Quantcast
Channel: KURAN MEAL TEFSİR (DERLEME)
Viewing all 327 articles
Browse latest View live

ESMA DERSLERİ – 15 – EL CEBBAR (A)

$
0
0

el-cebbar-2

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende. (Amin)

………EL CEBBAR

………El Cebbar; kullarını ihtiyar ve zorunlulukta zorlayan kimse demektir. Çünkü onlar O’nun egemenliğinde bulunmaktadırlar.

………Cebr, zorlamak anlamında olabileceği gibi, işleri ıslah etmek anlamında da olabilir; ya da cebr, azmetmek anlamında da olabilir.

………Binaenaleyh el-Cebbâr, eşyayı bir vasıta olmaksızın ıslah eden; ihtiyacı olmaksızın itaati emreden kimsedir.

………Herhangi bir vehim onun katına yükselemez ve hiçbir idrâk zâtının sırlarına muttali olamaz.

………Bilinmelidir ki: Cebir iki türlüdür: doğrudan ve dolaylı cebir. Buna göre doğrudan cebir, bütün nefisler üzerine hükümran olan azâmet özelliğiyle bezenmektir.

………Bu cebrin iki yönü vardır: Birisi, gayb hüviyetine ve gerçek mutlaklığa dönüktür ki bu, azâmet diye isimlendirilir. Diğeri ise, halka dönük vecihtir ki, o da ulûhet diye isimlendirilir.

………Azâmet, hüviyet ile Ulûhiyet arasında bir berzâhtır. Ulûhiyet ise, azâmet ve yaratıklar arasında berzâhtır. Binaenaleyh Ulûhiyet, ikinci ceberûtta bulunur.

………Buna göre azamet, hüviyet ile ulûhiyet arasında bir berzahtır. Uluhiyet ise azamet ve yaratıklar arssında bir berzahtır.

………Binaenaleyh Uluhiyet ikinci ceberutta bulunur. Buna göre uluhiyet zatıyla halka mukabil olduğu gibi aynı zamanda zata da mukabildir. Bu nedenle de sûri tecellilerde başkalaşma özelliğine sahiptir.

………Şu halde Ulûhiyet, halk ile Hak arasında bir berzâhtır. Her hangi bir kimsenin Zât hakkında bilgi sahibi olması, ancak Ulûhiyet’in ardından söz konusu olabilir; Zât da, Ulûhiyet vasıtasıyla hükümrandır.

………Dolaylı cebir ise, yaratıkların yaratıklardaki cebridir, bu, bazen övülen, bazen ise, zemmedilen cebirdir.

………Övülen cebir, ihsan cebridir. İhsan ile bir şeye zorlanan kimse, ya tamahkârdır ya da utangaçtır.

………Tamahkâr, hakkı olmadığı halde kendiliğinden gelen ikrâmı gördüğünde, bu durum, onun daha tamahkâr olmasına neden olur. Böylece ihsan, ikrâma tam bir karşılık olabilmesi için tamahkârı ihsan sahibine karşı olabildiğince itaatkâr yapar. Çünkü nefislerin yaratılış özelliğinin gereği olarak, insan minneti sevmez. Binaenaleyh söz konusu insan, farkında olmadığı bir cebirden etkilenmiştir.

………Bu bağlamda utangaç kişiyi de şöyle değerlendirebiliriz: Hayâsı bu kişiyi, kendisinden istediği şeyi yerine getirme ve onu kabul etmede ihsan sahibine itirazdan alı koyar. Bu da, minnetin ortadan kalkması için, ihsanın karşılığıdır ki, bu da nefislerin özelliklerinden birisidir.

………Kötülenen cebir ise, baskın ve egemen olmak yoluyla meydana gelen cebirdir. Bunun sahibi, ehliyet ve hak sahibi olmayışı nedeniyle, Allah katında cezaya maruz kalır.

………Zorlanan kişi böyle bir cebri görünürde kabul etmiş olsa bile, bunun nedeni o kişinin zayıflığı ve karşı koymaya gücünün olmayışıdır. Çünkü insan, böyle bir zorlamayı hiçbir zaman gönlüyle kabul etmez, şu halde bu cebrin sadece ve sadece görünürde bir tesiri olabilir.

………İhsan sahibinin cebri ise, bundan farklıdır. Çünkü ihsan sahibinin cebrinin hem dışta ve hem de içte tesiri vardır. Binaenaleyh, bu yolu benimseyenler için ihsan sahibinin cebrinden daha büyük bir cebir yoktur. Hâlbuki “onlar da pek azdırlar.” (Sebe’/13) (Sadreddin Konevî/Esma-i Hüsna şerhi-55-56)

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL CEBBAR

………Taalluk;

………Kulun iç ve dış (Zahir ve Batınî) bütün organları ve duyularının kendi isteği doğrultusunda hareket ederek iradesinin taalluk ettiği bütün alanlarda ona boyun eğmesi amacıyla bu isme ihtiyaç duyulur.

………Tahakkuk

………Cebbar kelimesi Arapça “ecbere/zorladı” fiilinden türeyen “cebbere” fiilinden gelmektedir. Zira Arapça da “fa’al” vezni “efale” fiilinden gelmektedir. Burada “e” harfi zaittir. Bu durum “edrake” fiilinden türeyen “derrâk” gibidir.

………Bu meyanda cebbar Kulun kendisi dışında ki iradesi doğrultusunda boyun eğdirmesi, bunu gerçekleştirmesi anlamına gelmektedir. Buna göre onun zor kullanmasına kimse engel olamaz.

………Tahalluk

………Cebbar “himmet” ile gerçekleşir. Allah Teâlâ Hz. İsa’ya hitaben şöyle demiştir;

………Hani benim iznimle çamurdan kuş biçiminde bir şey yapıyordun, içine üflüyordun da benim iznim ile bir kuş oluveriyordu.” (Maide/110)

………Allah buyurdu ki; öyle ise kuşlardan dördünü tut ve onları kendine çevir. İyice tanıdıktan sonra her dağ başına onlardan birer parça dağıt. Sonra onları çağır koşa koşa sana gelsinler. Bil ki Allah gerçekten güçlüdür ve hikmet sahibidir.” (Bakara/260)

………Gibi ayetler bu manayı teyid etmektedir. (İbn. Arabî/Allah’ın isimlerinin sırları ve manalarının keşfi/54)

………xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL CEBBAR;

………Cebbar cebirden mübalağalı ismi faildir Yani çok cebredici demek olan işbu cebbar vasfında başlıca iki mânâ vardır.

………Birincisi, cebr, esasen kırığı yerine getirip sıkıca sarmak, eksiği ıslah edip tamamlamak demektir. Nitekim “Cebr-i mafat etti.” denilir ki, zâyi olanı yerine getirdi, telafi etti demektir. Bu mânâda Cebbâr ismi halkın eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını gideren, işlerini düzelten ve bu konuda gereken şeyi gereği gibi yapmakta çok iktidarlı olan hâkim mânâsını ifade eder.

………Müfessirlerin çoğu, Allah Teâlâ’ya Cebbâr ismini vermenin bu anlamda olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Allah Teâlâ dertlere derman veren, kırılanları onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup düzelten en yüce zâttır.

………İkincisi, cebr, icbâr etmek, yani dilediğini zorla yaptırmak mânâsına da gelir. Bu mânâda Cebbâr, zorlu demektir. Allah Teâlâ’ya isnadı, Kahhâr ismi gibi, halkı iradesine mecbur eden, dilediğini ister istemez zorla yaptırmaya kadir olan, hüküm ve nüfuzuna karşı çıkılma ihtimali bulunmayan güç ve büyüklük sahibi demektir.

………Mamafih bundan, Cebriyye’nin dediği gibi kullara hiç irâde vermez, her emrini cebirle yürütür, insanlarda ihtiyârî fiiller yoktur mânâsını da anlamamak gerekir. Çünkü kanun yapma ile ilgili emirlerin kulların cüz’i iradeleriyle şartlı kılınmış olduğu da

………Eğer siz Allah’a (O’nun dinine) yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder.” (Muhammed/7)

………Gibi birçok nass ile tespit edilmiştir. Ancak bundan şu mânâ anlaşılmalıdır ki, Allah Teâlâ birçok fiilde insana irade vermiş ve hür yaratmış olmakla beraber bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur değildir. Dilerse, dilediği anda iradelerini yok eder. Nitekim bir hadiste

………Allah Teâlâ kaza ve kaderini yerine getirmeyi istediği vakit, akıl sahiplerinin akıllarını gideriverir ki, kaza ve kaderi onlarda yerine gelsin. Emri yerine gelince de akıllarını onlara geri verir. Böylece de pişmanlık başlar.” buyurulmuştur.

………Dilerse onların akıl ve iradelerini yok etmemekle beraber isteklerinin aksine kendi hüküm ve iradesini zorla üzerlerinde icra eder. Nitekim Allah’tan korkmayan, emirlerine karşı gelmek isteyen âsiler, azaba ve cezaya yanaşmak istemedikleri halde, vakti gelince cezalarını çekmeye mecbur olurlar.

………Hâsılı Allah Teâlâ’nın mutlak iradesi altında mağlup ve mecbur olmayacak hiçbir şey tasavvur olunamaz. Bu husus,

………“Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.” (Âli. İmrân/83)

………Ayetin de ifade edilmiştir.

………Cebbâr isminde bu iki mânâdan başka iki farklı anlamın daha olduğu beyan edilmiştir.

………İbnü’l-Enbarî der ki: “Allah’ın sıfatlarından olan Cebbâr, kendisine erişilmez, el uzatılmaz demektir. Nitekim el yetişmeyen yüksek hurma ağacına da denilir.

………İbnü Abbas’dan yapılan bir rivayette de “el Cebbâr, “Melik-i azîm” yani çok büyük, azametli padişah mânâsına gelmektedir.”

………Vahidi de der ki: “Bu zikredilen mânâlar, Allah Teâlâ’nın Cebbâr sıfatı hakkındadır. Halkın sıfatı olarak kullanıl a n Cebbâr’ın, daha başka anlamları da vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir.

………1 – Musallat (zorlayıcı-sataşan) demektir.

………“Sen onların üstünde bir zorlayıcı değilsin…” (Kâf/45)

………Âyetindeki Cebbâr, bu anlamdadır.

………2 – İri cisimli mânâsınadır

………“Orada iri cisimli (insanlardan oluşan) bir kavim vardır…” (Mâide/22)

………Âyetinde de, bu anlamdadır.

………3 – Allah’a ibadet etmeyen, başkaldıran mânâsına gelmektedir. Bu anlam da,

………“Beni başkaldıran bir zorba yapmadı.” (Meryem/23)

………Âyetinde vardır. (Elmalı’lı Tefsiri- Cilt 7-4872-4873)

………XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

……...EL CEBBAR

………Hükmü zorunlu olarak uygulamada olandır. Âlemler Cebbâr’ın hükmü altında, dilenileni uygulamak zorundadır! Uygulamama gibi bir seçenekleri yoktur! Cebr, onların özlerinden gelen bir şekilde sistem gereği olarak açığa çıkar ve hükmünü yaşatır! (A. Hulusi)

………xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

……...EL CEBBAR

………O, öyle bir varlıktır ki, dilediğini cebir yolu ile herkes de icra edebilir. Hiç kimse O’na bir şey yapamaz. Hiç kimse O’nun elinden (kudretinden) kurtulamaz. Bütün ..eller O’na karşı aciz kalır. Mutlak (kayıdsız şartsız) Cebbar hiç şüphe yok ki Allah’tır. O herkese cebr eder, hiç kimse O’na cebr edemez. Bu hususta hiç kimse O’na eş olamaz.

………TENBÎH:

………Kullardan bu isme lâyık olan, uymaktan uyulmak derecesine yükselen, rütbe itibarı ile herkesten yüksek olan, heyeti ve suretiyle her bakımdan halka cebr eden kendisine uymaya onları mecbur kılan, onlara faidesi dokunan, onlardan faydalanmaya lüzum ve ihtiyaç duymayan, tesir edebilen, hiç kimsenin tesirinde kalmayan, kendisine uyulan ve fakat hiç kimseye uymak mecburiyetinde olmayan, herkes tarafından delicesine sevilen bir kimse, onu gördüğünde, bir daha görmek isteyen ve fakat onun gibi olma temennisinde bulunmayan kimsedir ki bu vasıf ancak insanlığın Önderi Hazret-i Muhammed’e (S.A.V.) nasib ve müyesser olmuştur. Nitekim bir hadisinde bu hakikati şöylece tebarüz ettirmişlerdir:

………«Musa sağ olsaydı, bana uymaktan başka çaresi olmazdı. Ben Adem oğullarının efendisiyim (ki bununla) gururlanmıyorum.» (İ. Gazali-Esma-i Hüsna şerhi)

………xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………CEBBÂR

………Cebbâr isminin türediği kök kelime olan cebr, sözlükte üç anlama gel­mekte­dir. Bu anlamlar şunlardır:

………1 – Birini yoksulluktan kurtarıp varlık sahibi yapmak, kırılan kemiği tedavi et­mek. Buna göre cebr, düzeltmek ve iyileştirmek anlamındadır.

………2 – Zorlamak, zorla yaptırmak. Bu anlamda cebr sözcüğü, üçlü kelime ya­pı­sıyla (ce-be-re) değil; dörtlü kelime yapısıyla (e-c-be-re) kullanılır. “Ecbertuhu alâ kezâ” (onu şuna zorladım) denilir. 

………3 – Büyüklenmek, güç ve kuvvetini göstermek. Araplar, ellerin uzanama­dığı yüksek hurma ağaçlarına “Nahletü’n-cebbâre/Büyük hurma ağacı” der­ler.

………Kur’an-ı Kerîm’de bu isim

………Ey Musa, orda cebbâr (zorba/iri yapılı) bir ka­vim vardır.” (maide/22) şeklinde geçer.

………Ünlü dilbilimci el-Ahfeş, ayette geçen “ceb­bâr” söz­cüğüyle, o şehirde bulunanların uzun boylu, güçlü ve iri yapılı olma­ları kaste­dildiğini söyler. Ona göre burada, şehirdeki adamlar, ellerin uzana­ma­dığı yüksek hurma ağaçlarına benzetilmektedirler. Çünkü “Raculun ceb­bâr” denildiğinde uzun boylu, güçlü ve iri cüssesiyle büyük hurma ağacına benze­yen adam kastedilmektedir.

………Katâde ise, ayette geçen “cebbâr” sözcüğü hakkında: “Bu kimseler, başka kimselerin sahip olmadıkları güçlü ve iri bedenlere sahiptiler.” der.

………Kimisi de âyette geçen “cebbâr” sözcüğünün bir şeye zorlayan, zorba anla­mında olduğunu söyler. el-Ezherî: “Bu, hicazlıların kullandığı bilinen bir sözcüktür” der.

………İmam Şafiî cebbârı, iktidar sahibi zorba olarak tanımlar.

………el-Ferrâ ve ez-Züccâci-î cebbâr sözcüğünü şöyle açıklarlar: “İnsanlardan ceb­bâr olan, insanları kendi isteğine zorlayan, azgın ve zorba kimsedir. Al­lah’ın ismi olan Cebbâr ise, kırıkları iyileştiren, yoksulları zenginleştiren de­mek­tir.”

………Fakat bu, Mütekebbir ismine daha yakın bir anlamdır. Bu nedenle Ceb­bâr isminin değil; Ceberût isminin karşılığıdır.

………Hz. Peygamber şöyle dua ederdi: “Güç ve kuvvet sahibi, bütün varlıkla­rın yaratıcısı ve hükümdarı, ulu ve yüce Allah, her türlü noksanlıktan uzak­tır.” (Ebu. Davud)

………Cebbâr ismi, Allah’ın Mütekebbir, Melik, Azîm ve Kahhâr isimleri gibi ulu­luk ve yücelik bildiren bir isimdir.

………İbn Abbas der ki: “Cebbâr, ulu ve yüce demektir. Ceberûtullah; Al­lah’ın aza­meti ve yüceliği demektir.”

………Bu isim zorba krallar için de kullanılmaktadır. es-Süddî, “Cebbâr, insan­ları isteği doğrultusunda zorlayan ve onlara baskı uygulayandır” der. Burada Cebbâr, Kahhâr anlamında kullanılmıştır.

………Muhammed b. Ka’b ise şöyle söyler: “Cebbâr, insanları kendi istediği şey­lere zorladığı için böyle isimlendirilmiştir. Allah’ın dilemesi olmadan in­san­lar bir an bile Rablerine isyan edemezler.”

………el-Enbârî, “Allah’ın bir ismi olarak Cebbâr, ulaşılamayan, erişilemeyen, el uzatılamayan, ulu ve yüce demektir” der.

………Allah’ın Cebbâr sıfatı üç temel manaya dayanır: Hükümranlık, üstünlük ve yücelik.

………(Buna göre, bu üç anlamı aşağıdaki şekilde detaylandırabiliriz:

………1 – Zayıfları bulundukları durumdan kurtaran ve kendi uğrunda için kırık olan kalpleri düzelten Allah Teâlâ’dır. Buna göre Allah kırıkları iyileştirir. Yoksulları zenginleştirir. Zorda olana her zorluğu kolaylaştırır. Musibete uğrayana güç ve kuvvet vererek sabretmesini ve dayanmasını sağlar. Görevlerini hakkıyla yerine getirdiğinde bu musibet nedeniyle ona büyük ecirler verir. Ululuk ve yüceliğine içtenlikle boyun eğenlerin kalplerine özel bir mutluluk ve ferahlık verir. Kendisini gönülden sevenlerin kalplerine çeşitli feyizler, ilhamlar, kerametler ve imanî hâller verir. Kendisi için kırık olan gönülleri çabuk tedavi eder. Dua eden bir kimse: “Ey Allah’ım! Beni düzelt” diyerek dua ettiğinde, onun hâlini düzeltir. Çünkü bu düzeltme, kula yarar sağlayacak ve onu, sıkıntı veren bütün eziyetlerden kurtaracaktır.

………2 – Yüce Allah, mutlak üstün bir varlıktır. Her şey O’nun mutlak üstünlüğünü kabul etmiş ve O’na boyun eğmiştir.

………3 – Allah, her şeyden yücedir. O, bütün varlıklardan üstün ve yücedir. Hiçbir eksiği yoktur. Hiçbir kimseye benzemez. O, her kötülükten uzaktır. O’nun bir eşi, benzeri veya zıddı yoktur. Özellik ve haklarında O’na ortak olan yoktur.

………Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bkz. “Haku’l-vadihu’l-mübîn”, s.77; el-Harrâs, “Şerhu’n-nûniyye”, 2/102.)

………Hurma ağacı boyu uzayıp yükselince, eller yetişemez olunca “cebbare” olarak adlandırılır. Bu yüzden Allah Teâlâ da ulu (Mütekebbir) ve yüce-üstün (Azîz), anlamlarına yakın olan Cebbâr adıyla isimlendiril­miştir. Bu üç ismin her biri diğer ikisinin anlamını kapsar.

………Bu üç isim (Azîz, Mütekebbir ve Cebbâr), şu üç ismin (Hâlik, Bâri’, Musavvir) benzeridir. Cebbâr ve Mütekebbir isimleri Azîz ismi­nin açıklaması olduğu gibi, Bâri’ ve Musavvir isimleri de Hâlik isminin birer açıklaması ve ayrıntı­sıdır. Buna göre Cebbâr, güç ve kuvvetin, izzet ve üstünlüğün, hükümranlı­ğın kemâlidir. Bu yüzden Yüce Allah’ın en güzel isimleri arasında yer almıştır. (İbn. Kayyım) 

………Kulun ceberutlukla nitelendirilmemesi

………Kulun ceberûtlukla nitelendirilmesi hoş karşılanmamıştır. Çünkü Allah Teâlâ, kendi güç ve kuvvetiyle (ceberûtluğu) bütün ceberûtları (zorba/dik­ta­tör) yenmiş ve ululuğu ile onlara üstün gelmiştir. Hiçbir iktidar sahibinin hükmü O’na uygulanamaz. Bütün varlıklar ve iktidar sahipleri O’na boyun eğer. Hiç kimse O’na emir veremez. Herkes O’nun emirlerine uymak zorun­da­dır. Allah, emredilen değil; emir verendir. O, mağlup değil; gâlip olandır. Yüce Allah bu özelliğini bize şöyle haber vermektedir:

………“O, yaptıklarından so­rulmaz, oysa onlar sorguya çekilirler.” (Enbiya/23)

………Bütün insanlar, mükemmel değil; eksik nitelik sahibidirler. En küçük şey­den bile etkilenirler. Kurtçukların yiyeceği olurlar. Sinekler bile onları rahatsız eder. Açlık ve tokluğun esaretindedirler. Böyle niteliklere sahip olanlara ulu­luk ve yücelik nasıl yakışır? (Razi)

………Yüce Allah, kulları arasında kendilerini cebbâr (üstün güç sahibi, zorba) ola­rak niteleyenleri şöyle kötülemiştir:

………“İşte Allah, her mütekebbir zorbanın kalbini böyle damgalar.” (Mümin/35)

………Bir başka âyette Allah, Peygamberine şöyle buyurur:

……...“Sen onların üzerinde bir zorba da değilsin.” (Kaf/45)

………Yani onları iman etmeye zorlayacak ve baskı altına alacak değilsin. Tirmizî’de ve diğer hadis kitaplarında geçen bir hadis-i şerifte Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuştur:

……...“Yeryüzünde büyüklenen ve zorbalık yapan­lar kıya­met gününde insanların, üzerlerine bastığı karıncalar gibi diriltilir­ler.” (Tirmizi)

………Bu ismi bilmenin faydaları

………1 – Allah’ın Cebbar ismini; “Kırıkları tedavi eden, kullarının işlerini düzelten” olarak bilen kimse Allah ile arasını düzeltmeye çalışır. O’na ulaşmak ve hoşnutluğunu kazanmak için rabbine yönelir. Zira rabbinin iyilik, merhamet ve şefkat sahibi olduğunu ve kırık kalpleri iyileştirdiğini bilir.

………2 – Bu ismi; Mağlûp eden, üstün ve güçlü anlamında anlayan kişi ise nefsinin arzu ve isteklerini yerine getirmeyerek onu mağlûp etmeye ve düşmanına üstün gelmeye çalışır. Ahiretini imar etmeye, Mevla’sına itaat etmeye mani olan her şeyi ortadan kaldırır. Bu da kalpte Allah’a karşı etkili bir korku ve tam ürpertinin oluşmasını sağlar.

………3 – Bazı kimseler şöyle söylemişlerdir. “Ey Cebbar olan Allah’ım seni tanıyan birinin herhangi bir iş için başkasından yardım dilemesine şaşarım. Seni tanıyan birinin başka birine umut bağlamasına şaşarım. Seni tanıyan birinin senden başka birine yönelmesine şaşarım.” (Tefsir-ül Kurtubi)

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………Cebr’e gelince; Lügatte üç asla nispet edilir.

………Birinci asıl; (=kök) bir kimseyi fakirlikten kurtarıp zenginleştirmek veya kırılan kemiğini düzeltmektir. Bu ıslah(=Düzeltmek)’tan alınmıştır. Bu kök lazım (=geçişsiz) ve müteaddi (=geçişli) olarak kullanılır.

………Bir kimse şöyle der: Kemiği düzelttim ve oda düzeldi. (Burada “düzelttim” ve “düzeldi” kelimeleri Arapça da “ce-be-re” fiili ile ifade edilmiştir.)

………el-Accâc şu şiirinde bu ikisini bir arda zikretmiştir: Allah dini tamamladı ve O dinde tamamlandı.( İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, “ce-be-re” maddesi).

………İkici asıl: Zorlamak ve egemenliği altına almaktır. Bu, en çok “ef’ale” vezninde (=kipinde) kullanılır. Şöyle denilir: “Ecbertuhu alâ keza” (=Onu böyle yapmaya zorladım). “Cebertuhu aleyhi” ifadesi, çok az kullanılır.

………Üçüncü asıl: Yüce (=yüksek) ve yetişilemeyenden alınmıştır. El yetişmeyen hurma ağacına “Nahletun cebbâr” denir.

………Cevherî şöyle der: cebbâr olan hurma ağacı yüksek ve el yetişmeyendir. A’şâ şöyle der: Uzundur ve dalları iptir el yetişmez. Sürüler halinde kuşlar üzerinde öterler. (Divân, s. 177 “ce-be-re” maddesi)

………Kalu ya Musa inne fiyha kavmen cebbariyn. (Maide/22)

………“Yâ Musa! Orada zorba bir toplum var”

………Ayeti kerimesi hakkında Ehfaş der ki: Burada uzunluk, kuvvet ve iri cüsse kastedilmiştir. Bu manada hurma ağacından yüksek olana ellerin yetişemediği bir yüksekliğe sahip olduğu için cebbâr denmiştir.

………Şöyle ki: Bir kimse uzun boylu, iri ve kuvvetli olduğu zaman yüksek olan hurma ağacına benzetilerek “Raculun cebbâr” (=uzun adam) denir.

………Katâde der ki: Onların tuhaf cüsseleri ve yaratılışları vardı ve başkaları da bu yaratılışa sahip değillerdi.

………Denildi ki: Burada cebbâr bir kimseyi bir işe cebredendir. Bir kimse başka bir kimseyi o işe zorladığı zaman böyle denilir. Ezherî dedi ki: Bu, bilinen lugattır. Hicazlıların (=Mekkelilerin) çoğu, bu sözü kullanmaktadır.

………İmam Şâfî (Allah ona rahmet etsin) şöyle derdi: “Sultan onu cebretti (=zorladı).”

………Bir kimseyi bir işe zorladığı zaman cebreden kimsenin cebbâr olması uygundur.

………Zeccâc dedi ki: Cebbâr, insanlardan diğer insanları dilediği şeye zorlayan zorba kişidir. Yüce Allah’ın ismi olan Cebbâr’a gelince Zeccâc onu şu şekilde tefsir etmiştir: O kırık kemikleri düzelten ve fakiri zenginleştirendir. Yüce Allah’ta böyledir. (Zeccâc dedi ki: Yüce Allah Cebbâr ve Azîz’dir. O’nun zelil olması imkânsızdır kansızdır)

………Fakat yüce Allah’ın ismi olan Cebbâr’ın manası bu değildir. Bundan dolayı el-Mütekebbir ismi ile beraber zikredilmiştir. O da ancak ceberûttur (=üstünlük ve azamet sahibi)

………Nebî (s.a.v.) şöyle diyordu: “Ceberût, Melekût, Kibriyâ ve azamet sahibi olan Allah’ı tesbih ederim.” (Ebu Davud)

………Cebbâr; Mütekebbir, Melik, Azîm ve Kahhâr gibi tazim isimlerinden bir isimdir.

………O Cebbâr’dır, Mütekebbirdir” (Haşr/23.)

………Yüce Allah’ın bu âyeti kerimesi hakkında İbni Abbâs (r.a.) şöyle dedi: O, Azîm’dir. Allah’ın Ceberût’u azametidir.(Kurtubi Tef.) Cebbâr, hükümdarların isimlerindendir. Cebr; hükümdar ve cebâbire de hükümdarlardır.

………Şair şöyle der: Hayırlı sabahlar ey cebr! Yani ey melik!
Suddî der ki: O insanları zorlayan ve dilediği şey hakkında onlara üstünlük sağlayandır. Buna nazaran da Cebbâr Kahhâr manasına gelir.

………Muhammed b. Ka’b der ki: “O, Cebbâr diye isimlendi. Çünkü O, mahlûkatı dilediği şeye zorlayandır.” (Beyhaki) Mahlûkat, yüce Allah’ın dilemesi müstesna bir göz açıp kapatıncaya kadar dahi olsa rabbine asi gelmekten durum olarak daha önemsizdir.

………Zeccâc der ki: Cebbâr, mahlûkata dilediğini zorla yaptırandır. İbni Enbârî der ki: Cebbâr, ulaşılamayan Yüce Allah’ın sıfatlarındandır. Arapların şu sözü de bu manadan alınmıştır. Uzanan elden uzak olan hurma ağacına “nahlatun cebbâratun” denir.

………Yüce Allah’ın sıfatında Cebbâr üç manaya gelmektedir. Bunlarda Mülk, üstünlük ve yüceliktir. Çünkü hurma ağacı uzun ve yüksek olduğu zaman ve ona eller ulaşamadığı zaman cebbâre diye isimlenir. Bundan dolayı Yüce Allah Cebbâr ismini Azîz ve Mütekebbir ile birlikte zikretmiştir. Ve bu üç isimden her biri diğer iki ismi de içermektedir.

………Bu üç isim şu üç isme benzemektedir. Onlarda Hâlık, Bârî ve Musavvir’dir. Bârî ve Musavvir isminin Hâlık isminin manasın açıkladığı gibi Cebbâr ve Mütekebbir ismi Azîz isminin manasını açıklayıcı olarak gelmektedir. Yüce Allah’ın sıfatlarından olan Cebbâr; kudret, izzet ve mülkün kemaline dönmektedir. İşte bundan dolayı Yüce Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâ’sındandır.

………Mahlûkata gelince; Cebbâr ile vasıflanmaları onlar için yerme ve noksanlıktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

………..kezâlike yatbe’ullahu alâ külli kalbi mütekebbirin cebbar. (Mü’min/35)

………“Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler”

………Yüce Allah Resûlüne şöyle buyurmuştur:

………ve ma ente aleyhim Bi cebbarin… (Kaf/45)

………“Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin”

………Yani onları imana zorlamak için musallat edilmedin.

………Tirmizî ve diğerlerinde Nebî (s.a.v.)’den şöyle rivayet edilmiştir.

………Cebbâr ve Mütekebbir olanlar, kıyamet gününde insanların üstüne basarak çiğnediği karınca gibi haşredilirler” (Tirmizi) (İbn. Kesir-Kurtubi-Beyhaki-Es Sâdi-İbn. Kayyım el Cevziyye/Esmaü’l-Hüsna/74-494)  

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

……...EL CEBBAR

………Kırığı yerine getirip sıkıca sarmak, eksiği giderip tamamlamak, telâfi etmek, birini bir işe zorlamak, bir şeyi zorla yaptırmak anlamlarında ki c-b-r kökünden türeyen “Cebbar” sözlükte zalim, kibirli, gaddar, azgın, zorba, kahredici, insanları hükmü altına alan, istediği şeyi yaptırmaya zorlayan, merhametsiz ve baskıcı demektir.

………Allah’ın sıfatı olarak “El Cebbar”; Asi ve azgınları kahredici, emir ve yasaklardan istediğini kullarına yaptırmaya gücü yeten, galip, yarattıklarını istediği istikamete zorlayan, kendisi herhangi bir şeye zorlanamayan, Kahhar veya dertlere derman veren, kırılanları onaran, yoksullara rızık veren, perişanlıkları yoluna koyup düzelten, yarattıklarının işlerini düzelten ve iyiye götüren anlamındadır.

………Kur’an da “cebbar” kelimesi anîd (inatkâr) (Hud/59), (İbrahim/15),  Mütekebbir; (Mü’min/35), Asi; (Çok isyankâr) (Meryem/14) ve Şâki (çok azgın) (Meryem/32) kelimeleri ile birlikte. Bir ayette (Haşr/23) Allah’ın sıfatı, on ayette ise insanın sıfatı olarak geçmektedir.

………Azgın zalim insanları küfre ve isyana çağıran, insan ve toplumları niteleyen “cebbar” ismi Allah’ın sıfatı olarak hem O’nun gücünü, kuvvetini, dilediğini kullarına yaptırabileceğini, asileri cezalandırabileceğini, hem de insanların dertlerine derman olan, yaralarını saran ve yoksulları zengin edebilen olduğunu ifade eder.

………El Cebbar ismi İbn. Hibban, Beyhaki, Hâkim ve Tirmizi’nin el-esmaü’l-Hüsna ile ilgili rivayette geçmektedir. (Doç. Dr. İsmail karagöz-Esma-i Hüsna-166)

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………El-CEBBÂR

………A – Cebbar isminin lügat anlamı:

………1 – Cebbar; zayıfı güçlendiren, kırık gönülleri tamir eden, kırığı onararak kırık kemikleri birbirine kaynaştıran, zoru kolaylaştıran, sabır ve metanet veren, sabredenlere büyük mükâfatlar vadeden kendine boyun eğenlere çeşitli kerametler ve ikramlar veren, kullarının bozulan düzenlerini ıslah edendir.

………2 – Cebbar; her şeye hâkim ve galip olandır. Her şey belli bir noktada ona boyun eğer.

………3 – Cebbar; her şeyden yüce olandır.

………4 – Cebbar; istediğini zorla yaptıran, yarattıklarını kurallarına uymaya mecbur edendir.

………B – Cebbar isminin Kur’an içerisinde incelenmesi:

………1 – Cebbar kelimesi Allah’ın güzel ismi olarak sadece Haşr suresinde geçer. Özellikle el-Aziz isminin ardından gelir. Allah; Rahman, Rahîm, Melik, Kuddûs, Selam, Mü’min, Müheymin ve Aziz isimlerine iman eden mü’minlerin yaralarını sarar, dertlerine çareler bulur, kırılmış gönüllerini onarır.

………2 – Cebbar kelimesi Arap literatüründe “Ezdad (iki zıt anlamı birlikte taşıyan) kelimelerdendir. Allah için kullanıldığında; dilediğini zorla yaptıran, yaraları saran, dertlere derman olan, tedavi eden anlamındadır. Kullar için kullanıldığında ise; zorba, anne-babasına asi olan, azgın ve sınır tanımaz anlamlarına gelir. “Hud kavmine dedi ki:

………“İnsanları yakaladığınız zaman cebbar ve zorbalar olarak mı yakalıyorsunuz?” (Şuara/130)

………C – Cebbar isminin hadislerde incelenmesi:

………Rasulullah (s.a.v) iki secde arasında söyle dua ederdi:

………Allah’ım beni bağışla, bana merhamet et, bana hidayet et, beni güçlendir, zayıflığımı ortadan kaldır, bana afiyet ver, beni rızıklandır ve beni yücelt.” (Ebu Davud, Tirmizi 284)

………D – Cebbar isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

………1 – Rabbimizin Cebbar sıfatına hakkıyla iman etmeliyiz. Zayıfları güçlendiren, yaraları saran, kırıkları onaran, dertlere derman olan, şifa olan, her şeye galip ve hâkim olan, kullarını ne kadar azgın olurlarsa olsunlar kendisine boyun eğdiren olarak tanımalıyız. Böylece gücü, şifayı, dermanı Allah’tan beklemeliyiz. Rasulullah (s.a.v)’ın ve ashabının duaları gibi biz de Rabbimize dua etmeliyiz. Böylece hayatımızın her alanında Allah bize yetecek, kırılmış taraflarımızı onaracak, eksik ve zayıf taraflarımızı tamamlayacaktır.

………Bireysel, ailevi, toplumsal, ekonomik, iktisadi ve siyasi bütün sorunlarımızı Allah’a arz eder, O’ndan yardım diler, O’nun razı olduğu yol ve yöntemleri takip edersek O da bizim her konudaki sıkıntımızı giderecektir.

………2 – İnsanlar istemeseler de Allah’ın Cebbar özelliğini kabul etmek zorunda kalırlar. Allah’ın evren ile ilgili koyduğu yasalara uymak zorundadırlar. Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarına uymama gücüne sahip değillerdir. Fıtratın biyolojik ve fiziki yasalarına her insan uymak zorundadır.

………3 – Hz. Yahya ve Hz. İsa gibi olmalıyız.

………Tarafımızdan Yahya’ya bir kalp yumuşaklığı ve temizlik verdik. O Allah’tan çokça sakınırdı. Anne-babasına iyi davranırdı. O isyankâr bir zorba/cebbar değildi.” (Meryem/13-14)

………“İsa dedi ki: Allah beni anneme karşı saygılı kıldı. Beni bedbaht bir zorba/cebbar yapmadı.” (Meryem/32)

………Cebbarlığın, zorbalığın Müslümana yakışmayacağını bilmeli, anne-babamıza, çocuklarımıza ve çevremize yumuşaklıkla muamele etmeliyiz. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

………“Kıyamet günü cehennemden gören iki gözü, işiten iki kulağı, konuşan bir dili olan bir grup yaratık çıkar ve şöyle der:

………–  Ben üç kişiye vekil tayin edildim; her inatçı zorbaya, Allah ile birlikte başkalarına ilahlık yakıştırana, resim ve heykel yapana.” (Tirmizi 2574.)

………4 – Allah‟ın ayetlerini inkâr eden, peygamberlerine asi olan inatçı ve zorba kimselerin yollarına uymamalıyız.

………İşte Ad kavmi. Rablerinden gelen ayetleri inkâr ettiler. Peygambere isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emrine uydular. Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete tabi tutuldular. Biliniz ki, Ad kavmi Rablerini inkâr ettiler. Yine iyi bilin ki, Ad kavmi Allah’ın rahmetinden uzak kılındı.” (Hud/59-60)

………Rabbimiz zorbaları ve onlara uyanları bir tutar, aralarında ayrım yapmaz. Zorbaların yoluna uyduğumuz takdirde, (Allah korusun) dünya ve ahirette bir lanet bizi takip edecek ve ebedi olarak Allah’ın rahmeti bizden uzak kılınacaktır.

………5 – Allah’ın yeryüzü cebbarlarını kendisine mutlaka boyun eğdireceğini bilmeliyiz.

………“Kim inkar ederse onu dünyada az bir süre faydalandırır, sonra da cehennem azabına mecbur kılarım. Orası ne kötü varılacak yerdir!” (Bakara 126)

………Rabbimiz gücünü ve otoritesini kabul etmeyen kimseleri, dünyadayken bazı şeylere mecbur kılar. Firavun son nefesinde olsa da Allah’a iman etmeye mecbur bırakılmıştır. Kureyşli müşrikler Ebrehe‟nin ordusu karşısında, putlarını bırakıp Allah’a yalvarmaya mecbur kalmışlardır.

………Denizde ne zaman bir fırtına çıksa insanlar diğer tanrılarını unutarak sadece Allah’a yalvarırlar. Rabbimiz böylece kullarını kimi zaman daraltır, başlarına felaketler, sıkıntılar verir ki, kendisini hatırlasınlar, Allah’ın gücünü itiraf etsinler. Allah onları buna mecbur eder. Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller de Allah’ı anarlar. Allah’a yalvarmaktan başka çare bulamazlar.

………6 – Cebbarların kalplerinin mühürleneceğini unutmamalıyız.

………“..Allah büyüklük taslayan her zorba/cebbarın kalbini mühürler.” (Mü‟min 35)

………Cebbar veya zorba olmak için illa da bir idareci veya devlet başkanı olmak gerekmez. Ailesine karşı cebbar olanlar vardır. Kardeşlerine karşı cebbar olanlar vardır. İşçilerine karşı cebbar olanlar vardır. Öğrencilerine karşı cebbar olanlar vardır. Unutulmamalı ki her zorbalık, kalpte bir siyah nokta demektir. Kalbe küçük bir kilidin vurulması demektir. Zincirin ucuna bir halka eklenmesi demektir. Her siyah noktada imanın bir kısmı kalbi terk eder. Sonunda kapkara ve kaskatı bir kalp Allah tarafından bir daha açılmamacasına mühürlenir. Artık o kalpte iman yeşermez. Merhamet filizlenmez.

………7 – İnsanları Müslüman olmaları için zorlayamayız. Peygamber bir zorba değildi.

………“Biz o kâfirlerin söylediklerini çok iyi biliyoruz. Sen onların üzerinde bir cebbar/zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur’an la öğüt ver.” (Kaf/ 45)

………Rasulullah (s.a.v) zorba ve cebbar değildi. Bizler de tebliğ etme metodunda zorbaca davranamayız. Bize düşen sadece Allah’ın kitabıyla onlara öğüt vermektir. Kabul etmedikleri takdirde onları zorlamak bizim görevimiz değildir.

………8 – Allah müminleri birbirlerine sevdirir. Kalplerine ülfet verir. Medine’de birbirlerine düşman olan Evs ve Hazreç kabilelerinin kalplerine ülfet verdi. Ensar ve Muhaciri birbirlerine sevdirdi. Farklı kavim ve ırklardan olan insanları kardeş ilan ederek aralarına sevgi koydu ve kırgınlıklarını giderdi.

………9 – Allah Kâbe’yi de bizlere sevdirdi. Hiçbir tarihi, turistik özelliği olmayan Mekke’ye insanların akın akın gitmesi Cebbar isminin üzerimizdeki bir tecellisidir. Eğer Allah Kâbe’yi bize sevdirmeseydi, hiçbirimiz binlerce kilometre kat ederek oralara gitmez, birtakım sıkıntılar çekmezdik.

………10 – Rabbimize Cebbar ismiyle dua etmeliyiz. Rasulullah (s.a.v) iki secde arasında şöyle dua ederdi:

………“Allah’ım! Beni bağışla. Bana merhamet et. Beni doğru yola ilet. Benim eksiklerimi tamamla. Bana afiyet ver. Beni rızıklandır. Ve beni yücelt.” (Ebu Davud-Tirmizi)

………Rasulullah (s.a.v) rükûda ve secdede iken şöyle dua ederdi:

………“Güç, hükümranlık, büyüklük ve yücelik sahibini bütün eksik sıfatlardan uzak tutarım.” (Nesai) (Dr. Ramazan Sönmez-el-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ)

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL CEBBAR

………Kırılmışların onarıcısı, eksiklerin tamamlayıcısı ve iradesini hiçbir muhalefete maruz kalmadan infaz edendir O.

………Hz. Ali şöyle dua buyururlarmış; “Ya Cebbara külle kesîrin ve ya Müsehhile külle asîrin” Ey bütün kırıkları birleştiren ve her güçlüğe kolaylık ihsan eden Cebbar.

………El Cebbar aynı zamanda iradesini her zaman ve mekânda hiçbir muhalefet görmeden icra edebilen manasınadır. Bu mutlak cebredicilik, teslimiyeti iltizam eder. O’nun cebrediciliği bütün yarattıklarının kaderleri dâhilindedir. Güneş; “Bir daha doğmayacağım”, rüzgâr; “Bir daha esmeyeceğim” diyemez. Ancak insanoğluna tercih hakkı verilmiştir. Bize ayrıca ihsan edilen şey doğruyu yanlıştan seçebilme irfanıdır. Evet bize muhtariyet verilmiştir verilmesine, lâkin yaratılışımızın maksadı Allah’ı bilmek, bulmak ve O’nun kulu olmaktır. Bu ise bize cebredilmemektedir, Allah bu konuda bizi muhayyer bırakmıştır.

………Kırılmış ümitlerimizi tamir ettirmek ve kendimizi de içinde bulunduğumuz bunca keşmekeş içinde huzur bulmak için sadece Allah’a yönelmemiz gerektiğini bildiğimizde el Cebbar’ı buluruz. Serkeşlik ve isyanın zuhur ettiği o bedbaht durumlarda eğer azabı bizi yakalamadan evvel Allah’ın rahmetine sığınabilirsek –ki O’nun azabından bizi hiçbir kuvvet kurtaramaz ve kaçacak bir yer de bulunmaz- Bu anda Allah’ın sonsuz iktidarı içinde ki zikrini El Cebbar olarak buluruz.

………Abdülcebbar o kuldur ki Allah’ın her şeye hakim olan ve O’nun hükmünü maddi ve manevi yaratıklarda infaz eden kudretini yansıtır.

………Her kim Allah’ın yenilmez gücüne samimiyetle inanıyor ve o güce bel bağlıyorsa sabah ve akşamları 21 kere ya Cebbar zikrine devam edebilir. Bu müdavemeti, Allah dilerse onu zalimlerin tehditlerinden emin kılacaktır. (T. Bekir Bayraktaroğlu-Esmaü’l-Hüsna/58-59)

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL CEBBAR

………Allah Cebbardır. Cebbar isminin Allah hakkında şu manaları vardır.

………1-Allah’ın dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olması.

………2-Kullarının işlerini yoluna koyması ve eksikleri gidermesi.

………3-Kırıkları onarması ve dertlere derman vermesi.

………4-Çok büyük ve azametli padişah olması.

………Şimdi Cebbar isminin bu farklı manalarını tek tek anlamaya ve kâinattaki tecellilerini görmeye çalışalım:

………1- Allah’ın dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olması.

………Allah cebbardır. Dilediğini zorla yaptırmaya muktedirdir. Hükmünü geri çevirecek ve takdirini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur. Emri ve hükmü her şeye hâkimdir.

………Evet, kim bu kâinata dikkat ile baksa, kâinatı; gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, idaresi gayet hikmetli, hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür. Her şeyi ve her mahlûku birer vazife ile itaat halinde bulur.

………Kimi bir bal fabrikası, kimi bir süt çeşmesi olmuş, kimi rahmetin latif bir eli, kimi şu dünya misafirhanesine bir lamba ve soba olmuş. Bunlar gibi her bir mahlûk Allah’ın kendisine emrettiği vazifeyle meşguldür. Ve o vazifeye isyan edemez. Güneş o cesametiyle ve büyüklüğü ile “ben bugün doğmayacağım, ya da batmayacağım” diyerek Cebbar olan Allah’ın hükmüne karşı gelemez. Ay, kandil ve takvimcilik vazifesinden geri kalamaz. İnsandan başka her şey vazifesine gayet dikkat eder ve Cebbar-ı azim olan Allah’ın emrine boyun eğer, itaat eder. İşte vazifesini yaparak Allah’ın emrine itaat eden ve ona karşı gelemeyip boyun eğen her mahlûkta ‘Cebbar’ ismi görünür.

………Bizler bir tavuğun yumurtladığını, koyunun süt verdiğini gördüğümüzde hiç Allah’ın Cebbar ismini tefekkür ettik mi? Ya da devenin üzerine binmiş ve seyahat eden bir adamı gördüğümüzde, deveyi insana hizmet yapmaya zorlayan Allah’ı Cebbar ismiyle zikredip ona hamd ettik mi?

………Çünkü insana itaat ettirilmiş ve vazifesine isyan edemeyen her mahlûkta cebbar ismi tecelli eder. Evet, kâinatın zerrelerinden, semanın yıldızlarına kadar her şey Allah’a itaat ederek Cebbar ismine ayna oluyor ve onu Cebbar ismiyle tesbih ediyor. Yalnız bedbaht insanlar müstesna…

………Bakın Efendimiz (sav) Allah’ın Cebbar isminin hakikatine nüfuz ederek onu nasıl vasfetmiş;

………Ey azametine her şeyin boyun eğdiği,

………Ey kudretine her şeyin teslim olduğu,

………Ey izzetine karşı her şeyin zelil olduğu,

………Ey heybetine her şeyin huşu içinde boyun eğdiği,

………Ey saltanatına her şeyin teslim olduğu,

………Ey korkusundan her şeyin alçaldığı,

………Ey haşyetinden dağların parçalandığı,

………Ey emriyle göklerin ayakta durduğu,

………Ey izni ile yeryüzünün istikrar bulduğu…

………2 – Kullarının işlerini yoluna koyması ve eksikleri gidermesi

………Allah Cebbardır. Kullarının işlerini yoluna koyar ve onların eksikliklerini giderir. Cebbar ismi bu manasıyla devamlı bizde tecelli eder; Bir işsizin iş bulması, siftah bile yapamayan bir esnafın işlerinin açılması, borçlunun borçtan kurtulması, dersleri zayıf olan bir öğrencinin derslerini düzeltmesi, yakacak odun kömürü olmayan bir ailenin bu ihtiyacının giderilmesi, eksik bir dosyanın evraklarının tamamlanması ve bunlar gibi işlerin yoluna konulup eksiklerin giderildiği bütün işlerde Allah’ın Cebbar ismi tecelli etmiştir.

………Maddi alemde bu manasıyla tecelli eden Cebbar ismi manevi alemde tecelli ettiğinde kullarının hallerini ıslah eder, onlara tövbeyi nasip eder, ahlaklarını güzelleştirir, yapamadıkları ibadetleri onlara kolaylaştırır ve kulunun mana alemindeki eksikliklerini giderir.

………Allah Cebbar ismi hürmetine maddi ve manevi işlerimizi yoluna koysun ve eksikliklerimizi gidersin.

………3 – Kırıkları onarması ve dertlere derman vermesi

………Allah Cebbardır. Kırıkları onarır, dertlere derman ihsan eder. Kırılan bir kalbin tesellisi Cebbar ismi ile olur. Kırılan bir kemik bu ismin tecellisiyle iyileşir. Tereddüt içinde bocalayanlara maddi ve manevi yollar gösterir, ihtiyaç sahiplerine imdat eder, ağır belalara düşen kullarının feryadına yetişir. Hastalar bu isimde şifa, dertliler dertlerine derman bulur. Demek ki hastaya şifa, dertliye deva, borçluya eda bu isim ile gönderilir. Küsler bu ismin tecellisi ile barışır.

………Meselemiz Allah’ı tanımak ve her şeyde ona bir pencere açmak. Acaba kırılan bir eşyamızı birbirine yapıştırdığımızda, bu fiilin Cebbar isminin bir tecellisi olduğu hiç düşündük mü?

………Veya borcumuz var ama ödeme imkânımız yok. Kara kara düşünürken hiç beklemediğimiz bir yerden gelen yardımla borcumuzu ödediğimizde, derdimize derman olan Allah’ı Cebbar ismiyle tefekkür ettik mi?

………4- Çok büyük ve azametli padişah olması

………Allah Cebbardır. Çok büyük ve azametli padişahtır. O öyle bir padişahtır ki; saltanatının başlangıcı olmadığı gibi nihayeti de yoktur. Onun saltanatından başka hiçbir saltanatın devamı da yoktur.

………O öyle bir sultandır ki; sineğin kanadından, semavatın kandillerine kadar, bedenin hücrelerinden, semanın burçlarına kadar her şey O’nun mülküdür. O koca güneş O’nun mülkünde küçük bir lamba, yıldızlar birer kandil ve ay bir takvimcidir.

………Evet kainatın sultanı birdir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir.

………Bu manalar insana ifade eder ki; O’nu bulan neyi kaybeder? Ve O’nu kaybeden neyi bulur? Sultan-ı Kâinatı bulan her şeyi bulur. Hadsiz minnetlerden ve korkulardan kurtulur. O’nu bulamayan ise hiçbir şey bulamaz. Bulsa bulsa başına bela bulur. (http://www.herseyonuanlatiyor.com/el-cebbar )

………xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………ELCEBBAR

………Mübalâğalı ism-i fâildir. CEBR kelimesi kırığı yerine getirip iyice sarmak, eksiği ıslah edip tamamlamak anlamındadır. Fıkıhta CEBÎRE bâbı vardır, sargılar, kırıkla üzerine abdest almanın şeklini anlatır. Ayrıca bu kelimede zor kullanarak iş yaptırmak anlamı da vardır. Araplar toplamak için yetişilemeyecek kadar yüksekteki hurmaya cebbâre (erişilemez, el uzatılamaz) derler. İbn Abbas (r.a) büyük padişah, melik anlamına da geldiğini söylemiştir.

………Bu kelimenin Allah’a isim olarak verilişinde şu anlamlar mülâhaza edilmiştir:

………1 – İnsanların eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını gören, işlerini düzelten, bu konuda gerekli işlemleri gereği gibi yapmakta çok muktedir olan demektir. Esma-i Hüsna müfessirlerinin çoğu bu anlamı tercih etmişlerdir.

………2 – Dilediğini zorla yaptıran, halkı kendi iradesine mecbur eden, dilediğini ister istemez yaptıran, hükmüne karşı gelinmek ihtimali bulunmayan demektir. Bu anlamıyla bu ismin, kullara hiç irade vermez şeklinde anlaşılmaması lâzımdır.

………Allah’ın teşriî emirleri kulların irade-i cüz’iyeleri ile meşruttur. Ama Allah kulların bütün irade ettiklerini infaza mecbur da değildir. Kulun her istediğinin infazına Allah’ın mecbur olmayışı da aslında kulların menfaatinedir. Allah kullarını istediklerinin kendi menfaatine uygun olmadığında infaz etmediği gibi, menfaatlerine uygun olduğu halde istemediklerini de cebren infaz eder. İstemedikleri halde kulların karşılaştığı felâket, dert, belâ vs. gibi durumlar böyledir.

………Ayrıca Allah kendi istediklerini, kullarını da istekli hale getirerek infaz eder. Hayırların tümünü bu bağlamda örnek verebiliriz.

………Allah dilerse kulların iradelerini ellerinden alarak da kendi iradesini Cebbâriyeti gereği infaz eder.

………“Allah kaza ve takdirini gerçekleştireceği zaman akıl sahiplerinin akıllarını alır da kazası ve takdirini öyle infaz eder. İş bitince da akıllarını iade eder ve pişmanlık gerçekleşir.” (Deylemi)

………Dilerse iradelerini almamakla beraber, isteklerinin hilafına olarak kendi hüküm ve iradesini kahr ve zor ile üzerlerinde infaz ve icrâ eder. Asiler azaba ve cezaya yaklaşmadıkları halde zamanı gelince cezalarını çekmeye mecbur olurlar.

………Kur’ân-ı Kerîm’de Cebbâr kelimesi Allah’tan başka, insanlar için de kullanılmıştır. Kullanıldığında insanlardan nefyedilmiştir. Yani insanların Cebbâr olmadıkları ifade edilmiştir. Bu kullanışlarda,

………1 – Musallat anlamı, 

………ve ma ente aleyhim Bi cebbarin fe zekkir.. (Kâf/45)

………“Sen onlar üzerine cebbâr değilsin.”

………2 – Allah’a ibadet etmez, mütemerrid,

………ve lem yec’alniy cebbaren şakıyya. (Meryem/32)

………“Beni cebbâr kılmadı.”

………3 – Çok insan öldüren;

………Ve izâ betaştüm betaştüm cebbariyn. (Şuara/130)

………“Yakaladığınızda cebbârca yakalıyorsunuz.” 

………Mahlûkatını, meşîeti (dilemesi) istikametine zorlayan demek olan anlamını Katâde ifade etmiştir. Ancak bu anlama lisan açısından itiraz edilmiştir. (İf’âl babının sıfatının cebbâr şeklinde gelemeyeceğinden hareketle) Anlam bakımından da (zorlamadan münezzeh oluşu sebebiyle) Mu’tezile karşı olmuştur.

………Allah iradesiyle yaratıkları üzerinde galip olduğu için onlara irade-i cüz’iyye vermekte bir sakınca görmemiş, özellikle vermesi O’nun cebbâriyetine işaret etmiş olur.

………Bu isim sırf düzeltmek anlamında kullanıldığı gibi sırf baskı ve zorlama anlamında da kullanılabilir. Gazalî, baskı ve zorlama anlamını ele alarak, “O öyle bir varlıktır ki dilediğini cebir yoluyla herkese icra edebilir. Hiç kimse ona hiç bir şey yapamaz, onun kudretinden kurtulamaz. O herkese cebreder, hiç kimse ise ona cebredemez. Bu hususta O’na hiç kimse eş olamaz” diye anlamlandırmıştır.

………Birbirinden farklı olan bu iki anlamı şu şekilde birleştirmek mümkündür. Bozulan, nizamdan çıkan  her şeyi yerine göre zor kullanarak ıslah eder.

………Buradaki cebir haksızlık ve zulüm gibi beşerî özellikler taşımaz. Yani Allah sadece cebbâr değil, bütün semâsıyla birlikte cebbârdır. Zulme, haksızlıklara karşı olan, haklının yanında olan, yardımcı olan isimleriyle beraber cebbârdır. Allah dilerse zorla da engel olur.

………Allah’ın cebbâriyeti her şey üzerinde müşâhede edilir. Her yaratık O’nun belirlediği istikamet içerisinde hareket etmek zorundadır. O istediğinde doğmak, ömür sürmek, ölmek, yaşamak zorundadır. Dînî hususlardaysa insan diğer varlıklardan (zira diğer varlıklarda irade olmadığından bir şey dileyemezler) farklı olarak muhayyer bırakılmıştır.

………Rivâyete göre Rasûlullah (s.a.v) efendimiz namazlarda iki secde arasında;

………“Allah’ım beni bağışla, bana merhamet et, eksiklerimi tamamlayarak beni ıslah et, beni rızıklandır, bana afiyet ver, beni hidayet et, beni affet” şeklinde dua edermiş.

………Kullardan bu isme asılda lâyık olan uymaktan uyulmak derecesine yükselen, herkesten yüksek olan, kendisine uymaya herkesin mecbur olduğu veya herkesi uymaya mecbur bırakan, onlara faydası dokunan, onlardansa faydalanmaya ihtiyaç duymayana, herkes tarafından sevilen, görüldüğünde bire daha görülmek istenendir ki bu da peygamberdir. Peygamberimiz (s.a.v) bunu hadisinden kendisi şu şekilde ifade eder : “Musa sağ olsaydı bana uymaktan başka çaresi olmazdı. Ben âdemoğullarının efendisiyim, fakat bununla gururlanmıyorum.”

………Bu ismi ile Allah;

………1 – Kullarının eksik olan ibadetlerini ıslah edip tamamlar ve lütfundan tam olarak kabul eder,

………2 – Kendi iradesini gerçekleştirmek için, kullarının arzularını muhatap alır ve onların arzularını artırarak iradesini infaz eder,

………3 – Allah iradesin erişilemez olandır,

………4 – İradesine karşı durmak isteyenleri kahreder,

………5 – Kullarına irade lütfetmek de O’nun cebbâriyeti gereğidir,

………6 – Allah iradesiz de değildir. O muradını kullarına bildirmiştir. Kullar kendi iradeleriyle hareket ederler. Ama Allah kullarının her iradelerini infaz  de edecek değildir,

………7 – Kullarına irade vermesi de bu isim gereğidir,

………8 – Kullarının, tamahlarını artırarak kendi irade etiğini yapmalarını temin eder.  

………Rasûlullah  Efendimiz(s.a.v) ise :

………1 – Kendi iradesini Allah’ın iradesine uyumlu hale getirmiş, Allah neyi murad ediyorsa onu murad eder olmuştur,

………2 – İnsanlar üzerinde bir zorba olmadığını beyan etmiştir,

………3 – İnsanların eksiklerini, yanlışlıkların ıslah ederek düzeltir ve tamamlamaya çalışır,

………4 – İnanlarında birbirlerinin eksiklerini ıslah edip tamamlamalarını isterdi.

………Kullara düşen ise:

………1 – Islah-ı hâl için Allah’a müracaat etmek, başka kapılara gitmemek. Bilmeli ki o murad etmezse gayrın ıslahı mümkün olmaz,

………2 – İnsanların, söylediklerine itibar ettiği, sözünü dinlediği, dinlemek zorunda kalacağı manevi saygınlık kazanmak,

………3 – İnsanların eksiklerini gidermeğe çalışmak, derecelerini, bilgilerini yükseltmek, hallerini ıslah etmek,

………4 – İnsanlardan bir şey beklemeyerek hep vererek, sözü dinlenilir, etki altına alınamaz, üzerinde söz sahibi olunamaz bir seviyeye ve otoriteye ulaşmak,

………5 – İnsanların eğitiminde, iradelerini istikamet üzere geliştirmelerini temin etmek, farzlara müdahale etmemek, büsbütün de salıvermemek, baskıcı olmamak. Allah’ın muradını erişebilecek tek murad olarak kabul edecek bir hale getirmek.

………6 – İnsanlara zorba davranışlarda bulunmamak, isteklerimizi onlara, isteklerini de alarak, kazanarak uygulamalarını temin edecek bir tarzın sahibi olmak. (Birlik vakfı)

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL CEBBAR

………El-Cebbâr, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan, mutlak iradesini her durumda yürüten, her güçlüğü kolaylaştıran, mahlûklarının işlerini ıslâh eden; mahlûklarının ihtiyaçlarını gideren, yaşama ve rızık sebeplerini sağlayan; kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan, düzeni bozulan her şeyi tanzim eden demektir.

