greeting in ignorace age of Arabs back in the days. They were telling Hayyakallah when they see each other before the greeting. When there was no introduction or greeting before Islam they were telling this Hayyakallah. Meaning of it is, Allah gives you longevity. Allah make you live longer. Short version of these sentences is Hayyakallah a.k.a tahiyye. This is tahiyye. But what about out tahiyye? Believers greetings is Selamun aleykum. Because ve tehiyyetuhum fiyha Selam.. (Jonah/10) Greeting of paradise folks is selam. Allah’s greeting is selam. ..Selamun aleykum tibtum fedhuluha halidiyn; (Zumer/73) When people will be entering heavens, this will be the things they will be told. Selamun kavlen min Rabbin Rahiym; (Yasin/58) What is the word that comes from their merciful Rabb, Selam. Selamun kavlen min Rabbin Rahiym; A best wishes from Allah. How happy you are, hope you all happiness, all happines be yours.

         This is our greeting, our tehiyye is our greeting, our selam. That’s why Rasulallah ordered Efsus selam, spread the word of greeting, selam. This is an order. Spread the selam, in all languages and by that spread the peace in all geography. Spread the peace because one of the meanings of Islam is peace. Surely people who achieve inner peace may also carry that peace to life. How can people who are in conflict , spread peace. People who dive into hypocracy, people who haven’t known themselves yet, people who suffer inner battles within themselves. How can they carry peace to the world?

        87-) Allahu la ilahe illa HU* leyecme’annekum ila yevmil kiyameti la raybe fiyh* ve men asdeku minAllahi hadiysa;

Allah is HU; there is no god or godhood, only HU! He will bring you together in the period of Doomsday, of whose coming there is no doubt. And who can be more truthful in statement than Allah! (A.Hulusi)

Allah. There is no god but He: of a surety He will gather you together against the Day of Judgment, about which there is no doubt. And whose word can be truer than Allah’s? (A.Yusuf Ali)

        Allahu la ilahe illa HU* leyecme’annekum ila yevmil kiyameti la raybe fiyh Allah. There is no god but He. He will gather you together against the Day of Judgment, about which there is no doubt.

        ve men asdeku minAllahi hadiysa; And who can be more truthful in statement than Allah.

        Interesting. This is the last verse of the passage. At the end, as usual it is pointed out to faith which should be as foundation to all moral behaviours. Faith to Allah and Judgement Day. From the beginning of several verses before this, Qur’an was setting the terms of war, putting regulations to battles and reminding us the ethics of conflictions. And at the end this is implied. To follow every one of these rules, you should possess a basic term. That term is faith to Allah and Afterlife.

        These advices, these orders; for them to have meanings for you, you should first show faith to Allah and afterlife. This is the message here. Because all moral behaviours are from the faith of Allah and afterlife. Of course even we are at the end of the passage, we still have connection with the next verse too. Let’s continue.

        88-) Fema lekum fiyl munafikiyne fieteyni vAllahu erkesehum Bi ma kesebu* eturiydune en tehdu men edallellah* ve men yudlilillahu felen tecide lehu sebiyla;

What is the matter with you that you were divided into two groups regarding the hypocrites, when Allah had made them fall back due to their misdeeds? Do you think you can guide those who Allah leads astray? Whoever Allah leads astray, you can no longer find a way for him. (A.Hulusi)

Why should ye be divided into two parties about the Hypocrites? Allah hath cost them of their (evil) deeds. Would ye guide those whom Allah hath thrown out of the Way? For those whom Allah hath thrown out of the Way, never shalt thou find the Way. (A.Yusuf Ali)

        Fema lekum fiyl munafikiyne fieteyni vAllahu erkesehum Bi ma kesebu What is the matter with you that you were divided into two groups regarding the hypocrites, when Allah had made them fall back due to their misdeeds?

        Erkesehum It means “flipped them”. As in turning them upside down, inside out. In other words capsized. I choose the phrase snub. Allah snubbed them.

eturiydune en tehdu men edallellah* Do you think you can guide those who Allah leads astray? ve men yudlilillahu felen tecide lehu sebiyla Whoever Allah leads astray, -not become astray themselves- Allah left them in blasphemy. If Allah chooses not to bring the light of revelations in front of you, you having your two eyes doesn’t mean anything. Because in order to see anything, you need two things. Eyes and light. You cannot see anything if you only have one of them.

Yes, light is there and you ahve no eyes, you still cannot see anything. Eyes are the things you should have at the beginning, as in fitrat. That’s why Allah leading someone to astray doesn’t mean that Allah will take away eyes of that person, eyes to see the truth. No eyes were given in front, to everyone. But light can be taken at any time.

Actually Allah doesn’t even take the light, that person chooses to close his eyes, pulling the curtains to it. And become just like the bats, when someone starts to curse the sun, you cannot blame the sun itself. The responsible party is the one who closes his eyes in the first place. He who closes his eyes, turns his world into a dungeon.

ve men yudlilillahu felen tecide lehu sebiyla; Yes. Whoever Allah leads astray, you can no longer find a way for him.

There are many debates over this verse, whether it’s Mecca originated or Madina. Many stories are told as a reason of arrival. I’m not going there. But according to Ibn. Abbas this verse is Mecca originated. Because it describes the hypocrites of Mecca.

Meccan type hypocrites… Half hearted. When we consider this nature with the verse above, we can easily see the nature of mischief, dear friends. In 87th verse, the message was that Allah is one and alone and there’s no deity but Allah; also the Judgement Day was mentioned.

Actually most fundamental problem of every hypocrite is the faith to Allah and afterlife. Because one should have doubts that Allah sees us all the time, to turn the ways of hypocracy. He should have doubts and questions about Allah may or may not sees him as a whole. As in both seeing him with the actions to outside world and the intentions within himself. Hypocrites don’t or can’t believe this fact. Because if they can then they couldn’t walk that path they have been walking. That’s why.

Innel munafikine fid derkil esfeli minen nar.. (Nisa/145) Hypocrites are in the lower layer of hell. Sort of they are lower than the blasphemers we might say.

So if we ask why is it like this; especially about the Mecca type hypocrites; because there’s a general misconception like there was no hypocrites in Mecca. If we inspect the records of translations, we might see examples of it. For example there were people in Mecca when Rasulallah was still there, admirers. But they hadn’t wanted to be seen near Rasulallah. Problem was this.

“What happens to out houses. Our children. And what will happen to me, how can I handles all these enemies if they choose to battle with me?”

They were reluctant to pay the price. They admired Rasulallah but not willing to go the length for him. They had no faith to endure several agonies on that path. That’s why they wished to hide their admiration for Rasulallah and acted with the dualists against him. All in all a hypocrite type. We might also call them, half hearted. Following verse explains this further.

89-) Veddu lev tekfurune kema keferu fetekunune sevaen fela tettehizu minhum evliyae hatta yuhaciru fiy sebiylillah* fein tevellev fehuzuhum vaktuluhum haysu vecedtumuhum* ve la tettehizu minhum veliyyen ve la nasiyra;

They wish you would deny the reality as they do so that you can be alike… So do not take them as friends until they abandon oppression and wrongdoing… If they turn away (as enemies), then seize them and kill them wherever you find them… Do not take them as friends and helpers. (A.Hulusi)

They but wish that ye should reject Faith, as they do, and thus be on the same footing (as they): So take not friends from their ranks until they flee in the way of Allah (from what is forbidden). But if they turn renegades, seize them and slay them wherever ye find them; and (in any case) take no friends or helpers from their ranks;- (A.Yusuf Ali)

Veddu lev tekfurune kema keferu fetekunune sevae They but wish that you should reject Faith, as they do, and thus be on the same footing (as they).

Interesting. It’s like they say; “You’re cool. God. But please drop your cause so that we might all get along. Look, I like you all. But can’t you just give up?” If anyone accepts this preposition and do it, they also fall into the pit of hypocracy. Because they call people to be with them, two faced. They invite people to avoid any complication, not willing to pay or risk their wellbeings.

“Just act like us. Don’t be with others. As in don’t touch their idols or talk about their false gods. Don’t touch their religions, faiths or lifestyles. Do as we do and manage them.” This is the type. Qur’an talks about them now and they wishes to invite people to their levels.

fela tettehizu minhum evliyae hatta yuhaciru fiy sebiylillah Ibn Abbas’s opinion supports this verse. So do not take them as friends until they leave the ways of oppression and turn to the way of Allah. Hejira on the path of Allah. Until they leave the lands of evil.

Emigration, physically leaving the oppression and evilness lands. That is of course there is no choice and another land with goodness exists. But spiritually emigration is leaving the ways of evil and sins and journey to goodness.

fein tevellev fehuzuhum vaktuluhum haysu vecedtumuhum* If they turn away to hostility, then seize them and kill them wherever you find them. ve la tettehizu minhum veliyyen ve la nasiyra; Do not take them as friends and helpers.

Verse is clear, it says this. White stones in rice are more dangerous. This is the message; if you measure the danger levels of black stones and white stones in rice, it’s clear that white stones have more threat than the blach ones. This is the clear warning.

Emigration concept here is matched with leaving the lands of evil, making the choice between faith and denial. So what do you choose? You choose your interests or values of higher existence, greater good. Whatever the person chooses, he stays on that side. If there’s a land of evil and a land of good there; if there’s a land of denial and a land of faith there; one should make a choice from only one side says the verse.

Of course in the background of it, there’s a personal moral attitude laying. In that moral stance, you either choose your interests, selfish reasons like; what will happen to my children, what about my home, what about my things? Or you choose your values. This is it. But know this, if you choose the path of your higher values, you will pay a price. But earning this price back is also a high possibility. If you however choose the path of your interests, you will pay a price too. But that price will be impossible to get back; there will be no return and no ending for that.

90-) Illelleziyne yesilune ila kavmin beynekum ve beynehum miysakun ev caukum hasiret suduruhum en yukatilukum ev yukatilu kavmehum* ve lev shaAllahu leselletahum aleykum felekatelukum* feini’tezelukum felem yukatilukum ve elkav ileykumus seleme, fema cealAllahu lekum aleyhim sebiyla;

 Except for those who take refuge with a community with whom you have a treaty, or who come to you with their hearts strained because they do not wish to fight you or their own people… If Allah had willed, He would set them upon you and they would have fought you… So if they leave you alone, do not fight you and offer you peace, then Allah does not allow you to harm them. (A.Hulusi)

Except those who join a group between whom and you there is a treaty (of peace), or those who approach you with hearts restraining them from fighting you or fighting their own people. If Allah had pleased, He could have given them power over you, and they would have fought you: Therefore if they withdraw from you but fight you not, and (instead) send you (guarantees of) peace, then Allah Hath opened no way for you (to war against them). (A.Yusuf Ali)

Illelleziyne yesilune ila kavmin beynekum ve beynehum miysakun Except those who join a group between whom and you there is a treaty (of peace) ev caukum hasiret suduruhum en yukatilukum ev yukatilu kavmehum first it is the group you have a peace treaty with an people who seek refuge to them. They are the first exception.

Qur’an shows us the significance of social bonds and social contracts. But second sentence have more significance in this matter. ev caukum hasiret suduruhum en yukatilukum ev yukatilu kavmehum or those who approach you with hearts restraining them from fighting you or fighting their own people.

ve lev shaAllahu leselletahum aleykum felekatelukum If Allah had willed, He would set them upon you and they would have fought you. From this sentence we understand that there’s a group here, not friendly but they don’t want to fight either. They try to be neutral. Out of fear, fear of defeat or fear of being weak, they neither want to fight with their societies side as in the side of their faiths nor they fight on the side of true believers. This is about the life preservation of neutral groups in wars. So it is said that if you happens to met a group of neutral people in war, you have the responsibility of preservation of their lives, let alone attacking them for their neutrality.

Of course there’s another tell in this expression. These neutral groups may be like this because of some power assessments, not because they think their faiths have more value or believers faiths have more value then the other. These are groups that if the power balance suggests that they might become victorious, they will side with blasphemy without delay. Verse talks about them too.

feini’tezelukum but if they leave you. felem yukatilukum they quit battling with you. ve elkav ileykumus selem and offer you peace. fema cealAllahu lekum aleyhim sebiyla; then Allah does not allow you to harm them. So aside from the groups mentioned above, now we talk about a group you battled with but now they left you, left the battlefield, not attacking you. Here we have a defense battle in their hands. True believers battles can only be made under the circumstances of defense against attacks.

War was mentioned here by itself. Jihad however is something wider then mere wars. We talked about wars only here. Battles.

91-) Setecidune ahariyne yuriydune en ye’menukum ve ye’menu kavmehum* kullema ruddu ilel fitneti urkisu fiyha* fein lem ya’tezilukum ve yulku ileykumusseleme ve yekuffu eydiyehum fehuzuhum vaktuluhum haysu sekiftumuhum* ve ulaikum ce’alna lekum aleyhim sultanen mubiyna;

 On the other hand, you will find that some want security from you and their own people… Every time they encounter a situation that is a cause for trial, they are taken aback… So if they do not stay away from you, offer you peace, and restrain their hands from you, then seize them and kill them wherever you catch them… And those, We have given you clear power over them. (A.Hulusi)

Others you will find that wish to gain your confidence as well as that of their people: Every time they are sent back to temptation, they succumb thereto: if they withdraw not from you nor give you (guarantees) of peace besides restraining their hands, seize them and slay them wherever ye get them: In their case We have provided you with a clear argument against them. (A.Yusuf Ali)

Setecidune ahariyne yuriydune en ye’menukum ve ye’menu kavmehum Others you will find that wish to gain your confidence as well as that of their people kullema ruddu ilel fitneti urkisu fiyha Every time they are sent back to temptation, they are taken aback. You will also meet this kind. I think it’s understandable. As in a group who wish to besure from both you and their society.  They neither want to light the fire nor be starved. In other words, they don’t want to fight you but they don’t want you to fight with them. They oppose either side and thoughts. But whenever they encounter a situation that is a cause for trial, they are inclined to go the opposite way. So inside their souls they have the temptations of evil.

We encountered the expression of mischief here. Mischief, you may also call it the keystone or seperation paper. As you already know, the word fitne is used as a seperation method for purifying gold. Seperating gold from dirt by melting the chunk in arabic language. Fitne is the word for this seperation process.

Of course when the masks fall off and the real faces are seen, there are hard times ahead of us. Because in easy times real faces hide behind masks. That’s why you cannot see and seperate the good from evil then the lands are fertile. But when the sufferings and calamities begin to strike, when the pain and hardship take over, that’s when the masks fall off. That’s when you really know. This is fitne. Hard times when everything becomes clear.

The surest way to learn the main language a person speaks of is hurting him. If a person speaks many languages, if he speaks other languages like his native tongue, it is only possible to learn his main language by hurting that person. For example if you drop a rock on his feet, he will yell, “O mama!” in his native tongue. Allah too learns the real identity of a person by putting him into hardships. What is he inclined to? That’s why the hardest times are also the test times. If there are no tests, there will be no way to seperate the masks from the real faces.

Here the verse implies how the bad temptations may reflect from heart to life of a person, by tests. That’s when you really know, that’s when the evil may surface; by putting him through trials.

fein lem ya’tezilukum that’s when they don’t leave you alone ve yulku ileykumusseleme nor they want to make peace with you ve yekuffu eydiyehum and they keep their hands in your necks fehuzuhum vaktuluhum haysu sekiftumuhum capture them whereever you see and slayt hem. They carry a great danger for you and they try to cover the danger with infiltration, as in if you encounter white stones that are trying to get in the ranks of rice, they are more dangerous than usual. Identify them. What are the measures of this identification, it is told here too. If the won’t leave you be, if they don’t want to make peace with you and if they still want to pick you, putting their hands around your necks, this is it. These are the signs. As in if their hostilities go further like this, the meaning is clear.

ve ulaikum ce’alna lekum aleyhim sultanen mubiyna; there are the people you are allowed to battle openly against them.

This sentence is important. This sentence puts the verdict that are explained in this passage all along. This is the permission of defensive battle. This verse allows us to defend ourselves against this type of enemy.

This was also the last sentence of this passage. After some orders regading human lives in community, now we will look for some orders about human lives in a personal level, also in the frame of war.

92-) Ve ma kane li mu’minin en yaktule mu’minen illa hataen, ve men katele mu’minen hataen fetahriyru rakabetin mu’minetin ve diyetun musellemetun ila ehlihi illa en yassaddeku* fein kane min kavmin aduvvin lekum ve huve mu’minun fe tahriyru rekabetin mu’minetin, ve in kane min kavmin beynekum ve beynehum miysakun fediyetun musellemetun ila ehlihi ve tahriyru rekabetin mu’minetin, femen lem yecid fesiyamu shehreyni mutetabi’ayni, tevbeten minAllahi, ve kanAllahu Aliymen Hakiyma;

It is not for a believer to kill another believer, except by mistake… And whoever kills a believer by mistake should free a believing slave and pay compensation to the family of the deceased, unless they give up (their rights to the killer)… If (the deceased) was a believer but from a people that is enemy to you, then (the killer) must free a believing slave… But if (the deceased) was from a people with whom you have a treaty, then (the killer) must pay compensation to the deceased’s family and free a believing slave… And whoever is unable to find compensation must fast for two months consecutively, as repentance to Allah… Allah is the Aleem, the Hakim. (A.Hulusi)

Never should a believer kill a believer, except by mistake. And whoever kills a believer by mistake, it is ordained that he should free a believing slave, and pay compensation to the deceased’s family, unless they remit it freely. If the deceased belonged to a people at war with you, and he was a believer, the freeing of a believing slave (is enough). If he belonged to a people with whom ye have treaty of mutual alliance, compensation should be paid to his family, and a believing slave be freed. For those who find this beyond their means, (is prescribed) a fast for two months running: by way of repentance to Allah. for Allah hath All knowledge and All wisdom. (A.Yusuf Ali)

Ve ma kane li mu’minin en yaktule mu’minen illa hataen It is not for a believer to kill another believer, except by mistake.

Don’t just ask about the connection with the previous verse just yet. Think about it. Families torn apart, inside a family there’s one believer and one not. Scattered, cities wrecked… In a city which the majority of population sometimes believers and sometimes the blasphemers take over. We might also say, tribe, clan, area or so on for the sake of first readers of that time. Several tents of believers, either all or most of them anyway, but there are some families who cannot reach faith. These are the situation they come across.

Believers starts a war against some place, a tribe known by its hostility. But there might be some people inside that tribe, reached the faith status but afraid to reveal themselves. This is the hardship in this status, a social problem. So Qur’an puts some regulations in order to solve this problem. These verdicts are the regulations to solve this issue.

Ve ma kane li mu’minin en yaktule mu’minen illa hataen It is not for a believer to kill another believer, except by mistake. Co-read with the next verse, the 93rd verse of this chapter, Mutezile considered intentional killing as homicide and homicide as blasphemy. But majority don’t share this vision, which I think so too. As in it is surely a great sin, it doesn’t have to be the case to brand the perpetrator as a blasphemer, an astrayed.

There are many contradicted stories about the reason of arrival for this verse, I should pass that.

Ve men katele mu’minen hataen a person who kills a believer by mistake, fetahriyru rakabetin mu’minetin should liberate another believer. What a magnificent principle, isn’t it? As in a person killed a believer not intentionally, by mistake. Mistake here is literal in that era. Unaware of his faith, a battle was occuring in a heathen tribe, people he was fighting were designated as blasphemers by intel. But an individual who was actually a believer was killed due to ignorance of situation. If we can take this situation under consideration,  this verse becomes more clear for us.

So we are told here that if one murdered a believer by mistake, in return he shall give life to another believer. This is as we may call an action based repetance.

This is the expression of the value Qur’an gives to human life. Yes, like I said, considering the mixed nature of that times societies, the weight of this verse can be understood more efficiently.

Tahriyru rakabe Freedom of a person, as a pay for a person. What’s this. Considering the nature of this time, freedom of slaves, giving liberation to war slaves of that time. This is also a battle against slavery. It is a repetance both in personal and social level. A compensation. Resurrecting a person spiritually to make amends for a mistake.

ve diyetun musellemetun ila ehlihi pay compensation to the deceased’s family illa en yassaddeku unless they remit it freely.

fein kane min kavmin aduvvin lekum ve huve mu’minun If the deceased belonged to a people at war with you, and he was a believer, fe tahriyru rekabetin mu’minetin the freeing of a believing slave is enough. So what’s the situation here. Deceased was in a hostile tribe but a believer himself. Normally there are two counter measures exists for manslaughtering.

  • Freeing, liberating another true believer
  • Paying compensation to deceased family.

But fein kane min kavmin aduvvin If the deceased belonged to a people at war with you, and he was a believer; previous two conditions are admissible for accidental killings for a non-hostile groups believers. But this tribe is in war with you, there’s hostility in the ground. lekum ve huve mu’minun and the deceased is a believer, fe tahriyru rekabetin mu’minetin then only one condition is enough. And that is liberating another true believer. If we carry the situation in modern days, it’s releasing a believer convict from carceration. This can be taken as an equal for this situation.

