![EL KUDDÛS )A(]()
“Euzü Billahi mineş şeytanir racim
“BismillahirRahmanirRahıym”
EL KUDDÛS
Temiz olmak manasında 5. bâbtan K-D-S mastarından türemiş, mübalağa bildiren bir sıfattır. Pak, temiz, kusurlardan arınmış anlamındadır. Gözlerle görülebilen pisliği gidermek anlamındaki tathirden farklıdır.
Kuddûs isminin sadece zât-ı ilâhî için kullanılabileceği ve her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh olma manasına geldiği konusunda görüş birliği vardır.
Zât-ı ilâhînin takdis yoluyla tenzih edilmesi: O’nun kemâle aykırı olan özelliklerden (nekâis) ve erdemliliğin zıddı bulunan niteliklerden (uyûb) uzak olması ve yüce tutulması demektir. Bu tenzih alanına bütün yaratılmışlık vasıfları dahil olduğu gibi Allah’ın şerîki, benzeri, ayrıca çocukları olması gibi tevhidi bozan özellikler de dahildir.
Takdis, tef’il bâbından olup teksir ifade eder. Pislikten çok uzak tutmak, pek temiz tutmak manasındadır.
Cenâb-ı Hakk, insanın yaratacağında meleklere:
Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ sümme aradahum alelMelâiketi fekale enbiûniy BiEsmâi hâülâi in küntüm sadikıyn;
Kalu sübhaneKE lâ ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ inneKE ENTEl AliymulHakiym. (Bakara/30-31)
Hatırla ki Rabbın meleklere Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi. Onlar, bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis esip dururken, yeryüzünde fesat çıkartacak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? Dediler. Allah da onlara sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim dedi. Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere arz edip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz şunların isimlerini bana bildirin dedi.
Bunu söylediğinde melekler:
Kalu sübhaneKE lâ ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ inneKE ENTEl AliymulHakiym. (Bakara/32)
Derler. Melekler takdis ve tesbihin kendi temizlik ve arınmışlıklarıyla ilgili olduğundan hareketle yaratacağın varlık kan döküp fesat çıkartacak, seni ise bu hâl takdis ve tesbihe engel olur demişlerdir.
Melekler arzın kendi bulundukları âlemin aşağısında olduğunu, orada yaratılacak bir halifenin de oraya uygun bir yaşantıya sahip olacağını, bu yaşantı ve aşağılık durumun Allah’ı tesbih ve takdise aykırı olacağını biliyorlardı. Allah’ın kendi eliyle, kendini takdis ve tesbih etmeyecek birini halife seçmesini istemiyorlar. Sorun insanın yaratılması değil, varlıklar arasında insanın, hem de (dünyadaki) aşağı bir âlemde bulunan insanın halife kılınması sorunudur. Halifenin kendini o makama lâyık görenin nezahetine, kudsiyetine uygun olması gerektiğinden hareket ediyorlar. Kan dökecek, fesat çıkartacak birinin, işi gücü tesbih ve takdis olan varlıklar dururken halife seçilmesidir sorun. İki türlü anlaşılabilir:
I – Sana ait takdisât ile arz-ı takdis eyleriz. Yani senin kudsiyetini ifade ederiz, demek olur.
II – Senin için devamlı olarak kendimizi temizler, temiz tutarız, demek olur.
Yukarıdaki paragrafta anlatıldığı gibi olunca da sadece takdisinde bulunduğumuz varlığın her türlü eksikliklerden uzak olması yanında takdisi gerçekleştirecek varlığın da kendisi günah sayılan hareketlerden uzak tutması gerekecektir. Hata inandığı Rabbının istemediği hâllerden uzaklaşmanın bizzat kendisi en önemli takdis olacaktır.
Elmalılı Hamdi Yazır: Kuddûs, gayet mukaddes, her şâibeden münezzeh, her vasfında ekmel, tahdid ve tasvire sığmaz, hiçbir leke kabul etmez, tertemiz, pampak, bütün temizlik, bütün medha lâyık kemâlât, fedâil ve mehâsin onundur. Hiçbir şey O’nun saha-i kudretine yetişemez hiçbir tahdid ve tasavvura sığmaz, hiçbir şirk, şerik kabul eylemez. Mülküne kimseyi ortak etmez. Haksızlık yapmaz ve lekelei şeyler O’na yanaşamaz. Ne oğlana ihtiyacı vardır ne kıza, ne dosta muhtaçtır ne de yardımcıya.
Cennete haziretülkuds denir, dünyevî âfetlerden temiz olduğu için. Cebrâil’e ruhulkuds denir, resullere vahyi tebliğ konusunda ayıplardan temiz olduğundan. Beytülmukaddes denir, günahlardan arınacak mekân olduğu için.
Halîmî; Kuddûs’un manası, fedâil ve mehâsin ile Memduh demektir. Sarih tesbih takdisi tazammun eder. Sarih takdis de tesbihi tazammun eder. Çünkü mezmumların nefyi medayihi isbat demektir. Nitekim şeriki yok, şebihi yok dememiz onun vahid, ehad olduğunu ispattır. Kimseye zulmetmez dememiz hükmünde adl olduğunu ispattır. Medayihi ispat da mezmumları nefydir. Kadîr dememiz aczi nefydir. Şu kadar ki o şöyledir dediğimizde de zahiri takdistir, o şöyle değildir dediğimizde zahiri tesbihtir. Sonra takdisin zımnında tesbih tesbihin zımnında takdis bulunur ki ikisi ihlas suresinde cem olmuştur. Takdis ve tesbihin ikisi de tevhid ile nefh-i teşrik ve teşbihe râcîdir.
İhlas suresinin ilk iki âyeti
Kul HUvAllâhu Ehad. Allâhus Samed. (İhlas/1-2)
Takdisi: Allah ahaddır (birdir), sameddir (her türlü ihtiyaç kendisinden istenilendir), son iki ayeti
Lem yelid ve lem yûled; Ve lem yekün leHU küfüven ehad. (İhlas/3-4)
(Doğurmadı, doğurulmadı, dengi yoktur) de tesbihi ifade eder. Yani Allah’ta bulunanlarla onu nitelendirmek takdis, bulunmayanların onda olmadığını söylemek tesbihtir.
Takdiste tazim, tesbihte tenzih anlamı vardır ki bunlar birbirlerini bütünlerler. Takdiste Allah’ın mevsuf olduğu temizlik, izzet, büyüklük gibi sıfatların ona verilmesi ve ilan edilmesi, tesbihte ise Allah’ın her türlü şirk ve sapıklığa mensup olanların, ona isnat ettikleri yaraşmayan şeylerden tenzih edilmesi anlamı galiptir.
Kuddûs, kendisiyle nitelendiği her şeyden temiz ve nezih olan demektir. O, ebrarın nefislerini günah kirlerinden temizlemiştir, kötüleri ise alınlarından ve ayaklarından yakalamıştır. Her ikisi de meseleyi gereği gibi düşünen ve anlayan kimse için Hakk’ın kudsiyet ve tenzihliğinin neticeleridir. Konevî
Taberî’ye göre: Tüm kötülüklerden arınmış olan sıfatlarına seni nispet ederiz ve seni inkâr eden küfr ehlinin sana izafe ettiği şerlerden seni tenzih ederiz demektir.
Gazalî, Kuddûs’u hissin anladığı hayalin tasavvur ettiği vehmin vehmeylediği, kalbin düşündüğü ve fikrin hükmettiği her türlü vasıftan münezzehtir şeklinde tanımlar. Ayıplardan, kusurlardan münezzehtir demeyi, ayıp ve kusurların varlığını, var olacağını ima ettirebileceğinden bir edepsizlik sayar. Kuddûs’u “insanların çoğunun kemâl sıfatı olduğunu sandıkları sıfatlardan münezzehtir” şeklinde anlamlandırır.
Gazalî’ye göre insanların Allah’ın takdis ve tenzihi konusunda takip ettikleri yol şöyledir: Önce kendilerine bakarlar, kendi sıfatlarını öğrenirler. Bu sıfatları da kemâl ve noksan sıfatları diye ikiye ayırırlar, kendileri için kemâl sıfatı saydıklarını (ilim, irade, kudret, sem’i, basar, kelam) kemâl sıfatı sayarlar. Kendileri için noksan kabul ettikleri sıfatları (cehalet, acz, körlük, sağırlık) da noksan sıfatları sayarlar. Bundan sonra da Allah’ı övmek için kendileri için kemâl saydıkları sıfatlarla nitelerler, noksan saydıkları sıfatlardan da tenzih ederler. Oysa Allah, insanların kendileri için noksanlık saydıkları vasıflardan uzak olduğu gibi/kadar kemâl saydıklarından da uzaktır. Bu sıfatlardan söz edilmemiş olsaydı mevzubahis edilmezdi.
“Kuddûs” mukaddes manasına takdis”ten müştaktır. Mana-yı lugavîsi “tathir”dir. Ve ıstılahta “Hakk’ı imkân ve ihtiyaçtan ve nakaıs-i kevniyyeden ve kendinin gayrı bulunan mevcudata nisbeten kemâl addolunan kemâlattan, cenûbına lâyık olmayan şeyden tathirdir. “zira Hak Sübhanehu ve Teâlâ ve onun kemâlât-ı zâtiyyesi, akıl ve vehim ve hayal ile idrak olunan kemâlattan a’la ve ecelldir. Nitekim ehli kemâlden bir zât-ı şerîf Cenâb-ı Kibriyâ’ya hitabe buyurur: Rubaî (farsçadır, Türkçesi) Ey noksandan pâk ve ey ademden Müberra olan zât-ı Celîl. Senin vasfında akıl ileriye bir adım atabilir mi? A’ma olan kulağıyla renkleri ve suretleri nasıl görür? Veyahut sağır, göz ile Elhan ve nağmeyi nasıl işitebilir?” Fusus Şerhi. A.konuk. c2.s.1
Kuşeyrî, kulun kuddûs isminden alabileceği nasibi şu şekilde ifade etmiştir: Kuddûs isminin muhtevasını tam anlamıyla kavrayan kimse Allah rızası uğruna nefsini aşağı arzulara uymaktan, servetini haram şüphesinden, zamanını ona muhalefet kirinden, kalbini dünya alâkalarının sebep olacağı lekelerden, ruhunu fanî mekânlarda barınmaktan ve içindeki gücü yabancı ilgilerden uzak tutar. Böyle bir kişi, Allah’a taptığı manevi muhtevasıyla hiçbir yaratığa kul olma zilletine düşmez; O’nu müşahede ettiği kalbiyle hiçbir mahlûka tazimde bulunmaz; elinde bulunan bir dünya nimetini yitirmekten etkilenmez ve tuttuğu yoldan Allah’a ulaşmadan geri dönmez.
Mukaddes, “her çeşit kusur ve ayıptan münezzeh ve uzak” anlamına gelir. Bu anlamdan sadece Allah ve onun sıfatları fiilleri ve isimleri mukaddestir. Kur’an’da mukaddes melekten (ruhul-kudüs):
ve ateyna Iysebne Meryemel beyyinati ve eyyednahü Bi Ruh-ıl Kudüs. (Bakara/87)
Meryem oğlu Îsâ’ya da mucizeler verdik. Ve onu ruhul-kudüs (Cebrail) ile destekledik. (Bakara/87) aynısı 253. Âyet.) mukaddes vadiden:
İnneke Bil vadil mukaddesi Tuva. (Tâhâ/12)
Çünkü sen kutsal vasi Tuvâ’dasın.
İz nadahu Rabbuhu BilVadilMukaddesi Tuva. (Naziât/16)
Kutsal vadi Tuvâ’da rabbi ona şöyle seslenmişti.
Ve mukaddes arzdan:
Ya kavmidhulül Ardal mukaddesetelletiy ketebAllâhu leküm. (Mâide/21)
Ey kavmim, Allah’ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin bahsedilmekte fakat insanın kudsiyetinden söz edilmemektedir.
El Muvatta’da yer alan bir rivayette Ebudderda’nın Selman-ı Farisi’ye mektup yazarak Arz-ı mukaddese gelmesini istediği, onun da toprağın kimseyi takdis etmediğini, ancak kişinin amelinin kendisini takdis edeceğini belirttiği kaydedilir. Kur’an’da nefsi tezkiyesinden söz edilmekte ve bunun kurtuluşun şartı olduğu (eş-Şems 91/9), Allah’ın müminleri arındırıp temizlediği (al-Maide 5/6, el-Ahzab 33/33) ve temizleri sevdiği (el-Bakara2/222, et-Tevbe 9/108) vurgulanmaktadır.
Gazzalî, kulun kudsiyetten nasip almasının zihnini maddî ve dünyevî her şeyden, iradesini bedenî arzulardan temizlemesi anlamına geldiğini söyler. Hakim Tirmizî, âbid, zahid ve takvâ sahiplerini arzî, nebî ve velîleri arşî olarak nitelemiş ve bunların kudsîler olduğunu belirtmiştir. Temiz ruhları ve nefsleri kudsîler diye niteleyen sûfîler bu ruhların bulunduğu âleme de âlem-i kuds adını verirler. Kudsî olan melekler de bu âlemde bulunur.
İbn Arabî’ye göre kudsiyet biri zâtî diğeri arazî olmak üzere iki türlüdür. Allah’ın kuddûs ismiyle O’nun zâtının kudsiyeti dile getirilir. Arazî kudsiyette eksiklik söz konusu olur. İnsan nefsini riyazetle, ahlâkını mücahedeyle, aklını mükâşefeyle, organlarını yasaklardan uzak tutmak ve emirlere uymakla takdis edebilir, yani günahtan ve kusurdan temizleyip olgunlaştırabilir. DİA. Kuddise Sırruh maddesi.
Gazalî, kulun kudsiyet kazanmasından bahsederken şöyle söyler: kulun münezzehliği (kudisyeti) ilmini ve iradesini tenzih etmesidir. İlmini tenzih etmesi, tahayyül edilenlerden, hissedilenlerden, vehmedilenlerden ve hayvanatın ortak olduğu her türlü idraklerden onu korumasıdır. Gerçekten Allah’ın kuddûs isminden hissesini almak isteyen insan, ilmini hayallerle vehimlerden korur. Duyularla elde edilen bilgilere saplanıp kalmaz. Hayvanların da ortak olduğu idrak derecelerinden kendilerini sıyırır. Tersine, bütün düşünüşlerini ve ilmini ezelî, ilâhî ve duyularla idrak edilmekten uzak meseleler üzerine teksif eder. Kendi zâtında duyularla bilinen ve hayalleriyle uğraşılan şeylerin hepsinden sıyrılır. Duyu organları ve hayal gücü yok olsa dahî bütün aydınlığı ile bakî kalabilecek şerefli, küllî ve ilâhî ilimlere sarılır. Bu şerefli, küllî ve ilâhî ilimler değişen ve her an için yok olan fânî şahıslarla değil, ezelî-ebedî malûmatla alâkalıdır.