………Haşr sûresi/23: “O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Melik (mülkünde istediği gibi tasarruf eden)tir, Kuddûs (her noksanlıktan münezzeh olan)dür, Selâm (her kusurdan ve âfetten sâlim olan)dır, Müheymin (her zaman gözetip, koruyan)dir, Aziz (kudreti daima üstün gelen)dir, Cebbâr (dilediğini yaptıran)dir, Mütekebbir (büyüklük ve yücelik kendisine mahsûs olan)dir. Allah, müşriklerin şirk koştuklarından münezzehdir.”

………Yüce Allah yeryüzünü yarattı,:

………“O, yerin üstünde sabit dağlar yarattı. Orada bereketler meydana getirdi. Orada araştırıp soranlar için rızıkları tam dört günde belli bir seviyede takdir edip, düzene koydu. Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye: “İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin.” dedi. Her ikisi de: “İsteyerek geldik” dediler.” (Fussilet /10-11)

………Yaratılmış her şey, “o muhteşem kudret” karşısında secde etmekte, boyun eğmekte iken, sadece “insan”, “akıl ve nefis” verilmiş insan, yaradılış hikmeti gereği, Allah’ı bulmakta ve O’na ibadette “iradesine” bırakıldı dostlar! Ama, Allah’ın o engin rahmeti ile de yalnız bırakılmadı bu yolda.

………Aklını kullananlar için; “kâinat kitabı”nın âyetlerini okuyabilenler için her şey, her olay, “yol gösterici” kılındı.

……...Yüreğini aklına yoldaş edinenlere, Kur’ân-ı Kerîm âyetleri ile Yüce Allah’ın kelâmı; Gül Nebi Muhammed Mustafa (sav) ile de yaşayan örnek bir insanın hayatı, yardımcı kılındı.

………“Onlar, Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ister istemez O’na boyun eğmiştir ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.” (Âl-i İmrân/83)

………Kur’ân-ı Azimüşşan’ı okudukça, her âyetinde sıcacık bir sevgi hisseder; Yüce Yaratanın kullarına adeta: “Her şey, size benim varlığımı anlatırken, hâlâ oyalanıp durur musunuz, sizlere sevgi ile kollarımı açmış beklerken, siz, acizlerden mi medet beklersiniz?” buyurduğunu duyar gibi olursunuz.

………O, “Cebbâr”dır dostlar!

………Her şey, O’nun yüce kudreti elindedir. Hiç kimse, bu gücün karşısında duramaz. Dilerse, her şeyi bir anda yok eder. Ama O, öylesine sabırlıdır ki kullarına karşı, bekler, mühlet verir.

………“Geceyi”, karanlıkları yaratır, “karanlıklar” gündüzün bütün eserlerini örterken, gecenin gelişiyle, sabahın da müjdesini yani “aydınlıkların” müjdesini verir kullarına.

………“el-Cebbâr”dır O!

………Kışı, bembeyaz bir kefen gibi getirir, yerküreyi “mevt” eyler, haşre hazırlar. Kışın soğuğu ile de yazın sıcağını müjdeler kullarına!

………“el-Cebbâr”dır O!

………Her baharda, muhteşem bir nebât ve hayvanât ordusunu yaratır; her birine vazifesine uygun sevk ve idare ile ömür verip, kıyamete örnek olan güz mevsiminde pek çoğunu vefat ettirerek, vazifelerini sona erdirir.

………“el-Cebbâr”dır O!

………Yarattığı her varlığa, her cins ve topluluğa mahsus rızıkları, müdafaa silâhlarını, her birinin yaşam şartlarına uygun kıyafetlerini, hiç umulmadık yerden, hiç beklenmedik zamanlarda, tam vaktinde verir. O nihayetsiz iktidarını, gücünü ve hadsiz rahmetini gösterir.

………“el-Cebbâr”dır O!

………Cennet ve cehennemi halk eder. Cennet, lütfunun eseridir, “ödül” yeridir. Ve, Cehennem de lütfunun eseridir dostlar!

………Cennete giden yolları kolaylaştırmak için yaratmıştır, O, Rahmân ve Rahîm olan Yaradan, cehennemi!

………Cehennem bile, kereminin eseridir!

………Kahrıyla lûtfunu gösteren ve lûtfuna koşturan O!

………Geceler olmasaydı, karanlıklar olmasaydı, aydınlıkları bilebilir miydik?

………Kışı yaşamasaydık, baharı neşeyle bekleyebilecek miydik? Ve cehennem yaratılmasaydı, cennete koşmak için, cehennemden kaçıp, cennete koşmak için çaba sarf edecek miydik sizce?

………İşte O, “Cebbâr” olan, “Rahmetim gazâbımı geçmiştir” (Buhârî, Tevhîd, 22, 28, 56.) buyuran, gökleri ve yerleri azametiyle kendine boyun eğdiren O, Rahîm, Halîm, Sabûr ve Ğafûr olan Allah, kullarını cennete böyle sürükler!

………Kudret, O’nun elindedir, kulunun her halini kemâle ulaştıracak vesileler için “Cebbâr” ismini kullanır, kulunun eksiklerini tamamlatır, düzeni bozulmuş her şeyi “Cebbâr” ismiyle düzeltir. Hiç kimsenin gücü, O yüce kudretin yapmak istediklerini engelleyemez.

………Kul, bunu bilse, Hz. Ali gibi yalvarır O’na:

………“Ey, her kırığı kaynaştırıp birleştiren, kırılanı onaran ve her zorluğu kolaylaştıran, “Cebbâr” olan Allah’ım!”

………Ve sonra lisan-ı haliyle duasına devam eder: Ey Cebbâr olan Allah’ım, dağınıklığımı toparla, bana düzenlik ihsan et! Ben, kulum, acizim, dünya hayatının gaileleri karşısındaki kırgınlığımı, yılgınlığımı ve aczimi sana havale ediyorum. Beni, o mutlak ve engin gücünle güçlendir. Cebbâr ismine sığınarak, o kırık dökük amellerimi, acziyetime bağışlayarak kabul eyle!

………Sen, sana inananların seyyiâtını hasenâta çevirensin!

………Kırık gönüllere, serinlik bahşedensin!

………Eksikleri, tam kabul edensin!

………Ümitsizlikleri, ümide çevirensin!

………Ve benim inandığım, ibadet ettiğim tek ilâhımsın!

………Beni, rahmetinle muhafaza eyle ya Rabbi! Âmîn. (Vuslat Turâbî)

………XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

………ELCEBBAR İSMİNİN YORUMU

………Düşüncelerimize sızan nefsani vehimlerin izdüşümleri bize neyi nasıl yapacağımızı fısıldarken bünyeyi de diğer insanlarla ilişkilerinde hep sözü dinlenen bir figür noktasında tutmaya çalışır. Bunun sebebi gayet açıktır, nefsin ilişkilerimizi kendisinin yönetme isteği sonuç itibarı ile onun her isteğinin olacağı sonucuna varmaktadır. Bu sebeple daima benim sözümün üstüne söz olamaz eğilimini bünyeye hakim kılarak, tüm ilişkilerimize kendi kimliğini sızdıracak, böylece batıl vehimleri aracılığı ile hakkın etkisini kaybettiği bir toplumsal yapı oluşturacaktır. Bunun tam tersi olan hakkın tecellisi ise hiç şüphesiz sadece El Cebbar olan Allah’ın dediği olur hükmünü baş tacı eden davranış biçimlerini kendimize şiar edinmemiz den geçmektedir.

………Cebr kelimesi beşeri açıdan ele alındığında bir şeyi zor kullanarak yapmak, zorla yapmak, baskı kullanmak, toplumsal baskılar sonucu davranışlar geliştirmek, söz üstünlüğü, benim dediğim gibi olur yada olacak, söylediğime geleceksin, nasıl geldin gibi sayılmayacak kadar çok nefsani ifade içerebilecek, duygu ve düşüncelerimize sızan kavramları barındırmaktadır.

………Bu nefsani batıl anlayışın elbette hak açısından karşılık bulmayan bir de zıttı vardır ki o da bahsedilen cebr fiilini kendi uhdesinde bulunduran El Cebbar olan yüce yaratıcının hakkı üstün tutarak, onun sözü karşısında tevazu ile eğilen bizlere muhakememiz den çok ileride üstün ilmi ile ulaştırdığı, var olan ilişkiler içerisinde ki vehimleri kendi hikmeti ilahisindeki  zuhuru ile yok etme, düzeltme kudretidir.

………Böyle genel bir tanımdan sonra günlük yaşantımızda nefsin benim dediğim olacak şeklindeki yada her ne olursa olsun benim sözüm, söylediğim olacak gibi duygusal ifadelerin ne tip durumlarda ortaya çıktığını tespit açısından bir kaç örnekle konuya girmeye çalışalım.

………Hayatların kurulma dönemleri olan olgunluk dönemlerinin başlarında siz bir işletmede gelir düzeyi orta halli sayılabilecek yönetici konumundaki bir birey olun ve çok sevdiğiniz ancak geliri sizden daha düşük ve ailevi imkânları da sınırlı olan bir arkadaşınız olsun. Arkadaşınızın da evlenme niyetinde olduğunu fakat bu konuyu var olan geliri ile nasıl halledebileceğini doğal olarak düşünürsünüz ve çözüm üretme gayretleriniz vardır.

………Birlikten kuvvet doğar anlayışı ile eğer tüm personelden para toplarsak bu adımın atılması kolaylaşır diyerek, düşüncenizi işletmedeki arkadaşlarınıza açarsınız. Konu her kez tarafından konuşulmaya ve tartışılmaya başlar sonuç olarak söz konusu arkadaşınızın da kulağına gider.

………Bir sabah arkadaşınız biraz sinirli bir ifade ile yanınıza gelir ve bana sormadan nasıl böyle bir eyleme kalkışırsın şeklinde serzenişte bulunmaya başlar ve sizde bu konudan incinmiş olduğunu ya da kendine yediremediğini düşünmeye başlarsınız.

………Tabi bu düşünce burada kalmaz, görüşmeniz esnasında, size söylediği bazı keskin sözler sizi bu konunun başka çözümümü var eğilimine doğru sevk etmeye başladığında nefsani benim çözümümden başka çaren mi var noktasına ulaşıldığında nefs sizi istediği noktaya getirmiş olacaktır. İşte tam şu an El Cebbar isminin anılma anıdır.

………Daha sonra bu proje askıya alınır ve aradan belli bir süre geçer ve arkadaşınıza bir akrabasından küçük sayılabilecek ve konu ile ilgili harcamaların bir bölümünü karşılayabilecek bir miras kalır. Arkadaşınız sevinmektedir belki de kimseye muhtaç olmadan meseleyi halletmekten ve kendi kendine yetmekten mutludur. Ancak siz meseleyi tam manası ile çözemediğinin farkındasınızdır ve nefsiniz de eninde sonunda benim sözüme geleceksin inadından vazgeçmeyecektir.

………Bu an yine Allah’ın El Cebbar isminin anılma zamanıdır . İlla sizin sözünüz gerçekleşmeli sizin öneriniz bu konuya tek çare olmalıdır, bu tip durumlar Allah’ın Samed ve Cebbar isimlerinin birlikte kullanılarak bu nefsani tahammülsüzlükleri aşmak için en uygun zamanlardır.

………Arkadaşlar bir birlerine yardım ederler ve hiç bir yardım halk arasında sadaka olarak bilinen ve içinde küçümseyici nefsani eğilim barındıran bir eylem değildir. Hiç bir sözde Allah’ın sözünden üstün değildir. Örneğin şöyle bir gelişme olur ve arkadaşınız yardım yerine borçlanma imkanı bulur ve başarılarından ötürü de o dönemde terfi edebilir . Cafer Tayyar Ceyhan

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………“Rabbi evzı’niy en eşküre nı’metekelletiy en’amte aleyye ve alâ valideyye ve en a’mele salihan terdahu ve edhılniy Bi rahmetiKE fiy ıbadiKEssalihıyn” (Neml/19)

………“Rabbim… Bana ve ana-babama bahşettiğin nimete şükretmeme, razı olacağın sâlih amel yapmama beni muvaffak kıl ve (hakikatimdeki Rahıym isminden gelen) rahmetinle beni sâlih kullarının içine dâhil et.”  (Amin)



ESMA DERSLERİ -15 – EL CEBBAR (B)

$
0
0

el-cebbar-2

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende. (Amin)

………EL CEBBAR

………El Cebbar Yüce Allah’ın Esna-i Hüsna’sından bir isimdir. Aynı zamanda O’nun güzel sıfatlarından da bir sıfattır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

………“O, öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur. El Melik’tir (Mülkün sahibidir), el Kuddûs’tür (son derece mukaddestir), es Selâm’dır (selâmete erdirendir.), el Mü’min’dir (güveni sağlayandır), El Müheymin’dir (görüp gözetendir), el Azîz’dir (Üstündür), el Cebbâr’dır (Zorludur), el Mütekebbir’dir (Büyüklükte eşi olmayandır). Allah müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir. O yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nu teşbih ederler. O öyle üstündür öyle hikmet sahibidir. (Haşr/23-24)

………El Cebbar ismi aynı zamanda yüce Allah’ın mutlak sıfatlarından bir sıfattır. Çünkü Allah Ceberutu ile dilediğini yapandır. Bu kullar açısından ise nispi manada bir vasıftır. Nispi sıfatlar iki kısma ayrılırlar. Birincisi iman ile alakalı olan sıfatıdır. Diğeri ise inkâr, cuhud ve küfürle ilgili olan sıfattır.

………İman ile ilgili sıfat; Çünkü mü’min sahibi olduğu bu vasıf sayesinde inanılması gereken şeylerle vasıflanmış olur. Böylece mü’min öncelikle inanılması gereken olarak Allah’a iman eder. Çünkü mü’minler en ulu Cebbar olan Allah’tan güç alarak O’nun ceberutundan medet beklerler. Bu itibarla hiç kimseye zulüm ve haksızlık etmezler. Çünkü onlar yer yüzünde Allah’ın halifeleridirler. Yüce Allah’tan en büyük ödül alacak olanlar da onlardır.

………İnkâr,Cuhud ve küfür sıfatı; Bu da şu şekilde bir zanna sahip olan, bir inatçı paylaşanların nasibidir, vasfıdır. Çünkü bunlar kuvvetin kaynağı olarak sadece kendilerini sanırlar. Kendilerini ceberut olarak kabul ederler. Sanki üzerlerinde kendilerini yaratan bir yaratıcı yokmuş gibi hareket ederler. Yani bunlar adeta kendilerini tesadüfen var olduklarını kabul eden zavallılardır. İşte bunlar gerçekte hüsranda olanlardır. Öyle ki bunlar bir tek sinek bile yaratmak için toplanıp bir araya gelseler bir tek sinekte olsa asla yaratamazlar ve yaratacak ta değillerdir. İşte bunlar zalimlerin ta kendileridirler. Çünkü öncelikle kendi kendilerine zulmedip yazık etmişlerdir. Daha sonra da başkalarına zulmedenlerdir. İşte bunlar işleye ve yapa geldikleri bu amelleri yüzünden Cebbarü’l-Hak olan yüce Allah’tan en büyük ve en şiddetli azaba çarptırılacak olanlardır.

………Hak olmayan Cebbar; Kalplerinde tekebbür ve büyüklenmek, üstünlük taslama gibi guru ve kibir dolu olan, gönüllerinde rahmet yerleşmemiş bulunan kimselerdir, bu itibarla hiçbir öğüt kabul etmezler. Yüce Allah’ın şu kavliyle nehyettiği kimselerdir.

……...Biz onların ne söylediklerini çok iyi biliyoruz, sen de onlara karşı bir Cebbar değilsin. Şimdi benim tehditlerinden korkacaklara bu Kur’an la öğüt ver.” (Kaf/45)

………Bu ayette geçen “el cebr” kelimesi “el kesr” yani kırıp dökmek demek değildir. Esasen bu kelime rapt etmek, bitişmek, kaynaşmak, bağlanmak ve metanet gibi manalara gelir. Ceb ancak Cebbar olan yüce Allah’tan istenir. Çünkü O Yüce Allah kırılıp döküleni kendi kuvveti ile bağlayan, birbirine rapteden demektir. Birbirine rabt eden demektir. Korkularından veya şikaktan -ayrılıktan- tartışma ve anlaşmazlıklardan, ihtilaftan, zıtlıklardan, çatışma ve çarpışmalardan sonra gönüllere huzur vermekle rahata kavuşturan, gönülleri birbirine bağlayan demektir. Nitekim şu ayeti kerime bunu bildirmektedir.

………“İmanlarına iman katsınlar diye inananların kalplerine güveni indiren O’dur. Öyle ya, Allah’ındır bütün o göklerin ve yerin orduları. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Fetih/4)

………Çünkü cebr; kesr demek değildir. Cebr; yara üzerine iyileşmesi için sargı sarmaktır. Bu itibarla Cebbar olan zat, aşağıda gelecek olan kurallar çerçevesinde ve onlara uygun olarak birleşip kaynaşma ilişkileri çerçevesinde müstakil (Bağımsız) olan ile kendisinden bağımsız kalınanı birbirine bağlayandır. Şöyle ki;

………Varlıkla Birlikte Ruhun Cebri (zorunluluğu) Kuralı.

………Ruh yaratılış yönünden durumu herhangi yaratılan bir varlık gibi bağımsız olarak yaratılmış olan bir varlıktır. Ancak ruh; diğer varlıklar gibi maddi olarak görülmez. Bu itibarla var olan herhangi bir şeye ruh girmedikçe ona diri ya da yaşıyor denemez. Ancak ruh kendi irade ve arzusuyla cesetlere girmez ve çıkmaz ya da ayrılmaz. Ancak cebr yoluyla gider. Cebr ise sadece Cebbarü’l-Azam olan zatın kuvvetiyle tamamlanır.

………Ruh ve ceset birbirine benzer ve mütemasil (denk) olmayan iki şeydir, bu da Cebbar ve Hakîm olan zatın kuvvetiyledir. Bu birbirinden ayrı olan ve birbirine benzemeyen iki ayrı şey, ancak Cebbar ve Hakîm olan zatın kuvvetiyle bir tek haline gelirler. Böylece her ikisinin de sonsuza dek birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Çünkü bu en büyük cebr adını alır ki bunun her ikisini ancak ölüm birbirinden ayırır.

……...Nefsin Cebri (Zorunluluğu) Kuralı

………Bilindiği gibi nefis çeşitlidir ve hırslılık, tatmin olma, kötüleme, kötülüğü emretme, iyiliği emretmeme gibi yönlerden farklılık gösterir ve taaddüt eder. Ancak bunlardan ikisi birbirlerine ülfet ederler. Kimisi de birbirlerini red ve terk ederler. Nihayet icbar suretiyle ister istemez aralarında bir uyum sağlanır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor;

……...Oysa ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi ister istemez O’na teslim olmuş, hep döndürülüp O’na götürülüyorlar. (A. İmran/83)

………İster isteyerek, ister istemeyerek olsun bu her iki durumda da icbar ve zorlama vardır.

………Kabule, ihsana ve uyuma dayalı olan iradi icbar; İsteyerek kabul edilen icbardır ki, ilişkiler ve alaka arzu ve istekle buna terettüp eder. İşte işin bu yönü nefisler arasında ki alakanın uzamasını oluşturur. Değişebilen bir saygı ve üstün takdire dayalı bir kabul ile irtibatlanmış olur.

……...Ancak baskıcı bir kuvvete dayalı olan icbar;

………Bu da gece ile gündüzün kendileri için vaad edilen çerçeve de yürümesini sağlar. Nitekim gücün yetmemesi durumunda da mesele böyledir. Takdim-tehir veya başka tadil konusunda müdahalede bulunmakta da durum yine aynıdır. Bunula demek istenen şey, nefsin tek başına değil, ancak bir başka nefisle birlikte tamamlanmasıdır. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır;

……...“Nefisler eşleştirildiğinde..” (Tekvir/7)

………Nefislerin eşleştirilmesi öncelikle şu şekilde tamamlanırlar. En başta insan bedenine girer, onun içinde yer alır ve o bedenin özelliklerini taşır. İkinci olarak ötekisini kabul etmekte ve onunla ünsiyet oluşturmak ve birbirine ısınmakla olur. Bu nokta da kimisi bazılarını kabul eder, bazılarını da kabul etmez. Nitekim şöyle derler;

………Kimileri meleklerin ağır basmasıyla vasıflanır, kimisi de onların hafif basmasıyla özellik kazanır. Yani bundan dolayı rahatlık ve genişlik meydana gelir. Sevinç ve muhabbet oluşur. İşte durumun böyle olması halinde mesele kabule doğru gidiyor demektir. Ortaklığa doğru bir eğilim var demektir. Başka nefisleri sevme durumu devreye girer. Bu defa sonuç olarak birbirini cezbetme olayı me4ydana gelir. Ve birbiriyle alaka doğar. Nefislerin birbirine karşı alaka duymaları halinde bu takdirde bir nefsin diğeriyle ister istemez ilişkileri meydana gelir ki buna nefsi icbar denir. Eğer böyle bir durum olmamış olsaydı bu durumda her nefis kendi boyutu ve kendi bağımsızlığı içerisinde yuvarlanıp dururdu.

………Akidenin Cebri (Zorunluluğu) Kuralı;

………Bilindiği gibi din akidenin temelidir, kaynağıdır. Ancak din Allah katındandır. Oysaki akide ise değer gerektiren ve ahlaki olan bir bağdır, bir rabıtadır. Ki bu sayede insanların itikatları yani inandıkları şeyler arasında güçlü bağlar oluşur.

………Bu itibarla eğer icbar olmamış olsaydı din ile insanlık arasında bir alaka bişr bağ ve ilişki olamazdı. Çünkü şefkat, merhamet, duygusallık ve maddi olan ne gibi şeyler varsa hepsi insan içindir.

………Oysa din konusunda gelince, o bir kelimedir, bir hüccettir, öğütlerden ibarettir. Bu nedenledir ki gerek bireylerin olsun ve gerekse toplumların, cemaatlerin olsun, insanlığın olsun din, bütün bunları düzene koyar. İman bakımından beşerin Hak olan bir kelime ile irtibatını sağlar. Bu da ancak Cebbar ve Hakîm olan Allah’ın kuvvetiyle tamamlanır. Böyle olmasaydı yani işin kolaylıkla, sevgi ve arzu ile tamamlanması konusunda Allah’ın dilemesi olmasaydı bu nasıl tamamlanabilirdi ki?

………İşin bu yönü, ikrah meselesini katı bir fiil haline getirmez. Aksine bu insanların tabiatı ve yaratılışı ile birlikte devam edip giden bir şeydir. Buna karşılık dini reddetme fiil veya inancının ortaya çıkması halinde karşımıza yaratılanların doğasıyla uygun olarak yürümeyen bir fiili çıkarmış olur.

………Dinin ya da akidenin alanı; Babalık, kardeşlik, akrabalık, vatandaşlık veya ırkdaşlık gibi tüm alanları içine alır ve hatta onları aşar. Aşar ki bir tek inanca sahip olan kimseyi düzeltmiş ve doğrultmuş olsun. Böylece aynı inancın sahipleri, müşterek hisleri ve duyularıyla bunları içselleştirsinler. Çünkü bu takdir edilmeyi gerektirir ve dayanışmayı kabul etmeyi icap ettirir. Dini duygu ve hassasiyet sayesinde karşılıklı fedakârlık sağlanmış olsun ister. Bu aynı din bağlarıyla birbirine bağlı olanları veya aynı inanç çerçevesinde hareket edenleri birbirleriyle dayanışmaya sevk eder.

……...Düşüncelerin Cebri Kuralı;

………İnsanlar doğaları gereği bazen birbirlerini severler, bazen de birbirlerinden rahatsızlık duyarlar, nefret ederler. Bazen en basit şeye öfkelenirler, kızarlar, kimi zaman da gayet geniş olurlar. İşte bu durumlara göre gerek aleyhlerinde olsun ve gerekse lehlerinde olsun bir takım durumlar oluşturur. Örneğin kardeşlik gibi, hak sahipleri gibi durumlarla hep karşı karşıya kalabiliriz.

………Bu gibi durumlarda her kusura karşılık veya işlenen her hataya karşılık olmak üzere insanlar birbirleri aleyhine hüccet ve kanıt ortaya koyarlar. Örneğin hak sahibi olan kimseler bu haklarına dayanarak büyüğün, küçüğün elinden tutmasını, küçüğün de edebini korumasını, herhangi bir hata işlemesi halinde yaşça kendisinden büyük olan kimseden özür dilemesini sağlar. Yani büyük ve küçük herkes kendi konumunu bilir ve herkes buna göre vaziyet alır.

………Bu durum mü’min olan kimsenin günah işlemesi halinde onu rabbinden mağfiret ister hale getirir. Müsamahakâr olmasını, toleranslı davranmasını sağlar. İşte bu öğütler be ıslah edici ibare ve ifadeler sayesinde gönül almasını bilir. Bu sayede aradaki ilmekler kopmaz. Bundan böyle su da mecrasından akıp gider. Nitekim ayette şöyle geçmektedir.

………(Yusuf’un kardeşleri) dediler ki; “ey bizim şefkatli babamız, bizi için günahlarımızın bağışlanmasını dile, bizler gerçekten büyük günah işlemiştik.” (Yusuf/97)

……...O’dur kullarının tevbesini kabul eden kötülükleri affeden ve bütün yaptıklarını bilen.” (Şûra/25)

………Çünkü tevbeleri kabul eden, günahları ve kötülükleri affeden Cebbar olan Allah’tır. Kaldı ki Cebbar olan Allah Azîz kitabında yeryüzünde halifeliğe aday kıldığı insanlar arasında müsamaha ile davranılmasını emir buyurmaktadır.

………Kim Allah’a halife olmak isterse müsamahakâr olması gerekir. Çünkü Halk arasında onların gönüllerini alması buna bağlıdır. Özellikle ilişkili bulunduğu kimselerle buna dikkat etmesi gerekir. Bu bakımdandır ki kişinin hatasını itiraf etmesi bir fazilettir, bir erdemliliktir. Zaten toleranslı olması, müsmahalı davranması da buna bağlıdır. Yoksa aşağılıkla ilgili fiiller demek değildir. Çünkü bu türden aşağılıkla ilgili fiiller mahkeme salonlarında geçer. Orada herhangi bir suçunu ya da işlediği bir fiili, eylemi itiraf eden herkes suçlanır. Bununla beraber müsamaha halinde af gerçekleşir ve mağfiret dilenmesi durumunda da tevbe artar.

………Buna göre bir takım değerlere sahip olan hükümlerin olması gerekir. Çünkü gücünü o değerlerden alır. Söz konusu hükümlerin hücceti de teşri kaynaklarından alınır. Böyle ce herhangi bir cezayı ya teyit eder ya da haksızlığa uğrayan birinin hakkını savunur veya suçlanan birilerini temize çıkarır yahut ta bir kötülüğü affeder.

………Bu bakımdan gönül almak veya kırılan gönülleri tamir etmek, ancak mahir olan bir Cebbar’ın eliyle tamamlanır. Çünkü o mahir Cebbar, nerelerde nelerin alınması gerektiğini ve nelere dikkat edilmesi icap ettiğini de bilir. Halk arasında anlaşmazlıkların ve problemlerin de neler olduğunu bilir. Bu makamda cebr, yani onarmak, bir şeyi tedavi etmek ıslahın ve düzeltmenin, onarmanın kaynağı sayılır. Olması gereken ilişkilere de dönüş kabul edilir. İşte bu Yüce Allah’ı memnun eden, O’nun rızasının kazanılmasını sağlayan bir husustur.

………Çünkü gönüllerin alınması, başkalarıyla olan ilişkiyi yeniden geliştirir, onlarla beraber olunmasını sağlar. Birlikte yaşama ve barış içinde olma ufuklarını açar. Çünkü bütün bunlar sadece müşterek olan ve geleceğe yönelik olan ilişkiler için çok değerlidir.

……...Eşlerin Birbirlerine Karşı Konumları

………Bizim yaratılışımızın temelinde, tek tek olarak yaratılmışlığımız gerçeği yatmaktadır. Varlığımızın temelinde ise yine bu gerçek yatar. Çoğalmamızın temelinde ise bizim çiftler olarak artışımız bulunur. Zaten yüce rabbimizin şu ayeti bize bu gerçeği bildirmektedir;

……...“Andolsun ki bize, ilk defa yarattığımız gibi, işte teker teker geldiniz.” (En’am/94)

………Bu işin yaratılış yönüdür. Bu bakımdan her bireyin ötekisiyle birlikte uyum sağlaması mümkün değildir. Yani taratılışta tek tiplilik yoktur. Buna en açık olan delil, yanılmaz olan tanık, her insandaki parmak izidir. İnsanların parmak izleri asla birbirlerine benzemezler, herkesin parmak izi ötekisinden farklıdır. Bu itibarla tek parmak izi yönünden bile iki insan birbirine benzemez. Zira yaratılanlar arasındaki ayırıcı özellik, her bir birey açısından farklı özelliktedirler. O özellikleri itibarıyla insanlar diğer insanların özelliklerinden farklılık gösterirler. Bu özellik Rahman olan Allah’ın onları yaratması iledir.

………İşte yaratılış yönü itibarı ile bireyler farklılık gösterirler. Bu nedenle söylemleri ve amelleri itibarıyla bu durum kimilerini cennete sokar, kimilerini de cehennem ateşine atar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

……...“Her insanın kuşunu (nasibini) boynunda kendine takmışızdır. Onun önüne kıyamet günü kendisini şöyle karşılayacak açık bir kitap çıkarırız; “Oku kitabını, hesap görücü olarak bugün sana nefsin yeter.” Kim doğru yola giderse sırf kendi iyiliği için gider. Kim de sapıklık ederse ancak kendi aleyhine eder. Hiçbir günahkâr başkasını günahını yüklenmez. Biz bir peygamber göndermedikçe azapta etmeyiz.” (İsra/13-15)

………Evet, insanlar yaratılışta birer birer olarak yaratılmışlardır. Ancak hayatta kalmanın devamlılığının sağlanması da çift olmakla alakalıdır. Zaten yüce Allah’ın şu ayeti de bu gerçeği dile getirmektedir.

……“Hem her şeyden iki çift yarattık ki düşünesiniz.” (Zariyat/49)

………Nitekim bir başka ayette de rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

……...“Hem Allah sizi bir topraktan, sonra bir nutfeden yarattı, sonra da sizi çiftler yaptı.” (/Fatır/11)

………İnsanın yeryüzüne gönderilme sebebi orada halife seçilmesidir. Halife seçilmek ise, ancak zorunlu beraberliklerledir. Çünkü yaratılanlar ister istemez dünyada beraber yaşayacaklardır. İşte bu bakımdan yüce Allah bu kâinatı çiftler olarak yaratmıştır. Yani yüce Allah bu kâinatta yarattığı her çeşit varlığı erkekli dişili olmak üzere çiftler olarak yaratmıştır. Bu nedenle türlerin tamamı ister istemez katlanarak artmış oldular. Netice olarak ta görevlendikleri konularda ister istemez kabul ettiler.

………Gerçi dişiler zatları ve varlıkları itibarıyla bağımsızdırlar, nitekim erkekler de böyledir. Ancak erkeklerin de dişilerin de bir araya gelmeleri birleşmeleri zorunludur. Bu beraberlikleri ister içgüdüye dayalı olsun ister bir şeraite ve kurala uygun olsun, bir metoda göre olsun fark etmez. Bu bakımdandır ki eşleşmeleri, çiftler halinde olmaları devamlılığın sağlanması açısından ilişkileri zorunludur. Yani birleşmeleri, bağlarını devam ettirmeleri zorunludur, cebridir.

………Burada cebrin manasından kasıt şudur; Aslında birbirlerinden ayrı veya biri ötekisinden bağımsız olan iki kimse arasında ki bağı güçlendirecek olan güzel bir ilişki birliğinin sağlanmasıdır. Çünkü ihtiyaç ikisi arasında ki birleşmenin ve beraberliğin sevgiye dayalı olmasını ister. Sünnetullaha, kanunlara uygun davranmak, yaratanı memnun edecek kuralların ortaya çıkmasını doğurur. Yaratılmış olanın da vebal veya günahsız olmasını sağlar.

……...Annelik Ve Babalık Zorunluluğu Kuralı.

………Babalık duygusu şefkate ve sevgiye dayalı olan bir duygudur. Çocuklar bu duyguyu babalarından kazanırlar. Nitekim annelikte aynen öyledir ve çocukları aynı duyguyu annelerinden de alırlar. Yani bu şu demektir; Eşler arasında var olan zorunlu birleşme ile bu sağlanır. Çünkü Cenin denilen şey iki eşin ortaklaşması, birleşmesi sonucunda zorunlu olarak meydana gelen üçüncü bir oluşumdur. Eğer eşler arasında bu türden zorunlu bir birleşme olmasaydı, üçüncüsü olan bir çocuk dünyaya gelmeyecekti. Bu da bişr tek adetten iki hususiyeti bir araya getirmekle sağlanır. Böylece bunlardan meydana gelen çocuk annesinden ve dedelerinden bir takım özellikleri miras yoluyla kazanmış olur. Çünkü çocuğun dedeleri de zaten annenin kanındandırlar.

………Bu durum irsîlik yolu ile oluşan Mendel kanununa uygun düşer. Bu aynı zamanda zatı itibarıyla da kişinin babasından ve dedelerinden ya da atalarından veraset yoluyla kazandığı özellikleri de elde etmesini sağlar. Çünkü onlar da aynı kandan gelmektedirler. Böylece dünyaya yeni gelen bebek, anne ile babanın müşterek bir yavrusu olarak doğmuş olur. Yoksa bu anne ile babadan sadece birinin, bir tek nüshaymış gibi hiçbir zaman olmaz. Aksine bu, cebri, zorunlu izafetle bir üçüncü kimse olur. İşte bu veraset ve terbiye yoluyla dünyaya gelen kimse babasından babalık ve annesinden de annelik şefkat ve sevgisini kazanır. Böylece her ikisinin de mutluluk, sevinç ve elemlerini paylaşır, kendine has özellik elde eder. O ikisinden herhangi birinden ayrı düşmesi halinde üzülür ama bu arada her ikisini güzel bir şekilde koruma özelliğini de muhafaza eder. Onlara karşı gelmeksizin, isyana kaçmaksızın itaat eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

…..….“Rabbin kesin olarak şunları emretti; “O’ndan başkasına ibadet etmeyin, ana-Babaya iyilik edin. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılık çağına ulaşırlarsa sakın onlara “öf” bile deme ve onları azarlama. İkisine de tatlı söz söyle. İkisine de merhametten döşenerek kanat indir ve de ki; Rabbim, ikisine de merhamet buyur, beni küçükken terbiye edip yetiştirdikleri gibi.” (İsra/23-24)

………İşte bu tarzda ki bir cebrilik yoluyla çocukları ile babaları, ata ve dedeleri, torunları arasında bir bağ oluşur. Bütün bunlardan her biri şefkat, sevgi, özlem ile bir önceki kuşaktan ötekilerine aktarılır.

………Babalık ve annelik gerçeği güçlü bir şefkat ve sevgiyi içerir ki, bunlar nesilden nesile geçen duygulardır, babalar ve oğullar arasında ki sevgi bağını oluşturur. Aralarında ki bu bağı ahlaksal bir değer haline sokar. İnsanın kendisinde var olan bir vicdana dönüştürür.

………Bütün bu gerçeklerle birlikte annelik olsun, babalık olsun her ikisi de birdir. Ancak ahlaksal olan sistem ve gidişat bireyden bireye, toplumdan topluma farklılık gösterir durumdadır.

………Örneğin İslâmi olan toplumlarda yardım ve inayet yolları ve tarzları birbirlerini gözetme durumları yoktur. Nitekim be durum Müslüman olmayan toplumlar da ise yine birbirlerinden oldukça farklılıklar gösterir durumdadır.

………İslâmi toplumlarda din bir tek tir. Fakat iman ve inanç ise öyle değildir. Kim iman ederse, sapıtmaz, katı ve sert yürekli olmaz, doğru yoldan şaşmaz. Kim de gerçek manada iman etmemişse o, yakın bir gelecekte birçok yanlışlara düşecektir. O kimse çok çetin bir hesapla karşı karşıya kalır.

………Müslüman olmayan kesimlere gelince, onları çok zor ve ağır bir hesap beklemektedir Onların önceden işledikleri amellere karşılık varacakları yerleri cehennem olacaktır ki bu da onların o fiiline karşılık bir cezadır.

………Amcalık Ve Akrabalık Cebri (Zorunlu) Kuralı

………Bu kurala göre deniliyor ki Madem ki temel birdir, dallar ve teferruat da o temelden, asıldan meydana gelir. Yaratılışta asıl olan şey çoğalmadır. Çünkü beşer nevi bu bağlamda üç cebri boyutta meydana gelir. Şöyle ki;

……...Birinci cebri boyut; Bir şeyin bir başka şeyden yaratılmasıdır. İşte bu kurala uygun olarak, Yüce Allah toprağı yarattı, ondan da Adem ile Havva’yı yarattı. Her ikisi de babasız ve annesiz olarak yaratılmışlardır. Çünkü Allah; “Ol dedi, onlarda oluverdiler.”

………İkinci cebri boyut; Bir şeyin başka bir şey içinde yaratılmasıdır bu da ruhsal manadaki yaratılıştır. Örneğin İmran kızı Meryem’in rahminde mahiyetini bilmediğimiz bir ruhtan üflenmesiyle Hz. İsa AS. In yaratılması buna örnektir. Ancak burada bizim bildiğimiz şey “ol” emri kesin olarak en büyük Cebbar’dan Cebbar-ı Azamdan sudur etmiştir. Bu da Hz. İsa’nın doğumu olayını gerçekleştirmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor;

……...“Ve Meryem’i an ki o bakireliğini korudu da biz ona ruhumuzdan üfledik ve kendisini de oğlunu da bütün dünyaya bir mucize kıldık.” (Enbiya/91)

………Irzını korumuş olan İmran kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz ona ruhumuzdan üfledik ve rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenlerdendi.” (Tahrim/12)

………Hz. Adem AS. In annesiz ve babasız olarak topraktan yaratılmış olması gibi, Hz. İsa AS. In yaratılışı da tıpkı onun gibidir. Çünkü Hz. İsa AS. Da babasız olarak annesinin rahminde yaratılmıştır.

………Üçüncü Cebri Boyut; Bu da ilişkiye ve alakaya dayalı olan birleşme, bir araya gelme zorunluluğudur. Burada da böyle bir cebrilik vardır. Hz. Adem’in Hz. Havva ile ilişkileri ve buluşmaları böyle olmuştur. Zira her ikisi de bunun için gönderilmişlerdir. Böylece tarafların her birinin ötekisini çeken, cezbeden duygusal bir cazibeleri vardır. Çünkü her ikisi de birbirlerine muhtaçtırlar. Bu manada hisleri, duyuları, sevk ve özlemleri, ünsiyetleri vardır.

………Hz. Adem ile Hz. Havva arasında ki buluşma ve birleşme fıtridir, yaratılış gereğidir. İkisi arasındaki ünsiyet ve yakınlık çoktur. Çokluğun başlangıcı topraktan yaratılmış olmak değildir. Bilakis bunun başlangıcı Kabil ile Habil’in ve her ikisinin kız kardeşlerinin dünyaya gelmesine sebep olan nutfe (Sperm) dir.

………Aralarında ki anlaşmazlığa, dövüş ve kavgaya, bu kavga da Habil’in öldürülmesine rağmen artış olayı Kabil’in çocukları yoluyla devam etti. Ki bunun sayısı bugün sayısı yedi milyarı geçmektedir. Eğer Habil’de onun zamanında yaşıyor olsaydı Kabil’in evlendiği gibi Habil de evlenmiş olsaydı o takdirde nüfus sayısı bugünkü nüfusun iki katı olacaktı. Habil’in yaşamaması böyle bir sonucun doğması konusunda bizim bilmediğimiz ve fakat yüce Allah’ın murat ettiği bir hikmet mutlaka vardır.

………Böyle bir çoğalma ile kardeşler arasında ayrılık bir kural halini almaz. Aksine sadece bir istisna halini alabilirdi. Çünkü deniliyor ki; “Çocuklar sevgi ve muhabbeti babalarından miras olarak alırlar Babalar anlaşmazlığa düşünce veya ayrı olunca çocuklar arasındaki ilişki de zayıflar.”

………Buna rağmen amcalık şefkat ve muhabbeti akrabalar arasında sürüp gider. Bu sayede aralarındaki bağ kuvvet kazanır. Amca çocukları huzur ve güveni dedelerinden elde ederler. Bu sayede usul ve füru arasında ki daire de genişlemiş olur. Çünkü dayılar, amcalar, hala ve teyzeler ve bunların füruatıda girmiş olmaktadır. Bu sayı ne oranda artarsa artsın sonuç itibarıyla hepsi de bir soydan gelmiş olmaktadırlar. Bu nedenle de birbirlerine karşı olan sevgi ve merhametleri de buna göre takdir olunur. Bu ölçülere göre muteber olur ve saygı görür.

………Kaldı ki amcalık bir kuraldır. Ancak Çin gibi ülkelerde bu kural geçerli değildir. Çünkü bu ülkelerde ailede çocuk yapılması olayı yasalara göre sadece bir erkek ve bir kız çocuğuyla sınırlıdır. Bu durum oralarda doğum kontrolüne tabidir. Bunun da bir çok nedeni bulunmaktadır. Gelir düzeyinin bu konuda çok önemli etkisi vardır. Yaşam açısından bu gibi ülkelerde çok çocuk yapmak ekonomik sebeplerle yasaklanmıştır.

………İşte böylesi bir sınırlandırma şefkat ve merhamet sözlüklerinden kardeşlik, amcalık ve akrabalık gibi duyuları, hisleri tamamen kaldırmış, silmiştir. Oysaki ayette şöyle buyrulmuştur;

……...“Allah’tan başkasına tapmayacaksınız, ana-babaya, yakınlığı olanlara, öksüzlere ve biçarelere de iyilik yapacaksınız. İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin.” (Bakara/83)

………Bu kural adeta bireylerle cemaatler arasında cemaatler ile toplum arasında var olan zorunlu ilişki gibidir. Bu böylece sürüp gider. Çünkü karşılıklı şuur, sevgi, saygı ve duygular, babalık, kardeşlik ve amcalık açısından böylece yan yana veya uzaklık olarak ister istemez sürüp gider.

………Birlikte Yaşanılan Çevre İle Olan Cebrilik (Zorunluluk) Kuralı

………Eğer birileri sana susuzluk ile su arasında ki mizaç ilişkisini, açlık ile yeme arasında ki ilişkiyi, cins ile sekinet arasında ki alakayı, korku ile huzur arasında ki münasebeti, zulüm ile adalet arasında ki ilişkiyi sorsa, senin ona vereceğin bir tek cevabın olacaktır. O da; “Bunlar arasında ki alaka ve ilişki icbar ve zorunluluktan başkası değildir. Dolayısıyla bütün bunlar arasında ki alakaları hiç kimse ve güç tam istenilen manada düzenlemeye gücü yetecek ve tamamlayacak olan ise çok büyük bir Cebbar’dan başkası olamaz.

………Kaldı ki susuzluk, açlık ve korku gibi hususlar insanın içinde (Nefsinde) dönüp dolaşan şeylerdir. Ancak böyle olmakla birlikte bunların doyurulması ancak dışarıdan gelip onu doyuracak maddi bir şeyle mümkündür. Bunun içindir ki insanın nefsinin doyması, memnun edilmesi ancak ihtiyaçların karşılanması ile gerçekleşir. Bu noktada geçerli olan kural şudur; “Hoşnutluk ve memnunluk kişinin ihtiyaçlarının karşılanması ile sağlanır. Hacetlerle kişileri mecbur kılan şeyler, onun doyma ihtiyacı ile ortaya çıkar.

………Kırığı Tamir Etme Kuralı

………Mademki Cebbar olan zat kırılan kemiği kaynatmaya gücü yeten, buna kadir olan yegâne zattır. Kemiğin kırılması ne şekilde olursa olsun yegâne birleştirip kaynatacak Cebbar olan O zattır. O halde hekimin yaptığı şey de izafetle şifayı O’ndan alır. Çünkü bunlar da kırık olan kemiğin bir kısmına dokunması ve onu tespit etmesi, kemiğin yerine yerleştirilmesi ve sağlıklı olan ilk konumuna, kırılmadan önceki durumu ne idiyse, yeniden o konuma getirmek için yaptığı şey, asıl olan Cebbara izafetle aynı şeyi yapmaktadır.

………Ancak bu tedaviyi yaparken kimileri hekimin bir sanat dalı olarak öğrendiği bilimsel yöntemlerle ve bir insanlık gereği olarak o kemikleri tekrar eski konumuna getirdiğini sanırlar. Ancak tabibin burada yaptığı şey, söz konusu kırık kemiği tedavi olmaları için yerinde sabitleştirmesidir.

………Burada cebr ameliyesi (işlemi) tabibin kırık kemiği bir operasyonla eski konumuna getirmesi gayretidir. Ki bu da ancak o kemiğin yeniden gelişip iyileşmeye yüz tutması iledir. Bunun yapılabilmesi de elinde bulunan güç ile kemiğin parçalarını birbirine perçinleşecek halde ve ilgili bölgenin sargı ile sarılması ile olur ki böylece o parçalanan kemik parçacıkları yeniden birbirleriyle birleşip kaynaşma fırsatı bulsun. Nihayetinde ilgili kemikler kaynaşıp ilk olduğu durumunda ki halini alır. Aksi halde bu kırık kemikler çürümeye ve neticede ölüme sebebiyet verir.

………İzafet yoluyla Cebbar olanın, yaraya sargı saranın yaptığı şey sadece ulu Cebbar’a tevekkül edip dayanmak suretiyle yapılan bir ameliyeden öteye geçmez. Çünkü asıl tedavi eden zat, Ulu Cebbar’dır. Bu sayede kırık olan kemik sanki hiç kırılmamış gibi eski halini alır ki bu ve benzeri durumlarda işlenen kural şöyledir.

………“İzafet yoluyla cebbar olan birinin, geçici muvakkat iyileştirme çabası, sonuç itibarıyla sürekli Cebbar olan zatın iyileştirmesine götürür.”

………Çünkü tabibin geçici bir çaba sonucu yaptığı iş kırılarak birbirinden ayrılmış ya da parçalanmış olan kemikleri birbirine yeniden yakınlaştırma, ekleme gayretidir ki bu, geçici bir gayretin ve çabanın sonucudur. Oysaki sürekli iyileştirme ve kemiklerin kaynaşmasına gelince o da ancak daimi cebbar olan zatın onu iyileştirmesi, eski konumuna getirmesi ile mümkündür. Böylece kırılan kemik parçaları yeniden birbiriyle kaynaşıp eski halini almış olurlar. Ki bu durum kemikler tam kaynayıncaya kadar sürer. Bir tek olan Cebbar’ın şifa vermesiyle kaynayıp bir tek organ halini alır.

………Kemikler ancak içinde hayat bulunan öz mayası sayesinde birbirine kaynar. Eğer böyle bir maya tabibin iki elinde olsa bile hayat onda bulunmayacaktır. Çünkü hayat canlıdır, kanlıdır. O da sadece sürekli diri olan, hayat sahibi olan zatın kudretindedir. Oysa izafet yoluyla yeni geçici manada hayatı elde edenlerin ellerinde var olan her şey zamanla kayıtlıdır, geçicidir. Onda süreklilik yoktur. Bu nedenle kırık kemikleri iyileştirme uğruna gösterdiği çaba da geçici ve muvakkat olan bir çabadan ibarettir. Oysaki kemiklerin birbirine kaynamaları ancak sürekli bir gücü elinde bulunduranın elindedir. Bu itibarla kemikleri iyileşme sadece daimi Cebbar olan zatın gücü ve kuvveti ile sağlanır.

………Çünkü kemik kırıldıktan sonra bu kırılan ve ayrılan parçanın hayatı da ondan ayrılmış ve hayatla ilişkisi kesilmiş demektir. Bunun yeniden hayat bulması, ebedi ölmez ve hep diri olan zatın elindedir. O halde kemik kırılınca onda var olan hayatta yok olunca, bu durumda yeniden o kemiğe hayat verecek olan kimdir? İşte bunu yeniden inşa edecek olan, hayatı ve ölümü elinde bulunduran Cebbar’dan başkası değildir.

………Bu nedenle burada tabibin rolü sadece kırık kemikleri bir araya getirmesi, birbirine raptetmesi, kaynaması için gereken ameliyeyi yapmasıdır. Evet, hekimin görevi sadece bundan ibarettir. Oysa kaynamayı gerçekleştirmede tabibin hiçbir rolü yoktur. O iş ebedi ve daimi el Cebbar olan zatın elindedir. O dilerse iyileşir dilemezse iyileşmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

………“Yahut altı üstüne gelmiş ıpıssız bir şehre uğrayıp; Allah bunu, bu ölümünden sonra nereden diriltecek” diyen kimse gibi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl öldürdü, sonra diriltti ve “Ne kadar kaldın” diye sordu. O;”Bir gün veya bir günden eksik kaldım” dedi. Allah; “Hayır, 100 yıl kaldın öyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak henüz bozulmamış. Bir de eşeğine bak. Bunlar seni insanlara karşı gücümüzün bir canlı delili yapmamız içindir. Hele o kemiklere bak, onları nasıl birbirlerinin üzerine kaldırıyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz? Bu şekilde Hak kendisine apaçık belli olduğunda, “Allah’ın her şeye gücü yettiğini şimdi biliyorum dedi.” (Bakara/259)

………Ayette geçen ve “birbiri üzerine kaldırma” manasına gelen “nünşizuha” ibaresi, “nücdiruha” manasınadır. Bu da kendisine hayat verecek onu nasıl bir tek iskelet haline getiriyoruz, böylece onu uygun bir şekle sokarak sonra da o kemiklerin üzerine et giydiriyoruz demektir.

………Allah için bütün her şey basittir, kolaydır. Zira kemikleri topraktan ilk olarak yaratan O’dur. Oysaki böyle bir şey insanın fikir düzeyi açısından oldukça zor olan bir şeydir. Bir şeyin kırılmasından sonra onu yeniden eski haline getirmek Allah için çok kolaydır. Buna bir şey diyebilir misin? Bu konuda yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

……...“İnsan görmüyor mu ki, biz onu nutfeden yarattık da şimdi o çeneli bir çekişken (düşman) kesildi. Yaratılışını unutarak bize bir de mesel (Örnek) fırlattı. “Çürümüşken o kemikleri kim diriltecek?” Dedi. De ki; “Onları ilk defa yaratan diriltir ve O yaratmanın her türlüsünü bilir.” (Yasin(77-79)

………Bir başka surede de yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

……...“Yoo, Yemin ederim ki o kıyamet gününe! Yine yoo! Yemin ederim o pişman cana kınayan nefse. İnsan sanıyor mu ki kemiklerini derleyemeyiz? Evet, derleriz, parmak uçlarını bile tesviyeye (eski haline getirmeye) gücümüz yeter. (Kıyamet/1-4)

………Bu surede ki iki ayette Rabbimiz nefiy (Olumsuzluk) “lâ” sı olan iki “lâ” ile pekiştirmeli yemin ediyor. Üçüncü ayette ise hayret ve şaşkınlık ifade eden bir anlatımla konuyu; “İnsan sanıyor mu ki kemiklerini derleyemeyiz?” ibaresiyle aktarıyor. Bunu da hemen cevap izliyor ve; “Evet derleriz, parmak uçlarına bile tesviyeye (eski haline getirmeye) gücümüz yeter.” Buyurarak hiçbir kuşkuya yer kalmaksızın yüce Allah bunları yapmaya mutlak manada kadir olduğunu ve hep kadir olacağını bildiriyor.

………Çünkü ayette geçen “Nüseviyye” fiili, toplarız, tesviye ederiz, kemikleri birbirine ekleriz manalarınadır. Bunlar ne kadar küçük oranlarda olurlarsa olsunlar biz yine eski haline getiririz demektir. Yüce Rabbimiz en küçük, en basit olanlarını toplayıp bir araya getireceğine göre o halde en büyük olanlar hakkında neden gerekeni yapması ki, şöyle bakalım buna bir diyeceğin var mıdır?

………İnsanın en büyük yaratma hakkında çıkıp bir şeyler sorması gerçekten şaşkınlık uyandıracak bir şeydir. Çünkü adam onun hakkında soru soruyor da, onda ki keyfiyet hakkında bir şey ve üzerinde yaratılmış olduğu şeyi de sormuyor. Oysa ki kemikler, onu bir dirilten olmadıkça asla dirilemezler.

………Bunun içindir ki kemikleri dirilten zat, el Cebbaru’l-Azîm olan zattır. Yoksa maharet sahibi olan tabip değildir. Çünkü yüce Allah’ın fazlı, keremi ve ihsanı çok geniştir. Allah kullarına asla muhtaç değildir. Aslında ecir, kemikleri yerine koyma ve onları en sağlıklı bir şekilde birbirine bağlayana aittir. Çünkü onlara hayat verilmesi ve yeniden yetişmesi buna bağlıdır.

………Kim verdiği nimetler sebebiyle Allah’a hamd eder ve şükürde bulunursa, o kimse yeryüzünde Allah’ın halifelerinden olur, cennete mirasçı olanlardan olur. Kim de inkâr ederse, onun için cennetten bir payı yoktur.

………Sayıları Bir Araya Toplama Kuralı;

 ………Bu kural da şöyledir. “Mademki yaratan Allah bir ve tektir, bu durumda yaratılanlar da O’nun isim ve sıfatlarıyla çoğalırlar.”

………Esasen bir tek şeyin yaratılmasında birçok tekler yaratılır. Sonra da bunlar ister istemez eşler olarak bir araya gelirler. Toplu olarak adetler ve sayılar oluştururlar. Nitekim yüce Allah Babamız Adem’i ve annemiz Havva’yı tek tek yarattı. Sonra bu ikisini birleştirip eş kıldı ve bu ikisinden de birçok eşler ve adetler dünyaya geldiler. Eğer bu zorunlu birleşme ve eşleşme olmasaydı biz anlaşamaz, bir birimizi tanıyamaz ve birbirimizle ünsiyet elde edemezdik. Şefkat ve merhamet kucağıyla sevgi bir gönülden ötekine taştı. Ve biz böylece ömrümüzü aylar ve yıllarla sayar olduk. (Prof.Dr. A. Hüseyin Akil-El esma-ül Hüsna/142-158)

………[Ek bilgi; İNSANIN YARATILIŞI

………İnsanın yaratılışı konusunda Hocanın görüşüne katılmıyorum Çünkü Kur’an da;

……… “Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan) başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.” (Fatır/43)

……“…Onun katında her şey ölçü iledir.” (Ra’d/8)

……...“Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer/49)

………“Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak’ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; SONRA BAŞKA BİR YARATILIŞLA ONU İNŞA ETTİK. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.” (Müminun/12-14)

……...Allah nezdinde İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona “Ol!” dedi ve oluverdi. (A. İmran/59)

………“O dilerse sizi ortadan kaldırır ve yerinize başka mahlûklar yaratır. Bunu yapmak Allah’a zor değildir.” (Fatır//16-17)

………Böyle ayetler varken ilk ve tek olarak sadece Hz. Âdem ve Hz. Havva yaratıldı insanlık ondan üretildi demek Allah’ın kudretine iftiradır. Hem Sünnetullahta değişiklik olmaz diyeceksiniz hem de üremek için ensest ilişkiyi normal göreceksiniz. Hayvanlarda bile böyle bir durum yokken insana bunu yakıştırmak ancak Yahudi zihniyetine göre normaldir.

………Ayrıca günümüzde bilimsel olarak insanlık tarihinin yaklaşık 2 milyon yıl olduğu biliyoruz. Hz. Âdem ve sonrasını ise yaklaşık 10.000 yıl olarak olabileceği aşikâr. Üstelik yazının bulunuşu sürecine baktığımızda bu 10.000 yıl Hz. Âdem’in dönemine denk geliyor.

………İnsanın yaratılışı konusunda benim yorumum şöyle.

………1 – İlk yaratılan insan Hz. Âdem değil. Çünkü Biyolojik olarak önce yaratıldığı sonradan başka bir yaratılışla İNŞA edildiği bildiriliyor. (Mü’minun/12-14)

………2 – İlk yaratılış pat diye 35 – 40 yaşlarında yaratılmadı, Allah insan nutfesinin gelişimi için gerekli olan rahim ortamını bir şekilde var ederek dünyanın değişik bölgelerinde doğmasını ve gelişmesini sağladı. Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır. (En’am/95) Tıpkı bitkiler, hayvanlar gibi.

………3 – Bu yaratılan varlık diğer memeliler gibi yaşayan, sadece bedenden, etten ve kemikten ibaret olan bu ceset, canlı, zeki fakat insani ruhtan yoksundu. Buraya kadar genel Sünnetullaha uygun olarak yani her canlı gibi kendi özellikleri ve fıtratıyla doğuyor büyüyor ölüyordu.

………4 – İlk yaratılıştan sonra Allah’ın ölçüsüne göre belli olan bir süreçten geçtikten, gelişip vahy tebliğine uygun hale geldikten sonra ruh üflenme ve halife seçilme konumuna geldi. Bu geçen süreç içinde insana benzeyen bu canlılar çoğalmış, gruplar topluluklar oluşturmuşlardı.

………5 – Bu aşamada Kur’an;

……...Rabbin meleklere: “Ben arzda (bedende) bir halife (Esmâ mertebesinin farkındalığıyla yaşayan şuur sahibi) meydana getireceğim” dedi. Onlar da: “Orada fesat çıkarıp kan döken birini mi meydana getireceksin; biz seni hamdinle (bizde açığa çıkardığın varlığını değerlendirme hâliyle) tespih (her an yeni hâle dönüşen isteğine kulluk ederek) ve kudsiyetini (her türlü eksiklikten berî oluşunu) dillendirmiyor muyuz?” dediler. (Buyurdu): “BEN sizin bilmediklerinizin Aliymiyim!..” (Bakara/30)

………“Dehr’de insanın anılmadığı bir süreç yok muydu?” (İnsan/1)

………Şeklinde buyuruyor. Melekler gaybı bilemeyeceğine göre henüz yaratılmamış olan bir varlığın konumu ve karakteri hakkında fikir ileri süremezler. Aynı şekilde şeytan onun topraktan yaratıldığını, kendisinin ondan üstün konumda olduğunu biliyor görüyordu. Bundan anlaşılan insan halife seçilmeden çok önce yaratılmış, vahye uygun hale gelinceye kadar bir süreç geçmiş, bu süreç içinde melekler de şeytan da kendisini iyi tanımışlardı ki ayette açıklanan tepkileri verdiler.

………6 – İnsansı olarak var olan bu canlı halife olarak başka bir yaratılışla inşa edilme aşamasına geldiğinde kendisine ruh üflendi bildiğimiz “insan” konumuna geldi. Halife seçildiği için kendisine birçok yetenek ve güç verildi. İrade, akıl, konuşma, yazı gibi yetenek ve ilmin verildiğini görüyoruz. (Rahman/2-3-4)

………7 – İşte bu yeniden inşa edilerek halife seçilen “adam” Hz. Âdem oldu. Eşine çocuklarına, birlikte yaşadığı kavmine peygamber seçildi.

………İnsanın yaratılışı hakkında ki benim yorumum böyle. Doğrusunu tabii ki Allah bilir. (Ekabir.)]

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

……...EL CEBBAR

………….Beyin, cebbar bir organ… Beraberindekilerle, her şeyi yapabilme gücünü elinde tutuyor. Yani beyincik, omurilik soğanı, omurilik ve sinir sistemiyle birlikte… O, sanki bir ağaç… Vücut toprağında boy atan, hem soğanlı hem sırık hem de saçak köklü bir bitki gibi… Fabrikanın çatı katında, karantinaya alınmışçasına korumalı, kapkaranlık odasında kalan, fakat ışıklar içinde olan, her yeri, her şeyi gözeten, her yerden haberdar olan, bir şey yapmıyormuş gibi yerinde oturan bir müdür… Astığı astık, kestiği kestik padişah… Öyle bir amir işte! Diğerleri emir kulu…

………Çay bahçesine gelinceye kadar yol boyunda kabirlere baktım. Birçoğunun başlarında asırlık taşlar vardı. Ne batıl inançlar var! Bazı kadınlar, mezarlık duvarına çıkmış, ellerindeki yeşil ipek makaralarındaki boşaltarak, kulaç kulaç iplikleri kabristana doğru atıyorlardı. Onlara ne yapmakta olduklarını sordum:

………“Kısmet açıyoruz.” “Kızım var da evlensin istiyorum.” “Evlenmek istiyorum, bir türlü olmuyor, ondan…” gibi şeyler söylediler.