How’s that work though? I believe it’s like this, a believer has a conviction but his sentence can be transformed into money compensations, sort of like a bailing out. If you can pay his bail and release him from his sentence, it can be taken as an equal for this situation, It’s like Rashid Riza’a expression.

ve in kane min kavmin beynekum ve beynehum miysakun but if deceased belong to a group that has a covenant with you fediyetun musellemetun ila ehlihi ve tahriyru rekabetin mu’minetin,  you should both liberate a believer and pay compensation to the family of deceased in this case.

Of course there were some disagreements on the quantity of pay, surely from the stories related to this matter. 100 camels also thousand gold piece or thousand dinari, 200 cloth roll, 200 bovine; many more stories backed their own arrangements. These are of course from records and hadiths. One may also think how this can ever be compensated. 100 camel, how can one man afford it.

It’s not one man. There are relative groups identified as akile in Islam, they help paying it. They share the fine between them. Same group who shall share the paid amount shall also share the punishment. This is a sort of relative cooperation. That’s why it’s not the maker of mistake who pays the fine. We can also see how Islam solves slavery problem in long term arrangements like we discussed at the beginning of Nisa chapter. Slavery was a negative tradition that Islam didn’t approve and it tried to solve this problem by long term arrangements. This tradition was completely finished with measurements beyond the revelations time period, beyond the arrival of verses days, a process that reached centuries but succeeded in the end.

femen lem yecid fesiyamu shehreyni mutetabi’ayn And whoever is unable to find compensation must fast for two months consecutively, tevbeten minAllah as repentance to Allah… Or we may also say the equivalent of repetances acceptance from Allah. It’s a penance.

Ve kanAllahu Aliymen Hakiyma; Of course Allah knows all things and acts with mercy.

There might some questions in our minds; what if the deceased was a Christian or a Jew, what should be the fine for this? According the Beyhaki’s records, in Rasulallah’s times, in Hulefa-i rashid and murshid times, it was always the same amound of fine. But first practice of paying half compensation to non-muslim believers, paying half of the amount to deceaseds family and the other half to treasury, this practice began by Muavia, we can also see it in Beyhaki’s records.

93-) Ve men yaktul mu’minen muteammiden fecezauhu cehennemu haliyden fiyha ve gadibAllahu aleyhi ve leanehu ve eadde lehu azaben aziyma;

 And whoever kills a believer intentionally, his recompense is hell wherein he will abide eternally. Allah has become angry with him, cursed him and prepared for him severe suffering. (A.Hulusi)

If a man kills a believer intentionally, his recompense is Hell, to abide therein (for ever): And the wrath and the curse of Allah are upon him, and a dreadful penalty is prepared for him. (A.Yusuf Ali)

Ve men yaktul mu’minen muteammiden And whoever kills a believer intentionally fecezauhu cehennemu haliyden fiyha his recompense is hell wherein he will abide eternally.

ve gadibAllahu aleyhi ve leanehu ve eadde lehu azaben aziyma; Allah has become angry with him, cursed him and prepared for him severe suffering.

This is really a sharp and horrible addressing, or more truely scolding. By the sharpness of this words some scholars including Mutezile reached the conclusion of murdering a believer intentionally will get you to eternal hell, there won’t be anything to prevent this. This situation naturally included Caliph Omar and Zeyt bin Sabit. They said their repetances weren’t accepted. But the majority of scholars disagrees this opinion. Also the general vision of Qur’an doesn’t support that either. Because the verse is clear saying every sin might be forgiven except the shirk against Allah.

 InnAllahe la yagfiru en yushreke BiHI ve yagfiru ma dune zalike limen yesha’.. Nisa/48

 Allah forgives not that partners should be set up with Him; but He forgives anything else, to whom He pleases; to set up partners with Allah is to devise a sin most heinous indeed.

 BismillahirRahmanirRahıym

Kul ya ibadiyelleziyne esrefu ala enfusihim la taknetu min rahmetillah.. innAllahe yagfiruzzunube cemiy’a inneHU “HU”vel GafururRahiym. Zumer/53

 Tell, o believers who spent away their lives. This expression includes throwing away ones life by murder since a person who wastes another persons life also wastes his own life. These are all great sins. Spending your life other than the way of Allah represents a great sin. So o people who waste their lives. la taknetu min rahmetillah.. Don’t lose hope on Allah’s mercy. innAllahe yagfiruzzunube cemiy’a Allah may forgive all of your sins, every single one of them. inneHU “HU”vel GafururRahiym; Because Allah is Oftenly Forgiving and Most Merciful.

 As you remember when Savage had sent a letter to Rasulallah regarding his brutal murder of Rasulallah’s uncle Hz. Hamza. He had sent this question to Rasulallah asking may he even be forgiven? Rasulallah sent this verse back as a proof of forgiveness is possible.

 That’s why basing on these verse, intentional killing of a believer is in Allah’s mercy territory; Allah may forgive it if He wishes to. But it’s also obvious that a great sin, murder is.

 94-) Ya eyyuhelleziyne amenu iza darabtum fiy sebiylillahi fetebeyyenu ve la tekulu limen elka ileykumus Selame leste mu’minen, tebtegune ‘aradal hayatid dunya* fe ‘indAllahi meganimu kesiyratun, kezalike kuntum min kablu femennAllahu aleykum fe tebeyyenu* innAllahe kane Bi ma ta’melune Habiyra;

O believers… When you go to war in the way of Allah, investigate well, and if one gives you a greeting (wants to make peace) do not say, “You are not a believer” aspiring for the goods of the worldly life… There are many spoils in the sight of Allah… You were like that yourself before, then Allah conferred His favor upon you… So research well… Indeed, Allah, as the creator of what you do, is the Habir. (A.Hulusi)

O ye who believe! When ye go abroad in the cause of Allah, investigate carefully, and say not to any one who offers you a salutation: “Thou art none of a believer!” Coveting the perishable goods of this life: with Allah are profits and spoils abundant. Even thus were ye yourselves before, till Allah conferred on you His favors: Therefore carefully investigate. For Allah is well aware of all that ye do. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O you who believe, believers! iza darabtum fiy sebiylillahi fetebeyyenu When you go to war in the way of Allah, investigate well.

ve la tekulu limen elka ileykumus Selame leste mu’minen, tebtegune ‘aradal hayatid dunya When you go to war in the way of Allah, investigate well. Fetebeyyenu’ can also be translated as “Be very responsible.” It has the literal meaning of investigating well but be very responsible also fits in for these kinds of situations. And if one gives you a greeting and wants to make peace, do not say, “You are not a believer” aspiring for the goods of the worldly life… fe ‘indAllahi meganimu kesiyratun Because there are many spoils in the sight of Allah… Bounties are most in the domain of Allah. It’s saying that don’t kill anyone for the purpose of looting.

Kezalike kuntum min kabl You were like that yourself before. Don’t forget that. Be merciful to the person in front of you. femennAllahu aleykum But you were blessed by Allah’s Favor. You were like that before. You lived in that situation. You were in doubt, hesitation. Then you were blessed with faith. Your faiths grew now but you weren’t like that always. You were living like astrays in a part of your lives, unaware of Allah’s presence, unaware from the truth. They are like that now.

fe tebeyyenu So, in this case, be very careful. You should be very cautious on wasting people, don’t waste them so easily.

innAllahe kane Bi ma ta’melune Habiyra; Because Allah is well aware of all your doings.

Again, you may notice that there’s something in the background, a historical event that became the reason of arrival. But there are several rumors about the origin of it. For example, according to the records we read in Buhari;

During a battle when a true believer was about to murder his enemy, the person in front of his sword assured peace with him, give selam or say Kelime-i Sahadet (Word of Witness in Islam). Of course there are some other stories as well. The point is, that believer killed that person within the terms of war, because he thought that he was trying to be friendly or trying to save his life. A similar situation was told about Usame Bin Zeyd R.A. He had met the exact same situation, in battle his enemy was about to be struck by Zeyd’s sword, he said the word of witness and declared that he submitted to Allah. But Zeyd also within the terms of war, killed him; thought he was telling this only out of fear.

 This situations whole version goes like this. The news of this reached Rasulallah. Rasulallah summoned the killer and scolded him. The answer was “But he said like that out of fear.” Rasulallahs answer was this.

 – Hel la shekakte kalbehu..!

 “Now, did you open his heart, cut open and looked into his heart?”

 Also Rasulallah’s comment on a similar situation was the same.

 – Lem ab as em eshukka ala kulubinnas

   I wasn’t sent down to open the chests, hearts of people and look. The expression is quite meaningful.

So the message here is this, my dear friends. Be merciful to people. Try to win people, not cut them down. Be very sensitive, research extremely well. The meaning of Fetebeyyenu is this. Try to win the hearts of people. One person, one world. Win a heart, conquer hearts. If you step the road with this logic, you will see that winning a person is more gainful than conquering thousand lands.

Only then you may understand, the real conqueror of Anatolia, the legend among Anatolian people Battal Ghazi, a.k.a. Abdullah el Battal was indeed a son of non-muslim. A son that is won by heart.

Only then you may understand the conqueror of Africa Musa bin Nusayr was an orphan and a grandchildren of a non-muslim.

The conqueror of Endulus, Tarik bin Ziyad was a son of a small barber, but a barber who had fought and died in a battle against Islam.

You may understand that one of the greatest lawmen of Islam Imam Azam Abu Caniphe. His grandfather Zota was a non-muslim in Persian Army who fought against the armies of Islam and fell as a prisoner. You may see that how a great Islam person came from a prisoners grandson. This is the compassion we should act with all the time.

95-) La yestevil ka’idune minel mu’miniyne gayru uliddarari vel mucahidune fiy sebiylillahi Bi emvalihim ve enfusihim* faddalellahul mucahidiyne Bi emvalihim ve enfusihim alel kaidiyne dereceten, ve kullen veadAllahul Husna* ve faddalellahul mucahidiyne alel kaidiyne ecren aziyma;

 Not equal are those who stay behind from war without a valid reason and those who fight in the way of Allah with their possessions and their lives (their sense of self)… Allah has raised the degree of those who struggle with their possessions and their lives over those who stay behind. Allah has given the best to all of them. But Allah has preferred those who strive in His cause over those who stay back, with a great reward. (A.Hulusi)

Not equal are those believers who sit, except those who are disabled, and those who strive and fight in the cause of Allah with their goods and their persons. Allah hath granted a grade higher to those who strive and fight with their goods and persons than to those who sit (at home). Unto all (in faith) Hath Allah promised good: But those who strive and fight Hath He distinguished above those who sit (at home) by a great reward,- (A.Yusuf Ali)

La yestevil ka’idune minel mu’miniyne gayru uliddarari vel mucahidune fiy sebiylillahi Bi emvalihim ve enfusihim Not equal are those who stay behind from war without a valid reason and those who strive and fight in the cause of Allah with their goods and their persons. Qur’an says here that those who sit and those who run are not the same. People who choose to sit the struggle out, those who neglect their moral responsibilities by running from challenge. Those who don’t contribute the social resurrection and revolution. We should think this through with 85th verses of people who contribute the good and truth.

faddalellahul mucahidiyne Bi emvalihim ve enfusihim alel kaidiyne dereceten Allah has raised the degree of those who struggle with their possessions and their lives over those who stay behind. Those who choose to fight back have been raised to a higher level than those who stay behind.

ve kullen veadAllahul Husna Allah has given the best to all of them. All of believers. This is an advance payment. Heaven is promised to all of us in case we keep protecting our faiths.

ve faddalellahul mucahidiyne alel kaidiyne ecren aziyma But those who strive and fight has He distinguished above those who sit at home by a great reward. This is the reward that seperates the fighting believers from stay behind, laying believers.

96-) Derecatin minhu ve magfireten ve rahmeten, ve kanAllahu Gafuren Rahiyma;

Degrees, forgiveness and grace (He has given). Allah is the Ghafur and the Rahim. (A.Hulusi)

Ranks specially bestowed by Him, and Forgiveness and Mercy. For Allah is Oft-forgiving, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)

Derecatin minhu ve magfireten ve rahmeten Degrees, forgiveness and grace Allah has given.

ve kanAllahu Gafuren Rahiyma; For Allah is Oftenly Forgiving and Most Merciful.

Jihad is the collective of all struggles on the cause of higher values, looking for higher purposes. In other words, jihad is the name of challange that should remove the obstacles between men and Islam.

Verse 76 was telling this, right; those who have faith are the ones who fight in the name of Allah, those who deny are the ones who fight in the name of Evil. So in the end, those who choose not to fight, who don’t face the struggle for any reasons are no man at all.

Who why are we fighting for o people? Check that and find out your value in the domain of Allah from that.

 “Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”

 

 

 


ESMA DERSLERİ – 14 – EL MÜHEYMİN (B) (Ebu Hanzala)

$
0
0

el-muheymin-e-hanzala……….“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

……….BismillahirRahmanirRahıym

……….El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve sahbihi ecmaiyn. Emma ba’d

……….Kardeşler bugün inşallah Allah izin verirse Allah’ın güzel isimlerinden el Müheymin ismini anlatacağız. Haşr suresinde ki sıralamaya göre. Geçen hafta el Mu’min ismin anlattık, bu hafta da el Muheymin ismini anlatacağız.

……….El Muheymin ismi Allah’ın Kur’an ı kerimde sadece bir defa geçiyor O da Haşr/23 isimler sıralaması içinde ki el Muheymin şeklinde geçiyor. Bu kelimenin Arap lügatında kökü tam olarak nedir? Bu dil bilimciler arasında ihtilaf edilmiş. Bir Grup alim demiş ki Muheymin kelimesinin kökü a-me-ne dir. Yani aynı el Mu’min de olduğu gibi. Niye? Çünkü bunun aslı demişler e’-me-ne dir, daha sonra bu fail olduğu zaman mueymin olmuş.

……….Arapların en fazla çevirdikleri harflerden bir tanesi elif’in hemze ye dönmesidir. Mesela e-ra-ka, ehvaka diyoruz. O eh va ka daki h erakaya çevirdiğimiz zaman düşmüş oluyor. Onun için demişler bu kelimenin kökü a-me-ne dir doğru olarak bizim geçen derste e-mi-ne kökü ile alakalı anlatmış olduğumuz ne varsa el Muheymin içinde bunun olduğunu söylemişler fakat burada şöyle bir sorun var. Yani lügavi açıdan bu anlaşılabilirdi fakat bunu Allah’ın güzel isimlerine ilhak etmiş olduğumuz zaman el Mu’min ile el Muheymin arasında bir fark kalmıyor o zaman. Yani iki tane aynı kökten gelen isim aynı anlamda, aynı siyakta peşpeşe kullanılmış oluyor bu da çok mantıklı değil.

……….Bir grup alim ise demiş ki bu kelimenin kökü he-me-ne dir, bu he-me-ne den geliyor. Daha sonra y ziyade olmuş heymene haline dönüşmüş demişler. Heymene nin ismi faili de muheymin olmuş demişler.

……….Şimdi he-me-ne nedemek Arap lügatında? He-me-ne nin kökü el hıfz’u vel irtikab anlamına geliyor. Yani bir şeyi gözetlemek ve bir şeyi korumak anlamına geliyor. Doğal olarak demişler ki el Muheymin koruyan ve gözetleyen anlamındadır.

……….El Muheymin kelimesini tahlil ederken Taberi tefsirinde diyor ki; -tabii bu haşr suresinde değil maide suresinde yine Muheymin kelimesi Kur’an için kullanılıyor, orada söylüyor bunu- Muheymin olabilmesi için bir şeyin 3 şeyi kendinde barındırması lazım diyor.

……….1 – Gözetlemek,

……….2 – Gözetlediği şeyi hıfz etmek korumak,

……….3 – Buna şahitlik etmek, yani korudukları ile ilgili ileriki bir zamanda “ben şahidim, ben bunları gördüm, ben bunları biliyorum” diyerek şahitlik etmesi.

……….Doğal olarak Allah el Muheymin dir demiş olduğumuz zaman ne demiş oluyoruz? Bütün kâinatı ve içindekileri gözetleyen, gözetlerken onları koruyan ve bu koruduklarına da kıyamet gününde şahitlik edecek olan. Yani mücerret gözetlemiyor Allah, bu gözetlemesinin bir hikmeti var, o da kıyamet gününde insanların karşısına bunu getirmesidir.

……….Allah’ın şahitliği nasıldır? Allah; bu olmuştur dedi mi bitmiştir. Yani Allah kendi nefsinde es Şehîd’dir, şahittir, harici bir şahide ihtiyacı yoktur. Mesela sen diyelim ki bir şeyi gördün, Hakkel yakîn da görmüş olsan bunun üzerine hüküm bina edilebilmesi için dışardan harici bir takım karineler getirilmesi lazım. Ama alemlerin rabbi olan Allah bu olmuştur, oldu dediğinde kendi nefsinde es Şehîd olduğu için harici bir şahide ihtiyacı yoktur.

……….İbn. Abbas Allah’ın el Muheymin ismi için şunu söylüyor; Kullarının amellerine şahitlik edecek olandır. yani Muheymin isminin bir cüz’ünü ele alıyor İbn. Abbas. Kıyamet gününde Allah kullarının amellerine şahitlik edecektir diyor. İbn. Abbas’ın söylediği bu mana için el Hal’imi şöyle diyor; Allah’ın el Muheymin oluşu kıyamet gününde bütün sevap, taat ehline taatlerinin, amellerinin karşılığını eksiksiz bir şekilde vermesi ve bütün günahkârlara da günahlarının karşılığını hiçbir fazlalık yapmaksızın vermesidir. Bunlar şahit kısmını alıyorlar bunun bütün tafsilâtını es Şehîd isminde anlatacağız.

……….Bazı alimler Allah’ın bu ismini ele alırken demişler ki bu el Hafîz anlamındadır. Bir kısmını yine almışlar. Çünkü Araplar büyük kuşun küçük kuşu kanatlarını açıp altına aldığında buna hemened tayrü veya heymened tayru diyorlar. Yani kuş, kuşu koruması altına aldı diyorlar. Alemlerin rabbi olan Allah’ta en incelerden büyün halkkını koruması altına aldığından dolayı el Muheymin dir diyorlar. Bunun da el Hafîz den bir farkı kalmıyor, Muheymin’in sadece bir kısmını almış oldular.

……….Bir grup alim ise diyor ki Hasan el Basri bunlardan biri el Muheymin; el Musaddık anlamınadır. Hangi kökü esas aldı? E – me – ne kökünü esas aldı. Yani kullarını indirmiş olduğu ayetlerle tasdik eden ve kullarına yardım etmek suretiyle kâfirlerin karşısında kullarının hak olduğunu tasdik eden Allah demektir.

……….El Müheymin ismini anlatırken Gazali diyor ki;.. Bunu niye bu kadar uzattım? Sebebini söyleyeceğim ki kelime kök itibarıyla garip bir kelime olduğu için anlaşılsın diye bu kadar uzatıyorum. Diğerlerinde bunu yapmadık çünkü.

……….Üç şey bir yerde toplanırsa diyor Gazali orada Heymene söz konusu olur. Yani Kontrol ve hakimiyyet söz konusu olur. Nedir bunlar?

……….1- Mutlak ilim. Yani kâinatın içerisinde bulunan, var olan bütün varlıklara dair mutlak bir ilim olması lazım.

……….2 – Bu bilgisi olan şeylerin faydası olan neyse onu yerine getirecek kudrete sahip olmak gerekir.

……….3 – Bu durumun sürekli olması ve kesintiye uğramaması gerekir.

……….Bu üçü de sadece âlemlerin rabbi olan Allah’ta kâmil anlamda bulunduğundan dolayı tek el Müheymin olmaya hak eden Âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Çünkü Allah hem her şeyi biliyor, el ‘alîm isminde bunun tafsilatını anlattık, hem de bizim ihtiyacımız olan, faydamıza olan ne varsa Allah bunu yerine getirmeye kudreti yeter, hiçbir şey Allah’ı aciz bırakamaz ne yerde ne de gökte. Üç, bu belli bir döneme muasır değildir. Mesela Allah’ın mülkü ile insanoğlunun mülkü arasında ki farkı anlatırken ne demiştik farklardan bir tanesi için? İnsanoğlunun mülkü sınırlıdır. Ama Allah’ın mülkü ve mülkünde tasarrufunun sınırı yoktur. 1400 sene önce ne yapıyorsa Allah, şu anda da aynısını yapabilir, 1400 sene sonra da aynısını hiç eksilmeden yapabilir. Bu Allah’ın el Müheymin ismine dair söyleyebileceklerimiz. Özü ne zaman bu ismin? Gözetlediğinden ötürü bilgi sahibi olması, bilgisi altında olanların onun kontrolünde olması ve kötülüklerden, şerlerden muhafaza etmesi, bunun sürekli devam etmesi ve kıyamet gününde de bu hakimiyetin devam edip dünyada var olan insanların ve diğer varlıkların karşısına çıkması Allah’ın el Müheymin isminin gereklerinden bir tanesidir.

……….Şimdi ben bunları anlatırken muhtemelen aklınıza şöyle bir şey gelmiş olabilir. Yani burada anlattığımız her şey aslında başka bir ismin kapsamı. Zaten Haşr suresinde Allah bütün bu saymış olduğu isimler, kalan diğer bütün isimleri içinde barındıran umumi isimler. Mesela Haşr suresinde Allah kendisini tanıtıyor, 99 ismi var, doksan dokuzunu birden saymıyor Allah, bunların içinden 8 veya 9 tanesini diyelim sayıyor. Bu 8-9 tane isim, diğer hepsini içine alan, genel anlam ifade eden isimlerdendir.