Kulun iradesine gelince, onu da şehvet, gazap, yeme, içme, giyme, nikâhlanma, bakma… gibi beşerî zevkler etrafında döner olmaktan korur. Yine ancak zahirî duyular vasıtasıyla ve kalp ile nâil olunan zevklere de iltifat etmez. Kuddûs isminden nasibini alan kimse Allah’tan başkasını murad etmez. İradesinden yalnız O vardır. Allah’tan başka hiç bir şeyden zevk almaz. Yalnız Allah’a kavuşmaktan zevk duyar. Öyle ki eğer içindeki bütün nimetleriyle beraber cennet kendisine sunulsa asla iltifat etmez. Ev değil ancak evin sahibi ile kanaat eder… Bir şeyi murad edenin azizliği o şeyin azizliği nisbetindedir. Bir kimsenin bütün himmet ve gayreti midesine giren olursa, kıymeti de midesinden çıkan olur. Allah’tan başka gayesi olmayanın derecesi de gayesinin derecesi miktarıncadır. Her kimin ilmi hislerle ve hayallerle bilinen şeyler derecesinden yükselir ve iradesi de şehevî arzuların doğurduğu neticelerden temizlenirse işte o kuds bahçesinin tam ortasına konmuştur. İlâh’i Ahlâk, 140
Kutsal: E. Durkheim’e göre tüm dinî inanışlar ya kutsal ya da profan olaylar şeklinde tasnif edilir. Kutsal; olağanüstü, aşkın ve gündelik olayların oluş doğrultusunun dışında görülen ve o şekilde tecrübe edilen olayları içerir. Modern toplumlarda kültürün rasyonalizasyonundan meydana gelen kutsal gerçekliğin bir geri çekilmesi vukubulmuştur. Geniş anlamıyla kutsal şiddete, işgale ya da kirletmeye karşı korunmuş olan şeydir. Terim dinî bir mahiyettedir, ama onunla sınırlı değildir…. Bu anlamda kutsal, saygı duyulan, hürmet edilen ve ebedî anlamı taşır.
Din bağlamında kutsalın anlamı hem daha dar hem daha kesindir. Burada kutsal özgül olarak din tarafından, şiddete, işgale ve kirletmeye karşı korunan şeydir. Bu nedenle o, din tarafından ya da din adına takdir edilen, kutsal ve dokunulmuş olandır. Bu kullanımda kutsal profanın zıddıdır. Durkheim şunları söyler: Kutsal olan şey, kesinlikle profanın dokunmaması gereken ve cezaya uğramadan dokunamayacağı şeydir… Kutsal bizzat gerçekliğin doğasında bulunur ve normal insanlık, kişinin fıtrî olarak gerçeği gerçek olmayandan ayırt ettiği bir kutsal duygusuna sahip olarak doğar. Fakat modern insan öyle bir duruma gelmiştir ki bu doğal duygu bile neredeyse unutulmuş kutsalın bir “tanımı”nın yapılması ihtiyacı baş göstermiştir. Şunu kaydetmek ilginç olacaktır ki kutsal olanı akıl-dışına bağlama yolunda R. Otto’nun ki gibi girişimler içinde bulunduğumuz yüzyılda oldukça ilgi görmüştür. Bu olgu şunu göstermektedir: zihnî hakikatin ya da bilginin kutsalla olan ilişkisi, bilginin kutsal içeriğinden soyulmasının sonucu olarak kesinlikle görmezden gelinmiştir. Üstelik sekülerleşmiş bir dünyada kutsal, anlaşılmaz bir şey olarak görüldüğü profan dünyanın perspektifinden görülmeye başlanmıştır… Kutsalın anlamına yaklaşmanın belki de en kestirme yolu, onun ebedî olanla ilişkisini kurmak olacaktır. İnsanın kutsala ilişkin duygusu ebedî ve değişmez olana duyduğu duygudan, onun gerçekte olduğu şeye olan nostaljisinden başka bir şey değildir. Zira o kendi varlığının cevheri içinde ve hepsinden önce değişmez olanı bilmek v ebedî olanı düşünmek üzere yaratılan aklı içinde kutsalı taşımaktadır.
Birinci olarak aşkın olan, ikinci olarak bir mutlak hakikat özelliğine sahip olan, üçüncü olarak da sıradan insan düşüncesinin anlayış ve kavrayış gücünden kaçan şey kutsaldır. M. Armağan, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi
Kutsal kavramı, bir din içerisindeki unsurları birbirine bağlayarak o dinin bütünlüğünü sağlayan veya kuşatan en temel eleman olup din bilimlerinin ana konularındandır. Herhangi bir dinde inançlı kabul edilen kişiyi Tanrıya, ritüele, cemaate, doktrine ve ahlâka bağlayan, onun din çerçevesinde kalmasıan katkıda bulunan temel tecrübe kutsal duygusudur.
Kutsalı belirleyen en önemli unsur kişinin, kaynağı tabiatüstü sayılan varlığa sevgi ve korkuya dayalı bir duyguyla bağlanma eylemidir. Kutsal çiğnenmemesi gereken bir olgudur. Bunu sağlayacak olan da dünyevî ve uhrevî veya uhrevî müeyyidelerdir. Kudsiyet. DİA. Kürşat Demirci.
Dinimizce kutsal sayılan hususlar ve bunlara karşı işlenmiş tahkir, istihza ve saygısızlıkların müeyyideleri daha çok fıkıh kitaplarının elfaz-ı küfür bahislerinde yer alır. İnanılması gereken hususlara karşı istihfaf, istihza, istihkar anlamı taşıyan inanış, söylem ve davranışların müeyyideleri vardır. Bu müeyyideler aynı zamanda kutsallığın alanını ve sınırlarını da belirleyen yaptırımlardır.
Kutsala duyulan, gösterilen saygıyı Allah’a ibadetle karşılaştırmak ibadeti yüceltmek şeklinde anlaşılıyor gibi gözükse bile “saygı”yı ibadet derecesi ve şekline dönüştürmek, seviyesine indirgemek anlamına da gelecektir. Kutsalı belirlemek yegâne kuddûs olan Allah’a ait olduğu gibi müeyyidelerini belirlemek de Allah’a ve oradan hareketle fıkıh ilmine ait bir konudur.
Hadîsler de kuddûs: Kullar sabaha ulaştıklarında bir münadî şöyle seslenir:
Kuddûs ve melik olanı tesbih ediniz. (Kenzülummal).
Berâ (r.a.) den: bir adam Aleyhissalâtü vesselâm efendimize gelerek vahşet (melankoli, hüzün, korku, kaygı) ten şikâyet etti. Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz ondan:
Sübhanel melikil kuddusi rabbi ver ruhi celleltes semavati vel arda bil izzeti vel ceberut.
Hiçbir eksikliği olmayan, Her şeyin sahibi, Gökleri ve yeri izzet ve şerefiyle çepeçevre saran Meleklerin ve Ruh’un Rabbini tesbih ederim ( Taberani | Mucem-ul Kebir )
Sözünü çoğaltmasını istedi. Adam da bu sözü söyledi de ondan vahşet gitti. Taberanî’nin Kebirinden. (Kenzülummal).
Aleyhissalâtü vesselâm’ın vitri kıldığında ilk rekâtte A’lâ suresini, ikincide Kâfirûn, üçüncü rekatte İhlas suresini okuduğu bitirdiğinde de üç kez:
Çokça takdis edilen mutlak hükümdar olan Allah’ı tüm noksanlıklardan tenzih ederim. Sözünü tekrarladığı rivayet edilir. (Nesai rivayetinde ise üçüncüsünde yüksek bir sesle ve uzatarak şöyle der. “Meleklerin ve Ruhun rabbi”)
Aişe (r.a.) validemizden: Resûlullah (s.a.v.) rukû ve secdesinde.
O, Çokça tesbih ve takdis edilendir. Sözünü söylerdi. Ahmed b. Hanbel, Müsned.
Etrafını nurdan dağların çevirdiği, üzerinde nurdan mızraklarla nurdan meleklerin bulunduğu bir denizi vardır Allah’ın. Bu melekler denizin etrafında şöylece seslenirler:
Subhane zil mülki vel melekûti, Subhanel zil ızzeti vel ceberut, Subhanel hayyillezî lâ yemût, Sübbuhun, Kuddusün rabbune ve Rabbu’l-melaiketi ve’r-ruh..
Görülen, görünmeyen, bilinen, bilinmeyen bütün mahlûkatın sahibi olan Rabbimiz her türlü noksanlıktan uzaktır. Her şeye gücü yeten, uyumayan ve ölmeyen devamlı hayat sahibini Rabbimizi tenzih ederim. Bizim ve Meleklerin ve Cebrail’in rabbi, noksan sıfatlardan münezzeh ve kemal sıfatlarla muttasıftır.
Kim bu sözü günde veya ayda veya senede veya ömründe bir kere söylerse Allah Teâlâ geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar. Günahları denizköpüğü kadar olsa veya ölmek üzere olsa veya savaştan kaçmak bile olsa. Enes’ten. Deylemî. Kenzülummal.
Bu ismin Allah Teâlâ için ifade ettiği anlamlar:
1 – Yegâne Kuddûs Allah’tır.
2 – Allahu Teâlâ aynı zamanda kutsallığın kaynağıdır da; kutsallığı o belirler, şartlarını o koyar, kutsallığa erecek veya ermeyecek olanları o belirler.
3 – Sadece zâtı değil sıfatları, isimleri, fiilleri, kutsal olandır.
Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin hissesi;
1 – Cenâb-ı Hakk’ı O’na yaraşır şekilde takdis ederdi,
2 – Takdisini aynı zamanda, kendisini Cenâb-ı Hakk’ın istemediği hallerden uzaklaştırarak gerçekleştirirdi,
3 – Bu şekildeki takdisini ve öncekini kendinden bilmez, Allah’tan bilir ve şükür üzere bir hayat sürerdi,
4 – İnsanları da Allah’ın istemediği vasıflardan uzaklaştırmaya çalışır ve bu şekilde de takdisde bulunurdu.
Müminlerin bu isimden nasipleri;
1 – Allah’ı yegâne Kuddûs bilmek, olur olmaz, O’nun belirlemediği, hevâmızın belirlediği şeyleri kutsal saymamak,
2 – Allah’ı takdis üzre bir tarzı hayatın sahibi olmak:
I – Allah’ı kemâl sıfatlarıyla yad etmek,
II – Kendimizi O’nun istemediği hâllerden arındırmak, O’nu takdise lâyık hâle gelmek,
3 – Sahip olduğu her şeyi “Allah için” hâline getirmek; Allah’ın eli, ayağı, deili, gönlü, zihni, olurum dediği insan olmak,
4 – Bu şekilde olmayı lütf-u ilâhî kabul etmek,
5 – İnsanların takdise yaraşır bir tarzı hayata sahip olmaları için gayret etmek.
Konunun daha iyi anlaşılması için aşağıdaki bölümü mutlaka okuyunuz!
KUR’ÂN’DA KUTSALLIK ANLAYIŞI
Kur’ân’da kutsallık anlayışına geçmeden önce kutsalın veya kutsal olanın genel bir tanımını vermek gerekmektedir. Kutsal kelimesinin kökenini oluşturan kut; “saadet, devlet, kudsiyet, uğur, baht, talih, mutluluk, hayır, bereket, mübareklik gibi anlamlara gelmektedir”. Kutsal ise;
- a) Güçlü bir dini saygı uyandıran, veya uyandırması gereken, kudsi, mukaddes,
- b) Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen, kudsi, mukaddes,
- c) Bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne titrenilen,
- d) Tanrı’ya adanmış olan, tanrısal olan diye tanımlanmıştır.
Kudsi, kutlu ve mukaddes” karşılığında kullanılan “kutsal” kelimesinin uydurma bir kelime olduğu belirtilmektedir. Verilen bu tanımlar, kelimenin Türkçe de ki kullanımı için söz konusu olmaktadır. Kutsal’ın ıstılahtaki tanımı da şu şekilde yapılmıştır:
“Başlangıçtan beri insan tecrübesinin bir parçası olan kutsal, yaratıcı ile olan ilişkisinden doğan özel bir niteliğe sahip olan veya dini bir amaç için tahsis edilen” demektir. “Kutsal, kendini her zaman doğal gerçeklerden tamamen farklı bir gerçek olarak gösterendir”. Diğer bir tanıma göre kutsal; “tamamen farklı bir şeyin, bizim dünyamıza ait olmayan bir gerçeğin, doğal, dindışı dünyamızın ayrılmaz bir parçası olan nesneler içinde açığa çıkmasıdır”. Kutsal; “varlığın oluştaki, Bâki’nin de fânideki doğrudan tecellisi” olarak da tanımlanmıştır. Kutsallık ise, yaratıcıya olan yakın ilişkileri sebebiyle bazı özel zaman, mekân veya eşyaların sahip olduğu özelliktir.
Tanımlardan da anlaşılabileceği gibi, maddî ve fizikî fenomen dünyası iki başlık altında toplanmıştır: Kutsal ve profan. Kutsal’a, yaratıcı ve O’nunla ilgili her şey; O’nun kitapları (Kutsal Kitaplar), ma’bedler ve O’nun kutsal olarak bildirdiği zaman, mekân ve yerler dahildir. Profan ise, kutsalın zıddı olup “ma’bedin dışında kalan”, “kutsal olanın dışındaki” nesne ve olgular demektir. Bu tanımlara göre kutsalın dini hayatla, profanın da dünyevi hayatla sıkı bir ilişkisi vardır. Çünkü “kutsal ve dini hayat, kutsallıktan tamamen arındırılmış profan ve dünyevi hayatın zıddıdır”.
Bu tanımlardan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: Yegâne kutsal varlık Allah’tır. O’nun dışında herhangi bir şeyi kutsal kabul etmek mümkün değildir. Ancak O’nunla ilişkisi bulunan yer, zaman, mekân ve nesnelere kutsallık atfedilebilir. Fakat belirtmek gerekir ki bir şeyi kutsal olarak kabul etmekle, bazı şeylere kutsallık atfetmek birbirinden tamamen farklıdır.
Kur’ân’da kutsal veya kutsallık anlayışını belirten kelime ya da ifadelere geçmeden önce, kutsalın belirleyicilerini vermek uygun olacaktır.
KUTSAL’IN BELİRLEYİCİLERİ
Herhangi bir yer, zaman, mekân, eşya ve varlıkların kutsal olup olmadığını belirleyen en önemli unsur Allah’tır. Çünkü, yukarıda yapılan tanımlardan da anlaşılacağı üzere, yaratıcının bizzat kendisi kutsal kabul edildiği gibi, O’nunla ilişkisi bulunan bir kısım eşya ve yerlere de kutsallık atfedilmektedir. Nitekim Yüce Allah, Tâhâ Sûresi’nde, Hz.Musa’ya, bulunmuş olduğu Tuvâ Vâdisi’nin kutsal bir yer olduğunu bildirdiği gibi, kendisini de; “Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et…” diye tanıtmış ve böylece yegâne kutsal varlık olarak kendisinin tanınması gerektiğini ve yalnız O’na ibadet edilebileceğini ifade etmiştir.
Kutsalın belirlenmesinde etkisi bulunan diğer bir unsur da insandır. Çünkü varlıklar içerisinde kutsalı en iyi idrak eden ve fıtratında kutsal duygusu bulunan yegâne yaratık insandır. Kur’ânî ifadeyle insan, Allah’tan bir ruh taşımaktadır. Buna rağmen insan, kutsalı belirlemede yaratıcıya tabi olmak ve ancak O’nun kutsal olarak bildirdiklerini kutsal kabul etmek durumundadır. Aynı zamanda kutsalın belirlenmesinde kutsal duygusu ve inancın da ayrı bir yeri vardır. Kutsal anlayışının kaynağı yaratıcının bizzat kendisi ve O’na inanç olduğu için, inancı olmayan insanların kutsal veya kutsallıkla herhangi bir ilişkileri yoktur.
KUR’ÂN’DA KUTSAL VEYA KUTSALLIK ANLAYIŞINI BELİRTEN İFADELER
Kur’ân’da kutsal ya da kutsal olanın herhangi bir tanımı yapılmamış olmakla birlikte, kudsiyet veya kutsallık belirten bazı kelime ve kavramlar bulunmaktadır. Bunların belli başlıları şunlardır:
Bakara Suresinde belirtildiğine göre Allah, meleklerine hitaben; “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediği zaman onlar; “Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?…” demişlerdi. Ayette, yaratıcıyı kutsal saymak anlamında “nukaddisu” kelimesi kullanılmıştır.