………Makaradaki ipek mi bağlamış kısmetlerini? Onca iplik boşa gidiyor. İsraf haram değil mi? Bazıları da arka tarafa geçmiş, ellerinde makaslar; kelep kelep toplayıp, düğümlenemeyecek kadar küçük parçalar haline getirinceye kadar kesiyor. Demek ki ipek orada da düğümlenirse, kısmetin tekrar kapanma olasılığı var. İşini sağlama alıyor. Halkımız bu kadar saf! Bu kadar mı düşüncesiz? Kaderin kısmetin, makarayla ipekle, muradın yeşille ne alakası var? Kader…

………Beyin için, cebbar bir organ, dedim ya… ‘Cebbar’, Kudret sahibi, yani Allah… Bize göre, gökyüzünün güneyinde bulunan bir yıldız kümesine verilen ad. Özellikle kadınlar için kullanılan, becerikli ve açıkgöz anlamında bir sözcük. Zorlayıcı ve zorba anlamına da geliyor.

………Allah, Habir’dir. Yarattıklarının ihtiyaçlarından haberdardır. Her yarattığının ihtiyacını karşılar, her yönden sonsuz güç ve kudret sahibidir. Allah, Cebbar’dır. Yarattıklarını, iradesine mecbur eder, dilediğini zorla yaptırma gücü kendisindedir. Hüküm, O’nundur.

………Hüküm O’ndadır ama insan, kendisine bahşedilen cüzi iradeyle, arzu ettiği iyi veya kötü işleri yapar. Allah, cebren ellerini kollarını bağlamaz veya zorla sevk etmez. Emir ve yasaklara uyup uymamakta serbesttir. Allah, akıl ve irade vermiş, sevap ve yasakları bildirmiş, doğru yolu göstermiş, iyiliği emretmiş. Yaşamakta olduğu sürece, Cebbar sıfatıyla kötülüğe veya iyiliğe zorlamamış. Fakat emirlerini dinlemeyenler, karşı gelenler, asiler, günahkârlar, istemeseler de cezalandırılacaklar. Her yaratığı, Allah’ın iradesi ve kudreti altınadır. Kuran-ı Kerim’de, göklerde ve yerde olanların hepsinin, ister istemez Ona teslim olduğu ve Ona döndürülüp götürülecekleri, yazılıdır.

………Cebbar, ‘cebr’ kökünden türemiştir. Allah’ın kudret ve ululuk sahibi olduğu anlamına gelir. ‘Giriştiği işi mutlaka başaran’ demektir. Allah’ın, istediğine istediğini zorla yaptırmaya muktedir olduğunu ifade eder. Cebr’in iki anlamı vardır.

………Cebr, kırığı yerine getirip sarmak, eksiği gidermek, tamamlamak anlamına gelir. Allah, Cebbar ismi gereği, yarattıklarının ihtiyaçlarını giderir, eksiklerini tamamlar.

………Cebr, icbar etmek, zorlamak, zorla yaptırmak anlamını da içerir. Zorlu anlamına da gelir. Fakat Cebriye’nin iddia ettiği gibi insanlara her şeyi cebren yaptıran değildir. Allah, insanı iyilik ve kötülük yapmaya zorlamaz. İyiliği emreder, kötülüğü emretmez. İyilik yapana yardımcı olur. İçindeki korkuyu yok eder. Sabredeni ve kendisine tevekkül edeni mükâfatlandırır. Ona; dayanma, direnme, başarma gücü ve imkânı verir.

………Bir hadise göre, cenine can verildikten sonra görevli bir melek ona ruh üfler ve hayatı boyunca yapacağı her davranışının nasıl olacağı Allah tarafından bilindiği için bu anlama gelen amelinin nasıl olacağını yazar. Kişinin ameli, işlediği hayır, şer, iyilik ve kötülük demektir. Ne zamana kadar yaşayacağı, rızkı, nasıl, nerede öleceği, nereye gömüleceği burada belirlenmiştir. Bütün bunlar Levh-i Mahfuz denilen, Allah katında olan bir kitapta yazılıdır. Cennetlik mi cehennemlik mi olacağı da bu kitapta kayıtlıdır. Her şeyin bilgisi, Allah’ın katında mevcuttur.

………İsra/13. ve 14. Aletleri’nde: Her insanın amelini boynuna doladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız. Kitabını oku! Bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter deriz. Buyrulmaktadır.

………Her insanın amelinin boynuna dolanması, kader veya alın yazısı olarak adlandırılır. Başına ne geleceğinin, akıbetinin nasıl olacağının Allah tarafından bilinip kaydettirilmiş olması anlamına gelir. Allah, onun için yazdırmış ve onu zorlamış anlamına gelmez. Aksi halde, kötülük yapmasını ve günah işlemesini de O emretmiş olurdu ki bu defa da suç ortadan kalkar, ceza da zulüm olurdu. Allah, yarattıklarına zulmetmez. Adaletle muamele eder. Hatta fazlından iyiliklerin karşılığında aldığı sevapları katlayarak arttırır, hardal tanesine kadar değerlendirerek ödüllendirir. Kötülüklerin karşılığında yazılan günahların bire bir karşılığı vardır. Orada kimseye zulmedilmez.

………Allah, Cebbar’dır. İsteseydi, hepimize boyun eğdirirdi. Bizi zorla kendisine ibadet ettirirdi. Akıl, ilim ve irade verdi, kendi halimize bıraktı. Aklı olan kazanır, akılsızca hareket eden cezalandırılır. Cebbar isminin anlamını, ahrette daha iyi idrak eder.

………Bir hadis, orada onların başına gelecekleri gayet iyi açıklamakta: “Cebbâr Allah kıyamet günü mülkü olan gökleri ve yerleri eline (kudretine) alır ve buyurur ki: Cebbâr benim, Melik benim. Hani cebbarlar, mütekebbirler (kendilerini büyük görenler) nerede? ”

………Kibirli, zorba ve gaddar anlamına da gelir. Kibir, ibadetleri yok eder, sevapları bitirir. Kibirlenenler, cebbârlardan olurlar. İbrahim/15. Ayetinde: “O peygamberler, düşmanları üzerine Allahtan zafer istediler ve her inatçı cebbâr da hüsrâna uğradı.” buyrulmaktadır.

………Bir rivayete göre, El-Cebbâr ismini okumaya devam eden, zalimin zulmünden korunur, özellikle yolculukta, kazadan beladan korunurmuş.

………Kader, ipek makarasına dolalı değildir. Herkesin boynuna dolalıdır. Allah’ın isteği dışında çıkarılamaz, düzeltilemez. Kimin ne yapacağı, nasıl yaşayacağı bilindiği için belirlenmiş, kaydedilmiştir. Her işin olması için bir zaman tayin edilmiştir. Vakitsiz kuş uçmaz. Kimsenin kısmetini kimse bağlayamaz ve açamaz. Allah’a bu şekilde iman etmek, safsatalara inanmamak, boş işlerle uğraşmamak gerekir.

………Bilgi edinmeye çalışmayan dinimizi öğrenemez. Aklını çalıştırmayan, mantık yürütmeyen kişiler, kulaktan duyma laflarla safsatalara inanır. Keşke dinimizin esasları, batıl inançlar kadar bilinseydi, boş işler kadar ibadetle meşgul olunsaydı da herkes cennetliklerden olabilseydi! (Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0278)

………*****************************************************
         EL CEBBAR

………Esma-ül Hüsnâ, bazı âlimler tarafından Celâl ve Cemâl isimler olmak üzere ayrı ayrı incelenmiştir. Cemâl ismi Allah’ın lütuf, şefkat, af, ihsan, cömertlik, ikram gibi sıfatlarının, Celâl ismi ise Allah’ın Kahhar, Müntakim, ceza, azamet, haysiyet, gibi isim ve sıfatlarını temsil eder.

………Bizim, bu pencereden bakarken Allah’ın isim ve sıfatlarının iç içe olduğunu unutmamamız gerekiyor. Yani bir Celâl sıfatında bir Cemâl tecellisini de görmek mümkündür. Bir Cemâl sıfatında Celâl tecellisi görmek de. Mesela, Kahhar ismi zalimler için bir Celâl tezahürü iken, haksızlığa uğramış mazlum biri için rahmettir, onun hakkını temin eder.

………Aynı şekilde Cebbar ismi de, ilk etapta “Dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan” anlamıyla karşımıza çıktığı için bizi ürkütmektedir. Fakat bu zorla yaptırma eylemi insanın iradesi dışında kalan durumlar için geçerlidir. Hatta bu anlamdaki tecellisini daha çok kâinat olaylarında görmekteyiz.

………Örneğin; gökyüzünde yıldızlar kendi iradeleriyle değil Allah’ın cebri ile sıralanırlar. Güneş her gün Allah’ın cebri ile doğar ve batar. Tavuk her gün Allah’ın cebri ile yumurtlar. İnek her gün Allah’ın cebri ile süt verir. Onlar, iradesiz yaratıldıkları için kendi görevlerini kendileri tayin edemezler, bu yüzden Allah’ın cebrine muhtaçtırlar. İnsanda tecelli edişi ise organlarının görevlerini yerine getiriyor olmasıyla birlikte, iradesinin kendi eline bırakılmış olmasıdır.

………Nasıl ki, kalp yeni bir güne başlarken “Ben bugün çalışmak istemiyorum.” ya da “Ben bugün böbreğin görevini yapacağım.” diyemiyor, aynı şekilde insan da “Ben bugün karar vermeden yaşayacağım.” diyemez.

………Burada Cebbar isminin ikinci anlamı devreye giriyor: “Mahlûkatı, iradesine uymaya mecbur eden” Yani Allah’ın cebri, organları bir düzen içerisinde görevlerini yerine getirmeye mecbur kıldığı gibi insanı da iradesini kullanmaya mecbur etmiştir. O halde, Allah’ın insana zorla yaptırdığı ilk ve tek şey onu iradesine mahkûm etmektir. Sonrası insanın kendi seçimlerinden ibarettir.

………Bu cümleyi kurarken, kader bahsini unutmuş değilim. Fakat kader, ilahî ilimden çıkmış bir programdır. İlim ise, zorlayıcı yanı olmayan bir sıfattır. Yani Allah, bizim yaptıklarımızdan haberdardır ama onları bize yaptıran onun cebri değil kendi irademizdir. Çünkü Allah, bu yetkiyi insanın eline bırakarak onu imtihan etmek istemektedir. İnsana helal ve haram olgularını öğretmiş, cennet ve cehennem hayatından haberdar etmiş ve daha sonra gideceği yolu seçme hakkını insana bırakmıştır.

………Demek ki, bir insanı doğru yola iletmek istiyorsak yalnızca onun iradesini geliştirmesine yardım etmemiz gerekir. Bu yolda Allah dahi kulunu zorlamamışken, birilerinin yardım etme yahut İslam’ı öğretme gibi çeşitli bahanelere sığınarak insanları bir şeylere mecbur etmesi doğru değildir. Çünkü Allah dışında kimsenin insanlar üzerinde zorlama yetkisi yoktur.

………Geçmişte ve günümüzde birçok zalim, insanların iradeleriyle hareket etmelerinin önüne geçerek onları bir şeylere mecbur bırakmışlardır. Bu İslam’da apaçık bir zulümdür. Aynı zamanda Allah’ın cebrinden çalmaya kalkmaktır. Elbette Allah dilerse cebrini çalmaya kalkmış bu hadsizleri cezalandırabilir ve ortadaki zulmü kaldırabilir. Fakat bu Allah’ın kanuna ters düşer. Çünkü ortada iradesini kullanarak yaşamaya mahkûm bırakılmış iki insan vardır. Biri zulüm ederek imtihan olur, biri zulüm görerek.

………Aslında özgürlükmüş gibi görünen irade, insanın felaketinden başka bir şey değilmiş, öyle değil mi? Neyse ki “Ahiret var!” diyerek insan bir nebze olsun rahatlıyor. Çünkü ahiretin kanunu, dünyanın kanununa benzemiyor. Burada başımıza dert açan iradeler, yarın ahirette Allah’ın cebri ile hesap veriyor.

………Cebbar isminin Kur’anî çerçevesini incelediğimizde, on yerde kullanıldığını ve bunlardan yalnızca bir tanesinin Allah’a izafe edildiğini görüyoruz. Bu da Haşr Sûresinin 23. ayetinde “O, Azîz’dir, Cebbâr’dır, Mütekebbir’dir.” şeklinde karşımıza çıkıyor. Geri kalan dokuz yerde Allah’a izafe edilmediği için, olumsuz olarak kullanıldığı dikkatimizi çekiyor. Üstelik bu kullanımların çoğu Efendimiz Hz. Muhammed AS. için. Bununla ilgili olarak Kaf/45. ayetinde şöyle buyruluyor: “Mâ ente aleyhim bi cebbârin fe zekkir bil kur’âni.” yani “Sen onların üzerine zorlayıcı değilsin, öyleyse onları Kur’an ile uyar.”

………Aslında bu ayet yukarıda söylediğimiz birçok şeyin delili niteliğinde. Ve biz buradan anlıyoruz ki, peygamberler ile başlayıp bize kadar uzanan tebliğ sorumluluklarının hiçbiri zorlayıcı olarak yerine getirilmez. Bu cümleyi ‘büsbütün salıvermek’ olarak anlamak yanlıştır. Çünkü kastedilen tebliğ şekli; Kur’an-ı Kerim’den öğüt vermek, sabırla anlatmak, güzellikle uyarmak ve geri kalanı karşımızdakinin iradesine bırakmaktır.

………Hepimizin bildiği “Dinde zorlama yoktur.” ayetiyle alakalı, müfessir şu kıssayı rivayet etmişlerdir: Nübüvvet Medine’ye varmadan önce, çocuğu olmayan Araplar toplum içerisindeki aşağılık duygusundan kurtulmak için sürekli dua eder ve çocukları olursa Yahudi mabetlerine bağışlayacağına dair yemin ederlermiş. Bu yeminleri sebebiyle birçok ailenin çocuğu mabetlere teslim edilmiş ve orada bu bilinç ile yetiştirilmeye başlanmış.

………İlk günlerde aileler bu durumdan hayli memnunlarmış. Fakat Efendimiz’ in sesi Medine’ye ulaşınca ve aileler İslam ile tanışınca bu durum ailelerin canını sıkmaya başlamış. Üstüne bir de, Yahudiler Efendimize suikast düzenlemeleri sebebiyle, sürgün edilme kararına çarptırılınca aileler hemen ayağa kalkmışlar. Efendimiz ’in huzuruna gidip “Yavrularımızı bile bile ateşe mi atacağız? Yoksa yeminimizden mi döneceğiz? Bize bir yol göster.” demişler. Efendimiz ne demiş biliyor musunuz? “Buna ancak çocuklar karar verir.” Yani ne siz, ne ben onları zorlayamayız. İşte örnek alınması gereken Peygamber ahlakından birini hayata geçirmek demek, Cebbar isminin bize tecelli etmesi demek.

………O halde, Rabbim tüm güzel isimlerinin hakkı için hepimize merhamet etsin ve günahlarımıza rağmen bize bu ilmi anlamayı/anlatmayı nasip etsin. yazan Gönül Ayyıldız tarih 26 Şubat 2016 Esma’ül Hüsnâ

………***************************************************

……...El-CEBBAR

………Mahlûkatı, iradesine uymaya mecbur eden.”

………“Dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan.”

………“Yaratıkların noksanlarını düzelten, işlerini ıslah eden.”

………“O, …Azîz’dir, Cebbâr’dır, Mütekebbir’dir.”(Haşr/23)

………Cebir, ‘seçme hakkından mahrum bırakma’ demektir ve iradenin zıddıdır. Bu kâinat ve içindeki mahlukat, yokluktan varlığa kendi iradeleriyle değil, bir cebir ile sevk edilmişlerdir. Güneşin güneş olması gibi Ay’ın ay, dağın dağ, denizin deniz olmaları da icbar yoluyla, yani bir zorlama ile gerçekleşmiştir.

………Şu var ki, Alîm ve Hakîm olan Allah’ın icbarı da ilim ve hikmet iledir. Rahîm ve Kerîm olan Allah’ın cebir ile yaptığı her tasarrufun altında rahmet ve kerem saklıdır.

………Cebir kelimesinin, hem ‘kırıkları onarmak’, hem de ‘zorla iş yaptırmak,’ manasına gelmesi enteresandır. Demek oluyor ki, Allah’ın cebri, ya bir hekimin hastasına uyguladığı bir cebir yahut âdil bir hükümdarın zalimleri zorla hapse sokmasındaki cebri gibidir.

………Semada yıldızlar kendi iradeleriyle değil Allah’ın cebri ile şu mevcut nizamı almışlardır. Kâinatın küçük bir misali olan insanın da, bütün organlarının şekilleri, vazifeleri, bedendeki yerleri, yine cebir ile tayin ve tespit edilmiştir. Ama ilâhî hikmet, bu dünya imtihanında insana bir irade bahşetmiş ve ihtiyarî fiillerde onu serbest bırakmıştır. Fakat emrine isyan edenleri cebri ile Cehennemine sokacağını da önceden haber vermiştir.

………Cennet ve Cehennemin yolları cebir ile tayin edilmiştir. Yani neyin helâl neyin haram olduğunu Allah bizzat tayin ve tespit etmiştir. Ama doğru ve yanlıştan, Cennet ve Cehennemden dilediğini seçmekte insanı serbest bırakmıştır.

………Aklı başında olan her insan, bu kâinatta cebren icra edilen ilâhî fiillerin ne kadar rahmet ve hikmet taşıdığını ibretle seyretmeli ve nefsin arzularına kapılmadan kendini o Cebbâr’a teslim ederek emri dairesinde bir ömür sürmelidir.  (ALAATTİN BAŞAR-EL CEBBAR)

………XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

……...EL CEBBAR

………Allah Cebbar’dır. Hiçbir şeye muhtaç olmadan cebreder, zorla düzeltir. Hakkını vermek için icbar eder yani zorla iş yaptırır. İnsandaki bu sıfat ise zorbalık ve kaba davranıştır. Tabiat yani, tabii oluş, Allah’ın dediğidir. Onun için yanlış yoktur, doğru da yoktur! Faili mutlak olan Allah vardır. Bu hakikati kabul edenin zora ihtiyacı olmaz!

………Allah’ın Cebbar oluşu, kulu iradesini kullanmaya zorlar, çünkü Allah sana irade verdi!

………“Düşünüyorum o halde varım”  Düşünmen, harekete geçmezse neye yarar? Batı, akla ölçü der, İslam bağ der, yular der. (akıl bir yerde kısıtlamadır, engellere takılır, irade ise o engeli aşmayı sağlar) Bu yüzden, yasak ve engel bir şey ifade etmez, manasızdır. Bunlar, aklın ötesindeki iradeyi kuvvetlendirmek, onu harekete geçirmektir içindir!

………Tekâmülün sırrı, Allah’ın Cebbar sırrından gelir. İlerlemek, yaratılmışlığın hakkını vermektir, insan buna mecburdur. İnsanın tekâmülü öğütle olur, zorlamakla olmaz, ikna ile olur!

………Şeytan dedi ki;  “Sen beni saptırdın. Ben de onları saptıracağım!” Onun bu sözü,  cebriyeciliğe yani dalalete düşürmeye dayanır. (Şeytani düşünce kötülüğe, dalalete cebreder) Kim arınma isterse, arınır, kim arınmayı istemez, emek sarf etmezse kirli yaşar. (Bu karar insanın iradesine bırakılmış). Allah canlıya ruh üfledi, idrak ruhtandır. (İnsan iyi ile kötüyü ayırabilecek bir idrak ve iradeye sahiptir). Ama sonuçta, Allah’ın Cebbar ismi icabı, her şey onun mecbur kılması ile (olması gerektiği gibi Hak ile) değişir. (M. Rasim Uslu-El Cebbar)

……...“Rabbi evzı’niy en eşküre nı’metekelletiy en’amte aleyye ve alâ valideyye ve en a’mele salihan terdahu ve edhılniy Bi rahmetiKE fiy ıbadiKEssalihıyn” (Neml/19)

……“Rabbim… Bana ve ana-babama bahşettiğin nimete şükretmeme, razı olacağın sâlih amel yapmama beni muvaffak kıl ve (hakikatimdeki Rahıym isminden gelen) rahmetinle beni sâlih kullarının içine dâhil et.”  (Amin)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


TAFSİR LESSONS AN-NISA (97-126) (34)

$
0
0

231

“Euzu Billahi minesheytanir racim”

BismillahirRahmanirRahiym

Dear friends, in our previous lesson we studied verses mostly related to human-human interactions. In more genral sense, we looked at the concept of jihad and saw it as a mean to achieve happiness by Qur’an which takes the happiness of humanity as a subject. In this sense, we see verdicts about personal killers, personal murders, unintentional manslaughers or intentional homicides. After that we translated verses about jihad ad its importance on the way of Allah. And lastly we saw in Qur’an that people who sit, who don’t care about these problems and not willing to make sacrifices are not going to be the same with the ones who do.

And now we continue our lesson from where we left off, 97th verse of Nisa Chapter.

97-) Innelleziyne teveffahumul Melaiketu zalimiy enfusihim kalu fiyme kuntum* kalu kunna mustad’afiyne fiyl Ard* kalu elem tekun Ardullahi vasi’aten fe tuhaciru fiyha* fe ulaike me’vahum cehennem* ve saet mesiyra;

Indeed, the angels told those who are in a state of doing wrong to themselves while they are taken by death, “In what condition were you? (Why were you in a state of doing wrong to yourselves?)”… They said, “We were weak and helpless on earth”… (The angels) said, “Was Allah’s earth not vast enough for you to migrate therein?”… Their refuge will be hell… What a wretched end! (A.Hulusi)

When angels take the souls of those who die in sin against their souls, they say: “In what (plight) were ye?” They reply: “Weak and oppressed were we in the earth.” They say: “Was not the earth of Allah spacious enough for you to move yourselves away (from evil)?” Such men will find their abode in Hell,- What an evil refuge! – (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne teveffahumul Melaiketu zalimiy enfusihim kalu fiyme kuntum When angels take the souls of those who die in sin against their souls, they ask: “In what condition were you?” What did you do there so bad that today you are entering hell? Because no innocent person comes here. So what crime did you committed to make you come hell?

Kalu kunna mustad’afiyne fiyl Ard They will turn defensive immediately, giving them excuses one after another, but not the real answer; no they will bring forth irrelevent excuses and say; “We were weak and helpless on earth, we were among weak and oppressed.”

Kalu elem tekun Ardullahi vasi’aten fe tuhaciru fiyha And angels will answer them; “Was Allah’s earth not vast enough for you to migrate therein?” or “Allah’s earth was big enough to relocate from your oppression, so why didn’t you go from there. fe tuhaciru fiyha relocate from there or migrate as we know it.

Actually dear friends,  migration is a concept of both sides, both physical and spiritual, just like jihad. Just like we are unable to degrade jihad to physical battling, we cannot degrade migration to just relocating from one place to another or just exiting one place and entering the other one.

Jihad has a spiritual dimension, mucahede. It’s the name of the inner battle one makes with his own self, his ego, his tempting desires, his instincts, his inner demons.

Just like resisting for moral and ethic lifestyles and choices is a part of jihad, turning from evil to good, superstitious to truth, oppression to justice, blasphemy to faith, seeking sanctuary for them is another dimension of migration.

Today, especially in this particular verse, we see a specific kind of social groups, which is highly possible to meet them in our modern lives. These are the types who are willing to give up their rights to escape their responsibilities. We studied these types in our previous lesson, in 75th verse. In this verse there are three types exist. Mustazaf, the oppressed group, one of them was mustazafs which Allah praised over them. They are;

Ve nuriydu en nemunne alelleziynestud’ifu fiyl Ardi ve nec’alehum eimmeten ve nec’alehumul varisiyn; (Kasas/5)

So We wished to favor those who were left helpless and abased, and make them leaders and inheritors. This is the herald of Qur’an for them, those are the praised group. Oppressed and resisting, they are praised.

There’s also a neutral mustazaf group, they are naturally weak. We are informed by them in the next verse following. Weak men, weak women, children and elders. And of course there are oppressed who are criticised; these are the target group of the verse we are studying now. Who are they? They are the ones who accept the tyrany. Those who have no stance against oppression. You may ask why do they exist; I say this is a social illness, a weakness. A weakness in humans moral behaviours.

I choose to phrase it like this; People who choose to give up their rights in order to avoid responsibility. Because fulfilling a responsibility is about paying the price. You have to pay it. Because defending your rights isn’t an easy task. So, those who cannot show courage give up their rights in advance, they turn back and give some excuses about being weak. They say; “We had no power.” But in reality they had never tried to use their own Powers. That’s why these people cannot or should not show their incompetence as an excuse neither to people nor to Allah. This is what’s been told in this verse. These type. These people who choose to give up their rights in order to avoid responsibility and making up excuses about their weaknesses.

So to these types, Qur’an says; “You should migrate. Why don’t you leave the lands of tyrany then?” So this is the message here. You have claims; you say “We had no power there, we couldn’t do anything.” Qur’an then says; “Then why don’t you relocate to some place else where you can claim your freedom?”

This is the logic of migration hidden here. There’s this place, the land of tyrany and oppression, human freedom is violated to its very core and everything should be done to prevent it was done and there’s nothing left to do. There’s no step forward, no land to manuever, then there’s only one thing to do left. Stepping out, searching for a new land. Establishing a justice land where you can be free.

This is the absolute condition of migration. So in order to validate your migration, you should build a land of justice. Otherwise migration is actually a runaway. But in reality it’s not. What is Hejira, Hejira is the name of a search for Madina. A search for an establishment. A search for civilization. A search for a government. Migration is not a way of escape, it’s a way out. Choosing a Madina to migrate is like stepping backin order to jump forward. That’s why we should take the word migration in this sense if we look it physically.

And migration for spiritual take; actually the phrase; “Euzu Billahi minesheytanir racim” is a code for spiritual migration. I seek refuge to Allah from Satan’s evildoings. Hejira is seeking sanctuary in Allah.

Kul e’uzu BiRabbil felak; Felak/1 Kul e’uzu BirabbinNas; Nas/1 These are both orders for spiritual migration. Escape from yourself and seek refuge in Allah. Fefirru ilallah, eyne’l mefer these are the questions, where should we escape to; let’s talk with Qur’ans phrases. Qur’an answers the question of location. Fefirru ilallah  (Zariat/50) Escape to Allah. This is the meaning of spiritual migration.

fe ulaike me’vahum cehennem so about these types again, these people who choose to give up their rights in order to avoid their responsibilities, these people who choose oppression willingly and bow down to tyrants. You see these people in strange conditions. These are the ones who defend tyrants actually. I remember a rather vivid expression of someone I care for his opinions. He once said; “Silly slave who drink his masters piss for remedy.”

Licking the boots of tyrants who make all that evil things to them. Why do they do that? Why do they accept that? So that no person reminds him about his own real responsibilities. In other words, finding excuses in oppression they endure just to cover up the oppression the do to themselves. These oppressed create excuses over excuses for their tyrants, before tyrants themselves. That’s why throughout the entire history tyrants owe their leadership positions to these people who willingly give up their rights for them. And for that; fe ulaike me’vahum cehennem their destionation is hell. Ve saet mesiyra; And what a wretched place it is!

98-) Illel mustad’afiyne minerRicali ven nisai vel vildani la yestetiy’une hiyleten ve la yehtedune sebiyla;

Except those who do not have the means to migrate – helpless men, women and children. (A.Hulusi)

Except those who are (really) weak and oppressed – men, women, and children – who have no means in their power, nor can they find a way (to escape). (A.Yusuf Ali)

These are the neutral mustazaf group I mentioned before, really weak ones, the ones whose excuses will be accepted by Allah. Weak men, weak women and children, those who walk without guidance, these are the exceptions. Allah won’t hold them responsible, because they really are powerless. They really cannot do anything, that’s why they are the victims.

The ve la yehtedune sebiyla expression here, it means people without having a guidance, people who cannot get the message enough. As in those who couldn’t completely comprehend what’s what yet, those who couldn’t understand the message he recieved yet, they are victims until they do. We can take it like this.

99-) Feulaike ‘asallahu en ya’fuve anhum* ve kanAllahu Afuvven Gafura;

It is expected that Allah will pardon them. Allah is the Afuw, the Ghafur. (A.Hulusi)

For these, there is hope that Allah will forgive: For Allah doth blot out (sins) and forgive again and again. (A.Yusuf Ali)

Feulaike ‘asallahu en ya’fuve anhum* It is expected that Allah will pardon them. ve kanAllahu Afuvven Gafura For Allah does blot out sins and forgive again and again.

100-) Ve men yuhacir fiy sebiylillahi yecid fiyl Ardi muragamen kesiyren veseaten, ve men yahruc min beytihi muhaciren ilAllahi ve RasuliHİ summe yudrikhul mevtu fekad veka’a ecruhu alellah* ve kanAllahu Gafuren Rahiyma;

Whoever migrates (from a land in which he is oppressed) in the way of Allah (based on the verse ‘flee to Allah’; migrate to your essential reality) will find immense vastness on earth… Whoever leaves his home as a migrant to Allah and His Rasul (with the reality disclosed by them) and then dies on this way, his reward will be from Allah… Allah is the Ghafur, the Rahim. (We have tried to highlight an inner meaning here alongside the obvious physical connotation of this verse.) (A.Hulusi)

He who forsakes his home in the cause of Allah, finds in the earth many a refuge, wide and spacious: Should he die as a refugee from home for Allah and His Messenger, his reward becomes due and sure with Allah. And Allah is Oft-forgiving, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)

Ve men yuhacir fiy sebiylillahi yecid fiyl Ardi muragamen kesiyren veseaten, Whoever migrates in the cause of Allah, will find immense vastness on earth. Lots of alternate places. fiyl Ardi muragamen and opportunities.

Veseaten Muragamen; I translated this as alternate places. The word Ragim comes from this. A chosen place despite others. Did you do this? Did you create a place on earth where we cannot stay and live? Then we will create an alternate place where we can use our freedoms to their limits and dedicate our lives on the way of Allah.

What can we do? We can make our houses like this. If you make our streets inhabitable, we can dedicate our lives to Allah in our homes. We turn each of them to Madina. We migrate to our homes. You make our schools the places there we cannot feel our freedoms by life and by faith, you turn them into living hells? Then we turn our houses into living heavens. We can make out neighbourhood like heaven. We can create these alternate places. We can create them with our faiths. This is the meaning of muragamen.

ve men yahruc min beytihi muhaciren ilAllahi ve RasuliHİ summe yudrikhul mevtu Whoever leaves his home as a migrant to Allah and His Rasul and then dies on this way, fekad veka’a ecruhu alellah* his reward becomes due and sure with Allah. Allah will reward them surely, his prize is from Allah.

ve kanAllahu Gafuren Rahiyma; For Allah is Oftenly Forgiving and Most Merciful.

101-) Ve iza darebtum fiyl Ardi feleyse aleykum cunahun en taksuru mines Salati, in hiftum en yeftinekumulleziyne keferu* innel kafiriyne kanu lekum aduvven mubiyna;

And when you are traveling throughout the land, there is no harm in shortening your salat (prayers) if you fear the deniers of the reality may harm you. Indeed, those deniers or concealers of the reality are clear enemies to you. (A.Hulusi)

When ye travel through the earth, there is no blame on you if ye shorten your prayers, for fear the unbelievers may attack you: For the unbelievers are unto you open enemies. (A.Yusuf Ali)

Ve iza darebtum fiyl Ardi And when you are traveling throughout the land, feleyse aleykum cunahun en taksuru mines Salati, in hiftum en yeftinekumulleziyne keferu* there is no harm in shortening your salat (prayers) if you fear the deniers of the reality may harm you. innel kafiriyne kanu lekum aduvven mubiyna For the unbelievers who resist on denial are unto you open enemies.

This verse has been used by some scholars as a mean to shorten the prayer when in travels. Whether subject of this travel is about going to war or not create different comments, next verse clarifies the situation for us. It’s about the travel happening during the war. Curiously enough, the verse; fiy sebiylillah there’s no record. As in Ve iza darebtum fiy sebiylillah, fiyl Ardi fiy sebiylillah. No mentioning about war, There’s no reference about only available during jihad, during fighting on the way of Allah, only when you travel to defen the humanity and Islamic values. On the contrary, the phrase is general. From this point of view, it is thought that this license is for all travelings which I believe is an accurate approach.

We said the verse about war but it also includes all traveling. There are some objections for this approach. To get the license to shorten the prayers one should be on the travel for war, travel for hacc or travel about some other worshipping act. Other than that we have no right to shorten the prayers, at least some names think it like this even they are a few. But according to the records we read, Rasulallah shorten his prayers in all his travels.

We say shortening but even this is something to argue. During a travel doing the must prays of noon, afternoon and night; 4 sections of these prays are done with only 2 sections. This is the meaning of shortening. But even this is a matter of a different discuss.

Abu Caniph says; “No this is no shortening because the travelers pray is already 2 sectioned pray and it is the genuine one.” We also see some strong stories supporting him. According to the stories we get from Mother Aisha, Must-duty prays were always 2 sectioned when they were ordered. But when the time of peace arrives Rasulallah showed 4 sectioned prays to his communirt and he asked them to do like this as his will. That’s why Abu Caniphs opinion is a strong one. As in when someone travels prays aren’t actually become short, they are taken to their original 2 sectioned form. When the time of peace, praying takes its longer form, reinforced form to be exact. This is the legacy that Rasulallah left to us, a must-duty and sunnet type praying.

This opinion isn’t just his though, Ibn Abbas and Suddi had also these opinion. Even the translator of Qur’an Ibn Abbas had this opinion too.

So like I said there’s a problem here. What is the meaning of shortening en taksuru in this verse then. There are two types of shortening.

1 – Kemmiyet shortening, numeric shortening

2 – Keyfiyet shortening, quality shortening.

Kemmiyet shortening or numeric shortening is lowering the sections of 4 to 2. But there’s also a quality shortening which came under the light many times even the era of happiness was happening. Executing the pray faster. Leaving some key parts of the pray. For example, standing up when the time of standing is actually be dangerous. When making ruku and secde are dangerous, executing them by implications. At this point there are many opinions about the boundries of these shortenings and different practices from the time of happiness (Rasulallah’s times) to this days.

As always, Imam Abu Caniph approached salat formally. According to him, you can delay prays at the heat of battle. As a proof to that, he showed Rasulallah’s practice at the Battle of Hendek, delaying 4 daily prays to a time after midnight. One occasion in Rasulallah’s life as an example but according to the records 4 daily prays were postponed due to the heat of battle. Because the war was about survival, life and death situation for Muslims. After the prays were executed all at once, Rasulallah cursed them by saying, “Because of them we missed our prays.” Interesting, he didn’t curse them because they had opened a war against them, he cursed them because they forced Rasulallah to miss the prays. I will stay on the importance of prays topic a while later.

At this point Imam Shafi had the most relaxed and low density approach to this debate. According to him, at the time of war, you can make your prays, on the horse or camel, even at war, you can do it with only your eyes.

At this point I should mention about the details, some different opinions about another matter. How far is admissable for travel prays? As in how far should we travel to be able to do daily prays as 2 sectioned. Very different answers came forward to this one.

Imam Malik says 24 hours a travel by both day and night. This can be translated to 48 miles with old caravans.

Caliph Omar also says one day trip.

Hasan Basri and Imam Yusuf says 2 days trip.

Imam Azam says 54 miles which can be taken as 90 Km.

It can be asked which one is true, a person can make shorten his daily prays if he feels himself in a long travel but only with the standards of his time and technology. One of the greatest translator Elmali Ahmed Hamdi Yazir, there’s no excuse to shorten any daily prays in these times, whether the travel is short or long, all vehicles like planes, ships and other fast vehicles, there’s no need to shorten prays.

I cannot support this opinion however; Caliph Omar showed the excuse of shortening the prays by the hardship of the travel itself. That’s why he chose to do his prays with full their content if he took off to easy travels.  But Rasulallah said to him;

Sadakatun, tasaddukullahi biha aleykum fakbilu adagatehu.

It’s an alm, a treat from your Allah. Don’t deny the treat from Allah.

Rasulallah saw this license as a treat from Allah. That’s why at this point Abu Caniph takes this matter not as a precaution by stories but as vacip. Because when it is taken like this, daily prays should be taken as vacip status, hence the necessity of shortening them.

Shafi on the other hand, sees this as an excuse and says they should be executed with their full content and sections. These two opinion derived from the same hadith and yet they stay in total opposite. I believe we should take this hadith as a treat from Allah but beyond that, we shouldn’t create a solid opinion about it. People may execute their prays however they wish on travel, whether they are in full 4 sectioned form or shortened travel prays as 2 sectioned. Last one we can see them in Mother Aisha’s stories.

Rasulallah was always shorten his prays and I was doing them fully. He was talking to me then, looking and smiling at me. “May Allah accept your prays Aisha.” As in Rasulallah was verifying my doings.”

Now we should move to another topic but salat-ul Havf, in a life threatening situation, how prays should be done. We now look further to that with more openings and details.

 102-) Ve iza kunte fiyhim feekamte lehumus Salate feltekum taifetun minhum meake vel ye’huzu eslihatehum* feiza secedu felyekunu min veraikum* velte’ti taifetun uhra lem yusallu fel yusallu meake velye’huzu hizrehum ve eslihatehum* veddelleziyne keferu lev tagfulune an eslihatikum ve emti’atikum feyemiylune aleykum meyleten vahideten, ve la cunaha aleykum in kane Bi kum ezen min metarin ev kuntum merda en teda’u eslihatekum* ve huzu hizrakum* innAllahe e’adde lil kafiriyne azaben muhiyna;

(My Rasul) when you are among them (but in an unsafe state) and you lead them in prayer (salat), let a group of them stand in salat next to you while armed with their weapons… When they prostrate let the others stand in guard behind you… Then have the others come forward, who have not yet prayed, and let them pray with you… Let them take precautions and arms… The deniers of the reality wish for you to be negligent of your weapons and possessions so they may attack you suddenly. But if you are overtaken by rain or illness, there is no harm in leaving your arms… (Though) you should still take precautions… Indeed, Allah has prepared a degrading suffering for the deniers of the reality. (A.Hulusi)

When thou (O Messenger) art with them, and standest to lead them in prayer, let one party of them stand up (in prayer) with thee, taking their arms with them: When they finish their prostrations, let them take their position in the rear, and let the other party come up which hath not yet prayed – and let them pray with thee, taking all precaution, and bearing arms: the unbelievers wish, if ye were negligent of your arms and your baggage, to assault you in a single rush. But there is no blame on you if ye put away your arms because of the inconvenience of rain or because ye are ill; but take (every) precaution for yourselves. For the unbelievers Allah hath prepared a humiliating punishment. (A.Yusuf Ali)

Ve iza kunte fiyhim My Rasul, when you are among them feekamte lehumus Salate and you lead them in prayer feltekum taifetun minhum meake vel ye’huzu eslihatehum let a group of them stand in salat next to you while armed with their weapons. It’s war, ongoing, right against the enemy… This verse is an addressing directly to Rasulallah but when it’s taken properly, it’s an addressing to all believers especially the leaders, commanders and elders of believers until the Judgement Day. When you look at that perspective it’s an obvious truth.

In battle, when the situation is dire and fearful, more likely dangerous; if the pray should be done in such an extraordinary situation, it is said that they should stand in salat while armed with weapons.

feiza secedu felyekunu min veraikum When they finish their prostrations, let them take their position in the rear, velte’ti taifetun uhra lem yusallu also felyekunu min veraikum we can take this expression metaphorically and say, standing behing you, as in look after you, protect you. We should also consider this fact too. velte’ti taifetun uhra lem yusallu and then the other group shall come and stand to their salats. fel yusallu meake velye’huzu hizrehum ve eslihatehum and let them pray with you, taking all precaution, and bearing arms.

The picture is clear here. During an ongoing battle, an extraordinary conflict, one part of the army comes behind imam, leader, commander to make their prays while the other part stand on guard. We can also deduce the literal meaning from the verse. One side makes 1 section of pray and the other comes and they do another section of pray. This way Imam makes the pray two sectioned but the army makes one by shortening. We can understand this too.

This is another form of shortening, just like travel prays or dangerous situation prays. What we do is the reinforced peace times prays.

Some scholars might say they should ad done section to their prays too. Even with their debates and opinions I don’t believe they have solid proofs for their claims and all the records and stories from prophets times support otherwise.

Like I said, Caniphs see the prays as a formal occurance. That’s why Abu Caniph says while in battle prays should be postponed. But Imam Malik and Sufyan Servi suggested that the prays can be done without ruku and secde, all by just signs and small movements. They show proof as the battle of Hendek which I believe I mentioned earlier.

What I want to stay on is this. Why in a situation of life and death, why even in a war, Qur’an still mentions prays. Why is daily prays are so important. Many scholars say based on stories and records if the confict is too dire, too fiery; one can make his prays over his horse, his camel or if we take it to our days on place or in tank, he can make his prays buy taking a tekbir, saying elhamdulillah twice and after that saying Allahuekber twice. Why is that so important. I believe the real message is the function of prays dear friends. The purpose of prays in humans lives. This is the message.

You will fight in the name of Allah, but you will forget Allah at the same time. That wouldn’t do. Purpose cannot be sacrificed for tools. Purpose shouldn’t be given up for vehicles. What does praying represents. It’s the relation between Allah and worshipper.

“Even if your both hands are covered in blood, you cannot do without me. You should come to my appointment.” That’s it. “Even if you have your hands full with blood, even you are facing the death head on, you will catch the celestial meeting because I’m here. You will give your salute.”

“O Rabb, I’m where I promised to be. There might be extraordinary situations going on to prevent you from meeting you. But just as I come in regular times, I’m here now in these hard times to fulfill my promise.

This is what’s given here. Because jihad might be a social mission but prays are personal missions. Jihad, protecting the human rights. You cannot ignore Allah’s rights just because you protect humans rights. Just like you cannot ignore humans rights because you will protect Allah’s rights. Here a true believer learns how to fly with two wings. You cannot break one wing and expect to fly like that.

Look, Allah doesn’t say, “Leave the battle and go to praying.” This is important. But Allah doesn’t say otherwise too. Somehow come to your appointment. Gestures and actions are not the main objective here, it’s the thought, doesn’t have to be formal. If standing up is dangerous for you, by sitting, if secde is dangerous for you, only with your eyes. But no matter what you should catch your appointment.

That’s why jihat is horizontal conquest but praying is vertical conquest. You cannot seperate these two. You cannot use your social duty as an excuse to ignore your personal duty. We should understand it like this. Verse goes one.

veddelleziyne keferu lev tagfulune an eslihatikum ve emti’atikum the unbelievers wish, if you were negligent of your arms and your baggage, feyemiylune aleykum meyleten vahideten to assault you in a single rush.

ve la cunaha aleykum in kane Bi kum ezen min metarin ev kuntum merda en teda’u eslihatekum But there is no blame on you if you put away your arms because of the inconvenience of rain or because you are ill. ve huzu hizrakum but take (every) precaution for yourselves.

innAllahe e’adde lil kafiriyne azaben muhiyna; For the unbelievers Allah hath prepared a humiliating punishment.

[Additional Info: PRAYINGS SHOULDN’T BE SHORTENED EVEN IN TRAVELS!

This should be the one. If being a traveler is Allah’s order then it should be in Qur’an, so where is it? It’s location is here. 2 verses are about this subject in Qur’an Qareem. Nisa 101 and 102. No other verses are about this. But even in these verses there’s no such order of Allah. Because in these verses Allah defines traveling as traveling for wars, life and death situations. When you travel for war or you are in the front line of a battle you have permission to shorten your prays to 1 section. Also the message says you have no respnsibility for your shortening of prays. That means you can make your prays in full.

But you travel for joy and before you reach the city limits, the man begins to talk about being a seferi, traveler. How come you have this title all of a sudden, how’s that possible. You have the car. You can stop wherever you wish. There’s no shortage of water for ablution, masjid or anything.

You shorten your must duty prays but not the sunnet prays. As in Allah lets you shorten your prays but prophet doesn’t? How can this be?

So who does that? People like us, people who explain the religion. Based on what? On Qur’an. You should notice that people who talk about being a seferi cannot read or bring forth any verse in that matter. Because there are non. Only one verse talks about this subject and it’s this.

Ve iza darebtum fiyl Ardi when you step forth to go to sefer, saying Allah. Going to sefer, a travel for battle. Not a picnic run you make with car. A war travel. Because the word Darabe means war when it is used as a verb. What happens then? Look at the other part of the verse. (Nisa/101) feleyse aleykum cunahun you don’t have the responsibility of en taksuru mines Salati in case of shortening prays. As in you have the permission of shortening. Allah doesn’t say. Shorten it. You have to shorten your prays. No, Allah says you have no obligation, you might shorten your prays if you feel like it.

But there’s a condition, this is it. What is this condition? In hiftum, if you scared of dying. Why? en yeftinekumulleziyne keferu by unbelievers create mischief, create circumstances to kill you, then there’s no responsibility to do your prays in full, you may shorten them. So what is the main purpose here? Death threat from blasphemers, no other reason, no other possibility.

So let’s look at verse 102 too here, let’s see how that’s gonna work? (Nisa/102) Ve iza kunte fiyhim when you are among them, this is a direct addressing to Rasulallah from Allah of Alla Worlds, if you are on the travel of war with them. When you are among them feekamte lehumus Salate and leading their prays with them feltekum taifetun minhum meake let one party of them stand up (in prayer) with you, vel ye’huzu eslihatehum taking their arms with them: feiza secedu When they finish their prostrations, felyekunu min veraikum let them take their position in the rear, velte’ti taifetun uhra lem yusallu. and let the other party come up which hath not yet prayed – fel yusallu meake and let them pray with thee, velye’huzu hizrehum ve eslihatehum taking all precaution, and bearing arms.

What does this tell us? Does this have anything to do with a journey from Istanbul to Trabzon or Rize or Samsun or something? How can Allah expain further that this is all about war? How can this be?

Some parties answer is ready for this question. “No one has seen this until now and you are the one seeing it? No one could understand it until today is it you place to question this now?”

It doesn’t matter who understand it or who doesn’t. You should look what he says, whether it’s right or wrong. Right is right and wrong is wrong. Qur’an had sent down with the parameters of life, boundries which we should be aware of, Qur’an is filled with principles that teach us how to live properly. (M.Okuyan- NAMAZ, YOLCULUKTA DAHI KISALTILAMAZ!]

103-) Feiza kadaytumus Salate fezkurullahe kiyamen ve ku’uden ve ala cunubikum* feizetme’nentum feekiymus Salate, innesSalate kanet alel mu’miniyne kitaben mevkuta;

When you have finished your salat (in an unsafe environment), remember Allah while standing, sitting, or (lying) on your sides (i.e. experience Him in your being at all times)… When you feel satiated with the remembrance (dhikr), perform your salat (duly experience the essence of salat with the sensitivity and receptivity incited by dhikr). Indeed, the experience of salat at specific times has been inscribed upon the believers. (A.Hulusi)

When ye have performed the prayers, celebrate Allah’s praises, standing, sitting down, or lying down on your sides; but when ye are free from danger, set up regular prayers: For such prayers are enjoined on believers at stated times. (A.Yusuf Ali)

Feiza kadaytumus Salate When you have performed the prayers, when you finished your prayers like this, fezkurullahe kiyamen ve ku’uden ve ala cunubikum This part is intriguing my friends. It supports the translation I did earlier. Celebrate Allah’s praises, standing, sitting down, or lying down on your sides. After finishing the prayers.

What’s that suppose to mean. Don’t sever the bonds of prayers and times outside the prayers like cut by a knife. You cannot say, prayers are to Allah and other things are to me. Outside the prayers zone, I can go back to my earthly field. Spiritual grounds for Allah and earthly grounds are for me, you cannot say that. When you finish your prayers, be with Allah. This is the message here. Why, standing up, sitting down and laying down. Because these are the three stances a person lives his life.

So what’s the significance then? Don’t act without Allah in any of lifes plains. This is it. Otherwise laying, sitting or standing are just postures. When saying this, Qur’an actually means to say, don’t act without Allah in any part of your lives. Don’t make anything independent from Allah. Know your responsibilities and be conscious that you are in need of Allah.

feizetme’nentum feekiymus Salate And when you are free from danger, set up regular prayers.

innesSalate kanet alel mu’miniyne kitaben mevkuta; For such prayers are enjoined on believers at stated times.

I took notes of the verses regarding the times of prayers. I should say these now and then I will move on.

Baqarah 238, Hud 114, Isra 78, Taha 130 and Rum 17-18. There are the verses Allah points out about the times of prayers.

 Baqarah 238 – Maintain salat (prayer; turning to Allah) with care, (in particular) the middle salat (asr prayer – the constant experience of this in one’s consciousness). Live in full submission in the way of Allah. (A.Hulusi)

Hud/114 – Establish salat at the two ends of the day and at the approach of the night… Indeed, good deeds (experiencing the reality; a pleasant lifestyle) will remove the bad deeds (the act of covering the reality, and the consequences of offences resulting from an ego-based existence)… This is an advice for those with comprehension. (A.Hulusi)

Isra/78 – So establish prayer (salat) at the time the sun sets in the west until the darkness of the night. Also, the Quran of the dawn (the morning prayer)… Indeed, the recitation of the Quran of the dawn is ever witnessed. (A.Hulusi)

Taha/130 – So be patient about what they say… Glorify (tasbih) your Rabb as His Hamd (by feeling the One who manifests Hamd within you) before the sun rises and before it sets! And glorify (tasbih; experience your essential reality) in a part of the night (I’sha) and in the middle of the day (zuhr) so that you may attain the state of pleasure (observing). (A.Hulusi)

Rum/17 – Subhan is Allah, in your evening and in your morning! (A.Hulusi)

Rum/18 – Hamd belongs to Him in the heavens and the earth… At midday when the sun is at its peak and late afternoon when it begins to set! (A.Hulusi)

 104-) Ve la tehinu fibtigail kavm* in tekunu te’lemune feinnehum ye’lemune kema te’lemun* ve tercune minAllahi ma la yercun* ve kanAllahu Aliymen Hakiyma;

Do not relent in the pursuit of the enemy… If you are suffering, they too are suffering just the same… Yet you can wish from Allah things that they cannot hope for… Allah is the Aleem, the Hakim. (A.Hulusi)

And slacken not in following up the enemy: If ye are suffering hardships, they are suffering similar hardships; but you have hope from Allah, while they have not. And Allah is full of knowledge and wisdom. (A.Yusuf Ali)

Ve la tehinu fibtigail kavm* Do not relent in the pursuit of the enemy. in tekunu te’lemune feinnehum ye’lemune kema te’lemun If you are suffering, they too are suffering just the same. If you are paying a price, they too are paying. This is important. The difference between you and them is feeling. Difference of target. You have afterlife, you are people of two worlds. They have only one. While being a member of a group with two worlds, you should pay double the price, don’t you think that they won’t be willing to pay a price for their single world? The have only one world there’s nothing for them beyond. And yet they pay a heavy price just as you, sometimes even bigger.

Those one worlded people give their lives sometimes but us two worlded people sometimes we don’t. There are times when two worlded people couldn’t do the same sacrifice as those one worlded groups. So when you have the earth life and afterlife but you have no will to make sacrifice, how will you face Allah then. This is the one.

ve tercune minAllahi ma la yercun This is the thing I was saying. Yet you can wish from Allah things that they cannot hope for. They have no expectation of heaven but you do. They have no expectation from afterlife but you do. But you’re not acting like a person who has expectations from afterlife ad paradise.

ve kanAllahu Aliymen Hakiyma; For Allah is full of knowledge and wisdom.

Passage ends here.  But just like the entire Qur’an is linked together we will enter another passage connected to this one based on the events that occured in that era.

105-) Inna enzelna ileykel Kitabe Bil Hakkı li tahkume beynenNasi Bi ma erakellah* ve la tekun lil hainiyne hasiyma;

Most certainly We have revealed the knowledge of the reality to you, so that you judge among the people by the Truth shown by Allah. Do not defend the traitors! (A.Hulusi)

We have sent down to thee the Book in truth, that thou mightest judge between people by that which Allah has shown thee; so be not an advocate by those who betray their trust; (A.Yusuf Ali)

Inna enzelna ileykel Kitabe Bil Hakki li tahkume beynenNasi Bi ma erakellah We have sent down to you the Book in truth, that you mightest judge between people by that which Allah has shown you. So the goal of revelations is reordering peoples lives by verses. Establish a lifestyle that these verses are at the center of them. Build a social model. Create a society which their goals corelate with Qur’ans goals politically. So that Allah’s will may manifest in that society.

ve la tekun lil hainiyne hasiyma; Do not defend the traitors!

Here is the worlds most general rule comes from a specific event. This event is by all translations write in agreement but by records with different variants, it’s this.

Abu Ta’me from Ubeyrik clan, had made an offensive move to an ensar named Rifa’a who happened to convert to Islam recently, this man might be someone else according to other stories but the main premise is the same. Abu Ta’ma had stolen his armor and sword that was hidden in a flour bag. This Ubeyrik, he had brothers. They are known as Ubeyrik sons Abu Ta’me and his brother Beshir. Others too. They were from a shady background. People of ignorance and some negative impacted behaviours. They had kept that stolen armor and sword in their home first but out of fear of search they chose to pawn them to a Jew. In that era giving something to a Jew as pawn is some sort of bank function.

Rifa’a clan members began searching for the stolen armor and by following the trail of flour they reached the house of Abu Ta’me. They searched but not found the armor. But it was obvious that the trail ended there. So they began to pressure him. Abu Ta’me in pinch chose to rat the Jew by slandering him.

Saying; “Go search his house, you find it there.”

Of course they didn’t ask for how he knows about such a thing. They are all in doubts. Finally the armor was found in Jews house. But earlier this Jew had told his fellows that Abu Ta’me had brought an armor and a sword as pawn. Naturally situation was carried to Rasulallah. All members of Abu Ta’mes clan began objecting. These people were ensar who were supposed to be Muslims. But their adversary now was a Jew.

Jew was saying, “No, he brought it to me as a pawn. And I said this to my fellows, (naming them).” They too testified for the Jew. But they were all Jews. So Abu Ta’ma’s group came and said, “We are muslims.” Almost trying to say, “O Rasulallah, will you listen to those Jews now when we, muslims are saying one things and they are saing another?” As in “Will you sacrifice a muslim out of a Jews word.” This is the point where they pulled the situation. Trying to bury the situation in an emotional background. More like tryng to but “Us and them” model in front, rather than “Hakk and the truth.”

At that point verse had come to help as a form of warning for Rasulallah. ve la tekun lil hainiyne hasiyma; don’t you side with the traitors. The case must be in a tight spot in front of Rasulallah because of the lack of evidence. Also both sides even one side is non-muslim and the other side is muslim and they should carry a degree of faith they cannot show any evidence at all. They both had witnesses but naturally there was no way of knowing whose lying and whose telling the truth. At that point Rasulallah was about to verdict in the favor of Abu Ta’me, the verse came to aid to clarify the situation.

This is our example, our event. But we should be able to comprehend universal principles without stucking to this event. But we should also take it under constant consideration in order to grasp the principle well.

Verses between 105 and 115, this passage came about this event. This situation is always on the backgroun. But the bottom stream keeps coming to create a pattern between these verses. Whoever will be in front of you, side with the oppressed and against the tyrant.

106-) Vestagfirillah* innAllahe kane Gafuren Rahiyma;

Ask for forgiveness from Allah. Indeed, Allah is the Ghafur, the Rahim. (A.Hulusi)

But seek the forgiveness of Allah. for Allah is Oft-forgiving, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)

Vestagfirillah* Ask for forgiveness from Allah. innAllahe kane Gafuren Rahiyma; for Allah is Oftenly Forgiving, Most Merciful.

107-) Ve la tucadil anilleziyne yahtanune enfusehum* innAllahe la yuhibbu men kane havvanen esiyma;

Do not defend those who have betrayed themselves! Indeed, Allah does not like those who persist in betraying themselves. (A.Hulusi)

Contend not on behalf of such as betray their own souls; for Allah loveth not one given to perfidy and sin: (A.Yusuf Ali)

Ve la tucadil anilleziyne yahtanune enfusehum Do not defend those who have betrayed themselves! No person, my dear friends cannot betray someone else before betraying himself. In fact betrayal to Allah is ones betraying himself.

No person can tell a lie before telling himself that lie.

No person can oppress someone before oppressing himself.

A persons self betrayal is the name of alienating himself, removing himself from his fıtrat. Choking the voice is his conscience.

This is blasphemy, this is mischief. The thick veil that covers the conscience. As you already know the word kufur (blasphemy) means covering.

When you cover your conscience, you cannot hear the voice of your origin. Your connections with your conscience are cut. Even with all the yellings inside, you cannot hear or listen to yourselves. Because;

Summun bukmun umyun fehum la yerci’un;Baqarah/18

You become deaf, mute and blind. Of course this is a metaphoric meaning since Qur’an doesn’t say blind is the man without eyes. No, the real blind is the person who covers his hearts eyes, his consciences visions.

innAllahe la yuhibbu men kane havvanen esiyma; Indeed, Allah does not like those who persist in betraying themselves. Allah doesn’t like people who take betrayal as an occupation and dive into the swamp of sins.

108-) Yestahfune minen Nasi ve la yestahfune minAllahi ve HUve meahum iz yubeyyitune ma la yerda minel kavl* ve kanAllahu Bi ma ya’melune muhiyta;

 (The two-faced hypocrites) can hide from others but not from Allah! For He was present with them (according to Sufism this denotes the unity of existence; that Allah creates every iota of existence with His Names) when they were plotting during the night, things which He does not like. Allah encompasses what they do! (A.Hulusi)

They seek to hide them selves from people, but they cannot hide from Allah, while He is with them when they plot by night, in words that He cannot approve: And Allah Doth compass round all that they do. (A.Yusuf Ali)

Yestahfune minen Nasi They seek to hide themselves from people, ve la yestahfune minAllahi but they cannot hide from Allah. How can they do that, how can one hide from Allah, they can only hide things from people.

ve HUve meahum iz yubeyyitune ma la yerda minel kavl while He is with them when they plot by night, in words that He cannot approve. Allah was seeing them. A person commits a sin wondering that people see him or not at that time, if he commits that sin but only tries to hide it from other people, then his faith to Allah is problematic. Because that person carries doubt in his heart that Allah sees him all the time. This is the reference for those situations.

ve kanAllahu Bi ma ya’melune muhiyta; Allah encompasses what they do.

109-) Ha entum haulai cadeltum anhum fiyl hayatid dunya femen yucadilullahe anhum yevmel kiyameti emmen yekunu aleyhim vekiyla;

 You may defend them in the worldly life, but who will defend them during the period of Doomsday, and who will represent them? (A.Hulusi)

Ah! These are the sort of men on whose behalf ye may contend in this world; but who will contend with Allah on their behalf on the Day of Judgment, or who will carry their affairs through? (A.Yusuf Ali)

Ha entum haulai cadeltum anhum fiyl hayatid dunya You may defend them in the worldly life. Let’s say you did. This is for everyone of us including Rasulallah. It is said that there are people from us, among us, in  the same city, same camp, same region, same religion even, from our tribe, our bloodline, from our village that we know he’s not right, he is guilty but we defend him anyway.

So let’s say you defend them in this earth life. femen yucadilullahe anhum yevmel kiyameti emmen yekunu aleyhim vekiyla; But who will defend them during the period of Doomsday, and who will represent them? Is there another shelter, sanctuary or at least a place against Allah? Rasulallah was saying even his closest relatives;

O you (to the person he addressed) buy your ego from Allah’s hand. Because I swear I cannot do anything for you in Judgement Day.” This was his warning to them.