……….Peki burada şöyle bir soru sorayım size düşünmeniz için: El Müheymin Allah’ın Cemal isimlerinden midir, Celâl isimlerinden midir.? Yani Allah’ın otorite sahibi olması ve otoritesinde ki her şeyden haberdar olup onlar hakkında istediğini yerine getirebiliyor olması Allah’ın Cemâl isimlerinden midir, Celâl isimlerinden midir.

……….Şimdi isimlerin sıralamasına şöyle bir dikkat edin; es Selâmu, el Mü’minu, el Muheyminu, el ‘Azîzu el Cebbar. Şimdi isterseniz bunu bu tarafa dahil edebilirsiniz, Selâm ve Mü’min gibi Allah’ın Cemâl isimlerindendir dersiniz, isterseniz el ‘Azîzü’l, Cebbarul, Mütekebbir gibi Celâl isimlerindendir derseniz iki türlü de doğru olabilir.

……….Bu genelde şöyle anlaşılmış; Genel itibarıyla bu isim İnsanların kalbine korku salıyor, yani el Muheymin dediği zaman öyle bir izzet var, aslında tam tersidir. Aslında Allah’ın el Muheymin oluşu Allah’ın merhametindendir, rahmetindendir. Zaten biraz sonra birkaç örnekle anlatacağım. Orada da göreceksiniz. Niye? Çünkü Anne çocuğunun bütün işlerini kontrol eder. Bakın anne ile çocuk arasında ki ilişkiyi düşünün. Bir anne çocuğunun bütün işlerini kontrol eder, önünü arkasını sürekli toplar, çocuğuna faydalı olan şeyleri elinden geldiği kadar devam ettirir ve çocuk ne yaparsa yapsın annenin bu durumu değişmez. Yani anne çocuğu iyi olduğu için çocuğuna annelik yapmaz, anne fıtri olaraktan çocuğuna annelik yapar.

……….Peki, annenin bu durumu, yani çocuğun sürekli üzerinde gözetleyici, -heymene dediğimiz şey de bu- sürekli çocuğunun üzerinde gözetleyici olması, çocuğunun korkması gereken bir durum mudur? Hayır, bilakis çocuğun anneyi bir liman gibi görüp bütün sıkıntılarında başvuracağı bir liman gibi görmesini gerektirir.

……….Aslında Allah’ın el Muheymin olması Allah’ın merhametinden ve kullarına olan sevgisindendir. İnsan bunu anladığı takdirde bu isimden korkmaktan daha ziyade bu isme karşı kalbinde sevgiyi, muhabbeti, özlemi artırabilir. Bu Allah’ın el Müheymin ismine dair genel olarak söyleyebileceklerimiz.

……….Şimdi el Müheymin ismi ile alakalı olarak birinci meselemiz Allah’ı kâinatında var olan her şey, Allah’ın heymenesi, yani Allah’ın kontrolü altında olmasıdır. Bunlara kısmen değinmiştik önceki derslerde ama kısa kısa bazı tekrarlar yapacağız inşallah. Allah’ın bu kontrolünde O’nun izni olmadan bir şeyin olması mümkün değildir. Çünkü bütün kontrol O’ndadır ve bütün emir ve yetki sahibi de alemlerin rabbi olan Allah’a aittir.

……….Bakın şu Allah’ın kontrolünde olan aleme şöyle bir bakın, kulun en fazla Allah’ın rububiyetine karşı sevgisini ve korkusunu artıran şey bu kâinatta ki mükemmelliktir, yeter ki insan tefekkür etsin.

……….Elleziy haleka seb’a Semavatin tıbaka* ma tera fiy halkırRahmâni min tefavut* ferci’ılbasare hel tera min futûr. (Mülk/3)

……….O Allah’ki göğü yedi kat olarak yarattı, sen onda hiçbir tefavüd, hiçbir çelişki, hiçbir eksiklik göremezsin. Çevir bakalım bir daha gözünü diyor Allah, onda bir eksiklik bir çatlaklık bir şey görecek misin? Fütur; bir çatlaklık bir eksiklik görebilecek misin. Mümkün değildir.

……….Sümmerci’ıl basare kerrateyni yenkalib ileykelbasaru hasien ve hüve hasiyr; (Mülk/4)

……….Bir daha çevir, yani bire kere baktın, öyle semaya bir göz gezdirdin. Bir bak, bir daha gözünü çevir. Senin gözlerin pişman olmuş ve hüsrana uğramış bir şekilde sana tekrardan geri dönecektir. Niye?

……….Ve lekad zeyyennes Semaeddünya Bimesabiyha ve ce’alnaha rucûmen lişşeyatıyni.. (Mülk/5)

……….Çünkü biz o semayı yıldızlarla süsledik ve o yıldızları da şeytanların taşlandığı bir şey haline getirdik. Ve bu öyle bir semaki, mesela Allah Lokman suresinde dikkatimizi semaya çekerken ne diyor?

……….… Halekas Semavati Bi ğayri ‘amedin teravneha… (Lokman/10)

……….Yani şu semayı hiçbir direk olmaksızın Allah yarattı. Hani şimdi tamam, başımızda sema var;

……….Ve cealnesSemae sakfen mahfuza.. (Enbiya/32)

……….Diyor Allah. Biz bu semayı insanları koruyan bir tavan haline getirdik. Bir tavan var, bunda kimsenin bir şüphesi yok, fakat burada asıl dikkat çekmesi gereken şey bu tavanın direksiz bir şekilde duruyor olması ve bu tavanda içinde yaşamış olduğumuz dünyadan daha büyük milyonlarca yıldızın, ayın, güneşin olması. Buna rağmen bu tavanın çökmemesi. İnşaat yaparken üstler ne kadar ağır olursa alttaki kolonların o kadar sağlam olması lazım. Ta ki üstte ki ağırlığı taşıyabilsin diye. İnsanoğlunun en büyük sanatı budur işte. Ama Allah’ın sanatında öyle değil. Allah zaten buna dikkat çekmeye çalışıyor. Allah’ın sanatında böyle bir şey söz konusu değil.

……….Ne dedik? Bütün kevn Allah’ın heymenesi altındadır ve bu kontrolde bu heymene de hiçbir eksiklik yoktur ve insan Allah’ın izni olmadan da bu heymene de gerçekleşebilecek olan hiçbir şey de söz konusu değildir.

……….Şimdi o er Rahmân ismini anlatırken demiştik ki gemilerin denizin üzerinde yüzmesi. Bu Allah’ın neyindendir? Allah’ın merhametindendir. Yasin suresinden bir ayet okumuştuk değil mi?

……….Ve ayetün lehüm enna hamelna zürriyyetehüm fiyl fülkil meşhun; (Yasin/41)

……….Onlar için ayetlerden biri de biz onları ve zürriyetlerini dolu gemilerde taşırız.

……….Ve halaknâ lehüm min mislihi ma yerkebun; (Yasin/42)

……….Ve onun misli gibi binecekleri şeyleri de biz onlar için yarattık.

……….Ve in neşe’ nuğrıkhüm felâ sariyha lehüm ve lâ hüm yünkazûn; (Yasin/43)

……….Biz istersek onları boğarız ve onların ne sesi duyulur, ne de kimse onları kurtarabilir. Bunların hepsi niyedir?

……….İllâ rahmeten minNA ve meta’an ilâ hıyn; (Yasin/44)

……….Bunların hepsi bizim rahmetimiz ve belli bir zamana kadar insanlar faydalansın diyedir.

……….1913 yılında bir gemi yapıyorlar, Titanik gemisini duydunuz. 52.000 ton ağırlığında bir gemi yapıyorlar. Gemiyi yaparken 2 rivayet var. Bir rivayete göre yapan şirket geminin bir yerine yazıyor; Allah dahi bunu batıramaz. Bir rivayete göre de kendi aralarında konuşuyorlar; “Allah dahi bunu batıramaz”. Ama şurası kesin geminin çıktığı dönemde bütün gazetelere verilen ilanlarda; “Bu gemi batmaz.” Hatta mühendisler şöyle söylüyorlar; Bu gemide ki teknoloji en büyük musibet dahi olsa bu gemi ancak 3 günde batar ve 3 gün içerisinde de dünyanın neresinde olursa olsun yardım gelir, insanlar kurtulur diyorlar.

……….Ne dediler şimdi bunlar? Biz Allah’ın denizinde Allah’ın izni olmaksızın bir şeyleri yüzdürürüz dediler. Yani, el Muheymin olan Allah’ın iradesi dışında.

……….Peki, gemi ne kadar sürede battı? 2.45 saatte gemiyi batırdı Allah. Bütün varlıkları 2 saat 45 dakika içinde gemi battı ve 1.500 e yakın insan o geminin içerisinde öldü gitti. Demek ki el Muheymin olan Allah’ın kâinatında O’nun izin vermediği hiçbir şeyi, yaprağı bile yüzdüremezsin.

……….Şimdi soruyorlar bu gemiler nasıl yürüyor denizlerin üzerinde? Suyun kaldırma kuvveti var. Suyun kaldırma kuvveti falan yok el Muheymin olan Allah’ın izin verme meselesi var. Başka hiçbir şey değil. Allah suyun kaldırma kuvvetini verdiği gibi istediği zaman eğer merhamet etmezse kullarına suyun kaldırma kuvvetini sudan çekiyor, Titanik gemisinde olduğu gibi insanlar o kibirleriyle, şımarıklıklarıyla beraber suyun dibini boyluyorlar.

……….Onun için insanoğlu ne kadar teknoloji de ilerlerse ilerlesin, biliyorsunuz asrımız teknoloji çağı ve insan teknolojide ilerleyip yeni keşifler yaptıkça insan azgınlaşıyor. Zannediyor ki insan kendi yapmış olduğu bu yenidünya ile Allah’ın kâinatını yönlendirecek. Böyle bir şey yok. El Müheymin olan Allah izin vermezse hiç kimse O’nun mülkünde hiçbir şey yapamaz.

……….Sen bunu bildiğin zaman, yani her şeyin Allah’ın kontrolü altında olduğunu bildiğin zaman sana bir rahatlama hissi gelir. Yan, el Mü’min isminde kişi hissetmiş olduğu rahatlığı gibi bir rahatlama hissi gelir.

……….Peygamber AS. sefere çıkarken dua ediyor biliyorsunuz. Sefer duası dediğimiz meşhur duası var, o duada peygamberimizin kullandığı bir ifade var hiç dikkatinizi çekti mi? AS. diyor ki; Allahümme entes-sahibü fis seferi vel halifetü fil ehli. Allah’ım sen seferde bizim arkadaşımız, geride kalanlarda ise halifesin.

……….Ne demek bu? Hepimizin sorumlu olmuş olduğu ailelerimiz var doğru mu? Biz onların yanında olduğumuzda, bizim ilmimiz dahilinde, gözetimimiz dahilinde olduklarında onları koruyoruz kolluyoruz, gözetiyoruz. Fakat onlardan uzaklaşmış olduğumuz zaman bitti, koruma da kollamada hapsi bitti. İnsanoğlunun acziyeti budur zaten.

……….Peygamberimiz Allah’a acziyetini ifade ederken O’nun kontrolünde medet te umuyor aynı zamanda. Allahümme entes-sahibü fis sefer yani seferde bizim arkadaşımızsın, bu zorlukları, bu sıkıntıları bizden gider. Asıl mesele ne burada? vel halifetü fil ehli Ama geride kalanlardan da bizim halifemiz sensin.

……….Bakın mesela biz Kur’an ı Kerim’in en önemli meselelerinden bire tanesini şu olarak görüyoruz; İnsanın ailesinin fitne olma meselesi. En fazla bizim karşılaştığımız Kur’an da ki meselelerden iri bu çocuklarınız, aileleriniz, eşleriniz sizin için fitnedir diyor (Enfal/28)

……….Niye? Çünkü birçok insan onları koruma güdüsüyle Allah’ın emirlerini zayi edebiliyor. Bu bizim de başımıza gelebilir. Yani yarın ö bürgün evlendiğinizde, çoluk çocuğa karıştığınızda Allah’ın sizin üzerinizde emirleri olacak, siz iki şeyi bazen karıştırabileceksiniz birbirine. Şeytan çünkü gelip Müslümana dese ki mesela; “Boş ver Allah’ın emirlerini ne yapacaksın, sen çoluk çocuğunla ilgilen.“ dese –aslında bir Müslüman böyle bir vesveseye zaten düşmez- ama şeytan böyle yaklaştığında; tamam bu da Allah’ın emridir, ama bu da Allah’ın emridir. Yani onları koruman, rızıklarını temin etmek, kimseye muhtaç bırakmamak ta Allah’ın emridir, Allah yolunda mücadele etmek, cihat etmen, davet yapman, hicret etmen bu da Allah’ın emridir. Yani iki emir karşı karşıya geldiyse sen birinci dereceden mes’ul olduğunu seç dediğinde burada sorun nedir?

……….Burada insan kendisi onlardan, ailesinden uzaklaştığında onları koruyacak kollayacak bir Allah’ın olduğundan gafil kalması ile alakalı bir meseledir. Yani işte burada peygamber ne diyor; vel halifetü fil ehli geride kalanlarda halife, onları koruyacak kollayacak, gözetecek olan sensin Allah’ım diyor ve bu rahatlıkla da sefere Allah yolunda cihada çıkıyor. Geride kalanları da Allah’a emanet etmiş oluyor.

……….Bir başka mesele yani bütün kâinatın Allah’ın kontrolünde olması meselesi, ne gelirse gelsin başımıza, ister Allah bizi nimetlerle nimetlendirsin, ister Allah bizi belaların en çetinine duçar etsin fark etmez her şey Allah’ın kontrolünde dersin rahat. El ‘Alîm isminde buna değinmiştik, her şey Allah’ın kontrolünde. Madem her şey Allah’ın kontrolünde, öyle ise sıkıntı yapmaya, dert yapmaya gerek yok. Çünkü insanlar genelde Allah’ın kaderi -el Hakîm isminde bunun tafsilatını anlatacağız inşallah.- İnsan Allah ile muamelesinde ya nimet halindedir veya Allah ile muamelesinde belâ halindedir. Üçüncü bir yol var mı?

……….İnsana nimet isabet ettiğinde en önemli mesele insanın şükredip azgınlaşmamasıdır. İnsana belâ isabet ettiğinde en önemli mesele insanın sabredip Allah’a karşı öfkelenmemesidir. Yani Allah’a itiraz edip onun kaderinin karşısında durmamasıdır.

……….Peki, bu rıza dediğimiz şey, mesela her sabah bunu söylüyor, Radıytü Billâhi rabben. Rab olarak Allah’tan razı oldum. Ne demek bunun anlamı? Rab nedir? Yaratandır, rızık verendir, işleri düzenleyendir, mülkün sahibi olandır, hükmedendir. Rab budur. Yani sen şunu söylüyorsun bir nevi eğer ne söylediğini biliyorsan. Allah’ım bana ne takdir edersen et Rab olarak senden razı oldum. İster beni zindanlarda çürüt, ister beni saraylara padişah yap. İster beni mal mülk içerisine boğ, ister beni bir lokma ekmeğe muhtaç kıl. İster çoluk çocuğumda ehlimde bana afiyet ver, isterse çoluk çocuğumda, ehlimde bana dünyadayken cehennemi yaşat Radıytü Billâhi rabben Ben Rab olarak Allah’tan razı oldum demiş oluyorsun.

……….Peki, nasıl insan böyle olunabilir? Dilimizle söylüyoruz Rab olarak Allah’tan razı oldum, fakat iş hakikate geldiğinde İbn. Kayyım’ın dediği gibi Allah’’ın rahmet ettikleri müstesna kader konusunda insanları teftiş edersen göreceksin ki çoğu Allah’ın kaderine karşı öfkelidir, suizan üzeredir. Peki bu nasıl olur? Her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu bilen insan rahat olur biraz önce söylemiş olduğumuz gibi. Her şey kontrol altında. Kimin kontrolü altında? El ‘Alîm, el Habîr olan Allah’ın kontrolü altında, sen rahat ol. Yani sen düzenlemiyorsun bu işleri ki sen iyi gördüğün zaman şımarasın, kötüyü görmüş olduğun zaman pel perişan olasın.

……….Bakın mesela İnsanoğlunun en makbulü hangisidir? Güçlü olandır, yani güçlü bir karaktere sahip olandır. İnsan güçlü bir karaktere sahip olmadığında işler hafif tersine gittiği anda sanki bütün dünya bitmiş gibi olur insan. Bazen böyle zayıf karakterli insanlar var. Örneğin ders görüyordur, hoca kızar adama bitti. Sanki ilim hayatı son buldu. Böyle bir stres içerisine girer. Karakteri güçlü adam böyle bir şey olduğunda der ki bu benim kaderimdir, bundan ders almam gereken bir şey vardır der ve yoluna devam eder kendini toparlar. Rızık konusunda aile konusunda böyledir. Adam vardır çocuğu bir hata yaptı diye adamın dünyası yıkılıyor. Yani bu çocuk kime çekti, bu çocuk ne olacak diye perişan oluyor. Adam da var gayet rahattır, diyor ki inşallah bunu zamanla tane tane ıslah edebiliriz.

……….Biz hangi sınıftan olmakla mükellefiz? Bu dersleri onun için yapıyoruz. Allah’ın isimlerini tanıyıp Allah’a teslim olan ve ufak bir musibet başına geldiği zaman dünya yıkılmış gibi muamele eden insanlardan olmamak için bu dersleri görüyoruz zaten.

……….Ve minenNasi men yekulü amenna Billâhi feizâ uziye fiyllahi ce’ale fitneten Nasi keazâbillâh.. (Ankebut/10)

……….İnsanlardan öylesi vardır ki Allah’a iman ettim der, Allah yolunda en basit bir eziyet ile karşılaşsa insanların eziyetini Allah’ın azabı gibi görmeye başlar.

……….Yani gittiniz bir yere mesela, davet yapıyorsunuz insanlara. Adamın biri size hakaret etti. İslâm da bunun adı ne? Eziyet. Adam size eziyet ediyor. Kovdu sizi, hakaret etti, iftira etti.

……….“Dünya yıkıldı, her şey bitti per perişan olduk” mesela. Sanki bir daha yapabilecek hiçbir şeyimiz yoktur. Bu insanın zayıf tabiatlı olduğu, hakkıyla her şeyin Allah’ın kontrolünde geliştiğini bilmediğini gösterir.

……….Bu konu bizim için çok önemli bir konu, çünkü çoğu insan maalesef Allah’ın rahmet ettikleri müstesna bunu görüyoruz. Yani çok basit olayların insanları yıktığını ve sahanın dışına attığını görüyoruz.

……….Benim aklımda kalmış olan bir mesele şu; Adamın bir tanesinin çok değerli bir atı var, herkes bu atı istiyor. Padişah özellikle sürekli adamlarını gönderiyor, bu atı diyor bana ver, Adam da vermem ben diyor, ben atımı seviyorum.

……….Bir gün at kaçmış, bütün köylüler toplanmış adamın yanına gelmişler demişler ki; Bak o kadar padişah senden bu atı istedi vermedin, sana da yar olmadı, at ta gitti padişahın yanında ki nimetlerden de oldun demişler. Acele etmeyin demiş yani, her şey Allah’ın kontrolünde, hayırdır şerdir orasını Allah bilir.

……….Aradan bir hafta geçmiş at kendi gibi 10 yabani atı daha beraberinde almış geri dönmüş ahıra. İnsanlar tekrardan gelmişler. Demişler bak, sen doğru söylemişsin her şey kontrol altında. Biz öyle düşünemedik, bak daha iyi oldu senin için. O yine Allah bilir demiş yani. Daha iyi mi oldu, kötü mü oldu orasını siz bilemezsiniz, acele etmeyin demiş sabır gösterin diye. Bu adam hiçbir şeyden anlamıyor demişler, at gidiyor seviniyor, at geldi yine seviniyor. Çocuğu bu yeni gelen atlardan bir tanesine binmiş, düşüp ayağını kırmış. Gelmişler demişler ki bak doğru söyledin sen biz hayır dedik ama bak şer çıktı çocuğun ayağı kırıldı.

……….O yine acele etmeyin demiş, her şey Allah’ın kontrolü altında hayır mıdır şer midir zaman gösterecek. Yine adamı kınamışlar, suçlamışlar. Belli bir zaman geçmiş seferberlik ilan edilmiş. Köye gelmişler köyün bütün gençlerini götürmüşler, savaş ta kaybedilecek bir savaş. Yani, karşı tarafta ki düşman çok büyük, çok güçlü. Bizimkinin ayağı kırık olduğu için onu almamışlar. Gene gelmişler adama demişler ki bak yine senin dediğin gibi oldu. Biz şer gördük ama sen haklı çıktın. Adam acele etmeyin demiş her şey Allah’ın kontrolü altında. Ne olacağını kimse bilmez. Yani eklerseniz bu hikâyeye uzar gider.

……….[Ek Bilgi; Çin düşünürü Lao Tzu’nun öyküsü

……….Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış…….