Bilindiği gibi Allah’ın en güzel isimlerinden birisi de el-Kuddûs’tür. “Allah’ın eksiklikten münezzeh olduğunu” belirtmek üzere kullanılmış bulunan bu kelime, aynı zamanda kutsal varlığın en önemli özelliği olan “tam ve mükemmel olma”yı da vurgulamaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de kutsal varlığı veya neyin kutsal olduğunu en güzel şekilde ifade eden kelimenin, Allah’ın en güzel isimleri arasında yer almış olan bu “el-Kuddûs” kelimesi olduğunu söylemek mümkündür.
Kur’ân’da kutsal anlamında kullanılmış olan diğer bir ifade de, “Rûhu’l-Kuds” tamlamasıdır. Her ne kadar meâl ve tefsirlerde bu kavramla Cebrail’in (as) kastedilmiş olduğu belirtilmişse de, Cebrail’in isminin doğrudan zikredilmeyişi, Cebrail gibi bir kısım nûrani varlıklara da kutsallık atfedilebileceğini hatıra getirdiği gibi, Hz.İsa’dan bahseden bazı ayetlerde özellikle bu kavramın kullanılmış olması ilgi çekicidir. Ayrıca bu kavram, Hıristiyanlık’taki teslis anlayışının üçüncü unsurunu teşkil eden kutsal ruh inancı açısından da önemlidir.
Medyen dönüşünde ilahi vahye mazhar olan Hz.Musa’ya, bulunmuş olduğu Tuvâ Vâdisi’nin kutsal bir yer olduğu, hemen pabuçlarını çıkartmasının gerektiği ve Firavun’a gidip peygamber olduğunu ona bildirmesi, İsrailoğulları’nı Firavun’un zulmünden kartarması istenmişti. Bu âyetten, Tuvâ Vâdisi vb. gibi, peygamberlerin vahye mazhar olduğu bazı mekânlara kutsallık atfedildiği anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bu âyet, kutsal mekân anlayışının Kur’ân’da var olduğuna da delil sayılabilir. Burada Vâdi’ye kutsallık atfettiren ise, ilahi vahyin orada cereyan etmiş olmasıdır.
- Arz-ı Mukaddes;
Herhangi bir bölge veya mekâna kutsallık atfetmenin bir diğer örneği de yine Kur’ân’da “Arz-ı Mukaddes” ifadesinin kullanılmış olmasıdır. Şöyle ki:
“Ey kavmim! Allah’ın size (vatan olarak yazdığı) mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz”. (Maide/21)
Bu ayette belirtilen mukaddes toprak, İsrâiloğulları’nın Mısır esaretinden kurtulduktan sonra yerleşmeleri istenen Filistin topraklarıdır. Gerçekte arz-ı mev’ûd, Allah’ın Hz.İbrahim’e ve onun soyundan gelenlere vermeyi vaad ettiği yer için kullanılmış olan bir terimdir. İbranice’de “Eretz İsrael” (İsrâil diyarı) adı verilen bu bölge Ahd-i Atik’te “Kenan diyarı”, “diyar”, “gurbet diyarı”, “memleket” diye de zikredilmiştir. İkinci Ma’bed döneminden itibaren ise “arz-ı mev’ûd” diye adlandırılmış olup Ahd-i Cedid’de de bu isimle geçmektedir. Ayrıca Ahd-i Atik’te burası “iyi ve geniş diyar”, “süt ve bal akan diyar”, “bütün memleketlerin süsü olan diyar” diye de tanımlanmıştır. Âyetten, herhangi bir yere olduğu gibi herhangi bir bölgeye de kutsallık atfedildiği anlaşılmaktadır.
Kur’ân’da geçmemekle birlikte, konumuz açısından önem arzeden diğer bir husus da; hadis literatüründe yer alan ve “manası Allah’a, lafzı Hz. Peygambere ait olan hadislere” kudsî hadis adının verilmiş olmasıdır. Bu husus, kutsal anlayışının hadislerdeki mevcudiyetinin en bariz örneği sayılabilir. Ayrıca bu ifadeden, kutsala izafe edilen bazı şeylere, kutsalla ilişkisinden dolayı, kutsal vasfının atfedilebileceğini de anlamak mümkün gözükmektedir.
Kutsallık İfade Eden Diğer Kelimeler
“Mübarek” Kelimesi; Kur’ân’da kutsal veya kutsallık anlamına en yakın manada kullanılmış olan diğer bir kelime de “mübarek” kelimesidir. Kökeni itibariyle “bereket” veya “bereketli-mübarek” gibi anlamlara gelen bu kelime, Kur’ân’da çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Özellikle “âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (ma’bed), Mekke’deki (Ka’be)’den” bahseden âyette bu kelimenin kullanılmış olması; diğer bir ifadeyle, İslam açısından yeryüzünde en kutsal mekân olarak kabul edilen Ka’be’den bahsederken “mübarek” lafzının kullanılmış olması, bu kelimenin kutsalı veya kutsal mekânı belirtmede kullanılan en önemli kelimelerden olduğunu göstermektedir. Ayrıca İsrâ Sûresi’nde, Hz.Muhammed’in bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürüldüğü belirtilen âyette, Mescid-i Aksâ’dan, “çevresini mübarek kıldığımız” diye bahsedilmiş olması da, “mübarek” kelimesinin, “kutsal” anlamına çok yakın bir kullanıma sahip olduğunu göstermektedir. Yine En’âm, 6/92, Enbiya, 21/50, Sâd, 38/29’da Kur’ân-ı Kerim’den; Mü’minûn, 23/29’da Hz.Nuh’un Tûfan’dan sonra indirilmesi için duâ etmesi istenen yerden; Kâf, 50/9’da da gökten indirilen su’dan bahsederken “mübarek” kelimesinin kullanılmış olması da, Kur’ân’ın kutsallık anlayışı açısından önemlidir.
Bütün bunların dışında “mübarek” kelimesi, kutsallık ifade edecek biçimde ve bir isme vs. izafe edilerek şu şekillerde kullanılmıştır:
Mübarek Gece;
Duhân Sûresi’nin 2 ve 3’ncü âyetlerinde “Apaçık olan Kitaba andolsun ki, biz onu (Kur’ân’ı) mübarek bir gecede indirdik…” buyurulmak suretiyle, Kur’ân’ın indirilmiş olduğu gecenin öneminden bahsedilirken, “mübarek” lafzı kullanılmıştır. Bu âyette geçen “mübarek gece”den maksadın Kadir gecesi veya Berat gecesi olduğuna dair rivayetler vardır. Ancak, Kur’ân-ı Kerim’in Hz.Peygamber’e Kadir gecesinde indirilmiş olduğunu bildiren âyeti göz önüne alan İslâm âlimlerinin çoğunluğunun, burada Kadir gecesine işaret edildiği rivayetini daha kuvvetli bulmuş oldukları belirtilmektedir.
Buk’ay-ı Mübareke
Tâhâ, 20/12 ve Nâziat, 79/16’da, Hz.Mûsa’nın vahye mazhar olduğu vâdiden söz edilirken “mukaddes” kelimesi kullanılmış olduğu halde, Kasas, 28/30’da ise, aynı vâdiden bahsederken “el-Buk’atü’l-Mübareke” tamlaması kullanılmıştır. Aynı yeri ifade etmek üzere “mukaddes” ve “mübarek” kelimelerin kullanılmış olması, bu iki kelimenin anlam bakımından birbirlerine çok yakın olduğunu göstermektedir.
Şecere-i Mübareke
Nûr Sûresi 24/35’nci âyette zeytin ağacından “mübarek ağaç” diye söz edilmiştir. Keza Tîn Sûresi 95/1’nci âyette de zeytinden yeminle söz ederek, bu ağaç ve meyvasının önemine dikkat çekilmiştir. Ancak burada, kelimenin mübarek veya bereketli anlamı ilk planda anlaşılmalıdır. Aksi takdirde ağaca kudsiyet atfedilmiş olur. Bu ağaca hususiyet kazandıran, onun bereketli bir ağaç oluşu ve kendisinin verimli, meyvasının da çok faydalı oluşudur. Ağaca önem atfettiren bir başka husus da, kutsalın kendisinde tezahür etmiş olmasıdır.
KUTSALI VEYA KUTSAL YERLERİ GÖSTEREN İŞARETLER
Bir şeyin veya herhangi bir yerin kutsal olduğunu gösteren bazı işaretler vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür.
- Kutsal Kabul Edilen Yerlerin Allah Tarafından gösterilmiş olması.
Kutsallığı çeşitli dinler ve o din mensuplarınca kabul edilen bazı yerlere esas kutsallık kazandıran husus, o yerin Allah tarafından bizzat tayin ve tespit edilmiş olmasıdır. Bunun en canlı örneğini, Kâbe’nin yerinin Hz. İbrahim’e Cebrail vasıtasıyla gösterilmiş olması teşkil eder. Aynı şekilde Kudüs’te Hz. Süleyman tarafından inşa edilmiş olan Beytü’l-Makdis’in yeri de Dâvud (as)’a melek vasıtasıyla bizzat Tanrı Yahve tarafından gösterilmişti. Yukarıda belirtildiği gibi, Hz.Mûsa’ya da, Mukaddes Tuvâ Vâdisi’nde bulunduğu yine Allah tarafından bildirilmişti.
- Bir Yerin Allah’a Tahsis Edilmiş Olması
Aynı şekilde Kur’an’ın çeşitli yerlerinde mescidlerin Allah’ın evi (Beyt) olduğu ifade edilmiştir. Bir yerin veya herhangi bir mekânın Allah’a tahsis edilmiş olması, yegâne kutsal varlık olan Allah’a nispetinden dolayı, o yere kutsallık atfedilmesine sebep olmuştur.
- Allah’ın Herhangi Bir Yerde Gücünü Izhar Etmesi (Tecelli)
Zaman ve mekândan münezzeh olan Allah’ın, zaman zaman herhangi bir yerde tecelli etmesi ve o yerde gücünü göstermesi de, oraya kutsallık atfedilmesine sebep olmuştur. Bunun en çarpıcı örneğini Kur’ân’daki şu anlatım teşkil etmektedir:
“Musâ tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca, ‘Rabbim! Bana (kendini) göster; göreyim’ dedi. (Rabbi): ‘Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!’ buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim”. Tecellinin diğer bir örneği de, bir hadiste, Allah’ın her gece dünya semasına tecelli edip insanlara herhangi bir isteklerinin olup olmadığını sormuş olduğunun bildirilmiş olmasıdır.
- Bir Yerin İnsanlar Tarafından Kutsal Kabul Edilmesi
İnanan insanların bir maddî, bir de manevi dünyaları vardır. Maddî dünyalarının merkezini fiziki coğrafya belirler. Manevi dünyalarınkini ise, sahip oldukları dini inançları ve benimsedikleri değerleri belirler. İnanan insanların manevi dünyalarının merkezinde genellikle mabetler veya herhangi bir din mensuplarınca kabul edilen dini merkezler vardır. Bu yerler aynı zamanda o din mensuplarının gönülden bağlı oldukları başlıca ibadet ve ziyaret yerleridir. Mekke’de Kâbe’nin, Medine’de Hz. Peygamber’in kabrinin bulunması ve aynı zamanda bu iki şehrin, İslam Dininin doğup yayıldığı en önemli iki dini merkez olmaları vb. gibi hususlar, bu iki şehrin Müslümanlar tarafından daha mübarek birer belde kabul edilmelerine ve oralardan “mukaddes topraklar” diye bahsetmelerine sebep olmuştur. Aynı şekilde Kudüs de, hem Kur’ânî anlatımda hem de Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar nazarında mukaddes bir yer kabul edilmiştir. Aynı zamanda Kâbe ve Kudüs, adı geçen din mensuplarınca ibadet esnasında yönelinen (kıble) birer kudsî mekânlardır. İşte bu yerler, inananların dünyalarının merkezleri mesabesindedir.
Aslında Mekke, Medine ve Kudüs gibi şehirlerin inananlar tarafından birer kutsal mekân olarak kabul edilmiş olmalarının temelinde yine, yegâne kutsal varlık olan Allah’ın, diğer yerlere nazaran, oralara ayrıca bir değer vermiş olması ve aynı zamanda bu yerleri, ilahi dinler diye ifade edilen Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi üç büyük dinin doğup yayıldığı yerler olarak seçmiş olması, bu din mensuplarının oralara kutsallık atfetmesine esas teşkil etmektedir. İnananları o yerlere kutsallık atfetmeye sevkeden diğer bir âmil de, onların bu yerler hakkında sahip oldukları inanç ve değerlerdir.
Aynı şekilde Mekke, Medine, Kudüs gibi yerler ve buralarda bulunan mescidler ve bazı ilahi işaretler hakkında yer alan Kur’ânî ve peygamberî ifadeler de, bu yerlerin o din mensuplarınca mukaddes birer belde kabul edilmelerinde önemli rol oynamıştır. Nitekim İbrahim (as)’ın; “bu beldeyi emin bir yer kıl” diye duâ etmesi; yine bu yerlerden yeminle bahsedilmiş olması; hepsinden önemlisi de, bu yerlerden bahsederken “şu beldenin Rabbi”; “belde-i tayyibe” gibi ifadelerin kullanılmış olması, bu yerleri kutsalın (Allah) bizzat sahiplendiğini göstermektedir. Dolayısıyla bir yeri kutsalın sahiplenmiş olması, o yerin kutsaldan bir işaret taşıdığı izlenimini de vermektedir.
Diğer taraftan Hz.Muhammed’in, “ancak şu üç yere ibadet ve ziyaret amacıyla yolculuk yapılabilir. Bunlar: Mescid-i Haram, Benim Mescidim (Mescid-i Nebi) ve Mescid-i Aksa’dır” demiştir. Yine Hz.Peygamber, Medine’ye hicret edeceği bir esnada Ka’be’ye bakarak şöyle demişti: “Vallahi sen, benim dünyada en çok sevdiğim yersin; aynı şekilde Allah’ın da dünyada en çok sevdiği yersin. Eğer senin halkın beni zorla çıkarmasalardı vallahi çıkmazdım”. Bu hadislerde, bu üç mekânın bulunduğu yerlerin diğer yerlere olan üstünlüğü veya farklılığı belirtilmiştir.
KUTSAL ZAMAN VEYA MEKÂNLAR
İnsanın şu evrende yaşadığı iki temel boyut vardır: Zaman ve mekân. Bu, toplumlar için de böyledir. Başta insan hayatı olmak üzere, insanın tüm değerlerini bu iki temel boyutun dışında düşünmek mümkün değildir. Dolayısıyla insanın kutsalla olan ilişkisi de zaman veya mekân boyutunda gerçekleşmektedir. İnanan insanın, hangi zaman veya mekânda bulunursa bulunsun, fıtrat eksenine bağlı olarak, kutsalla ilişkilerinde zaman ya da mekânın dışına taşması mümkün değildir. İşte insanın kutsalla daha yakın ilişkiye girdiğini düşündüğü veya kutsalın, çeşitli vesilelerle kendisini insana daha fazla hissettirdiği bu zaman ya da mekânlara kutsal zaman veya kutsal mekân adı verilmektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, İslâmî anlatımda bu tür yer ve zamanlar için daha çok “mübarek” kelimesi kullanılmaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi “kutsal” anlamına en yakın anlam içeren kelime de “mübarek” kelimesidir.