How can anyone defend the people who betrayed Allah while facing such an immense reality. How can you defend a person from Allah who is clearly against Allah?

So Qur’an wants us this. Don’t try to defend the things on earth if you cannot defend them in afterlife. If you cannot defend a thing or someone in front of Allah, then don’t defend him in earth life too. That means if you defend something in this life, then it should be defendable in the next life too while facing Allah’s domain. It is only possible if you defend what Allah defends in the first place as well as if you leave what Allah doesn’t defend either.

110-) Ve men ya’mel suen ev yazlim nefsehu summe yestagfirillahe yecidillahe Gafuren Rahiyma;

 Whoever commits a crime or wrongs himself (because of his ego, by assigning a separate existence to himself; duality) then (realizing his mistake) repents to Allah, Allah is the Ghafur, the Rahim (He forgives and enables the experience of the beauties from His grace)… (A.Hulusi)

If any one does evil or wrongs his own soul but afterwards seeks Allah’s forgiveness, he will find Allah Oft-forgiving, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)

Ve men ya’mel suen But whoever commits a crime ev yazlim nefsehu or wrongs his own soul, betray himself summe yestagfirillahe but afterwards seeks Allah’s forgiveness. yecidillahe Gafuren Rahiyma he will find Allah Oftenly Forgiving, Most Merciful. Rabb of All Worlds shows us a path here. Allah doesn’t push, doesn’t throw away, doesn’t cut the connection.  Allah does more than a compassionate mother can do to his child for followers and shows the door that they should walk to.

It’s not the mistake itself that creates treachery. It’s insisting and defending the mistake that does it. Both Adam and Satan had done the mistake. But Adam confessed his crime and yet Satan insisted on it. That’s why he became the Devil.

111-) Ve men yeksib ismen feinnema yeksibuhu alâ nefsih* ve kânAllahu Aliymen Hakiyma;

And whoever commits a crime, its consequence are for him alone (nobody else)! Allah is the Aleem, the Hakim. (A.Hulusi)

And if anyone earns sin. he earns it against his own soul: for Allah is full of knowledge and wisdom. (A.Yusuf Ali)

Ve men yeksib ismen feinnema yeksibuhu ala nefsih And if anyone earns sin. he earns it against himself ve kanAllahu Aliymen Hakiyma for Allah is full of knowledge and wisdom.

112-) Ve men yeksib hatiy’eten ev ismen summe yermi Bihi beriy’en fekadihtemele buhtanen ve ismen mubiyna;

Whoever does wrong or commits a crime and then blames an innocent person for it, he would indeed have committed open slander and a grave offence. (A.Hulusi)

But if any one earns a fault or a sin and throws it on to one that is innocent, he carries (on himself) (both) a falsehood and a flagrant sin. (A.Yusuf Ali)

Ve men yeksib hatiy’eten ev ismen Whoever does wrong or commits a crime summe yermi Bihi beriy’en and then blames an innocent person for it fekadihtemele buhtanen ve ismen mubiyna he would indeed have committed open slander and a grave offence.

113-) Ve levla fadlullahi aleyke ve rahmetuHU lehemmet taifetun minhum en yudilluke, ve ma yudillune illa enfusehum ve ma yedurruneke min shey’in, ve enzellAllahu ‘aleykel Kitabe vel Hikmete ve ‘allemeke ma lem tekun ta’lem* ve kane fadlullahi aleyke aziyma;

If it wasn’t for the bounty of Allah upon you and the grace of HU, a group of them would surely have attempted to mislead you… But they only mislead themselves! They cannot cause you any harm! Allah revealed (from the dimension of Names to your consciousness) the Book (knowledge of the reality) and Wisdom (the knowledge of religion and sunnatullah) to you, and taught you that which you did not know… The bounty of Allah upon you is great. (A.Hulusi)

But for the Grace of Allah to thee and his Mercy, a party of them would certainly have plotted to lead thee astray. But (in fact) they will only lead their own souls astray, and to thee they can do no harm in the least. For Allah hath sent down to thee the Book and wisdom and taught thee what thou knewest not (before): And great is the Grace of Allah unto thee. (A.Yusuf Ali)

Ve levla fadlullahi aleyke ve rahmetuHU If it wasn’t for the Grace of Allah to you and his Mercy lehemmet taifetun minhum en yudilluke, a group of them would surely have attempted to mislead you.

ve ma yudillune illa enfusehum ve ma yedurruneke min shey’in But they only mislead themselves! They cannot cause you any harm too.

As we remember the example event, which is also includes the reasonings of this passage entirety; the message that wants to be given here is this. They might mislead you, it’s possible. Because a judge can only make a verdict based on the proofs. You might show witnesses, you might give an oath, these are the tools of a judge. But in the end only Allah knows the inside of every business. So you might mislead the judge and make him give a verdict for your advantage but does that make your claims out of sin then?

Our prophets response to that is this.

-You need a court to resolve your issues. You create a case and come to me. Some of yours speech is stronger than others and I can only make a verdict based on testimonies, proofs and oaths. So if any of you get something what he doesn’t deserve but get by my decisions, that’s fire. He can take it or leave it then.

A genuine record. We can see this hadith in both Buhari and Muslims books. Even Rasulallah had given a verdict on something, that doesn’t change the essense of situation.

The truth that wants to be given here is this. You cannot make something legit just because you play the field. As in you cannot say it’s allowed to something it’s not clearly allowed in Allah’s book. A judges call, a states law, a scholars fetva cannot make the wrong right. It cannot make a person right if he is wrong. It cannot turn a tyrant into an innocent man. You cannot make the bad, good. Can you use it as an excuse; just because there’s a law that turn things to your advantage that Allah will accept this just like that? Can you use a scholars judgement against Allahs orders, can this validates your affairs? Even a verdict of prophet himself cannot be used against Allah’s orders. If you mislead your judge, the sin isn’t on his back, it’s all yours. We can understand this from the verse. Only the misleading group gets the harm. Allah shall ask for them eventually.

That’s why the message here is this. The feature of a thing can only be measured by its essence. Not some outside opinion or a verdict about it. If a thing is a tyrany in essence, it will always be a tyrany even everyone says it’s not. Even a situation is illegal by nature, it will always be illegal even that society looks at it as legal. If a belief is superstitious to begin with, it will always be superstitious  even the entire community looks at it as the truth. That’s the message.

ve enzellAllahu ‘aleykel Kitabe vel Hikmete ve ‘allemeke ma lem tekun ta’lem* For Allah has sent down to you the Book and wisdom and taught you what you don’t know before ve kane fadlullahi aleyke aziyma And great is the Grace of Allah unto you.

The wisdom here is the ability to integrate Allah’s revelations to life. We can say it as the ability of judgement. The ability to find the absolute truth. This is wisdom. Allah gave this ability of judgement to prophets. But even with that ability, if any of the prophet took a bad call, Allah interfered there. That’s why in a famous record of Rasulallah himself;

-If a judge makes an accurate call, Allah gives him two good deeds. If the call is not accurate but the judge tries his best to make a good call but not succeed then Allah gives him one good deed anyway.

The situation here is to reward not the conclusion but the efford to reach an ending. Otherwise nobody would be a judge. Because no man can claim that he knows the whole truth of every case he is presented. Only Allah knows everything.

114-) La hayre fiy kesiyrin min necvahum illa men emera Bi sadakatin ev ma’rufin ev islahin beynen Nas* ve men yaf’al zalikebtigae merdatillahi fesevfe nu’tiyhi ecren aziyma;

 There is no good in much of their private gatherings and interactions! Except those gatherings involving aid, benefit or reconciliation (and similar beneficial activities). Whoever does this seeking the pleasure of Allah, We will give him a great reward. (A.Hulusi)

In most of their secret talks there is no good: But if one exhorts to a deed of charity or goodness or conciliation between people, (secrecy is permissible): To him who does this, seeking the good pleasure of Allah, We shall soon give a reward of the highest (value). (A.Yusuf Ali)

La hayre fiy kesiyrin min necvahum We are presented with general principles again based on example events. In most of their secret talks there is no good. Necva, this means council activities. Secret propaganda, one might also say. Spreading whisper. This part is a reference for the clan Ben-i Zafer, a group to find a way to absolve their member from the theft. We read these people a while ago regarding our example event. They were making meeting after meeting till mornings just to find a way to absolve their clan member in this trial.

illa men emera Bi sadakatin ev ma’rufin ev islahin beynen Nas Except those gatherings involving aid, benefit or reconciliation and similar beneficial activities. There’s no harm in that. These meetings should only carry a humane purpose, they should only bring forth the truth and goodness.

ve men yaf’al zalikebtigae merdatillah Whoever does these goodnesses seeking the pleasure of Allah, fesevfe nu’tiyhi ecren aziyma; we will give him a great reward when the time comes. Person who does all these good deeds to earn Allah’s favor. Two parted situation; one you will make a good deed and two you will do it with good intentions. That means if you do a good deed with bad intentions, the result will be vain and bad as well.

This is like a bad, immoral and evil persons deed of taking a young and abandoned girl to his house, nurturing and growing her just to use her in his evil deeds. Because when you see the deed from outside it may look nice. Hey that man gives this girl a roof over his head, how nice of him. But when you look at the intention it’s so evil, so gross. That’s the reason Allah puts this expression in this verse, it’s important to look at the right angle to a situation.

115-) Ve men yushakikirRasule min ba’di ma tebeyyene lehul huda ve yettebi’ gayre sebiylil mu’miniyne ngvellihi ma tevella ve nuslihi cehennem* ve saet mesiyra;

Whoever opposes the Rasul after the reality becomes clearly evident; We will abandon him in his path and lead him to hell in the end! What a wretched destination that is! (A.Hulusi)

If anyone contends with the Messenger even after guidance has been plainly conveyed to him, and follows a path other than that becoming to men of Faith, We shall leave him in the path he has chosen, and land him in Hell,- what an evil refuge! (A.Yusuf Ali)

Ve men yushakikirRasule min ba’di ma tebeyyene lehul huda If anyone contends with the Messenger, part his way with Messenger, turning his back to him even after guidance has been plainly conveyed to him, ve yettebi’ gayre sebiylil mu’miniyne and follows a path other than that becoming to men of Faith, nuvellihi ma tevella ve nuslihi cehennem* We will abandon him in his path and lead him to hell in the end! ve saet mesiyra What a wretched destination that is!

This is Qur’ans expression; if you try to defend the injustice because of your connections of kinsman, race, tribe, clan, relation, group or even your religion; this is what’s going to happen then. Your connection shouldn’t pull you to a situation where you defend the oppressor. Be with the weak, whoever he is. He might be Jew or something else. That’s why there’s a saying, you cannot ask the weak about his beliefs. You shouldn’t ask for the oppressed peoples religions.

116-) InnAllahe la yagfiru en yushreke Bihi ve yagfiru ma dune zalike li men u ve men yushrik Billahi fekad dalle dalalen be’iyda;

Allah will definitely not forgive shirq (duality) in regards to Him! But He forgives lesser faults other than this (offences lower than duality), for whom He wills… And whoever commits shirq (duality; assumes a separate existence independent of Him) to Allah (B’illahi), the creator of the entire existence with His Names, he has surely fallen into a corrupt belief far astray (from the reality)! (A.Hulusi)

Allah forgiveth not (the sin of) joining other gods with Him; but He forgiveth whom He pleaseth other sins than this: one who joins other gods with Allah, hath strayed far, far away (from the right). (A.Yusuf Ali)

InnAllahe la yagfiru en yushreke Bihi Allah will definitely not forgive shirq in regards to Him! ve yagfiru ma dune zalike li men u ve men yushrik But He forgives lesser faults other than this for whom He wills.

ma dune means “other than”, “below that.”

ve men yushrik Billahi fekad dalle dalalen be’iyda; people who joins shirq with Allah, hare the ones who stuck deep in corruption and they strayed far.

There’s a reference here to our example event. Because Ibn Tame had done something worse, instead of apologizing when his crimes were surfaced, asking forgiveness from Allah and admitting his sins, he did something awful. He escaped to Mecca, converted from Islam and joined the ranks of heathens. Funny though since he made thefts there too. While he was poking a hole on a wall in his thievery the wall collapsed on him, he didn’t die but caught there. Meccans realized that he was a cleptomaniac and forced him out of city. Then he tried to rob a group, a trade route while he was traveling with them, he tried to rob the people while he was staying under their protection. Therefore he was executed by stoning. Died a terrible way. Conclusion; Both in this life and the next a terrible example of a life.

117-) In yed’une min duniHI illa inasen, ve in yed’une illa sheytanen meriyda;

Those who turn to things other than Allah turn only to lifeless female deities in His stead, and hence they turn to none but the persistent malicious Satan (ego)! (A.Hulusi)

 (The Pagans), leaving Him, call but upon female deities: They call but upon Satan the persistent rebel! (A.Yusuf Ali)

In yed’une min duniHI illa inasen Those who turn to things other than Allah turn only to lifeless female deities in His stead. Here we have two different meanings. Because the word inas one meaning of it is a lifeless thing, an artifact. According to the records of Taberi, Ibn. Abbas, Katade and Hasan Basri, all unliving things, all lifeless things are called inas by the heathens of Mecca those days. But it’s not about lifeless things per se. These things are the ones who were showed respect, being subjects of worshipping, bowed down to, stood respect to. All in all their lifeless deities. Their artifacts of respect and worshipping were all called inas. But this word has another meaning; female.

For some reason they were choosing their deities, worshipping symbols among females. Most of the choices were females. Why, you may ask? I didn’t say lady, I didn’t say woman. For the same reason I didn’t translate Inas as woman because we all know that they had no respect for their women. From the records we read today we all have a perfect understanding of those eras peoples opinion about women. Women had no right of possession, they had no right of electing. They had no right of choosing their husbands as well as no saying on inheritance. In fact, let alone inheritance, they were like possessions that can be earned from inheritance. Most of the time their right of living were taken and they were been murdered without any justification. When seeing all those it wouldn’t be normal to say they were worshipping women.

 So what’s that about then? They were worshipping femininity, sexuality. Lifeless sexuality, just like ancient Greeks had done. Aphrodite was the goddess of beauty but in the same era greatest Greek scholars were arguing about whether women have souls or not. You can see the problem here. In Aristoteles’s Poetica it was argued that women should be equal as slaves or not. As in they can be reduced even more. Very peculiar since these are Greeces most respected scholars. That’s why what should be understood from this expression is lifeless objects, symbols of respect and of course the Notion of sexuality. Just like modern era western civilizations.

 Modern western societies today don’t bring forth the humanity of women either. That’s why they have no respect for womens opinions. No they exploit the femininity, sexuality of women. For Allah’s sake what is it have to do with respecting women, elevating womens status, showing respect. This is expoitation of womens sexuality, not elevation of women. Islam doesn’t allow that. The logic of covers is this.

ve in yed’une illa sheytanen meriyda; and hence they turn to none but the persistent malicious Satan.

118-) Leanehullah* ve kale leettehizenne min ibadike nesiyben mefruda;

Allah has cursed (Iblis)… For Iblis had said, “I will surely take from among Your servants a significant portion”… (A.Hulusi)

Allah did curse him, but he said: “I will take of Thy servants a portion marked off; (A.Yusuf Ali)

Leanehullah* Allah did curse him. ve kale leettehizenne min ibadike nesiyben mefruda For Satan had said, “I will surely take from among Your servants a significant portion”. That is the reason of his damnation.

119-) Ve leudillennehum ve le umenniyennehum ve le amurrennehum fele yubettikunne azanelen’ami ve leamurennehum fele yugayyirunne halkallah* ve men yettehizisheytane veliyyen min dunillahi fekad hasira husranen mubiyna;

“And I will surely mislead them, and I will arouse in them (sinful, bodily, empty) desires, and I will command them so they slit the ears of cattle (as sacrifice), and I will command them so they will alter the creation of Allah.” And whoever deserts Allah and takes Satan (bodily temptations; ego) as master has certainly suffered a great loss. (A.Hulusi)

“I will mislead them, and I will create in them false desires; I will order them to slit the ears of cattle, and to deface the (fair) nature created by Allah.” Whoever, forsaking Allah, takes Satan for a friend, hath of a surety suffered a loss that is manifest. (A.Yusuf Ali)

Ve leudillennehum Satan continued “And I will surely mislead them ve le umenniyennehum and I will create in them false desires. umenniyennehum Umniyye means Utopia. Dreamland. I will make them follow their false desires, make them dream of things that don’t exist and they will spend their lives for the things that never come to life. This is the meaning of Umniyye. Utopia, neverland. Dreams that will never come to life. Or with old saying, raw dreams.

ve le amurrennehum fele yubettikunne azanelen’ami I will order them to slit the ears of cattle. You can put anything, any action to this expression. An action of showing an independent belief from Allah. Actually here the expression of slitting the ears of camels or cattles are used as symbolically, metaphorically. We should take this cattle ears as examples. If the verse arrives today, it would say “putting knots and rags to mausoleums.” It would say they will deitify their ancestors, or they will sell yasin books or read artifacts.

They will use mausoleums as mosques or worshipping grounds. We should understand the message like that. So all actions in regard of showing the attributes of a religion unbound from Allah can be taken under this frame. Back in the days, heathens were opening the ears of camels, both torturing them and letting them go with that scars bleeding. They were saying this belongs to Allah. As in they were making a sacrifice but with torture. Even Allah never wants such a thing. Because Allah has created these creatures so that humans may benefit from them. Torturing them cannot be helpful on that purpose.

ve leamurennehum fele yugayyirunne halkallah and I will command them so they will alter the creation of Allah.

This is a warning that should be taken seriously. A warning so serious and important that cannot be reduced to an animals ear or a womans eyebrow or a mans hair.

We may see in other translations that this is reduced to some simple, physical, material thing. No, it’s something more than that.

Altering the creation, interfering the nature of creation. Corrupting the nature of men. That’s what has been done today. This is the biggest deflection of mankind, since the modernity of a group which we may call the civilization of lies are trying to alter and corrupt the codes that were put there by Allah.

Altering the nature, when you alter the nature, when you corrupt the program of Allah, a man naturally leaves the path of truth, hakk, beautiful and good and falls into the path of superstitious. The things he does are all for his own harm. He tries to do things that destroy the lives of both him and his next generation. Just like today. He begins to turn this world into a dungeon. Every invention, every discovery led him to a step that destroys his happiness instead of creating and increasing it.

This is what altering the nature means. Interfering the main frame that are coded by Allah. Fitrat, Kullu mevludin yuledu alel fitratil Islam. That clean nature, that Islamic nature which we all born with it and to it. Pure nature.

ve men yettehizisheytane veliyyen min dunillahi fekad hasira husranen mubiyna; And whoever deserts Allah and takes Satan as master has certainly suffered a great loss.

120-) Ye’iduhum ve yumenniyhim* ve ma ye’iduhumusheytanu illa gurura;

Satan promises them and arouses false hope and desire in them. But Satan does not promise anything except delusion. (A.Hulusi)

Satan makes them promises, and creates in them false hopes; but Satan’s promises are nothing but deception. (A.Yusuf Ali)

Ye’iduhum ve yumenniyhim* Satan promises them and arouses false hope and desire in them. ve ma ye’iduhumusheytanu illa gurura But Satan does not promise anything except delusion. Only thing someone may gain from Satan is deception.

121-) Ulaike me’vahum cehennemu ve la yecidune anha mehiysa;

The destination of such people is hell (the state of suffering)! And they will have no way to escape it. (A.Hulusi)

They (his dupes) will have their dwelling in Hell, and from it they will find no way of escape. (A.Yusuf Ali)

Ulaike me’vahum cehennemu The destination of such people is hell ve la yecidune anha mehiysa  And they will have no way to escape it.

122-) Velleziyne amenu ve amilus salihati senudhiluhum cennatin tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha ebeda* va’dAllahi hakka* ve men asdaku minAllahi kiyla;

As for those who believe and live according to their faith (engaging in good deeds), We will admit them to Paradises underneath which rivers flow… They will reside therein eternally (as a result of the manifestation of the Names of Allah)… This is the promise of Allah in Truth! Is anyone more truthful than Allah? (A.Hulusi)

But those who believe and do deeds of righteousness,- We shall soon admit them to Gardens, with rivers flowing beneath,-to dwell therein for ever. Allah’s promise is the truth, and whose word can be truer than Allah’s? (A.Yusuf Ali)

Velleziyne amenu ve amilus salihati senudhiluhum cennatin tecriy min tahtihel enharu halidiyne fiyha ebeda As for those who believe and live according to their faith, engaging in good deeds, We will admit them to Paradises underneath which rivers flow… They will reside therein eternally.

va’dAllahi hakka* This is the promise of Allah in Truth! If you have faith and trust in Allah, you should trust the promise Allah gave you ve men asdaku minAllahi kiyla; Is anyone more truthful than Allah?

123-) Leyse Bi emaniyyikum ve la emaniyyi ehlil Kitab* men ya’mel suen yucze Bihi ve la yecid lehu min dunillahi veliyyen ve la nasiyra;

(Sunnatullah – the system and order of Allah) is not according to your wishful thinking, nor the wishful thinking of those to whom the knowledge of the reality was given before you (and who failed to appraise it)! Whoever does wrong will live its consequences! (After which) he will not be able to find any protector or helper other than Allah! (A.Hulusi)

Not your desires, nor those of the People of the Book (can prevail): whoever works evil, will be requited accordingly. Nor will he find, besides Allah, any protector or helper. (A.Yusuf Ali)

Leyse Bi emaniyyikum ve la emaniyyi ehlil Kitab Not your desires, nor those of the People of the Book, they are not the decisives here. Not in the slighest. You cannot say or decide how you treat to Allah. More importantly Allah doesn’t look how you describe yourselves either. Important thing is how Allah sees you, not what you call yourselves. You can call yourselves anything but the important thing is what Allah calls you, in oder words what you really are, that’s the important thing.

This verse should be compared with Baqarah/62. Innelleziyne amenu velleziyne Hadu venNesara vesSabiiyne men amene Billahi.. 

Those who believe, those who categorised themselves as Muslims, this is the meaning. Jews, Christians, Sabians and among them men amene Billahi those who show faith. ve amile salihan those who make true and good deeds felehum ecruhum inde Rabbihim their prices, prizes will be given in their Rabbs domain. ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun; They won’t feel sorry for their past nor they won’t be anxious for their future.

The message here is this, my friends. Don’t defend your religion like defending a sport team. Allah rejects any kind of defense based on sole membership. No, support yourselves with your actions not your religions name. As in don’t thing you will have a special treatment just because you are among a specific society. This is what we call becoming jewminded.

What were they saying; ..nahnu ebnaullahi ve ehibbauHU.. Maida/18

We are Allah’s sons and daughters. We are Allah’s friends, beloveds. That’s why they were claiming that they won’t be touched by fire except for a few days. Why; well they were trying to say Allah will favor them but in fact they were slandering Allah. Because of that they were seeing themselves as first class individuals but calling others as goim; goim in Hebrew means outsider also have the meanings of heretic, blasphemer. So people who weren’t with them, they were all second class bunch. Those people, those who weren’t Jew, more accurately who weren’t in bloodline of sons of Israel, they had one purpose an done purpose only. Serving the cause of Jews, this was their claims.

This is completely a self-centered, egotistical approach of course, not to mention racist. Allah denies these kinds of approaches altogether. Any thing other that takva and faith, any object and concept are forbidden to use as a superiority tool, superiority measure. We read that gender is used as a different measure just now, if you remember. Also when we look at our example event, you see the tribe factor. As you see; “We are Muslims O Rasulallah. They are Jews. Will you look for a Jews’ saying or will you believe us” This is the motive. Looking from this angle they all have the same feature inside.

That’s why seek support from your actions not your memberships. Moving on.

men ya’mel suen yucze Bihi Whoever does wrong will live its consequences! ve la yecid lehu min dunillahi veliyyen ve la nasiyra he won’t be able to find any protector or helper other than Allah!

124-) Ve men ya’mel mines salihati min zekerin ev unsa ve huve mu’minun feulaike yedhulunel cennete ve la yuzlemune nekiyra;

 Whoever, as a believer, does a good deed, whether male or female, they will be admitted to Paradise, not an iota of their deeds will be lost. (A.Hulusi)

If any do deeds of righteousness,- be they male or female – and have faith, they will enter Heaven, and not the least injustice will be done to them. (A.Yusuf Ali)

Ve men ya’mel mines salihati min zekerin ev unsa ve huve mu’minun feulaike yedhulunel cennete If any do deeds of righteousness,- be they male or female – and have faith, they will enter Heaven ve la yuzlemune nekiyra; and not the least injustice will be done to them. These people will enter Paradise whether some parties like it or not. This is not up to us, Allah has determined everything.

125-) Ve men ahsenu diynen mimmen esleme vechehu Lillahi ve huve muhsinun vettebea millete Ibrahiyme haniyfa* vettehazAllahu Ibrahiyme haliyla;

Whose understanding of religion can be better than he who follows the people of Abraham as a doer of good (with the comprehension that his being is the manifestation of Allah’s Names) and in submission to Allah (without the concept of a deity; with the consciousness of being in servitude to Allah alone) and as a Hanif! Allah took Abraham as an intimate friend (Halil; Abraham was blessed with the station of Hullet) (More information on this topic can be found in The Perfect Man by Abdulkareem Al-Jili). (A.Hulusi)

Who can be better in religion than one who submits his whole self to Allah, does good, and follows the way of Abraham the true in Faith? For Allah did take Abraham for a friend. (A.Yusuf Ali)

Ve men ahsenu diynen mimmen esleme vechehu Lillahi ve huve muhsinun vettebea millete Ibrahiyme haniyfa Who can be better in religion than one who submits his whole self to Allah, does good, and follows the way of Abraham the true in Faith?

Definition of Muslim is given here. If you ask who is the Muslim, there he is. A person who submits to Allah with his entire being and then giving an example, Abraham. He is like Abraham. He is the example here.

Islam isn’t a name of a group of clan. We understand it here. Islam is the stance of a persons with Allah. His personal stance. His submission. Mutual symbol is Abraham. So if anyone asks what is this stance, it’s safe to say Abraham’s stance. Rabb of All Worlds says learn submission from him. Yes.

vettehazAllahu Ibrahiyme haliyla; For Allah did take Abraham for a sincere friend.

126-) Ve Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* ve kanAllahu Bikulli shey’in muhiyta;

Whatever is in the heavens and the earth is for Allah (for the manifestation of the meanings denoted by the Names). Allah, as the creator of all things with His Names, is the All-Encompassing. (A.Hulusi)

But to Allah belong all things in the heavens and on earth: And He it is that Encompasseth all things. (A.Yusuf Ali)

Ve Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard and in the end we reached the end of the passage. As a conclusion we return back to the eternal values and focus on the owner of creation.

Ve Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard But to Allah belong all things in the heavens and on earth.

ve kanAllahu Bikulli shey’in muhiyta; And Allah is that Encompasses all things. All these verses, all these revelations and orders and restrictions within, all these celestial advices; Allah has nothing to gain from them. You are under Allah’s power and you cannot get out whether you want it or not. You owe your existence to Allah. Then all these orders and restrictions are for your own happinesses. Don’t you think about that still?

 “Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”


ESMA DERSLERİ – 16 – EL MÜTEKEBBİR (81.Video-(1.10.14 d.)

$
0
0

el-mutekebbir-1

         “Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

………BismillahirRahmanirRahıym

………El Mütekebbir, büyüklük gösteren, büyüklüğünü sergileyen, büyüklüğün hakkını veren. Kebura büyüklüğe delalet eder Kübr büyüklük, el kübr şerefte ululuk manasına geliyor. Kibr önde gitmek elebaşılık yapmak manasına geliyor büyüklük taslamakta oradan geliyor. Kibr insana isnat edilince yergidir tıpkı bir önceki Cebbâr gibi, Allah’a isnat edilince övgüdür. Yani Mütekebbir olmak Allah için övgü ifade eder, insan için yergi ifade eder, ahlaksızlık ifade eder. Niye? Allah içini doldurur ama insan dolduramaz. Allah zaten büyüktür ama insan büyük değildir, büyüklenirse yalan söylemiş olur.

………İnsanın büyük – küçük tasavvuru Husuli bilgi değil yaratılışla verilmiş huduri bilgi ile ilgilidir. Hekimlerimiz iyi bilirler, beynimizin ortasında hipotalamus diye fındık büyüklüğünde ta iç iç iç beyin var, yani çekirdeği, tohumu diyelim. Hipotalamus aklımızı kaybetsek te kaybetmeyeceğimiz bilgi ile doludur. Yanlış bilgi vermeyeyim, mesela elimize aldığımız bir şeyi ağzımıza götürmemiz için akıllı olmaya ihtiyaç yok. Delilere bakın hiçbir deli aldığı yiyeceği ensesine götürmez, ama deli?  O bilgi orada, çok tabii olan ihtiyaçlarını asla unutmazlar çünkü o bilgi oraya nakşedilmiş, içine yerleştirilmiş. Buna huduri bilgi diyor İslâm alimleri, yani verilmiş bilgi. Bir de husuli bilgi var, elde edilmiş bilgi. İşte Müdevven bilgi bu sonradan elde ettiğimiz bilgiler.

………İnsanda yerleşik büyük – küçük tasavvuru huduri bilgidir husuli bilgi değildir. Büyük olanı bilmek için insani akla bile gerek yok, hayvanlar bile cüssesi kendisinden büyük olanı gördüğü zaman geriye çekilirler çünkü büyük küçük tasavvuru hipotalamusa yerleştirilmiştir, ama bu tasavvur rölativdir, görecedir. 5 üçe göre büyük 10 a göre küçük. Ney neye göre büyük. Ama Allah’ın büyüklüğü görece değildir, Allah kıyaslanamaz büyüktür.

………Büyüksün ilahi büyüksün büyük,

………Büyüklük yanında kalır çok küçük. (A. Haydar bey)

………İnsan İslâm idrakini bir noktadan alıp kemale doğru ulaştırmada rehberlik sistemidir. elyevme ekmeltü leküm diyneküm ve etmemtü aleyküm nı’metiy..(Maide/3) işte bugün dininizi size ikmal ettim, nimetimi itmam ettim. Fakat Müslümanların aklı hala büyüklük meselesinde cismani büyüklüğe takılmıştır, maalesef böyledir.

………Peygamberimize mucize olarak Kur’an verilmiştir, Kur’an da peygamberimize verilmiş ikinci bir mucizeden bahsedilmez. Hatta mucize isteyenlere denir ki şiddetle, Evelem yekfihim enna enzelna aleykel Kitabe yütla aleyhim. (Ankebut/51) bu kitabı indirmiş olmamız size mucize olarak yetmedi mi? Yetmedi diyen bildiği yere kadar gitsin bize yetti.

………Evet, Kur’an dan 200 yıl sonra es sira sahibi 10 tane kaydetmiş. Şimdi Kur’andan başka yok, Kur’andan 200 yıl sonra 10 adet çıkıyor. Ondan 200 yıl sonra Maverdi ‘Alamün nübüvve’de bunu 4 e katlamış. Yani Kur’an dan 430 yıl sonra 40 a kadar çıkmış.

………Dursak ya..! durulur mu bir kere yola çıktık. Ondan 170 – 180 küsür yıl sonra Kadî Iyaz’ımız ele almış bunu 130 a çıkarmış. Orada da kalmamış, ondan sonra İbn. Kesir’imiz bunu almış el bida ven nihaye de bağımsız bir başlık açmış kitap, orada bunu 300 e çıkarmış. Ondan 50 yıl sonra 900 e çıkmış, ondan 150 yıl sonra da 3.000 e çıkmış. Şu anda 3.000 tane mucizemiz var nur topu gibi maşallah nereye ekmişler de nerede bitmiş. Ama işin garibi peygamberimizin bunlardan haberi yok.

………Gerçekten bu kadar mı gerçeklerden koptuk, bu kadar mı kıymete kanaatsiziz, bu kadar mı David Copperfield miydi neydi, bu kadar mı meraklısıyız onun. Yani biz peygamberi bu kadar mı illüzyoncuya dönüştürmeye meraklıyız. Biz galiba karıştırmışız bir şeyleri, peygamberlikle illüzyonu karıştırmışız.

………Hani peygamberimize gelmiş bir bedevi öyle diyordu ya “Peygambersen devemi kaybettim yerini söyle bana” demişti, Bunu bedevi yapıyordu ama bedevilikten hala nasıl kurtulamadığımızı gösteriyor. Orada bulunan sahabeden bir tanesi kolunu tuttu adama ağır bir sözle küfretti, gel dedi onu o bilmez ben bilirim dedi, Yani küfrünü onaylamıyoruz, zaten peygamberimizde asla bir daha böyle konuşma, ağır konuşma dedi. Sebbetme dedi. Onu onaylamıyoruz ama ikinci tarafına bakar mısınız onu o bilmez onu gel benden sor. Muhtemelen arkada bir iki çıkışacaktı. Aynen olmuş bir olay,

………Sahabenin tavrına bakın, gerçek sahabenin tavrına ve bu ümmetin tavrına. Yani bedevinin tavrına nasıl dönüverdik değil mi? Peygamberimiz çocuğa soruyor medyum çocuğa; Kalbimden bir şey tuttum bil bakalım. O Dur diyor, Ömer burayı şeytanlar bastı hemen terk edelim. Meğer Duha suresini tutmuş, bilmiş işte. Haydi öpelim elini ayağını gir sıraya. Bu mu yani, bu ümmetin hali bundan farklı mı şu anda? Eyvallah.

………Evet Müslümanların büyüklük tasavvurundan bahsediyordum değil mi, bir tane örnek vereceğim müsaade buyurun, vermezsem zayi olur. Uzağa gitmeye gerek yok, Yuşa türbesine çıkın, Yuşa tepesine. Orada 17 m. Uzunluğunda bir mezar bulursunuz. Bu geçmişten bir örnek ben size günümüzden bir örnek vereyim. Vereyim de uydurma hadis sektörü nasıl çalışır, aslında hadis nasıl uydurulurun modern, çağdaş bir versiyonunu vereyim size.

………Adem’in çölde bulunan dev iskeleti. Hikayenin janjanlısını istiyorsanız gidince tıklayın Adem’in dev iskeleti diye, önünüze çıkar. İnternet çöplüğünde dolaşan bir resim bu. Dev bir iskelet var Suudi Arabistan’ın Rubülhari çölünde ABD Aramko şirketinin petrol arama sahalarının içinde bir sürü adam orada petrol ararken ortada kocaman dev gibi bir iskelet yatıyor. Altında da Arapça Fesubhanallah Lâ havle ve lâ kuvvete illâ Billâh ondan sonra yorumlar, inanmayanın gözü çıksın, haydi gelin buna da inanmayın, hatta hızını alamamış bir de küfürü basmış terbiyesiz. Bu da davet ediyor hesapta. Uydurma Hadis koleksiyonuna çağdaş bir katkı bu. Yani o yazıya göre 1.000 yılın en büyük mucizesiymiş altında öyle yazıyor Arapça. Suudi Arabistan’ın Rubülhari çölünde ABD Aramko şirketi tarafından bulunuyor bu iskelet. Suudi ordusu bölgeyi hemen kordon altına alıyor, oralarda yazıyor ben orada okudum. Bu fotoğrafı birileri gizlice sızdırıyor kamuoyuna. Bir de aklını kullanmayan Suudi allameler konuşuyor tabii tutuyor birileri böyle bir şey oldu diyorsunuz. Allah..! Bizimki aşka gelmiş tut tutabilirsen. İşte diyor hadisleri inkâr edenlerin nasıl kâfir oldukları ortaya çıktı, bak Buhari de yazıyordu, Müslüm’de yazıyordu Adem’in boyu 60 zira idi, 60 zira yaklaşık 20 metre yapar. Bak ölç 20 metre, çıktı işte. Vs. vs.

………Altına düşen notları okudum uydurulmuş dine kimin müşteri olduğunu da burada görüyorsunuz aslında. Bir de Allah rızası için yalanı servis etme çağrısı var. Bunu diyor 20 kişiye gönder meyenin..! Bu fotoğrafı Allah rızası için en az 20 kişiye göndermeyen … olsun var bir de. Yorumlar gelmiş; Kâfirler görsünler bakalım. Bir tanesi aşka gelmiş basmış küfrü haydi buna da inanmayın…!

………İşin aslı şu; Uluslar arası bir grafik yarışması yapılıyor, Kanada’li bir grafik sanatçısı bu yarışmaya bir grafiği ile katılıyor. Grafiker Kuzey Amerika da bulunan bir Mamut heykelinin fotoğrafına ustaca insan kellesi, kafatası ekliyor. Yani bilgisayarda photo şhop ta harika bir grafik yapıyor. Mamut iskeletine ustalıkla insan elleri, kolları yani kemikler, kafatası ekliyor ve bu grafiği ile yarışmaya giriyor ve derece alıyor hatta 1. Oluyor her halde. Grafiker bu photo montajıyla ödül alıyor. O siteden birileri bu fotoğrafı çalıyor, altına bu yalanı uyduruyor servis ediyor. Bunu da tıpkı hadis uyduranlar gibi Allah rızası için yapıyor.

………Soru; Peki bizim akletmeyenler tayfası bunu niye yapıyor? Bunu yapanlar Müslüman, bunu çalan hırsız da Müslüman, bu sahtekârlığı yapan da ………Allah rızası için yapıyor. Şimdi anlıyor musunuz hadis nasıl uydurulur.?

………Cevap; en sahih hadis kitaplarında geçen bir rivayeti doğrulamak için yapıyor. Hadise vahiy diyenlere kanan bu Müslüman bu spekülatif bilgiye inanmazsa imanına halel geleceğini zannediyor. Böylece zanna ve spekülasyona dayalı rivayet kültürünün vahiy ilan edilmesinin büyük zararı bir kez daha ortaya çıkmış oluyor. Gerçek vahye zarar veriyorlar.

………Sonunda ne oluyor? Yalan Müslümanların elinde patlıyor, aklını kullanmadan uydurulan din mensupları akleden dindaşlarının yüzün bir kez daha kızartmış oluyor. Bu; Allah’ın akletmeyenin başına pisliği nasıl boca eder sorusunu sorun ben de cevabını vereyim. ve yec’alürricse alelleziyne lâ ya’kılun. (Yunus/100) Allah aklını kullanmayanların üstüne pisliği boşaltır. İşte bu ayet sorunun cevabıdır. Büyü bozan Müslümanlar büyülenmek için nasıl yalan arayan Müslümanlara dönüştüler.

………Firavunların heykelleri çok büyük ebatta yapılırlardı, Neden? Zavallı cahil kitle firavundan korksun diye, gerçek öyle zannederdi çünkü firavunu görmek yasaktı. Bu korkutmak için tasarlanmış zulüm politikasıydı. Hz. Musa’nın yaptığı ilk şey firavunu halka göstermenin planıydı. Onun için bayram gününü şart koştu Hz. Musa, onun için firavunun da bulunması şartını koştu. Yani Musa büyü bozdu, büyücüler ve büyülenenler, bozulan büyülere bozulurlar değil mi?

………Soru şu; Hz. Musa’nın büyü bozduğuna inanan Müslümanlara ne oldu da büyüklük tasavvurlarıyla firavunun alıklaştırdığı kitlelere döndüler diye sorup geçerim, bir vah çekelim ve geçelim.

………Tekebbür ve kibir. Olumlu tekebbür, olumsuz tekebbür diye ikiye ayırabiliriz. Büyük, hem de en büyük olduğu için büyüklenen el Mütekebbir. Olumsuz tekebbür; büyük olmadığı halde büyüklenen kimsenin kibri. Kulların kibri bu cümledendir. Mütekebbir Allah’a has bir sıfattır. Kibir; bir insanın bu sıfatta Allah’a ortak çıkmasıdır haşa. Tekebbür büyük olmadığı halde büyük taklidi yapmaktır. Nasıl? Temarüz deriz değil mi? Hekimler iyi bilirler temarüz nedir? Hasta olmadığı halde hastaymış gibi davranmaya temarüz denir. Müteşair deriz; Şair olmadığı halde şairmiş gibi yapan. Müteselfis deriz, filozof olmadığı halde filozofmuş gibi yapana müteselfis deriz. Mütenebbi deriz niye? Sahte peygambere mütenebbi deriz, peygamber olmadığı halde peygambermiş gibi davranan. Tekebbür de budur.

………Kibir; insanın Allah’a ilişkin umudunu tüketen bir çürümüşlük halidir. Kibir kalbin mühürlenme sebebidir, bu ise insanın kendini yetiştirme yeteneğinin yitişidir. Neden? Kibirli insan kendini yetiştirme yeteneğini kaybetmiş insandır. Neden? Çünkü kendini gerçek olarak göremiyor. Gerçek olarak göremeyen nasıl yetiştirecek? Yani kendine yalan söylemeden insan kibirlenemez. Kibir insanın kendine söylediği en dehşet yalandır öyle değil mi? Rabbim sizleri de bizleri de muhafaza buyursun ve cehennem gerçekte kulun değil kibrin yandığı haddehanedir. Kibir kalbin mühürlenme sebebidir bu da insanın kendini değiştirme yeteneğini yok eder. Zümer/72. Ayet ne diyor biliyor musunuz? Allah kibirliyi cehenneme atacak diyor.

………Mütekebbir ismine iman insanın kendi kibir seline kapılmasının önüne geçmektir zira insan kibri tarafından kuşatıldığında kendi “ben” i kendisine zindan olur. Neden Allah’ın Mütekebbir diye bir ismi var ve neden biz O’na iman etmek zorundayız sualinin cevabı nedir biliyor musunuz? İnsan kibirlenmesin diye rabbimiz böyle bir isim almış. Eyvallah. Yine şefkat, yine ilahi merhametin ifadesi. Kibirlenen insan ipek böceği gibi kendi kozasını kendisine mezar kılar. Örer etrafını ve içinde ölür.

………Kur’anî çerçeveye bakalım Allah tekebbüre hakkı olan yegâne varlıktır. “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir* SubhânAllâhi ‘ammâ yüşrikûn. (Haşr/23) bu cümlenin iki zımni anlamı. 1 – Hiçbir müşriğin şirkinden Allah zerre kadar zarar görmez şirkin zararı müşriğedir. 2 –  Tekebbür sadece Allah’ın hakkıdır ve O’na mahsustur. Hakkını hiçbir kul veremez. Yani kibirlendin de kibirin hakkını verecek misin? Büyüklendin bari büyük olsaydın, olamayacaksın, ne kadar büyük olabilirsin ki. Toplu iğnenin kalınlığını düşünün, saç teli daha doğru saç telinin kalınlığı ne kadar olabilir? İşte ona kaç tane atom sığar biliyor musunuz? 100. Milyon. Bu kadar atomu yan yana dizeceksiniz saç teli kalınlığına ulaşacak. Saç teli kalınlığına kaç tane hücre sığar biliyor musunuz? Milyonlarca o hücrelerden bir tanesi, bir virüs sizi öldürmeye yeter.

………Buyurun bu kadar küçük bir şey seni yok ediyor, seni öldürmeye yetiyor da sen neyine kibirleneceksin ki, neyine tekebbür edeceksin ki. Bir mikrobu görmek için 30.000 kat büyütmeniz lazım, bu kadar büyütünce ancak görebileceğiniz kadar küçük bir varlık sizi yok edebiliyor. Eh..! İnsanoğluna aslında ey insanoğlu bak işte sen bu kadar zayıfsın demenin başka bir şeyi var mı? Yetmez mi bu aslında.

Kibir iblisi şeytan eden şeydir. Âdem’e karşı kibirlendiği için ilahi emre isyan etmiştir. Âdem iblis kıssası; ey insanoğlu İblis kibirlendiği için şeytan oldu sakın kibirlenme, dikkatli ol İblis gibi olmak istemiyorsan uyarısıdır.

………FeLillâhil Hamdu Rabbis Semavati ve Rabbil Ardı Rabbil ‘alemiyn. (Casiye/36) O allah’a mahsustur hamd, ki O göklerin yerin ve alemlerin rabbidir.

……...Ve lehül Kibriyau fiys Semavati vel Ard* ve “HU”vel ‘Aziyzül Hakiym. (Casiye/37) Kibriya O’nundur, büyüklenme hakkı sadece O’na aittir. Ve lehu “lâm” ı tahsis ile gelmiş, O’na mahsustur demektir. Yani kibirlenme hakkı sadece Allah’a mahsustur. fiys Semavati vel Ard gökte de yerde de ve “HU”vel ‘Aziyzül Hakiym. Fakat O Azîz’dir Hakîm’dir. Yani kibirlenmeye de ihtiyacı yoktur, O’nun izzeti ve şerefi yüksektir, hikmeti vardır. Zımnen ey mütekebbir şu kâinatı El Mütekebbir olan Allah yarattı ve yönetiyor, madem siz de tekebbür ediyorsunuz, gösterin neyi yarattınız. Zımnen bunu soruyor. Hakkını veremeyeceğiniz bir role soyunmayın, haddinizi bilmediğiniz anlamına geliyor bu.

………El Mütekebbir e imanın edebi tevazudur. Ve ıbadur Rahmânilleziyne yemşune alel Ardı hevnen ve izâ hatabehümül cahilune kalu Selâma. (Furkan/63) Rahmanın, O sonsuz merhamet sahibinin kulları yer yüzünde yürürken mütevazidirler, toprak gibi yürürler ve cahillerle karşılaştıkları zaman..

………Bu ayetin devamında niye böyle geldi? Onların tevazuunu istismar etmeye kalkan cahillerle karşılaştıkları zaman da kalu Selâma Selâm derler. Aman bana bulaşma işine git der gibi Selâm der giderler.

………Şimdi size ne yapacağımı sanıyorsunuz demişti değil mi peygamberimiz? Fetih günü Muzaffer komutan ordusunun başında. Kendine 13 yıl hayatı zehir etmiş Mekke’liler karşısında. Şimdi size ne yapacağımı sanıyorsunuz dedi. Hepsi bir duvar dibinde başlarına neyin geleceğini bilmiyorlar korku içindeler. Onların içerisinden konuşmaya cesaret edenler cevaplıyordu, sen erdemli bir babanın erdemli bir evladısın. Ente ehun kerîmun ve İbnun kerîmun ve ibnu ehun kerîmi. Böyle diyorlardı Kal, Allah resulü dedi ki Kale lâ tesriybe aleykümül yevm. (Yusuf/92) Bugün size kınama yoktur, Hz. Yusuf’un kardeşlerine söylediğini yağfirullâhu leküm, ve HUve Erhamur Rahımiyn. Allah sizi bağışlayacaktır, O merhametlilerin en merhametlisidir. İz hebu feentüm tulekâ, haydi gidin salıverildiniz dedi.

………Hiç beklemiyorlardı, çünkü kendilerine kendilerinin yaptığının binde biri yapılsa onu öldürürlerdi. Peygamber şefkati buydu. Sen şimdi bu şefkatte olan sevgili efendimizi, peygamberimizi bir çocuk namaz kılarken önünden geçti diye ellerini kaldırıp çocuğa beddua etti çocuk oracıkta öldü diye al bunu Allah resulünden hadis diye naklet.

………Tevazu küçüğün küçük görünmesi değil, büyüğün küçük görünmesidir. Yani zaten küçüksün, ama gerçekten senin sınıfın içerisinde bir şeyler yapıyorsun, bir yere gelmişsin, gerçekten bir şeyler ortaya koymuşsan işte orada tevazu olur. Tevazu kendi iyiliğini büyük başkalarınkini küçük görmek samimiyetsizliktir, şeytan dürbünüdür bu. Kendi iyiliğini büyük görüp başkalarının iyiliğini küçük görürsen buna şeytan dürbünü derler.

………Kendi kötülüğünü büyük gör, başkalarının kötülüğünü küçük gör. Kendi kötülüğünü küçük başkalarınkini büyük görürsen bu da şeytan dürbünüdür.

………Evet, eller buğday ben saman, eller yahşi ben yaman demişler değil mi? Allah resulünden bir hadis olduğu iddia edilen ama muhtemelen değildir çünkü sıkıntısı var ama harika bir hakikati ifade ediyor. Sahte tevazu kibirden daha tehlikelidir.

………Bir de sahte tevazu var bilir misiniz? Adamın kazık gibi bir nefsi var, tekasür krizine girmiş en makul ve edepli bir eleştiride bile deve gibi köpürüyor, ama kapınızın köpeğiyim diye başlıyor. Yahu köpek olma adam ol, hatta biraz da büyük ol. Ama en hakiki şeyleri dahi, en edepli bir biçimde söyleyince nefsin kazık gibi çıkmasın ortaya, anlatabiliyor muyum? Bir taraftan diyorsunuz ki ayağınıza türabım, kapınızın köpeğiyim, öbür taraftan diyorsunuz ki; Şu şöyle yapılırsa daha iyi olur diyorsunuz. Nasıl yani diyor ne dedin, ne dedin? Diyor. Hani kapının köpeğiydin? Köpek olma yahu adam ol. Haklısın de, hatta hatta onun yaptığı eleştiride haksız olabilir, haksızlığını görmesine izin ver. Gördüğü anda sana karşı muhabbeti iki kat artacaktır. İzin ver ne olacak o da içini boşaltmış olsun, birinin gazını daha almış ol ne olacak yani bu da sadaka. Yani O seni eleştirince sen olduğundan daha mı küçüldün.

………Bunları söylüyorum da yapmak kolay değil Allah bize de yapmayı nasip etsin inşaAllah.

………Mütekebbir’in helaki El Mütekebbir’in tecellisidir Ve izâ kıyle lehüttekıllahe ehazethül ‘ızzetü Bil ismi fehasbühu cehennem. (Bakara/206) Kendisine Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol, Allah’a karşı Muttaki ol denildiğinde hemen tekebbür eder, hemen diklenir ve günahına sahip çıkar. İşte böylelerine cehennem yeter diyor.

………İki örnek; Hz. Ömer halife idi yoldan gidiyordu elinde hilafet kamçısı onunla gezerdi. Zaten başka da bir şeyi yok. Ama o kamçı oğluna da çalışır, valisine de çalışırdı, garibana çalışmaz. Onun için öyle diyordu Hz. Osman’a. Muaviye’yi orada tutma. Ama onu oraya getiren ben değilim ki Ömer getirdi. Muaviye’nin Ömer’den korktuğu kadar Ömer’in kölesi Ömer’den korkmazdı diyor. Ama senden korkmuyor. Dolayısıyla iki sahabi arasında ki konuşma böyle idi.

………(Halktan biri) Ya Ömer dedi Ittekıllah, Allah’tan kork. Dizlerinin bağı çözülmüş gibi, felç girmiş gibi oraya yıkıldı. Ömer’de kim ki Allah’tan korkmasın dedi başladı ağlamaya.

………Bir örnek daha vereyim, çok geçmedi aradan sadece 50 yıl geçti. 50 yıl sonra Abdülmelik bin Mervan diye bir adam ümmetin başına geldi. Mervanın oğlu rakibini öldürünce Abdullah İbn. Zübeyr, Hz. Ebu Bekir’in torunu, Zübeyr Bin Avvam’ın oğlu. Öyle bir öldürüş ki normal bir öldürüş değil sevr dağına çırılçıplak soydurdu cesedini astırdı. Aylarca sevr dağından Mekke’liler seyrettiler çıplak cesedi. Bu ne vahşettir ya..! Öldürmenin de bir adam gibisi var, düşmanlığın da bir namusu vardı yani.

………Ve Allah’tan kork dedi bir tanesi işlediği cinayeti için. İşte biraz önce öldürdüğü bir zatı söyledim Ma’bed El Cüheni. Adamın kellesini vurdurdu, “bana bir daha Allah’tan kork diyenin cezası ölümdür” dedi. Bu da Müslümanların halifesi oldu, o da Müslümanların halifesiydi.

………Günümüzde batılı egemen güçlerde de eski uygarlıklarına benzer bir tekebbür var. Eski Kadîm helak olmuş uygarlıklara benze bir tekebbür. Modern batının baskın özelliği, özünde benmerkezci oluşu, egosantrik bir yaklaşım. Onun için bakın. Onun için bakın Harita da niye İngiltere üstte? Kim koydu onu oraya ya? Uzayda İngiltere üstte mi. Bizim bildiğimiz öyle bir şey yok. Anlatabiliyor muyum? Niye hep batı üsttedir de doğu alttadır?.

………Zihnimize, bilinçaltımıza harita üzerinden yükleniyorlar sen alttasın. Niye orta doğudur? Yani neyin doğusu, neyin ortası. Sen merkezsin öyle mi? Merkez bizim bildiğimiz eğer bir küre ise onun ortasında bir yerleri bulurlar merkez diye değil mi? Sen niye merkezsin ta..! uçta olduğun halde. Niye Grinviç’ten gider ilk meridyen? Niye senin saatin dünyada belirleyici saattir. Seninkinden iki saat evvel, seninkinden iki saat sonra. Sen uçtasın, kutuba yakınsın, kuzeydesin. Ortalardan bir yer bulda dürüst olsun.

………Yok, egosantrizm öyle işlemiş ki kanlarına, böyledir. Dürüstlük mü bu? Adillik mi bu? Bu senin niyetini gösteriyor aslında. Peki, senin eline güç geçince ne yapmazsın? Ne yaptığını gördük.

………Tarih ve coğrafya gibi kurguya en uzak olguları dahi ben merkezci bir yaklaşımla şekillendirmişler. Kendi hayat tarzlarına ve kültürlerini benmerkezci bir yaklaşımla biricik ve en iyi ilan etmişler.

………El Mütekebbir olan Allah’ın yasası Tekebbür krizine giren batı içinde geçerlidir. Buraya çiziyorum. Ben görebilirim veya göremem bilmem, ama bunlar tekebbürünün cezasını ödeyecekler, çekecekler. Allah bunların yanına kâr bırakacak sanmayın siz. Dün avantaj olarak kullandıkları her şey, yarın aleyhlerine dönen bir dezavantaj olacak.

………Ha..’ Ben şunu demiyorum, keskin bir doğu batı ayırımına karşıyım ve batının her şeyi kötü, doğunun da her şeyi iyi, böyle doğuculuk, batıcılığa karşıyım, bunları sevmiyorum. Bunlar asabiyetin farklı bir türü. Ama ben bir tercihten bahsediyorum. Bir uygarlık tercihini kibirden yana yapmışsa Allah Mütekebbir’e cezasını verir. Onlar da cezasını bulacak.

………Bu yasa Müslüman – Kâfir seçmiyor ki esasen, kim kibre kapıldı tepesine bir balyoz gibi iner. Helâk olan her kibir uygarlığının altından Kur’an ın gök kubbeye salınmış şu çığlığı dalga dalga yankılanır. li menil Mülkül yevm* Lillâhil Vâhidil Kahhâr. (Mü’min/16) yer yok olmuş, gök yok olmuş, son saat kopmuş, insandan eser kalmamış. Ölüm meleği bile ölmüş, her şey ölmüş ve Allah soruyor, kâinatın kralı; Bugün mülk kimindir? Cevap verecek kimse yok, melekler bile yok cevap verecek.  Lillâhil Vâhidil Kahhâr. Allah’ın sorusuna Allah cevap veriyor..! Vahid ve Kahhar olan Allah’a aittir başka kimseye değil.

………Amin..! Ya Allah ya Mütekebbir, büyüksün. Büyüklük senin şanına yakışır, bizi karşında büyüklenenlerden eyleme ya Rab. Mütekebbir sensin, büyüklük yanında küçük kalır, bizi küstahça kibrine yenilenlerden eyleme ya rab. Ya Allah ya Mütekebbir tekebbür eden herkesi alçalttıkça alçalttırsın bizi Mütekebbir alçaklardan eyleme ya Rab. Tevazu göstereni de yükselttikçe yükseltirsin, bizi mütevazi olan kullarından eyle ya Rab. Ami, amin, ya Mu’in

……… “Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

 ………Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


ESMA DERSLERİ – 17 – EL MÜTEKEBBRİR (A)

$
0
0

el-mutekebbir-2

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

……...Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

………“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

……...Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 ………“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

……...Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

………XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

………EL MÜTEKEBBİR.

………El Mütekebbir; Büyüklük anlamında ki “Kibriya” kelimesinden gelmektedir. El Mütekebbir sırrını ifşaya kimsenin kâdir olamadığı ya da kimsenin mülküne karşı O’nu zorlayamadığı veya kimsenin kendisine ihsanda bulunamadığı kimse demektir. Çünkü O, ihsanı elinde tutandır ve bağışlamakta O’na mahsustur.

………Bilinmelidir ki: Allah Teâlâ, genellikle yaratıkların özellikleri olan bazı vasıflarla kendisini nitelemiştir. Buna örnek olarak, şu kutsî hadisi verebiliriz:

………“Acıktım, beni doyurmadın; susadım beni içirmedin; hasta oldum, beni ziyaret etmedin.”

………Bunun üzerine perdeli insanlar Hakkın bu özelliklere sahip olduğunu zannetmiş, Hak da, bu ve benzeri isimlendirmelerin içeriklerinden yüce ve müstağni olduğunu bildirmiştir. Şayet Allah, bu gibi bir özellik ile mecazi olarak kendisini isimlendirse veya bununla kendisini nitelese, bunun nedeni, sadece ehlinin bilebildiği bir takım sırlardır. Kibriya, Hak için zâtî bir özelliktir: O, câhil ve zalimlerin söyledikleri şeylerden pek yücedir.

………Bu ismin eserlerinin kulun bâtınında yerleşmiş olduğunun bir alâmeti şudur: Kul bu ismin hükmü altında bulunduğu sürece, sıfat kendisine hâkim olduğu için, hiçbir zaman Hakka karşı itaatsizlik yapmaz. Binaenaleyh, kuldan Hakka karşı herhangi bir muhalefet fiili sadır olursa, bu durum, hüküm sahibinin gücünün bulunmadığına delâlet eder. Şu halde el-Mütekebbir olan Hakkın tecellilerinin hükümleri, sadece itaatkâr ve Hakka uyan kimselerde tezahür edebilir.

………Bazı insanları, müşahede ettiği Hakkın af ve mağfiret sıfatları ya da ümitsizliğin yasaklanması {Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. (Zümer53)} gibi haberler Hakka muhalefete sevk etmiş olabilir; bu kişilerde Kibriya’nın ve el-Mütekebbir’in sıfatının kokusu bulunmaz. Çünkü, tahkik sahibi bu mertebede belirli bir korku duygusuna sahiptir; onun Hakkın büyüklüğüne dair bilgisi ve marifeti arttığı sürece, korkusu da artar. Kişinin işlemesi takdir edilmiş yasaklanmış bir fiilin gerçekleşmesi, kesinleşmiş kader hükmü, gafletin egemenliği ve de akıl ile imân nurunun kişiyi terk etmesiyle birleştiğinde, kişi, kalbinde bir korku duyarak günahı işler; yasaklanmış fiili işlerken imân ve akıl nûrunun insanı terk ettiği bir rivayette belirtilmiştir. Bu kişinin günah işlerken kalbinin korku duymasının nedeni ise, amelin kendinde bulunan bir emânet olması nedeniyle, fiilin Hakka döneceğini bilmesidir. Binaenaleyh amel, bulunduğu mahalde.

………Hakkın katına yaraşmayan bir özellik ile boyanmıştır ki, bu da, çirkinliğin amele ilişmesidir. Şayet insan, fiilin yaratılışının hakikatine bakarsa, şunu öğrenir: Fiil, kendisine Ol/Kün deninceye kadar var olamaz. Bunun üzerine de insanı korku kaplar. Çünkü insan bu fiili kendisine nispet ederse, şirk koşmuş; Hakka nispet ederse, bu durumda da Hakka karşı edepsizlik yapmış olur.

………İşte bu, el-Mütekebir olan Hakkın büyüklüğünün tahkik sahibinin nefsindeki hükümlerinden birisidir.

………Bu nedenle de tahkik sahibi bazı kimseler, şöyle demişlerdir: “Allah’a isyan eden kimse O’nu tekbir etmemiştir; O’na isyan etmeyen ise, O’nu tanımamıştır:” (Marifet) (Sadreddin Konevi/Esma’i Hüsna Şerhi- 58-59)

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………el’MÜTEKEBBİR

  1. zatına nispetle herkesi hakir gören, azamet ve kibriyayı ancak kendi nefsine lâyık gören, başkalarına meliklerin kölelere karşı takındığı bir nazar misali bakandır.