……….Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:
……….“Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.” (Lao Tzu)]

……….Burada benim size anlatmak istediğim şey şudur. Dünya hayatı zor bir hayat. Kederin derdin, sıkıntının eksik olmamış olduğu bir hayat. Dünya hayatı sadece basit bir oyundan ibaret ve insan böyle yüce bir Allah’ın kontrolü altında yaşarken dünyanın basit meseleleri karşısında yıkılmaması gerekir. Dünya da Allah’ın razı olduğu yeryüzüne varis olan, müttakilere imam olan, salih amellerde öncü olan insanlardan olmak istiyorsanız, ahirette Allah’ın razı olacağı kullardan olmak istiyorsanız sorunlarla mücadele etmeyi öğrenmeniz lazım. En ufak bir sorun sizi sahanın dışına atar, psikolojik olarak nefis yönünden sizi çökertirse siz bu saydıklarımdan hiçbir tanesini elde edemeyiz. Bunun yolu da nedir? Bu avam olan adamın mantığıyla düşünmektir olayları. Her şey Allah’ın kontrolü altında, Allah biliyor, Allah görüyor, Allah takdir ediyor ve en önemlisi Allah bizi seviyor. Yani Allah bu takdiratını yaparken bizden nefret eden, bizden kurtulmak isteyen bir yöneticinin tasarrufu gibi bizim üzerimizde tasarruf etmiyor. Bizi seven, bizim hayrımızı isteyen, bizim günahlarımızın üzerini sürekli örten bir Allah olarak bizimle muamele ediyor. Böyle düşünürseniz Allah’ın izni ile hayatın hangi alanında ve sahasında olursa olsun zorluklar ve sıkıntılar sizi sarsmaz Allah’ın izni ile. Bu bir meselemiz Allah’ın el Muheymin ismi ile alakalı olaraktan.

……….İkinci bir meselemiz ise Allah el Muheymin olduğu gibi, Allah’ın kitabı olan Kur’an da el Muheymin’dir. Maide suresinde Allah; Peygamber AS. e şöyle bir ayet indiriyor diyor ki;

……….Ve enzelna ileykel Kitabe Bil Hakkı musaddikan lima beyne yedeyhi minel Kitabi ve Müheyminen aleyh… (Maide/48)

……….Biz sana hak ile bir kitap indirdik. Bu kitap kendinden önce geçen kitapları da tasdik eder ve onların üzerinde bir Muheymin’dir diyor Allah. Kur’an kendinden önce geçen bütün kitapların üzerinde Muheymindir. Yani kontrolcüdür, yani Kur’an ı kerim ölçüdür. Bu kitapların içerisinde var olanlar Kur’an-ı Kerime uyuyorsa bu kitaptakiler tahrif edilmemiştir, bu kitaplarda var olan bilgiler, Kur’an da ki bilgilerle uyuşmuyorsa bu tahrif edilmiş demektir. Nasıl ki Allah Hak’tır, indirdiği kitap ta Hak’tır. Hakeza Allah el Muheymin’dir, indirmiş olduğu kitap ta el Muheymin’dir. Allah’ın sıfatlarının çoğu aynı zamanda Kur’an da da var. Allah el Hâdi olduğu gibi Kur’an da hidayet edicidir. Allah Rahman olduğu gibi Kur’an da rahmettir doğru mu? Allah hikmet sahibi olduğu gibi Kur’an da hikmet sahibi hâkim olan bir kitaptır. Yani Allah’ın Cemal isimlerinde var olan birçok sıfat aynı şekilde Kur’an ı kerimde de mevcuttur.

……….Peki, şimdi şöyle bir soru soralım. Kitabın Muheymin oluşu ne anlama geliyor, yani tam olarak biz buradan nasıl bir anlam çıkarabiliriz?

……….Ayeti kerimenin devamı zaten bunu anlatıyor peygambere;

……….ve Müheyminen aleyhi fahküm beynehüm Bima enzelAllâhu ve lâ tettebı’ ehvaehüm amma caeke minel Hakk… (Maide/48)

……….İki madde söylüyor Allah;

……….1 – Onların arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet,

……….2 – Sana gelen hususunda onların hevalarına uyma. Yani sana bir doğru gelmiş, ehli kitabın da iddia etmiş olduğu bir şey var sakın ha bu konuda onların hevasına uyma diyor Allah.

……….Demek ki birinci ve ilk meselemiz nedir? Allah’ın kitabının yer yüzünde hükmeden olması, hükmedilen konumunda olmamasıdır. Zaten bu kâinat Allah’ın ise, geçen derslerimize, şöyle bir geri gidelim. Bu kâinatın içinde herşeyin en doğrusunun olduğunu bilen el ‘Alîm olan Allah ise, bu kâinatın bütün mülkü O’nun elinde ise, kullarına karşı en merhametli olan da, bütün tasarruflarında asıl sıfatı merhamet ise ve bu Allah’ta bütün bu sıfatlarıyla beraber bir kitap indirmişse eğer, elbette ki hükmedilmeyi hak edecek olan Allah’ın kitabıdır.

……….Sürekli derslerimizde söylediğimiz bir şey var, buna hem biz yakinen inanmamız lazım, hem de dilimizde tüy bitene kadar bunu insanlara anlatmamız lazım. Nasıl ki biz kendimize ait olan sınırlı mülklerde başkasının sözünün geçmesine razı olmuyorsak, bunu kabullenemiyorsak, âlemlerin Rabbi olan Allah kendi mülkünde kendisinden başka kimsenin sözünün geçmesini hiç kabul etmez.

……….Biz aciz olan insanlarız, size masa örneğini vermiştim hatırlarsanız. Sizin masanıza sizden izinsiz biri karıştığı zaman bunu sorun haline getiriyorsunuz yani, bu her insan için böyledir. Senin hanımına baban bir şey söylediğinde, senin dışında annen bir şey söylediğinde bunu sorun haline getiriyorsun. Sen orada “Benim sözüm geçer” diyorsun. Senin çocuğuna bir başkası kızmış olduğu zaman sen bunu sorun haline getiriyorsun. Sen aciz insan kendi sınırlı mülkünde bu kadar hassas isen, bütün eksikliklerden münezzeh olan, alemlerin Rabbi olan Allah nasıl kendi mülkünde kendinden başkasının hükmetmesine müsaade etsin. Böyle bir şey mümkün değildir. Kimse el Müheymin bu kâinatın kontrolünü, gözetimini elinde bulunduran, hükümlerinin geçmesi gereken de odur. Onun için Allah ne dedi?

……….fahküm beynehüm Bima enzelAllâh… onların arasında kitap ile, Allah’ın indirdiği ile hükmet dedi. Doğal olarak bugün Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, sadece Allah’ın el Hakem ismini inkâr etmiş olmazlar değil mi? Allah’ın el Melik ismini de inkâr etmiş olurlar, Allah’ın el Müheymin ismini de inkâr etmiş olurlar. İleriki derslerde göreceğiz Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler Allah’ın şeriatı dışında anayasalarla insanların arasında hükmedenler Allah’ın birçok ismini inkâr etmiş olurlar.

……….İkinci bir mesele ise ve lâ tettebı’ ehvaehüm amma caeke minel Hakk… sana gelen Hak konusunda onların hevalarına uyma. Bütün bilgilerin musahhihi Kur’an ı kerimdir. Hangi bilgi olursa olsun elimizde onu ne yapıyoruz? Kur’an ı kerime arz ediyoruz, ya da Kur’an ı kerimin beyanı olan ve vahyin bir parçası olan peygamberimizin sünnetine arz ediyoruz. Bunu peygamberimiz vahye arz ettikten sonra geriye dönüyoruz. Ortaya çıkan bilgi, sahih olan bilgi bu bilgidir diyoruz.

……….Niye Müyeymin’dir biliyor musunuz? Çünkü kıyamete kadar bütün bilgiler bunun süzgecinden geçmeye mahkûmdurlar. Mesela şöyle bir içinde yaşamış olduğumuz çağa bakın, bilginin kaynağı nedir diye soru sorsak, kimine göre bilginin kaynağı bilimdir. Yani rasyonalist akla göre deneyden sonra bir şey tasdik edilirse bu bilgidir, deneye uğramamış hiçbir şey bilgi değildir. Bir başka görüşe göre bilginin kaynağı felsefedir, yani bilginin kaynağı düşüncedir.

……….Şimdi bu ikisine bakın bilim. 60 sene önce yazılmış bilimsel ve kesin doğru olarak kabul edilen şeyler bugün geçerliliğini yitiriyor. Yani eski bir bilimsel test, daha sonra gelen başka bir keşifle bir öncekinin yanlış yaptığını anlıyoruz. Hiçbir bilgi Müheymin değil farkındaysanız. Yani altındaki bütün bilgileri toplayan ve onlara hükmetme sıfatına sahip değil.

……….Filozofları düşünün felsefe nedir? Felsefe bir düşünce eylemidir, filozof düşünür. Kendi yaşadığı dönemde son sözü söyledi denilen birçok adam, kendinden sonra gelen filozofların maskarası haline dönüşmüş. Yani Adam Arapların dediği gibi adamı yere sürmüş, yerle bir etmiş, dalga geçmiş. Yani böyle saçma fikir mi olur demiş ve bu sefer insanlar ona demiş ki işte bunun söylediği haktır, daha bundan ötesi olamaz. Bir asır sonra bir başkası gelmiş demiş. “Senin bu söylediklerin de laf mı?”

……….Meselâ bütün filozofların düşünceleri ve birikimleri buraya kadar duruyor. Marks gelmiş bakmış demiş bütün bu filozoflar dünyayı yorumlamışlar, bundan sonra dünyayı değiştirmenin zamanıdır diye hepsini elinin tersi ile bir tarafa itmiş, yani filozofları kahve adamı gibi görmüş, kahvede oturup boş konuşan, bir şeyler yorumlayan adamlar gibi görmüş.

……….Hiçbir bilgi Müheymin değildir, başka bilgilerin üzerinde kontrolcü değildir. Ama Kur’an ı Kerim’e bakın insanlar gelişiyor, ufuklar genişliyor, her gün teknoloji ile alakalı yeni gelişmeler yaşanıyor, hiçbir şey Kur’an ı Kerimde var olan bilgileri çürütmediği gibi eleştirilen birçok şey zaman içerisinde Kur’an ın dediğinin doğru, onların dediğinin yanlış olduğu ortaya çıkıyor.

……….İki deniz suyunun karışma meselesini biliyorsunuz değil mi?

……….Meracelbahreyni yeltekıyan.

……….Beynehüma berzahun lâ yebğıyan. (Rahman/19-20)

……….Bununla dalga geçiyordu insanlar. Yani nasıl diyorlardı, iki deniz yan yana birbirine karışmak için geliyor, Beynehüma berzahun lâ yebğıyan ikisinin arasında bir berzah vardır.

……….Biz böyle bir şey görmüyoruz, bu sular nasıl birbirine karışmaz diyorlardı. Ama bugün bilim ispat etti ki kâğıttan çok daha ince bir çeperle Allah iki suyu birbirinden ayırmış. Tuzlu su bir tarafta, tatlı su diğer tarafında ve ikisi birbirine karışmıyor. Kur’an ın nasıl Müheymin olduğunu anlayabiliyor muyuz?

……….….kâneta retkan fefetaknahüma. (Enbiya/30)

……….O ikisi bir gaz kütlesiydi biz onları patlattık dediğinde Allah, birileri şöyle dalga geçiyorlardı. Nasıl yani diyorlardı normalde patlama yıkıcı olur, şimdi mantığa bak, bir şey patladı mı yerle bir olur. Mantık bunu gerektirir. Nasıl Allah onu patlattıktan sonra ortaya kâinat çıktı. Yani Muhammed de öyle bir söz söylemiş ki diyorlar hiç düşünmemiş arkasını. Ne oldu? Şimdi Allah’ın dediğine geldiler. Dünya bir gaz kütlesiydi, bir patlama oldu, patlamadan sonra dünya oluştu diye. İşte Allah’ın kitabı olan Kur’an böyle Muheymin’dir. Yani saltanatını bütün bilgilerin üzerine koyar, bilgi ona uyuyorsa kabul ederiz, bilgi ona uymuyorsa kabul etmeyiz.

……….Bu bizim için şunu gerektirir. Mesela bugün diyelim ki bütün bilim adamları toplandı, milyonlarca deney yaptılar ve Kur’an ı kerim de var olan hakikatin aksini söylediler, böyle bir şey olmaz dediler. Biz ne yapacağız? Diyeceğiz ki bunların dedikleri yanlıştır. Nasıl ki 1000 sene önce dalga geçenler 1000 sene sonra utandılar söylediklerinden. Hakeza 1000 sene sonra da bunların dediğinin yanlış olduğu bir şekilde ortaya çıkacaktır. Çünkü Allah’ın söylediği El Müheymin olan Allah’tır, kitabı da el Muheymin’dir, insanların söylemiş olduklarının hepsi boştur. Bu da Allah el Muheymin ise Allah’ın kitabı olan Kur’an da el Muheymin’dir demektir.

……….Üçüncü bir meselemiz ise üç ve dördüncü meseleler genelde ahlakla ilgili, yani hepimizi ilgilendiren bir meseleden konuşacağım inşallah.

……….İnsanoğlu bir tercih yapmak zorundadır, bu hepimiz için geçerli olan bir şey. Ya Allah’ın heymenesini kabul edip Allah’ın heymenesine boyun eğeceğiz, hayatımızı ona göre düzenleyeceğiz, ya da insanların heymenesini kabul edeceğiz hayatımızı insanların heymenesine göre, insanların kontrolüne göre düzenleyeceğiz.

……….Bunu niye anlatıyorum? Şunun için anlatıyorum biz Allah’ın bütün isimlerini gördüğümüzde siz şunu göreceksiniz. Hatta ben isterim ki içinizden biri bunula ilgili not tutsun bize, en sonunda bazı değerlendirmeler yapalım. Bütün isimlerde ortak işaret edilen şey nedir? Allah’ın bütün isimlerinin kulu terbiye etmiş olduğu ortak noktalar var, bir de her birinin kendine has olan bir takım yönleri var. Ortak noktalar nedir? En başında ihlas, ihsan, şükür, rıza. Bunların hepsi Allah’ın bütün isimlerinin sonucunda göreceğimiz şudur. Ayrıyeten sevgi korku ve reca. Yani hangi ismi anlatırsak anlatalım göreceğiz ki Allah bizim kalbimize bu manalardan bir tanesini ortak olarak yerleştirmeye çalışıyor.

……….İnsanoğlunun yaşarken en büyük mücadelesi ihlas sahibi olmaktır. Doğrumu? Doğru, en büyük mücadele ihlas sahibi olmaktır. İhlas konusunda başarılı insan kulluğunun bütün kısımlarını da başarmıştır. İhlas konusunda kaybeden insan kulluğun kalan bütün kısımlarında kaybetmiştir. Şeytan bile bunun burasını anlamış.

……….İlla ‘ıbadeke minhümül muhlesıyn. (Hicr/40)

……….Senin bütün kullarını saptıracağım, ama senin muhlas olan, yani ihlaslarından ötürü Allah tarafından arındırılmış olan kulların müstesna diyecek.

……….Şeytan bunu nasıl anladı? Şeytan bunu şuradan anladı, çünkü Allah diyor ki

……….Ve mâ ümirû illâ liya’budullahe muhlisıyne lehüd diyn.. (Beyyine/5)

……….Onlar sadece ve sadece dini Allah’a halis kılarak ihlasla Allah’a kulluk etmekle emrolundular.

……….Biz sadece ihlasla mı emrolunduk, yani Kur’an i kerimi şöyle bir açın bakalım, baştan sona bir okuyun. Kur’an ı kerimde sadece ehlisu, ehlisu, ehlisu mu diyor? Namaz kılın diyor, zekât verin diyor, iyi insanlar da olun diyor, cihat ta edin diyor.

……….Peki, ne demek sadece ve sadece ihlasla emrolundular? Çünkü İhlas temel, ihlas varsa kalan diğer emirler de anlam kazanıyor zaten. İhlas yoksa kalan diğer emirlerin hiçbir değeri, özelliği yoktur. Yani binayı da inşa etsen, çok büyük ameller de yapsan, ihlas yoksa Allah resulü diyor; ona hiçbir şey yoktur amelinin karşılığında.

……….Şimdi burada insanoğlunun bir fıtratı meselesi var. İnsanoğlu yaşarken mutlaka amellerinin arka planında bir niyet taşır, niyetsiz hiçbir insan yoktur mutlaka ama mutlaka insanoğlu bir niyet taşır.

……….İşte bu taşımış olduğu niyet neye göre şekilleniyor? Kimin heymenesini, kontrolünü kabul etmişse kendi üzerinde o niyet ona göre şekilleniyor. O şekillenen şeye biz ne diyoruz, ihlastır diyoruz.

……….Sürekli fikir dünyasında acaba insanlar benim hakkımda ne düşünüyor, acaba insanlar benim bu yaptığımı nasıl değerlendirdiler. Mesela dersteyiz diyelim, hoca bana kızdı mı, acaba hoca beni sevdi mi. Sen ne yapıyorsun, farkında mısın bu düşünceler seni nereye götürüyor? Bu düşünceler seni el Muheymin olarak kendi hayatına insanları tayin etmeye götürüyor. Senin hayatında artık Muheymin, gözetleyici olan insanlar. Acaba ne diyorlar, ne düşünüyorlar diye. Ya bunu tercih edeceksin kendi hayatında, ya da sürekli diyeceksin ki acaba Allah benim hakkımda ne düşünüyor. Allah beni görüyor da, Allah er Rakîp’tir beni gözetliyor şu anda. Acaba şu an içinde bulunduğum hale Allah nasıl bir değer biçiyor. Benim amel defterimde veya meleklerin yanında. Bu soruyu soracaksın. Acaba Allah beni şu anda sevdi mi, beni kullarının yanında andı mı, yoksa bana öfkelendi mi diye. Bu tamamen senin elindedir. Yani düşünce dünyanda istersen o heymene makamına Allah’ı koyarsın, istersen inşaları koyarsın. İnsanları koymuşsan ha ehli şirk bir insan olmuş olursun, kula kulluk yaparsın. Allah’ı oturtursan alemlerin rabbi olan Allah’a teslim olursun ve Allah’a hakkıyla kulluk etmiş bir insan olursun.

……….Mekki surelerde Allah sahabeyi bu ahlak üzerine yetiştiriyor, yani bütün derdiniz bütün hemminiz acaba Allah bizim bu amelimiz hakkında ne düşünüyor olsun diyor.

……….Ve yut’ımunetta’ame ‘alâ hubbiHİ miskiynen ve yetiymen ve esiyra. (İnsan/8)

……….Onlar yiyeceklerini miskine, yetime ve esire sevmelerine rağmen onlarla paylaşırlar.

……….Peki, paylaşırken lisan-ı halleri, neler?

……….İnnema nut’ımuküm livechillâhi lâ nuriydu minküm cezaen ve lâ şükûra (İnsan/9)

……….Bis sadece ve sadece sizi Allah’ın rızası için yedirip içiriyoruz. Sizden ne bir karşılık bekliyoruz, ne de sizden bir teşekkür bekliyoruz.

……….İnna nehafu min Rabbina yevmen ‘abusen kamtariyra. (İnsan/10)

……….Biz rabbimizden öyle bir gün de korkuyoruz ki o günde yüzler asık olacak ve o gün şiddetli bir gün olacak.

……….Fevekahumullâhu şerre zâlikelyevmi ve lakkahüm nadreten ve sürura. (İnsan/11)

……….Allah onların bu duyguları bu hareketleri karşısında o günün şerrinden onları muhafaza etti. Ve Allah onlara yüz parlaklığı ve sevinç ile onları karşıladı ve onlar bu şekilde karşılandılar.

……….Burada Allah sahabeye neyi öğretiyor? Daha ilk inen ayetler bunlar. Yani sizin tek derdiniz İnnema nut’ımuküm livechillâhi olsun. Sadece Allah’ın rızası için iş yapıyoruz. Ne kimseden bir karşılık bekliyoruz, ne kimseden bir teşekkür bekliyoruz. Biz o zor günde Rabbimizle karşılaşacağımız hesaptan korkuyoruz. Sizin derdiniz bu olmuş olsun.

……….Fikir dünyasını inşa ediyor, yani Allah onların fikir, düşünce dünyasını inşa ediyor. Tek korkularının ahiret ve hesap korkusu olmasını istiyor.

……….Peygamber de aynısını yapıyor, mesela bir hadis-i şerifte sahabeye diyor ki, şimdi sıla-i Rahim yapın konusuyla ilgili bir sürü emir var biliyorsunuz. Şimdi sıla i rahim yapan kimdir peygamber bunu anlatıyor bize. Allah’ın yanında sılai rahim yapan mukafi olan insan değildir. Yani kendisi ziyaret edildiği için kendisine yönelik akrabalık bağlarını gözeten değildir diyor, o mukafidir. Yani yapana karşılık verendir. Peki, vasıl kimdir? Ancak vasıl, Allah’ın o sevip razı olduğu insan, diğer akrabalarının kendisiyle akrabalık bağlarını kesmelerine rağmen o insanlarla akrabalık bağlarını kesmeyendir. Yani peygamber neyi öğretiyor sahabeye? Diyor ki siz insanlara karşı hayır yaparken onlar yaptı diye yapanlardan olmayın bu mukafidir. Bir şey yapacaksanız sadece ve sadece Allah istedi diye yapın. Onlar yapsa da yapmasa da, sizin hakkınızı çiğneseler de siz akrabalık bağlarını gözetin ve Allah’tan korkun.