Buna göre, diğer din mensuplarının kutsal gün veya gece kullanımlarına karşılık, İslâm’da da mübarek gün veya gece kullanımı benimsenmiştir. Bu anlamda Cum’a ve Pazartesi gün ve geceleri, kandil geceleri ve Ramazan Ayı mübarek kabul edilmiştir. Bu manada bazı mekânlar da mübarek veya kutsal sayılmıştır. Diğer taraftan, kutsal zaman ve mekânlar genellikle birlikte düşünülmüştür. Bunun en bariz örneği de asr-ı saadettir. Çünkü asr-ı saadet, bütün zaman kesitlerinde yaşayan müminler için ana cazibe kaynağıdır. İnanan insanların kutsal zaman veya mekân anlayışlarının temelinde asr-ı saadetin ayrı bir yeri ve önemi vardır. “Saadet asrı” anlamına gelen bu ifadenin kullanılması da bunu göstermektedir.
KUTSALLIK İFADE EDEN DİĞER MEFHUM VEYA NESNELER
İnsanlar tarafından kutsala izafe edilen veya kutsalla ilişkilendirilerek kullanılan mefhumlar arasında kutsal kitap, kutsal bilim, kutsal evlilik, kutsal kazanç, kutsal görev, kutsal toprak, kutsal tarih; can, mal, din ve namus gibi kutsal değerler vb.lerine rastlanmaktadır. Bu ifadelerden bazıları mecazi manada kullanılmış oldukları gibi, bazıları da kişilerin o kullanımdan kastetmiş oldukları şeye göre değişik anlamlar ifade etmektedir.
İNSANIN KUTSALLAŞTIRILMASI MESELESİ
Başlangıçtan beri verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi, insanlar genelde iki şeye kutsallık veya mukaddeslik atfetmişlerdir. Bunlardan biri maddî, diğeri de manevidir. Maddîde esas olan temiz ve faydalı olmak; manevide esas olan da tam ve mükemmel olmak ve aynı zamanda faydalı olmak. Bunlardan maddi olana itina, manevi olana da saygı gösterilir.
“Kutsal” kelimesi manevi sahada mükemmelliğin, tam ve yetkin olmanın dini terimidir. Manevi sahada mükemmellik ve yetkinlik, en üst ve son derecesini Allah’ta bulur. Bunun için en kutsal varlık O’dur. O, her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzaktır. Bütün mükemmellikler ve yetkinlikler Allah’ta toplanır ve O’nun kutsallığını pekiştirir (Kuddûs). Bunun için, herhangi bir varlık Yüce Allah’a ne kadar yakın olursa, o derece O’ndan mükemmellik alır (insan-ı kâmil). Böylece o da kutsala ve kudsiliğe yaklaşır. Bu noktada insan akla gelmektedir. Varlıklar içerisinde insan, tam ve mükemmel-kutsal varlık olan Allah’a en yakın olanıdır. Çünkü o, Allah’tan bir ruh taşımaktadır. Ancak bu, insanın kutsallaştırılması anlamına gelmez.
İslâm’da, kutsala daha yakın olan insanları ifade etmek üzere “veli, evliya, müttaki” vb. gibi kelimeler kullanılmıştır. Buna rağmen kutsal insan ifadesine asla rastlanmamaktadır. Ayrıca insanlar içerisinde kutsala en yakın olanlar arasında öncelikle peygamberler gelmektedir. Peygamberler için de benzer kullanımlar söz konusu değildir. Ancak Kur’ân’da belirtildiğine göre yahudiler, Üzeyir (as)’ı, hıristiyanlar da İsa Mesih’i Allah’ın oğlu olarak telakki ederek, bir nevi onlara kutsallık atfetmişlerdir. Fakat Hz.Peygamber, kendisinin de bir beşer olduğunu; insanlardan, vahiy alma yönüyle ayrıldığını belirtmiştir.
Netice olarak söylemek gerekirse yegâne kutsal varlık Allah’tır. Kutsalın en önemli özelliği de tam ve mükemmel olmaktır. İslâm itikadına göre ibadet, bütün eksikliklerden münezzeh olan varlığa yapılmalıdır. Bu özelliklere sahip olan da sadece Allah’tır. O halde Allah’ın dışında hiçbir varlığı kutsal saymak doğru değildir.
Ahmet GÜÇ Doç.Dr.; U.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
****************************************************************
El-Kuddüs (c.c)
Hatadan, kusurdan, eksiklik ve acizlikten temiz, pak ve müberra, mukaddes ve münezzeh olan demektir.
EL-KUDDÛS, ayrıca, bütün mahlûkatı maddi ve manevi kirlerden, ayıplardan ve günahlardan temizleyip arındıran anlamına da gelmektedir. Bu anlam Kuddüs isminin bize bakan yönüdür de diyebiliriz.
Yüce Allah, Kuddüs isminin bir gereği olarak, yerle¬rin ve göklerin kirlerini ve pisliklerini yağmurlar, karlar ve dolularla temizler. Soğukla, sıcakla dezenfekte eder ve mikroplardan arındırır; yeryüzünü insanlar için hazırlar, sağlam, sağlıklı ve güvenli bir karargah haline getirir. Bunu bazen insanların eliyle, bazen hayvanlarla bazen de toprakla, suyla yapar. Dağları yağmurlarla temizlediği fîtoi, kurumuş otları ve yaprakları toprağa gübre yaparak, °dunları zamanla petrol veya kömür yaparak dönüştürüp temizler. Denizleri dalgalarla temizlediği gibi, karaları rüzgarlarla temizler. Bazen ölmüş hayvanlan bir başka hayvan grubuna yem ederek temizler, bazen de yem olanlarla temizler. Leşleri bazı hayvanlar için bir ziyafet yaptığı gibi… Onların kalıntılarını da bakterilerle küçül¬terek yok eder.
Kısacası evrende bu ismin tecellisi çoktur ve çok de¬ğişik şekillerde karşımıza çıkar. Bazen insanların gönülle¬rindeki küfür kirini iman ve tevbe ile temizler, şirkten tevhide ulaştırır; bazen günahlarımızı zikir ve teşbihle temizler, rahatlatır. Bazen bunalmış ruhlara ferahlık ve¬rerek ağırlıklarım alır, huzura kavuşturur.
Kul, Rabbini akla gelebilecek bütün noksanlıktan, kusurdan, hatadan tenzih ve takdis etmelidir. Allah’ın kendisini tarif ettiği şekliyle tanıyıp bilmeli ve inanmalı¬dır. Her çeşit eksiklikten, zafiyetten ve kusurdan uzak olduğunu bilip iman ve idrak etmeli; bu iman ve idrak etme halini de hayatında uygulayıp izan (anlayış, inanış) haline getirmelidir. Nitekim az önce okuduğumuz ayette yüce Allah kendisini böyle anlatıyordu. Biz onu ancak kendi anlattığı şekilde bilip inanmakla mükellefiz ve ona bu şekilde inanmalıyız.
Takdis ve mukaddes kavramları da yine “Kuddûs” fi¬ilinden gelmektedir. Temizlenmiş, takdis edilmiş, kut¬sanmış gibi anlamları vardır. “Kuddûs”, Kur’an-ı Kerim¬de, değişik anlamlarda ve birçok yerde geçmektedir. Bun¬lardan birkaç tanesine göz atalım…
“Muhakkak ki ben, evet ben, senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen temiz vadi Tu- va’dasm!” (Taha, 20:12) El-Kuddüs (c.c)
“Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybede¬rek dönmüş olursunuz.” (Maide, 5:21)
Allah (c.c)’ye, hiçbir eksiklik, hiçbir hata ve kusur izafe edilemez, “O şeklen nasıl bir şeydir?” diye hayal de edilemez. Çünkü insan görüp bildiklerine göre hayal kurar. Allah ise yaratılmamıştır ve Onu hiçbir göz gör¬memiştir. O, görülüp bilinen ve yaratılanların, yaratıl¬mışların hiçbirine benzemez. Yüce Allah, kullarının ku¬rabileceği her türlü hayalin ötesindedir:
“O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten mü¬nezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturan¬dır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşrik¬lerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nun’dur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, galip olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.” (Haşir; 59:22-24)
Aynı zamanda Cebrail (a.s) için de “Ruhu’l-Kudüs: Temiz ruh, mukaddes ruh” olarak kullanılmaktadır ki, bu konudaki ayet şöyledir:
“Celâlim hakkı için Musa’ya o kitabı verdik, ar¬kasından birtakım peygamberler de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa’ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu’l-Kudüs ile de destekledik…” (Bakara, 2:87)
“De ki: Onu, Mukaddes Rûh, iman edenlere se¬bat vermek, Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabbin katından hak ola¬rak indirdi.” (Nahl, 16:102)
EBCED DEĞERİ VE ZİKİR SAATİ
Ebced değeri (170); Zikir saati Müşteridir (Perşem¬be).
Perşembe günü müşteri saati sabah güneş doğarken Ve ikindi sonrasıdır. Bir de tam gece yarısı. Bu saatlerde °kunursa daha etkili olacağı söylenmiştir. SIRLARI VE HİKMETLERİ
EL-KUDDÜS isminin zikrine devam eden kimse¬nin, üzerinden kötü huylar temizlenip kalkar, güzel ahla¬ka sahip olur. Böylece kalbi temizlenip nurlarla dolar.
EL-KUDDÜS isminin zikrine devam etmek, insa¬nı Allah’a yaklaştırır ve himayesine sokar. Böylece mane¬vi bir dostluk oluşur. Artık o kimsenin varsa gizli sırları açığa çıkmaz. Her yerde adından hayırla ve övgüyle söz edilir.
Özellikle Cuma geceleri okunması pek çok fayda¬lar getirir. Mesela, korku ve evhamdan, nazar ve hasetten yani kıskanç bakışlardan korunma sağlar.
Cuma gecesi VEFKİ yapılır ve üzerine (170) kere (YA KUDDÜS) okunarak, ruh sağlığı bozuk, evhamlı, korkulu bir kimsenin boynuna asılarak, 7 gün aynı şekil¬de (170) kere suya okunup hastaya içirilirse Allah’ın iz¬niyle hasta sağlığına kavuşur, korku ve evhamdan kurtu¬lur.
Havas ilmiyle uğraşanlar, “içki, kumar ve zina gibi kötü huylara müptela olmuş bir kimse, VEFKİNİ yaptı¬rıp üzerinde taşıyarak, her gün bir bardak suya (170) kere bu esmayı okuyup üfleyerek içmeye devam ederse, kısa zamanda bu huylarından kurtulur” demektedirler.
Ruhani varlıklarla bağlantı kurmak için, devamlı olarak bu ismin zikredilmesi ve her üç, beş veya yedide bir; “Sübbühun, Kuddûsün, Rabbünâ ve Rabbü’î- Melâiketi ve’r-Ruh” denilmesi gerekir.
Böyle yapıldığı takdirde, kısa bir zaman sonra, zikri çeken kimseye olağanüstü haller belirir; ışıklar ve nurlar görmeye başlar. Önce sadık rüyalar, sonra da açıkça ru¬hanileri görür. Altıncı hissi açılıp etkinleşir, dışa karşı etkisi artar. Bilhassa ruhsal hastalıklara ve saraya müptela olmuş kimselerin tedavisinde etkili olur.“EL-KUDDÜS” ismi şerifi ile ayrıca; vesveseye, me¬lankoliye, hayalet görmeye, uykuda veya uyanıkken korkmaya, cinlerin baskılarına karşı 170 kere okunarak Allah’a sığımlırsa etkili olur ve bu tür rahatsızlıkları
uzaklaştırır. El-Kuddüs (c.c)
Bir anlamı da temizleme, takdis etme olan “El- Kuddûs” isminin zikrine devam eden kimse, her türlü şehvetten ve yüz kızartıcı suçtan, kusurdan temizlenir, nuranilik kazanır.
Cenab-ı Hak, bu isminin bir yönüyle evrendeki pislikleri giderip, temizlik ve güzelliğe kavuşturmaktadır. Yoksa her baharda veya yazda ölen diğer hayvanların leşleri veya ölülerin cesetleri bir yana, sadece sinekler bile dünyamızı kokutmaya yeter de artardı bile…
**********************************************
0273 – El KUDDÜS
0273 – El KUDDÜS
Onur BİLGE
Cumartesi günü öğleyin buluşacaktık. Bir yağmur bastırdı, evden çıkamadım. Saat on birden on üçe kadar, gökte ne varsa yere indi! Sicim gibi yağdı, her yeri kamçıladı, temizledi. Çoktandır böyle yağmamıştı. Her taraf toz içindeydi. Fabrika bacaları başta olmak üzere, arabalardan ve sobalardan çıkan dumanlar, şehrin dokusuna sinmişti. Ağaçların yapraklarının gerçek renkleri seçilemez olmuştu.
Pencereden baktım. Her yer gülüyor, ışıl ışıl ışıldıyordu. Yağmurun ardından, rüzgâr çıktı. Yani kocaman bir fön makinesi çalışmaya, binaların yüzlerini, ağaçların saçlarını kurutmaya başladı.
Yağmur durdu ya, rüzgâra dünden razıydım. Sıkıca giyinip çıktım. İki adım ben atıyordum, bir adım da o itiyordu. Zaten rüzgâr esse düşecek kadar zayıf derler ya öyleydim. Saç baş darmadağın, Virane’ye ulaştım. Kapıyı bırakır bırakmaz, ‘Drank! ..! diye kapandı. Sanki harap bina, temelinden sarsıldı! Bahçe kapısı aralıkmış, nereden bileyim? Girişte oturup, ders çalışanlardan boş bulunanlar sıçradı! Gelişim muhteşem oldu, yani.
Rüzgâr, bulutları hızla aralamıştı. İyice dağıtmaya başlamıştı. Kısa sürede yok edeceğe benziyordu. Arkadaşların yarısı gelmişti. Diğerleri gelinceye kadar havanın açacağını umuyorduk. Duygu, çay servisi yapıyordu. Ahmet tost yapıyordu. Öğle yemeklerini yine tostla geçiştireceklerdi. Aralarında bunu bulduklarına şükredenler vardı. Garibanlardan biri Ahmet’e yardım ediyor; sucuk, peynir ve yağ kokuları, çay kokusuna karıştıkça acıkanların ağzı sulanıyordu. Çok geç kahvaltı etmiştim ama onların iştah uyandıran konuşmaları, beni de özendirdi. Bir çay da ben alıp kaşarlı tostumu beklemeye başladım.
“Haydi Ahmet, midemiz kazınmaya başladı! ”
“Biri yer, biri bakar; kıyamet ondan kopar! ”
“Olanları alıverin, arkadaşlar! Servisi beklemeyin! Sıcak sıcak atıştırın! ”
Duygu boyuna temizlik yapıyor, eski binayı ve bahçesini temiz tutmak için didinip duruyordu. Ahmet de yardım ettiği halde üstesinden gelemediği zamanlar oluyor, yeni gelen çocuklardan yardım istiyordu. Yine öyle zamanlardan biriydi. Bahçe, ağaç yapraklarından görünmez olmuştu. Doğada göze batmadığı gibi sonbaharın anlamına anlam katan sararmış yapraklar bahçede normal karşılanmıyor, kirlilik olarak nitelendiriliyordu. O nedenle düştükçe süpürülmesi, çabucak dolan çöp kutusunun da sık sık boşaltılması gerekiyordu. Önceleri bahçe sabahları temizlenirken, hane halkının artması, sonbaharın iyiden iyiye varlığını belirtmesi sebebiyle günde bir kaç kere süpürülmeye başlanmıştı. Bu işi, sabahları Ahmet ya da Duygu yaparken, arada Hikmet veya Numan da yapar olmuştu. Lavaboların temizliği de sorun haline gelmiş, haftada bir dip bucak temizlenip dezanfekte edilmesi kaydıyla günlük bakımları Virane’de barınanlara bırakılmıştı. Aralarında anlaşmış, sırayla halletmekteydiler.