………Bu bakış ve görüş doğru ise (gerçeğe muvafık ve vakıa mutabık ise) tekebbür de doğru ve sahibi gerçekten mütekebbir olmuş olur. Ne var ki bu nitelikteki isim kayıtsız şartsız ancak Allah’ındır.

………Eğer bu büyüklenme ve böbürlenme batıl ise, yani göründüğü gibi değilse, o zaman tekebbür boş ve üstelik mezmum olur. Her kim, kendini başkalarından üstün görüp de kibirlenirse onun bu davranışı boş ve mezmumdur. Çünkü büyüklük azamet ancak ve ancak Allah’a mahsustur.

………TENBÎH :

………Kullardan gerçek manada   mütekebbir, zahid ve arif olandır.

………Arifin zühdü ne demektir? Onun manası nedir?

………Manası, kendisini o ulvi düşüncesinden ve yüce sırrından alıkoyacak yaratıklardan tahliye etmesi, Allah’tan başka her şeyden kendisini üstün görmesi, dünyayı – hatta – ahireti küçümsemesi, kendisini Hak’tan ırak edecek her şeye sırt çevirmesidir. İşte Arifin zühdünün manası budur.

………Arif olmayanın zühdü; bir nevî alışverişten ibarettir. Ahiret metaını dünya metaı ile satın alır. Veresiye alışverişteki kâr ve kazanca tama ederek peşin alış verişi terk eder. İşte buna selem ve mubayaa derler.

………Yemek ve kadın şehvetlerinin köleleştirdiği kişiler, gerçekten hakirdirler. Hiç bir zaman gerçek mânâda mütekebbir olamazlar. Çünkü gerçek mânâda mütekebbir, her şehveti hakir gören, hayvanların bile nasibi olan her zevke sırt çevirendir. (İ. Gazali-Esmaü’l Hüsna şerhi/81)

………xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL MÜTEKEBBİR

………BÜYÜKLÜĞÜN KEMÂLİNDE OLAN YEGÂNE MELİK, ZÂTININ VE SIFATLARININ MÂHİYETİ BİLİNEMEYECEK KADAR YÜCE OLAN: EL-MÜTEKEBBİR

………“El-Mütekebbir” Allah’ın güzel isimlerinden biridir. İnsanlar hakkında kınanan tekebbür¸ O’nun için teferrüt ve tahsis ifade eder. Bu mânâda ululuk¸ Kibriy⸠büyüklük ve yücelik sadece Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Büyüklük ve yücelikte yegânelik O’na aittir.”

………Allahu Teâlâ’nın Mütekebbir ismi¸  “büyük ve cüsseli, ulu ve yüce olmak” mânâsına gelen “kiber” kökünden türemiş bir sıfat olup” büyüklüğün kemâlinde olan yegâne melik¸ zatının ve sıfatlarının mahiyeti bilinemeyecek kadar yüce olan” demektir. (Isfahani) Kur’an-ı Kerim’de bu anlamda şöyle geçer:

………“Yeryüzünün büyükleri olasınız diye mi?(Yunus/78)

………Şu âyette de Kibriya sözcüğü¸ büyük mânâsına gelir:

…..….“Hepsi onu görür görmez çok büyüttüler.” (Yusuf/31)

………Yüce Allah¸ büyüklüğü tek ve nihayetsiz olandır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bir ayette de el-Azîz ve el-Cebbâr gibi azamet mânâsı ifade eden isimleri arasında O’nun el-Mütekebbir ismi geçmektedir:

……...“Güçlü¸ buyruğunu her şeye geçiren ulu (mütekebbir) olan Allah’tır.” (Haşr/23)

………Dolayısıyla bu güzel isim, her şeyde ve her işte Allah’ın üstünlük ve yüceliğini gösterir.

………Dengi Olmayan

………El-Mütekebbir, yaratılmışların sıfatlarından yüce olan benzeri ve ortağı olmayandır. Yüce Allah zatında bir olduğu gibi sıfatlarında da birdir. O, zatına uygun bir şekilde kemâl sıfatlara sahiptir. O’nun zâtı hakkında vacip olan yetkin sıfatlarını bilip öylece inanmak ve yüce zâtını noksan sıfatlardan soyutlamak tevhîd inancının bir gereğidir.  Bunu Kelâm âlimleri özlü bir beyit şeklinde şöyle ifade etmişlerdir:

 ………Küllü mâ hatara bibâlik/ Fallahü sivâ zâlik

 ………Hatırına gelen her şey/ Allah ondan başka bir şey.

 ………İslâm’da ulûhiyet düşüncesi, bir çeşit sıfat düşüncesidir. Allah’ın isim ve sıfatlarında tevhîd, bu sıfatların yaratıkların sıfatlarına mâhiyet bakımından hiçbir zaman benzemediğini kabul etmektir. Allah’ın bazı sıfatlarıyla insanların sıfatları arasında isim benzerlikleri bulunabilir. Mesela¸ Allah da işitir¸ insan da; Allah da görür¸ insan da; Allah da konuşur¸ insanda; Allah’ın da ilmi vardır insanların da… Ancak arada çok temel farklılıklar bulunur. Allah’ın sıfatları zâtîdir, ezelîdir, yani sonradan kazanılmış değildir; ebedîdir, eksilme ya da yok olmaya maruz kalmaz.

………O’nun sıfatları mutlak anlamda hiçbir yaratığın sıfatlarına benzemez. Oysa insanın sıfatları da kendisi gibi zorunlu değildir.  İnsan âlet ve vâsıtalara muhtaçtır¸ ama Allah bilmek, işitmek, görmek gibi sıfatları için herhangi bir âlete ve vâsıtaya ihtiyaç duymaz. İşte bu temel farklılıkları bilerek Allah’ın sıfatlarını tasdîk etmek, her türlü yüceliği O’na nispet edip, her türlü noksanlıktan O’nu tenzîh etmek Allah’ı sıfatlarında birlemenin gereğidir. Allah’ın denginin olmaması, zâtı için söz konusu olduğu gibi sıfatları için de söz konusudur.

………El-Mütekebbir, her türlü ayıp ve noksanlıklardan münezzeh ve kemâl sıfatlarıyla muttasıf olandır. Allah’ın ne olmadığını anlatan selbî sıfatlar, Allah’ın kendisinden soyutladığı ölüm, uyku, cehâlet, unutmak, acz, gaflet ve yorgunluk gibi tüm noksan sıfatlardır. İnsana düşen görev, Allah’ın kendisinden nefyettiği bu sıfatları O’ndan nefyetmektir. Bu sebeple şanı ulu olan Allah’ı tüm zıtlardan¸ ortaklıklardan eş ve çocuğu olmaktan ve her türlü yaratılmışlık özelliklerinden soyutlamak tevhîdin özüdür.

………El-Mütekebbir, kullarına zulmetmekten yüce olandır. O, hiçbir kimseye zulmetmez. İnsanlar¸ kendi kendilerine zulmederler. Kur’an-ı Kerim’de zulmün öznesi olarak insan zikredilir:  “Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.”[1][5]

………Ortaklık Kabul Etmeyen Ulu Varlık

………El-Mütekebbir, rubûbiyyetinde ortaklık kabul etmeyen ulu varlık demektir. Bu bağlamda rubûbiyyette tevhîd; Allah’ı yaratan, eğiten, sahip olan, öldüren, dirilten, yaşatan, rızık veren, duaları kabul eden, helâl ve haram koyan, evreni sevk ve idare eden, fayda ve zarar verme gücüne sahip olan yegâne varlık olarak kabul etmeyi gerektirir. Şu âyetlerde rubûbiyyette tevhîd açıkça vurgulanır:

 ……“Mûsâ: “O göklerin¸ yerin ve her ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer gerçekten inanırsanız bu böyledir.” (Şuara/24)

 ……...“Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı¸ Allah’a karşı yalan uydurmak için¸ ‘şu helaldir’¸ ‘şu haramdır’ demeyin. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar¸ kurtuluşa eremezler.” (Nahl/116)

 ………“Yahudiler¸ ‘Üzeyir Allah’ın oğludur.’ dediler. Hıristiyanlar ise¸  ‘İsa Mesih Allah’ın oğludur.’ dediler. Bu onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar?” (Tevbe/30)

 ………“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp¸ hahamlarını; (Hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa bunlar da¸ ancak bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O¸ onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.” (Tevbe/31)

………El-Mütekebbir, ulûhiyyetinde bir olan, kendisiyle birlikte bir başkasına kulluk yapılmasını asla kabul etmeyendir. Gerçek anlamda ilâh; gönüllerin sevgi, ümit, korku, güven, tevekkül, yardım, dua, kurban, adak gibi inanç ve ibadet türlerinde kendisine bağlandığı, yöneldiği ve derin saygı duyduğu her şeyden daha çok sevilen ve kulluğun sadece kendisine özgü kılındığı bir varlıktır. Bütün bu özellikleri taşıyan sadece ve sadece tek olan Allah’tır. Buna “ulûhiyyette tevhîd” denilir.  İslâm’da tevhîd inancı, Allah’tan başka bütün ilâhların izâfî olduğunu vurgular. Şu âyette bu husus gâyet açık bir şekilde anlatılır:

 ………“De ki¸ ‘Ey insanlar! Size Rabbinizden gerçek (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru yola girerse ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizden sorumlu değilim.” (Yunus/18)

………Görüldüğü gibi bu anlamda tevhîd, ulûhiyyeti sadece Allah’a tahsis etmeyi öngörür. Tabiatın akıllara hayranlık veren olağanüstü nitelikte yaratılışı ve işleyişi onun ve yaratıcısının bir ve tek olduğunun objektif kanıtını teşkil eder. Yaratıcı ile rûhî-mânevî irtibat içinde bulunan mü’minin gönlü de ulûhiyyetten herhangi bir ortaklığı benimseyip imanının kıblesi olarak tanıması mümkün değildir.

………Netice olarak “el-Mütekebbir” Allah’ın güzel isimlerinden biridir. İnsanlar hakkında kınanan tekebbür, O’nun için teferrüt ve tahsis ifade eder. Bu mânâda ululuk, Kibriyâ, büyüklük ve yücelik sadece Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Büyüklük ve yücelikte yegânelik O’na aittir. Yaratıklardan hiçbiri mütekebbirliğe layık değildir. Allah’tan başka kim mütekebbir olmayı şahsına nispet ederse, O’na ortak koşmuş olur. (Prof. Dr. Ramazan Altıntaş)

………xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………El MÜTEKEBBİR

………a – Mütekebbir isminin lügat anlamı:

………1 – Mütekebbir; büyük ve büyüklenendir.

………2 – Mütekebbir; değerli ve kadri yüce olandır.

………3 – Mütekebbir; bütün ihtişamın sahibidir.

………4 – Mütekebbir; ululuğun son derecesidir.

………5 – Mütekebbir; ihtiyaç ve noksanlığı gerektiren her şeyden münezzehtir.

………B – Mütekebbir isminin Kur‟an içerisinde incelenmesi:

………1 – Mütekebbir ismi, sadece Haşr suresinde Allah‟a izafe edilerek geçmiştir. Kur’an da toplam 6 kez geçmektedir. İnsanlar için kullanıldığında boş yere büyüklük taslayan, kibirlenen ve gururlanan anlamlarına gelmektedir.

………2 – Kibirlenen kimselerin yeri cehennemdir. Allah onların kalplerini mühürler.

……...“Onlara içinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür! denir.” (Nahl/29)

…………Allah kibirlenen, büyüklük taslayan her zorba/cebbarın kalbini mühürler.” (Mü‟min/35)

………Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

…...“Kalbinde hardal tanesi ağırlığı kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir.” (Müslüm)

………Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

…..…. “Kim Allah için bir derece alçak gönüllülük gösterirse buna karşılık Allah onu bir derece yükseltir. Kim de Allah’ın emrine karşı gelerek bir derece kibirlenirse Allah onu bir derece alçaltır, sonunda onu aşağıların en aşağısında kılar.” (İbn. Mace)

………C – Mütekebbir isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

………1 – Sadece Rabbimizi büyük ve ulu olarak tanımalı, O’nun büyüklüğünü hayatımızın her alanında benimsemeliyiz.

……...“Sadece Rabbini büyük tanı!” (Müddessir 3)

……...“…Tekbir getirerek O‟nun şanını büyükle, yücelt!” (İsra/111)

………Hayatımızın hiçbir bölümünde Allah’tan daha büyük olarak kimseyi kabul etmemeliyiz. Allah’tan başka sözü dinlenecek, yüceltilecek, zikri gündemde tutulacak olan kimse yoktur. Sadece O, en büyüktür. Müslümanların Allah’ı büyüklemesi kafirleri her zaman rahatsız etmiştir, bundan böyle de rahatsız edecektir.

………Bugün dedelerimizin, ninelerimizin ellerinden tesbih düşürmeyerek rahatça “Allahu ekber” demeleri ve kimsenin buna mudahale etmemesi bizi aldatmasın. Kâfirlerin karşısında söylenen, üniversiteli bir gencin diline düşen “Allahu ekber”, yerinde ve zamanında getirilen her tekbir kâfirlerin yüreklerini titretmektedir. Onun için bizler Allah‟ı hayatımızın her alanında hakkıyla büyüklemeli, çocuklarımızı ve gençlerimizi tekbir sözü üzere eğitmeliyiz.

……2 – Allah‟ın ayetleri karşısında büyüklük taslamamalıyız.

……“Onlara “Allah‟tan başka ilah yok” denildiği zaman kibirle direnirlerdi.” (Saffat/35)

………Allah‟ın ayetleri karşısında büyüklenmek, kibirlenmek kâfirlere ait bir özelliktir. Hayatımıza Allah‟tan başkalarını karıştırmak O’na ve emirlerine karşı büyüklenmektir. Allah ile beraber başka ilahlar kabul etmek de yine O’na karşı kibirlenmektir. Allah’ın katındaki melekler O’na ibadet etmekte kibirlenmezler.

……...“Göklerde ve yerde her ne varsa O’na aittir. O’nun huzurunda bulunanlar, O’na ibadet etmekte kibirlenmezler ve yorulmazlar.” (Enbiya 19)

……3 – Yeryüzü mütekebbirlerinden Allah’a sığınmalıyız.

……...“Musa dedi ki: “Ben hesap gününe inanmayan her kibirleden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a sığınırım.” (Mü’min/27)

………Bizler mütekebbirlerden Allah’a sığınmalı, bütün dünyaya onlardan beri ve uzak olduğumuzu bildirmeliyiz. Bizler, “Ben bilirim, Allah bana karışmasın, bu zamanın gereklerini ben Allah’tan daha iyi bilirim, ben sizin Rabbinizim, kural ve kanun koyan, sizi terbiye eden benim” diyen her kibirliden Allah’a sığınırız. Onlardan değiliz, onlardan beriyiz.

………Bizler biliyoruz ki o kâfirler ne kadar büyüklük taslasalar da muhtaçtırlar. İhtiyaç sahibidirler. Hayatlarını devam ettirebilmek için, Allah’ın nimetlerine ihtiyaç duyarlar. Allah ise hiçbir şeye ihtiyaç duymayandır.

………Onlar Allah’ı cahil, gafil ve bilgisiz olarak kabul ediyorlar. Allah’ın yetkilerini sınırlamaya çalışıyorlar. Ramazanlara, mübarek gün ve gecelere, seccadeler ve tesbihlere karışan bir Allah istiyorlar. Onun dışındaki zamanlarda Allah’ı tatile çıkarıyorlar. Allah’ın dünyayı ve insanları yaratıp göklere çekildiğini söylüyorlar, çocuklarımızı bunlara inandırmaya çalışıyorlar.

………4 – Rabbimizin gücünden güç almalıyız. Yeryüzü mütekebbirlerine karşı O’nun gücüyle ayakta durmalıyız. Biz O’nu hakkıyla tanıdığımız ve kulluk ettiğimiz takdirde, O da bizi güçlü kılacaktır. Öyleyse yeryüzü kâfirlerinden korkmamalıyız. Onların müstekbirce orduları, düzenleri, güçleri ve kuvvetleri karşısında yılmamalıyız. Çünkü bizim arkamızda Rabbimiz var. Bizler Rabbimizin her an bizim yanımızda olduğuna, bize şah damarımızdan bile daha yakın olduğuna inanmalıyız. Böylece yılmadan, gevşemeden O’nun yolunda çalışmaya devam ederiz.

………5 – Hiçbir zaman Allah ile büyüklük yarışına girmemeliyiz. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

………Allah şöyle buyurdu: Büyüklük ve azamet bana ait sıfatlardır. Kim bu iki sıfattan birisinde benimle yarışmaya kalkarsa o kimseyi cehenneme atarım.” (İbn. Mace)

………Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

………“Zorba ve böbürlenen birtakım kimseler kıyamet gününde küçük karıncalar şeklinde getirilirler ve insanlar ayaklarıyla onları çiğnerler. Bu Allah’ın onlara hiçbir değer vermeyişindendir. Sonunda insanlar arasında hüküm verilip tamamlanır ve bu kimseler Naru‟l-Enyâr‟a götürülürler. “Ey Allah‟ın Rasulü! Naru‟l-Enyâr nedir?” diye sorulunca şöyle cevap verdi: “Cehennem halkının sıkılıp suyunun çıkarıldığı yerdir.” (Müslüm)

………6 – İnsanlara karşı da kibirlenmemeli, gururlanmamalıyız.

………Dikkat edersek Rabbimiz kitabında fiillerini anlatırken “Ben” değil de “Biz” der. “Biz indirdik, biz yarattık, biz verdik” gibi ifadeler kullanır. Oysa Allah’ın ortakları veya yardımcıları yoktur. “Ol” der ve dilediği şey oluverir. Ancak Rabbimiz kullandığı bu uslubuyla bizlere örnek olmayı hedeflemiştir. Yani; “Kibirlenmeye layık olan, büyüklenmeye hakkı olan ben olduğum halde, ben bile kibirlenmiyorum. Siz ne diye kibirleniyorsunuz?” demektedir.

………Bizler de her işimizde “Ben” yerine “Biz” demeye çalışacağız. “Ben yaptım, ben ettim, bunlar benim” demek yerine, “Rabbimin lutfuyla, yardımıyla böyle yaptık, şöyle ettik” diyeceğiz.

……...“..İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı. Böylece kâfirlerden oldu.” (Bakara 34)

………İlk kibirlenen Şeytandı. Bizler (Allah korusun) kibirlenmeye başladıkça Şeytanlaşacağız. şeytanın safında yer alacağız.

………Lokman (a.s) oğluna nasihat ederken şöyle buyuruyor:

………“Küçümseyerek insanlara karşı yanağını, avurdunu şişirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde orta yollu ol. Sesini de alçak tut. Unutma ki seslerin en çirkini, eşeklerin sesidir.” (Lokman/18-19)

………Yani insanlardan üstün görünmek için ağzını doldura doldura konuşma. İnsanlardan yüzünü çevirme. Çevrenle ilgilen, çevrene iltifat et. İnsanlara tepeden bakma. Seni ve onları yaratanın Allah olduğunu unutma. Yürüyüş tarzında, hayatında orta yollu ol. Şurur ve kibrini ağzından taşırma. Gururla ve kibirle konuşan insanların sesleri, eşeklerin sesine benzer.

………Böyle insanlar konuşmalarından, yürüyüşlerinden, edalarından ve tavırlarından çabucak fark edilirler. Bunlar çok bilgili, kültürlü vs. olabilirler. Ancak sahip oldukları bilgileri onları eşek olmaktan kurtarmaz. Rabbimiz Yahudilere de, Allah’a karşı kibirlendiklerinden ve kitaplarına gereken saygıyı göstermediklerinden dolayı “Kitap yüklü eşekler” demektedir.. (Cuma/5)  (Dr. Ramazan SÖNMEZ)

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL MÜTEKEBBİR

………İhtiyaç ve noksanlığı gerektiren her şeyden münezzeh, pek yüce ve ulu demektir. (Beydavi-nesefi) Allah’ın sıfatı olarak bir ayette geçmektedir.

……...“HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ”* el Melik’ül Kuddûs’üs Selâm’ul Mu’min’ul Müheymin’ul ‘Aziyz’ul Cebbâr’ul Mütekebbir* SubhânAllâhi ‘ammâ yüşrikûn; (Haşr/23)

………“O kendisinden başka hiç ilâh bulunmayan Allah’tır. O mülkün gerçek sahibi her türlü eksikliklerden uzak barış ve esenlik kaynağı, güven veren, düzeltip ıslah eden, dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır.”

………El Mütekebbir kelimesi Kur’an da 6 ayette insanı zemmeden bir vasıf olarak kullanılmıştır. (Mü’min/27- Nahl/29, Zümer/60, Mümin/76)

………İnsanın sıfatı olarak Mütekebbir kendinde büyüklük izhar eden kimsedir. Allah yücedir, uludur, hiçbir şeye muhtaç değildir. İnsan yaratılmıştır, her şeye gücü yetmez, muhtaçtır. Bu itibarla mütekebbir olması mümkün değildir. Kendini ulu, yüce göstermesi tekellüftür, gerçeği örtmektir. Bu yüzden insan için yerilen bir vasıftır. Allah böyle değildir O zatı ve sıfatlarıyla yücedir.(Doç Dr.  İsmail karagöz-Esma’i hüsna/150)

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL MÜTEKEBBİR.

………El Kebir vasfı ile yakın anlamlıdır. Fakat büyüklüğün özel durumuna delâlet eder. Bundan dolayı şu şekillerde tanımlanmaktadır;

……...“Büyüklüğün kemalinde, her şeyden yüce.” (Taberi)

………“Her türlü kötülükten yüce.” İbn. Kesir)

…..….“Mahlûkların sıfatlarından yüce veya kulları arasında azamette kendisiyle yarışmaya yeltenen taşkınlıklara karşı büyüklüğünü koruyan ve onları helâk eden”  (En Nihaye)

……...“Kullarına zulmetmekten yüce olan”  (LA. KBR Md..V.125)

………Allah hakkında el Mütekebbir, mezmum olan gurur ve kibir anlamında ki özentiyi değil de, teferrüt ve tahassüsü ifade eder. (Bey.. el Hattabi’den) Yani bu vasfın O’na has olduğunu belirtir.

………Kur’an da bir çok yerde insanlar hakkında “büyüklük taslayan anlamında varid olan (Mü’min/27-Nahl/29) Mütekebbir kelimesi yalnız bir defa elif lâm lı ve mutlak olarak Allah’ı tasvir eder. Geçtiği ayette bir çok kemal sıfatlarıyla beraber zikrolunur. (Haşr/23) (Prof.Dr. Suat Yıldırım-Kur’an da ulûhiyet/272)

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

…..….EL MÜTEKEBBİR

………Her şeyde ve bütün olaylarda büyüklüğünü gösteren Mütekebbir’dir O. Azamet ızharında bulunmak sadece Allah’a aittir. Varlığı veya yok olması Allah’ın iradesine ve tek emrine bakan hiçbir mahlûkun bu ismin tecellisini üstüne almaya hakkı yoktur.

………Bütün yaratılmışlar içinde kibirlenerek azamet iddiasına düşen ilk mahlûk mel’un şeytan olmuştur. O zamandan beri Allah’ın kendilerine arızi olarak verdiği kuvvet, akıl, ilim, makam, şöhret ve serveti benimseyerek şeytanı takip edenler vardır ve böylece gurura düşerler.

………İnsan birbirine çok yakın olan başlangıcını ve sonunu bir tefekkür etse hatırlar ki başlangıcı babasının idrar kanalından atılarak annesine yerleşen bir damla meniden ibarettir. Sonu da kendisini sevenlerin bile tahammül edemeyip bir çukura gömeceği soğuk, sarı bir cesettr. Hani firavunlar, Nemrut’lar, Napolyon’lar ve Hitler’ler.

………El Mütekebbir ancak Allah’a has bir şereftir. Yaratılmış olan bu sıfatı taşıyamaz. El Mütekebbir olan Allah Teâlâ tekebbür eden insanın hasmıdır. Allah böyle bir kimseyi aşağılayarak aşağısının da aşağısına atacaktır. Tıpkı göklerden gelen yağmurun yüksek tepelerin doruklarında birikmemesi gibi Allah’ın ihsanları ve merhameti de alçak yerlerde cem olur.

………El Mütekebbir vasf’ı-Celilini hissetmek isteyenler onu, istidatlarının hakkını vermek için ellerinden geleni yapıp yine de büyüklüklerini gurur vesilesi yapmak şöyle dursun onları ifşa bile etmediklerinde bulurlar.

………Abdülmütekebbir o kuldur ki kendisine kendi küçüklüğü ve Hakkın büyüklüğü gösterilir, Onun nefsaniyeti ve gururu silinir ve Allah’ın kendisinden zuhur eden büyüklük sıfatı ile değiştirilir. O küçük görülmeye karşı güvendedir. Ve Hakk’tan gayrısına eğilmez.

………Allah’ın el Mütekebbir ismine mazhar olan bir kul bu dünyanın ihtiras ve zevklerini terk eder ve kalbini rabbine raptetmekten onu engelleyebilecek olan her şeyi görmezden gelir. Bu hale ermiş bir kimse hanımıyla cima etmeden evvel 10 kere ya Mütekebbir çekerse Allah dilerse salih bir evlatları olabilir. (T. Bekir Bayraktaroğlu-Esmaü’l-Hüsna/59-60)

………xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

……...“Rabbim… Bana ve ana-babama bahşettiğin nimete şükretmeme, razı olacağın sâlih amel yapmama beni muvaffak kıl ve rahmetinle beni sâlih kullarının içine dâhil et.”  (Neml/19)

 


ESMA DERSLERİ – 16 EL MÜTEKEBBİR (B)

$
0
0

..el-mutekebbir-2

…….Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

………“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

………Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

………“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

………Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

………XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

………EL MÜTEKEBBİR Mutlak BEN’lik O’na aittir! “Ben”diyen yalnızca kendisidir! Kim ben sözüyle kendisine varlık verirse; var oluşunun hakikatine ait “Ben”liği örtüp, göreceli benliğini ileri çıkarırsa, bunun sonucunu, yanmak suretiyle yaşar! Kibriyâ, O’nun vasfıdır. (A. Hulusi)

………xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL MÜTEKEBBİR

………Kur’an haksız yere büyüklük taslayanlara hem ‘müstekbir’, hem de ‘mütekebbir’ diyor.  Dört ayette ‘mütekebbir’lerin durumunu anlattıktan sonra; “onların varacakları yer ne kötüdür” diyor. (Bakınız: Nahl 16/29. Zümer 39/60, 72. Mü’min 40/76)

………Ayetlerde geçen ‘mütekebbir’ büyüklük taslayıp küstahlaşan, temelsiz büyüklük duygusuna kapılan, kibirlenen ve bunu kişilik haline getiren anlamlarına gelir.

………Mütekebbir kelimesinin aslı ‘ke-bu-ra’ fiilidir.  Konuyu daha iyi anlayabilmek için Kur’an’da geçen kibir ve türevlerini kısaca gözden geçirelim.

………Kibir ve türevleri

………‘Ke-bu-ra’, bir şey büyük oldu, çok oldu demektir. Bu fiil bir şeyin diğerinden büyük olduğunu ifade ettiği gibi; daha çok, daha yaşlı, daha ağır olduğunu da anlatır. Bu fiilin masdarı olan ‘kibir’; büyüklenmek, ululuk ve büyüklük taslamak, küstahça böbürlenmek, kendini ulaşılmaz görmek demektir.[1]

………Ahlâkî bir zaaf olarak kibir; kendini başkalarından üstün görüp onları aşağılamak, onlara tepeden bakmaktır. İnanç açısından kibir, İslam’ı kabul etmeyenlerin kendilerini büyük ve üstün görerek, Allah’a kulluğu küçümsemeleridir. En büyük kibir, hakkı kabul etmekten yüz çevirmek, Allah’a ibadeti kendine yakıştırmamaktır. Buna istikbâr veya tekebbür denir.

………Bu anlamda kibir, şeytanî bir anlayış ve sıfattır. Çünkü Rabbine karşı ilk defa kibirlenen İblis oldu. (Bakara/34. Sâd/74 v.d.)

………Küfür ve inkârın en önemli sebebi kibirdir. İçerisinde kibir olan kimse, kendini çok büyük gördüğünden, ne bir peygambere, ne de onun anlattığı gerçeklere kulak asmaz. O peygamberi ve getirdiği gerçekleri kendinden aşağı görür. Allah’ın önünde değil kendi hevâsının önünde eğilir. Kur’an’da kibir ve küfür ve şirk manasında da kullanılıyor.[2] Şu âyette olduğu gibi.

………“Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana ibadet etmeye kibirlenenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min/60)

………Bu şekilde kibirlenmenin bir benzeri istiğna duygusudur. Yani kendini yeterli görme, Allah’a ihtiyacı olmadığını sanmadır. İnsanın azması, ibadetten yüz çevirmesi, haddini aşarak haksızlığa meyletmesi bu istiğna duygusu ve kibir anlayışı  yüzündendir. (Alak/6-7)

………Kibir, tekebbür (mütekebbir), istikbâr (müstekbir), kibriyâ, ekber birbirine yakın anlamlara sahiptir. Hepsi de ‘ke-bü-ra’ kökünden türemiştir. Aynı kökten türeyen bütün kelimelerde büyüklük veya büyüklenme ile ilgili anlamlar vardır.

………‘Kibriyâ’, mutlak izzet ve iktidar demektir ki yalnızca Allah hakkında kullanılır. (Casiye/37)  Aynı kökten gelen ‘ke-bi-ra’; yaşlı oldu, bunun masdarı ‘kiber’; yaş itibariyle büyük (ihtiyarlık), ‘kebâir ve kebîra’; büyük günah, ‘ekâbir’; büyükler grubu, ‘keb-be-ra-tekbîr’; ta’zim etmek, tekbir getirmek-Allahu ekber demek anlamlarına gelir.[3] ‘Ekber-en büyük’ demektir. (Ankebût /45) Müslümanlar Allah’a ait büyüklüğün her çeşidini kastederek, her zaman “AllahuEkber-Allah en büyüktür” derler.

…..….el-Kebir nedir?

………Kebir, büyük demektir. Küçük anlamına gelen ‘sağîr’in zıddıdır.

………el-Kebîr, Kur’an’da altı yerde Allah’a nisbetle ve başka bir isim ile birlikte yer almaktadır. (Ra’d/9. İsrâ/43. Lukman/30. Sebe’ /23. Mü’min/12. Hacc/62)

………el-Kebîr mübalağa ile ism-i faildir. Allah için olan mübalağa kalıpları abartı değil, acziyet ifade eder. Allah’ın büyüklüğünü ifadede insan abartı yapamaz. O’nun büyüklüğünü ifade etme hususunda insan daima acizdir. Kebîr kalıbı, ism-i fail manasıyla “zatında eşsiz ve benzersiz büyük olan” manasına, ism-i mef’ul (tümleç) kalıbıyla “kulları tarafından en büyük bilinen, büyüklüğü ifade edilen” anlamına gelir.

………Bu kalıp büyüklüğünü eylemleriyle de ortaya koymayı ve sahibinin büyüklüğünü övme vurgusunu da taşır. el-Kebîr ismi, insana hem Allah’ın büyüklüğünü ifadeden aciz olduğunu hem de kendisinin de büyüklük duygusuna kapılmamasını telkin ediyor.[4]

………İstikbâr nedir?

………Kur’an’da Allah’a karşı büyüklük taslayanların tavırları ‘istikbâr etme-büyüklük taslama’ sözüyle anlatılıyor.

………İstikbâr kalıbı olumlu ve olumsuz olmak üzere ikiye ayrılır. Olumlu olanı: İnsanın bir alanda büyük olmak istemesi ve bunun için çaba göstermesidir. Zaten istibâr kalıbı bir isteği (talebi) ihtiva eder. Olumsuz olanı: Kendini olduğundan büyük görmek ve göstermektir. Kur’an’da hep bu olumsuz anlamda kullanılıyor.

………İstikbâr; kibirden dolayı küstahlaşmak ve bu küstahlığı davranışlarına yansıtmak demektir.[5] Allah’ın ayetlerine karşı çıkışın temelinde yatan sebep gerçekten ‘istikbâr’ duygusudur. Aynı duygu; Allah önünde ibadet etmekten de hoşlanmaz. Diğer insanları küçümsemek, onlara tepeden bakmak, onlardan tiksinmek, onlara hakaret etmek ve onları çeşitli tuzaklarla kullanmak niyetinin arkasında da istikbâr anlayışı vardır.

………Zulme sebep olan, yeryüzünü ifsat eden ve zayıfları ezen kimseler de yine bu istikbâr duygusuna sahip olanlar ve bu yüzden taşkınlık yapanlardır. (Kasas/39)

………İstikbâr duygusu ve ahlâkı inkârcıların özelliğidir. (A’raf/36,75-76. Kasas/76-77)

………Dünyada iken Allah’a ve O’nun ayetlerine karşı istikbâr edenler için alçaltıcı bir azap vardır. (Ahkaf /20. Mü’min/60) Allah’ın âyetlerine karşı istikbar edenlere göğün kapıları açılmayacak, onlar deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar Cennet’e giremeyecekler. Onlar için Cehennem’de ateşten yataklar hazırlanmıştır. (A’raf/40-41)

………İnsan aslında ne çok güçlüdür, ne çok büyüktür, ne de çok zengindir. Onun yeri bellidir, beşerdir, fanidir, varlığı Sonsuz Güce bağlıdır. İnsan bu durumunu unutur da büyük, güçlü, muktedir, çok zengin (ğani) olduğu düşüncesine kapılırsa, bu duygu istikbâr duygusudur. İstikbâr edenler büyük bir haksızlık içerisindedirler. Bu nedenle Allah (cc) kesinlikle istikbâr edenleri sevmez. (Nahl/23) Kullara düşen Rablerinin huzurunda ‘kul’ olarak haddini ve bulunduğu yeri bilmektir.

………Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Allah (cc) şöyle diyor: ‘Büyüklük (kibriyâ) elbisem, azamet (ululuk) da gömleğim (gibidir). Kim bu iki şeyde benimle yarışırsa onu Cehennem’e atarım’.”[6]

………Kur’an’da istikbârın tipik örneği Firavun’dur. O kendini büyük, güçlü ve yıkılmaz saltanat sahibi görerek ilâhlığa kalkıştı, Musa’nın (as) davetinden yüz çevirdi. Onun çağrısına uyarak Allah’ın önünde secde etmeyi gururuna yediremedi. Allah’ın hükmüne uymaya tenezzül etmedi.

………Müstekbir kimdir?

………Haksız yere istikbâr edenlere (büyüklük taslayanlara), kendilerini muktedir görenlere, bu küstahlığı davranış, karakter haline getirene ‘müstekbir’ denir.

………Bunlar, kendilerinde bir üstünlük olmadığı halde büyüklük duygusuna kapılıp, doğru yoldan çıkan kimselerdir. Zayıf karakterlidirler, ama bu yönlerini insanlara karşı böbürlenerek gidermeye çalışırlar.

………Ellerinde dünya malı, güç ve kuvvet vardır, belki de iktidar makamındadırlar. Onlar, bu tür şeylerle büyüklük duygusuna düşerler. ‘Biz her şeye sahibiz’ anlayışı taşırlar. Sahip oldukları şeylerin kendilerine yettiğini, Allah’a muhtaç olmadıklarını, her şeye güç yetirebileceklerini varsayarlar. Bu duygular yüzünden yeryüzünde haddi aşarlar, başkalarına hükmetmeye ve onları kullanmaya yeltenirler. Kimileri ilâhlığa soyunur, rabblik taslamaya başlar. Bu şüphesiz azgınlığın son noktasıdır.

………Müstekbirler,   kendi ‘hevâ’larına uyarlar. Onlar, kendilerini güçlü ve üstün gördükleri için ilâhî yasaları tanımazlar ve akıllarına estiği gibi hareket ederler. Kur’an bu gibilerine varlıkları ve melekleri örnek gösteriyor:

………Gökte olanlar, yerdeki canlılar ve melekler Allah’a secde ederler. Onlar asla istikbar etmezler (büyüklük taslamazlar)” (Nahl/49)

………Hâlbuki müstekbirler, Allah’ın ayetlerine karşı kibirlenirler ve onları yalanlarlar. (A’raf/36) İçlerinde sakladıkları büyüklenme hastalığı yüzünden Allah’a kulluktan, O’na itaat etmekten yüz çevirirler.

………Müstekbirlerin ilki İblistir.

………“Rabbin ona dedi ki; ‘İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? İstikbârda mı bulundun (büyüklük mü taslıyorsun) yoksa gerçekten yücelerden mi idin?’ ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.’ dedi.” (Sâd/75-76)

………Peygamberlere ilk karşı çıkanlar halk arasında mal ve makam sahibi, İblisin yolunu izleyen ya da iblisleşen  müstekbirler olmuşlardır. Kur’an onların bu durumunu şöyle anlatıyor:

………“Bir peygamber size canınızın istemediği bir şeyi getirdiği zaman istikbâr etmediniz mi (büyüklemediniz mi). Kimini yalanlıyor, kimini öldürüyordunuz.” (Bekara/87)

………İslâmî davet, insanlar arasında haksız sınıflaşmayı, sömürüyü, soy sop veya mal ve makam üstünlüğünü, zulmü ve baskıyı yasaklıyor. Adaleti ve insanlar arasında eşitliği getiriyor. Üstünlüğün takvada ve diğer insanlara iyilik yapmada olduğunu bildiriyor. Fakat müstekbirlere göre kendileri ya mal, ya makam, ya güç, ya da soy bakımından en üstündürler. (Fussilet/15)

………Müstekbirler, mutlak hâkimiyetin Allah’a ait olduğunu kabul etmezler. Onlar Tevhid Kelimesindeki gerçeği reddederler.

………“Onlara lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka tanrı yoktur)’ denildiğinde şüphesiz istikbar ederler (büyüklük taslarlar). (Saffât/35)

…..….Onlar, insanları ezmek için her yolu caiz görürler. Emirleri altına aldıkları insanları zayıf bırakırlar (müstez’af yaparlar) ve onları istedikleri gibi yönlendirirler. (Lokman /6)

………İslâm, bu müstekbir mantığını ve ahlâkını tanımayı ve ona düşmemeyi tavsiye ediyor. Ayrıca, yeryüzünde haksız yere istikbâr edip insanları sömüren, onlara baskı uygulayan ve haklarını ellerinden alan müstekbirlere karşı durmayı da öğütlüyor. Bu karşı koyuş da ancak ‘Allah adının büyüklüğü-Allahü ekber’ ve Tevhid kelimesinde saklı olan şuur ile olabilir.[7]

………Tekebbür-mütekebbir

………‘Ke-bu-ra’ fiilinin ‘tefa’ul’ kalıbı ‘te-keb-be-ra’dır. Bu da bir şey büyük oldu, kibriyâ sahibi oldu demektir. Bazılarına göre bu kulların sahip olduğu noksan sıfatlardan çok yüce olan demektir.[8]

………Tekebbür eden veya kendisinde ululuk bulunduğu kabul edilen kimseye ‘mütekebbir’ denir. Olumsuz anlamıyla mütekebbir; kendini halkın en efdali, en üstünü sayan, kendinden başka hak tanımayan anlamındadır.

………‘Mütekebbir’ Kur’an’da bir ayette Allah hakkında kullanılıyor. Esmâ-i Hüsnâ içerisinde tefa’ul kalıbında gelen tek isimdir.

………O, Allahel-Mütekebbir’dir (çok büyüktür). Allah (puta tapanların) ortak koşmalarından yücedir.” (Haşr/23)

………Mütekebbir, yaratılmışlar hakkında kullanıldığında büyüklendi, büyüklük tasladı demektir. Tefa’ul kalıbı insanın kendisinde bulunmayan bir niteliği varmış göstermesi şeklinde bir özelliği vardır.[9]

………Bu kalıp tekellüf vurgusu da taşır. Yani o eylemi yapmak için külfete katlanan veya içini dolduramadığı isimle isimlenen demektir. Şair olmadığı halde kendine şairlik havası verene ‘müteşâir’, peygamber olmadığı halde kendisine peygamberlik havası verene ‘mütenebbi’ denir. Bu anlamıyla mütekebbir büyük görünmek için kendini zorladı, bunun için tekellüfe girdi demek olur.

………Bu açıdan mütekebbir olumsuzdur. Ancak Allah (cc) için kullanıldığında olumlu mana taşır. Çünkü Allah’ın büyüklüğünü ifadede zorlama söz konusu değildir.  O kendisi kendi büyüklüğünü anlatmak için tekellüfe (zorlamaya) girmez. Bilakis her türlü söz veya tasavvur O’nun büyüklüğünü anlatmakta zorlanır.

………Allah’ın ismi olarak el-Mütekebbir, büyüklük sadece Zatına mahsus olan, büyüklüğü hiç bir şeyle ölçülemeyen, kıyas kabul etmeyen, aklın idrak etmede aciz kaldığı, eşsiz ve benzersiz, mutlak ve sonsuz büyük manalarına gelir.

………Mütekebbir, kendinden başka her şeyi küçük gören, üstünlük ve büyüklüğü sadece kandisinde gören, başkasına tepeden bakan kimsedir. Eğer bu bakış açısı doğru ise, öyle bakan bu tekebbürü hak etmiştir. Bu ise Allah’tan başkası hakkında düşünülemez. Eğer bu bakış gerçek doğru değilse bu durumda büyüklük iddiası (tekebbür) yanlış ve geçersizdir.[10] Zira yaratıklardan hiç biri bu manada büyük değildir.[11]

………el-Mütekebbir, kullarına zulmetme küçüklüğüne tenezzül etmeyen büyük demektir. Bazılarına göre bu, kulların sahip olduğu noksan sıfatlardan çok yüce olan demektir.[12]

………Bazı dil bilginlerine göre ‘mütekebbir’, büyüklenme manasındaki ‘kibir’den değil, Allah’ın büyüklük ve azametini ifade eden ‘kibriyâ’dan türemiştir. Mütekebbirde bulunan ‘te’ harfi, teklik bildirir ve büyüklüğün yalnızca Allah’a mahsus olduğunu anlatır. Allah (cc) büyüklüğünün sonu olmayan el-Kebîr, yüceliğinin sonu olmayan el-Azîm’dir.[13]

………Mütekkebirlerin varacağı yer ne kötüdür…

………Mütekebbirin aslı olan ‘Tekebbera’ fiili iki yerde fiil halinde büyüklük tasladı manasında geliyor. Birinde İblisin Allah’ın emrine karşı kibir gösterisi anlatılıyor:

………“(Allah): “Öyleyse in o bulunduğun yerden. Çünkü o (makamda) büyüklük taslamak senin haddine düşmez.” Hadi, çık git. Çünkü sen aşağılık birisin” dedi.” (A’raf/13)

………Diğerinde haksız yere büyüklük taslayıp haddi aşanların Allah’ın ayetlerinden mahrum bırakılacakları haber veriliyor. (A’raf/146)

………“Haksız yere büyüklük taslayanlar denirken, eğriyle doğrunun belirlenmesinde kendi sübjektif yargılarını geçerli tek ölçü olarak gören ve dolayısıyla kişisel sorun ve kaygılarını vahyedilmiş mutlak ahlakî ölçülerin, mutlak değer yargılarının üstünde tutan, onlara karşı dikbaşlı bir tavır seçen kimselerin anlatılmak istendiği açıktır. ”[14]

………‘Mütekebbir’ üç ayette geliyor. Birisi yukarıda geçtiği gibi Allah’ın güzel isimlerinden biridir.

………İki tanesi Firavun ve adamlarının  haksız yere büyüklenmelerini nitelemek üzere geliyor.

………Firavun: Bırakın beni, dedi. Musa’yı öldüreyim; (Kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum. 

………Musa da: Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden (mütekebbir’den), benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığındım, dedi.” (Mü’min/27. Ayrıca bak. Mü’min/35)

………‘Mütekebbir’in çoğulu ‘mütekkebirîn (kibirlenenler)’ olarak dört ayette geçiyor. Hepsi de Mekkî sûrelerde ve büyüklük taslayanların akıbetleri ile ilgili geliyor. Onların cehenneme atılacakları ve oranın ne kadar kötü bir yer olduğu vurgulanıyor.

………Bu kavram nüzûl sırasına göre ilk defa Nahl’de yer alıyor;

………“O kimseler ki, kendi kendilerine kötülük etmeyi sürdürürlerken melekler onların canlarını almışlardı. İşte (Hesap Günü) bunlar teslim sancağını çekerek “Biz yaptıklarımızı kötülük olsun diye yapmıyorduk (diyecekler).  “Yoo” (denilecek kendilerine), “Unutuyorsunuz ama Allah yapmış olduğunuz her şeyi bilendir.

………“Haydi, o halde, içerisine yerleşip kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Mütekkebbirlerin (büyüklük taslamayı kişiliğinin bir parçası haline getirenlerin) yeri ne kötüdür.” (Nahl /29) Ya da;

………“… gerçekten de ne kötü olacak (o Gün) kendilerini boş yere büyüklük duygusuna kaptırmış olanların düştüğü durum.”

………Bir eylem ve niteliğin insana isim olması doğaldır ki o insanın söz konusu eylem ve niteliği kişiliğin bir parçası haline getirdiğini ifade eder. Mütekebbir kalıbının metne kattığı yan anlam budur.[15]

………‘Mütekebbirîn’ Zümer’de iki defa yer alıyor.

………“Kıyamet gününde Allah hakkında yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Kibirlenenlerin kalacağı yer cehennemde değil midir?” (Zümer /60)

………“O küfredenler, bölük halinde cehenneme sürülür. Nihayet oraya geldikleri zaman kapıları açılır, bekçileri onlara: Size, içinizden Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi? derler. “Evet geldi” derler ama azap sözü kafirlerin üzerine hak olmuştur.

………Onlara: İçinde ebedi kalacağınız cehennemin kapılarından girin; mütekebbirlerin (kibirlenenlerin) yeri ne kötü! denilir.” (Zümer/71-72)

………Büyüklük taslayanlar kendilerine sunulan ilahî rehberliğe, hak davete ve bunun gerektirdiklerine teslim olmayı reddetmişlerdi. Zaten insan ne zaman kendini yeterli görse fütursuzca azar. (Alak/6-7)

………‘Mütekebbirîn’ son olarak Mü’min sûresinde yer alıyor.

………“O Allah’tan başka (taptıklarınız). Onlar da: “Bizden uzaklaştılar, zaten biz önceleri hiçbir şeye tapmıyorduk”, diyecekler. İşte Allah kafirleri böyle şaşırtır. 

………Bu, sizin yeryüzünde haksız olarak şımarmanızdan ve aşırı derecede sevinip böbürlenmenizden ötürüdür.

………İçinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin dönüp gidecekleri yer ne çirkindir!” (Mü’min/74-76)

………Dünyada iken kendini güçlü ve kendine yeterli sanıp küstahça kibirlenenlerin , Allah’a ibadeti ve O’nun hükümlerine boyun eğmeyi gururuna yediremeyenlerin varacakları yer ne kötü olacaktır, ne berbat olacaktır, ne dehşet olacaktır.  Kötü, yanlış ve suç olan amellerin (eylemlerin) yapanların karşılığı cehennemdir.  Orası cidden ne kadar çirkindir, ne kadar istenmeyen, ne kadar zor bir yerdir.

………Şüphesiz bu mütekebbirlier, müstekbirlerin kendi tercihleridir. Zira peygamberler ve onlarla birlikte gelen vahiy herkesi bu dünyada bu konuda açık bir şekilde uyarmışlardı.

………Sonuç

………Ancak iman edip salih amel işleyenlerin durumu başka. Onları öldükten sonra yerin en güzeli, ödülün en muhteşemi,  kazançların en büyüğü, kurtuluşun en mutlak olanı, sonucun en mutlu edeni beklemektedir.

………“Allah, takva sahiplerini kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar mahzun da olmazlar.” (Zümer/61)

………“İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir.” (Kasas/83. Ayrıca bak. A’raf/128)

..(Hüseyin K. Ece) 15.12.2014 Zaandam-Hollanda.

[1] İbnu Manzur, Lisânu’l-Arab, 13/10-11. El-Isfehânî, R. El-Müfredât, S: 635-636

[2] İbnu Manzur, Lisânu’l-Arab, 13/12

[3] İbnu Manzur, Lisânu’l-Arab, 13/11-12

[4] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 2/501 Düşün Yay. İstanbul 2012

[5] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 2/501

[6] Ebu Davûd, Libas/29 (4090). Bir benzeri için bak. Müslim, Birr ve Sıla/136 (2620). İbni Mace, Zühd/16 (4174)

[7] Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, S: 309 ve 475

[8] İbnu Manzur, Lisânu’l-Arab, 13/11

[9] Topaloğlu, B. TDV İslam Ansiklopedisi, 32/189

[10] Heyet, Esmâu’l-Hüsnâ, ter. S: 288, Karınca Yay. İstanbul 2004

[11] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ 3/2180-2181

[12] İbnu Manzur, Lisânu’l-Arab, 13/11

[13] Heyet, Esmâu’l-Hüsnâ, ter. S: 287-288

[14] Esed, M. Kur’an Mesajı 1/300

[15] İslâmoğlu, M. Nüzûl Sırasına Göre Hayat Kitabı Kur’an, s: 511, Düşün Yay. İstanbul 2009

………XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

………EL MÜTEKEBBİR

………Allâh’u Teâlâ mütekebbir’dir. Kendisine ait sıfatları ve fiileri ile kudsiyet ve yücelik O’na mahsustur. Her hususta büyüklüğünü gösteren, ululuk ve azâmet O’nundur. O sevgide, rahmette, şefkatte, ilimde, hükümde, adalette, güvende, görmede, duymada, yaratmada her sıfatta yücedir, noksanlıklardan uzaktır. Adaletsiz sevgi, gereksiz merhamet, ilimsiz hüküm, hikmetsiz takdir, hesapsız mülk, yanılmış güven, durum ve olgulardan uzaktır. O Süphan’dır.  Allâh Süphan olduğuna göre elbette ki büyüklük, O’nun en doğal sıfatıdır. Mü’min de, Yüce Allah’ın mütekebbir olduğuna iman eder ve hayatını Yüce Rabbinin büyüklüğünü unutmayarak yönlendirir.

………Yüce Allâh, şeytanı bir imtihana tabi tutmuştu.

………Bakara sûresi /34 “Meleklere: “Âdem’e secde edin” dendiği zaman da hepsi secde ettiler. Ancak iblis secde etmedi. O bundan kaçındı, büyüklendi ve kâfirlerden oldu.”

………Şeytana da, Âdem’e secde etmesini söyledi. Fakat şeytan kendi vasıflarının noksanlığını ve yaratılmışlığını umursamadan Allah’ın hükmünü dinlemedi ve şöyle dedi;

………A’râf sûresi /12 “(Allâh): “Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan ne oldu?” dedi. O da: “Ben ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.”

………Şeytan büyüklenerek kendince, mazereti ile haklılığını savunarak Yüce Allah’ın hükmünü dinlemedi. Oysa şeytanın kendi vasıfları ve fiilleri sınırlıydı. Ve Yüce Allah’ın bir yarattığıydı. O’nun verdiği izne göre yaşar ve çabalardı. İşte kendi sınırlı vasıflarına rağmen kibirlendi.  Olmayan vasıfları varmış gibi kendini gördü ve nankörlerden oldu. Oysa büyüklenmek onun hakkı değildi. Şeytan yücelik olan sıfatlardan yoksundu.

………Bugün bizler arasında da, şeytan gibi aynı tabloyu sergileyenler var. Yüce Allâh bizleri de imtihana tabi tutuyor. Bu hükümlere (Kur’an’dadır) yaklaşılırken nasıl yaklaşılıyor. Rabbine “baş üstüne, emrin başım-gözüm üstüne” mi deniliyor. Yoksa şeytan gibi yorumlar yaparak mazeretler mi sunuluyor.

………Ne uydurulursa uydurulsun, Allah’a boyun eğilmiyorsa, kafa tutuyor demektir. Noksan iken, nasıl büyük olmayı kendinde görebilir ki. Var böyle insanlar. Asiler, kâfirler, münafıklar, müşriklerin hepsi kibir şerbetinden içmişlerdir. Oysa onlarda şeytan gibi noksan ve yaratılmış. Onlarda her insan gibi yer, içer, tuvalete gider. Biraz baharatlı yese karnı ağrır, soğuk su içse bademciği şişer, duvarın arkasını göremez, kitap okumadan ilim elde edemez, hastalanır, yaşlanır, üşür, yalnızlığa dayanamaz, muhtaçtır, fanidir.

………O halde nasıl oluyor da büyükleniyorlar. Elbette ki derin bir gafletten dolayı. Kendi sınırlılığını kabullense, sınırsız ve ebedi Hâkim’e döner. Yaratılan olduğuna emin olsa yaratanına döner. Muhtaç olduğunu idrak edebilse O’na sığınır.

………Şimdi soruyorum! Yüce Allâh yücelik sıfatlardan uzak mı ki, kendisine asi olunabiliyor. Hükmünü beğenmiyor. Hayır, binlerce kez hâşâ. Yüce Allah’ın en güzel isim ve sıfatları kendinde olduğu için O Mütekebbir’dir. O halde büyüklük O’nun en doğal sıfatıdır. Bunu böyle anlamalı kullar. O kendini büyük tutmuyor. O zaten büyük ve yücedir.

………Ve Yüce Allah’ın kibriyalığına iman ederek kulluğunu göstermeli insanlar. Bu yüzden yaşantımız hep azim Allah’ı yüceltme esasına göre olmalıdır. Allah’ı yüceltmek ile O’na imanımızın, kulluğumuzun ispatını yapmış oluruz. O halde her ibadetin altında yatan düşünce şu olmalıdır.

……“Lâ mütekebburun illâ El-Mütekebbir”

………(Allâh’ım sen büyüksün, senden başka büyük yok)

………Hakka sûresi /52 “Öyleyse yüce Rabb’inin ismini tesbih et.”

………Bu âyette de önemli bir gerçek vardır. Ayete dikkat edilirse, “Yüce Rabbini tesbih et” demiyor, “Yüce Rabb’inin ismini tesbih et” Çünkü insanoğlu Yüce Allah’ın zâtını zaten kavrayamaz. Aynı zamanda bir yaratılmış olarak O’nun yüceliğini anlayamadığı gibi ancak O’nu, isimleriyle tanır. Ayrıca O’nun kulu olarak isimlerini yüceltme, zatına bir şey eklemez. Ancak O’nu yücelttiğinin bir ispatı olur.

………İnsanlar, değişik yaklaşımlarla Allah’a iman ederler. Örneğin; ihtiyaçlarının giderilmesi gibi. Elbette Allâh Samed’tir., Gani’dir, Vehhab’tır, Rezzak’tır. Kullarda aciz ve muhtaçlar. Fakat insanlar ihtiyaçtan öte bir düşünce ile Allah’ı zikretmelidir.

………Örneğin; bir arkadaşınız var, probleminiz olduğunda yanınızda, işlerinizde yardımcı oluyor. Paranız olmadığında veriyor, hastalandığınızda sizinle ilgileniyor.

………Siz arkadaşınıza dönüp şöyle der misiniz? “Senin bana çok faydan oluyor, bana yardım ettiğin için seni çok seviyorum, faydandan dolayı seni çok seviyorum.” Bu ben merkezli, menfaatine bir yaklaşım. Arkadaşınız yardım etmeseydi, size para vermeseydi, işlerinize yardımcı olmasaydı sevmeyecek miydiniz? Oysa şöyle demeliydin “arkadaşım ben seni sen olduğun için kabul ediyor ve seviyorum”

………Şimdi soruyorum. Yüce Allah’ı ihtiyacımızdan dolayı mı seviyoruz? Bizlere nimetlerini artırmazsa, sıkıntılarımızı gidermezse, beklentilerimizi gerçekleştirmezse… Sevmeyecek miyiz? O halde sen fakir oldun mu, hasta oldun mu, yaşlandın mı, sorumlulukların artımı, zorlandın mı asî mi olacaksın?

………Oysa sen şöyle düşünmeliydin. “Allah’ım ben seni, sen olduğun için seviyorum. Kendi zatının yüceliğini tasdik eden kulunum. Ve tüm güzel isimlerinle seni tesbih ederim. Sen Süphan olan, bütün güzel isimleri üzerinde toplayan Rabbimsin. Ben inanıyorum, her sıfatını kabullenerek, gösterdiğin öğretmene tabi olarak, istediğin her hükmü yaparak, en doğru olanı yapmış olurum. Ben senin bazı sıfatlarını yakinen iman edip, bazı sıfatlarını uzak olarak iman etmiyorum. Her sıfatına yakinen iman ediyorum ve anlıyorum ki senden başka mütekebbir olamaz. AllahuEkber!”

………Kâinatta her varlık Allah’ı tesbih eder. Melekler, cinler, bitkiler, hayvanlar, dağlar, taşlar.

………İsrâ sûresi /44 “Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O Halim’dir, çok bağışlayandır.”

………İnsanlarda bu kâinatın bir parçası olarak Yüce Allah’ı tesbih etmelidir. Dikkati çekmek istediğim nokta tesbih kelimesi. Tesbih etmek demek; yüce Allah’ın her türlü kusurlardan beri olduğunu anmak demektir. Tesbih “Süphan” kelimesinden türemiştir. “Suphanallah” hayatımızda çokça kullandığımız bir zikirdir. O halde, suphanallah Allah’ın yüceliğini anmak ise, bu irade ile hayatımıza yön vermeliyiz.

………En’âm sûresi /162 “De ki; Benim namazım, ibadetlerim, yaşamam ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi olan Allâh içindir.”

………İşte Müslümanlar, her alanda Allah’ın rızasını hedeflediği için her düşünce, her duygu ve davranışlarla aziz ve kerem Allah’ı yüceltmiş olurlar. Allah’ın sözünü her zaman baş tacı ederler. Her ameliyle Allah’ı tesbih ederler. Kafasındaki fikri, dilindeki zikri, kalbindeki şükrü hep Allah’a olan kulluğudur. Böylece dar ve zor günlerinde Allah’ın büyüklüğünü unutmazlar ve gaflete düşmezler. Hastalandığında, fakirliğinde, ölüm döşeğinde bile Allah’ı yüceltmeyi bırakmazlar. Zaten insanın dünyaya gelmesinin gayesi bu değil mi? Yasak meyve ağaçlarına rağmen hâlâ Allah’ı tesbih etmek.

………Hz. Âdem (as) nasıl o ağaç ile imtihan edildi ise bize de yasaklanan alanlarımız var. Şimdi aramızdan bazıları diyebilir. Biz günde bin defa “Suphanallah” diyoruz. Tesbih çekiyoruz. Acaba sadece dilimizin tesbih etmesi yeterli mi? Bizlere yasaklanan ağaçlara (yani faiz, içki, yalan, şirk, riya vs) uzak duruyor muyuz? Yoksa hem “Suphanallah” diyoruz, hem de yasaklanan alanlara yaklaşarak Allah’ın hükümlerini çiğniyor muyuz? Yani hem Allâh Süphan’dır diyeceksin, hem de Allah’ın hükümlerini küçümseyerek, kendini bir şey zannedeceksin. Boyun eğeceğini dilinle söylerken, lisan-ı hâl ile de inkâr edeceksin. Böyle çelişkilerle dolu mümin olunmaz.

………Hem Allah’a inandığını söyler, hem de kamusal alanda Allah’a ait bir hüküm olmasın der. Hem namaz kılar, hem zina eder. Hem hacıdır, hem de faiz yer. Karısını örtülü ister, kendisi ise örtüsüzlere sempatik yaklaşır. Bir yandan günahlarına tevbe eder, diğer yandan asî olmaya devam eder. Gerçekte bu kişi kalbinde yeterince karar verememiştir. Gerçekten Mütekebbir kimdir? Eğer Allah’ı kabul ediyorsan, niye O’na boyun eğmiyorsun?. Yok, Mütekebbir olarak Allah’ı kabul etmiyorsan, neden hâlâ Müslüman olduğunu söylüyorsun. İşte kitabımızın en başındaki meselemize geldik.