……….Normalde insan nefsini terbiye ederken bir genel kurallar var bir de hususi kurallar var insanın nefsine göre. Bir sonraki maddede bunlardan bahsedeceğiz. Burada söylemek istediğim şey insanın fikir dünyasında sorunu çözmesi, irade dünyasında sorunu çözmesinden daha kolaydır. İrade dünyasında bir sorunu çözmesi amele dönüşmesinde ve amel dünyasında onu çözmesinden daha kolaydır. Amele başladığı zaman bir sorunu çözmesi, amele devam edip onu alışkanlık haline getirdiğinde çözmesinden daha kolaydır.

……….İnsanoğlu dört merhalelerdir; Önce düşünür, aklına bir şey gelir. Bu düşünceyi attın attın. Atmadın bu düşünce yoğunlaştığı zaman bu iradeye dönüşüyor. İrade nedir? Kişinin bunu sevmesi onu yapmaya dair içinde istek oluşması demek. O iradeyi attın attın, yani ondan kurtuldun kurtuldun. Kurtulamadın bu sefer amele dönüşüyor. Hiçbir amelin başlangıcı ile ortası ve sonu aynı değildir. Amelin başında ondan vazgeçtin geçtin, vazgeçmezsen o sen de alışkanlık haline gelir. Artık istesen de belli bir noktadan sonra onu terk etmen mümkün olmuyor.

……….Şimdi bu ihlas, heymene meselesini anlatınca, her insanın aklına mutlaka acaba insanlar benim hakkımda ne düşünüyor sorusudur. Zaten şirkin de başlangıç noktası burasıdır. İnsanın Müheymin konumuna insanoğlunu oturtması, küçük şirk demiş olduğumuz riyanın başlangıç noktası burası. Fikir dünyasına geldiği anda ki gelecek te, şeytan boş durmayacak. Bizim bunu hemen müalece etmemiz gerekir. Ey nefis dememiz lazım insanların ne düşündüğünün ne önemi var, insanların düşüncesinin dünya da ve ahirette bir karşılığı yok. Bugün seni seven göklere çıkaran insan yarın seni çıkardığı kadar da yerin dibine sokuyor.

……….İnsanoğlu böyle değil midir, insanoğlu nankör değil midir? Sen Vefa sahibi olan alemlerin rabbi olan Allah’ın senin hakkında ne dilediğine ve ne düşündüğüne bak. Çünkü Allah birini yüceltmişse hak ettiğinden dolayı, onu düşürmez. Birini düşürmüşse hak ettiğinden dolayı onu yüceltmez. Alemlerin rabbi olan Allah adildir kimseye zulmetmez.

……….Fikir dünyasında bak el Muheymin olan Allah’tır, aynanın karşısında saatlerini geçirme. Doğru değil mi? Aynanın karşısında sen ne yapacaksın, saçını başını üstünü, şeklini şemalini. Allah Resulü; Allah sizin şekillerinize, şemallerinize bakmaz. Allah sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.

……….Neden bakıyor Allah senin amellerine? Allah arşına istiva etmiş, el ‘Alîy olan Allah sürekli sana nazar ediyor. Bu nazar Allah’ın Müheyminliğinin bir parçasıdır, Rakîb olası, gözetlemesinin bir parçasıdır. Sen bunu düşüneceksin. Yani insanların benim hakkımda ne düşündüğü önemli değil, şu an da Alemlerin rabbi olan Allah benim niyetimi gözetliyor ve onun üzerinde heymene kuruyor.

……….Allah’ın izni ile sen düşünce dünyasına, şeytanın vesvesinin karşısında bu hayırlı düşünceleri yerleştirirsen şirkin başlangıç noktası olan insanları oturtmuş olduğun o yeri yıkabilir, çökertebilirsen Allah’ın izni ile gerisi senin için kolaydır. Yok, ama düşünce dünyasında bunu aşamayan insan, iradeye dönüştükten sonra bundan kurtulması çok daha zordur. Amele dönüştükten, alışkanlık haline geldikten sonra zaten Allah’ın rahmet ettikleri müstesna bunlardan kurtulmak çok daha zor olacaktır.

……….Dördüncü bir mesele ise E. Musa el Aş’ari bir seferde bir arkadaşı ile yolculuğa çıktığı zaman şöyle dua ediyor. Arkadaşı aktarıyor onun duasını.

……….Allahümme entesselâmü tuhibbü’s Selâm ve entel mü’minu tuhibbu’l mü’min ve entel muheyminu tuhibbu’l muheymine ve entessadıku tuhibbu’s sadıka.

……….Allah’ım sen es Selâm olduğun gibi kullarından da selamet sahibi insanları seversin. Sen El mü’min olduğun gibi kullarından mü’min olanları seversin, sen Muheymin olduğun gibi kullarından muheymin olanları seversin, sen Sadık olduğun gibi kullarında da doğru sözlü olan sadık olanları seversin. Diyor.

……….Bu ne demek? Bu şu demek nasıl ki Allah Muheymin’dir her şeyi kontrolü altına alıyor, kullarından da nefislerini kontrolü altına almayı bilenleri Allah sever. Yani senin heymene kurman gereken tek yer senin nefsin üzerinde heymene kurman ve onu kontrol etmendir. Yani;

……….ve nehennefse ‘anilheva.. (Naziat/40)

……….Nefsini hezasından nehyetti diyor Allah. Kimin sıfatıdır bu? Muttaki olan insanların sıfatıdır. Nefis bir şeyleri emreder, nefis insanları bir tarafa çeker, ama nefis üzerinde muheymin olan, kontrol sahibi olan insan nefsi hevasından men eder ve Allah kullarından böyle olan insanları sever.

……….Şimdi burada özellikle hepimizin ortak kulluğumuzun meselelerinden biri şudur; Nefislerimizi kontrol altına almak, onu hevasından men etmek. Nefsin isteklerini çözebilir miyiz, mesela şöyle biri çıksa içimizden dese ki ben nefsimi öyle bir hale getireceğim ki hiç bana kötülüğü emretmeyecek. Mümkün mü böyle bir şey? Mümkün değil. İbn. Kayyım’dan bir örnek vermiştik hatırlıyor musunuz, su örneğini vermiştik mesela. Bu mümkün değil, çok zor bir şey.

……….Peki, ne yapabilir insan? Nefsin isteklerine gem vurabilir, yani onları nefsin hevasından nehyedebilir, bir de onları hayra, güzelliklere yönlendirebilir.

……….Peki, bunu nasıl yapacak insan, yani insan nefsini nasıl kontrol altına alır. Allah muheymin olanları seviyor ama bunun yolu ne?

……….Bazı ilim adamları diyorlar ki, -bakın buraya çok dikkat edin- Allah kâinata heymenesini nasıl kurduysa insan da nefsine aynı sıfatlarla heymenesini kurar. Gazali ne diyordu? Allah üç sıfatla kâinatta heymene kontrol kurdu;

……….1 – İlim,

……….2 – Kudret,

……….3 – Devamlılık.

……….Her şeyi bilmek, bildiği hayrı kullarına getirebilme kudretine sahip olmak ve bunun da sürekli olması, yani belli bir zamana münhasır olmaması.

……….Demişler kul da bu üç sıfatı kendinde bulundurursa nefsine karşı Allah’ın izni ile Kur’an ı kerim de övdüğü nefsini hevasından men eden kullarından olabilir. Nasıl olur bu?

……….1 – İlim; Kişinin nefsini tanıması lazım, eğer sen nefsini terbiye etmek istiyorsan önce nefsini tanıman lazım. Şimdi Kur’an ı Kerim bize bir nefsi genel olarak tanıtıyor, nefsin bazı özelliklerini söylüyor. Bir de her insanın nefsinin kendine has bir takım özellikleri var. İkisine yönelik ilim sahibi olan insanlar nefislerini çok rahat kontrol altına alabilirler.

……….Bütün nefislerin ortak özelliği nedir? Bir nefis ya kötülüğü emreder, ya kötülüğü kınar, ya da bu ikisinden kurtulup mutmainlik seviyesine ulaşır. Allah Kur’an ı Kerimde 3 tane nefis özelliği tanıtıyor. Yusuf AS: ne dedi?

……….Ve ma uberriu nefsiy* innen nefse leemmaretun Bissui.. (Yusuf/53)

……….Ben nefsimi temize çıkarmıyorum, çünkü nefis innen nefse âmiretun Bissui demiyor dikkat edin. innen nefse leemmaretun Bissui Lâm te’kit için. İki tane te’kit var ayeti kerimenin içerisinde leemmaretun bu mübalağalı ismi fail. Çokça fazla insanlara kötülüğü emreder diyor Yusuf AS.

……….Bir nefis vardır insana kötülüğü emreder, zaten hepimiz bunu yaşıyoruz. Bel ki şu anda bile şeytan kafamıza bir çok kötülük atabiliyor nefsimiz.

……….2 – Levvame olan nefis; İnsan bu bilinci nefse ayak uydurduğunda, onun isteklerini yaptığında insanı uyaran ve insanı kınayan nefis;

……….Lâ uksimu Bi yevmil kıyameti – Ve lâ uksimu Bin Nefsil Levvameh. (Kıyamet/1-2)

……….Kıyamet gününe yemin olsun ki, levvame olan nefse yemin olsun ki diyor Allah. Burada ki lâ nefy için değil te’kit için getirilmiş. Ve lâ uksimu Bin Nefsil Levvameh o levvame olan, kötülük yaptığında insanı kınayan, niye bunu yaptın, Allah’tan korkmuyor musun diyen nefse yemin olsun.

……….3 – Nefsi Mutmainne;

……….Ya eyyetühen Nefsül Mutmainneh – İrci’ıy ila Rabbiki radıyeten mardıyyeten. (Fecr/27-28)

……….Ey Mutmain olmuş, sekinete kavuşmuş olan nefis rabbine razı olmuş ve rabbinin de kendisinden razı olmuş bir şekilde rabbine dön denilir o nefse.

……….Şimdi sen öncelikle bunları bileceksin, yani nefsini terbiye etmek istiyorsan ki ilim dediğimiz şey nefislerin genel özelliğidir. Nefis sana kötülüğü emrettiğinde sen ne yapacaksın? Nefsini kınayacaksın. Bu nefsin tabiatındandır, bu senin elinde olan bir şeydir. O sana kötülüğü emredecek, sen ona diyeceksin Allah’tan korkmuyor musun ey nefis, ahireti hatırlamıyor musun ey nefis, Allah seni karşısına alıp sana bu yapmak istediğinin gözünün önünde sana izlettirdiği zaman hangi yüzle rabbinin yüzüne bakacaksın diye nefse sen bunu hatırlatacaksın, sen burada başarılı olursan, onun kötülüklerine karşı koyma vasfını artırırsan sonuç bellidir, Allah’ın izni ile canını verirken Allah seni bu cümlelerle karşılayacaktır. “Ey mutmain olan nefis rabbine razı olmuş ve razı olunmuş bir şekilde rabbine dön”. Allah hepimizi bunlardan kılsın. Allahümme amin.

……….İkinci bir ilim ise insanın kendi nefsine dair bir takım bilgilere sahip olmasıdır. Allah Ayeti kerime de diyor ya;

……….Kul küllün ya’melu alâ şakiletihi.. (İsra/84)

……….De ki her insan kendi şâkilesi üzerine amel yapar.

……….İnne sa’yeküm leşetta. (Leyl/4)

……….Sizin amelleriniz farklı farklıdır diyor Allah. Niye? Çünkü sizin tabiatlarınız, şakleleriniz farklı. Yani Allah sizi farklı farklı suretlerde, farklı farklı psikolojilerde, farklı farklı tabiatlarda yaratmış.

……….Kendi nefsini tanımazsa insan zaaf noktaları nelerdir, şeytan nerelerde onun ayağını kaydırıyor, hangi noktalarda taate karşı kuvvet bulup Allah’a daha güzel kulluk yapıyor insan bunun üzerinde düşünüp, tefekkür edip bilmezse insan şeytanın elinde oyuncak olur ve kıyamet gününde şeytan dünyada oyuncak yaptığı insanlara diyecek ki “Ben sizden deriyim.” Hani Allah ayette diyor ya;

……….ve kâneş şeytanu lil’İnsani hazûla. (Furkan/29)

……….Şeytan insanı yarı yolda bırakır. Ne demek bu şeytanın insanı yarı yolda bırakması? Dünyadayken seni parmağında oynatır, oynatır, oynatır, ahiret gününde sana der ki Ben Alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkuyorum, ben senden Berîyim, ne halin varsa gör. Der. Onun için insan kendi nefsini, nefsinin zaaflarını ve kuvvetli yönlerini bilmesi gerekir, bununla ilgili ilim sahibi olması gerekir ki insan nefsini ıslah edebilsin.

……….Mesele şöyle düşünün, diyelim ki ben nefsimi arındırmak istiyorum, kötülüklerinden kurtulmak istiyorum. Her insanın ortak olduğu bazı yönler var, umumi ilim dedik ya yani herkesin müşterek olduğu, bir de kişiye özel ilim var, buna bir örnek vereceğim. Mesel Allah Kur’an ı kerimde diyor ki herkesin kendisiyle teskiye olduğu iki şey var. Biri sadaka vermektir, bir tanesi de ihlastır.

……….Ve seyücennebühel’etka. (Leyl17)

……….o cehennemden muttaki olan insanlar uzaklaştırılacaklar.

……….Elleziy yü’tiy malehû yetezekkâ. (Leyl/18)

 ……….O ki malını verir ve onunla arınır. Doğru mu?

……….Ve ma liehadin ‘ındehu min nı’metin tücza. (Leyl/19)

……….Yani o kimsenin vermiş olduğuna karşılık kimseye bir minneti, bir beklentisi söz konusu değildir.

……….İllebtiğâe vechi Rabbihil e’lâ. (Leyl/20)

……….En yüce olan rabbinin rızası müstesna. Yani onun amellerinde yaptığı tek şey rabbinin rızasını ummaktır.

……….Ve lesevfe yerda. (Leyl/21)

……….Bu sıfata sahip olan insanlar da muhakkak ki gelecekte onlardan razı olunacaklardır. Allah’ta onlardan razı olacaktır, onlar da Allah’tan razı olacaklardır.

……….Burada neyi zikretti Allah? İki sıfatı zikretti; Malını verip teskiye olan ve ihlas üzere Allah’a kulluk eden insanlar. Bunda hepimiz ortağız. Ne zaman nefsinizin kötüleştiğini, tembelleştiğini fark ettiyseniz sadaka verin. Ne zaman? Sadaka peygamberimizin misalde verdiği gibi insanı böyle daraltan bir elbise vardır, verdikçe insanın üzerinde genişler. Yani Allah’ın rahmeti bereketi insanın üzerinde genişler. İhlas ne zaman nefsinizde acziyet fark etmişseniz eğer kimsenin bilmediği, sadece sizin bilmiş olduğunuz bir takım ameller yapın. Bunula Allah katında değer kazanın. İkisini birleştirmek istiyorsanız ihlasla sadaka verin. Yani hiç kimsenin bilmemiş olduğu bir sadaka verin. Bu bütün insanların temizlenmek için ortak yolu.

……….Bir de senin kendine has temizlenme yollarının olması lazım. Kab bin Malik’i hatırlıyorsunuz. Allah’a isyan etti, peygamberden geri kaldı. Sonra ne dedi; Benim tevbemin bir parçası da benim bütün malımı sadaka vermemdir dedi.

……….Şimdi kendi kendine düşündü; Benim nefsimi fücura sevk eden, ayağımı kaydıran şey neydi? Benim bahçelerimdi. O bahçelerimde ki meyveler o ağaçlar benim ayağımı kaydırdı. Öyleyse dedi ben ne yapacağım? Ben bunu vermek suretiyle nefsimi temizleyeceğim, tevbe edeceğim dedi.

……….Ondan önce biz bunu kimde gördük bu ahlakı? Süleyman AS. Da gördük değil mi. Allah onun atlara olan sevgisini anlatırken. Atlara baktı diyor Süleyman,

……….hattâ tevaret Bil hıcab. (Sad/32)

……….Atlarla ilgilendi ta ki güneş batıncaya kadar. Tefsirciler diyor ki “Namazı kaçırdı” Yani güneş batınca namazı kaçırdı. Sonra Süleyman onların boyunlarını okşadı diyor. Boyunlarını okşamak kinaye. Neden kinaye? Atları kesti. Madem siz beni namazdan alıkoydunuz, Allah’tan uzaklaştırdınız diye. At bir eğlence biliyorsunuz, sizi kendi hayatımdan çıkarıyorum dedi.

……….Demek ki insanın içinde bulunmuş olduğu duruma göre nefsini ve amellerini temizleyeceği mutlaka kendine has bir yol vardır. Bu da Allah’ el Muheymin olanları, nefislerini kontrolleri altına alanları sever demektir.

……….2 – Kudret; Değişmek için gücün olması lazım. Allah’ın biliyorsunuz değişmez bir sünneti var;

……….innAllâhe lâ yuğayyiru ma Bi kavmin hatta yuğayyiru ma Bi enfüsihim. (Ra’d/11)

……….Kullar kendilerinde var olanı değiştirmedikleri müddetçe Allah hiç kimseyi değiştirmez. Diyor Allah. Önce sen ortaya bir irade bir kudret koyup hayatında ki problemleri değiştirmek için bir çaba sarf edeceksin. Sen bir adım attıktan sonra alemlerin Rabbi olan Allah ta yardımı ve desteği de hayatında var olan problemleri çözecek. Ne lazım? Kudret lazım kudret. Peygamber AS. Ne diyor? Kavî ve güçlü olan mü’min, Allah’ın yanında zayıf olan mü’minden daha hayırlıdır, daha sevimlidir. Fakat ikisinde de hayır vardır.

……….Sonra ne diyor Peygamber? Sana hayırlı olan konuda hırslı ol, Allah’tan yardım iste ve acziyyete düşme diyor. Aciz olma, güç sahibi, kudret sahibi ol.

……….Mesela diyelim sen bir şey yapmak istiyorsun, nefsindeki bir şeyi değiştirmek istiyorsun, ban güç yetiremiyorum diyorsun kendi kendine. Yahu dua da mı edemiyorsun. Peygamber ne diyor? İnsanların en acizi dua etmekten aciz olan insandır. Yani sen bir şey yapamıyor olabilirsin gücün olmayabilir ama Allah el Kadîr’dir, Allah el Kavî’dir. Kendi kudretinle sen bir şey yapamıyorsan “Lâ havle ve lâ kuvvete illa Billâhi-l ‘azîm” de. Bütün benliğinle Allah’a yönel. Yani sen bana yardım etmezsen, benim işlerimi çevirip düzenlemezsen ya rabbi benim yapabileceğim hiçbir şey yok de. Sen güçsüz olsan bile senin dayanmış olduğun Allah’ın gücü her şeyin üzerinde olandır. Onun için kudret lazım, kudrette dediğimiz gibi hiçbir şey yapamıyorsan dua et. De ki; “Ey Kavî olan rabbim beni kuvvetli olan kullarından kıl”. Bunu söylemek zor mu? Hiç zor değil, çok kolay. Ey Kadîr olan Allah’ım Kudretinden bana ver. Nasıl Allah’ın el ‘Alîm isminden ilim istiyorsun, Allah’ın er Rezzak isminden rızık istiyorsun, doğru mu? Allah’ın el Kadîr isminden de kudret, güç talep edebilirsin.

……….3 – Sebat; Nefsini tanıdın, değiştirme iradesi ortaya koydun, değiştirebilirsin ama sebat etmediğin takdirde gene tekrardan nefis eski haline eski kötülüklerine geri döner.

……….Biz insanların kendimizi terbiye ederken en fazla içine düştüğümüz hatalardan bir tanesi nedir? Şudur; İstiyoruz ki bir kerede düzelelim. Yani üç gün beş gün gece namazına kalkıp ondan sonra istiyoruz ki Usay Bin Hubeyb gibi olalım. Geceleri kuran okuduğumuz da melekler semadan aşağıya doğru gelsinler. Veya dört beş gün böyle acziyyet içinde dua ettiğimizde istiyoruz ki Allah sahabeye Melek gönderdiği gibi hemen bize de melek göndersin, bize yardımcı olsun ve Allah’tan bazı konularda yardım istediğimizde istiyoruz ki bir daha o kötülük hiç hayatımıza girmesin bir yana aklımızın ucuna bile gelmesin.

……….Nefisle mücadele ve nefsi kontrol altına alma böyle bir şey değil.

……….Va’bud Rabbeke hatta ye’tiyekel yekıyn. (Hicr/99)

……….Ölüm sana gelinceye kadar Allah’a kulluk et.