İnsan, gittiği her yerin doğasını bozan bir yaratık. Her yerde kalıntı bırakan ve bıraktığı kalıntılar doğayla uyum yapmayan… Piknik alanındaki şişeler, meyve ve sebze kabukları, et kâğıtları, poşetler; oralardan, daha sonra gelecek kişileri umursamayan, duyarsız oldukları kadar da saygısız kişilerin geçtiğini gösteriyor. Geliyor, mekânı kullanıyor, yiyor içiyor, pisliklerini bırakıp gidiyorlar. Hatta alkol alıyor, içki şişelerini de taşa çalıp kırıyor, sanki arkalarından hizmetçileri gelecek de temizleyecekmiş gibi rahat rahat uzaklaşıyor, duyarsızlıkları ve saygısızlıkları nedeniyle olabilecek şeyleri akıllarına bile getirmiyorlar. Ateş tamamen sönmemiş olabilirmiş, cam kırıkları birisini yaralayabilirmiş veya mercek görevi yaparak yangına sebebiyet verebilirmiş, diğer pislikler kokuşabilir, mikrop yuvası haline gelebilirmiş, sinekleri çekermiş; umurlarında değil!
Doğada, insan ayağı değmeyen yerler, tertemiz! Oralar kirlenmiyor mu? Kirleniyor ama doğanın doğal temizlik sistemi tıkır tıkır işliyor. Bir hayvan mı öldü? Diğerleri yiyor, kalanları kurtlar, karıncalar bitiriyor; bir bakmışsın ki leşten en küçük pis bir kalıntı kalmamış!
Mezarlıklar da öyle… Ölülerimizi, et yiyen hayvanlara bırakmıyor, toprağın bağrına yatırıyoruz. Toprak öğütüyor, yok ediyor. Bu arada, tarla fareleri, yılan çıyan, karınca, kurt, böcek; artık hangisinin ne kadarı rızkıysa o kadarını yiyip gidiyorlar. Kan ve su gibi sıvı kısmı, çürüyen tarafları da ağaçlara besin oluyor. Mezarlıklara bakıyorum, o kadar beden gömülüyor, tonlarca et ve kemik; en ufak bir şişkinlik yok. Ne yerse yesin, toprağın karnında şişkinlik olmuyor. Tonlarca insanı yiyor, zerre kadar hazımsızlık çekmiyor.
Yemek vakti, aklıma neler de geliyor! Allah’ın kurduğu ve işlettiği düzene duyduğum hayranlık, düşüncelerimi aldı götürdü!
Bütün bunlar, Allah’ın, Zât-ı Uluhiyete bakan yanlarından olan Kudüs isminin tecellilerinden… Kuddüs sıfatı da Zâtına ait özellikleri, yani sadece O’nda olan, başkasında olmayan hususları ifade etmekte… ‘Mukaddes; temiz, pak, arı duru demek. Kuddûs ismi, Allah’ın, Zât-ı Uluhiyet mülahazasına yakışmayan şeylerden münezzeh olduğunu anlatmakta… Eşi benzeri, zıddı ve sureti yoktur. Mukaddestir.
‘Kuddûs’, ‘kutsal’ demektir. Allah, yaratığı canlılara ait özellik
ve ihtiyaçlardan münezzehtir.
Fiilen, ‘Kuddûs’ ismi, nezih ve nezif hale gelmeyi sağlar. Doğanın tertemiz kalması ve ekolojik dengenin sağlanması da bu esma nedeniyledir. İnsan eli, toprağı kirletmekte olduğu gibi nehirleri ve denizleri de kirletmekte… Hava da kirletilmeye başlandı, kirlilik atmosfere kadar yükselerek büyük boyutlara ulaştı. Tuna, Nil, Amazon, Mississipi gibi büyük nehirler temizliklerini muhafaza ederken, diğerlerinde, karada olduğu gibi göllerde ve denizlerde de kirlilik oranı her geçen gün artmakta…
Canlılar, yaratılış itibariyle mükemmel. Bedenleri; gözler, kulaklar, burun, deri; kısacası, iç ve dış organlar, salgılarla, döküntülerle veya diğer yollarla sürekli ve otomatikman temizlenmekte… Bütün bunlar, Kuddûs ismini işaret etmekte.
Yapılan bir makinenin yağlanması ve bakımı gerekir. Beden, otomatik yağlanır, sürekli yenilenir. Kedi gibi yalanarak, kuşlar gibi gagalarıyla temizlenen, karınca gibi ölüsünü yerde bırakmayan, karga gibi gömen hayvanlar, insanlara temizlik konusunda örnek olan yaratıklar. Hayvanlar bile kalıntı bırakmamakta, bazı insanlar hayvanlar kadar bile olamamakta…
Öyle insanlara ‘Hayvan! ” demek, onlara hakaret midir, iltifat mıdır, kestiremiyorum. Eğer insanlar, ellerinde her türlü temizlik araç ve gereci olduğu halde ne kendisini ne de çevresini temizlemeye yanaşmıyorsa, hayvanla mukayesesini iki kere düşünmek, zavallı hayvanların haklarını teslim etmek lazım.
Ahmet’le Duygu, onca imkânsızlığa rağmen bu asırlık harap ahşap binada, sadece rutubet kokusunu engelleyemediler. O kadar kişi kaldığı halde her taraf tertemiz! Virane’nin ilk zamanını düşünüyorum da… Çöp evden farksızdı. Duvarlar sıvandı, badanalandı, tahtalar boyandı, camlar temizlendi. Döşemeden tavana kadar her yer krem rengi yağlıboyayla boyandı. İç ve dış duvarlar bembeyaz… Duygu, satranç piyonlarını, tavla zarlarını ve pullarını bile yıkıyor, kurutuyor; tahta kutularını siliyor, temizliyor. O masalar, günde kaç kere siliniyor! Kızcağızın eli sudan çıkmıyor.
Sevindirici bir tarafı varsa; ikisinin gün boyu beraber olmaları ve iyi kazanmaya başlamaları… Yoktan var ettikleri her şey ellerinin emeği… Emekleri kutsal, kazançları temiz, yüzleri güleç, ruhları güzel…
İnsan beyni ne kadar süratle çalışmakta! Bir anda akıldan neler geçmekte! Çayımla tostumu alıncaya kadar aklımdan geçiverenlerden hatırlayabildiklerim bu kadar. Unuttuklarım ne kadar, bilmiyorum. Allah, insanı ne kadar mükemmel yaratmış! Yaratılışımız kusursuz olduğu halde, varlığımızı kullanış ve yaşayış şeklimiz ne yazık ki mükemmel değil. Bize bahşedilen nimetleri tam kapasite kullanabilsek, yeryüzünde harikalar yaratan, Efendimize layık bir ümmet olabiliriz. Aksi halde, her nimetten sorgulanacağımız gibi donatıldığımız nimetleri, nerelerde ve nasıl kullandığımızdan da sorgulanacağız!
*
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0273
|
***********************************************************************
“Kuddûs” İsm-i Şerifi Kur’an-ı Kerim’de de Haşr Suresi 23. Ayet-i Kerime’de ve Cuma Suresi 1. Ayet-i Kerime’de olmak üzere iki defa geçmektedir.
İnsanı dünyaya getirirken günahsız ve kirsiz yaratan, büyüyünce kirlerini abdest ve gusülle yıkanarak gideren, günahlarını tevbe ve istiğfarla yıkamayı öğreten “Kuddûs,” yeryüzünü de tertemiz yaratmıştır.
Bizim kirlettiğimiz yeryüzünü yağmurlarla yıkıyor, güneşle kurutuyor. Kirlenen suları buhara dönüştürüyor. Havada temizleyip yeniden tertemiz yağmur olarak indiriyor. Rahmet damlalarıyla dünyamızı temizlediği gibi Kur’anın rahmet ayetleriyle de bizim içimizi ve dışımızı temizliyor.
İmanla bizi şirk, inkar pisliğinden temizliyor. İtaatla bizi isyan çirkefinden temizliyor. Dinle bizi kinden temizliyor.
Kendisine ibadetle bizi kullarına boyun eğme zilletinden temizliyor. En büyük Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’dir = Allah-ü Ekber inancıyla kendimiz gibi bir insanı büyütüp başımıza bela etmekten kurtarıyor.
Şayet Rabbimizin (CC) huzuruna tertemiz gitmek istiyorsak “Kuddûs” olan Rabbimizin (CC) “Mukaddes” kitabı Kur’ana göre hayatımızı düzenleyelim.
Göklerde ve yerde olanların tümü, Melik (CC), Kuddûs (CC), Azîz (CC), Hakîm (CC) olan Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ni tesbih eder.[1][1]
Allah-ü Teala (CC) Hz.leri yeryüzünde, gökyüzünde, uzayın derinliklerinde, toprağın altında bulunan herşeyin, kısacası mikro alemdeki ve makro alemdeki herşeyin tek Yaratıcısı’dır. İnsanın gözünü çevirip etrafına baktığında görebildiği ve çıplak gözle göremediği her yerde bulunan düzen, kanunlar, istikrarlı gidişat tamamen Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ne aittir. “Şüphesiz Allah (CC), gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz…”[2][2] Ayet-i Kerime’sinde ayetiyle bildirildiği gibi var olan tüm sistemin düzenleyicisi ve koruyucusu O’dur (CC).
Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ne karşı son derece aciz olan insanlar hata yapar, unutur, yanılır, gaflete düşerler. Aynı zamanda hem bedeni, hem ruhi yönden son derece eksiklik ve acz içindedirler. Ömürleri boyunca bedenlerine bakmak, yaşam sürebilmesi için ona sürekli ihtimam göstermek zorundadırlar. Bedenlerini biraz fazla çalıştırsalar, birkaç gün uykusuz, bir gün susuz bıraksalar son derece aciz bir duruma düşürmüş olurlar. Ancak insanların Yaratıcısı olan ve “en güzel isimlerin sahibi” olan Allah-ü Teala (CC) Hz.leri elbette tüm eksikliklerden münezzehtir. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin sonsuz gücü, yüceliği, aklı, ilmi Kuran’da tüm detaylarıyla insanlara bildirilmiştir: “Allah (CC)… O’ndan (CC) başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O’nu (CC) uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur (CC). İzni olmaksızın O’nun (CC) katında şefaatte bulunacak kimdir? O (CC), önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun (CC) ilminden hiçbir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O’nun (CC) kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. Onların korunması O’na (CC) güç gelmez. O (CC), pek yücedir, pek büyüktür.”[3][3]
Allah-ü Teala (CC) Hz.leri mahlukata benzemekten münezzehtir. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri yaradılmışların zatlarından, hallerinden, vasıflarından hiç birine benzemez. Mesela cisimlerin, zahiri hislerimizle bilebildiğimiz lezzet, renk, koku, soğukluk, sıcaklık, sertlik yumuşaklık… gibi bütün hallerinden; dert, tasa, sevinç, korku, hüzün, ızdırap, infial, tagayyür gibi nefsani keyfiyetlerinden veya her hangi bir şekilden, suretten, miktardan, zamandan, mekandan, tertipten, tecezziden, tenahiden ve bunlar gibi diğer bütün mahlûkatın şânından olan her hangi bir hal ve vasıftan, bir şeye benzemekten çok yüksek, çok uzaktır.
Bu ism-i şerif, temiz ve pak olmak manasına Kuds mastarından mübalağa siğasıdır. Her türlü ayıptan, kirden, pastan, lekeden, eksiklikten son derece temiz demektir. Uluhiyyete mahsus sıfatlardan Muhalefetini li’l-havadis sıfatına râci’dir.
İnsanoğlunda bulunan iki türlü sıfat: İnsan oğlunda bir takım haller ve sıfatlar vardır ki, onlar yüzünden sevilir, hürmet edilir. Yine bir takım haller ve sıfatlar da vardır ki, o yüzden yerilir, nefret edilir. Mesela halleri ve sıfatları kusurlu ve ayıplı olan, bilgisiz ve aciz insan sevilmez, herkes onlardan uzak kalmak ister. Bazı insanlar da yaradılışı itibariyle güzeldir, sözü sohbeti bellidir, bir şeyler bilir, bir şeyler yapar. Evvelkilere nakıs insanlar, ikincilere mükemmel insanlar denirse de, insanların da yine bir çok eksik tarafları bulunur. Mahlukun kusursuzluğu izafidir.
Mahlukat içinde her türlü ayıplardan, kusurlardan tam ve mutlak surette tertemiz bir varlık sâhibi bulunması imkânsızdır. Mahlukun kusursuzluğu, kendi aralarında ve birbirlerine nisbetle izafi ve mahduttur; bu itibarla en kıymetli insanlar hiç noksanı bulunmayan değil, pek az noksanı olandır. Böyle insanların fazileti, kemali daha çok olur ve bunlar, mensup oldukları âileler, memleketler, milletler ve hattâ bazan bütün insanlar için iftihar kaynağı olurlar.
Allah-ü Teala (CC) Hz.leri, insanlardaki kemal sıfatlarından da mukaddestir. İnsanlarda bulunup da nefret ve istikrah edilen sıfatlardan başka, insanların birbirlerine karşı üstünlüğünü ve kıymetini ifade eden ve insanlar tarafından kemal sıfatlar diye adlandırılan sıfatlardan da Allah-ü Teala (CC) Hz.leri münezzehtir. Gerçi bu sıfatların kemal sıfatlar diye adlandırılması, insanların kendi aralarında ve kendi hallerine göre doğru olabilirse de, Allah-ü Teala (CC) Hz.leri hakkında bunlar hep noksan sıfattır. Mesela ilim, kudret birer kemâaldir, fakat muhakkak surette Allah-ü Teala (CC) Hz.leri insanların bildiği gibi bilmekten, insanların yapabildiği kadar yapmaktan çok üstündür. Çünkü O (CC), kayıtsız şartsız her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter. İşte hakiki kemal sıfatı budur.
İnsanlar ise bir şeyi bilir, fakat bilmediği na-mütenahidir. Bir şey yapar, fakat isteyip de yapamadığı na-mütenahidir. Daha doğrusu Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin müsaade ettiği sınıra kadar bilir ve tâyin ettiği hududa kadar yapar. Ondan ilerisi kati bir acz… kati bir hiçliktir.
el-Kuddûs İsm-i Şerif’inin tek ve eşsiz olarak biricik sahibi, Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’dir. Her bakımdan mutlak kemal O’na (CC) mahsustur. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri zatında, sıfatında, efalinde, ahkamında, esmasında her türlü lekeden, eksiklikten uzak ve çok temizdir. O (CC) zatında veya her hangi bir sıfatında veya fiilinde veya hükmünde veya isminde mahlukundan birine benzemekten veya mahlukatından biri O’na (CC) benzemekten mukaddestir. O’nun (CC) zatı kadimdir, bakidir, sıfatları kamildir, ezelidir. Hiç bir fiilinde maddeye, müddete, yardımcıya ihtiyacı yoktur. Bütün hükümleri hikmetlidir. Kullar içinde baştan başa hayır, menfaat ve inayettir. O’nun (CC) isimleri de na-mütenahi kemalatını bildirdiği için en yüce, en güzel kelimelerdir.
İnsanların zatları, sıfatları, fiilleri, hükümleri, isimleri hep ayıplı ve kusurludur. Bir kere varlıkları mahduttur. Halleri, sıfatları da mahduttur. İşleri ivazlı ve garazlıdır. Hükümlerinin doğrusu olduğu gibi hatalısı da çoktur. İnsanlara müteallik manalar ifade eden, isimlerin ve kelimelerin de nihayet taşıdıkları manalardan fazla bir güzelliği olamaz.
Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin bütün varlığa hakim bir saltanat sahibi bulunduğunu bildiren el-Melik İsm-i Şerif’inden sonra el-Kuddûs İsm-i Şerif’inin getirilmesi, fikirleri yanlış yollara sapmaktan koruduğu için ne kadar uygun düşmüştür.
Allah-ü Teala (CC) Hz.leri, cisim sahipleri gibi bir yerde oturmaktan, bir yerde bulunmaktan, bir işi başkasına gördürmekten.. münezzehtir. O’nun (CC) her zerreye yakınlığı birdir. Her şeyi ilmiyle, kudretiyle kuşatmıştır. İkametgah, zaman, mekan mefhumları yaradılmışlarla beraber doğmuştur. Bu varlık yokken zaman ve mekan da yoktu, fakat Allah-ü Teala (CC) Hz.leri vardı.
**********************************************************
Kutsalı anlamak için öncelikle Allahın kuddüs ismini incelemeye ve biraz da arapça dil bilgisine ihtiyacımız var ama öncesinde kısa bir giriş bilgisi ;
Al-i İmran 78. Ayet : Kitap ehlinden öyle bir güruh da vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip bükerler. Halbuki o, kitaptan değildir. «Bu, Allah katındandır.» derler; oysa o, Allah katından değildir. Allah’a karşı, kendileri bilip dururken, yalan söylerler.
İslam dünyasının en önemli sorunlarından birine karşı kuran veciz bir ikazda bulunmuş : Dillerini eğip bükmek deyişi ile ne kastedilmişdir ayrıntısını tefsir kitaplarına bırakalım. Ama burada benim değineceğim nokta münafıklar aracılığı ile islami kavramların içi boşaltılmış ve özünden başka bir şekilde anlaşılması sağlanmıştır.
Şimdi konuya girelim ;
Hepimiz biliyoruz ki Allahın Zati ve Subuti Sıfatları vardır. Zati sıfatlar kendinden başkasında asla olmayan , varlığı bilinen ama mahiyeti hakkında hiçbir şekilde fikir yürütülemeyen sıfatlarıdır. Varlığı da sadece Allahın bize bildirmesiyle bilinir.
İşte Kuddüs sıfatı da Allahın zati sıfatı olan Muhalefetun lil havadis kapsamında yer alıyor.
İsra 85 : Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki: ruh rabbımın emrindendir ve size ılimden ancak az bir şey verilmiştir
Kuranın çeşitli ayetlerinde de Kutsal Ruhtan bahsedilmiş ama mahiyeti hakkında hiçbir bilgi verilmemiştir. Bazıları Cebrail demiş olsada kesin bilgi değildir. Hakikatini Allah bilir.
İnsan bilgisi olmadığı bir şeyi kendine benzeterek anlamaya çalışır ama bu noktada sapıtma başlar. Mesela kuranda insanın da zati sıfatları vardır Allah İnsana mümin, münafık , muttaki , adem , kafir gibi insana özgü zati sıfatlar takmıştır. Peki insanın yaptığı araba kafir olur mu, bilgisayar muttaki olur mu? Ama müttaki denince akla insan gelir araba gelmez. Demek ki zati sıfatlar esere geçmiyor. Gavur icadi diyerek her halta karşı çıkanların ne kadar komik duruma düştüğünü bilirsiniz.
Kurana baktığımızda kuddüs olan tek varlığın Allah olduğunu anlarız . Ruhül kudüs kelimesi de geçer ancak onun mahiyeti hakkında kesin bir bilgi yoktur. Varlığı bilinir ama mahiyeti bilinmez.
Kutsallık yanlızca Allahadır , esere geçmez , Eğer kutsallık hakkındaki hükmü insana verdiğimizde sapıtma başlar. Mesela ;
İsayı Kutsar Allah yerine koyar
Kaseyi kutsar insanı bırakır ona hizmet eder
Şeyhini kutsar oturduğu minderi öper koklar, sonra resmini öper sonra heykelini diker
Binayı kutsar onun için savaşır
Davasını kutsal yapar sonra davasının karşısındakni öldürür çünkü ona göre kutsal değildir. Terörün kaynağı…
Partisini kutsal yapar oy vermeyenin imanından şüphe eder..
Devleti kutsar uğruna cinayet işletir.
Kendini kutsar Firavun olur.
Ne kadar mantıklı geldi değil mi?
Çünkü insan kutsalın ne olduğunu bilmez de ondan.. Çünkü bilemez, çünkü Allah bildirmemiş.
Şimdi gelelim Kuddüs ve Mukaddes sözlerine ;
Hani demiştim ya konu başında içi boşaltılmış kavramlar diye işte mukaddes ile kuddüs aynı şey mi diye tartışalım. Birisi ism-i Fail diğeri ise mefuldur. Bu durumda meful fail yerine geçemez. Bunu Allahın Halık sıfatı ile karşılaştırısak mahluk halık mıdır sorusuna muhatap oluruz. Cevap hayır olacağı için Kutsal ile kutsanmışın arasındaki farkı da anlayabiliriz. mukaddes olmak için kuddüsün olması şarttır. Ama mukaddes kuddus değildir . Kutsala hizmet eden araç mukaddes olabilir ama kutsal değildir. Mesela yukarıda bahsettiğim araba örneğine bakabiliriz. Aracı kafir de yapsa onu alan müslüman Allah yolunda kullanırsa mukaddes olur , yoksa lüks ve şatafat için kullanırsa mukaddes olmaz.
Daha düşük bir örnek verirsek , insan öğrenir , yazı yazar , yürür , dinlenir bunların hepsi insana verilmiş bir özelliğin yansımasıdır ama hiçbiri tek başına insan değildir. İnsanın uyuması Allahı temsil eder mi? Belki Rahmet sıfatını temsil eder ama tek başına Allahın zatına gitmez.
İşte mukaddes ile kuddüs arasındaki farkı bilmem anlatabildim mi..
Bunlar en doğru açıklamalar değil ve olamaz elbette.. Ancak müslümanların araştırması gereken dünya kadar felsefi konu var. Allah da düşünün derken bunu istemiyor mu?
Dolayısı ile Beytül makdis (Kutsanmış Ev) yada kutsal ev hangisi yakışır ? Kutsal mıydı değilmiydi demek yerine kutsanmışmıydı kutsanmamışmıydı demek daha doğru olacak.
İnsan neden bir şeyi kutsal yapar diye sorduğumuzda , Hristiyanların örneğinden ders alabiliriz; Menfaati olduğu şeyi kutsal yapar… Kutsalın ne olduğunu kendi de bilmediğinden işleri iyice karmakarışık eder.
İşte demek istediğim şey Filistindeki müslümanların durumunu kutsal üzerinden değil de insan hakları üzerinden tartışırsak olayı bir taş binaya indirgemeden Allahın yarattığı İnsana yükseltgersek ortada söylenecek lafımız da olur, çözümümüzde olur.
Filistin tarihini sondan başa doğru taradığımızda kudusun kutsanmasındaki en önemli faktörün siyasal iktidarı elde etmek olduğu açıktır. Bugün 20 yaşını dolduran her müslüman kendine şu soruları çok rahatça sorabilir ;
1- Filistinliler torpraklarını iyi fiyata İsraile satarken de Kudus kutsalmıydı
2- Şeyh Şerif Hüseyin Filistinin Osmanlıya isyanını organize ederken de Kudus kutsalmıydı? Bugün nasıl bir oyuna geldiklerini anladıklarında mı Kudus tüm müslümanların kutsal davası
olmuştur?
3-Geçmişte kendini halife ilan yöneticilerin birbirlerine rekabeti uğruna bu topraklarda insan öldürmeleri de kutsal sayılır mı? Kabeyi ziyaret etmeyi yasaklayıp da kudusu kutsayıp paralel kabe ilan eden halifenin hayatını araştırmanızı tavsiye ederim.
Son 150 yıl içerisinde İslam devleti olacaksınız diyerekten Osmanlıya isyan ettirilen toplumların bu gün içine düştükleri oyunun farkına varmalarını beklerim. Ayrıca günümüzde de müslümanları yine bu tarz isyanlarla politik maşa durumuna düşürme çabalarının yakın tarihle benzerlik sergilediğine dikkatinizi vermelisiniz. Osmalının zayıflama dönemlerinde tarikat şeyhlerinin ağırlığı yadsınamaycak kadar fazladır.
****************************************************************
İsm-i Azam olarak KUDDÛS ve Kudsîler. . .
Pırlanta Yazılar
Yazdır
KUDDÛS: Kuddûs, temiz, ayıplardan ve noksanlıklardan münezzeh, fazilet ve güzel sıfatlardan dolayı öğülen manasına mübâlağa sigasındadır.
Istılahta ise; Kuddûs denilince, Yüce Allah’ın isimlerinden birisi akla gelir ki, bu isme göre O, zatına yakışmayan her şeyden münezzeh, bütün vasıflarda en mükemmel, tahdîd ve tasvire sığmayan, öğülmeye lâyık kemâl, fazilet ve güzellik sıfatları kendisinde olandır.
Kur’ân-ı Kerîm’de Kuddûs kelimesi, Yüce Allah’ın ismi olarak iki yerde el-Melik ismiyle birlikte geçmektedir (bk. el-Haşr, 59/23; el-Cum’a, 62/1). Ayrıca bir yerde de, Allahü Teâlâ’nın meleklere insan neslini yaratacağını bildirdiğinde, onların”… Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa Biz seni hamdinle devamlı takdis ediyoruz, noksan sıfatlardan tenzih ediyoruz… ” şeklindeki cevaplarında “nukaddisu” kalıbıyla zikredilmektedir (el-Bakara, 2/30). Burada da aynı luğât ve ıstılâh anlamlar sözkonusudur.
Kendisini Kuddûs olarak isimlendiren Zât, elbette kutsiyetin hem yegâne kaynağı hem de yegâne belirleyicisidir. İslâm literatüründe, mukaddeslik bir kaç farklı seviyede ele alınabilir. Birincisi, Cenâb-ı Hakk’ı takdis ki, inkar eden, isim ve sıfatlarını hafife alan kafir olur. Allah’ın katî emir ve yasakları da bu kabil mukaddeslerdir. Bir kısım mukaddesler ise, mübarek, bereketli manasına ki, Mekke ve çevresinin, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’nın mukaddesiyeti gibi. Bir kısmı ise, hürmete layık, yasaklarına uyulan manasına ki, müminlerin canları, malları ve namusları gibi.
Bunun yanında, “Mukaddes Azap”, “Mukaddes Göç”, “Mukaddes Vazife”, “Mukaddes Hizmet”, “Mukaddes Sefer” gibi daha pek çok şeye mukaddesiyet izafesi Allah’ın mukaddes saydığı şeylere vesile olması, onların bir yönünü temsil ediyor olması yani yine mukaddeslerle yakın irtibatı sebebiyledir. Bir şey izâfî bir kudsiyet elde edecekse, o da kudsî bir şey sayesinde olacaktır.
âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Azam veyahud İsm-i Azam’ın altı nurundan bir nuru olan “Kuddüs” isminin bir cilvesi Şaban-ı Şerif’in âhirinde, Eskişehir Hapishanesi’nde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhurla, hem vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki, gördüm: Bu kâinat ve bu Küre-i Arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i Arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz, zâhirî bulunsa da, çabuk bir istihâle makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zat, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde müzahrefatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde, temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor. Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki pâklık, safilik, nuranîlik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüzbin milletleri Arz’ın yüzünde boğulacaklardı…(30.lem’a,1.Nükte)
Hz Ali (ra ) efendimizin İsm-i Azam olarak tespit ettiği “ Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddüs” isimlerini şefaatçi kabul ederek yapılan “ Tahmidiye ” duasında da yer alır.
Dua bir müminin kulluk borcudur ve her şeyin sahibi olan Allah’ı hatırlama ona yakarmadır.Duada çok büyük sırlar var.Esma-yı hüsnanın her biri ayrı ayrı tecelliye sahiptir. Bir tecelli diğerine karışmaz. Vesveseden helak olanların çalışması gerekli olan esma “Ya Kuddüs” dür. Çünkü bu esma vesveseyi yakıp yok eden her türlü kiri pası temizleyen bir tecelliye sahiptir.
Dua için başta ve sonda bir miktar estağfurullah çekilmeli (70), sonra da efendimize salatu selam getirilmeli (11),ortasında vesveseye maruz kişi 170 defa “Lailaheillallahul Kuddus” çekip vesveseyi Allah’tan yok etmesini dileyip” buna kırk gün kadar devam etmelidir.
Gökyüzü nuraniyeti, yeryüzü temizliğini “Kuddüs” ismiyle tefekkür edenin kalbi temiz olur, zihni nurani; davranışları günahtan uzak, bakışları harama yaklaşmaz, konuşmaları kirlenmez…
Her yönden, her koldan saldıran günah kirliliğine, şüphe bombardımanına, vesvese saldırılarına, uyutucu uyuşturucu zevk kuşatmalarına nasıl mukavemet edilir? “Kuddüs” ismi diğer esma ile beraber okunduğunda – kâinat yüzünde, hayat akışında, hadise dalgalanmalarında – ancak mukavemet edilir…
Aklı, kalbi, latifeleri “Kudüs” ismi ile şüphe ve günahlardan her sabahta ve akşamda temizlemedikçe dünyevilerin deni işlerine, gündem bombardımanlarına takılmamak, alet olmamak elde değil…
Kudsîlere gelince;
Evvelâ, Allah’ın bizleri kudsîlerden kılmasını, sonra yaptığımız şeylerin kudsîlerin yaptığı şeylerden olmasını dileriz. Bunlar, O’nun ayrı ayrı lütfedeceği hususlardır. Evet, aczimizi, fakrımızı şefaatçi yapıp bunları O’nun engin rahmetinden talep etmeliyiz. Yani, hizmetin neticesini bekleyeceksek, ilim ve iktidarımızla değil, ihtiyacımızla bekleyeceğiz. Rabbimiz aczimize, zaafımıza merhamet buyurup bizi, göz açıp kapayıncaya kadar nefsimizle baş başa bırakmasın!.