………Bu kardeş! Hâlâ neye inandığını da bilmiyor. Yıllarca kimi tesbih etti? Kimdi yücelttiği, kimdi uğruna yaşadığı, niçin tükeniyor, kime boyun eğiyor? Hayatında en önemli olan şey neydi?  Binlerce soru. İnsanın çıkmazlığı, şeytanın çıkmazlığı ile aynı noktaya geldi. Kebîr olmak kimin hakkı.

………Haşr sûresi /24 “O yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nun dur. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’nun şanının yüceliğini tesbih ederler. O Aziz ve Hâkim’dir.”

………Eğer Allâh, Ekber’dir diyorsan, o halde büyük sözü dinle. Şeytan gibi, büyük sözü dinlemediğinin yanı sıra, savunma sapmalarına girme. Her ne kadar çevreden ve içinden gelen değişik telkinlerde olsa, akıl ve vahy ile doğruyu bul. Örneğin; kimin merhameti Allah’ın merhameti kadar olabilir. Ya da sana ne kadar hükmetseler de, onların üzerinde de hükmeden Allâh değil midir? Sana bir hediye verseler Allah’ın hediyelerine ulaşabilir mi? Sana ilim öğretseler de, o ilimleri tahsis eden ve sınırsız ilim sahibi olan Allah’tır. Seni doğuran bir insanda olsa, o çocuğu ve annesini var eden Allah’tır. Birisi seni sorgulasa, sorgulayanları da sorgulayacak olan Allah’tır. Görüyorsun ya, Yüce Allâh tüm varlıkların üstünde her ismi ile Kebir’dir.

………Parolamız; Yüce Allah’ın her sıfatının yanında, El-Mütekebbir olduğuna iman ettik. Her halimizle “Allâh’u Ekber” diyenlerdeniz inşallah. Lâ Mütekebbire illâ El-Mütekebbir. (inci mercan)

………XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

……...KİBİR HAKKINDA

………KİBRİN ESASI ve ZARARLARI

………Kibir çok kötü bir huydur. Kalbin ahlakındandır fakat etkisi dışta olur. Kibrin aslı, kendini başkalarından üstün görmek, iyi bilmek ve kalben bundan sevinç duymaktır. Kalpte meydana gelen bu sevinç ve neşe havasına kibir denir. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kibir havasından Allah’a sığınırım.”

………Bir kimsede kibir havası meydana gelince, başkalarını aşağı görür ve onlara hizmetçi gözüyle bakmaya başlar. Öyle ki, bazen onları hizmetine bile layık görmez.

………Nitekim devlet başkanları herkesi işlerine layık görmezler. Ancak uygun gördüklerini hizmetlerine alırlar. Bu, kendini Yüce Allah’tan bile yüksek görmek derecesinde büyük bir kibirdir. Zira Yüce Allah, herkesi kulluğuna ve kendisine secdeye kabul etmektedir.

………Peygamber (s.a.v.)’e: “Mütekebbir kimdir?” diye sordular. Şöyle buyurdu: “Hakka boyun eğmeyen ve insanlara hakaret gözüyle bakan kimsedir.

………Kibir kul ile Allah arasında büyük bir perdedir. Bütün kötü huylar bundan doğar. İnsanı bütün iyi huylardan uzaklaştırır. Hiçbir kimse kendini unutmadıkça Müslümanlık kokusunu duyamaz. Hatta kendinden geçmeden dünya lezzetini de duyamaz. Büyüklerden biri der ki, cennet kokusunu duymak istersen kendini bütün insanlardan aşağı tut.

………KİBİRİN DERECELERİ

………Kibirin dereceleri vardır. Zira bazıları çok daha çirkin ve kötüdür. Kibirdeki fark, Allah’a, Resulüne veya kullardan birine karşı olmasından ileri gelir.

………Kibrin birinci derecesi, en büyük kibir: Allah’a karşı olan kibirdir. Nemrut’u, Firavun’un, şeytanın ve kulluk adından utanıp ilahlık iddiasında bulunanların kibri gibi.

………Kibrin ikinci derecesi: Resûlallah’a karşı olan kibirdir. Kureyşli kâfirlerin yaptığı gibi. Onlar “Biz kendimiz gibi bir insana baş eğmeyiz. Niçin bize bir melek veya muhteşem bir insan gönderilmedi de, bir öksüz gönderildi?” dediler.

………Üçüncü derecedeki kibir de insanlara karsı duyulan kibirdir. Kendini başkasından üstün görmek, onları horlamak, haklı da olsa başkasının sözünü kabul etmemek gibi.

………Bu derece diğer iki dereceden aşağı olmakla beraber yine de şu iki sebepten dolayı büyük bir günahtır:

………1 – Büyüklük Allah’ın sıfatıdır. Kulların bunu yüklenmesi Yüce Allah ile çekişmek olur. Bu kimse, padişahın tacını giyip tahtına oturan köleye benzer. Bu kimsenin ne çeşit cezayı ve azabı hak ettiğini sen düşün.

………Hak Teâla buyurur ki, “Azamet ve kibriya benim elbiselerimdir. Bunlar için benimle çekişeni helak ederim.”

………O halde Allah’ın kullarına tekebbür etmek hiç kimseye yakışmadığına göre onlara karşı böbürlenmek Allah’u Teâla ile çekişmek olur. Bu padişahın özel hizmetçilerine emir veren kimseye benzer. Hâlbuki bu padişahtan başkasına layık değildir.

………Şeytanın soyu kibir edip, “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.” (Sad, 76) dedi.

………Kibir onu öyle bir dereceye getirdi ki Allah’ın fermanına başkaldırıp Âdem’e secde etmedi ve ebedi melun oldu.

………2 – Kibir başkasının haklı sözlerini kabul etmeye mani olur. Hatta din hususunda  söylenen sözler bile reddedilecek durumlar meydana gelir. Bu da münafık ve kâfirlerin sıfatıdır.

………KİBRİN SEBEPLERİ VE İLACI

………İnsanlar, kendilerinde üstün bir özelliğin bulunduğunu anlayıp, başkalarında bulunmadığına inandıkları için büyüklenirler. Bunun yedi sebebi vardır:

………1 – İlimdir, kendini âlim zanneden kimse, başkasını aşağı görür. İnsanlardan riayet saygı ve öncelik bekler. Bunlardan birisi yapılmasa hayret eder ve incinir. Birisine iltifat etmesi veya davetine gitmeyi ona minnet sayar. Yüce Allah yanında kendini başkasından ileri bilir. Başkasının onun sayesinde cehennemden kurtulduklarını zanneder.

………Bunun için, Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “İlmin afeti, kendini büyük görmektir.” Gerçek âlim için durum tam tersidir. İlmi sayesinde gerçekleri görür ve yerini anlayıp büyüklenmeye yeltenmez.

………2 – Zahitlik ve ibadette kibirlenmektir. Abit, zahit ve sofuların kibirden kurtulmaları zordur. Başkalarının kendilerini ziyafet etmelerini sever ibadetleri için insanlara minnet ederler. Başkalarının mahvolduğunu, kendilerinin ise affedildiklerini sanırlar. Kendisini inciten birisine bir bela gelince, bunun kendi yüzlerinden olduğunu sanırlar.

………Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Bütün insanlar helak oldu diyen de helak olur.

………Yine buyuruyor ki: “Bir din kardeşini aşağı görenin günahı, son haddini bulmuştur.

………Genellikle cahil abitler, kendilerini inciten kimselere, Yüce Allah’ın rahmet etmeyeceğini sanırlar. Oysa kâfirler Peygamberimizi (s.a.v.) incittiler fakat Yüce Allah dünyada onlardan intikam almadı. Hatta bazılarına Müslümanlığı nasip etti. Öyle ise intikamlarının alındığını sanıp, kendilerini Peygamberden kıymetli tutma gafletine düşmek ancak cahil abidlerin işidir.

………Başkasından hayırlı olduğuna kesinlikle inananın ameli batıl olur. Kibir, âlim ve abidler için büyük bir tehlikedir. Kibir hususunda üç tabaka var:

………Birinci tabaka: Kalplerinde kibir olmakla beraber, nefisleriyle mücadele edip, alçakgönüllülük gösterirler.

………İkinci tabaka: Kalbinde kibir vardır. Dilini de tutup kibir göstermez. “Ben herkesten aşağıyım.” der. Fakat işlerinde kibir sayılacak şeyler yapar. Mesela yürürken veya otururken kendisine öncelik tanınmasını ister.

………Üçüncü tabaka: Kalben olduğu gibi, dili ile de belli eder. Kendini övüp başkasının noksanlıklarını ve hatalarını sayar. İlmini göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmaz. İlginç şeyleri öğrenip ilminin fazlalığını sergilemek ister. Bu anlattıklarımızdan tamamen arınmış çok az kimse vardır.

………Oysa Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kalbinde zerre kadar kibir taşıyana cennet haramdır.”

………3 – Soy-sopla olan kibir. Soy-soptan dolayı hiç kimse başkasından üstün olamaz; seyyid veya hocazade olduğu için başkasını daha aşağı göremez. Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyor ki:

………Hiçbir beyaz çocuğunun, zenci çocuğundan üstünlüğü yoktur.

………Cehennemde kömür olmuş kimselerle övünmeyi bırakın. Yoksa pisliği kâh koklayan, kâh da ağzına alıp çiğneyen çocuktan da aşağı olursunuz.

………4 – Güzellikle  olan  kibir. Bu en çok kadınlar arasında olur.

………5 – Zenginlikle olan kibir.

………6 – Kuvvetlinin zayıfa karşı yaptığı kibir. Peygamberimiz (S.A.S.) buyuruyor ki: “Kuvvetli   olmak başkasını yenip yıkmak değil, belki nefsi arzularını yenmektir.”

………7 – Birisinin maiyetinde olanlara(hizmetçi, işçi, mürid vs.) karşı gösterdiği kibir.

………Kendini büyük görmenin sebepleri bunlardır. Ama görünen sebep düşmanlık ve kıskançlıktır. İkiyüzlülük ve kibrin sebebi olabilir.

………KİBİRİN İLACI

………Bil ki, zerre miktarı dahi insanı cennetten uzaklaştıran kibir hastalığının tedavisi farzdır. Allah’ın dilediği müstesna, hiç kimse bir hastalıktan arınmış değildir. Kibirden kurtulmanın biri kısa, diğeri uzun olmak üzere iki çeşit tedavisi vardır.

………KISA VADELİ TEDAVİ;

………İlim ve amel birleşiminden oluşur.

………1 – İlmi İlaç: Büyüklük ancak Yüce Allah’a mahsustur. İnsan ise aciz, hakir ve zelildir. Bunu bilen kimse kibri içinden söküp atar. Kendini tanımayan kimse, Kur’an-ı Kerim’deki şu ayetlere dikkatle baksın: Yüce Allah buyuruyor ki:

………Kahrolsun o inkâr eden kâfir insan. Onlar ne kadar da nankör şey. Allah insanı neden yarattı? Bir damla sudan (meniden) yaratıp merhalelerden geçirerek ona insan şeklini verdi. Sonra (rahimden çıkarmak için) ona yolunu kolaylaştırdı. Sonra da onu öldürür ve kabre koyar. Dilediği zaman onu tekrar diriltir.” (Abese/17-22)

………2 – Ameli ilaç: Her zaman ve her durumda mütevazilerin yolunu tutmaktır. Peygamberimiz (S.A.S.) yerde yemek yer ve yerken bir yere dayanmazdı.

………Namazın hikmetlerinden biri de rükû ve secde ile meydana gelen tevazudur. Zira secdede organların en değerlisi olan yüz, en aşağı şey olan toprağa konulur.

………Demek ki kibre kapılmamak için, kibrin emrettiği her şeyin tam tersini yapmak gerekir. Bu da gerek şekille ilgili hususlarda, gerek dille, gerek göze, gerek durmaya, oturmaya yani bütün hareket ve duruşlara ait olan hususlarda olur.

………Hasan Basri kendisiyle yürümek isteyenlere müsaade etmez, belki kalp bundan bir şeyler kapar derdi. Ebu Derda diyor ki: “Arkandan ne kadar çok adam yürürse, o kadar Allah’tan uzak olursun.”

………KİBİRİN BAZI BELİRTİLERİ ŞUNLARDIR:

………A – Önünden ayağa kalkınmasını veya ayakta durulmasını istemek. Onun için Peygamberimiz (S.A.S.) kendisi için ayağa kalkılmasını istemezdi.

………B – Başkasını ziyaret etmemek, kendi ziyaretine gelinmesini istemek.

………C – Yanında fakirlerin oturmasını istememek. Peygamberimiz (S.A.S.) eline fakire verir ve fakir elini çekmeden o çekmezdi.

………D – Kendi evinde iş yapmamak.  Resûlallah evlerinde meydana gelen her işi kendileri yaparlardı.

………E – Evinin ihtiyaçlarını bizzat evine götürmemek. Peygamberimiz eşyasını evine kendisi götürür ve elinden almak isteyenlere: “Eşyayı sahibinin götürmesi daha iyidir.” buyururdu. Ebu Hüreyre şehrin emiri iken odunu sırtına yükleyip götürürdü.

………F – Süslü elbise giymeden dışarı çıkmamak. Yalnız her zaman için güzel elbise kibrin belirtisi değildir. Zira bazı kimseler her şeyin iyisine ilgi gösterirler. Yalnız iken de iyi elbise giyen, iyi elbiseyi kibir için giymiyor demektir. Bazı kimseler de eski elbiselerle kibirlenirler. Zira bu şekilde kendilerini zahit gösterirler.

………KİBİRİN TAFSİLATLI TEDAVİSİ;

………Kibrin tafsilatlı tedavisi ise onun kaynağını bulmaktır. Eğer nesebi soyu sebebiyle oluyorsa Allah’ın bu husustaki beyanını düşünmelidir. Nitekim buyurur ki “Senin aslın topraktan, neslin menidendir.” O halde senin baban meni, deden topraktır.

………Kibrin ikinci sebebi güzelliktir. Eğer güzellik sebebiyle kibirleniyorsa kendi içindekilere baksın. Ne rezillik ve çirkinlikler vardır. Sonra hayız kanıyla meniden yaratıldığını ve idrar yolundan geçip dünyaya geldiğini düşünmelidir. İnsanoğlu eğer bir gün kendini yıkayıp temizlemezse bütün mezbeleden pis olur.

………Eğer kuvvetiyle kibirleniyorsa düşünsün ki, bir damarına bir hastalık gelse ondan aciz, güçsüz kimse olmaz. Burnuna bir sivrisinek, kulağına bir karınca girse çaresiz kalır ve helak olur.

………Eğer zenginliği, hizmetçilerinin çokluğu ile kibirleniyorsa bunlar onun zatından ayrıdır. Malı çalınsa, görevinden atılsa ne yapabilir. Sonra çok Yahudi vardır ki ondan daha zengindir. Çok cahil ve ahmak kimseler var ki makam ve mevki bakımından daha üstündür.

………Düşünmelidir ki büyüklük Allah’u Teâlâ’nın sıfatlarındandır. Kibirlenen kimse Allah’u Teâlâ ile çekişmeye girişmiş olur. Allah’u Teâlâ kendisiyle çekişene düşman olur. Allah’u Teâlâ herkesi, “Benim yanımda kıymetiniz kendinize kıymet vermediğiniz zaman vardır.” Buyurur. Bu sebepten idi ki peygamberler mütevazı idiler. Zira Hak Teâlâ’nın kibri sevmediğini bilirlerdi.

………Kibre karşı koymanın uzun ve garanti yolu dünyadaki kendi fonksiyonunu düşünmek, acizliğini idrak etmek ve ahireti unutmamaktır. Bilmek gerekir ki, bütün güzellikler, zenginlikler, varlıklar, oğullar hep geçicidir. Dünyada her zaman yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. O halde biraz sonra yok olacak bir şey için kibirlenmek akıl karı değildir. İlim ve ibadetten dolayı yapılan kibrin hem tedavisi daha zor, hem de azabı daha çoktur. Âlime büyük değer verildiği gibi, mes’uliyet ve azabı da daha ağırdır. Bunun için gerçek âlim ve şeyhler daima alçakgönüllü olurlar.

………UCUB (Kendini beğenmişlik) ve ZARARLARI

………Ucub (kendini beğenmişlik) de kötü bir ahlaktır. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

………Üç şey insanı felakete götürür: Cimrilik, Nefsine uymak, Ucub (kendini beğenmişlik.)”

………Yine buyuruyor ki:

………Günah işleseniz de, sizin  günahtan  daha beter olan bir işi yapmanızdan korkarım: O da kendini beğenmişliktir.”

………Bişir bin Mansur bir gün gayet fazla namaz kıldı. Bir kimse onun ibadetine bakıp taaccüp etti. Bişr selam verince, “Ey delikanlı, taaccüp etme. Şeytanın ne kadar ibadet ettiğini ve sonunun ne olduğunu bilirsin.” Dedi.

………Bil ki, kendini beğenmişlik insanı birçok felâkete sürükler. Bunların başında kibir gelir. Kendini başkalarından hayırlı zanneder.

………Diğer felaketleri şöyle sıralayabiliriz: Günahları düşünmemek. Hatırladığı günahların da affı için uğraşmamak, şükretmemek, şükre ihtiyacı olmadığını sanmak. İbadete zarar veren şeyleri bilmemek; öğrenmeğe de çalışmamak, kendini kusursuz bulmak ve bir zarara uğramayacağını zannetmek.

………KENDİNİ BEĞENMİŞLİĞİN Ve NAZLANMANIN ASLI

………Yüce Allah’ın ilim ve ibadette başarılı kıldığı ve diğer nimetlerini verdiği kimse, o nimetin elinden çıkmasından korkarsa kendini beğenmiş olmaz. Korkusu bulunmaz bile. O ilim ve ibadetin kendi sıfatı değil de Yüce Allah’ın kendisine bağışlamış olduğu bir nimet sayar ve bunun için sevinirse yine kendini beğenmişlik yapmış sayılmaz. Fakat eğer o ilim ve ibadeti Allah’ın nimeti değil de kendi sıfatı gibi kabul ediyor ve seviyorsa üstelik elden çıkmasından da korkmuyorsa o zaman kendini beğenmişlik olur. Eğer bu kendisine verilenlerden dolayı Yüce Allah üzerinde hakkı olduğunu düşünüp, yaptığı ibadeti Yüce Allah yanında kabul edilmiş bilirse o zaman nazlanmış olur. Buna idlâl denir.

………Bir kimseye bir şey verilir de “Bu verdiğim ne büyüktür, değerlidir” diye düşünülürse, kendini beğenmişlik olur. Bunun yanı sıra da bir de hizmet ve karşılık beklenirse o zaman idlâl olur. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

………Bir kimse kıldığı namazla idlâl yaparsa yani nazlanırsa, namazı kılmamış gibi olur.

………Yine buyuruyor ki:

………Kişinin gülüp de taksiratını itiraf etmesi, ağlayıp da, ağlamasını büyük bir iş saymasından hayırlıdır.

………UCUB’UN (kendini beğenmişlik) İLACI;

………Kendini beğenmişlik, yalnız cahillikten ileri gelen bir hastalıktır. İlacı da yalnız bilgidir. Yaptıklarımı ilim ve gücümle meydana getirdim diyen, iş yaptığı gücün, iradenin ve organların nereden geldiğini bilmiyor mu?

………“İlim ve amel benim irademle oluyor” diyen, o irade ve isteği nereden getirmiştir, kim kazandırmıştır?

………Demek ki bütün bunlar Yüce Allah’ın nimetleridir. O halde kendini beğenmişlik, çok cahil olmaktan ileri gelir. Zira Allah istemeden insanın hiçbir şeye gücü yetmez. Öyleyse yapılacak şey, Yüce Allah’ın ihsanına hayret etmektir.

………Eğer derse ki, Allah’u Teâlâ’nın zatının, celalinin ve  sıfatlarının kemalini idrak ettiğim için Allah’ın sevgisi benim kalbime atılmıştır.

………Cevabında denir ki, bu marifeti ve bu idraki sana kim verdi? Bunların hepsi Allah’u Teâlâ’nın fazl-u ihsanından olunca ucub, seni yaratan  bu sıfatları sende meydana getiren ve sana kudret, irade, istek veren Allah’ın ihsanına olmalıdır. Sen ortada hiçbir şey değilsin. Ve sen Allah’u Teâlâ’nın kudret ve iradesine yol ve güzergâhtan başka bir şey değilsin. O halde ucub değil şükretmelisin. (İ. Gazali/Kimya-ı Saadet)

………Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

………Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 

 

 


ESMA DERSLERİ – 17 – El HÂLIK (47.video)

$
0
0

uel-halik

………“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

………BismillahirRahmanirRahıym

………Değerli dostlar, şimdiki ismimiz El Hâlık; mutlak yaratıcı, takdirine uygun yaratan, yaratmanın eşsiz ve benzersiz öznesi olan demektir. El Hâlık, hatırlar mısınız Hallâk ismini daha önce işlemiştik, onun içinde El Hâlık ismi şerifinin lügavi çerçevesini Hallâk’ta işlediğim için geçiyorum. Nazari çerçeveyi de orada işledim geçiyorum direk Kur’an î çerçeveye giriyorum.

………El Hâlık isminin Kur’am î çerçevesi, sayılarla Kur’an da Hâlık ha-le-ka kökünden türetilen kelimeler yaklaşık 250 kelime var, bu kökten iki isim geliyor Kur’an da Hâlık ismi 8 yerde îsim olarak kullanılır, bunların dördü haliku külli şey’in şeklinde gelir, herşeyin Hâlıkı. Haşr/24. Ayetindeki müstakil Allah için kullanılır. Diğer ayetler hep Mekkî dir nedense sadece Haşr/24 medine de gelmiş. Hâlık ismi geçen 7 ayette Mekki’dir. Bunun da bir nüktei olsa gerek, nedir o? Mü’minlere, içinde bulundukları zor anı mutlaklaştırmamaları tavsiyesidir. Nedir bu? Ey Mü’minler şe anda Mekke’nizi yaşıyorsunuz, zor zamanlar geçiriyorsunuz ama Allah’ın Hâlık olduğunu unutmayın, ana mahkûm olmayın. Şu anı yaratan Allah Hallâk tır bir sonraki anı da yaratır. Onun için Medine’nizi bekleyin. Allah sizi hep Mekke’ye mahkûm edecek değil mesajı vardır burada O her şeyin Hâlık’ıdır.

………Haliku külli şey’in, Rad/16, En’am/102, Zümer/62-63. Ayetleri bu konuda. Ben bir tane örnek verip geçeyim. Zâlikümullâhu Rabbüküm Haliku külli şey’* lâ ilâhe illâ HU* feenna tü’fekûn. (Mü’min/62) işte rabbiniz olan Allah budur.

………Çok ilginç, bu gerçekten de titretmesi gereken bir ifade tarzıdır Kur’an da. Bana rabbimi tarif et diyorsunuz Kur’an a, rabbiniz olan Allah’ın ne yapması lazım biliyor musunuz? Her şeyin Hâlık’ı olması lazım. Birine kulluk ediyorsanız önce bu soruyu sorun her şeyin Hâlık’ ımı? Bu harika ve arkasından lâ ilâhe illâ HU O’ndan başka kulluğa layık hiçbir varlık yoktur. feenna tü’fekûn nasıl da savruluyorsunuz, zihniniz nasıl da savruluyor. Nasıl beceriyorsunuz Allah’tan başkalarına Allah’a ait sıfatları yakıştırmaya.

………Hâlık isminin tecellilerine geçiyoruz. Beşerin insan kılınışı Hâlık’ın tecellisidir. Hâlık ismini bu başlığın altını doldurmak için ayıracağım. Beşerin insan kılınışı Hâlık isminin tecellisidir, dikkat buyurun başlığa; Beşer, insan kılınmıştır. Bu dersin dikkatle dinlenilmesini istirham ediyorum. Çünkü bir daha bu konuyu böyle etraflı ve ayrıntılı olarak işleyip işleyemeyeceğimi bilmiyorum. Onun için Adem; Avanos’ta ki çömlekçinin çömlek yaptığı gibi çömlekten mi yaratıldı sorusuna bu derste inşaAllah Kur’an dan cevap bulacağız.

………Kur’an da insanın yaratılış süreçleri hakkında birbirinden farklı kavramlar kullanılır. Min Tıyn, Min sülâletin, min hamein mesnun, min salsalin, min salsalin kelfahhar, min tıynin lazib, hepsi farklıdır. Bunların tam olarak neye tekabül ettiği yoruma açıktır çünkü bu ayetler müteşabihtir, mücmeldir onun içinde yoruma açıktır. Yani; Efela yetedebberunel Kur’ân.. (Muhammed/24) ayeti tam da bu gibi ayetler için geçerlidir. Yani Kur’an üzerinde derin düşünmezler mi?

………Yahudi ilâhiyatının Yahudi tasavvuruna dayanarak ürettiği yorumlara İsrailiyat adı verilir. İsrailiyat neymiş; Yahudi ilâhiyatının Yahudi tasavvuruna dayanarak ürettiği dini yorumların adıymış.

………İsrailiyat insanın yaratılış süreçlerine dair haksız bir yorum tekeli oluşturmuştur ve maalesef İsrailiyatın uzun gölgesi tüm İslam birikiminin de üzerine sıvışmıştır, yapışmıştır, düşmüştür ve bu gölgeyi İslâm tedvin tarihinde İslami birikimin üzerinden kaldırma teşebbüsleri olmuştur. Fakat bu teşebbüsler tam da başarılı olamamıştır. Onun için her dönem her çağda, her durumda İsrailiyatın İslâm tedvininin içine sızmış olan ajanlarını temizlemek İslâm âlimlerinin bir numaralı görevi olmalıdır, yani bilgi temizliği. Bilgi kirliliğidir çünkü İsrailiyat onun içinde temizlenmek zorundadır.

………İsrailiyatın oluşturduğu bu yorum tekelinden ayetler de kurtulamamıştır maalesef, hatta bu yorumlara itiraz nassa itiraz sayılmıştır. Öyle ki İsrail oğullarının ürettiği dini yorumlar İslam’a İslâm tedvini ve rivayet kültürünün içinden girmiş daha sonra Müslümanların dindarlığı İsrailiyat üzerinden oluşmaya başlamış. Bunlara itiraz Kur’an a itirazdan daha fazla tepki görmüştür. Bir adam Kur’an a itiraz etse o kadar tepki görmemiştir de, israiliyata itiraz edince tepki görmüştür. Bu da gariplik üstü bir garipliktir.

………Biz burada ayetlerin önünde, onları müfessir bilen bir bakış açısıyla diz çökeceğiz, ayetler üstadımız ve hocamız olacak, dizimizi çöküp talebesi olacağız ve üstadım buyur diyeceğiz, o konuşacak biz de dinleyeceğiz. Çünkü Kur’an müfeeser değildir herkesin zannettiği gibi müfessirdir. Kur’an ın tefsir ettiği nedir? Kâinattır, varlıktır çünkü varlık fiili ayettir, varlık daha önceki ayetlerdir, Kur’an varlığın üstüne inmiştir. Onun için Kur’an varlığı gösteren birer atıf hükmündedir.

………İnsanın kendisi kevni vahiydir, insan hakkında ki Kur’an ayetleri ise kavli, sözel vahiylerdir. Kavli, sözel vahiyler fiili vahyi tefsir ederler. Kur’an; sureti insan olan canlıya beşer der, siyreti değil ama, ahlakı değil. Kur’an sureti insan olan canlıya beşer der, yani beşer diğer hayvanlardan bir hayvan değil, sureti insan olan canlıdır ama siyreti insan olan canlı değildir. Siyreti insan olan canlıya ise Kur’an Adem, ademoğlu der. Beşerin neden yaratıldığından söz eden iki ayetten biri sudan yaratıldı derken diğeri çamurdan yaratıldı der.

………Furkan/54 Ve “HU”velleziy haleka minelmai beşeran. O Allah ki beşeri sudan yarattı, ma dan yarattı. Bu su gerek canlı varlıkların ilk çıkış noktası olan su, gerek tüm canlı varlıkların anne rahminde iken içinde yüzdüğü yani özellikle anne karnında ki geçirdiği embriyolojik aşamalar dediğimiz embriyolojik sürecin başlangıcı gerekse dünyada ki tüm hayati alanlarda su ve suyla ilgili beslenmesine atıf olabilir. Ama bu atfın ilk atıf olduğu yine Kur’an la sabittir çünkü ve ce’alna minelMai külle şey’in hayy. (Enbiya/30) bir her canlıyı sudan kıldık ayeti orada durmaktadır.

………İkincisi Sad/71-72 İz kale Rabbüke lil Melaiketi inniy halikun beşeran min tıyn. (Sad/71) Hani rabbin meleklere demişti ki ben çamurdan bir beşer yaratacağım. İki ayette de beşer geçiyor. Sual; aynı varlığın yaratılışının ayrı kavramlarla ifade edilmesi neden? Yani birinde sudan, birinde çamurdan, neden? Cevap; Onun yaratılışının aniden değil bir süreç içinde aşama aşama oluşuna delalet eder bu bu anlama gelir.

………Beşeran bir şeyin görünür hale gelmesidir, beşeran ın lügat manası budur. Onun için insan derisine beşera denir Arap dilinde on un için kadınla erkeğin birleşmesine mübaşara denir tenler birbirine değdiği için, yani ten sahibi varlık demektir yani eti ve kemiği olan, özgül ağırlığı olan varlığa beşer diyor. Öbürü, karşıtı nedir? Can ve Cin, o da görünmeyen. Biri görünen varlık öbürü görünmeyen varlık.

………Sual; Adem ile Beşer arasında ne fark vardır.

………Cevap; İsrailiyata bulaşmadan bu soruya cevap verecek olursak insanın irade verilmeden önceki halini kast etmektedir beşer. İrade verildiğinde Âdem olmuş olur.

………Sorun nedir peki? İsrailiyatı üreten akıl canlı varlık kategorilerine ilişkin anlama problemine sahiptir. Allah beşere ruh üflemiştir Adem olmuştur. Değil mi? ve nefahtü fiyhi min RuhİY. (Hicr/29) Ne zaman ki ruhumdan üfledim feka’u lehu sacidiyn o zaman secdeye kapan.

………Esasında melekler insana değil üflenen ruha secdeye davet edilmiştir. Eğer insana beşerin beşerliğine olsaydı, eğer beşerin etine kemiğine olsaydı ruh üflenmeden secde ederlerdi. Peki, ruh üflenmek ne demek? Ona geleceğiz.

………Sual; İsrail rivayetleri üreten aklın insanın yaratılışına ilişkin temel problemi ne?

………Cevap; Allah’ın beşere üflediği ruhun can olduğunu zannetmesidir. Yani Allah ruh üflemekle can verdi zannetmesidir. Oysa ki yer yüzünde canlılık insanla başlamamıştır, insan canlı zincirinin son halkasıdır ilk halkası değil bu Kur’an la sabittir. Okuyalım;

………Evelem yeralleziyne keferu ennes Semavati vel Arda kâneta retkan. (Enbiya/30) O kâfirler görmediler mi ki gökler ve yer başlangıçta bitişikti.

………Allah Allah..! Ayeti duydunuz mu? Bu hakikat geçen yy. da keşfedilmiştir. Gökler ve yerin bitişik olduğu hakikati. Başlangıçta bitişikti kâneta retkan fefetaknahüma biz onu sonradan ayırdık. ve ce’alna minelMai külle şey’in hayy yer yüzü ilk oluştuktan sonra da ne yaptık? ve ce’alna minelMai her canlıyı sudan başlattık, sudan kıldık. efela yu’minun. (Enbiya/30) İnanmayacak mısınız? Ne münasebet, Kurban olayım ya rabbi biz kimiz ki inanmayalım, sen diyeceksin de inanmayacağız.

………Kur’an ın inişinden 1.400 yıl sonra ilmen keşfedilen ilmi bir hakikat dile getiriliyor. İsrailiyatı üreten akıl insanı iki unsurdan ibaret sayıyor. Nedir? Ceset ve can, cisim ve can. Oysa beşere üflenen ruh 3. Unsurdu. Yani beşere üflenen ruh beşeri cansız ken canlı yapan şey değil, canlıyken akıllı iradeli ve vicdanlı yapan şey.

………Anlaşılması benim için çok önemli çünkü yanlış anladığınız zaman yandığım gündür, anlaşılması çok önemli. İsrailiyatı üreten aklın en büyük problemi buydu Allah’ın üflediği ruhu onlar can üfledi zannediyorlar. Oysa insan canlıların son halkasıdır ilk halkası değil ve üflenen ruh ile üflenen şey can değildir, iradedir, akıldır, vicdandır. Hayvandan insanı ayıran şeydir, taştan hayvanı ayıran şey değildir üflenen. Onlar zannettiler ki taştan hayvanı ayıran şeydir üflenen. O zaman taş hayvan olurdu. Oysa beşer insan oldu hayvan insan oldu demiyorum, beşerdi. Yani Darvin’e niye ekmek çıkmaz ona da geleceğim.

………Kur’an ın inişinden 1.400 sonra ilmen keşfedilen ilmi bir hakikat dile getiriliyor dedik, oysa üflenen ruh üflenen beşer bu ikisine zaten sahipti, beşerin hem bedeni hem de canı vardı. Fakat ceset ve cana sahip olmak onu insan yapmaya yetmiyordu en gelişmiş halka idi çünkü. Beşer; akıl, irade ve vicdandan yoksun olduğu için canlı türünün en vahşi unsuru oldu. Beşer; akıl, irade ve vicdandan yoksun olursa insan beşer olur. İnsan irade, akıl ve vicdandan yoksun olursa en vahşi canlıdır. İşte melekler bunun için itiraz etti. Bakara/30 ayetinde nasıl itiraz etmişlerdi? Ya rabbi yeryüzünde kan dökecek, fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın kalû etec’alü fiyhâ men yüfsidü fiyhâ ve yesfiküddimâe. ve nahnu nüsebbihu BihamdiKE ve nükaddisüleKE, kale inniy a’lemü mâ lâ ta’lemûn. (Bakara/30) Seni hamd ile takdis edip teşbih edip dururken sen kan dökecek fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın.

………Nereden bildi melekler? Çünkü beşeri görmüşlerdi, bir de buna ruh üflersen bunu kimse yenemez ya rabbi diye düşünüyorlardı ama Allah’ın bildiğini onlar bilmiyorlardı.

………Diğer canlılar ceset ve can gibi 2, Ademoğlu ceset, can ve ruh gibi 3 varlığa sahiptir. Adem ruh üflenmeden önce canlı mıydı? Zurnanın esas yeri burası.

………Sual; Adem oğluna üflenen ruh can değilse Adem bu üflenmeden önce canlı mıydı?

………Cevap; Bu sualin cevabı şu soruya bağlıdır. Adem insan mı, değil mi. Eğer cevabınız Adem insandır diyorsanız Kur’an da İnsan/2. Ayeti size cevabı veriyor.

………Hel eta alel’İnsani hıynün mined Dehri lem yekün şey’en mezkûra. (İnsan/1) insan üzerinden dikkate değer olarak anılmaya değer bir varlık olmadığı çok uzun bir zaman süreci geçmemiş miydi?

………İnna halaknel’İnsane min nutfetin emşâc* nebteliyhi fece’alnahu Semiy’an Basıyra. (İnsan/2) hiç şüphe yok ki biz insan türünü el İnsan, orada ki “lâm” cins içindir. İnsan türünü nutfeden yarattık. Hayat tohumundan, spermden, hücreden yarattık, karışık bir hücreden. Belki burada sadece eril hücre değil, dişil yumurta da kastediliyor emşâc ile. Nebteliyhi niçin yarattık biliyor musunuz? İmtihan edelim diye biz ona akıl verecektik Semiy’an Basıyra göz ve kulak akla delalet eder, yoksa hayvanlarda da göz ve kulak var.

………Hiçbir şey değildir, anılmaya değer bir şey değildir demek bu sürece işaret eder. Yani anılmaya değer bir şey değildi hıynün mined Dehr çok uzun bir zaman parçası, hiçbir şey değil deseydi eğer o zaman çok uzun bir zaman parçasına gerek yoktu, hiç bir şey değil se hiçbirşey değildir. Ama anılmaya değer bir şey değildi çok uzun bir zaman süreci içinde. Geleceğiz oraya da.

………El İnsan; İnsan türünün tümünü ifade eder Adem insandı diyorsak Kur’an a göre Adem de nutfeden yaratıldı çömlekten değil. İnsan/2 ayetine göre.

………Sual; O halde beşerin insanlaşma sürecini ifade eden şu ayeti nasıl anlayacağız. Ve iz kale Rabbüke lilMelaiketi innİY Halikun beşeran min salsalin min hamein mesnun. (Hicr/28) Hani rabbin demişti ki meleklere, ben ses veren balçıktan, hem de konsantre bir balçıktan, hem de içinde organik maddelerin üreyebileceği kadar çürümüş bir balçıktan ses veren yani konuşan, yani düşünen, yani akıl sahibi. -Konuşma düşünmenin düşünme de aklın alametidir çünkü- bir varlık yaratacağım demişti.

………Cevap; İnsan/1. Ayeti ışığında anlaşılmalıdır bu sual. Beşerin insanlaşma süreci.

………Sual; Buradan bir indirgeme operatörü olan Darvin’e ekmek çıkar mı?

………Cevap; Çıkmaz. Ahsen-i takvim ve eşref-i mahlûkat kılan ruhu, menfuhu Darvin boşa çıkarmıştır. Yani Darvin de tıpkı Yahudi ilahiyatı gibi insanı iki şeyden müteşekkil saymıştır. Ruh-u Menfuh, üflenen ruhu yok saymıştır, çünkü hayvana indirgemek için yola çıkmıştır. Onun için Darvin Beşer yerine maymun’u koymuştur. Beşer halkasını kesmiş atmıştır onun yerine maymunu koymuştur. Oysaki beşer maymun değildi. Ama akılsız, iradesiz ve vicdansız canlı idi. Beşer oydu. Dedim ya sureti insan idi, siyreti insan değildi.

………Sual; Darvin’e neden indirgeme operatörü diyorsunuz?

………Cevap; O insanı değersizleştirdi. Bu tasavvur kitle imha silahlarını çıkaran tasavvurdur. Bu tasavvur insanı bir istatistik değere indirgeyen tasavvurdur. Bu tasavvur soykırımı meşrulaştıran bir tasavvurdur. Onun için Darvin biyoloji de indirgedi, Marks ekonomi de indirgedi, Froyd psikoloji de indirgedi. Onun için Batılı alimler hep insanı tanımlarken hayvan üzerinden tanımlarlar. Düşünen hayvandır, konuşan hayvandır, sosyal hayvandır, alet kullanan hayvandır, hepsi hayvandır.

………Niye hayvandır canım. Biz ise bir üste atfederek tanımlarız, Allah’a nispetle tanımlarız Onun için fark burada, fark çok büyük. Çünkü biz üflenen ruhtan yola çıkarak tanımlarız insanı.

………Adem’in yaratılışını ayetlerin ışığında anlamak.

………Sual; Adem’in yaratılışına dair şu ayeti nasıl anlamalı? İnne mesele ‘Iysa indAllâhi kemeseli Adem. İsa’nın yaratılışı Allah katında Adem’in yaratılışı gibidir. halekahu min turabin sümme kale lehu kün feyekûn. (A.İmran/59) Onu topraktan yarattı, sonra dedi ki ol dedi, o da oldu değil, oluş sürecine girdi.

………Cevap; Hz. İsa’nın yaratılışı Adem’in yaratılışına benzetilmiştir. İsa, Adem’e benzetilmiştir dikkat buyurun. İsa’nın çamurdan çömlek yaratılır gibi yaratılmadığını biliyoruz. İsa’nın bir annenin karnında olduğunu biliyoruz, Meryam’in rahminde olduğunu biliyoruz. Hatta Meryem’in doğum sancıları çektiğini biliyoruz Kur’an haber veriyor, Meryem suresini okuyoruz çünkü.

………Ayetin mesajı nedir? Kün feyekûn da gizli. Kün fekân değil, ol dedi, oluş sürecine girdi yekûn muzari fiilini biraz önce anlattım. O zaman Adem oğlunun 3 yaratılış süreci vardır. Elementer yaratılış süreci, embriyolojik yaratılış süreci anne karnında ki ve biyolojik yaratılış süreci. Hac/5. Ayeti bu 3 süreci birden içerir, oraya girmiyorum dönünce bakın inşaAllah.

………Kur’an elementer yaratılış süreçlerine dair 7 farklı kavram kullanır. Biraz önce soruyu sordum, cevabını vermedim aslında. Yani Adem’in topraktan yaratılması ne demek, bunu nasıl anlayacağız, eğer Adem de nutfeden yaratıldı ise niye Adem topraktan yaratıldı. Kur’an tam 7 ayrı kavram kullanır. Min turabin; Topraktan. Hac/5. Min salsalin. Ses veren balçıktan, Hicr/26. Min salsalin kel fahhar; pişirilmiş çamurdan, Rahman/14. Min Hamain mesnun: Yoğunlaştırılmış çamur türünden  (Hicr/28) Min Tıynin; çamur türünden (En’am/2) Min tıynin lazip: Yapışkan bir balçıktan, Saffat/11) Min sülaletin min tıyn; Konsantre bir balçık türünden (Mü’minun/12) Evet, 7 ayrı kavram.

………Bütün bunlar 2 asli unsura delalet eder, ne demek bu? O zaman insan neden yaratıldı? İş karıştı, topraktan mı, çamurdan mı, pişirilmiş çamurdan mı, kurutulmuş çamurdan mı, ses veren balçıktan mı, çürütülmüş çamurdan mı, yapışkan çamurdan mı niye bu kadar farklı ifade kullanılır aynı şey hakkında? Çünkü farklı süreçlere, farklı aşamalara delalet eder. Hepsi de farklı bir safhaya tekabül eder bunların.

………Hepsinin de ortak 2 nesnesi vardır su ve toprak. Hepsi de belirsiz formda gelirler. Diiakkat buyurun; Min salsalin. Mines sassal değil. Min Tıynin, min türabin, min hamein, nin sülâletin hepsi de nekiradır. Bu ne demek? Sizin bildiğiniz gibi değil. Toprak ama bildiğiniz gibi değil, çamur ama bildiğiniz çamur gibi değil bu buna delalet der. Hepsi de ortaklaşa nekiradır belirli değil.

………Kur’an Âdem’in topraktan yaratıldığını söyler, A.İmran/59. te. Aynı Kur’an insanın topraktan yaratıldığını söyler ayetleri tek tek okuyalım; Yani Kur’an da Adem insan yerine, insan Adem yerine kullanılmıştır. Adem; Ademoğlu yerine kullanılmıştır iki kapı gibi delili vardır. Biri A.İmran/59 ile Hac/5, diğerine de ‘Araf/11 ona da geçeceğim İnşaAllah.

………halekahu min turabin sümme kale lehu kün feyekûn. (A.İmran/59) Onu topraktan yarattı Allah ve sonra dedi ki ol dedi o da oluş sürecine girdi. Burada âdem.

………Bir de siz ey insanlık diye başlayan şu ayete bakın. Ya eyyühenNasu in küntüm fiy raybin minel ba’si feinna haleknaküm min turabin. (Hac/5) eğer sizi bizim yarattığımızdan şüphe içindeyseniz iyi bilin ki biz sizi topraktan yarattık.

………Şimdi Adem’i mi topraktan yarattı, insanoğlunu mu. Şimdi buna ne gerek var ki diyeceksiniz Adem insanlığın atası. Doğru Adem insanlığın atası değil sadece Adem insanlığın kendisi, asıl mesele bu. Şu ayete ne dersiniz?

………Ve lekad hâlâknaküm sümme savvernaküm sümme kulna lil melaiketiscüdu liAdem. (‘Araf/11) Dikkat buyurun ayete; sizi biz yarattık, sizi biz tasarladık, suret verdik ve sonra meleklere emrettik dedik ki Ademe secde edin. Siz, siz, Adem. Adem, siz, siz. Aynı ayet bu. Oysaki dil kuralları gereği sizi biz yarattık, sizi biz tasarladık ve sonra meleklere emrettik ki size secde etsinler diye gelmesi lazım. Âdem’i siz yerine, sizi Adem yerine kullanıyor.

………Âdem’in nesli nasıl türedi?

………Sual; Neden İsrailiyatta insanın yaratılışı bir çömlekçinin çömlek yapışına benzetilir?

………Cevap; önceki vahiylerde yer alan mecazi ifadeler İsrailoğulları alimleri tarafından hakikate hamledilmiştir. Tıpkı Mesihi alimlerin, yani Hıristiyan alimlerin kitab-ı Mukaddes’teki baba kelimesini mecazdan hakikate hamledip bir oğul uydurmaları gibi. Mecaz hakikate dönüşürse işte böyle cinayet çıkıyordu. Bu yorum tarzı soruları cevaplandırıp sorunları çözmek yerine daha da çoğaltmıştır. Nasıl bir sorun çıkarmıştır? Mesela Adem’in çocukları, nesli nasıl üremiştir sorusuna Adem’in çocukları birbiriyle evlenerek yani kardeş kardeşle evlenerek türemiştir cevabı verilmiştir.

………Buna ne diyorlar? Ensest diyorlar. Birinci dereceden akraba ili cinsel ilişkiye ensest diyorlar. Yani siz şimdi Adem’in zürriyetinin ensest yoluyla ürediğini mi söylüyorsunuz. Adem’in çocukları nasıl olmuşta hep ikiz ikiz olmuş. Tamam onu da kabul ettik te ikizlerin nasıl biri erkek biri dişi olmuş diye sorduğunuzda verilen cevap ne biliyor musunuz? Allah’ın kudreti buna yetmez mi? Sus çarpılırsın. İyi de sen niye çarpılmıyorsun Allah’ın kudreti ensest dışında bir yolla âdemoğlunu çoğaltmaya yetmez mi? Sen buna cevap ver asıl. Orada Allah’ın kudreti var da burada niye yok. Asıl sen cevabı buna bul.

………Dolayısıyla eğer Adem de İnsan/2. Ayetinde buyurduğu gibi nutfeden yaratıldığı hakikatini kabul ederseniz o zaman beşerin Ademleşme halkasında tek bir ferde değil, ferdi mutlağa değil bir halkanın tamamına atfettiğinizde mesele çözülmüş olur.

………Sual; Yukarıda yapılan açıklama kardeş evliliği dışında bir yoruma nasıl mesnet olur?

………Cevap; Adem’in fert değil insan türünü temsil eden sembol olduğu ve beşerden ruh üflenipte insana dönüşme halkasının ferdi mutlaka değil o halkanın tamamına ait olduğunu kabul ettiğinizde mesele çözülmüş olur.

………Sual; Bu Kur’ani hakikat nerede yer alıyor?

………Cevap; ‘Araf/11 de yer alıyor demiştim, biraz önce söyledim.

 ………Evet, esasında topraktan yaratılma hala devam ediyor. İnsanın elementer yaratılışı topraktan ve sudan. Embriyolojik anne karnında ki yaratılışı topraktan ve sudan, biyolojik hala biz eğer 4 kilo, 2.5 kg, doğuyor da 80 kg. ölüyorsak topraktan yaratılmaya devam ediyoruz demektir. Bu da ayrı bir topraktan yaratılış yorumudur.

………İnsanın yaratılış süreçlerinde 3 ismin tecellisi, 3 ismin yan yana gelmesi insanın yaratılış aşamaların da ki 3 ayrı ilahi müdaheleyi ifade eder. “HU”vAllâhul Hâlik’ul Bâri’ül Musavvir. leHUl’ Esmâ’ül Hüsnâ. (Haşr/24) O Allah’ki Hâlık’tır Bâri dir, Musavvir’dir. Hâlık’tır yaratandır, Bâri’dir ilk tasarlayandır, Musavvir’dir ilk örnekleyicidir prototipi yaratandır. Bu aslında 3 ilahi tecelliyete karşılık gelir.

………Ayette geçen tesbih leHUl’ Esmâ’ül Hüsnâ yüsebbihu leHÛ mâ fiysSemâvâti vel’Ard, Ve “HU”vel’Aziyz’ul Hakiym. Ne kadar mükemmellik var işte bu 3 vasfın sahibi olan Allah’a aittir. Önceki isimleri de dâhil edelim. Bütün bu esmalar Allah’a aittir. yüsebbihu leHÛ mâ fiysSemâvâti vel’Ard göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah adına hareket etmektedirler. Allah’ı teşbih, Allah adına hareket etmektir, iradeli varlığın teşbihi de Allah adına hareket etmektir. Güneş yörüngesinde doğup batınca teşbih etmiş olur. Ay kendisine verilen emri yerine getirince teşbih etmiş olur. İnsan da verilen iradeyi Allah’a kulluk için kullandığında teşbih etmiş olur.

………Zımnen söylenen şudur; Ey insan bir sen bu kâinat ilahisine katılmak yerine ilahi koroda çatlak ses çıkarabilme yeteneğine sahipsin. Yani ya rabbi senin korona katılmıyorum deme yeteneğini Allah sana verdi. Eğer Allah’ın sana verdiği iradeyi Allah’a isyanda kullanacaksan sen bilirsin. Senin böyle yapman O’nun yüceliğine halel getirmez leHUl’ Esmâ’ül Hüsnâ zaten O tüm mükemmelliklerin sahibidir. Ama senin gibi isyan etme yeteneğine sahip iradeli bir varlık yaratması da hikmetsiz değildir. leHÛ mâ fiysSemâvâti vel’Ard, Ve “HU”vel’Aziyz’ul Hakiym. O Azîz dir, sen isyan etsen, hep küfretsen dahi Allah’ın izzetine şerefine zerre kadar bir halel gelmez.

………Ama diyeceksen ki eğer; Ya rabbi sana isyan eden bir varlığı niye yarattın? Yani bu iradeyi niye verdin şu insanoğluna. Madem sana isyan edecekti, sen de insanı güneş gibi, ay gibi bir yörüngeye bağlasaydın, otomatik pilota tabi tutsaydın, dinamik kadere değil de statik kadere tabi tutsaydın, o da senin koyduğun programa göre hareket etseydi de isyan eden bir varlık olmasaydı dersen eğer Ve “HU”vel’Aziyz’ul Hakiym. Hikmeti vardır. Karanlık olmadan aydınlığın kıymeti bilinmez İsyan olmadan itaatin değeri olmaz, günah olmadan sevabın kıymeti bilinmez, cehennem olmadan cennetin kıymeti bilinmez. Rabbim verdiği iradeyi kendisine teslimiyet ve itaat yolunda kullanmayı nasip etsin. Amin ya Mu’in velhamdülillahi rabbil alemin.

………Amin; Ya Hâlık ya Allah mutlak yaratıcı sensin ya rabbi, yarattığını takdir edensin ya rabbi, takdir ettiğini var edensin ya rabbi. Bizi mahlûkatın hilkatini bozanlardan eyleme ya rabbi, var ettiğinin fıtratını bozanlardan eyleme ya rabbi. Halk ettiğin nimetlerle azanlardan eyleme ya rabbi, misakını günahıyla çözenlerden eyleme ya rabbi,

………Ya Hâlık Ya Allah, hayırları elimizle halk eyle ya rabbi, şerleri elimizle defeyle ya rabbi, bizi halk ettiğinin hilkatine sadık eyle ya rabbi. Hâlık isminin tecellisine mazhar eyle ya rabbi. Amin ya Mu’in velhamdülillahi rabbil alemin. Allah kabul etsin, Allah anlamayı lütfetsin, yaşamayı Lûtfetsin, tutmayı lütfetsin.

………“Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

 ………Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 


TAFSİR LESSONS AN-NISA (127-152)(35)

$
0
0

231

“Euzu Billahi minesheytanir racim”

BismillahirRahmanirRahiym

Dear Qur’an fellows, today we continue our lesson from Nisa Chapter, Verse 127. As you remember in our previous lesson, revelations put some behaviour patterns and moral measurements regarding all time and spaces by using a theft incident in Madina. From that events perspective it was explained that no matter the origin, no matter the identity, no matter the personality; justice should be with the person who is wronged and against the oppressors and tyrants.

After that passage and verses about that matter, Qur’an now enters another passage and this time some problems about women rights are about to be solved.

127-) Ve yesteftuneke fiyn nisa’* kulillahu yuftiykum fiyhinne, ve ma yutla aleykum fiyl Kitabi fiy yetamen nisaillatiy la tu’tunehunne ma kutibe lehunne ve tergabune en tenkihuhunne vel mustad’afiyne minel vildani ve en tekumu lil yetama Bil kist* ve ma tef’alu min hayrin feinnAllahe kane Bihi Aliyma;

They request a legal ruling concerning women… Say, “Allah already gives you a ruling about them!” It is already recited to you how you do not give the rights decreed to the orphan girls and yet you desire to marry them, and how you need to be just to the children and the orphans… Whatever good you do, Allah is certainly Aleem of it (for He is the creator of the good that you do). (A.Hulusi)

They ask thy instruction concerning the women: Say: Allah doth instruct you about them: And (remember) what hath been rehearsed unto you in the Book, concerning the orphans of women to whom ye give not the portions prescribed, and yet whom ye desire to marry, as also concerning the children who are weak and oppressed: that ye stand firm for justice to orphans. There is not a good deed which ye do, but Allah is well-acquainted therewith. (A.Yusuf Ali)

Ve yesteftuneke fiyn nisa’ They ask thy instruction concerning the women, rights over women to be precise. kulillahu yuftiykum fiyhinne tell them. Allah personally makes a statement here.

The word Fetva comes from the root of istifta, wanting, learning something about Islamic laws from the specialists of religion. It’s root word is also feta means young. So you may ask why does such a word about learning something and a word young have any connections,why do they have the same origin. You may look from this perspective information keeps a person fit. Being fit is what makes a young person his full potential, information does the same thing for people. It gives life, vitality, power to a persons identity hence the similarity between these two.

ve ma yutla aleykum fiyl Kitabi fiy yetamen nisaillatiy la tu’tunehunne ma kutibe lehunne ve tergabune en tenkihuhunne vel mustad’afiyne minel vildani ve en tekumu lil yetama Bil kist It’s rather a long text but I will try to give it without breaking its integrity.

“Allah already gives you a ruling about them!” It is already recited to you how you do not give the rights decreed to the orphan girls and yet you desire to marry them, and how you need to be just to the children and the orphans… We understand from here that some people were asking about women rights and lawful solutions about some problems that emerged. Qur’an reminds them about the fact that there were other verses sent down regarding that matter and reminds them their solutions as well.

Of course what’s reminded here is about orphan children, orphan girls to be prices which was already we studied by the beginning of this chapters 1 to 14th verse. But concerning all delicate matters, this here is a reference for all women which men had under their authority by legit ways.

Translating these verses as well as reminding the verses we studied a while ago in our previous lessons, I would like to remind you again a story that we learnt from Hz. Aisha.

Mother Aisha says, “Region folks were trying every excuse to usurp the possessions of young orphan girls that they were entrusted with. If the young girls were beautiful, they were trying to both usurping their possessions and exploiting their beauties by marrying them. If not, they hadn’t let her marry someone else because their possessions might go with her. In any case they were keeping them close all the time.”

Even the reason of arrival cannot be limited with such that, it’s pretty obvious there’s a reference for that ugly and illegal tradition in history. The message includes all womens laws in all eras, all rights of women that were are and will be oppressed. Even today we witness how ugly treatments women can met, how their rights are broken how they are forcced to do dishonorable things, how they are treated with disrespectful behaviours.

But as we know Qur’ans rules are not for a specific time and space. These verses are all have references for women of all times women who have been oppressed, whose rights have been taken from them, who have been assaulted. These verses includes all women rights and references about how awful those oppressions really are.

ve ma tef’alu min hayrin feinnAllahe kane Bihi Aliyma; There is not a good deed which ye do, but Allah is well-acquainted therewith.

128-) Ve inimraetun hafet min ba’liha nushuzen ev i’radan fela cunaha aleyhima en yusliha beynehuma sulha* ves sulhu hayr* ve uhdiretil enfusushuhha, ve in tuhsinu ve tetteku fe innAllahe kane Bi ma ta’melune Habiyra;

If a woman fears ill-treatment from her husband or that he will forsake her, there is no fault in them seeking reconciliation… Reconciliation is best; the self (ego identities) is prone to ambition… If you do good and protect yourselves, surely Allah is Habir of what you do (as their creator). (A.Hulusi)

If a wife fears cruelty or desertion on her husband’s part, there is no blame on them if they arrange an amicable settlement between themselves; and such settlement is best; even though men’s souls are swayed by greed. But if ye do good and practice self-restraint, Allah is well-acquainted with all that ye do. (A.Yusuf Ali)

Ve inimraetun hafet min ba’liha nushuzen ev i’radan If a woman fears ill-treatment from her husband or that he will forsake her, his infidelity or that he will abandon him fela cunaha aleyhima en yusliha beynehuma sulha there is no fault in them seeking reconciliation. First thing to do is searching for a remedy do preserve the family. Because family doesn’t come to life with just spouses, there are children as well. Seperation of parents doesn’t only create a problem limited to two people, the real issue lays on innocent children, they become victim in this. All children of divorce feel the burden of collapsed families. That’s why Qur’an sees that all efforts must be given in order to preserve the family, since Qur’ans priority is about defending the victims.

Here the speech is about a mans dissension to woman. As you remember 34th verse in this chapter was telling the opposite thing. Dissension of woman to man.

Nushuz; dissension. Or with common tongue, neglectance. Morely being unfaithful to home. Within this frame we can take dissension with two aspects both honesty dimension regarding disloyalty and livelihood of family, financial neglectance. By these two aspects we can see the possibilities of dissensions of men to women like we saw the other way around earlier. Qur’an doesn’t bring one sided verdicts on this matter.

Like we said, in 34th verse problem was about womens neglectance and dissension to men and now Qur’an wants us to pay attention to the other side of coin, dissension of men against women. Advices on the matter are prioritize on survival of family of course. It is said;

ves sulhu hayrun agreement is the best way.

ve uhdiretil enfusushuhha,  But there’s something else. This is the typical example of revelations see through the basic weaknesses of mankind, the soft spots in human nature. Because when it comes to selfishness, mankind is known for its selfishness.

Revelations says, yes. I admit, humans are selfish. Sordid, egotistical. He thinks about himself all the time. This attribute is there as a negative pole in mankind. It may and always will be there but he should always sides with agreement. He should try not to hurt anyone else. Qur’an doesn’t say man should break its nature and become an angel. No, Qur’ans message is different. A human should be able to find and educate his weaknesses so that no one else gets hurt, a human should constantly show effort to prevent any harm to others.

ve in tuhsinu ve tetteku if you do good and know your responsibilities, fe innAllahe kane Bi ma ta’melune Habiyra; know that Allah is well-acquainted with all that ye do.

Like I said earlier, this verse makes references about making anything in order to preserve the integrity of family and more that that the survival of mankind is only possible by reaching a higher moral quality and the only way to reach that target is by good, healty and exampler families. So at this point it’s like Allah puts His favor here, almost saying, “Don’t break your family for My sake.”

129-) Ve len testetiy’u en ta’dilu beynen nisai ve lev harastum fela temiylu kullelmeyli fetezeruha kelmuallekah* ve in tuslihu ve tetteku feinnAllahe kane Gafuren Rahiyma;

No matter how hard you try you will never be able to treat your wives with equal fairness! (At least) try not to neglect the others altogether while showing extra attention to one! If you be fair and protect yourselves, indeed Allah is the Ghafur, the Rahim. (A.Hulusi)

Ye are never able to be fair and just as between women, even if it is your ardent desire: But turn not away (from a woman) altogether, so as to leave her (as it were) hanging (in the air). If ye come to a friendly understanding, and practice self- restraint, Allah is Oft-forgiving, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)

Ve len testetiy’u en ta’dilu beynen nisai ve lev harastum No matter how hard you try you will never be able to treat your wives with equal fairness! You might have noticed it, this verse describes the polygamy as the third verse on this subject like the passage we studied by the beginning of this chapter. A translation of that verses. Now we are explained how should one behave in a position of polygamy. Let’s remember that verse.