……….Nefisle mücadele ölüm insana gelinceye kadar devam edecek olan bir süreçtir ve sebat etmek en önemli meseledir.

……….Bir de burada Allah’ın bize en büyük lütfu nedir? Velev ki sebat edemedik, Allah seni yolun dışına atmıyor, geri dönebiliyorsun. Tevbe denen bir şey var yani. Karar verdin, kudret gösterdin, Bismillah dedin adım attın, sonra ayağın kaydı gene aynı günaha, aynı yanlışa bir daha düştün. Orada debelenmemize gerek yok. Debelenmek gayya da kimin özelliklerindendir? Müşriklerin özelliklerindendir. Yani yoldan çıktıktan sonra geri dönüş yollarını aramayıp o kötülük üzerinde debelenmek, Allah diyor ya; bırak onları gayyalarında debelenip dursunlar diye. İşte bu müşriklerin özelliklerindedir. Müslüman’ın tevbe kapısı vardır.

……….Şeyhü’l-İslam İbn. Teymiye’nin dediği gibi tevbe öyle büyük bir nimettir ki, belki sen tevbe ettikten sonra önceki halinden Allah’ın katında çok çok daha değerli oluyorsun. Zina yapan kadını hatırlamıyor musunuz? Zina yaptı geldi itiraf etti recmedildi, tevbe etti. Peygamber ne dedi? Öyle bir tevbeyle tevbe etti ki, medine’nin hepsine dağıtılsa hepsine yeterdi dedi. Bu zinakâr bir kadın dı. Şimdi tevbe zina yaptıktan sonraki hali, zina yapmadan önceki halinden daha faziletli olmadı mı bu kadının? Oldu. Neyle oldu peki? Tevbeyle tekrardan yola dönmekle oldu.

……….Demek ki yolumuzu şaşırmayacağız, hata yapabiliriz, yanlış işler içine girebiliriz, Allah’a isyan edebiliriz, kardeşlerimize karşı yanlış yapabiliriz. Sonuç? Yoldan çıktık tevbe edip tekrardan geri yolumuza döneceğiz. Sebatın yolu da budur.

……….Geçen derslerimizde size bir dua öğretmiştim o duayı sürekli dilinizden düşürmeyin. Sahabe dedi ya peygamber bana dedi ki; İnsanlar altını ve gümüşü depoladığında sen de bu kelimeleri depola.

……….Allahümme inni es’elükes-sebate fil-emri ve’l azimete’r-ruşd

……….Allah’ım ben senden işlerim konusunda sebat istiyorum ve rüşd olan, hayır olan işler de de senden bir azimet, senden bir kuvvet istiyorum diye diliniz sürekli bununla ıslak olsun. Ya da peygamberin en fazla yaptığı dua;

……….Allahümme Yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbî alâ dinike.

……….Diye sürekli Allah’tan bunu isteyelim. Demek ki El Muheymin olan Allah kullarından kendi nefsi üzerine heymene ve kontrol kuran, nefislerini terbiye eden Kullarını Allah sever ve bunun da yolu üçtür. Nefsin umumi özellikleri ve hususi özellikleri ile tanımak, onu değiştirmek konusunda ortaya bir irade ve kudret koymak ve bu konuda sebat etmek.

……….Sebat mertebesinin en önemli ayağı nedir? Tevbedir, yani kayacaksın, hiç bozmadan sebat etmek mümkün değil, kayacaksın ama tevbe edip geri döneceksin. Umulur ki tevbe ettikten sonraki halin önceki halinden çok çok daha hayırlı olmuş olur.

……….Allah’tan temennim bizim bu ismini hakkıyla anlayan kullarından eylesin. Allah bizi kendi kontrolünde hıfzettiği, rahmet ettiği kullarından eylesin. Allah bizi insanların heymenesinden kurtarıp sadece ve sadece kendi heymenesini düşünen ihlasa muvaffak kıldığı kullarından eylesin. Alla bizlere kendi nefislerimiz üzerinde kontrol kurmayı, onu hevasından nehy etmeyi bizlere müyesser eylesin, kolay kılsın. Güzel isimleri ve sıfatlarıyla Allah’a hakkıyla kulluk etmeyi bizler için kolaylaştırsın ve bizi muvaffak kılsın.

……….Allahümme Amin. Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn.

 


ESMA DERSLERİ – 15 – EL CEBBÂR (81.Video.)

$
0
0

el-cebbar

……..“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

……..BismillahirRahmanirRahıym

……..Allah’a hamd olsun bize kendini vahyi ile tanıttığı için hamd olsun, esmasını nazil ettiği için hamd olsun. Bilincimizin arzına, arşından isimlerini indirdiği için hamd olsun. Nebi’sine salât olsun, onu bize dini mübini İslam-ı yaşanabilir bir örnek, yaşanabilir bir hayat olarak önümüze konan bir örnek kıldığı için hamd olsun. Sizlere de salât-ı Selâm olsun, rahmet olsun, bereket olsun inşallah.

……..Aziz kardeşlerim bugün 81. Dersimizde beraberiz. Son etaba girdik hayr olsun inşallah. Önümüzde bundan hariç iki dersimiz kaldı, Allah nasip ederse bugünle birlikte 6 tane de esmamız kaldı.

……..Bugün 2 isim işleyeceğiz yine, El Cebbâr ve El Mütekebbir isimleri. Malûmunuz olduğu veçhiyle Haşr suresinin son ayetlerinde ki esmaya devam ediyoruz. Kur’an da haşr suresinin son ayetlerindeki nadir Esmalarda yer alıyor, bugün işleyeceğimiz iki isim de nadir Esmalardan. Yani hep biricik, tek Esmalardan.

……..El Cebbâr, doğrusu bendenizin yeni şeyler öğrendiği şeylerden biridir el Cebbâr onun için yüreğinizin kulaklarını dört açmanızı rica edeceğim. Cebbâr deyince aklımıza olumsuz bir şeyler geliyor hep, bakalım doğru muymuş arz edelim bilgimizi, kültürümüzü. Daha önce zihnimize giren malûmatı arz edelim. Malûmunuz insanın zihni bir torba gibi ne bulursa kulak yoluyla, göz yoluyla içine atıyoruz. Atıyoruz atmaya da içine attıklarımız atılması gerekenler mi yoksa alınıp atılması gerekenler mi? Yani zihnimize attıklarımızın sağlamasını yapmayacak mıyız? Basit dünyevi işlemler yapıyoruz alacağımız, borcumuzu oturup basit matematik yapıyoruz değil mi, topluyoruz, çıkarıyoruz, çarpıyoruz, bölüyoruz. Neden? Yanlış olmasın diye, ne hak geçsin, ne hakkını yiyelim diye değil mi?

……..Peki, dünyalıklarımız için ne hak geçsin ne hakkını yiyelim, yani doğru olsun derken ukbalığımız için, imanımız için, dinimiz için niye aynı titizliği göstermeyiz? Ya Allah’ın hakkı geçerse? Söz konusu olan din ise, din Allah’ın ise -ki öyle- dinin sahibi Allah ise o zaman din konusunda niye Allah’ın hakkın ı yemeyelim diye hassas değiliz? Allah’ın hakkı geçmesin, Allah’ın hakkına kastetmeyelim, Allah’ın hukukluna zulmetmeyelim diye neden hassas değiliz?

……..Tamam Allah bizim zulmümüzden ziyan görmez bu vakıa, ve ma zalemnahüm ve lâkin kânu enfüsehüm yazlimun. (Nahl/118) bize zulmetmediler, bize zulmetmeye kalktıklarında her seferinde kendilerine zulmettiler.

……..Niye kendimize zulmedelim, niye kendi kendimizin zalimi olalım? Allah’ın isimleri hakkında ilhattan söz ediyor Kur’an yani sapıklıktan, demek ki esması hakkında bir sapıklık türü, sapma türü var, yoldan çıkma türü var. Allah’ın esması hakkında ilhat, küfre düşmek, sapmaya düşmek, sapmak. O zaman Allah’ın esması hakkında ilhata düşmemek için de mutlaka esma hakkında ki düşüncelerimizi, inançlarımızı Allah’a arz etmek, Allah’ın kitabına arz etmek durumundayız.

……..El Cebbâr varlığı onaran demek birinci manası bu, varlığı onaran, varlığı tamir eden yani rabbimizin onarıcı, tamirci gibi manası olan bir ismi varmış. Ama hiçbir tamircinin tamir etmediği tarafları onaran. Böyle de bir isim olması da lazımdı doğrusu, çünkü çalışan şeyler bozulabiliyorlar, bozulanlar da onarılabilmeli. Rabbimiz insanın yüreğini onarıyor, aklını onarıyor, tasavvurunu onarıyor, vicdanını onarıyor. Demek ki bunlar yara alabiliyor bozulabiliyor.

……..İkinci manası işleri yoluna koyan demek. Üçüncü vurgusu insana iradesini kullanmaya mecbur eden demek. Bizim çok bildiğimiz anlamı üçüncüye geldi. Dördüncü anlamı varlığı yasalarıyla amacına mecbur eden demek yani varlığı yasalarıyla yaratıldıkları amaca mecbur eden, yaratılış istikametlerine mecburi istikamet olarak sokan demek.

……..Cebr; büyüklük, yükseklik artış, yücelik, doğrultma ve mecburi istikamete delalet eden bir kelime. Cebr; kırmak manasına da geliyor yani zorlamak ve kırmak. Dolayısıyla el Cebr fakirlikten kurtulmak anlamına geliyor. Bir insanın kırılan kemiğinin sarılarak onarılmasına ve iyileşmesine de cebr deniyor. Yani Arap dilinde kemiğin sarılmasına ve iyileşmesine Cebr, hatta kırık çıkık sargısına cebira deniliyor. Cebera onarıldı ve iyileşti anlamına geliyor. Tabii cebr kesr in zıddı, kırmanın zıddı aynı zamanda.

……..Kimsenin kendisine ulaşamadığı fakat kendisi istediğine ulaşan otoriteye de ceberut deniliyor. Kimse kendisine ulaşamıyor, ama kendisi istediğine ulaşıyor.

……..Görüldüğü gibi kelimenin kök manası genellikle olumlu, bizim zihnimizde olumsuz yer etmiş. Ama bu olumsuz anlam sonradan kazandığı anlam. Cebr özellikle ‘alâ edatıyla kullanıldığında zorlamak anlamına geliyor ki icbar, zorlama.

……..Cebbâr mübalağa ile ismi fail. Mütecebbir ve Cebbâr ikisi de ismi fail. Fakat tabii iki ismi fail arasında fark var. Cebbâr ismi faili geldiği zaman, yani fa’al şeklinde bu kalıptan geldiği zaman Mütecebbir, işte kalıbıyla gelmesinden farklıdır ikisi de ismi faildir Arap dilinde ama ikisi arasında ciddi bir vurgu farkı var. Mütecebbir zorlamak için külfete giren, zorlamak için zahmet çeken demektir. Cebbâr ise zorlamak için hiçbir zahmet çekmeyen demektir.

……..Mütecebbir aynı zamanda zorlamak için zahmet çeken ve başkasına muhtaç olan demektir. Zorba yöneticiler birilerini zorlamak için zorba askerlere ihtiyaç duyarlar değil mi? Firavunlar Hamanlara ihtiyaç duyarlar değil mi? İşte Cebbâr isminde, kalıbında bu yok. Cebbâr olanın bir şeyleri zorlaması için bir yardımcıya ihtiyacı yok, dolayısıyla fark bu.

……..Cebbâr gücünü haklı olarak kullanırsa çok güçlü kuvvetli anlamına gelir, tersi ise gücünü haksız olarak kullanırsa zorba anlamına gelir. Allah için kullanılan Cebbâr olumludur, Allah dışında herhangi biri için kullanılan Cebbâr olumsuzdur.

……..Tabii Cebbâr deyince cebriye aklımıza geliyor, malûmunuz İslâm tarihinde bir takım kelâmi, mezhepler türediler, cebriye de bunlardan biri. Malûm kelâmi mezhepler hicri 2. Yy. sonlarında ortaya çıkmaya başladı. Kökleri ta erken hicri 1. Yy. 2. Yarısına dayanır. Ama adıyla sanıyla kelâmi mezheplerin ortaya çıkması daha sonradır. Şia fıkhi bir mezhep olmadan evvel siyasi bir mezhepti, ama siyasi bir mezhep olmanın hemen arkasından kelâmi mezhep oldu. Şianın ortaya ilk çıkışı siyasi, bir ileri aşaması kelâmi, daha ileri aşamada fıkhi oldu Bübeyhiler döneminde, özellikle hicri 3. Yy. dan sonra fıkhi oldu.

……..Yine Mu’tezile’nin çıkışı da siyasi idi. Mu’tezile hatta ve hatta sahabe döneminde ortaya çıktı ama itizal nedir? 7 ayrı alternatif var. Mesela Hz. Osman’ı indirmek için ayaklanan grubun içinden bir kısmı öldürme konusunda geri dönmüş ve bunlara da Mu’tezile denmiş. Daha Hz. Osman’ın ölümü sırasında.

……..Yine o dönemde Hz. Ali’ye bey’at etme konusunda söz veren sahabeden bir kısmı daha sonradan vazgeçmişler. Veyahutta Hz. Ali’ye bey’at eden sahabeden bir kısmı Hz. Ali ile birlikte savaşma konusunda tereddüt göstermiş ve ayrılmışlar onlara Mu’tezile denmiş, buna itizal denmiş bir görüşe göre.

……..Bir başka görüşe göre Hz. Ali’den sonra Hz. Hasan ile Muaviye arasında ki o anlaşma sırasında bu anlaşmaya itiraz edip kabuğuna çekilen Hz. Ali’nin oğlu Muhammed Bin Ali ve çocukları, arkadaşlarına Mu’tezile denmiş.

……..Bir başka görüşe göre Hasan el Basri ile birlikte; Ne Hz. Ali ile birlikte olan, ne ona karşı savaşan Hz. Aişe ile birlikte olan cemelde, bağımsız kalanlara Mu’tezile denmiş. Yani bir başka görüşe göre Hasan El Basri’den ayrılan Vasıl Bin Ata ve Amr Bin Ubeyd. Bizim bildiğimiz görüş bu. Gerisini bilmiyoruz. Gerisini bilmeyince doğruyu tek zannediyoruz. Onun için bizim bildiğimiz en meşhur olan, meşhur edilen daha doğrusu, evet işte Mu’tezile de böyle çıktı. Önce siyasi olarak çıktı, sonra kelâmi olarak gelişti ve Mu’tezile ye has bir fıkıh olmadı Fıkhi mezhebe dönüşmedi yok edildi bir yerde. Yönetimlerin baskısıyla ve yönetimlerin kapısında ki ulemanın da yardımıyla yok edildi.

……..Peki Sünnilik nasıl çıktı? Sünnilik te hicri 2. Yy. son çeyreğinde çıktı. Özellikle bu git geller sırasında orta yolu temsil eden bir kitle oluştu. Orta yolu temsil eden bu kitle İbn. Küllâb diye bir zat, Hıristiyan dı, daha sonradan Müslüman oldu. Ve ibn Küllâb ilk defa bu orta yolculuğun zeminlerini attı. Hicri 2. Yy. sonu aslında 3. Yy başı. İbn. Küllab’ın vefatı yine Ahmed Bin Hambel’in vefatı ile hemen hemen aynı 241. Dolayısıyla hicri 3. Yy ilk yarısında vefat etti. Mesela bu zattan bize bir kitap kalmadı, hatta hayatı bile tam bir karartılmış, kapatılmış, tam bir efsane hayat. Yok, künyesini bir bilmiyoruz, yani piyasada bir şeyler dolaşıyor ama çok ta kesin değil.

……..Bu anlamda İbn. Küllab ile başlamış ama İbn. Küllab yaşarken, henüz sünni adı falan yok, Sünnilik yok. Hicri 4. Yy. a kadar ehli hak mezhebi ismini kullanıyorlar. Hatta Eş’ari’nin kendisi bile. Ama İbn Küllâb’ı meşhur eden Hicri 4. Yy da Eş’ari Ebül Hasen el Eş’ari. Dolayısıyla ondan sonra Sünniliğin ciddi bir manada geniş kitleleri temsil ettiğini görüyoruz, fakat ondan önce yok.

……..Mesela Ebu Hanife hayatta iken bizim bugün baktığımız manada bir Sünnilik yok. Ebu Hanife ehlibeyti temsil ediyor. Karşısında ehli hadis var ve çok ciddi bir çatışma var. Ebu Hanife’ye köpürüyorlar tabir caizse. Yani hanifliğin babasına saldırıyorlar. İşte süfyaneyn, Süfyan es Sevri ve Süfyan bin Uyeyne, çağdaşları küfürle itham ediyorlar ebu Hanife’yi, tevbeye davet ediyorlar. Kur’an mahluk değildir demedi diye. Yani böyle saçma bir tartışmanın içine girmedi diye.

……..Ebu Hanife haklıydı çünkü yaratma açısından varlık ikiye ayrılır yaratan ve yaratılan. Bunun 3. Bir kategorisi olur mu? Ne yaratıldı, ne yarattı. Kim o? Varmı böyle bir şey? Bir şey ya yaratılmıştır, ya yaratandır, yaratan değilse yaratılandır bunu anlamayacak ne var, tevhid bunu gerektirir. Ebu Hanife bunu diyordu. Dolayısıyla tevbeye davet edildi, küfürle itham edildi çağdaşları tarafından, hadisçiler tarafından, hadis ideolojisini kuranlar tarafından. Tabii çok çok ağır devletle de bir araya geldiler dirisi girdi hapishaneye ölüsü çıktı. Öldürdüler imamı yani. İmamı öldürenler sadece yöneticiler değildi, İmamı öldüren Ebu Caferi Mansur değildi. İmamı öldüren asıl Ebu Caferi Mansur la işbirliği yapan saray ulemasıydı, devlet ulemasıydı, katlettiler mazlumen. Çünkü o devlet uleması değildi, o ilmin bağımsızlığını temsil eden bir kahramandı. Gerçek bir imamı Azamdı o.

……..Daha sonra ne oldu? Yine tartışma bitmedi, yani imamdan sonra da ciddi manada ayrılıklar sürdü. Hatta Şafî 9 yıl okudu Mâlik’te. Ama 9 yıl okuduğu Malik’ten ayrıldı. Şafî’nin imam Malik’e yazılmış iki reddiyesi vardır, İmam’ı Azam’a yazılmış ta üç reddiyesi vardır ve Şafî nin ölümüne sebep olan şey, Mısır’da ki Malikî ler İmam Şafî’yi çok ağır dövdüler ve Şafî Malikilerin sopasıyla öldü, ölümü bundandır.

……..Dolayısıyla ne der? Çokta ilginçtir. Malik’e Sünnet konusunda reddiye yazdı. İmam Malik’in sünnet anlayışı İmamı Azama yakındır ve dengelidir. Ama Şafinin sünnet anlayışı bir kopuştur, devrimdir tabir caizse. Aynı zamanda kopuştur. Yani Şafî kendi çağının modernistidir, kopuşu temsil eder. Kendisinden evvel hiç kimse öyle düşünmedi, öyle tarif etmedi, o tarifi yapan kendisidir. Onun için kendisi gibi tarif etmeyen Malik’e karşı da reddiye yazdı. Bu anlamda Malikilere karşı, Malikilerde de ona karşı bir tepki oluştu öldürecek kadar döverek.

……..Mesela İmam Şafi, İmam Malik vefat ettikten sonra takkesi Endülüs’e gitmişti, sırığın ucuna taktılar takkeyi endülüste şehir şehir takkesi dolaşıyor, takkenin arkasında da binlerce maliki. Hayda..!  Malik’in takkesi önde sırığın ucunda sancak, arkasında Malikiler. İmam Malik bunu görseydi izin verir miydi? Ben hiç sanmıyorum vereceğine. Ama tabii iş buralara döküldükten sonra İmam Şafî ye gelince bu haber Şafî’yi tut tutabilirsen. Buna karşı çok ciddi tepki koydu Şafî. Şafî tepki koyunca vay sen misin bizim Malik’in takkesine dokunan. Oysa Şafî 9 yıl Malik’in talebeliğini yapmış anlatabiliyor muyum?

……..Biz bunları hiç duymadık diyorsa eğer içinizde ki ilim ehli, size söylemediler ki, size birçok şeyi söylemediler hatta size yalan da söylediler sadece gizlemediler.

……..Peki bununla neyi halledeceklerdi? Hocam, söylediniz de neyimiz arttı.? Allah Adem’in günahını söyledi de neyimiz arttı? Allah Musa’nın cinayetini söyledi de neyimiz arttı? Allah Davud’un tevbesini söyledi de neyimiz arttı? Allah Yunus’un kaçışını söyledi de neyimiz arttı? Allah, Allah resulünün alemlere rahmet olanın gönlünün içinde gizlediğini söyledi de neyimiz arttı? Anlatabiliyor muyum. Allah Tahrim suresinin girişinde hiç birimizin bilmediklerini söyledi de neyimiz arttı? İşte onu söyleyince neyimiz arttıysa bunu söyleyince de onumuz artacak. Neyimiz artacak?

……..1 – Hakikate karşı olan saygımız artacak.

……..2 – Yalanı reddimiz artacak.