Kudsîler, geçmiş kitabların doğru haberleri, iddialı kehanetlerin ürperten işaretleri, inşirah veren kerametlerin ümit dolu beşaretleriyle son dönemde yolu gözlenenler… Yıllar var ki, insanımız, bilerek veya bilmeyerek, gözlerini doğuş beklediği ufuklara dikti ve onları bekledi.. onlarla avundu, onlarla teselli oldu.. onların geleceğine dair ümidini yitirince de hazana Uğramış yapraklar gibi sararıpsoldu ve dört bir yanda savrulup durdu. Onlar, yıllar ve yıllar gönüllerimizde kurtuluş sabahının ışık melekleri olarak yaşadı ve ruhlarımıza güç, iradelerimize de fer oldular. Onlarla va’dedilen şeyin gerçek kuvvet ve inşirahı olmasaydı, milletçe ulaşdığımız şu andaki noktayı elde etmek için daha seneler isterdi; bana belki de hiç mümkün olmazdı.(Kudsîler ve Hakîkatın Elmas Kılıcı)
Zaman er-geç kayıp ilâhî takdirdeki yörüngesine oturacak.. dünya yeniden şekillenecek ve cihanın çehresi bir kez daha değişecek. Ve tabiî bütün bunlar, zamana hakîkî derinliğini kazandıran kutsiler sayesinde gerçekleşecektir. İman ve aksiyon dinamizmini harekete geçirerek yeniden bir inanç, sevgi, aşk, mantık ve muhakeme devri başlatacak olan kutsilerle. İmanları dağlar gibi metin, ümitleri her zaman fevkalâdeliklerle iç içe, hiçbir güç ve kuvvetin “pes” ettiremeyeceği kadar ilâhî inayetlerle destekli, bir o kadar da bunun şuurunda olan bu esâtirî kahramanlar, bin bir ızdırap içinde kıvranan ve her gün daha bir derinleşen iştiyak ve beklentilerle, milyonların, problemlerinin çözümünde kendilerine bel bağladığı son ışık süvarileridir. Öyle ki bunlar, duyulup hissedildikleri her yerde ruhlarda heyecan ve gönüllerde de sonsuzluk duygusu hasıl edecek.. senelerden beri bütün beklentileri boşa çıkmış ve ciddi bir ruh sefaleti içinde inleyip duran, inleyip dururken de her zaman bir Heraklit bekleyen yığınlar, bu Mesih solukluları duyunca, sûr sesi almış gibi yeşerecek bir “ba’sü ba’del mevt”e yürüyecektir.((Kudsilerin Rolü ve Geleceğin Dünyası)
Bu kudsîler her zaman, çevrelerinde bulunan veya uzaktan onlara koşan milyonların sükût ve tasvibi içinde, ışığa açık kalplerinde yeşerttikleri hisleri, sanki yalnız kendileri adına değil de, gelmiş-geçmiş ve gelecek bütün kudsîler hesabına ifade ediyormuşçasına coşkun ve engin bir mesuliyet duygusuyla, seslerini daha bir tiz perdeden duyurmak ve daha güçlü haykırmak isteyecek ve tâkâtlarının son haddine kadar âvâzlarını yükseltip ruhlarının derinliklerindeki mânâları, mezardakilerine bile duyuracak şekilde gürleyeceklerdir.(Kudsilerin Vasıfları)
Bilindiği gibi Seyyidina Hz. Mesih, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve cemaatini “kudsîler” sözüyle müjdelemiştir. Kudsîler; mukaddesler, yani dünyanın isine pasına, kirine küdûretine girmemiş ve eteklerine “belva-i âmm” nev’inden dahi olsa pislik bulaşmamış ve tabiî dünya karşısında hiçbir zaman yenik düşmemiş insanlar demektir.
Bu, onların hata ve günah işlemeyecekleri şeklinde anlaşılmamalıdır. Hata ve günah Seyyidina Hz. Âdem’le beraber doğmuş ve âdeta onunla tev’em (ikiz) gibidir. İşte insanoğlu da, atasıyla beraber doğan bu hatayı tevarüs etmiş, o gün-bugün de bu beraberliği sürdürmektedir. Daha doğrusu bu, Allah’ın bir kanunudur ve onu aşmamız da mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlü: Herkes hata işler; der ve bu meseleyi hatırlatır.Ama önemli olan, hatanın nasıl giderilip, nasıl aşılacağı hususudur. Buna da şu sözüyle işaret buyurur. “Hata edenlerin en hayırlısı, hata ettikten sonra hemen tevbe ile onu silmeye çalışandır.”
Bu açıdan biz “mukaddes”, “pak”, “nezih” sözleriyle hiç günah işlememişi kasdetmiyoruz; bu sözlerle biz, hayatlarını Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsile vakfetmiş, adamış; düştüğünde doğrulmasını bilen, uzaklaştığında yakınlaşma yollarını araştıran ve gözlerini açıp kapayıp rıza-i ilâhîyi arzulayanları.. ve i’lâ-yı kelimetullah adına, yani Allah’ın yüce adının dört bir yanda bayrak gibi dalgalanması uğruna lâzım gelen her şeyi yapanları ve bu yolda her fedakârlığa hazır olanları kastediyoruz.
Zaman zaman bunlar da düşebilir, bunlar da kendi çizgilerinden uzaklaşabilir, ama onları diğerlerinden ayıran özellik, istemeyerek içine düştükleri durumun içinde uzun süre kalmamalarıdır. Düşer düşmez hemen kalkıp Seyyidina Hz. Âdem gibi: “Rabbimiz, kendimize zulmettik.” (A’râf sûresi, 7/23) veya Seyyidina Hz. Yunus b. Metta gibi: ل “Senden başka ilâh yoktur, Sen münezzehsin, şüphesiz ben haksızlık edenlerden oldum.” (Enbiyâ sûresi, 21/87) deyip, nefsin zulmünden Cenâb-ı Hakk’a sığınmalarıdır.. evet, kudsîler, her zaman Allah’ı takdis ve tenzih eder, her şeyi netice itibarıyla O’na bağlarlar. Ve böylece her hâllerinden Cenâb-ı Hakk’ın nazar-ı merhametini kendilerine celb ve cezbetmesini bilirler. Tabir-i diğerle, acz, fakr, zaaf ve ihtiyaçlarını ortaya koyarak, bazı velilerin, “Ben senden hiçbir şey istemiyorum, hâlime bak, neye muhtaç isem onu lütfeyle!” dedikleri gibi “La ilahe illa ente subhaneke innî kuntu minez-zalimîn.”derler.
Kudsî, aynı zamanda, paklığa hırslı; günahtan kaçan ve günahtan kurtulduktan sonra da, yeniden ona dönmektense, ateşe girmeyi yeğleyen insan demektir. Şirki izâle ve yerine tevhidi ikame etme böyle birinin en yüce mefkûresi, en büyük gaye-i hayalidir. Onun için Seyyidina Hz. Mesih, yeryüzünü şirkten, şirkin levsiyatından temizleyecek olan ve ahir zamanın en güçlü cemaati bulunan Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) cemaatine “kudsîler” demiştir.
Kudsîlerin iki dönemi vardır. Biri, Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlayan ve o döneme ait ani’l-merkez güçle değişik dönemlerde zirveleşen, devletler hâline gelen ve devletlerin mülk ve saltanatında âdeta hilâfetin şehbalı şeklinde kendini gösteren aslî tecellî ve küllî zuhuru; diğeri de, ahir zamanda yine Hz. Sâdık-u Masduk’un bişareti ve müjdesine binaen, son bir kere daha Müslümanların, olmaları gerektiği ölçüde var olmalarıdır.
Bu açıdan, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinin, “kudsîler” sözcüğüyle yâd edilmesinden, ahir zamanda bu ikinci dirilişi temsil edenler de nasiplerini almaktadırlar. Birinci durum itibarıyla kudsîler, تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ “Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları onlara…” (Bakara sûresi, 2/134, 141) âyetinin ifadesiyle gelmiş, vazifesini eda etmiş ve gitmişlerdir. Şimdi onlarla bizim münasebetimiz, onları hayırla yâd etmek, bizlere bıraktıkları eserleri geliştirip değerlendirmeye çalışmaktır. Bu konuda bizi daha çok alâkadar eden hususa gelince, o, bu ikinci kudsîliğin çok iyi değerlendirilmesi mevzuu olsa gerek.
Kudsîler denince akla, ahir zamanda imana ve insanlığa hizmet gibi ulvî bir mefkûreyi yeniden omuza alan ve gezdiği her yere, tıpkı Hızır’ın gezdiği yerler gibi canlılık götüren bir umumî ihya hareketinin mümessilleri gelmelidir. Şimdiye kadar çokları bu tabirleri kullandı. Meselâ, merhum Mevdudî “İslâm’da İhya Hareketleri” kitabıyla bu umumî “ba’sü ba’de’l-mevt”i anlattı, hatta Hz. Mehdi’nin hareketini de, bu ihya hareketinin önemli bir buudu olarak ifade etti.
Tabiî en büyük ihya hareketleri nebilerle temsil edilmiştir. Şu âyet meali, bu hususu tasdik ve teyit eder mahiyettedir: “Allah sizi hayata mazhar etmesi, diriltmesi, (yani bir ba’sü ba’de’l-mevte mazhar kılması) için O ve Peygamberi sizi çağırdığı zaman, o çağrıya icabet edin!” (Enfâl sûresi, 8/24) Evet çağrıya icabet edin ki, ruhta, mânâda, gönülde, vicdanda, histe, duyguda, düşüncede, mantıkta, muhakemede… hâsılı her hususta dirilesiniz. Bu açıdan denebilir ki, en çaplı ihya hareketleri peygamberlerle temsil edilmiştir ve onlardan sonra bu hareketi temsil edenler de kudsîlerdir.
Kudsîlerin hizmetlerinde ve hayatlarında sohbetlerin önemli bir yeri vardır.
Kudsîlerin hayatında en önemli hususa gelince, o da bir yerde oturarak, kalkarak, düşünerek, konuşarak, mev’ize ve sohbetlerde bulunarak bu arkadaşlığı derinleştirmektir.
Geçmiş kitaplarda Hz. Mesih’in etrafındakilere “Onun çırakları” denir. Seyyidina Hz. Musa’nın etrafındakilere de “Onun talebeleri, çırakları” ifadesi kullanılır. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, Allah Resûlü’nün cemaatini ele alırken, “Ashab” sözünü, yani sohbetten gelen bir kelimeyi kullanmıştır. Zaten Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de onlara “Ashabım” demiştir.
Meseleye bu zaviyeden yaklaşılacak olursa “sohbet” çok şümullü bir kelimedir, hatta her türlü nasihat ve irşad da bu sohbet mânâsına dahildir. Diğer taraftan kudsîlerin sohbeti, yüce bir gaye ve ideal etrafında örgülenmektedir. Yani onların bir araya gelişi, sıradan bir araya geliş değildir; gayeli ve hedefli bir beraberliktir. Bu sebeple, insanların bir kahvede, bir sinemada, bir tiyatroda veya turistik bir gaye ile çıkılan yolculuklarda bir araya gelmeleri, beraber yiyip içmeleri, konuşup görüşmeleri ile, yukarıda çerçevesini belirlemeye çalıştığımız kudsîlere ait sohbet ve arkadaşlığın birbirine karıştırılmaması icap eder. Onun için de, kudsîlerin “sohbet”ini daha özel mânâda ele alıp öyle değerlendirmek gerekmektedir.
Sohbet, duygu ve düşüncelerini karşılıklı müzakere ederek bu duygu ve düşüncelerde derinleşmeyi hedef alan insanların kurdukları arkadaşlıktır. Zaten hadiste de “tezâkür” ifadesi kullanılır ki, o da bu mânâyı teyit etmektedir. Bu arkadaşlıkta her zaman bir ülkü ve ideal birliği söz konusudur ve yürekler aynı duygu ve heyecanla, hep aynı meseleler etrafında çarpmaktadır. Böyle bir beraberlikte tam bir vahdet-i ruhiye söz konusudur. Aralarında aynı heyecan yaşanmakta; başkalarının lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olunmaktadır. Durum böyle olunca, tehlike anında ayrılıp giden, zoru görünce bulunduğu yeri terk eden insanların bir araya gelişi, kesinlikle bizim tarif ettiğimiz şekilde bir arkadaşlık değildir. Ona dense dense “yığın” denir…
Bu itibarla, uzun zaman isteyen ve uzun zaman istemesi itibarıyla da ciddî bir sabrı gerektiren, peygamberâne azimle ancak aşılabilecek büyük meselelerde, her sene elli defa planı, sistemi, düzeni bozulsa “yeni baştan” deyip, ülke ve ülküsü adına beraberliğini sürdürmeyenler gerçek arkadaşlık ufkunu yakalayamazlar. Zaten her türlü mücahedede, mücadelede, kendini bulmada, özüyle bütünleşmede, ahirette ebedî saadete liyakat kazanmada, Allah’ın rızasını yakalamada ve Cennet’te bir başak hâlinde çıkabilmek için, burada sağlam bir tohum hâlinde toprağın bağrına düşüp rüşeyme yatmakta beraberlik söz konusu değilse, bu arkadaşlık ötede devam etmez ki, burada da bir kıymeti haiz bulunsun.
Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle bir husus anlatılır: Yeni bir ölüm hâdisesi vuku bulduğunda, daha önce vefat eden dost ve akrabaları onun başına toplanır ve dünyadaki dostları, yakınları hakkında ona sorular sorarlar. “Falan nasıl, filan nasıl?” diye uzayıp giden bu sorular karşısında, berzahın yeni misafiri, bazen: “O daha önce vefat etti. Size uğramadı mı?” der. Bunun üzerine diğerleri işi anlar ve üzüntülerini dile getirirken: “Bize uğramadığına göre, demek ki onu uğursuz bir yere götürdüler!..” derler.
Evet, orada, dostluğun devamı, buradaki beraberliğe bağlıdır. Pek çok âyet ve hadis bize bunun böyle olduğunu ve olacağını hatırlatmaktadır. Ezcümle: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” mealindeki hadis-i şerif, gayet kısa, veciz ve câmi bir ifadeyle, bu hususu teyit ettiği gibi, mealini vereceğimiz şu âyet de aynı hususa parmak basmaktadır:
“Kim Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse, işte onlar, Allah’ın nimetlendirdiği peygamberler, sıddîkler, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlar da ne güzel arkadaştırlar!” (Nisâ sûresi, 4/69)
Bu açıdan bizim arkadaşlığımız enginliklere açık, zengin ve çok derinlikleri olan bir arkadaşlıktır. O aynı duygu, aynı düşünce, aynı davayı kucaklayan ve aynı şeyleri paylaşan insanların bir araya gelmeleriyle gerçekleşen, Zât-ı Ulûhiyet’i müzakere, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu yâd etme, tevhid, tehlil, tesbih, tahmidle derinleştiren bir sohbet arkadaşlığıdır. Nasihat da bu sohbetin hayatî ve çok önemli yanlarından biridir. Ukbâ buudlu bu beraberlik öyle bir arkadaşlıktır ki, kabir bu arkadaşlığı engelleyemez, ölüm bu arkadaşlığın arasına giremez. Evet, “Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenubta, birimiz şimâlde, birimiz dünyada, birimiz ukbâda olsak yine beraberiz.” mülâhazası etrafında gerçekleştirilen bir arkadaşlığa dünyada hiçbir şey mâni olamaz.
Böyle bir arkadaşlığın engin ve zengin buudlarından biri de, uyarma ameliyesidir. Yani, arkadaşının yanlış yaptığını gördüğünde onu ikaz etmesidir. Buzda gezen adama, “Aman dikkat et! Buzda geziyorsun, kayıp düşebilirsin!” derler. Aynen öyle de, başı dönen, bakışı bulanan, kaymak üzere olan bir arkadaşına; “Aman buradaki kaymalar öteki kaymaları netice verebilir!” deyip kardeşlik ve vefanın icabını yerine getirerek, onu tutup düşmesine meydan vermeme bizim anladığımız böyle bir arkadaşlığın gereğidir. Allah Resûlü böyle bir arkadaşlığı kâmil mânâda gerçekleştirdiği için, O’nun cemaatine, “Cemaat” değil “Ashab” denmiştir. Yani o sohbet halkasına giren, O’nun sohbetindeki enginlikleri yaşayan, meselenin nasihat ve mev’ize yanından da yararlanan, zikir ve fikirle Allah’a yaklaşma yolunu bulan, arkadaşlığın ebedîlik vetiresi felsefesini, yani burada girilen bu yolun ötede de devam edeceği gerçeğini kavrayan kimselerle O’nun arasındaki münasebet bir arkadaşlık münasebetidir.
Bir de geçmiş kitaplarda bazı işaretler var. Ahir zamandaki dirilişin önemli bir yanını mev’izeler teşkil edecek diye.. evet, ahir zamanda ümmet-i Muhammed’e diriliş üfleyecek zevatın önemli unvanlarından biri de “Nâsih” unvanıdır. Bu yönüyle de nasihat buudlu, mev’ize derinlikli sohbetler çok önemlidir.