 ..fein hiftum ella ta’dilu feVahideten.. Nisa/3

 There it was said..mesna ve sulase ve ruba’a.. permission to go 2,3 or 4. This is a license, this permission. I also explained the social structure of the society about polygamy of that era when we studied the third verse. I should remind you that structure here. There were many situations where a single man can have 5,7,10 even 11 wives by marriage and none of them have any social rights, no choosing the husband, no possession of property, no being a heir to any inheritance, no position in lawful actions including testimony. Basically no basic and natural rights were existed in that society. And this regulation we have been studying now was one of the first one to limit the marriage which caused lots of victims among women.

 Limitation was needed because this was a social problem. Qur’an didn’t want this problem to turn into cangrene. That’s why a reasonable limitation was put there. And this limitation was connected to justice as well, treating women with justice was to become an absolute must. And beyond that it was said,

 ..fein hiftum ella ta’dilu.. but if you cannot treat them with justice, feVahideten.. one is enough. ev ma meleket eymanukum or marry one of the ones you have by legitimate ways. zalike edna ella te’ulu; this is appropriate for you to stay on true path. As in the minimum nuber is more suitable if you don’t want to go astray from justice. These were the advices.

 This verse opens that advice now. No matter you wish to treat them with justice you won’t be able to. Back then when that verse was come down, the first readers were taking everything Qur’an related seriously and literally. They were putting the life on hold in front of Qur’ans judgement, not even a single step. That’s why when the verse about polygamy was arrived there were serious problems began to emerge among the society. How can one become fair and just. How can a man who have 2,3,4 wives can divide his heart to that pieces equally, how can one give love to many people equally. How can one share his interest evenly? Is that even possible, how is that possible?

 While sahabe was thinking about the problems about the situation, Qur’an came to help once again. Being just isn’t a sentimental thing, one cannot divide love equally even if he wants to. A person can love someone more than another person. But the real thing here is treating with justice, respecting their rights and not oppressing anoyone which we also understand it from the next part of the verse.

fela temiylu kullelmeyli fetezeruha kelmuallekah At least try not to neglect the others altogether while showing extra attention to one!

Dear friends, Qur’an directs its entire mentality to humanities happiness. You should understand that Qur’ans mentality isn’t about Allah’s definition, it’s happiness of mankind. Hence the center of Qur’ans thoughts are humans. Revelations bring solutions for humans needs.

Of course the first step is explaining the nature of life properly. Qur’an never denies a reality that is a part of lifes nature. A woman may lost his sexuality, it’s possible. She might lose her sexappeal, she might even lose her fertility. Either from birth or as a natural or accidental process afterwards, she might lose her attributes.

Again a woman might be crippled, in need of help constantly, weak so that she cannot fulfill her duties. All of these and other serious motivations like these, a man might in need of a second marriage. Because in that situation saying no to a man is only about torturing the man. So revelations opens a path here, giving a way out. Opening a door to people who are stuck in life.

In this scenario, one might say this. One begs the question. What if the same thing happen to man, what if man loses his fertility, unable to fulfill his sexual duties. What if he loses his sexappeal as well since anything that may fall to women may also fall to men. What if a man falls into a state of neediness that a woman cannot be able to help him in any case; should the woman be bound to man then?

I believe the answer is no. Just like the legitimate causes a man shows for a license for a second marriage, a woman may show similar excuses in order to get the right of divorce. In that case, if she wants and needs, she can divorce her husband. This is a right and responsibility for both parties. It’s not like one side is a convict and the other side is responsibility free. Because the main purpose here is justice, not oppression.

ve in tuslihu ve tetteku But if ye come to a friendly understanding, and practice self- restraint, feinnAllahe kane Gafuren Rahiyma;  without a doubt Allah is Oft-forgiving, Most Merciful.

Even with all the problems we listed above and other problems we haven’t counted; Allah’s will is the survival of family. Allah’s will is by the direction of peoples patiences to one another.

What’s that gonna achive? This brings virtue. This brings being not to be selfish anymore. The verse about talked about selfishness, this verse brings forth devotion. So what does devotion brings, what can you gain from virtue. It elevates human. That’s how a person rises to his or her capacities boundries. This is the peak of moral behaviours. A man can only be whole if he is willing to do this kind of sacrifice. It’s a nice touch that the verse ends with the names of Gafur and Rahiym. Because if you act with forgiveness and compassion, without a doubt that Allah is Rahman and Rahiym, Gaffar and Gafur. In the end Allah will act with mercy and forgive your faults against Him, forgive your shortcomings, your dissensions and rebellious behaviours.

130-) Ve in yeteferreka yugnillahu kullen min seatiHI, ve kanAllahu Vasi’an Hakiyma;

If (a husband and wife) decide to separate, Allah will maintain them from His abundance, He will not leave them in need of each other. Allah is the Wasi, the Hakim. (A.Hulusi)

But if they disagree (and must part), Allah will provide abundance for each of them from His all-reaching bounty: for Allah is He that careth for all and is Wise. (A.Yusuf Ali)

Ve in yeteferreka yugnillahu kullen min seatiHI But despite all that, if they disagree and must part, Allah will provide abundance for each of them from His all-reaching bounty. Qur’an opens another door nonetheless. It doesn’t condemn. Especially unlike Christianism, Qur’an doesn’t restrict divorce. Because if that happens, people would burdened each other for the rest of their lives. Because divorce is the last resort but a solution nonetheless. Even not wanted, not a pleasant one but a solution.

That option is presented to people if there’s no ground for agreement, no choice of reconcilement. All other options are depleted. If so, divorce is a better choice if the alternative is keeping each other with despise.

ve kanAllahu Vasi’an Hakiyma; for Allah is He that careth for all and is Wise. If the dissension reaches to a level of divorce, know that Allah is your witness. Allah is Rezzak, for you become burden to another, your disagreements come to a peak, you shouldn’t go like that always, like a dead latching on an alive persons back and make him carry for the rest of his life.

131-) Ve Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* ve lekad vasseynelleziyne utul Kitabe min kablikum ve iyyakum enittekullah* ve in tekfuru feinne Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* ve kanAllahu Ganiyyen Hamiyda;

 Whatever is in the heavens and the earth is for Allah (for the manifestation of the qualities denoted by the Most Beautiful Names)! We advised you and those who came before you, “Protect yourselves from Allah”… If you deny the reality (know that) assuredly whatever is in the heavens and the earth is for Allah! Allah is the Ghani, the Hamid. (A.Hulusi)

To Allah belong all things in the heavens and on earth. Verily We have directed the People of the Book before you, and you (O Muslims) to fear Allah. But if ye deny Him, lo! unto Allah belong all things in the heavens and on earth, and Allah is free of all wants, worthy of all praise. (A.Yusuf Ali)

Ve Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard Whatever is in the heavens and the earth is for Allah.

This expression comes quite frequently in Qur’an, you might have noticed it. Bringing solutions to life problems and unravels the blind knots of life itself, Qur’an always gives verdicts one after another and in the end Qur’an always reminds us the fact that why should we follow these rules. Because Whatever is in the heavens and the earth belong to Allah. As in, O human, if you want to be happy, you should also follow the rules of Allah. Because you owe Allah, your breath, your life, your existence. Because you are also a part of heavens and earth. Allah is the owner of you and those whose lives are connected to you. Allah is the real owner.

ve lekad vasseynelleziyne utul Kitabe min kablikum ve iyyakum enittekullah We advised you and those who came before you, “Protect yourselves from Allah”, “Know your responsibilities to Allah.”

This expression wants us the pay attention to most fundamental part of human relations. It is told on what ground human interactions should be set if we want to act with justice and morally. So what is this ground? It’s takva. Defending ones self with the consciousness of responsibility.

Becaue if you don’t have that, why should you act with justice?

If you don’t know your rights and responsibilities, then you don’t know your boundries either. If you don’t know your boundries, you don’t know your humanity too. So if a person who is unaware of his humanity, how can he realize Allah’s lordship? That’s why this last expression creates a reference to the most fundamental part of moral behaviours and says this. If you want to have a life time of moral actions then know your responsibilities to Allah. Because a person unaware of his responsibilities for Allah, cannot comprehend the responsibilities to his wife, his children, his society and even himself.

ve in tekfuru feinne Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard If you deny Allah, assuredly whatever is in the heavens and the earth is for Allah! This comes second time here.

ve kanAllahu Ganiyyen Hamiyda; and Allah is free of all wants, worthy of all praise. Hamiyd. Alla appraises are belong to Allah. All gratitudes, all appraises, the ultimate gratification are belong to Allah.

 132-) Ve Lillahi ma fiysSemavati ve ma fiyl’ Ard* ve kefa Billahi Vekiyla;

 Whatever is in the heavens and the earth is for Allah (for the observation of the meanings denoted by the Most Beautiful Names)! Sufficient for you as Wakil is Allah, the One who created you with His Names. (A.Hulusi)

Yea, unto Allah belong all things in the heavens and on earth, and enough is Allah to carry through all affairs. (A.Yusuf Ali)

Ve Lillahi ma fiysSemavati ve ma fiyl’ Ard* ve kefa Billahi Vekiyla Whatever is in the heavens and the earth is for Allah and enough is Allah to carry through all affairs. And now the third times.

So why this Ve Lillahi ma fiysSemavati ve ma fiyl’ Ard expression comes again. First of all this three expressions don’t have the same contents. Their targets are different. Forms are the same though. Yes, not a single word or letter is different but their emphasises are very different. We can deduce this from the content.

First reference is Allah’s Rezzak feature. Ve Lillahi ma fiysSemavati ve ma fiyl’ Ard 131st verses entry creates a reference to that feature, Allah as Rezzak owns and controls everything needed for creatures survival. All sustenances of creatures belong to Allah and Allah is the giver, distribütör of them.

Secondly, it also possess a reference of everything and everyone need Allah to continue their existences. We can see this within the verse too.

ve in tekfuru feinne Lillahi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard if you deny. If you fall into denial… Why? If you deny, know well that you deny an absolute being that you need for your existences survival. As in Only you feel the harm of your denial. How can you deny a being which your lives are bound to, this is the message here.

Thirdly; if you want to have a support, if you seek sanctuary a great wall to lean, Allah is enough for you. We can enrich the meaning of this by the next verse.

133-) In yeshe’ yuzhibkum eyyuhenNasu ve ye’ti Bi ahariyn* ve kanAllahu ala zalike Kadiyra;

O mankind, if He wills He can do away with you and bring others in your place! Allah has the power to do so! (A.Hulusi)

If it were His will, He could destroy you, O mankind, and create another race; for He hath power this to do. (A.Yusuf Ali)

In yeshe’ yuzhibkum eyyuhenNasu ve ye’ti Bi ahariyn* O mankind, if He wills He can do away with you and bring others in your place! ve kanAllahu ala zalike Kadiyra; Allah has the power to do so!

What is verses speech here? If Allah wills, as in if you don’t trust Allah, Allah loses His trust in you. If you betray that trust, what’s gonna happen? Allah erases you.

Dear friends, Allah doesn’t have a fixture. Allah doesn’t have fixtures. That’s why several of similar expressions we may see in Qur’an in different chapters.

..men yertedde minkum an diynihi fesevfe ye’tillahu Bi kavmin.. Maide/54

Whoever turns his faces back from Allah’s life regulations, know well that Allah brings another society to their places.

 In yeshe’ yuzhibkum ve ye’ti Bi halkin cediyd; Fatir/16

 If He wills, He erases you, wipes you away and brings an entirely new species. As in not just human, Allah is capable of creating a superiour creation than human. Bi halkin cediyd an entirely new being type. Do you really think Allah is bound to you, slave to you because you are human? Do you really think Allah needs your race, yourselves as individuals or your tribes, your communities, your countries, your wealth, your positions. Your opportunities… No. Whatever you have you owe Allah anyway. So how can you try to use them as leverage against Allah, how dare you!

 So with a crude expression, none of you are unique and inexpandable. There’s not a person or society which is inexpendable. So don’t try to see yourselves as beings which Allah needs desperately. Opposite stands however. You, your clans, your countries, your races, your entire beings owe Allah your existences.

134-) Men kane yuriydu sevabed dunya fe ‘indAllahi sevabud dunya vel ahireti, ve kanAllahu Semiy’an Basiyra;

Whoever desires the bounties of this world should know that both the bounties of this world and eternal life to come are from Allah. Allah is the Sami, the Basir. (A.Hulusi)

If anyone desires a reward in this life, in Allah’s (gift) is the reward (both) of this life and of the hereafter: for Allah is He that heareth and seeth (all things). (A.Yusuf Ali)

Men kane yuriydu sevabed dunya fe ‘indAllahi sevabud dunya vel ahireti Whoever desires the bounties of this world should know that both the bounties of this world and eternal life to come are from Allah.

Very clear expression, translation is within the verse itself. ve kanAllahu Semiy’an Basiyra; for Allah hears and sees all things.

So you are a man of one world or two worlds. It is asked here to you. Because you should remember that if you want two worlds;

 ..ve men yurid sevabed dunya nu’tihi minha.. Whoever wants the happiness of earth, we shall give him that. ve men yurid sevabel ahireti nu’tihi minha.. And to those who wishes the goodnesses, graces of afterlife, we shall give them to him as well. (Alu Imran/145)

 But whoever asks afterlife to us, we also gives him this world as bonus to, we can. But to those who only asks for this world, there’s no promotion in afterlife. That’s why you shall ask world and afterlife from the same door. It’s like creating this question. You ask afterlife from Allah naturally but from whom do you ask for this world?

 So if you are a person of one world, you ask from Allah the little one. But if you are a person of two worlds, you ask for the bigger one. Because you cannot be content something lower than the paradise itself. And that’s the exact price Allah finds worthy to you.

135-) Ya eyyuhelleziyne amenu kunu kavvamiyne Bil kisti shuhedae Lillahi ve lev ala enfusikum evil valideyni vel akrabiyn* in yekun ganiyyen ev fakiyren fAllahu evla Bihima fela tettebiul heva en ta’dilu* ve in telvu ev tu’ridu fe innAllahe kane Bi ma ta’melune Habiyra;

 O believers, be determined in the way of applying justice! Testify in the way of Allah even if this goes against your relatives or parents, whether rich or poor; for the right of Allah is higher than both! So do not follow your false conditionings to establish justice! If you distort the reality, certainly Allah, as the creator of your actions, is Habir. (A.Hulusi)

O ye who believe! stand out firmly for justice, as witnesses to Allah, even as against yourselves, or your parents, or your kin, and whether it be (against) rich or poor: for Allah can best protect both. Follow not the lusts (of your hearts), lest ye swerve, and if ye distort (justice) or decline to do justice, verily Allah is well- acquainted with all that ye do. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers, if you are sincere in your claims of belief kunu kavvamiyne Bil kisti shuhedae Lillahi ve lev ala enfusikum evil valideyni vel akrabiyn stand out firmly for justice, as witnesses to Allah, even as against yourselves, or your parents, or your kin. It’s clear I believe.

Dear friends, Islam has two main goals. Islam, the constant values of humanity in a universal scale. In this snse Islam has two constant main goals.

1 – Personal goal

2 – Sociopolitical goal.

Personal goal of Islam is the existence of Unity.

Social and political goal is the existence of Justice.

Unity is the ideal dimension of human-Allah relations

Justice is the ideal dimension of human-human relations.

That’s why whether it’s your mother or father, you need to be just. If you want to treat them well, justice is a must. If you favor them unjustly, that creates oppression on earth and ultimately you become responsible of mischief on earth which will effect them too at the end. You break the balance of life with that. And by your actions you make the society inhabitable and ultimately those whom you wish to protect become the harmful party. That’s why whoever you are with, you should stand with the oppressed and against tyrany, this is the deep flow of Qur’an for all social interactions, everflowing.

in yekun ganiyyen ev fakiyren fAllahu evla Bihima whether it be (against) rich or poor: for Allah can best protect both. Isn’t that right. Don’t favor the rich for their possessions sake.

I should make another reference to the incident of Abu Ta’me we studied in our previous lesson. Don’t make injustice favoring the poor either out of your pity. Don’t say, “He’s poor, let’s favor him even if he isn’t.” Or the opposite. “This one is rich. He has the means to buy everything, let’s not cross him.” No, justice must be carried at all times. The identity of the person in front of you, the possessions of that person, his poorness or richness, his connections to you, those shouldn’t create a mean to favor him. No matter what and no matter who, you should always act with justice.

fela tettebiul heva en ta’dilu So do not follow your false conditionings to establish justice!

ve in telvu ev tu’ridu fe innAllahe kane Bi ma ta’melune Habiyra; because if you distort or decline to do justice, telvu means distort; verily Allah is well- acquainted with all that ye do.

136-) Ya eyyuhelleziyne amenu Aminu Billahi ve RasuliHI vel Kitabilleziy nezzele ala RasuliHI vel Kitabilleziy enzele min kabl* ve men yekfur Billahi ve MelaiketiHI ve KutubiHI ve RusuliHI vel yevmil ahiri fekad dalle dalalen be’iyda;

O you who have believed, believe in Allah, and His Rasul, and in what He revealed to his Rasul (from the dimension of Names to his consciousness) and to those who came before you, in accord with the meaning signified by the letter B (Aminu B’illahi)… Whoever covers (denies) Allah, the creator of all with His Names, His angels (the forces which manifest the meanings of His Names), His Books (the knowledge of the reality He reveals), His Rasuls and the eternal life to come, has surely gone far astray in his faith. (A.Hulusi)

O ye who believe! Believe in Allah and His Messenger, and the scripture which He hath sent to His Messenger and the scripture which He sent to those before (him). Any who denieth Allah, His angels, His Books, His Messenger, and the Day of Judgment, hath gone far, far astray. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O you who have believed Aminu Believe Billahi ve RasuliHI vel Kitabilleziy nezzele ala RasuliHI vel Kitabilleziy enzele min kabl Believe in Allah and His Messenger, and the scripture which He has sent to His Messenger and the scripture which He sent to those before him.

Interesting, is it not?  O believers. Ya eyyuhelleziyne amenu,-  Aminu Believe. Show faith. This form. It’s obviously not about showing the obvious. Qur’an is beyond that. Also like Taberi’s careful examination, the form of elleziyne amenu is like a prving ground of faith claims. As in you choose the name of something for yourselves and the word Mu’minun is for Allah’s name for you. So the faith mentionings in the verses that come with the form of elleziyne amenu proves that this is a claim yet.

That’s why there’s no mistake of understanding the verses of Ya eyyuhelleziyne amenu expressions like this. O you who have the claims of having faith. If you are sincere in your claims, do this; whatever is written after that expression. These are directorial verses not reporting. These verses that contain the expression of Ya eyyuhelleziyne amenu.

That’s why there’s a building here. It’s about orders and restrictions. These are the verses which address directly to peoples lives. And here we can see it in another verse, Baqarah/62. İInnelleziyne amenu velleziyne Hadu venNesara vesSabiiyn.. You who have the claims of faith, Jews, Christians; more accurately you who became Jewminded and Sabii etc.etc. men amene Billahi velyevmil’ahiri ve amile salihan, felehum ecruhum inde Rabbihim ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenun (Baqarah/62) Whoever show faith to Allah and the afterlife and make good deeds… Qur’an lines up all individuals who have the claims of faith here, this includes Jews, Christians and the others. Qur’an picked among them. That’s why this is like a reference to that point. O you believers. Believe.

Taberi says, this is for Jews and Christians. Razi includes nonbelievers to this equation. No, it’s for everyone. This includes Christians, Jews, Hypocrites, half belivers, 95 percent believers, 99 percent believers; all of them. Even people who have fake beliefs. People who believe something blindly, not knowingly. People who believe but cannot act on it. People who cannot behave like a believer even they claim to be. All are included.

        For a believer who is faking his beliefs the message is;

        “O who fakes his beliefs, show faith sincerely.”

        For a believer who cannot practice his beliefs in life;

        “O believer who cannot act on his beliefs, adapt your faith to life.”

        If he is a Jew or a Christian who show faith to his prophet and his book;

        “O people of the book who show faith to his prophet and book, show faith in full, don’t be half believers.”

If he is a hypocrite who show a full faith to oursides but inside he is doubtful, shattered and two faced;

“O person who show a superficial faith, believe from inside too.”

And even for a person who show faith today but there’s no indication for tomorrow.

“O you believer, you have come to this day with your faith. Continue your beliefs forward from this point too.”

ve men yekfur Billahi ve MelaiketiHI ve KutubiHI ve RusuliHI vel yevmil ahiri Any who denies Allah, His angels, His Books, His Messenger, and the Day of Judgment, fekad dalle dalalen be’iyda; has gone far, far astray.

137-) Innelleziyne amenu summe keferu summe amenu summe keferu summezdadu kufren lem yekunillahu li yagfire lehum ve la liyehdiyehum sebiyla;

Indeed, those who believe (first) then deny, then believe again (temporarily) and then deny (again) and increase in denial, Allah will neither forgive them nor give them direction. (A.Hulusi)

Those who believe, then reject faith, then believe (again) and (again) reject faith, and go on increasing in unbelief,- Allah will not forgive them nor guide them on the Way. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne amenu summe keferu summe amenu summe keferu summezdadu kufren This expression has more meaning inside itself. Those who believe, then reject faith, then believe (again) and (again) reject faith, and go on increasing in unbelief; Those who believe then reject. What will happen to them?

lem yekunillahu li yagfire lehum ve la liyehdiyehum sebiyla; Allah will neither forgive them nor give them direction.

Dear friends, this verse talks about people who don’t take theirselves and their own faiths seriously.

More than themselves and faiths; people who don’t take Allah seriously. Now we talk about some offhand individuals who use Islamic rules when they just feel like it and left them and hold on to some other rule when they don’t find any ground they like.

People who take Islam as reference in a certain part of their life but in other businesses they take their own egos and desires.These are the ones we talk about.

Worshipping according to Qur’an and trading and making politics according to Satan. This is what we may easily call flippant.

We mentioned them a while back when we said splitted faiths. The message is for them and it says;

“Are you making fun of Allah? You haven’t fully believed yet, your beliefs are incomplete and flawed.” And this will be what you have from now on.

138-) Beshiril munafikiyne Bi enne lehum azaben eliyma;

 Give tidings to the two-faced (hypocrites) of the severe suffering awaiting them! (A.Hulusi)

To the hypocrites give the glad tidings that there is for them a grievous penalty;- (A.Yusuf Ali)

Beshiril munafikiyne Bi enne lehum azaben eliyma Qur’an calls them hypocrites. And informs us. Give tidings to those hypocrites of severe suffering and the bad news on their final destination. Moving on.

 139-) Elleziyne yettehizunel kafiriyne evliyae min dunil mu’miniyn* eyebtegune indehumul izzete feinnel izzete Lillahi cemiy’a;

Do those who leave the believers and befriend the deniers of the reality hope to find honor with them? Honor belongs entirely to Allah. (A.Hulusi)

Those who take for friends unbelievers rather than believers: is it honor they seek among them? Nay,- All honor is with Allah. (A.Yusuf Ali)

Elleziyne yettehizunel kafiriyne evliyae min dunil mu’miniyn* Those who take for friends unbelievers rather than believers: eyebtegune indehumul izzete feinnel izzete: is it honor they seek among them?

So the verses above were about political stance. That’s why the speech comes to this point. Political leadership, guidance and somewhat authority. Let’s finish the verse and continue our explanation.

eyebtegune indehumul izzete feinnel izzete is it honor they seek among them? Lillahi cemiy’a Honor belongs entirely to Allah.

This is a very interesting warning, dear friends. People who hopes to earn respect and honor by standing aside the authority, status quo. Those who say, “If I stay close to leadership, I have respect.” Those who choose authority over Allah, who think standing close to authority have more gain, more honor than standing close to Allah. In a wider perspective, people who accept a non-Islamic lifestyle over Islamic lifestyle and the reason of making such a choice is for seeking respect and honor among people. But in reality they deny Allah over some authority figure. It is said the necessary things above. These people are hypocrites.

These are the ones who don’t seek honor and respect from Allah. That’s why they always be victimized by the same authority they lean on and wait for a small amount of respect. They constantly and insistingly be betrayed by authorit, the same people whom they seek honor at the first place. And at the end they beat themselves by screaming betrayal. They don’t have the right for anything. Because those who seek honor from someone else other than Allah, they are bound to be betrayed.

140-) Ve kad nezzele aleykum fiyl Kitabi en iza semi’tum ayatillahi yukferu Biha ve yustehzeu Biha fela tak’udu maahum hatta yehudu fiy hadiysin gayrih* innekum izen misluhum* innAllahe cami’ul munafikiyne vel kafiriyne fiy cehenneme cemiy’a;

Revealed to you is this knowledge: Do not sit in an environment where the signs of Allah are denied or inappropriate things are spoken about them; until they change the subject! Otherwise, you will be just like them. (This verse should be evaluated in the light of the scientific truth of ‘mirror neurons.’ This verse is clearly a miracle in respect of expressing a modern discovery almost 1500 years ago!) Allah will bring the two-faced (hypocrites) and the deniers of the reality together in hell. (A.Hulusi)

Already has He sent you in the Book, that when ye hear the message of Allah held in defiance and ridicule, ye are not to sit with them unless they turn to a different theme: if ye did, ye would be like them. For Allah will collect the hypocrites and those who defy faith – all in Hell:- (A.Yusuf Ali)

Ve kad nezzele aleykum fiyl Kitabi Revealed to you is this knowledge en iza semi’tum ayatillahi yukferu Biha ve yustehzeu Biha when you hear the message of Allah held in defiance and ridicule, fela tak’udu maahum hatta yehudu fiy hadiysin gayrih* you are not to sit with them unless they turn to a different theme: innekum izen misluhum* Otherwise, you will be just like them.

This is a very interesting deduction indeed. There was another verse arrived before this one in timeline, En’am/68; there’s a reference here to that verse. Same warning comes in that verse similar to this one. The warning is clear. Standing neutral, silent to a happening that ridiculing your beliefs is the same thing standing partner to that defiance says Qur’an. We are not talking about criticism here. That’s different. You may argue, debate, you may criticise your own beliefs. You may sit and talk with people who openly deny the truth even. Prophet was constantly making conversations with nonbelievers. But no one have the right to insult your beliefs. And you cannot inslut to someone elses beliefs. You may deny them, you should deny anything superstitious. But insulting is not the wat to do it. So even insulting to false beliefs and superstitious is not allowed and considered wrong, how can you let anyone insulting the right and the truth. How can you stand still and not interfere to that insulting. Because Qur’an says if you don’t show any reaction to that insulting, you become like them.

innAllahe cami’ul munafikiyne vel kafiriyne fiy cehenneme cemiy’a; For Allah will collect the hypocrites and those who defy faith – all in Hell.

141-) Elleziyne yeterebbesune Bikum* fen kane lekum fethun minAllahi kalu elem nekun maakum ve in kane lil kafiriyne nesiybun kalu elem nestahviz aleykum ve nemna’kum minel mu’miniyn* fAllahu yahkumu beynekum yevmel kiyameti, ve len yec’alellahu lil kafiriyne alel mu’miniyne sebiyla;

They watch to see what will become of you… If Allah gives you victory, they will say, “Were we not with you also?” If a success comes to the deniers, they say, “Have we not surpassed you, have we not protected you against the believers?” Allah will judge between you during the Doomsday period. Allah will not give the deniers of the reality a cause against the believers. (A.Hulusi)

(These are) the ones who wait and watch about you: if ye do gain a victory from Allah, they say: “Were we not with you?”- but if the unbelievers gain a success, they say (to them): “Did we not gain an advantage over you, and did we not guard you from the believers?” But Allah will judge betwixt you on the Day of Judgment. And never will Allah grant to the unbelievers a way (to triumph) over the believers. (A.Yusuf Ali)

Elleziyne yeterebbesune Bikum They are hypocrites who insult your beliefs. Qur’an says the place of these hypocrites are with blasphemers. They will be gathered together in Hell says Qur’an. Also they weren’t just shallow believers too, no they were doing everything a believer should do. They were praying daily, remember that. They were praying right behind the prophet as well. They were building praying grounds and mosques. Masjid-i Dirar; but they were in fact recorded hypocrites.

So Allah says their place will be with blasphemers. Because if faith doesn’t come from inside, if it doesn’t settle in your hearts, if you see faith as a thing to wear and discard at your will like a jacket or a sock that can be thrown away at your whim, then you do the greatest inslut to faith, even greater than the blasphemers do. That’s why the deepest layer of hell is for hypocrites, we will see that in a few verses later in this passage.

They watch to see a trouble coming for you. Elleziyne yeterebbesune Bikum* fen kane lekum fethun minAllahi kalu elem nekun maakum… If Allah gives you victory, they will say, “Were we not with you also?” There’s a reference here to the two faced nature of hypocracy.

ve in kane lil kafiriyne nesiybun kalu elem nestahviz aleykum ve nemna’kum minel mu’miniyn If a success comes to the deniers, they say, “Have we not surpassed you, have we not protected you against the believers?” The word nestahvir here comes from the root of Havf which has a meaning of rallying or galloping a horse, so we can take the meaning as putting pressure on believers.

As in, to heathens and tyrants “Weren’t we encouraging you to attack them, weren’t we saving you from believers. These will taste defeat soon, their numbers are a few. We won’t meddle your affairs. We might not help you directly but notice that we don’t help them as well.”

Or saying words of resistance but deep down they inner voices are like this. “They don’t have enough power, so we are not with them. We just look like them. Don’t we stand at your side by encouraging you.”

fAllahu yahkumu beynekum yevmel kiyame but Allah will judge between you during the Judgement Day.

ve len yec’alellahu lil kafiriyne alel mu’miniyne sebiyla; And never will Allah grant to the unbelievers a way (to triumph) over the believers.

This verse draws the type of hypocracy . The most typical feature of hypocracy is about standing with the victorious side. Whoever is the winner, these kind always stand with them. Why? Becaue they only Show faith to power, not Allah. Why, because they are looter, they wish a piece of the gain. They always seek a share from earnings. They don’t have a will to pay the price but they have the will to seek the prize.

 Yes, the most typical feature of hypocracy. Being with power. You see them with the winners all the time. Always with the group with larger numbers. They never stand with minority, no always with the majority, leadership, palace. Never with the opposition to system. Like I say, seeking loot and prize. This verse gives their attributes very well.

142-) Innel munafikiyne yuhadi’unAllahe ve HUve hadi’uhum* ve iza kamu iles Salati kamu kusala yuraunen Nase ve la yezkurunAllahe illa kaliyla;

 The hypocrites try to deceive Allah, (whereas) Allah turns the result of their deception against them! When they stand for prayer, they stand reluctantly, to show themselves to others, and they remember Allah very little. (A.Hulusi)

The Hypocrites – they think they are over-reaching Allah, but He will over- reach them: When they stand up to prayer, they stand without earnestness, to be seen of men, but little do they hold Allah in remembrance; (A.Yusuf Ali)

Innel munafikiyne yuhadi’unAllahe ve HUve hadi’uhum The hypocrites try to deceive Allah, whereas Allah turns the result of their deception against them! Allah causes them to be decieved. This translation is more accurate, more decent.

You remember the 9th verse of Baqarah Chapter. Yuhadi’unAllahe velleziyne amenu ve ma yahde’une illa enfusehum ve ma yesh’urun;

They try to decieve Allah and the believers, trying to fool them. But they don’t fool anyone but themselves. In reality one cannot cheat anyone, decieve anyone if he hasn’t decieved himself from the beginning. This is the reality of life.

        Verse continues, ve iza kamu iles Salati kamu kusala yuraunen Nas When they stand for prayer, they stand reluctantly, to show themselves to others, ve la yezkurunAllahe illa kaliyla and they remember Allah very little.

Very interesting, dear friends. Just like the saying, liars candle burns out at night. Why is there a saying like this one, liars candle, hypocrites lights. Because there were no TV back in the days, people were going to bed when the night is young. A liar, in this case a hypocrite was leaving a lit candle in front of his window till the night praying time comes. Just because he didn’t want people to say “He went to bed without his night pray.” That’s why that candle was lit at evenings. It was just about fooling people with his praying routines.

Praying cannot stand with mischief. Not once, not ever. Yes, you cannot use praying and mischief at the same time. A believer who has the rush to reach the appointment with Allah when no one is looking; is the person who manages to overcome the sensation of mischief. If a man wants to test himself, he should do it with prayings.

The ending of the verse is also interesting. ve la yezkurunAllahe illa kaliyla; They think about Allah very little.

Zhikr, I said, dear friends; zhikr is your concern. Your zhikr is your concern. A person whose concern is Allah cannot forget Allah in one second. That’s why check your concerns, check them to see what your zhikrs target is all about.

143-) Muzebzebiyne beyne zalike, la ila haulai ve la ila haula’* ve men yudlilillahu fe len tecide lehu sebiyla;

(The hypocrites) waver between the two sides! Neither belonging to the people of faith, nor the deniers! And you can never find a way for those who Allah leads astray (in faith)! (A.Hulusi)

(They are) distracted in mind even in the midst of it,- being (sincerely) for neither one group nor for another whom Allah leaves straying,- never wilt thou find for him the way. (A.Yusuf Ali)

Muzebzebiyne beyne zalike The hypocrites waver between the two sides! They are in limbo on earth so to speak. They come and go between two sides.

la ila haulai ve la ila haula Neither belonging to the people of faith, nor the deniers! Being with two siders is being defeated. Because he who wants to be on both sides cannot stay in any side. In the end he becomes depleted, defeated. Don’t look at people who defend being unbuyest, only Satan’s job to force people stayng neutral in front of the truth. There’s a tyrant and there are victims, this is no place or time to be neutral. You cannot be neutral otherwise you side with satan. If you declare your neutral stance in the battle of truth and superstition, you definitely be a member of evil minus the perks. That’s why in a struggle of good and evil, truth and lie, being neutral, staying away from both sides means you enlist in Satan’s army as foot soldier.

So this type is described here. la ila haulai ve la ila haula Neither belonging to the people of faith, nor the deniers! They don’t have any place, the don’t have and color. Just like a chameleon they take the color of their surroundings.

ve men yudlilillahu fe len tecide lehu sebiyla; And you can never find a way for those who Allah leads astray. fe len tecide lehu sebiyla you can never find a way out for them ever. Len defines te’bi, eternity.

144-) Ya eyyuhelleziyne amenu la tettehizul kafiriyne evliyae min dunil mu’miniyn* eturiydune en tec’alu Lillahi aleykum sultanen mubiyna;

O believers, do not leave the believers and befriend the deniers of the reality! Do you want to give Allah a strong case against yourself (with this behavior)! (A.Hulusi)

O ye who believe! Take not for friends unbelievers rather than believers: Do ye wish to offer Allah an open proof against yourselves? (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers, la tettehizul kafiriyne evliyae min dunil mu’miniyn do not leave the believers and befriend the deniers of the reality!

I prefer the word comrade rather than friend in order to explain the expression accurately. Because just like the 139 and 141st verse of this chapter, we should define friendship politically, a relation of interest, a lifestyle unity. As in don’t unite your way of living by their lifestyle standards. Don’t direct your political interests for them. When we think the word friendship here, we should clarify the expression throughly. Hence the word comrade.

eturiydune en tec’alu Lillahi aleykum sultanen mubiyna Do you wish to offer Allah an open proof against yourselves?

That means if you become friendly with them, if you become comrades with them, share their lifestyle, remember; you give Allah a strong case against yourselves. Then your results end up in the worst possibility become the only truth for you.

145-) Innel munafikiyne fidderkil’ esfeli minennar* ve len tecide lehum nasiyra;

Indeed the two-faced (hypocrites) are at the lowest depths of fire! And never will there be a helper for them! (A.Hulusi)

The hypocrites will be in the lowest depths of the Fire: no helper wilt thou find for them;- (A.Yusuf Ali)

Innel munafikiyne fidderkil’ esfeli minennar Indeed the hypocrites will be in the lowest depths of the Fire. They will be in the deepest pit of Hell.

Indeed we hope that Allah protects us from all mischief. This verse explains that a hypocrite will have a fate much worse, much agonizing and much heavier than a blasphemer. Why? The reason is simple. A blasphemer is a black stone in a bag of rice, on the other hand a hypocrite is a white stone in the same bag. So if I ask is it the white stone or the black stone possess more danger here, what would you say? Without any doubt everyone would say the white stone since it can easily be mistaken as rice and break your teeth. You easily notice the black much before that.

That’s why people who look like a believer but they aren’t are more dangerous than people who declare their denial openly. We may see the potential in Baqarah chapter. 5 verses are reserved for believers, 2 verses for blasphemers at the beginning of the chapter but there are exactly 14 verses talks about the hypocrites. That’s the reason since they are the biggest threat because of their difficulty on identification.

ve len tecide lehum nasiyra; And you won’t find anyone to help them. There won’t be any allies for hypocrites. You may see these warnings throughout the entire Qur’an. Rasulallah had noticed some of those from their behaviours but some were among unknown. Allah informed them. Branded hypocrites, bad sheeted two faced individuals; Rasulallah was warned all about them. Allah’s Rasul acted on those warnings. When he was about to leave designated path, Allah sent a verse to warn him again. If he visited their graves, went into their cemeteries, gave their last rites, Allah stopped him from doing so.

From this we understand that in a society a hypocrites destructive power is far more great than a blasphemers.

 146-) Illelleziyne tabu ve aslehu va’tesamu Billahi va ahlesu diynehum Lillahi fe ulaike me’al mu’miniyn* ve sevfe yu’tillahul mu’miniyne ecren aziyma;

 Except those who (realize their mistake and) repent, fix their attitudes, cling to Allah with their essential reality, and purify their understanding of faith in the way of Allah… They are with the people of faith. And Allah will give the people of faith a great reward. (A.Hulusi)

Except for those who repent, mend (their lives) hold fast to Allah, and make their religious devotion sincere to Allah: if so they will be (numbered) with the believers. And soon will Allah grant to the believers a reward of immense value. (A.Yusuf Ali)

Illelleziyne tabu Of course there are exceptions. People who repent ve aslehu fix their attitudes va’tesamu Billahi cling to Allah va ahlesu diynehum Lillahi and make their religious devotion sincere to Allah. These are the exceptions. A hypocrites path to make amends is open just like a blasphemer. Allah’s door of mercy is always open. If they turn their paths and become a believer not just fort he outside but fort he inside as well, there’s no problem.

Here the expression va ahlesu diynehum Lillah means make sincere devotion to Allah. Ihlas in religion is putting Allah to the center of life. Allah should be in the center of life and whatever we do we should do for Allah. This is what the devotion to Allah really means.

fe ulaike me’al mu’miniyn They will be with the believers. ve sevfe yu’tillahul mu’miniyne ecren aziyma; and when the time comes Allah will give a wonderful bounty to believers.

147-) Ma yef’alullahu Bi azabikum in shekertum ve amentum* ve kanAllahu Shakiyren Aliyma;

Why should Allah make you suffer you if you are grateful and believe! Allah is the Shakur, the Aleem. (A.Hulusi)

What can Allah gain by your punishment, if ye are grateful and ye believe? Nay, it is Allah that recogniseth (all good), and knoweth all things. (A.Yusuf Ali)

Ma yef’alullahu Bi azabikum in shekertum ve amentum We are now looking at a great expression regarding the Allah’s mercy. If you are grateful and believe, if you both believe and be grateful, why should Allah make you suffer? What can Allah gain from such unnecessary precautions. Exact translation is this. Ma yef’alullahu Bi azabikum in shekertum ve amentum If you are grateful and believe, what can Allah gain by your punishment? Why the need for punishment?

ve kanAllahu Shakiyren Aliyma; Allah recognises all good, and knows all things. We see the depths of Allah’s mercy here. Indeed our Rabb doesn’t enjoy giving any torment. Also if we look closely Allah doesn’t give an torment either, all pains and torments are self-inflicted.

The word shukr; when it is used for a person means gratefulness, when it is used for Allah, it is the acceptance of thanks. A persons purpose is being thankful to Allah, dear friends. The full purpose of all worshippings are showing our gratitudes. That’s why showing gratitude to a blessing shall be done by using it on that same purpose.

148-) La yuhibbullahul cehre Bissui minel kavli illa men zulim* ve kanAllahu Semiy’an Aliyma;

Except by those who have been wronged, Allah does not like the utterance of offensive words! Allah is the Sami, the Aleem. (A.Hulusi)

Allah loveth not that evil should be noised abroad in public speech, except from one who had being treated unjustly; for Allah is He who heareth and knoweth all things. (A.Yusuf Ali)

La yuhibbullahul cehre Bissui minel kavli illa men zulim this part sometimes be read as Illa men zaleme. Not as an unknown but known fact. The meaning changes when this happens naturally. La yuhibbullahul cehre Bissui minel kavli illa men zulim Except by those who have been wronged, Allah does not like talking offensively in public.

ve kanAllahu Semiy’an Aliyma; for Allah hears and knows all things.

Dear friends, this verse have two meanings.

1-It is not nice to speak badly of the past sins of sinners and hypocrites to their faces. Razi’s translation is in this direction. There might be people around who did some bad things in their past, some wicked part passed in their lives, it wouldn’t be nice to shove these incidents to their faces everytime. We have several proofs for this type of translation.

(2. meaning will come later)

Rasulallah’s life is a fine example. He had ordered people not to harass Ikrime bin ebi Cehl because his father was Abu Cehil.

“Don’t mention his father in places he can hear you.” This was Rasulallah’s warning.

It is very interesting. It’s real that Rasulallah was paying attention to peoples sensitivities. Because that type of bad talks would have nothing good come out of it. It could only sadden Ikrime who was a sincere believer himself.

Abu Huzeyfe’s father who died in Badir battle. His father was with the blasphemers side in Badir. When the confict had ended, he was thrown in a ditch with the rest of the casualties. At that time Abu Huzeyfe was there, present.

Rasulallah looked at him, when he realized he was looked by Rasulallah, he said;

“No, o Rasulallah, I only with that my father would taste faith. He was a smart man. My regret is his inability to do that.”

“It’s not his burial here, my regret nor his dead bodies state or treatment. It’s his lack of faith gives me my deepest sadness.” Interesting isn’t it?

149-) In tubdu hayren ev tuhfuhu ev ta’fu an suin feinnAllahe kâne Afuvven Kadiyra;

 Whether you reveal or hide a good, or pardon a bad; Allah is the Afuw, the Qadir. (A.Hulusi)

Whether ye publish a good deed or conceal it or cover evil with pardon, verily Allah doth blot out (sins) and hath power (in the judgment of values). (A.Yusuf Ali)

 In tubdu hayren ev tuhfuhu Whether you reveal or hide a good ev ta’fu an suin or pardon a bad Allah does blot out sins. As in kanellahu semian aliyma. Allah hears and knows all. So if you do a good deed openly or secretly, if you do good and forgive bad, Allah knows that too.

 I mentioned a second thing above. This is the one.

 2- Exceptance of people who are treated with injustice and their reflexive response. That means this. A person might pray for his adversary as a defensive mechanism, pray for him for his behaviours. The reason of arrival is mentioned like this.

 A person talks badly for Abu Bekhir once. Naturally he responses his behaviour. At that time Rasulallah was there. While all the bad talks that man makes Rasulallah remains unresponsive, he tries to stand up and walks away when Abu Bekhir begins to respond back.

 Abu Bekhir asks Rasulallah about this.

“O Rasulallah you didn’t say anything to him when he said all those bad things but you became uncomfortable when I responded him.”

Rasulallah’s answer was worthy of him.

“When he was talking badly to you, an angel was giving him his response. But when you decide to talk to him, that angel flied away and a demon came to its place. That’s why I walked away from there.”

Of course this explanation is very different by nature. But it’s also interesting on the perspective of Rasulallah for making an ideal stand against a situation like this.

Moving on. feinnAllahe kane Afuvven Kadiyra; for Allah does blot out (sins) and has power over all things.

 150-) Innelleziyne yekfurune Billahi ve RusuliHI ve yuriydune en yuferriku beynAllahi ve RusuliHI ve yekulune nu’minu Bi ba’din ve nekfuru Bi ba’din ve yuriydune en yettehizu beyne zalike sebiyla;

Those who deny Allah and His Rasuls, want to cause separation between Allah and His Rasuls. They say, “We believe in some of them and deny some.” They want to adopt a position in between. (Another way to look at this is: They want to reject the reality and concept of ‘revelation,’ which is the manifestation of Allah’s Names, and spread the concept of ‘an external heavenly deity and His chosen prophet on earth’ instead.) (A.Hulusi)

Those who deny Allah and His messengers, and (those who) wish to separate between Allah and His messengers, saying: “We believe in some but reject others”: And (those who) wish to take a course midway,- (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne yekfurune Billahi ve RusuliHI ve yuriydune en yuferriku beynAllahi ve RusuliHI Those who deny Allah and His Rasuls, want to cause separation between Allah and His Rasuls. ve yekulune nu’minu Bi ba’din ve nekfuru Bi ba’din They say, “We believe in some of them and deny some.” ve yuriydune en yettehizu beyne zalike sebiyla; they wish to take a course midway. This can be taken as a whole sentence. So these people…

151-) Ulaike humul kafirune hakka* ve a’tedna lil kafiriyne azaben muhiyna;

 They are the ones who completely deny the reality. We have prepared a degrading suffering for the deniers. (A.Hulusi)

They are in truth unbelievers; and We have prepared for unbelievers a humiliating punishment. (A.Yusuf Ali)

Ulaike humul kafirune hakka* They are in truth unbelievers ve a’tedna lil kafiriyne azaben muhiyna and We have prepared for unbelievers a humiliating punishment.

Qur’an says it’s ironclad, non-negotiable. Don’t try to bargain the unity here. You trying to accept some and deny some other means you deny all of them, this is the meaning of it.

152-) Velleziyne amenu Billahi ve RusuliHI ve lem yuferriku beyne ehadin minhum ulaike sevfe yu’tiyhim ucurehum* ve kanAllahu Gafuren Rahiyma;

As for those who believe Allah’s Names comprise the essence of all creation and in the (disclosure of) Rasuls, and who do not discriminate between them (in respect of their disclosure) Allah will give their rewards. Allah is the Ghafur, the Rahim. (A.Hulusi)

To those who believe in Allah and His messengers and make no distinction between any of the messengers, we shall soon give their (due) rewards: for Allah is Oft- forgiving, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)

Velleziyne amenu Billahi ve RusuliHI To those who believe in Allah and His messengers ve lem yuferriku beyne ehadin minhum and make no distinction between any of the messengers ulaike sevfe yu’tiyhim ucurehum Allah will give their rewards in full when the time comes.

ve kanAllahu Gafuren Rahiyma for Allah is Oftenly  Forgiving, Most Merciful.

I once again pray for Allah’s mercy and blessing.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



ESMA DERSLERİ – 17 – EL HÂLIK (A)

$
0
0

el-halik-1

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

………“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

………Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 ………“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

………Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

………XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

………EL HÂLİK

………Taalluk;

………Öncelikle Hâlik ismine kul, kararlarında isabet amacıyla ihtiyaç duyar. Ayrıca yapılması gereken işleri ve kulluk görevini yerine ve gereği gibi yapmak amacıyla bu isme ihtiyaç duyar.

………Tahakkuk;

………Hâlik, bir şey meydanda yok iken varlık sahasına getiren demektir. Ardından Allah’ın ilminde ki halinin devamı olan, ikinci mertebe de varlıkların kendileri var edilirler. Bu oluşum yaratmak anlamına gelmektedir.

………Tahalluk;

………Taalluk bölümünde işlendiği gibi Allah Teâlâ önce eşyanın var edilmesi konusunda bilgi oluşturur. Bu doğrultu da kendi nefsinde (ilminde) en mükemmel bir şekilde ve en güzel bir surette benzersiz bir konumda (ebde’) varlıkları yaratır. (İhtira’) Sonra onları insan eliyle var ederek (icat) ortaya çıkarır. Böylece o varlık ilahi bir takdirle yaratılır (Mukadder, muced) Eğer böyle bir süreç düşünülemezse o zaman teklifin gerçekliğinin bir anlamı kalmaz ve Allah Teâlâ’nın;

………İyi iş yapan kendi yararına, kötü yapan da kendi zararına yapmıştır. Yoksa Rabbin kullara zulmeden değildir.” (Fussilet/46) Sözü geçersiz olur.

………İnsanlara izafet edilen bütün eylemler onun bir fiilidir. Allah’ın ilminde ki kesinlik sonra icattaki kula nispet düşünülmezse ayette eylemler kula nispet edilmezdi. Allah söz sahiplerinin en doğrusudur. İstediğinde kul için bir eylemi yaratmak Allah’a çok kolaydır. (İbn. Arabi/Allah’ın isimlerinin sırları ve keşfi/58-59)

………xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………el HALİK

………Belki bu isimlerin eş manalar ifade eden isimler-olduğu akla gelebilir, hepsinin de manası (Yaratıcı) olduğu zan edilir. Ama mesele hiç de öyle sanıldığı gibi değildir. Çünkü her yokluktan varlık âlemine çıkan şey, önce takdir, ikinci defa takdir’e göre icad, icad’dan sonra da tasvire muhtaçtır.

………Cenab-ı Hak, takdir edici olarak da Hâlik’tır. İcad edici olarak da Hâlik’tır. Nihayet Musavvir (şekillendirici) olarak da Hâlik’tır. Yaratıklara en güzel şekli O vermiştir. Onları gayet güzel nizam ve intizam içinde o, yaratmıştır.

………Bu tıpkı bir bina gibidir. O binanın, tuğla, taş, çimento, kerpiç, gibi malzemelerin ne kadar gideceğini, eni boyu – metre karesi – ne kadara, kaça mal olacağını hesaplayacak birine ihtiyaç vardır. İşte bu işleri yapana; projeyi çizene, hesap ve kitabını yapana biz mühendis diyoruz. Bunlardan sonra binayı asıl yapacak ustaya lüzum görülür. Daha sonra binanın iç ve dış tezyinatını üstüne alacak başka bir usta aranır.

………İnsanlar hakkında da bu böyledir. Çünkü her işi bir insan yapamaz, herkesin ihtisası ayrı ayrı konularda olur. Lâkin Allah hakkında biz bunu böyle düşünemeyiz. Çünkü takdir eden, icad eden ve tasvir eden de O’dur.

………Şimdi Allah’ın yaratmış olduğu mahlûkatından birini ele alalım. Meselâ insanı. İnsanoğlu Allah’ın yarattıklarından bir cinsi temsil eder. İnsan varlığının vücuda getirilmesi için evvelâ nasıl yaratılacağı hakkında takdir yapılmalı. Çünkü onun, belirli bir cisim olması gerekmektedir. Bazı sıfatları alabilmesi için önce cismi lâzımdır. İnşaatçının bina kurabilmesi için bazı alet ve edevata ihtiyacı olduğu gibi.

………İnsanın bünyesi ancak su ve toprakta vücut bulabilir. Yalnız toprak kâfi gelmez. Çünkü kurudur; tutmaz dağılıverir. Yalnız su da kâfi gelmez. Çünkü tutmaz dökülüverir. Öyleyse kuru ile yaşı birbirine katıştırmalı ki, çamur haline gelebilsin. Sonra pişirici bir hararet (fırın) lâzımdır ki, su ve toprak karışımı muhkemleşip ayakta durabilsin. Demek ki, insan serapa çamurdan yaratılmış, olmuyor. Bilâkis su ile yoğrulmuş, kurutulmuş ve pişirilmiş bir topraktan (balçıktan) yaratılmış oluyor.

………Ama o toprağın ve suyun da belirli ölçüde olmaları gerekiyor. Eğer takdir edilen ölçüden az olursa zerre, ya da karınca gibi küçük olur ki, insan işlerini yapamaz, rüzgâr vurduğu gibi savurur ve en küçük şey onu telef eder.

………Sonra dağlar kadar büyük çamur yığınından da olmaz. Çünkü bu miktar ihtiyaçtan fazladır. Öyleyse ne az ve ne de çok tam ayar ve karar olmalıdır. Evet, O, takdir edilen ölçüyü geçmemelidir. İşte bütün bunlar, takdirle olur. O (Allah), bütün bu işleri takdir etmesi ve takdire göre icad etmek itibariyle yaratıcıdır. İcad edip yokluktan varlığa çıkarması itibariyle bari oluyor. Sadece icad etmek ile, bir takdire göre icad etmek, ayrı ayrı şeylerdir.

………Lûgatta bu iki kelimenin ayrı ayrı manalar ifade ettiğine şahit vardır. Araplar hazık ve her şeyi ölçü ile yapan insana halik ismini verirler. Nitekim şair:

………«Sen halk ettiğin (yaptığın) şeyi güzel yaparsın. İnsanlardan kimisi yar ki yapar ama güzel yapamaz!» demiştir.

………Aslında mevcut varlıklar iki kısma ayrılır:

………1- Var olmalarında kul’un hiç bir rolü yoktur: Gök, yıldızlar, yer, hayvan bitkiler vesair kâinatın diğer yaratıkları gibi.

………2 – Meydana gelişinde kulun rolü bulunan varlıklar. Bunlar kulların, sanat, siyaset, ibadet ve cihad gibi, kulların amelleridir.

………İnsan, nefsani mücahede (çalışması) sayesinde,-bazı şeyleri icad edebilecek dereceye yükselirse ve bu hususta herkesten faik olursa o, o şeylerin muhteri (Mucidi) sayılır. Çünkü o şeyler onun icadından evvel mevcud değildiler.

………Meselâ satrancın mucidine, satrancı filan kimse icad etmiştir diyerek satrancın mucidini belirtirler. Aslında satranç övülecek ve onu keşf eden kimseden siteyişle bahs edilecek bir meta değildir.

………Ya!.. Hayr ve iyiliklerin kaynağı olan diğer riyazi, sınaî ve siyasî icadlar hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu hususta başarı gösterenlere bir şeyler icad edenlere mucid diyebiliriz, lâkin ne var ki bu isim ona mecazen itlâk edilebilir, hakikat yönünden değil.

………Allah’ın bazı isimleri vardır ki, bunların kullara mecazen nakli mümkündür. Bazı isimler de var ki, kul hakkında bu isimler hakikattir; Allah hakkında ise mecazdır: Sabır, şekûr (isimleri) gibi. Aradaki farkı anlamadan hiç bir zaman bu isimlerde ortaklık düşünülemez! (İ. Gazzali/ Esmâ’i-Hüsna-83)

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………HÂLİK – HALLÂK

………Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

………“Allah’ın dışında bir başka yaratıcı mı var?” (Fatır/3)

………“O, her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin.” (En’am/102)

………el-Halîmî, Hâlik ismi hakkında der ki: “Hâlik, varlıkları sınıflandıran, her sınıfa bir ölçü koyan ve buna göre büyük küçük, uzun-kısa, insan-hayvan, yerde sürünen-gökte uçan her şeyi, ölümü ve hayatı, özetle bütün varlıkları var eden­dir. Şüphesiz yoktan ve örneksiz var etmeyi kabul etmek, yaratmayı kabul etmektir. Çünkü yaratma, örneksiz var etmenin bir şeklidir. Bu yüzden birbi­rinden ayrılmazlar.” (Beyhaki)

………Allah Teâlâ yaratan, O’nun dışındaki her şey yaratılandır. Her şey O’nun emrinde ve hizmetindedir. O’ndan başka bir yaratıcı yoktur. Bütün her şey, gökler, yer, ikisi arasında ve içinde bulunanlar, bunların hareketleri, kımıltı­ları, rızıkları, ecelleri, sözleri ve fiilleri yaratılmıştır. Bütün bunların tek yaratı­cısı Hz. Allah’tır. Bütün varlıklar sonradan yaratılmış ve yoktan var edilmiş­lerdir. O, bütün bunların yaratıcısı, var edicisi ve yapıcısıdır. Her şey O’ndan başladı ve yine O’nda son bulacaktır. (Mearicü’l-Kabûl)

………Hallâk ismi ise şu âyetlerde geçer;

………Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini de yaratmağa kadir değil mi? Hiç tartışmasız (öyledir); O, yaratandır, bilendir.” (Yasin/81)

………İbn Kayyim şu âyetlerin de bu anlamda olduğunu söyler.

………Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz.” (Bakara/21)

………Kâfirler için hazırlanmış ve yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakı­nın.” (Bakara/24)

………Bu âyetler dinin temelini oluşturan yaratıcının varlığını, güç, kuvvet, ilim, irade ve hayat gibi üstün sıfatlara sahip oluşunu, her fiilinin bir hikmeti bu­lunduğunu ve evrenin sonradan yaratıldığını ispat etmektedir. Bu âyetler aynı zamanda tevhidin, rubûbiyet ve ulûhiyet olmak üzere ikiye ayrıldığını da ispat etmektedir. Rubûbiyet tevhidi, varlıkları tek başına yoktan var edenin Allah olduğunu kabul etmek; Ulûhiyet tevhidi ise, ibadet edilmeye, sevilmeye ve itaat edilmeye layık tek varlığın, tek ilâh ve mabudun Allah olduğunu kabul etmektir. Allah’ın varlığı ve birliği bu şekilde ispat edildikten sonra Hz. Peygamber’in peygamberliği, çelişkilerden uzak ve en güzel bir şekilde eksiksiz ispat edilmiştir. Böylece Hz. Peygamber’in verdiği her haberin ve söylediği her sözün doğru olduğu kanıtlanmıştır. Hz. Peygamber de bize âhiret hayatından, cennet ve cehennemden söz etmiştir.

………ALLAH’IN TEK YARATICI VE TEK İLÂH OLDUĞUNUN İSPATI

………Yüce Allah Kur’an’ın birçok yerinde şöyle buyurur:

………Andolsun, onlara: “Kendilerini kim yarattı?” diye soracak olsan, tartışmasız: “Allah” diyecekler.” (Zuhruf87)

………Madem Allah bütün varlıkları tek başına yaratmıştır, o halde ibadete ve kulluk yapılmaya layık olan tek varlık da O’dur. Bu gerçek ortadayken ve O’nun tek yaratıcı olduğu kabul edilirken, ibadet etmede O’na nasıl ortak koşulur?

………İşte Kur’an’ın Rubûbiyet tevhidi (Allah’ın yaratıcı olduğunu kabul etmek) ile ulûhiyet tevhidini (Yalnız Allah’a kulluk etmek) ispat etme metodu budur. Bir başka âyette Allah’ın yaratma özelliği

………“Sizi ve sizden öncekileri yara*tan” (bakara21)

………Şeklinde ifade edilir. Burada Allah Teâlâ bizi ve bizden öncekileri, babalarımızı ve atalarımızı da yarattığına dikkat çekmekte, böylece tek yaratıcının kendisi olduğunu, ne bizim ne de bizden öncekilerin yaratılışında kimsenin kendisine ortak olmadığını belirtmektedir. Allah’ın, varlıkları tek başına yaratmış olması, O’nun güç ve kuvvetinin, iradesinin, ilminin, hikmet ve hayatının mükemmel ve eksiksiz oluşuna delalet eder. Bu sıfatlar, O’nun diğer üstün sıfatlara da sahip olmasını zorunlu kılar. Bu da sıfatlarının ve fiillerinin eşsiz olduğunu, hiçbir varlıkta bulunmadığını, hiçbir varlığın fiillerinde O’na ortak olmadığını gösterir.

………Bu cümle ile Allah varlığını ispat ettikten sonra, onları yaratmadaki amacını şöyle açıklamaktadır:

………Rabbinize kulluk ediniz” (Bakara/21)

………Yani O, sizi ve sizden öncekileri yarattı ki, O’na itaat edip isyan etmeyesiniz, O’nu zikredip unutmayasınız, nimetlerine nankörlük etmeyip şükredesiniz. İşte Allah’ın azabından korunup sakınmanın yolu budur. Âyet şu cümleyle bitiyor: “Ki sakınasınız.” Cümlede geçen “Le alle” edatının anlamı konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunları kısaca şöyle belirtebiliriz:

………Kulluk ediniz emrinin nedenini açıklamaktadır.

………Yaratılışın nedenini açıklamaktadır.