……..3 – Dürüstlüğümüz artacak, bir şeyin doğruluğundan önce dürüstlüğü gelir, dürüst değilse doğru olup olmaması tali bir meseledir.

……..4 – İstiğfarımız tevbemiz artacak.

……..5 – İnsan tasavvurumuz. Demek ki insan melek değil, hatalarımızla beraber varız, hatalarımızdan ders alırız, dersimiz artacak, ibretimiz artacak.

……..Yetmez mi bu kadar artış? Eyvallah, eleştiri denince aklına Kant gelenin aklına şaşarım. Eleştiri lafını duyunca Kant kritizizmi geliyor. Ne alakası var, Kant eleştiri konusunda Müslüman olmuş derim ama onu da demem, çünkü Kant’ın kritizizmi, Kant eleştiriciliği neye dayanır? Saf akılla tecrübe arasında ki dengeyi bulmaya dayanır. Kant; saf akıl eleştirisini yaptı dedi ki; Tecrübe ile akıl arasında bir yol olmalı, bu ikisi arasında bir denge olmalı. Yani ne tecrübesiz yaşanmışlık olmaksızın olur, ne de saf akılla olur. Kant’ın ki aslında bir tür “düşünüyorum, o halde varım” a yönelik bir eleştiri idi ogito ergosuma neden? Çünkü sadece düşünüyorsan var olmazsın, yapıyorsan var olursun aynı zamanda. Çünkü sadece düşünmek var olmanın göstergesi değil, aynı zamanda davranmak yani dönemeç görmek, ellemek, tutmak, onun eleştirisi buydu. Ama o eleştiriyi ratio ile yaptı ration ile yaptı, reason ile yaptı. Batıda ki farklı telaffuzlarıyla söyleyeyim. Yani ölçü olan akılla yaptı, bu ölçü demek. Rasyonalizm aslında aklı ölçü alanların yolu, akıl her şeyin ölçüsü.

……..İslam aklı böyle değildir, İslam’da akıl daldır, batıda akıl ölçüdür. Bizde hakikatin ölçüsünü Allah verir, yani bizim metrelerimizin yüz santimizi Allah’tan alırız biz. Kilolarımızın 1000 gr. Mını Allah’tan alırız. Bizim aklımız sadece bağ kurar onunla onun arasında. Onun için İ’kâl akl, Ukâl, yular demektir bağ demektir aynı zamanda. Akıl kelimesi bağ anlamına gelir. Batıda ise akıl kelimesi ölçü anlamına gelir. Dolayısıyla bu anlamlardan yola çıkarak akıllar arasında ki farkı da görürüz.

……..Peki, istiğfara ne diyeceğiz şimdi? Ağabeyim yerinde olan çok sevdiğim, bir meali de bulunan ve dostluğumuz olan bir entellektüelimiz kalkıp ta Akif’e Kant’çı deyince o kadar üzüldüm ki, yani siz eleştireni Kant’çı mı ilan edeceksiniz. O zaman Allah Kant’çı. Niye? Allah eleştiriyor, bakın sadece kötüleri eleştirmiyor, şeytanı, firavunu, Nemrud’u eleştirmiyor, peygamberleri eleştiriyor. Sadece eleştirmiyor eleştiri istiyor Allah. vestağfiriy li zenbik, (Yusuf/29) öz eleştiri yap. İstiğfar dediği şey Kur’an ın öz eleştiridir. Tevbe dediği şey Kur’an ın öz eleştiridir, başka bir şey değildir.

……..Kur’an da Kant’çı o zaman. Aman Allah’ım, görüyorsunuz nereden nereye geldik? Cebriye den geldik. Haydi dönelim o zaman.

……..Cebircilikle kadercilik aynı idi. Bir meshep olarak çıktı, tabii yine kökeni siyasi. Nereden siyasi? Emeviler’le çıktı, ilk defa Muaviye ile çıktı. Ama cebirciliğin kökeninde Muaviye yok, Muaviye’den önce de vardı, ilk cebirci şeytan. Ne diyordu? feBima ağveyteniy leak’udenne. (‘araf/16) sen beni saptırdın, o zaman ben de senin dosdoğru yoluna onları saptırmak için oturacağım. Niye? Sen beni saptırdın yani sapmaya mahkûm ettin.

……..Kader risalesinde hani bir hadis nakletmiştim Müslim’den Hadis 8 açıdan Kur’an la taban tabana zıtlık arz ediyordu. Kur’an a arz ettim 8 açıdan onu yalanladı. Orada 8 madde halinde var okumuşsunuzdur. Dolayısıyla işte o anlayış. Allah ilk defa kalemi yarattı ondan sonra yaz dedi. Kalem dedi ki ne yazayım? Kıyamete kadar herkesin başına gelecek olanları yaz. Kafir olacak olanı ve mü’min olacak olanı. E ee? Haydaa.! O zaman ya rabbi sen bize önce bir şeye mecbur ettin, sonra da bizi onunla mes’ul mü tuttun ondan dolayı. Bizi önce mecbur edip sonra mecbur ettiğinden dolayı mes’ul mü tuttun. Ya rabbi bu zulüm, sen zulmetmezsin. ve ma ene Bi zallamin lil ‘abiyd. (Kaf/29) diyen sensin ya rabbi. Benim zulmetme ihtimalim yoktur diyen sensin. Sen doğru söyledin ya rabbi bunu söyleyenler sana iftira ettiler. Geleceğiz oraya.

……..Şeytan cebirci. Cahiliye cebirci lev şaAllâhu ma eşrekna ve lâ abaüna. (En’am/148) karşılaştırın Nahl/35 ile eğer Allah dileseydi diyorlar ne biz ne de atalarımız şirk koşmazdık. Demek ki Allah bizi mecbur etti şirke. Dolayısıyla kusurumuz yok, suçumuz yok, günahımız yok. Niye Allah senaryoyu yazdı biz de oynadık.

……..Allah senaryoyu yazdı fakat dağıtmadı, tanıttı, senaryoyu siz seçtiniz. Seçim sizin firavun rolünü oynamak ta size ait, Nemrut rolünü oynamayı seçmekte size ait. İbrahim ver Musa rolünü oynamayı seçmekte. Tamamen size ait. Allah rolleri dağıtmadı, rolleri tanıttı. Siz o rollerden istediğinizi alın dedi. Ben tanıtıyorum, şu kötü roldür bu iyi, bu şeytanın rolü bu Âdem’in rolü. Şeytanın rolünü istersen şeytanın arkasına, Âdem’in rolünü istersen Âdem’in arkasına. Eyvallah.

……..Cahiliye cebirciydi dedik, Kur’an cahiliye cebirciliğine savaş açtı. Emeviler’le bu savaşı cahiliye kazandı. Kökeninde Emevi hanedanının siyasi ihtirasının yattığı bu anlayış zulmü meşrulaştıran bir anlayıştı.

……..Rad/11 e de aykırıydı değil mi; innAllâhe lâ yuğayyiru ma Bi kavmin hatta yuğayyiru ma Bi enfüsihim. (Rad/11) bir toplumu oluşturan fertler kendilerini değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmez. Alın size buyurun. Demin ki tür Allah’a iftira olan rivayetlerle bunun gibi onlarca ayet karşı karşıya durmuyor mu, zıt taraflarda durmuyor mu? Yani ben kendimi değiştiremezsem eğer o zaman yazılana mecburum demektir. Eğer Allah diyorsa ki sen kendini değiştirirsen ben de toplumunu değiştiririm. Demek ki ben kendimi değiştirebilirmişim. Değiştirebilirmişim ki rabbimiz “sen kendini değiştir, Allah’ta toplumunu değiştirsin.” Diyor.

……..Muaviye; Allah beni sizin başınıza geçmemi irade etmiştir demişti ilk hutbesinde. Sıffin de askerlerine bu durum Allah’ın takdiridir, karşı çıkarsanız Allah’ın takdirine karşı çıkmış olursunuz diyordu. Kitâbü’l-İmâme ve’s-siyâsesinde naklediyor. Yezid biat alırken şöyle diyordu Muaviye. Yezid işi kaza ve kaderdir kulların bu konuda herhangi bir iradesi yoktur.

……..Oh. Ne ala memleket. Yezid Muhaliflere şöyle diyordu boşuna uğraşmayın Allah bizi istiyor. Hitler de bunu diyordu biliyor musunuz? Hitlerin döneminde ki başka diktatörler de bunu diyordu. Nedense her diktatörden buna benzer şeyler duyuyoruz. Diktatörler çok seviyorlar cebirciliği ve kaderciliği.

……..Emevi cebirciliğine karşı çıkanlar, ilk karşı çıkan Ebu Zer idi. Başına geleni biliyoruz. çölde açlıktan önce evladı sonra kendisi ölüme mahkûm edildi. Ma’bed el Cüheni bizzat katledildi 80 yılında. Hasan el Basri bir ömür boyu kaçak göçek yaşamak zorunda kaldı, kızının cenazesine katılamadı zulümden dolayı. Said bin Cübeyr katledildi.

……..Evet, Ma’bed İle Haccac arasında geçen şu diyalogu nakledeyim size. Ma’bed öldürülmek için tutuluyor. Emevi cebireciliğine karşı direniyor. Allah’ın sana yaptığına ne diyorsun diyor Haccac, Ma’bed diyor ki beni Allah’ın taksimatıyla baş başa bırak eğer onun kısmetinden bana düşen buysa ben buna razıyım diyor. Haccac diyor ki peki senin bu şekilde zincirlenmiş olman Allah’ın kazası ve kaderi değil midir? Beni senden başkasının zincirlediğini görmedim diyor. Haydi çöz zincirlerimi eğer Allah’ın kaza ve kaderi buna mani olur beni zincirler se ona da razıyım diyor.

……..Aslında büyük mücadele verilmiş, Ma’bed’e bunun ardından çok ağır işkencelerle katlediliyor, elleri kesiliyor, ayakları kesiliyor, dili kesiliyor, kulakları kesiliyor, burnu kesiliyor, ondan sonra da kellesi kesiliyor.

……..Şu vahşete bakar mısınız? Bugün düşünce suçlusu olarak hapse girene dünya ayağa kalkıyor, şuna bakar mısınız şu vahşete. Nasıl saptırdılar zannediyorsunuz koca ümmetin Kur’an i düşüncesini. Şimdi kim kimin arkasından gitmiş oluyor şu anda?

……..Hişam bin AbdülMelik ile Muttaki Alim Gaylân ed-Dımaşkî arasında geçen diyalogu da nakledeyim. Dünya nimetlerinin bize Allah tarafından verildiğine inanmıyorsun değil mi diyor Hişam Bin Abdül Melik. Gaylân diyor ki emaneti hainlere vermesinde, hilafeti facir ve fasıklara bırakmasından azamet sahibi Allah’a sığınırım diyor. Neuzübillah diyor. Allah’ın halifeleri O’nun ahkâmını uygulayan, O’ndan korkan, devleti adaletle yöneten ve kaçınılması imkânsız olan zatın gazabından sakınan kimselerdir diyor. Allah facirleri günaha, şahitleri yalana, içkiyi içene kader kılmaz diyor.

……..Zihindeki arılığa duruluğa bakar mısınız, kim neyin mücadelesini veriyor görüyorsunuz Gaylan iktidar uleması Evzai nin fetvası ile yine aynı işkenceler altında katlediliyor.

……..Ata Bin Yesar Hasan el Basri’ye der ki, şu Melikler yok mu? Emevileri kastediyor. Müslümanların kanlarını döküyorlar, mallarını gasp ediyorlar, haklarını yiyorlar, ondan sonra da bizim yaptıklarımız Allah’ın kaderine göre oluyor diyorlar. Hasan el Basri ona diyor ki, şu tarihi cevabı veriyor; Allah’ın düşmanları yalan söylüyorlar. Bunu da İbn. Kuteybe anlatıyor, Hasan El Basri’yi Mu’tezile sayan Kuteybe.

……..Allah mecbur ettiğini mesul tutmaz, Kur’an cebirci ve kaderciliğe savaş açtı. Çünkü bu şeytanın düşüncesi ve cahiliyenin düşüncesi idi. Feemma men a’ta vetteka. Ve saddeka BilHüsna. (Leyl/5-6) kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olur elindeki imkânları paylaşırsa ve hakikati tasdik ederse Fesenüyessiruhu lilyüsra. (Leyl/7) ona cenneti kolaylaştırırız. Ama dikkat buyurun ayet ne diyor? Kim şunu yaparsa biz de şunu yaparız. Yapamayacak olan insana böyle ayet iner mi?

……..Ve kulil Hakku min Rabbik. (Kehf/29) de ki Hakk rabbindendir femen şâe felyu’min ve men şâe felyekfür. İsteyen artık iman etsin isteyen küfretsin. Peki hem isteyen iman etsin isteyen küfretsin diye rabbimiz ayet indirecek, hem de diyecek ki sizi yaratmadan evvel kimin iman edip kimin küfredeceğini yazdım. Bunu mu söylüyorsunuz.

……..Kad efleha men zekkâha – Ve kad habe men dessaha. (Şems/9-10) arınan kurtuldu, arınmayan da belasını buldu. Arınma yeteneğimiz olmasaydı böyle bir ayet olmazdı. Demek ki arınmayı dileyebiliyoruz veya kirlenmeyi de dileyebiliyoruz.

……..Nesullahe fenesiyehüm. (Tevbe/67) onlar Allah’ı unuttular, Allah’ta onları unuttu, ama önce onlar Allah’ı unuttular.

……..İnna hedeynahussebiyle imma şakiren ve imma kefura. (İnsan/3) biz onları iki yolun ağzına getirdik bıraktık. Yolları tanıttık ama dedim ya tanıttı, rolleri tanıttı, yolları. Burası iman yolu burası da küfür yolu. Bu cennete çıkar bu cehenneme çıkar tercih senin dedi. Bu kadar.

……..Ve hedeynahünnecdeyn . (Beled/10) biz onu iki yola yönelttik yani gösterdik, şu kötüdür dedik bu iyidir dedik.

……..Feelhemeha fucureha ve takvâha. (Şems/7) Allah fücurunu da takvasını da ilham etti.

……..Kur’an î çerçeve, Kur’an da Cebbâr ismi. Cebera maddesi Kur’an da 10 yerde görünür. Sadece Biri Allah için, malûm Haşr/23 ayetinde Cebbâr’ul Mütekebbir. Allah hakkında kullanılmadığı her yerde Cebbâr’ın anlamı olumsuzdur, yani 4 tane bu isimle ilgili kaide var.

……..1 – Kur’an da Allah hakkında kullanılmadığı her yerde olumsuz gelir,

……..2 – Kur’an da Allah hakkında kullanılmayan Cebbâr isimlerinin tümü insana dairdir.

……..3 – Allah dışında zor kullanan herkes Cebbâr olan Allah’tan rol çalmıştır.

……..4 – Peygamberlerin insanları hakikate davetlerinde bile zor kullanmak caiz değildir. Yani Allah zor kullanmayı peygamberlere bile yasaklamıştır.

……..Medenî bir isimdir Cebbâr, mesajı hakikati temsil edenin zorbalığa ihtiyacı yoktur, sözün özü herkes üzerinde zor kullanma yetkisi bir tek zata aittir o da Allah’tır. Allah dışında birini eğer isterse onu cennete sokmak için olsun zor kullanma yetkisi yoktur. ve ma ente aleyhim Bi Vekiyl. (Zümer/41) sen onların üzerine vekil değilsin, vekîl olan Allah’tır.

……..Cebbâr olan Allah müşrikleri şirke zorlamadı öyle değil mi?

……..“HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir* (Haşr/23) O Allah’ki O’ndan başka kulluğa layık hiçbir varlık yok. El Melik’tir, El Kuddûs’tür, Es Selâm’dır, El Mü’min’dir, el Müheymin’dir, el Azîz’dir, el Cebbâr’dır.

……..Evet, dileseydi zorla yaptırırdı fakat irade verdi. Varlığı yasalarıyla zorladı, insanı iradesini kullanmaya zorladı. Bu demektir. Cebbâr’ın insanda ki manası, insanı iradesine mecbur kıldı manasına gelir. Ya rabbi, ben dilemiyorum. Yine diledin? Dilememeyi diledin, bu da bir dilemek. İradesi olmayan ben dilemiyorum diyemez. Bu cümleyi kullanmak için bile bir iradeye muhtaçsın, bir iradenin olduğunu gösterir ben dilemiyorum demen, dilememeyi dilemişsin. Bu da suçtur Allah’ın verdiği iradeyi yok sayma suçu.

……..Neden irade üzerinde Allah’ın Mustafa kulu bu kadar duruyor sizce? Zira bu çağ iradenin çağıdır. Her çağ öyleydi, son peygamberden sonra insanlık zorla değil iradeyle ikna olacaktır. Evlatlarınıza zorla bir şey yaptırabiliyor musunuz? Yemediği bir tabak yemeği yedirebiliyor musunuz? Bunu itiraf edin. O zaman bundan sonra eğer insanlığa bir şey sunacaksanız insanlığın iradesine hitap edeceksiniz. Eğer insanı günaha karşı durduracaksanız ancak ne jandarmayla, ne polisle ne yasakla yapabilirsiniz bunu, yasaklar dünyada hiç bugün olduğu kadar anlamsızlaşmamıştı öyle değil mi?

……..İnsanlık tarihinde yasakların en anlamsızlaştığı çağda yaşıyoruz. Yasakların anlamsızlaştığı çağda bir insanı çizgilere ne ikna eder? Bir insanı sınırda ne durdurur? İrade durdurur. O zaman insanoğlunun iradesini güçlendirmekten başka çaremiz yok. Çocuklarımızın iradesini günaha karşı güçlendirmek, şeytana karşı iradelerini güçlendirmek, kötülüğe karşı iradelerini güçlendirmek, yani yönetmeyi öğretmek onlara. Yönetmenin her türü iradeyle alakalıdır. Zaaflarını yönetmeyi öğretmek, günahlarını yöneltmelerini öğretmek, güdülerini yöneltmelerini öğretmek, şehvetlerini yöneltmelerini öğretmek öyle değil mi? Bunları yok sayamazsınız, yok saydığınızda yok sayılırsınız. Onun için Allah’ın Mustafa kulu irade üzerinde bu kadar duruyor, başka çareniz yoktur da ondan.

……..Ayet şu cümle ile son buluyor SubhânAllâhi ‘ammâ yüşrikûn. Onların şirk koşmalarından Allah’ın hiçbir zararı yoktur. Zımnen budur, Allah Berî’dir, onların şirklerinin hiçbir zararı Allah’a dokunmaz.

……..Bu cümlenin iki zımni anlamı var,

……..1 – Hiçbir müşriğin şirkinden Allah zerre kadar zarar görmez, şirkin zararı şirk koşanadır.

……..2 – Eğer birinin zor kullanma hakkı olsaydı o Cebbâr sıfatına sahip olan Allah olurdu.

……..Kul innema ene münzir* ve ma min ilâhin illAllâhul Vâhid’ül Kahhâr. (Sâd/65) De ki ben sadece bir uyarıcıyım ve ma min ilâhin illAllâh Allah’tan başka ilâh yoktur el Vâhid’ül Kahhâr. O Allah Vahid’dir, Kahhar’dır.

……..Yine bir başka yerde Allah resulüne şöyle bir uyarı var; Fezekkir innema ente müzekkir. (Ğaşiye/21) öğüt ver uyar, sen sadece bir uyarıcısın. Leste ‘aleyhim Bimusaytır. (Ğaşiye/22) sen onlar üzerine zorba değilsin, jandarma değilsin, onları zorlayacak biri değilsin.

……..Allah’ın Muradı inkârın kökünü yer yüzünden kazımak olsaydı Allah bunu yapardı. Yapar mıydı? Yapardı. Zaten bunu bir tek zat yapardı o da Allah. Velev şâe Rabbüke leamene men fiyl Ardı küllühüm cemiy’a. (Yusuf99)Eğer rabbin dileseydi yeryüzünde ki herkes iman ederdi zorunlu olarak ve lâ killem yeşae demektir bu sözün gelişinden, fakat bunu dilemedi. efeente tükrihün Nase hatta yekûnu mu’miniyn. Şimdi sen insanlar mü’min oluncaya kadar insanları zorlayacak mısın, bunu yapamazsın diyor yani.

……..Zorlama dinde yoktur bunu biliyoruz, Lâ ikrahe fid Diyn. (Bakara/256) zorlamanın hiçbir türü dinde yoktur, lâ ile başlıyor ayet yani zorlamanın tümüne diyor. kad tebeyyenerrüşdü minel ğayy sapıklık doğruluktan açılmıştır. femen yekfür Bittağuti ve yu’min Billâhi fekadistemseke Bil urvetil vüska, lenfisame leha, kim Tağut’u inkar eder Allah’a iman ederse, yani Allah’ın karşısında Allah’tan rol çalan herkes tağuttur, çalmaya yeltenen daha doğrusu çünkü Allah’tan çalınmaz sadece suçüstü yakalanır. Kim tağutu inkâr eder Allah’a iman ederse sımsıkı kopmaz bir halkaya yapışmıştır.