Gerçi geçmiş kitaplardaki şeyleri ayniyle kabul edemeyiz ama, mesele bizim Kitab’ımıza muhalif değilse, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhayyer bırakmasına dayanılarak mülâhaza dairesi açık bırakılabilir.(Kudsiler ve Sohbet-Prizma)
*************************************************
el’KUDDÛS O, hissin idrak ettiği, hayâlin tasavvur ettiği, vehmin ileri atılıp tahayyül ettiği, vicdanın ihtilâç ettiği tefkirin tasarladığı her vasıf (nitelik) den münezzeh ve nıüberradır… .
O’nu vasf ederken; o, ayıp ve noksan sıfatlardan münezzehtir demedim, çünkü böyle bir söz edebe ay-
esmA-1 hOsnA şerhi
85
kın düşer.. Zira böyle bir ifade, ülkenin kiralını vasf eden kimsenin: «ülkemizin kiralı, mühür kazıya, kan alıcı değildir!» sözüne benzer.
Şurası da muhakkaktır ki, bir şeyin mevcut olmasını nefy etmek (yoktur demek) o şeyin var olmasının mümkün olduğunu vehm ettirir.
Böyle bir vehim de -Vacib-i Tealaya- noksanlık is-nad etmeye yol açar. Onun için O’nu vasf ederken de-Jdim ki: O, bir çok kimselerin mükemmel olarak kabul ettiği veya sandığı vasıflardan münezzehtir.. Çünkü o ‘insanlar, önce kendilerine bakıp niteliklerini tanıdılar.. Tabiî ki, bu nitelikler içinde mükemmel olanı mevcud olduğu gibi noksan olanlar da mevcuddur.
Onlar, ilim, kudret, duyma, görme, konuşma, irade gibi vasıflannı mânalarının hizasına koyarak işte bu kemâl sıfatlardır, dediler.
Kendilerine göre, cehalet, acizlik, körlük, sağırlık, dilsizlik gibi noksan olan sıfatlan da mânalarının hizasına koyarak noksan saydılar.
Sonra Allah’ı övmek istedikleri zaman kendi ölçüleri dahilindeki mükemmel sıfatlarla tavsif ettiler ve noksan sıfatlardan tenzih ettiler. Oysa Allah kendi nefislerinde kemâl sıfatlar olarak tanıdıkları sıfatlardan da, kendi haklarında noksan kabul ettikleri sıfatlar-, dan da münezzeh ve müberradır. Hattâ yaratıklar için tasavvur ve tahayyül edilen her türlü sıfatlardan da münezzehtir. Çünkü O, onların hiç birine benzemez, hiç bir şey de O’na menend olamaz!..
Bu konuya dalma ve izah etme olmasaydı zaten bu konuya girmezdim, teeddüp ederdim. Bunu, mukaddimeler bölümlerindeki dördüncü bölümde gayet açık olarak izah ettim, tekrarına lüzum görmüyorum..
86
TENBÎH :
Kulun takdisi, ilim ve iradesini tenzih etmesidir İlmine gelince: Onu, bütün muhayyelât, mahsusat (his edilenler), Mevhûmat (vehm edilenler) ve behîmi sıfatların iştirak ettiği her şeyden tenzih etmesidir.
. İradesine gelince, onu, şehvet, öfke, yemek, içmek, evlenmek, giymek, dokunmak, bakmak gibi beşerî lezzet ve sıfatlara müncer olan her türlü sıfatlardan tenzih etmektir.
İşte kul, böyle olunca ancak Allah’a yaklaşabilir. Onun kalbi her zaman için Allah’la beraber olabilir. O-nun Allah’dan başka hiç bir şeyde hazzı, Allah’a kavuşmaktan başka hiç bir şeyde şevki, Allah’dan gayri hiç ; bir nesnede sevinç ve neşesi kalmaz!.. O’na Cennet bü- ¦ tün nimetleri ile verilse, hiç birine iltifat etmez. Sahip-‘ siz evi ne yapsın o?.. Hülâsa: Kul, hissî, hayali ve hayvanı olan temayüllerden kurtulduğu gün ruhen kemâle ermiş olur.
Müridin celâleti, muradının celâletiyle ölçülür. Bütün gayesi karnına giren şey olursa, kıymeti de ondan çıkan şey kadar olur…
Allah’dan başka gayesi olmayan kişinin derecesi,
himmetine göredir..
İlmi, mahsusat, mütehayyilât derecesini geçerse, iradesi şehvet icablarmdan arınırsa Hazretil – Kuds’un sevgisine mazhar olmuş demektir… (Gazali)
*********************************************
Otuzuncu Lem’a-Birinci Nükte-Kuddüs isminin nüktesine dairdir
Bismillâhirrahmânirrahîm
[Linkleri Görebilmek için Üye olmanız Gerekmektedir.Üye olmak için Tıklayınız.]
İsm-i Âzamın altı nüktesini altı isimle açıklar.
Birinci Nükte
Kuddüs isminin nüktesine dairdir. Kâinat fabrikasının bu cilve ile temizlenmekte olduğunu îzâh eder.
İsm-i Kuddûs’ün bir nüktesine dairdir.
Bu Küddûs nüktesi, Otuzuncu Sözün Zeylinin Zeyli olması münasiptir.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ – وَاْلاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ
: yeri de döşeyip düzenledik. Biz ne güzel donatıcıyız ! Zâriyât Sûresi, 51:48.
âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Kuddûs isminin bir cilvesi, Şaban-ı Şerifin âhirinde, Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlâhiyeyi kemâl-i zuhurla, hem vahdet-i Rabbâniyeyi kemâl-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki, gördüm:
Bu kâinat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler muzahrafatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur.
evet, evlerde otellerde misafirhanelerde,
daima bir yerden kirlenme vardir,
bos luzumsuz esyalar birikir, temizlenmesi, bosalmasi gerekir, temizlenme olmazsa o fabrika calisamaz hale gelir
Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zâhirî bulunsa da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir.
evet kardesler, biz camasir makisnesini biliriz, esyamizi atar kirlenen camasirlari orada yikariz
ama camasir makinasindan daha ustun bir makinadan bahsediyor ustad hz.
Oda istihale makinasidir, tabiatta olan ve hergun calisan makina, belki milyarlarca yildir boyle calisiyor
istihale makinasi= temizlik makinasindan daha ustun,
bu mesela elma yiyoruz kabugunu soyup atiyoruz ,
eger o kabuk ve esik bozulup bakteriler tarafindan parcalanip,
ana maddelerine ayristirilmasa,
topraga karistirilmazsa, yuzlerce yil oyle birikebilir
agaclardan dusen butun yapraklar, ve olen canlilar hepsi ayni sekilde birikilrlerki
yer yuzu temiz kalamazdi bu durumda
tabiat ayni zamanda oyle bir istihale makinasidir ki , olen varliklar, kurumus yapraklar artik madeler hemen ana maddelerine cevrilir, topraga donusturulur
ve yeniden kullanilabilecek hale getirilir
mesela kullandigimiz su,
en luzumlu ihtiyacimiz olan ve tabiatta en cok hizmet eden su maddesi
eger surekli temizlige tabi tutulmazsa
tabiaatta suzulmezse, biz onu kullanamazdik
degil onunla temizlik yapmak ondan faydalanamazdik bile,
halbuki gordugunuz gibi atik sular simdilerde sehirlerin atik sulari aritan tesisleri kuruldugu gibi Cenabi Hakta tabiatta atik sulari akitan bir istihale makinasini yuzyillardir kurmus, calistiriyor
ve kirlenen sular hemen buharlastirilip, tertemiz nezih bi sekilde goge buhar halinde cikartiliyor ve ondan sonra yukaridan tertemiz su olarak yer yuzune indiriliyor
Demek bu fabrikaya bakan Zât, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi=temizligi seven bir Sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde muzahrafatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor.
Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki paklık, sâfilik, nuranîlik, temizlik, mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı. Ve semâvâtın fezasında tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvânâtın başlarını, belki küre-i arzın başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı, dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı. Ve bizi bu vatan-ı dünyevîmizden kaçıracaklardı. Halbuki, eskiden beri o yukarı âlemlerdeki tahrip ve tamirden, medar-ı ibret olarak, yalnız birkaç semâvî taşlar düşmüşse de, hiç kimsenin başını kırmamış.
Mesela uzay boslugundan gezegenimize dusen yildiz
parcalari atmosferde yanarak kuculuyorlar ve yere dusmeden yanlis bitmis oluyorlar
koca kutleler halinde dusselerdi biz yer yuzunde yasiyamazdik
daglar buyuklugundeki taslari basimiza yagdirabilirlerdi,
ve bizi bu dunya dedigimiz vatanimizdan kaciracaklardi.
Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri
ve döğüşmeleri yüzünden, yüz binler hayvânat milletlerinin
cenazeleri ve iki yüz bin nebâtâtın taifelerinin enkazları, ber
ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki, zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak, belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı.
Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın ve bu tuyur-u semâviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki, âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.
yaratan Allah bu alemi bir fabrika gibi calistiriyor surekli temizleyip temiz tutuyor
demek bu alem dedigimiz genis saray ve bu kainat dedigimiz genis fabrika ,CENABI HAKKIN Kuddus isminin, temiz pak nezih isminin, cilvesine mazhardir
yani onun fiiline icraatina hedef olur
mazhar olur
ve kudsi temizlemeden gelen emirleri ,degil yanliz denizlerde, et yiyen hayvanlar, et yiyen kartallar, karalarda bocekler gibi, cenazeleri toplayan sihhiye memurlari gibi, onlarda bu gorevi yerine getiriryorlar
cenabi hak adeta diyorki
Ben guzelim guzel olani severim
Ben temizim temiz olani severim
temizlik isterim ben yaratigim bu fabrikada
temizlik isterim ben su alem sarayinda
evet, bu yeryuzunu temiz tutun
Benim memleketimi temiz tutun, ilahi emrini bizde akan kanin icinde al yuvarlar ak yuvarlar dahi dinleyip , bedenin hucrelerinde temizlik yapiyorlar
kanimizin icerisinde al yuvar akyuvar dolasiyor,
hem gida yetistiriryor hucrelere, hemde hucrelerin enkazlarini artiklarini toplayip akcigere getirirp, bobreklere goturup heryerde temizleyip suzuyor
nefesimizde o kani tasfiye eder, temizler
demek, vucudumuzda pek cok temizleme merkezleri var
ve o emri, goz kapatlari gozlerimizi temizlemek ve sinekler kanatlarini supurmek icin dinledikleri gibi, koca hava ve bulutta dinler
goz kapaklarimiz gozumuzu siliyor temizliyor
Allahin verdigi bu emirle gozu temiz tutun diyor
sinekler kanatlarini temizliyorlar
cenabi hak onlarada temiz temiz olun
Koca hava ve bulutta Allahin bu emrini yerine getirir
hava yeryuzune konan toz toprak supruntulerine ufler
bulut sungeri zemine su serper toz topragi yatirtirir
Sonra gok yuzunu cok fazla kirletmemek icin cabuk supruntulerini toplayip buyuk bir intizamla cekilir gizlenir
Ruzgar bulut yagmur gorevlerini yaptiktan sonra gogun gozu olan gunesi parlak bir sekilde gosterir
O ilahi emri, yeri ve gogu temiz tutun emrini yildizlar maddeler nebatlar dinledikleri gibi butun zerreler dahi dinliyorlar
o zerreler temizlige dikkat ediyorlar
bir yerde luzumsuz toplanmiyorlar
kalabalik etmiyorlar, eger kirlenseler
yeryuzune varliklara zarar verecek bir sekle gelseler hemen bozuluyorlar
ve sonrada temizleniyorlar
topraga donusuyorlar
ve yeniden kullanilabilir temiz
parlak bir hale geliyorlar
hikmet eli tarafindan sevk ediliyorlar
Iste bu tek fiil ; bir tek hakikat olan temizleme, tanzif emri Kuddus ismimin kainattin genis dairesinde gorunen bir icraatidir
Subhâneke lâ ilmelene illema allemtene inneke entel alîmul hakîm ve ahiru de’vehüm enilhamdülillahi rabbil âlemin
el fatiha me as salawat
****************************************************************
El-Kuddûs
El-Kuddüs
“Zâtında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde, hükümlerinde her türlü lekeden, eksiklikten çok uzak, pek temiz.”
“Her şaibeden münezzeh, çok temiz ve pak olan.”
“Göklerdekiler ve yerdekiler, Melîk, Kuddûs, Azîz ve Hakîm olan Allah’ı tesbih ederler.” (Cum’a sûresi, 62/1)
Allah, maddeden, değişmekten, tesir altında kalmaktan, acizlikten, yardımcıya muhtaç olmaktan, bilmemekten, gücü yetmemekten, dilediğini icra edememekten ve her türlü ayıptan çok yüksek, çok uzak olduğu gibi, kendisi hakkında beşer aklının ve hayalinin mahsulü olarak ortaya atılan her türlü sıfattan, benzetmeden de münezzehtir.
Kuddûs isminin, selbî sıfatlarından ‘muhalefet-ün lil havadis’ sıfatına dayandığı ifade edilmiştir.
Kuddûs isminin kâinattaki tecellisi, sema yüzünden deniz yüzüne, çiçeklerden ormanlara kadar her şeyde mükemmel bir temizliğin hüküm sürmesidir.
Nur Külliyatı’ndan bir hakikat dersi:
“İsm-i Kuddüs’ün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.” (Lem’alar)
Bu isme karşı kulun vazifesi takdis ve tesbihtir. Takdis, ‘Allah’ı kemâl sıfatlarla tavsif etmek’; tesbih ise ‘noksan sıfatlardan tenzih etmek’tir. Meselâ ‘Allah her şeye kâdirdir’ demek takdis; ‘Allah acizlikten münezzehtir’ demek tesbihtir.
Kuddûs ismi, Allah’ın bütün noksanlıklardan münezzeh ve mukaddes olduğunu ders vermekle, bizi temiz bir kul olmaya davet ederken, Kuddûs olan Allah’ın huzuruna selim bir kalb ve temiz bir bedenle çıkılması gerektiğini de ihtar eder.
“Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar; manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.” (Lem’alar)
Bir mü’min, şüphe ve tereddütlerden, bâtıl telakkilerden ve hurafelerden ayıklanmış tertemiz bir itikada; gösterişten, riyâdan ve menfaatten uzak ihlâslı bir ibadete ve her türlü kötü ahlâktan uzak bir ruha sahip olmak için gayret gösterdiği ölçüde bu mukaddes isimden feyiz alır. Bir günah işlediğinde derhal tövbe ederek o lekeyi ruhundan silmeye çalışır.
Kuddûs ismine mazhar olmanın bir yolu da, maddî temizliğe dikkat etmektir.
Buna göre, bir insan maddî temizliğe dikkat ettikçe kâinattaki paklığa ve temizliğe ayak uydurmuş olur, manevî temizliğine hassasiyet gösterdiği ölçüde de meleklere yaklaşır.
Nur Külliyatından harika bir tespit ile bu bahsi tamamlamak istiyorum:
“O dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” (Şualar)
Buna göre, Kuddûs isminin azamî bir tecellisi de Cehennemde tahakkuk edecektir.
Mizanda günahları ağır basan mü’minler, bu günahlardan temizlenmek üzere Cehenneme gidecekler ve gerekli azabı tattıktan sonra, tertemiz olarak Cennete varacaklardır.
Küfür üzere ölenlere gelince, Kuddûs ismi onlarda da bir başka şekilde tecelli edecek ve onları imansızlık kirlerinden temizleyecektir. Artık hepsi Cehenneme ve meleklere inanacaklar ve bu dehşetli azaptan kurtulmak için Allah’tan medet dileyeceklerlerdir. Ama bu geç kalmış tasdik, onları Cehennemden kurtarmaya yetmeyecektir. Alaaddin başar
************************************************************
[1] Cuma S. A.1
[2] Fatır S. A.41
[3] Bakara S. A.255