……..Bu ayetin iniş sebebi nedir biliyor musunuz, çocuğu olmayan Medine’li Araplar Yahudiler karşısında aşağılık duygusuna sahipti çocukları olursa Yahudi mabedine adayacaklarına dair yemin ederlerdi, ilk çocuklarını da götürürler Yahudilere teslim ederlerdi. Bu şekilde Medine’de Yahudilerin elinde yekûn bir Arap çocuğu oluşmuştu, onlar da onları büyütüyorlar ırgat gibi kullanıyorlardı. Ama daha sonra Allah resulü geldi nübüvvetle davet etti babalar anneler Müslüman oldu.

……..Şimdi ortada acayip bir durum var küçükken Yahudilere verdikleri ve Yahudilerin de Yahudileştirdikleri Arap çocukları ne olacak. Ben-i Nadîr sürgüne mahkûm edilmişti ResulAllah’a suikast yaptıkları için ve sürgün edilirken yanlarında bu küçükken aldıkları Arap çocuklarını da götürüyorlardı.

……..Anneler babalar ResulAllah’a başvurdular ya ResulAllah durum bundan, bundan, bundan ibaret bunlar bizim yavrularımız. Şimdi yavrularımız göz göre göre ateşe mi gidecekler, biz bunların da Müslüman olmalarını istiyoruz. Sizce peygamberimizin cevabı ne olmuştur? Kararı çocuklara sorun onlar versin. İşte bunun üzerine ayetin indirildiği rivayet edilir.

……..Peki, bu ortada iken bazılarınızın aklına şöyle bir şey gelecek ey hocam bunu söylediniz mürted’in hükmü nedir o zaman. Mürted öldürülür diyor mezhepler ve buna da bir hadisi delil gösteriyorlar. Yani meşru olarak 3 kişinin öldürüleceği, bunlardan birinin de mürted olduğu. Mürted kim? Dinden dönen öldürülür.

……..Dinden dönen öldürülür mü? Bu hadis ne? Zan, haberi vahid. Zanni bir delille geri dönüşü olmayan ölüm gibi kat’i bir ceza verilebilir mi? Hele hele İslâm ceza hukukunun en temel kurallarından biri “İdrau’l-hudûde bi’ş-şubehât” şüphelerle cezaları hadleri düşürün gibi orada kat’i bir usul ilkesi varken zanni bir delil ile geri dönüşsüz ölüm gibi bir ceza verilir mi?

……..Peki, bu konuda Kur’an bir şey demiş olmalı, yani böyle bir cezayı verecekse Kur’an Allah verir. Peki, ne demiş? Kur’an da dinden dönenlerle ilgili ayet var mı? Var. Okuyalım mı?;

……..ve men yertedid minküm an diynihî feyemut ve huve kafirun (Bakara/217) Kim O’nun dininden dönerse, dine girdikten sonra, yertedid geri dönerse, dine döndükten sonra geri çıkarsa ve o halde de ölürse, kafir olduğu halde de ölürse fe ülâike habitat a’malühüm onların amelleri boşa gider fiyddünyâ vel âhireh dünya ve ahirette boşa gider. ve ülâike ashabünnâri, hüm fiyha halidûn. Onlar cehennem ehlidirler ve orada kalıcıdırlar.

……..Buyurun, cezası da içinde, dünyevi bir cezası yokmuş. Allah’ın söylemediğini Allah’ın resulü söyler mi? Haşa. Benim peygamberim Allah’ının önüne hiç geçmedi, geçmez. Benim efendim kadar haddini bilen bir insan duydunuz mu siz? Peki, böyle bir peygamberi Allah’ın önüne geçirenler nasıl geçirdi? Bütün bu ayetlerin gösterdiği hakikat insan bu dünyada hak ve batıldan birini seçebilir, ona bu yetkiyi Allah tanımıştır.

……..Peki bunun karşısında şöyle bir soru soracaksınız. O zaman Allah’ın Mustafa kulu fetihte ResulAllah’ın Kâbe’nin örtüsünün altında da bulsanız öldürün emrini verdikleri ne? Onların içinden bazıları da öldürüldüler. Evet Ben sahabeden Müslümanken dinden dönenlerin isimlerini sayacağım. Bunu muhtemelen topluca hiçbir yerde görmediniz, göremezsiniz de çünkü ben görmedim. Sizin için inci inci topladım tek tek.

……..Allah Allah, öyle sayacak kadar mı? Bize öyle bir sahabe anlatıyorlar ki kökten yalan. İnsan değil gökte uçuşan melekler bu yalandır. İnsanoğlunun işleyip te sahabenin işlemediği bir suç çeşidi yok, sahabe de insandır. Dolayısıyla bize bire efsane anlatıyorlar bir gerçek değil. Onun içinde özgüvenimizi yitiriyoruz. Bu ümmet tabir caizse paranoyaya kapılıyor. Komple Psikolojik hasta oluyor. Çünkü yaşayamazsınız ki, öyle bir toplum ancak efsane olur. Yok böyle bir şey, alın gelin As Bin Kays, iki kere irtidat etti, iki kere İslâm’a girdi 2 kere dinden döndü bu adam. Biri nebi döneminde diğeri Hz. Ebu Bekir döneminde. Yalancı peygamber Esved el Ansi’nin sağ kolu, komutanı oldu. Affedildi, Hatta Hz. Ebu Bekir’in kız kardeşiyle evlendirildi. Hani dinden dönen öldürülürdü? Tevbesi de kabul edilmezdi, anlatabiliyor muyum? Tevbeye de davet edilmezdi. Tevbeye davet edilmez…! Orada görürsünüz.

……..Uyeyne Bin Hısm el Fezâri, hani şu meşhur hamgaul Arap diye, Arapların ahmağı diye tanınan Fezale kabilesinin lideridir, reisidir bu adam. Allah resulüne Medine de komşu kapısı gibi girip çıkardı, ResulAllah’ı bıktırmıştı. Yalancı peygamber Tuleyha’nın isyanında irtidat etti ona katıldı. Yakalandı öldürülmedi.

……..AMR b. MA‘DÎKERİB, siz bu zatı duymuşsunuzdur İslâm fütuhatının büyük komutanlarından biridir bu. Nebinin ölümü ile irtidat etti, yalancı peygamber Esved el Ansi’nin yardımcısı, komutanı oldu. Fakat öldürülmedi affedildi. Affedildikten daha sonra İslâm ordu komutanlığına kadar yükseldi. Çorum yakınlarındadır mezarı, Anadolu fatihlerindendir.

……..Tuleyha el Esedi, bu adam peygamberimizden sonra ortaya çıkan 4 ünlü yalancı peygamberlerden bir tanesidir, yani peygamberim diye ortaya çıktı. Nebi vefat edince irtidat etti, Müslüman olmuştu dinden döndü, peygamberlik ilan etti, yakalandı öldürülmedi affedildi. Hatta İslam ordusunda birlik komutanı oldu ve İran’a karşı savaştı çok büyük zaferler kazandı.

……..Fücae es Sülemi, Hz. Ebu Bekir döneminde halifeye gelip Müslüman oldu. Hz. Ebu Bekir’e geldi Mürtedlerle savaşmak için, dinden dönenlerle savaşmak için bana bir ordu ver, bana teçhizat ver dedi. İstediği ordu ve teçhizatı Hz. Ebu Bekir verdi. O gitti irtidat edenlere dinden dönenlere katıldı. Rivayetlerin çoğunluğuna göre Hz. Ebu Bekir bunu yakarak cezalandırdı, öldürdü. Bir kısım rivayette ise önce öldürdü sonra cesedini yaktı.

Reccal el Ulfüva, Ashab-ı suffedendi Müslüman oldu, Ben-i Hanife heyetiyle Medine’ye geldi, iman etti, ResulAllah onu Suffe’ye aldı yani üniversitesine aldı. Orada okudu Kur’an ı öğrendi, Kur’an öğretmeni oldu. Sonra gidip yalancı peygamber Müseyleme’nin arkasına katıldı irtidat etti. Müseylime’nin üstelik komutanı oldu ve Müslümanlarla, sahabeyle savaştı.

……..Sa’d Ibn abi Sarh, vahiy kâtibi idi, yani Allah Resulünün zekât amillerini de birileri vahiy katibi listesine alıyorlar Muaviye gibi. Muaviye zekat kâtipliği yaptı vahiy kâtipliği değil. Ama bu zatta mümkindir ki zekat amilliği yapmış olabilir. Yani bu hassasiyet yok maalesef bizim tarih yazıcılarımızda. Onun için o da olabilir o da olabilir ama bildiğimiz vahiy katibi idi bu zatın vahiy yazdığı sanırım kabul edilmeli. Çünkü gittiğinde yani irtidat ettiğinde Mekke’ye kaçtı O Aliymün Hakiym diyor ben aliymun habir yazıyordum diyor. böyle de Kur’an a iftira  etti.

……..Hz. Osman’ın süt kardeşi idi. Fetih günü vur emri verilenlerden biriydi ve Hz. Osman şefaat etti yanına aldı getirdi. Allah Resulü yüzüne bakmadı, sonra mecburen kabul etti ama kabul ettikten sonra rivayet şöyledir Bu teslim olduğunu beyan etmeden önce bunu aranızda öldürecek biri yok muydu? Ya ResulAllah işaret bekledik. Bir peygamber işaretle adam öldürtmez dediği rivayet edilir efendimizin.

……..Tıpkı Kâ’b bin Züheyr ve Bin Zibara gibi dinden döndüğü için değil savaş ortamında fitne çıkardığı için öldürüldü. Dinden dönen öldürülseydi diğer dinden dönenler de öldürülürdü.

……..İbn. Hatal Vahiy kâtitibi veya zekât amiliydi görev yerine giderken kölesi uyuya kalıp yemek hazırlamadı diye köleyi orada işkence ile öldürdü. Kısas uygulanacağını bildirdiği için dinden döndü ve Mekke’ye kaçtı. Vur emri verilenlerdendi öldürüldü. Dinden döndüğü için değil zaten kesilmiş cezası vardı. Öldürdüğü adama taammüden cinayetine karşılık vur emri verilmişti. Bu kadar, sizin için arkeolojik kazı yaptım.

……..Cebbâr olan Allah’ın ben inanıyorum ki Allah emekleri zayi etmez. Ha şunu söyleyeyim, inanın şu anda size verdiğim bu bilgilerden dolayı birileri fena halde kaşınıyor. Ama siz kaşının, hakikati saklamanın bu güne kadar hiç kimseye faydası olmadı. Allah bizden doğruyu söyleyeceğimize dair söz aldı, biz de söz verdik.

……..O varlığı tekâmüle mecbur kılan El Cebbâr’dır. Yaratılmışlar hakkında ki en baba soru şu; Kâinatta ki tekâmülün sırrı ne. Haydi bakalım hepinize bir soru. Tekâmül Allah’ın bir yasasıdır. Tekâmül ne? Gelişme evet aynen böyle çünkü terbiye tekâmül gerektirir. Rabbül Alemin olması Tekâmülü gerektirir. Terbiye basitten mürekkebe doğru götürmektir. Bir şeyi yaratılış amacı uğrunda basitten alıp mürekkebe, kemâle doğru yol aldırmaktır tekâmül budur kemaline doğru eşyayı sürüklemek, götürmek.

……..Tekâmülün varlığı bir yasa, peki sırrı ne? Fakirin vereceği tek cevap var Cebbâr olan Allah’ın Cebbâr isminin tecellisi mecburiyet tekâmülün sırrıdır.

……..Evet, kâinatın yaratılış konusunda Yahudilerden çalıp ta İslam’a yamanan o sahte bilgilerden dolayı birçok Müslüman evladı dinden soğudu. Yuvalarına geri gelsinler onlar, papaza kızıp oruç bozmasınlar. Geri gelsinler onlara Kur’an dan yeni söyleyecek çok müjdelerimiz var. Onlar bu ailenin kayıp çocukları onlar yetim çocuklarımız, onlar babalarının dinine kızdılar atalarını dinine, Allah’ın dininde onlar Allah’ın izni ile hiç öyle garip şeyler görmeyecekler.

……..Allah’ın dininde Allah’ın koyduğu yasalarla çarpışan ve çatışan bir şey olmaz. Kâinatın ilk anından bu güne kadar ki tekâmül sürecinin temelinde mecburiyet var. O yaratılmış tüm varlıkları koyduğu yasalara secde ettirmişti değil mi. Varlıkların secdesi nedir? İradeli varlığın secdesi irade iledir, işte biz irade ile secde ederiz iradesiz varlıkların secdesi ise yaratılış amacı uğrunda neyse o görevi yapmakla. Güneş secde ediyor.

……..Eş Şemsu velKameru Bi husban – VenNecmu veşŞeceru yescudan. (Rahman/5-6) Güneş nasıl secde ediyor? Sabah doğup akşam batıyor sa güneş secde ediyor. Yani konulduğu yörüngede dönüyorsa secde ediyor. Onları yaratılış amacını gerçekleştirmeye mecbur bırakmıştır zira Cebbâr olan O’dur.  Bu mecburiyet sayesinde yaratılmış varlıklar basitten mürekkebe doğru yol alır. Evrenin ilk yaratılışından sonraki atom altı dünyanın oluşumu Cebbâr isminin mecburiyeti sonucudur. Canlı hayatın varlığını mümkin kılan kozmik sistem Cebbâr isminin tecellisi olan mecburiyet sonucudur. Uzaydaki kozmik sistemleri bir yörüngeye sahip kılan güç alanlarının varlığı Cebbâr isminin tecellisidir, mecbur kılmıştır. Uzayda bir varlık nasıl bir yörüngeye sahip oluyor? Güç alanları sayesinde, Güç alanlarına uzaydaki o dev cisimleri mahkum eden, mecbur eden Cebbâr olan Allah’tır. Dünya adlı şu misafirhanede ki insan varlığı Cebbâri mecburiyetin sonucudur. Jeolojik zamanlar ayni zamanda insanın elementer kökeninin oluşmasının zemini idi.

……..Biz her canlıyı sudan kıldık ayetine ne diyorsunuz? Tekâmül için aslında yeter de artar bile. ve ce’alna minelMai külle şey’in hayy. (Enbiya/30) canlı hayatın başlangıç noktasına işaret ediyordu. Sudan karaya geçiş bir mecburiyetti. Yeryüzünde sular çekilince bazı canlılar mecburen karada kaldılar. Mecburen karada kalanlar ise Allah’ın Cebbâr isminin tecellisi gereği değişmek zorundaydı, gelişmek zorundaydı.

……..Her köşeye sıkışma Cebbâr isminin yeni bir yansımasına yol açıyordu adeta her mecburiyet canlı varlığı fiili duaya zorluyor, canlı varlığın fiili duası ise Allah’tan icabet kazanıyordu. İnsanın anılmaya değer bir varlık sayılmadığı, insan suresinin ilk ayetlerini hatırlayın;

……..Hel eta alel’İnsani hıynün mined Dehri lem yekün şey’en mezkûra. (İnsan/1) çok uzun bir dönem geçti bunun ardından nihayet ufukta insan göründü tahminen 3.5 milyon yıl önce. İlk iradeli varlık Allah’ın terbiyesi altında uzun bir süreçten geçti. Ondan evvel vahşet vardı, insiyet yoktu vahşiyet vardı. Yani ondan evvel beşer vardı. Beşere ruh üfledi rabbim insan oldu. Ruh canlıya üflendi, can değil. Hayvana üflenmedi onun için. Hayvanda can var ama olmayan şey ruh. Ruh olmadığı için akıl yok, vicdan yok, irade yok. İnsana canlı iken beşere, ruh üflenince insan oldu.

……..Ruh üflenince ruhun üçüzleri verildi insana akıl, irade, vicdan. İlk iradeli varlık, zinciri oluşturan her yeni halka Cebbâr olanın mecbur kılmasıyla elde edilen bir ödüldü. Neslini sürdürmek için aile olmak, aile olmak için ilişki kurmak zorundaydı insanoğlu, buna mecburdu Cebbar ismi böyle tecelli etti.

……..Silah yapmak için aklını kullanmak zorundaydı Cebbar ismi böyle tecelli etti. Sağ kalmak için silah yapmak zorundaydı Cebbar ismi böyle tecelli etti. Doymak için dala uzanmak zorundaydı Cebbar ismi böyle tecelli etti. O yetmeyince toprağı ekmek zorundaydı onu öğrendi, ekmeyi öğrendi Cebbâr ismi böyle tecelli etti. Dala uzanan ilk insanı temsil eder Adem, Adem’in ağaca yaklaşması.

……..Hayatı kolaylaştırmak için Hayvanları evcilleştirmek mecburiyetindeydi Cebbar ismi böyle tecelli etti. Isınmak için ateşi çoğaltmak mecburiyetindeydi Cebbâr ismi böyle tecelli etmişti. Ateşi çoğaltmak dedim, ateşi keşfetmek gerekmiyor yeryüzünde ateş hep var, yeryüzü ateşin kendisi zaten, yeryüzü ateştir, toprak küldür biz külün ekmeğini yiyoruz. Dolayısıyla yer yüzünde ateş hep oldu, hep yeryüzüne yıldırım düştü, düşen her yıldırım bir yerlerde ateş çıkardı zaten yeryüzünün bir taraflarından hep ateş çıktı vs. vs.

……..Yiyeceğini pişirmek için kap kacak yapmak mecburiyetindeydi bunun için çömlekçi çarkını bulmak mecburiyetindeydi, yani zorlandı ve o çarkı buldu. Çömlekçi çarkını bulunca yük taşımak için teker bulmak mecburiyetindeydi, çarkı getirdi arabaya taktı.

……..Kendini ifade etmek için yazı yazmak mecburiyetindeydi. Bütün bu zorluklar Allah’ın Cebbâr isminin tecellisinden başka bir şey değildi.

……..El Cebbâr olan Allah kulunun yaralarını sarar mı? Sarar. El Cebbâr varlığı tamir edip onaran, kulunu tedavi eden, kullarının yaralarını sarandır. O varlığı 2 şekilde onarır; İradesizlere koyduğu yasalarla onarır, iradelileri ise akıl ve vicdanla onarır. Manen hastalan insanı onarmak için yüce Allah vahiyler göndermiştir. Vahiy de rabbimizin Cebbâr isminin tecellisi, yani yaralarımızı sardığı bezdir, merhemdir, ilaçtır. Vahiyle Allah’ımız bizim manevi yaralarımızı sarıyor.

……..Eğer bir nimet Cebbâr isminin tecellisi olursa muhatap neye müstahaksa ona göre verilir. Bedenimizin karşılığı gibi bir de manevi bedenimiz var, aynen. Yani bedende bir et parçası vardır o hastalanırsa mudğatun diyor ya ve ize fesedeha le fesedel cesed, ve iza salahat salahal cesed. O iyi olursa, kalbi kastediyor. Burada kalpten kasıt bu atan kan pompası olan kalp, onu kastediyor. Yani nasıl bedeniniz için kalbiniz sağlıklı olursa beden de sağlıklı olur, kalbiniz bozulursa beden bozulur ya. Bir de manevi bedeninizin kalbi var diyor, o da bozulursa bedeniniz tekler.

……..Şimdi biliyorsunuz kalpten gidiyor insanlar, aslında insanlar bu kalpten gitmeden evvel öbür kalpten gidiyorlar. Onun için bu kalbin biliyorsunuz kardiyologlar alıyorlar masaya yatırıyorlar, kesiyorlar biçiyorlar tamir ediyorlar, kapakçığını değiştiriyorlar öyle değil mi, elhamdülillah gittikçe gelişiyor.

……..Peki, manevi kalp hastalanırsa ne olur? Vallahi ayetler manevi kalbin eczanesidir. Billahi Allah’ın kitabı manevi kalbin eczanesidir. Damar tıkanıklığı mı var, stent takın, anjiyo yapın. Ama bunu kardiyologlar değil, bunu rabbimizin şifa eczanesi yapacak. Ve nünezzilu minel Kur’âni ma huve şifaun ve rahmetun lil mu’miniyne. (İsra/82) Biz Kur’an dan mü’minler için, ona iman edenler için şifa indirdik.

……..Dolayısıyla bizim problemimiz maddi olmaktan daha çok manevi. Adam damar tıkanıklığı çekiyor, damarı tıkanmış, bitmiş ve bittiğinin farkında değil. Ayete ihtiyacı var, Kur’an eczanesinden ilaca ihtiyacı var stent e ihtiyacı var fakat gelmiyor ki eczaneye kaçıyor. Amin.

……..Ya Cebbâr, ya Allah sen varlığı koyduğun yasalarla onaransın ya rabbi, sen insanoğlunun ruhunu vahyinle onaransın ya rabbi, sen insanı iradesine mecbur edensin ya rabbi. Bize iradenin şükrünü ifa edenlerden kıl Allah’ım.

……..Ya Cebbâr ya Allah kerim kitabında buyuruyorsun ki bir toplumun bireyleri kendilerini değiştirmedikçe Allah’ta o toplumun halini değiştirmez. Değiştir bizi demeye hakkımız yok ya rabbi, bizi kendimizi değiştirecek bir liyakatle donat Allah’ım. Âmin, âmin, âmin, ya Mu’în.

 ……..Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

……..Allah doğru söyledi. Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


Viewing all 327 articles
Browse latest View live