………“O’na ibadet ediniz ki, bu ibadetinizle O’ndan korunasınız” anlamındadır.

………Bir diğer görüş, “O’ndan korunup sakınasınız diye sizi yarattı” şeklindedir. Bize göre bu görüş şu sebeplerden dolayı daha doğrudur:

………1- Allah’tan korunup sakınmak anlamına gelen “takva” da bir tür ibadettir. Dolaysıyla bir şey, kendi varlığının nedeni olamaz.

………2 – Buna benzer bir âyet de şudur:

………“Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat/56)

………3 – Âyette ki yaratma sözcüğü “Ki sakınasınız” cümlesine daha yakındır. Bu yüzden ibadetin değil; yaratılışın nedenidir. Buna benzer âyet şudur:

………Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki sakınırsınız.” (Bakara/183)

………Burada sakınma, orucun faz kılınma nedeni olarak zikredilmektedir.

………Ancak her iki durumun da kastedilmiş olmasına bir mani yoktur. Hatta böyle olması daha uygundur. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak devam etmektedir:

………O, sizin için yeryüzünü bir döşek, gökyüzünü bir bina kıldı. Ve gökten yağmur indirerek bununla sizin için (çeşitli) ürünlerden rızık çıkardı.” (Bakara/22)

………Bu âyetle Allah, varlıkları yaratmanın bir başka hikmetini daha açıklamaktadır. Dolaysıyla ilk âyet, yaratılışın ve varoluşun nedenini açıklamaktadır. Bu, yaratma delili olarak adlandırılmaktadır.

………4 – Bu görüş, varlıklarda görülen hükümleri kapsamaktadır. Bu da hikmet ve inayet delili olarak adlandırılmaktadır. Yüce Allah, bu iki tür delili Kur’an’ın birçok yerinde defalarca tekrarlar. Bu tür âyetlerden bazıları şöyledir:

………Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler çıkarandır. Ve onun emriyle gemileri, denizde yüzmeleri için size, emre amade kılandır. Irmakları da sizin için emre amade kılandır. Güneşi ve ayı da hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gün*düzü de emrinize amade kılandır.” (İbrahim/32-33)

………Yüce Allah bu ayetlerde, gökleri ve yeri yarattığını belirtmekte sonra da bunların varlıklara olan faydalarından ve hikmetlerinden söz etmektedir.

………(Onlar mı) hayırlı yoksa gökleri ve yeri yaratan ve size gökten su indiren mi! Ki onunla (o suyla) gönül alıcı bahçeler bitiriverdik. Sizin içinse onun bir ağacını bitirmek, (bile) mümkün değildir. Allah ile beraber başka bir ilâh mı? Hayır, onlar sapıklıkta devam etmekte olan bir kavimdir. Ya da yeryüzünü bir karar yeri kılan, onun arasında ırmaklar var eden ve ona (yeryüzü için) sarsılmaz dağlar yaratan ve iki deniz arasında bir ara engel (haciz) koyan mı? Allah ile beraber başka bir ilâh mı? Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.” (Neml/61-61)

………Gerçek şu ki, göklerin ve yerin yaratılmasında gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeylerle denizde yüzen gemilerde, Allah’ın yağdırdığı ve kendisiyle ölümünden sonra yeryüzünü dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgârları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.” (Bakara/164)

………Bu tür âyetler Kur’an-ı Kerîm’de oldukça çoktur. Düşünenler için…

………Yüce Allah Bakara sûresinin 21. âyetinde, insanlar için yerin yaşama alanı, göğün de tavan olduğunu, kulların yararlandığı ana kaynağın gökten indirdiği su olduğunu belirtmektedir. Böylece yaşanılan alanı, yaşayanı ve ihtiyaç duyduğu şeyleri bir arada zikretmiş bulunmaktadır. Allah, yeryüzünü bir dö*şek gibi yaydığına dikkat çekmekte ve bunun hikmetini, canlıların üzerinde istikrarla yaşamalarını sağlamak olarak açıklamaktadır. Gökyüzünü ise düşmesi mümkün olmayan sağlam bir tavan olarak yarattığını, onda hiçbir çatlaklığın, çelişkinin ve uyumsuzluğun olmadığını belirtmekte; sonra da şöyle buyurmaktadır:

………Öyleyse (bütün bunları) bile bile Allah’a eşler koşmayın.” (Bakara/22).

………(İbn.Kesir-Kurtubi-Beyhaki-Es Dadi-İbn. Kayyım el-cavziyye/Esmaü’l-Hüsna /137-141)

………xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL HÂLIK

………İcad eden ve yoktan yaratan, aynı zamanda yarattığı her şeyin hallerini, şartlarını ve rızıklarını tayin edendir. O, yaratmanın nasıl, nerede, ne zaman zuhur edeceğini belirler. Yarattıklarını buy sıralamaya göre yaratır. Yaratılmış varlıklar içinde baştan sona her şey ihsan ve hikmet ile var kılınmıştır. Her şey bu mükemmel nizama göre takip edilmesi mukadder olan yolu takip eder. Kâinatta tesadüfe yer yoktur.

………El Hâlik olan Allah’ın yaratmaya ihtiyacı yoktu, ayrıca kendisine ondan hiçbir fayda da dokunamaz. Belki yaratılıştan maksat o ki; O böylece kendi ebedi azamet ve kudretini bildirsin ve kendi Cemal ve Kemâlini müşahede etsin. Bu yüzden;

………“Ben cinleri ve insanları yalnız beni tanıyıp kulluk etsinler diye yarattım.“ (Zariyat/56)

………Gizli hazine idim bilinmeyi sevdim ve mahlûku yarattım.” (Hadis; Acluni, Keşfü’l-Hafa, II/132) Şeklinde buyurmuştur.

………Allah vardı, O’nunla beraber hiçbir şey yoktu. Buna rağmen O mahlûkatı yaratmadan evvel ne bir şey eksik, ne de kayıptı. Kâinatı yarattığında O’na ne bir şey eklendi, ne de O’ndan bir şey eksildi.

………Yaratılmışların en ulvisi olan insanoğlu bilmeli ki “Allah her şeyi insan içini insanı da kendisi için yaratmıştır.” Bütün mahlûkat ve tabi olduğu nizam tamamıyla ihsan ve hikmettir. Kişi bu ihsanları ve hikmeti bulmalı, kullanmalı ve yaratıcının bir aynası olan bu mahlûkatın bir parçası olma nimetini hissetmeli.

………Abdulhâlik o kuldur ki Allah onu, her şeyi kendi muradına uygun yapmaya muktedir kılmıştır. Kendisinde el Hâlik isminin zuhur ettiği kimse kendisinde mün’akis olan kâinatı görebilir çünkü o, kendisini kuşatan her şeyi kemâliyle, olduğu gibi görür. Böylece kendine arif olur. Hatta kendini bilince göze gaip olan ruhani varlıkları da bilir hale gelir. Böyle bir ilim hâlihazırda yaratılmış olan şeylerin adeta zihnimizde yeniden yaratılması anlamına gelir. İnsan yaratıcılığının hakiki ölçüsü budur. -Nefsine dolayısıyla eşyaya agâh olmuş- böyle bir kimse el Hâlik ism-i şerifini, manasını kalbinde zinde tutarak her gece okursa Allah onun için özel bir melek yaratır ve o melek zamanın sonuna kadar ona dua eder. (T. Bekir Bayraktaroğlu-Esmaü’l-Hüsna/60-61)

………………………………………………………………………………….

………[Bu adın zikri ibadet ehli makamında bulunanların faydalı ilmi iktizasıyla güzel amelleri olanlara yararı vardır. Ama vicdani hazırlıklar ehli olanlar için bu adın zikri bir fayda sağlamayacağı gibi onları ilim ve irfandan uzaklaştırır ve ilmin kaybına yaklaştırır. Allah doğrusunu bilir. (Afifüddin Süleyman et-Tilmsani- Esmaü’l-Hüsna)]  

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL HÂLIK

………Hâlık “yaratma” anlamına gelen mastarından ism-i faildir, “yaratıcı) demektir. Hâllak ise Hâlık’ın mübalağa ve tekerrür ifade eden fa’al şeklidir. “Devamlı olarak mükemmel şekilde yaratan” anlamını ifade eder.

………Halk; aslında “düzgün bir biçimde takdir” demektir. “Bir asla uymaksızın bir şeyi icat etmek” için de kullanılır. Mesela

………“Gökleri ve yeri halk etti” (En’am/1)

………Ayetinde bunu yani “ibda” manasını ifade eder.

………Halk; “Var olan bir şeyden başka bir şeyi icat etmek” hakkında kullanılır.

………“O insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan halk etti.”(Rahman/14) Ayetinde olduğu gibi.

………H L K kökü Kur’an da fazlaca (toplam olarak 250 den fazla) kullanılmıştır. Hem fiil hem isim şekillerinin şekillerinin bol örnekleri vardır. “Yarattı, yarattın, yarattım, yarattık yaratır..vb. gibi fiiller. Allah hakkında varit olmuştur. Bu fiillerin mef’ulleri; Gökler, yer, yeryüzünde ki her şey, cinler ve insanlar, bütün canlılar, hülasa “her şey” dir.

………Fail –sarih veya takdiri olarak- her zaman Allah’tır. Masdar olarak halk çok fazla varid olmuştur ve münhasıran O’na izafe edilmiştir.

………Halk; çeşitli objelere muzaf olarak kullanıldığı gibi, mücerret olarak ta gelmiştir. (Yaratma ve emr O’nundur”  (A’raf/54). Ayrıca (yunus/34, Ra’d/16, Fatır/1, Kaf/15, vb. de bu kabildendir.

………Bundan başka “huy” anlamına gelen “Huluk” ismi de vardır. (Şuârâ/137, Kalem/4) bu da halk manasınadır. Ancak Halk gözle görünen dış görünüşlere, Huluk ise basiretle idrak olunan seciyye ve kuvvetlere tahsis olunmuştur.

………Halk işinin mahlûklara verildiği bir iki istisna vardır. (A. İmran/49 ve  Maide/110 da Hz. İsa’nın çamurdan kuş gibi bir suret “yaratıp” ona “Allah’ın izni ile” can verdiği bildirilir. Bazı bilginler burada “halk” ı istihale, bir halden bir hale dönüştürme veya tasvir ve yahut takdir manasına alarak mahlûk hakkında istimâlini caiz görürler.

………Esasen “Allah’ın izni ile” kaydı bu işi onun deruhte ettiğini, mahlûk planını aştığını, hakiki failin yine O olduğunu göstermeye kâfidir. Dolayısıyla bunlar halk fiilinin mahlûka verildiğini ifade etmezler.

………Bir başka istisna ise “yaratma” manasını taşımaz. “Söz” hakkında “uydurma” yı bildirir. Va tahlukuna ifken “yalan uyduruyorsunuz” (Ankebut/17) demektir. Aslında Arapça da halk, “söz” için kullanıldığı zaman “yalan” manasına gelir. (Krş. Saffat/7). Kur’an hakkında bu tabiri kullanmaktan çekinmenin bir sebebi de bu olsa gerekir.

………Fiil ve isim şeklinin fazla kullanılmasına mukabil sıfat şekli az sayılır. Hâlık vasfı ekseriya Hâlıku külli şey’ “Her şeyin yaratıcısı” tarzında muzaf olarak gelir. (En’am/102, Ra’d/16, Zümer/62, Mü’min/62).

………Allah’tan başka bir yaratıcı var mıdır?” (fatır/3)

………Ayetinde ise tenvili olarak gelmiştir. (Keza Sad/71) Eliflâmlı olarak ıtlak ifade eden el Hâlık şekli yalnız bir Medeni ayette bulunur. (Haşr/24) Bunun dışında Hâlık vasfının geçtiği bütün ayetler Mekkîdir. Fiil şekillerinin de büyük ekseriyeti Mekki devre rastlar. Anlaşılan Cenab-ı Allah’ı tanıtmanın daha çok lazım geldiği Mekkî devirde O’nun en bariz hususiyetlerinden olan yaratma işi üzerinde çeşitli yönlerden durulmuş, başka yaratıcı olmadığına göre ibadetin de O’na yapılması gerektiği belirtilmiştir. (Prof. Dr. Suad Yıldırım-Kur’an da ulûhiyet/193)

………xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL – HÂLIK

………El Hâlık; Yaratmanın kaynağı, membaıdır. Eğer Allah Teâlâ yaratan olmasaydı yaratılmışlardan söz edilemezdi. Çünkü hiçbir şey yaratılmadan önce sadece yaratan Allah Teâlâ vardı.

………El-Hâlık; Dilediğini dilediği gibi var edendir. Ya da daha önce olmayan bir şeyi var edip yaratandır. Çünkü O her şeye kadirdir.

………El Hâlık; Yaratmaya kadir olan ve kendisine ibadet olunmayı da hak etmiş olan demektir.

………Aziz ve Celil olan el Hâlık yani yaratan, daha önce benzeri asla geçmemiş ve görülmemiş olarak, ilk olarak yaratan  ve yarattıklarını da sonradan iade edecek olan, yeniden diriltecek olandır. Yüce Allah şöyle buyuruyor;

………Evelem yerav keyfe yübdiüllahul halka sümme yu’îydüh* inne zâlike alAllâhi yesiyr;

………Kul siru fiyl Ardı fenzuru keyfe bedeel halka sümmAllâhu yünşiünneş’etel ahirete, innAllâhe alâ külli şey’in Kadiyr; (Ankebut/19-20)

………“Allah’ın yaratma işini başlangıçta nasıl yapıyor olduğunu, sonra da onu tekrar yapacağını görmediler mi? Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır. De ki Yeryüzünde bir gezinin bakın O’nun yaratma işini başlangıçta nasıl yaptığına, sonra da Allah neş’e-i uhrayı (son yapışı) inşa edecektir. Şüphesiz Allah her şeye gücü etendir.”

………Ayette geçen “rü’yet” ile gözle görme olayı kastedilmemektedir. Aksine burada kastedilen şey, idrak ve kavrama anlamında olan bir görme gerçeğidir. Yani imana dayalı olan bir görmedir. Bunun içindir ki ayette geçen soru kipi de “Evelem yerav-Görmediler mi” şeklinde gelmiştir. Böylece burada bu ibare ile yaratılış keyfiyetinin nasıl başladığı sorgulanmaktadır. Çünkü söz konusu başlangıç keyfiyetiyle aynen yeniden dirilme, iade keyfiyeti de tamamlanacaktır.

………Yani siz yakınen ve kesin olarak bidayette, ilk yaratmada olan kudreti idrak edip kavradığımızda, o takdirde yeniden dirilmeye ve iadeye de Rabbani olan o kudreti idrak edip kavrayacaksınız. Kaldı ki hiçbir kimse ilk yaratmayı, yani neş’eyi Ulayı inkâr edemez.  Nasıl inkâr edebilsin ki, çünkü bunu etmesi durumunda Nes’eyi uhrayı yani son yaratmayı, iadeyi de inkâr etmiş olur.

………Neş’eyi Ula nasıl ki vacip olan kuvvetle gelmiş ve gerçekleşmişse neş’eyiuhra da zaruri olarak yine o kuvvetle gerçekleşecektir. Bu da elbette; “Her bidayetin (Başlangıcın) bir de nihayeti, (sonu) vardır.” Kuralına uygundur.

………YARATANA AİT SIFATLAR.

………1 – Mübdî sıfatı; Yüce Allah buyurmaktadır;

………De ki O Allah tek birdir. Allah eksiksiz, Samed’dir (Herşey O’na muhtaçtır). O doğurmadı ve doğurulmadı. O’na bir küfüv (denk) te olmadı.” (İhlas/1-4)

………Allah Vahid’ul-Ahad’dır. O’nun hiçbir benzeri, eşi yoktur. Mülkünde ortağı ve şeriki de yoktur. O doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Böylece O yarattığı varlıkların el Mübdi’dir, ilk var edip yaratanıdır. Bu itibarla bidayet, ilklik veya ilk olma O’nunla başlamamıştır. İlklik bizzat O’ndan başlamıştır. Çünkü O her şeyden münezzehtir ve O her şeye de Kadir olandır. Bu itibarla mübdi olan aynı zamanda yaratanın da kendisidir. Yani O el Hâlık’tır, el Evvel’dir ve el Âhir’dir. Yaratma da O’nu geçen hiçbir varlık olmamıştır. Zaten şu ayette bu gerçeği doğrulamaktadır.

………Allah’ın yaratma işini başlangıçta nasıl yapıyor olduğunu sonra da onu tekrar yapacağını görmediler mi?” (Ankebut/19)

………Çünkü tüm yaratılanların temelinde inşa vardır. İlk yaratmada yani neşeyi Ula’da tüm yaratılmışların, insanın, meleklerin, cinlerin, hayvanların, cansız varlıkların, bitkilerin ve kâinatın geri kalan hassas olan şeyleri olsun, olmayanların olsun hepsinin heyetleri sınırlandırılmış, belirlenmiştir.

………2 – Mu’id sıfatı; Allah ilk Mübdi manasında, el Mübdi’ül-evvel’dir. Çünkü kuvvetiyle eşyayı yaratmıştır. Nitekim yine kuvveti ile onu ilk yaratılışına neş’eyi ulaya iade edecek olan da kendisidir. Zira el Mübdî olan aynı zamanda el Evvel ve el âhir olandır. Bu bakımdan O’ndan başka hiçbir şey ve hiçbir güç o yaratılanları ilk haline iade ed3ecek değildir.

………Yüce Allah iadeyi de tıpkı ibda gibi ilzam yani susturma açısından kesin kanıtlarını ortaya koymak için gerçekleştirecektir. Çünkü Rabbimizin söz konusu burhanı şöyledir;

………“De ki; Allah ilk yaratan olması dolayısıyla mahlûkatı yoktan yaratır, öldükten sonra da çevirip yine yaratır.” (Yunus/34)

………Gayet doğaldır ki yoktan var eden kimse ise, yeniden onları iade edecek, yaratacak olan da O’dur. Bu ilk iki olayı yaratıp var eden Allah’tan başkasının böyle bir şeye kadir olması mümkün olmaz. Bu nedenle her yaratılan şey sonunda ilk yaratıldığı şeye, aslına dönecektir. Çünkü topraktan yaratılmıştır. Melekler de nurdan yaratıldıklarından ötürü sonunda Nûr’a döneceklerdir. Nitekim Cin’ler de ilk yaratılış maddeleri olan ateşe döneceklerdir. Bu itibarla her yaratık şu anda bir çok unsurdan oluşan mükerrep varlık ilk özüne aslına dönecektir. Kâinatın özü de Atom’dur.

………3 – Bâi’s sıfatı; Ölümden sonra dirilten O’dur, bu da rabbimizin şu kavlini doğrulamaktadır.

………“Ve bir vakit; “ey Musa, biz Allah’ı açıkça görmedikçe senin sözüne kesinlikle inanmayacağız.” Dediniz. Bunun üzerine sizi o yıldırım yakalayıverdi, siz de bakakalmıştınız. Sonra şükredesiniz diye ölümünüzden sonra yine dirilttik” (Bakara55-56)

………Rivayete göre bu ayet Hz. Musa tarafından seçilip te beraberlerine aldığı 70 İsrailli hakkında, yani Yahudiler hakkında inmiştir. Bunlar Hz. Musa’ya; “ey Musa, biz Allah’ı açıkça görmedikçe senin sözüne kesinlikle inanmayacağız.” Demişlerdi. Oysaki Yüce Allah’ın herhangi bir şekli yoktur. Nitekim gördüğümüz ve göremediğimiz yaratıklarda olduğu gibi Yüce Allah’ın bu yaratılanlardan hiç birinin heyetine, varlığına benzer durumu da yoktur. Bu itibarla Yüce Allah baş gözüyle görülecek olan bir varlık değildir. O bundan yücedir, münezzehtir. Keza harikalar oluşturarak onu görebilecek manada bir göze de kimse sahip değildir. Bu zaten mümkün de değildir. Allah onların nitelemelerinden münezzehtir, Berî’dir. Kaldı ki onların böyle taleplerine karşılık kesin cevap, bir yıldırımla hepsinin bir anda yere düşüp yığılmaları olmuştur. Çünkü işin ve emrin sahibi sadece Allah’tır. O’nun kuvvetine ve gücüne denk hiçbir güç ve kuvvette yoktur. Bu sebeptendir ki O’nun Hak olduğuna, varlığını da hak olduğuna kesin iman ettiler.

………Oldukları yerde yığılıp kalan ve ölen bu 70 kişiyi, Yüce Allah sonradan yeniden diriltip kendilerini hayat kavuşturdu. İşte bu ayet onlar için bir mucize oldu ki bu sayede isteklerin hatırlamış olsunlar istendi. Kendilerine verilen bu tarzda ki cevap ile küfürlerinden sonra iman etsinler isteniştir.

………4 – Hâsib Sıfatı; Yüce rabbimiz şöyle buyuruyor;

………“Onlar mutlaka döne dolaşa bize geleceklerdir. Sonra da mutlaka bize hesap vereceklerdir.” (Ğaşiye/25-26)

………İlk ayette yer alan “Onlar mutlaka döne dolaşa bize geleceklerdir.” İbaresiyle onların dönüşleri kesin olarak kendilerini yargılayacak ve dünya hayatında yaptıklarından ötürü hesaba çekecektir. Eğer onlar Allah’a, Allah’ın elçilerine iman eden halifelerden iseler verilen emir ve yasaklar doğrultusunda hareket etmişlerse Allah tarafından eksiksiz olarak ödüllendirileceklerdir. Ki bu ödül de cennetten başkası değildir. Eğer onlar yüce Allah’ın kendi zatını vasfetmediği bir şekilde onu vasfedenler iseler, onlar da günah bataklığına atılacaklardır ki onlar orada cehennem ateşinin odunları olacaktır.

………5 – Bâki Sıfatı; el Bâki demek daimi ve sürekli bir hayat ile kaim olan demektir. Oysaki ilk yaratılıştan sonra dünya hayatında ölüm, dünya hayatı döneminin sonu olacaktır. Burada işlenen amel olumlu olabileceği gibi olumsuz da olabilir. Ancak bu ölümden sonra ikinci neş’et devreye giriyor. İşte bu da insanın dünyada ki olumlu ve olumsuz konuşmalarından ve fiillerinden hesaba çekileceği o yeni hayata dönüşüdür. Nihayetinde iki şeyden biriyle cezalandırılacaktır. Ya cennet ile veya ateşle.

………Ahiret gününde hayat, sermedi ve ebedi olan bir hayat olup o yaşamda ölüme yer yoktur. Çünkü Evvel ve Âhir olan Allah’tır. Bu itibarla diriltip hayat verecek te, öldürecekte O’dur. Bu itibarla hayat bir mahlûk, yaratılan bir şey olduğu gibi ölüm de bir mahlûktur. Ancak bidayette yani ilk yaratılışta ölüm, hayata, yaşama üstün gelip onu yenecektir. Nihayette ise kesin olarak ölüm ölecektir. Çünkü her yaratılan mutlaka zeval bulup yok olacaktır. Sadece Bâki kalacak olan ise Celâl ve İkram sahibi olan rabbimizin yüzü-zatı, veçhi olacaktır.

………Ölümün ölmesiyle artık insanlar yeniden dirilip hayat bulacaklardır. O andan itibaren her insan yaşıyor olacaktır. Bundan böyle ölümün adı bile olmayacaktır. Ölüm yok olduktan sonra daimi ve sürekli Bâki olan zatın Beka kuvvetiyle hayatta sürekli olacaktır. Zaten yaratılış bakımından varlığın seyri şöyle bir aşama sürecinden geçecektir.

………A – Sürekli-geçici bir Hayat-yaşam döneminin yaratılmasıdır ki bu geçici olan bu dünya hayatıdır. Bu süre ölüm gelene dek devam edecektir.

………B – Geçici Ölüm Süresi;  Bu sürede kişinin ölümünden itibaren başlar ve yeniden dirileceği güne kadar sürer.

………C – Geçici hayatın ölümü; Yeni bir yokluk durum ya da yeniden dünya hayatına dönüş olmaksızın tüm canlı varlıkların sonu demektir.

………D – Ölümün sürekli bir şekilde ölmesi; Bu da ölüm denen olayın sonsuza dek varlık bulmaksızın sona ermesidir.

………E – Bâki ve sürekli olan hayatın yeniden yaratılması; Bu da sonsuza dek hep sürecek olan yaşam demektir.

………Hâlık (Yaratan) celle celâlühü; her şeyin ilk yaratanı ve var edenidir. O’nun aleyhine ilk yaratan, O’ndan başka yoktan var eden yoktur. O her şeyi sebkat eden, geçendir. Her şeyden önce öncelik hep O’nundur. O’ndan başka önceliğe sahip olan, O’nu sebkat eden geçen yoktur. O yoktan var ettiği her şeyi yeniden iade edecek olandır. Ki canlıların hayatında sürekli ve daimi beka sağlansın için O önceden yoktan var ettiklerini tekrar iade edecek olandır. Nitekim ayette şöyle buyurulmaktadır.

………“Allah’ın yaratma işini başlangıçta nasıl yapıyor olduğunu, sonra da onu tekrar yapacağını görmediler mi? Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır. De ki, “Yeryüzünde bir gezinin de bakın, O’nun yaratma işini başlangıçta nasıl yaptığına. Sonra da Allah neş’eyi uhrayı (Son yapışı) inşa edecektir. Şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir.” (Ankebut/19-20)

 ………Bu ayette geçen “Allah’ın yaratma işini başlangıçta nasıl yapıyor olduğunu, sonra da onu tekrar yapacağını görmediler mi?” ibaresi ile yüce Allah’ın onları nasıl varlık aleminde var edip ortaya çıkardığını, yarattığını ve sonra da nasıl yaratıldığı o ilk durumuna yeniden iade ettiğini demek istemektedir. Sonradan yeniden bir kez daha iade ederek açıkça idrake, üzerinde düşünmeye ve müşahedeye sunuyor.

………İşte bu bakımdan yaratan olarak Hâlık; el Evvel’dir ve el Âhir’dir. Göklerin ve yerin mülkü de O’nundur. Zira O her şeye kadirdir. Nitekim şu iki ayette şöyle buyurulmaktadır.

………“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Hem diriltir, hem öldürür hem O her şeye gücü yetendir. O ilk ve sondur, görünen ve görünmeyendir. Hem O her şeyi bilendir.” (Hadîd/2-3)

………Burada sunduğumuz bu iki ayeti kerimede yüce Allah’a ait olan ve O’nun fiillerine dair sıfatlarını şu şekilde görmüş olmaktayız:

………1 – Göklerin ve yerin mülkü O’na aittir. Yani kendisi her şeyin Malikidir, sahibidir.

………2 – Diriltir ve öldürür. Yani O dilediğini dilediği gibi işleyendir, yapandır.

………3 – Her şeye gücü yetendir.. Yani bununla olamaz ve muhal gibi gözükenleri de yaratan, yaratacak olan ve bunlara kadir olan da O’dur.

………4 – O ilk olandır ve Âhir (son) olandır. Ne O’ndan öne geçen vardır ne de O’nu geçecek olan. O’nun sabık ve lahiki yoktur.

………5 – O Zâhir ve Bâtın’dır. Biz yakınen ve kesin olarak onu idrak ederiz. Kavrarız, ayetlerini de görürüz. Fakat O’nun kendisini göremeyiz, oysaki O bizi görür.

………6 – O her şeyi bilendir. Her şeyden münezzeh olan Allah, her emrin ve nehyin, yasağın da kaynağıdır.

………Buna göre ilk yaratan olan zat her şeyin yaratıcısıdır. “Bikülli Şey’in alîm” Kavlinde yer alan “şey” kelimesi, nekre yani belirsiz bir kelimedir ve aynı zamanda kelime mastardır yani kök fiildir ve taaddüt eder.

………Nekredir çünkü sınırsızdır. Bu itibarla yaratan sınırsız olarak her şeyi yaratır ve dilediği gibi nasıl isterse öyle yaratır. Zaten şu ayette bunu doğrulamaktadır.;

………“Şüphe yok ki Allah her şeye gücü yetendir.” (Bakara/20)

………Kelime mastardır kök fiildir. Çünkü “şey” kelimesi “eşya” kelimesinin aslıdır. Her şey O’ndan yararlanır. Rabbimiz buyuruyor ki;

………“Yine O’nun sizi topraktan yaratması, O’nun yüce kudretine delâlet eden ayetlerindendir.” (Rum/20)

………Çünkü Hz. Âdem (as)  topraktan yaratılmıştır. Onun ilk maddesi, ilk şeyi topraktır.

………O şey Taaddüt eder, çünkü o, külden yani bir bütünden meydana gelir ki o bütün de parçalardan oluşmuştur. Nitekim ayette  şöyle buyurulmuştur;

………“O’dur sizi önce bir topraktan yaratan sonra bir nutfeden (Bir damla sudan, sperm ile yumurtadan) sonra bir yapışkan maddeden yaratandır.” (Mü’min/67)

………Toprak ilk şeydir, nutfe, sperm de ikinci şeydir. Alaka yani yapışkan madde de üçüncü şeydir. İşte burada görüldüğü gibi eşya, yani şeyler taaddüt eder gider. Örneğin güneş bir şeydir, o da taaddüt eden başka şeylerin kaynağıdır. Nitekim yıldızlar da taaddüt eden şeylerdir, Nûr da bir şeydir ondan da başka bir şey yaratılmıştır. O yaratılanlar da kerim ve soylu olan meleklerdir. Ateş te bir şeydir. O da kendisinden şeytanın yaratılmış olduğu şeyin mastarıdır, temelidir ki biz her zaman ondan ve onun kötülüklerinden hep Allah’a sığınırız.

………Aziz ve Celil olan yaratıcı hem mümkün olanını ve hem olmayanını birlikte yaratmıştır. Çünkü muhal görünen her şey bizden en basit bir müdahale söz konusu olmaksızın Hâlık’ın kudretiyle mümküne dönüşür. Nitekim aynı durum İmran kızı Hz. Meryem kıssasında gerçekleşmiştir. Çünkü yüce yaratıcı Allah’ın şu kavlinde bu gerçek şöylece belirtilmiştir;

………“Meryem; “Benim nasıl bir oğlum olabilir, bana hiçbir insan dokunmadı, ben bir kahpe de değilim.” Dedi. Cebrail; “Öyle, fakat Rabbim buyurdu ki o bana göre kolaydır. Ayrıca onu insanlara gücümüzün bir delili ve tarafımızdan bir rahmet kılacağımız için böyle yapacağız. Hem de o karara bağlanmış bir iştir.” Dedi.” (Meryem/20-21)

………Dahası Meryem oğlu Hz. İsa Mesih (as) henüz beşikte iken küçücük bir bebek iken konuşmuştur. Burada sözü edilen olaylar muhal olmasına rağmen gerçekleşmiştir. Çünkü yüce yaratıcı Allah, onlar bir ibret olsun, bir mucize olsun diye o şekilde yaratmıştır. Bunlar aynı zamanda kudret ve azametinin de bir delili kılomıştır.

………Mucize yaratan yüce Allah’tır.

………Mucize olağan üstü bir olay olup, iksan aklı onu kolaylıkla kavrayamaz, anlayamaz. Çünkü mucize olağan olaylara tamamen aykırı bir şekilde gerçekleşir Biz beşerin kendisiyle ayağa kalktıkları, tarihin tescil ettiği mucizeler dinlemişizdir.

………Ancak söz konusu mucizelerin hakikatini, gerçekte ne olup olmadıklarını düşündüğümüzde bu durumda görürüz ki aslında onlar hiç var olmayan bir şeyden yani yoktan var edilen bir şey olmadıklarını görürüz. Aksine onların yine önce yüce Allah tarafından yaratılmış olan şeylerden yararlanılarak var edildiklerini buluruz.

………Örneğin şaşkınlık veren, hayret uyandıran ehramları, yani piramitleri şöyle bir düşünelim. Bunlar insanın yaptığı olağan dışı sayılmıştır. Ancak bu eserler Allah tarafından yaratılan taşlardan ve daha farklı bazı doğal maddelerden yapılmışlardır ki insanoğlunun, o taşların ya da kâinatta var olan diğer maddelerin yaratılmaları insanın elinde olmayan şeylerdir. İnsanların bunların yaratılmalarında veya var olmalarında herhangi bir müdahaleleri yoktur. Burada insanoğlunun yaptığı tek şey onları kullanmak, şekil vermek suretiyle yeni bir yapı oluşturmasıdır. Bunlar Allah’ın yaratmış oldukları ile aslında yoktan var edilen ve ortaya konan mucizelerle aynı değillerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

………“Şüphesiz Yunus’ta gönderilen peygamberlerdendir. Hani bir vakit dolu gemiye kaçıp sığınmıştı, Kur’a çekilmişti de gemiden kaydırılanlardan olmuştu. Derken denize atıldı ve kendisini balık yuttu. Pişmandı. Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı, muhakkak diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı Hemen biz onu hasta bir halde bir alana çıkardık. Üzerine kabak cinsinden bir ağaç bitirdik ve onu (Yunus’u) yüzbin insana peygamber olarak gönderdik. Ve hatta artıyorlardı.” (Saffat/139-147)

………Akılca çok açık ve net olan şu ki, insan denen beşerin başına çok olaylar gelmiştir. Örneğin insanlardan birini balık yutuyor, o insan onun karnında yaşayabiliyor. Şimdi soralım belli bir süre balık karnında kalıp yaşayacak ve ölmeyecek olan biri için ne diyeceksin? Bu bir mucize değil midir?

………Yine eğer yaratanın emri olmasaydı zayıf ve güçsüz olan insanın emriyle o güçlü ve kuvvetli rüzgâr eser miydi? Onun emrine girer miydi? Bu da bir icaz olayı değil midir? Eğer insan tüm yolları ve aklında gelebilecek olan tüm değişik ameliyeleri denemiş olsaydı böyle bir şeyi gerçekleştirmekten kesin olarak aciz kalırdı. Çünkü insanlar mucize yaratmaya kadir değillerdir.

………Gerçek mucizeler, bizzat yüce Allah’ın işidir. O’nun yaratmasıyladır. İnsanlardan hiçbiri yoktan bir mucizeyi yaratamazlar. Ancak yüce Allah’ın yaratmasına başvurmak suretiyle bazı icatlar meydana çıkarırlar, aksi mümkün değildir. (Prof. A. Hüseyin Akil-El Esmaü’l Hüsna/172-180)

………Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

………EL HÂLIK

………“Oku O yaratan Rabbinin adıyla!” (Alâk/1)

………Acaba bir harf kâtipsiz olabilir mi?

………Ya da şöyle sorsak; bir odaya bir kalem ve bir kâğıt koysak, aradan 1.000 sene geçse, manalı bir yazının hatta bir harfin kâğıtta gözükmesi mümkün müdür? Elbette hayır. Zira bir harfin yazılabilmesi için; harfin varlığını, yokluğuna tercih edecek irade sahibi bir kâtibe ihtiyaç vardır. Hâlbuki ‘irade’ kalemde ve kâğıtta yoktur. Ayrıca onu yazabilecek kâtibin hayat sahibi de olması gerekir. Çünkü hayatı olmayan, bir harfe kâtip olamaz. Hâlbuki kalem ve kâğıtta hayat ta yoktur, cansızdırlar. Bununla birlikte kâtibinde kudret ve ilim gibi diğer sıfatların da olması gerekir. Hâlbuki kalem ve kâğıt bu sıfatlardan da yoksundur.

………O halde bir kâğıt üzerinde manalı bir yazı hatta bir harf görsek, bu yazının kâtibini inkâr edebilmek için iki şeyden birisini yapmamız gerekir:

………1 – Yazının varlığını inkâr etmek ve onu yok kabul etmek. Zira yazıyı inkâr ettiğinizde, kâtibi inkâr edebilir ve “Yazı yok ki, kâtip gereksin.” diyebilirsiniz.

………2 – Kaleme kâtiplik sıfatlarını vererek, onun kâtip olduğunu ve yazıyı kalemin bizzat kendisinin yazdığını iddia edebilirsiniz.

………Kâtibi inkâr edebilmek için üçüncü bir seçenek yoktur. Bu iki şıktan birisini tercih edemeyen, kâtibin varlığını kabul etmek zorundadır ki, bu iki şıktan birini tercih etmek de akıldan istifa etmekle mümkündür.

………Aynen bunun gibi, kâinat da mükemmel bir kitaptır. Dünya bu kitabın küçük bir bölümü, bahar mevsimi bir sayfası, o mevsimde yaratılan mesela papatya nevi bir satırı, her bir papatya bir kelimesi ve o çiçeğin çekirdeği, bu kitabın bir noktasıdır.

………Bu kitabın kâtibi ve Hâlık’ı olan Allah’ı inkâr edebilmek için iki şeyden birini kabul etmek gerekir:

………1 – Kâinatın varlığını inkâr etmek ve âlemi yok saymak; zira kâinatı yok kabul ettiğinizde, yaratıcıyı inkar edebilir ve “Eser yok ki, yaratıcısı ve ustası olsun.” diyebilirsiniz. Ancak bunu yaptığınızda, ağaçların yapraklarından tutun, semavatın kandillerine kadar her şey “biz buradayız, varız” diyerek size tekzip eder ve yalanlar.

………2 – Kaleme kâtiplik sıfatlarını vermek gibi, maddeyi teşkil eden atomun, Yaratıcının sıfatları olan irade, hayat, ilim, kudret gibi sıfatlara sahip olduğunu iddia etmek ve eşyayı onun yarattığını kabul etmek gerekir. Bu ise bir önceki şık gibi mümkün değildir.

………Kainat da atom mürekkebiyle yazılmış böyle manalı bir kitap değil midir? Bu manalı kitabın, mürekkep hükmündeki iradesiz, kudretsiz, hayatsız, ilimsiz sebeplerden meydana geldiğine nasıl inanılabilir? Ve bunu kabul edenlere akıllı ve insan denilir mi?

………Hâlık, “halaka” kökünden türetilmiş bir isimdir. Allah’ın sıfatı olarak Kur’an’da 8 kez zikredilmektedir. 4 kez de “Hâlıkun” şeklinde çoğul olarak zikredilir. “Halk” kelimesi ise 160 defadan fazla geçmektedir.

………1 – Hâlık; yaratan ve var edendir.

………2 – Hâlık; bir şeyi ölçüp biçip ayarlamak, bir işi düzgün bir şekilde planlayıp, takdir etmektir.

………3 – Hâlık; aslı, örneği ve modeli olmadan nesneyi var etmek, bir şeyden başka bir şey icat etmektir.

………“Halk” fiilinin ikinci manası icad etmektir. Evet, Hâlık; takdirine uygun bir şekilde hiçten, yoktan, benzersiz, modelsiz, maddesiz veya elementlerin terkibiyle yaratandır.

………Hâlık-ı kâinat, varlıkları iki şekilde “ibda” ve “inşa” tarzında yaratır. “İbda” aletsiz, maddesiz, vasıtasız, örneksiz, farklı yaratmasıdır. Kâinatın mevcut düzeni, içinde iş gören zerreler, Hz. Âdem (AS) babamız ve binlerce çeşit varlığın ilk âdemleri ibda tarzındaki icadına örnekler olduğu gibi sonradan yaratılan insanların her birinin şeklinin, renginin, maddi ve manevi yönden farklılıkları da ibda iledir. Her bahar mevsiminde yaratılan hayvanların suretlerini, bitkilerin ve çiçeklerin birbirinden farklı şekillerini, renklerini, kokularını, tatlarını, zerrelerinden başka bütün özelliklerini yoktan yarattığı gibi bütün varlıkların cinslerini, türlerini ve fertlerini bir cihette ibda tarzında yaratıyor.

………Şanım hakkı için biz insanı çamurdan, süzülmüş bir hülasadan yarattık. Sonra onu sağlam bir yerde bir nutfe olarak yerleştirdik. Sonra o nutfeyi bir alaka olarak yarattık, sonra o alakayı bir mudga olarak yarattık, sonra bu mudgayı bir takım kemikler halinde yarattık, sonra bu kemiklere bir et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratılışla insan olarak meydana getirdik. İşte yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir.” (Mu’minun/12-14)

………İmam Gazali, Hâlık-Bari-Musavvir isimlerini açıklarken bu isimlerin eş manalar ifade etmediğini, aralarında farklar olduğunu bir misal ile anlatır ve der ki: “Bir bina yapılmadan önce o binanın metrekaresini, toplamda ne kadar masraf gideceğini, kullanılacak malzemelerin çeşit ve miktarını tespit eden, projesini çizip her türlü hesabı yapan bir mühendise ihtiyaç duyulur. Plan ve proje tamamlandıktan sonra binayı yapacak bir ustaya daha sonra da binanın içini ve dışını sıva, boya, süsleme gibi işleri yapacak başka bir ustaya ihtiyaç duyulur. Çünkü her işin ustası farklıdır ve her işi de ancak ustası çok güzel yapar.

………Fakat Hâlık-ı Zülcelâl için biz bunu düşünemeyiz. Çünkü yaratılan her varlık ve durumu takdir eden de icat eden de tasvir eden de O’dur. Yani O (CC), hem Hâlık’tır hem Bari’dir hem de Musavvir’dir.
Varlık ancak doğru bir takdirle bu mevcut düzen ve şekilleri alır. İşte! Takdir etmesi ve o takdire göre icat etmesi itibariyle Hâlık’tır. Sadece icat etmek ile bir takdire göre icat etmek farklı şeylerdir. Nitekim Araplar hâzık (işinin ehli) ve her şeyi ölçü ile yapan insana Hâlık ismini verirler.”

………Hâlık ism-i şerifi hakkındaki bu tespitlerle beraber İmam-ı Gazali şunları da söyler: “Her yokluktan varlık âlemine çıkan şey, önce takdir ikinci defa takdire göre icat, icattan sonra da tasvire muhtaçtır. Cenab-ı Hakk, takdir edici olarak da Hâlık’tır, icat edici olarak da Hâlık’tır nihayet Musavvir olarak da Hâlık’tır” diyerek Hâlık isminin kapsamlı manasına dikkatimizi çeker. 

………Biz de İmam-ı Gazali’nin “İmkân dairesi içinde, şu andaki durumdan daha mükemmeli, daha üstünü, daha güzeli yoktur” sözünü kabul ile ayet-i kerimeyi aklımızla, kalbimizle, imanımızla tasdik ederiz.

………Tek bir emirle ve bir çok hikmetlerle yaratan Hâlık-ı Hakim, bir şeyden her şeyi yaptığı gibi her şeyi de bir şey yapar. Ancak böyle sonsuz ve mükemmel sıfatlara sahip bir zat, yoktan var edebilir. Fakat cahil, aciz, nakıs ve firavunlaşmış bazı felsefeciler tesir sahibi olarak kabul ettikleri kendilerinin ve bütün sebeplerin yoktan yaratmaya güç yetirememelerinden dolayı “yoktan var olmaz, var da yok olmaz” diye bir iddiada bulunurlar. Üstad bu batıl sözlere şu cevabı verir: 

………“Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, sühûletli, belki daimi, umûmi bir kanunudur. Bir baharda üç yüz bin hayat sahibi varlıkların şekillerini, sıfatlarını belki zerrelerinden başka bütün özelliklerini, hal ve durumlarını hiçten var eden bir kudrete karşı ‘yoğu var edemez’ diyen adam yok olmalı.”

………Bu âlemde var oluşa vasıta olan her sebep sadece bir perdedir. İcatta bir tesirleri yoktur. Her ne kadar sonuçlar bu sebeplere bitişik gibi görünse de bu neticeleri verecek ilim, kudret ve rahmete sahip olmanın çok uzağındadır. Bu da gösteriyor ki ne tesadüf ne tabiat ne madde ne de başka bir şey yaratıcı olamaz, yaratmaya ortak da olamaz.

………Âleme bakıyoruz ve görüyoruz ki, eşya ve bilhassa hayat sahibi olanlar, birdenbire ve çok kısa bir zamanda vücuda geliyorlar. Mesela, saniyede dört insan ve günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca cihaz takılıyor.

………Ve insanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sineklerden, böceklerden tutun kuşlara, balıklara ve diğer canlılara kadar hadsiz fertler, aynı o saniyede yaratılıyor.

………Hâlbuki çabuk olan, ani bir surette yaratılan ve basit bir maddeden oluşan şeyler, gayet basit, şekilsiz ve sanatsız olması lazım gelirken, bakıyoruz ki, yaratılan her şey güzel bir sanatla, nakışlarla süslenmiş bir tarzda ve mükemmel bir şekilde yaratılıyor. İşte bu yaratılış Allah’ın Hâlık isminin kemalini bizlere gösteriyor.

………1 – Takdir etmek. Eşyanın bütün tafsilatıyla miktar ve derecesini, mertebesini belirlemektir. Zira bir şeyi tamamıyla takdir etmek onun bütün eşya arasındaki miktarını, mertebesini bilmeye, bu da bütününü tamamıyla bilmeye bağlıdır. Sadece bir tanesini bilmek kemal olmaz. Bu “takdir etmek” manasıyla ilgili olarak “halk” kelimesi çoğunlukla miktar ve adet bulunan şeylerde kullanılır.

………2 – Yok olan şeye vücut vermek, varlık vermek; Hiçbir asıl ve örneği yok iken icad eylemek. Bazen bir şeyden diğer bir şey icad etmek manası içinde kullanılır. Fakat bu manada daha çok inşa kelimesi kullanılır. Mahlûklara nispet edilebilen en yüksek sanatlar Allah Teâlânın takdir buyurduğu keşfetmek (açığa çıkarmak, ortaya koymak) ve inşa (O’nun yarattığından yeni bir şey ortaya çıkarma) mahiyetinden ibarettir. Mahlûkun ilmi kendi fiilinin bütün tafsilatını bilmesi mümkün değildir. Böyle bir yaratış nâmütehâhî ilim ve kudrete bağlıdır.

………“Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı “ol demekten ibarettir. Hemen oluverir. “ (Yasin/82)

………Cenab-ı Hakk’ın kevnî ve kelâmî âyetleri vardır. O, ayetlerin hangisi olursa olsun konuşarak ıshar eder. Konuşur, söylediği Kur’an’a ayet olur, konuşur, kün=ol der kâinata ayet olur. Kur’an’daki ayetler ne kadar Cenab-ı Hakk’ın kelâmı ise, yaratıklar da en az o kadar kelâmıdırlar.

………Şu da bilinen bir gerçektir: yoktan bir şey olmaz. Yok ne kendini, ne başkasını vücuda getiremez. Yokluk varlığı meydana getiren illet (sebep) olamaz. Varlığın illeti yokluk olamaz. Hiçbir sonradan olan yaratansız olamaz.

………Hâlık isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

………1 – Hayat programımızı belirlemeye en layık olan, bizi yaratandır. O yarattığının ihtiyaçlarını en iyi bilen değil mi?

………“…Yaratan, yarattığını en iyi bilmez mi?” (Mülk/14)

………Bizi yaratan Allah, kullarını en iyi bilendir. Ayetlerini indirirken hükümlerini bildirirken sadece 14 asır öncesini değil, bizim zamanımızı da hesaba katmış, bizim durumumuzu da göz önünde bulundurmuştur.

………Bizler; “Allah’ım! Beni ve bütün evreni yaratan sensin. Ancak bugün şartlar, durumlar senin emirlerine uymuyor. Onun için kusura bakma ben seni değil, yaratmaya gücü yetmeyen günümüzün ilahlarını dinleyeceğim. Onların emirlerine boyun eğeceğim” diyorsak veya bunu ortaya koyan bir hayat yaşıyorsak Allah’ın el-Hâlık ismine iman etmemiş oluruz.

………“Dikkat edin! Yaratmak da, emretmek de O’na aittir.” (A’raf/54)

………Bizler bugün, çağdaş firavunlara, sahte ilahlara, hayatımıza karışan, programımızı belirleyen kimselere sormalıyız, “Bizi yaratan siz misiniz yoksa Allah mı?” Hepsinin verecekleri cevap “Hayır” olacak. Çünkü Firavunlar ve sahte ilahlar kendilerini hiçbir zaman “Yaratıcı” olarak nitelemezler. Bu konuda Allah ile boy ölçüşemeyeceklerini çok iyi bilirler. Onlar sadece “Rabb” olma iddiasındadırlar. Bizi Allah’ın terbiyesinden çıkarıp kendi terbiyelerine sokma kavgasındadırlar. Bizim de onlara vereceğimiz tek bir cevap var: “Yaratan siz değilseniz emretmek neyinize? Biz sadece bizi yaratana kulluk ederiz. Biz ancak yaratanın emirlerine boyun eğeriz.”

………“İşte bu Allah’ın yaratmasıdır. Şimdi gösterin bana, O’nun dışındakiler ne yaratmış!” (Lokman/11)

………Göstersinler neler yaratmışlar, eğer değere şayansa onlara ibadet edelim. Onların sözünü dinleyelim.

………“Hayır, hiçbir şey gösteremezler. Zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Lokman/11)

………Onların ortaya çıkardıkları şey; anarşidir, terördür, savaştır, zulümdür. Onlar eğitim sistemlerinden ahlaksız, şahsiyetsiz, kalitesiz bireyler üretir ve dünyayı cehenneme çevirirler. Becerebildikleri tek şey de budur.

………2 – İnsanlara türlü türlü örneklerle Allah’ın yaratıcı olduğunu kabul ettirmek yerine, yaratanın hayata hükmetmesi gerektiğini anlatalım.

………“Andolsun ki onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan “Allah” derler.” (Lokman/25)

………De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah’dır”. De ki: “Allah’dan başkalarını, o kendi kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar verebilenleri dostlar mı ediniyorsunuz?” De ki: “Hiç körle gören bir olur mu? Hiç karanlıklarla aydınlık bir olur mu?” Yoksa Allah’a, O’nun gibi yaratan birtakım ortaklar buldular da, bu yaratış kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki: “Allah, her şeyi yaratandır. O, birdir. Her şeye üstün ve kahredicidir.” (Ra’d/16)

………Mekkeli müşrikler Allah’ın yaratma sıfatını kabul ediyor, yaratma sıfatına iman ediyorlardı. Yeryüzünde yaşayan milyarlarca insan, Allah’ın yaratıcı olduğunu kabul eder. Bunda herhangi bir problem, bir itiraz söz konusu değildir. Ancak onlar, Allah’ın yaratma özelliğinden sonra gelen sıfatlarına iman etmezler. O sıfatlarla problemleri vardır bu insanların, o sıfatlara itirazları vardır.

………3 – Rabbimizin yarattığı şeylerden ibret almalıyız. Yarattığı her güzelliği gördükçe O’na olan yakınlığımız, ibadetimiz ve zikrimiz artmalı.

………“Onlar ayakta, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikreder, O’nu hep gündemde tutarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve derler ki: “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın! Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.” (Ali İmran 191)

………ADANA SİYER ARAŞTIRMA DERNEĞİ

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

         EL HÂLIK

………el-Hâlık, her şeyi yoktan var eden, yaratan, yarattığı her şeyin bütün ayrıntılarını bilen ve mahlûkuna takdir ettiği ömür içerisinde, onun göreceği her hâli, hadiseyi tespit ve tayin eden demektir.

………“Şüphesiz Rabbin kemaliyle yaratandır ve iyi bilendir.” (Hicr/86)

………Allah’ın insanoğluna, sadece insanoğluna lütfettiği “akıl” yerinde kullanılır ve “gönlün, manevi âlemlere uçuşunda” yakıt olursa dostlar, her şey, ama görebildiği, idrak edebildiği her şey ona, Allah’ın varlığını, yüceliğini, her şeyi yaradan tek hükümdarın O olduğunu anlatır.

………Varlık âleminde kuvvetle hissedilen “nizam” kusursuz bir makine gibi işleyen “zaman” ve makro kozmosu, mikro kozmosu ile “muhteşem bir kâinat”, Yaratanına hâl lisanı ile vazifelerini yaparak, ibadette olduklarını anlatırlar dostlar!

………“O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile, Allah’a eşler koşmayın.” (Bakara/22)

………“Allah, sizin için, o su ile ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve her çeşit meyveleri bitirir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir topluluk için büyük bir ibret vardır.” (Nahl/11)

………Akıl, gönlün bineği olmalı dostlar! Aklın gücünün bittiği yerde, gönül “uçuşa” geçer! Düşünmeli, bakmalı, aklını kullanmalı, Yaratanını bulmalı ve bu dünya hayatını sadece O’nun rızası için yaşamalı ve zaman, “gel” gongunu vurunca, “Dost”a kavuşmalıyız, heyecanla, coşkuyla!

………“Rabbiniz o Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra işleri tedbir ederek arş üzerine istiva etti (onu hükmü altına aldı), O’nun izni olmaksızın hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’na ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Yunus/3)

………Biz göğü kudretimizle bina ettik. Hiç şüphesiz Biz, daimî (maddî ve manevî) genişleticiyiz. Yeryüzünü de Biz döşedik. (Bak) Biz ne güzel döşeyiciyiz! Biz her şeyden iki çift yarattık. Umulur ki, iyice düşünürsünüz.” (Zariyat/47-49)

………Öyle merhamet sahibi bir Yaratıcıdır ki O, kullarına kendi varlığını öylesine sevgiyle hissettirir ki Yüce kelâmında, bu Rahmânî solukta, yavrularını koruyan, onların iyiliğini düşünüp, üstlerine titreyen bir ananın şefkatini görürsünüz, içiniz yana yana dostlar!

………-“Bak, kulum, her şeyin sahibi Benim ve Ben de sana kollarımı açmış bekliyorum” diyen muhteşem bir sesi duyarsanız, gönlünüz sevdalıysa ötelere!

………“O, yedi göğü, birbiri üzerine yarattı. Rahmân’ın yaratmasında bir uygunsuzluk görmezsin. Gözünü döndür de bak, bir çatlaklık görüyor musun?” buyuran Rabbinize, bütün kâinat gibi secde edersiniz dostlarım! (Mülk/3)

………“Gözünü çevir bir bak, bir bozukluk görüyor musun?” diye soran Rabbinize, bütün kâinat gibi, secde edersiniz dostlarım!

………“Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Mü’min/57)

………“O insan, daha önce hiçbir şey değilken kendisini yoktan var ettiğimizi düşünmez mi?” (Meryem/67)

………“And olsun biz insanı, çamurdan, bir sülâleden (süzülüp çıkarılmış çamurdan) yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta (rahimde) nutfe (sperma) haline getirdik. Sonra nutfeyi bir alaka (embrio) yarattık, derken o alakayı bir mudga (bir çiğnem et parçası halinde) yarattık, derken o mudgayı bir takım kemik yarattık, derken o kemiklere bir et giydirdik, sonra onu diğer bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah, pek yücedir.” (Mü’minun/12-14)

………Bu âyetler, asırlar öncesinden, “zamana” meydan okuyarak, Yüce Yaradanın katından indirilen âyetlerdir dostlar! İnsanın, bir çift hücrenin birleşmesiyle başlayan ve “rahim” adlı karargâhta devam eden yolculuğunun, akıl sahiplerine anlatımıdır bu âyetler! Ve bugünün ilminin henüz ulaşamadığı bir boyut taşır, O, Alîm olan Allah’ın indinde!

………“O, sizi bir nefisten yarattı. Hem sonra onun eşini de ondan var etti. Sizin için yumuşak başlı hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa yaratıp duruyor. İşte Rabbiniz Allah O’dur. Mülk O’nundur, O’ndan başka ilâh yoktur. O halde nasıl haktan çevrilirsiniz?”  (Zümer/6)

………“Üç katlı karanlıklar”ı ancak 20. yüzyıl ilmi açıklayabiliyor dostlar! Daha “yaradılış” konusunda bilemediğimiz neler var, varın, siz düşünün!

………“Göklerde ve yerde bulunanlar, O’ndan isterler. O, her gün yeni bir iştedir.” (Rahman/29)

………“Her an yaratma” hali, ancak Yüceler Yücesi bir “Zât”a mahsustur.

………“O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şanını yüceltmektedirler. O, galip olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.” (Haşr/24)

………“Allah, her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil de O’dur.” (Zümer/62)

………Benim Yüce Yaradan’ım, el-Hâlık’ım benim! Seninle konuştuğum, bir boyutta seni dinlediğim, bir boyutta sana içimdekileri anlattığım ve de sevdalandığım, “o, yüce kelâmında”, “yaradılış” âyetlerini gönlümle, beynimle, tüm varlığımla sana secde ederek okudum Rabbim!

………“Sizi(n her birinizi) peşpeşe aşamalardan geçirerek yaratanın O olduğunu gördüğünüz halde size ne oluyor ki Allah’ın büyüklüğünü kabul etmek istemiyorsunuz? Görmüyor musunuz Allah yedi göğü tabakalar halinde/birbiriyle uyumlu yaratmıştır ve onların içine hilâli (yansıtıcı) bir ışık olarak yerleştirmiş ve güneşi (ışık saçan) bir lamba yapmıştır?” (Nûh/13-16)

………“Sizleri çift çift yarattık. Uykunuzu bir dinlenme yaptık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü de bir geçim zamanı yaptık. Üstünüze yedi sağlam (gök) bina ettik. İçlerine ışık saçan bir kandil varettik.”  (Nebe’/8-13)

………Sana inanıyorum ve Seni seviyorum Allah’ım!

………Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.”  (Kaf/16)

………Buyuran Rabbim! Ey beni Yaradanım! Beni, benden iyi bilenim! Varlığına güveniyor ve Sana sığınıyorum! Beni, bana bırakma Allah’ım! Yolunda, en doğru şekilde yaşama gücü ver bana!

………“Sizi yerden (topraktan) yarattık, yine (ölümünüzden sonra) ona döndüreceğiz. Hem de ondan sizi bir kere daha çıkaracağız.” (Tâhâ/55)

………“Onlar gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmakla yorulmayan Allah’ın ölüleri diriltmeye de kâdir olduğunu görmüyorlar mı? Evet şüphesiz ki, O’nun her şeye gücü yeter.” (Ahkaf/33)

………Evet Rabbim! Sen her şeye kâdirsin! Bizleri yeniden diriltecek ve yaşadıklarımızdan sorgulayacaksın Allah’ım!

………“Hem o göğü, yeri ve aralarındakileri biz boşuna yaratmadık. O, kâfirlerin zannıdır. Onun için vay ateşe girecek olan kâfirlerin haline!” buyuran Rabbim! İmam-ı Şâfi gibi dut yaprağına bakıyorum; (Sâd/27)

………Kurtçuk yerse “ipek” oluyor, Arı yerse “bal” oluyor, Koyun yerse ak mı ak bir “süt” oluyor. Geyik yerse “misk” oluyor… Yarattıklarına bakıyor, seni tefekkür ediyor ve sana; yalnızca sana ibadet ediyorum Allah’ım!

………Bana, bu dünyayı kendisine kulluk yapayım diye yaratan Rabbim!

………Dünyamı yeri gelip gülistân kılan, yeri gelip, cehennemi unutmayayım diye nâristân eden ve yarattığı her şeyi kuluna sevdiren Rabbim! Seni seviyorum Allah’ım!

………Yaratılanı, senden dolayı seviyor ve bu sevgiyle, boyun büküp, huzurunda duruyorum, nazlanıyorum haddim olmadan:

………Ey sînelerin özünü bilen,

………Ey gizliyi, aşikârı da bilen,

………Ey tâ içimde, yüreğimde olan,

………Ey bana şah damarımdan yakın olan Allah’ım!

………Kulunu, bütün hatalarıyla, eksikleriyle kabul eder, tek sermayesi “sevgi” olan, bu yeryüzü dilencisini, “Kapına tutunmuş”, Senden “bağış” bekleyen bu acizini de, sever misin Allah’ım!

………Senden, Senin sevgini, Seni sevenlerin sevgisini, Razı olacağın amelleri işlemenin sevgisini ve, Sana kavuşma gününün sevgisini diliyorum!

………Katından hiç boş çevirmediğin ellerimi sana uzatarak “Sevgini” diliyorum Allah’ım!

………Bizi, “sevgiyle” yaşayanlardan, Etrafa “sevgi” saçanlardan, yüreklere sevgiyi tohum tohum ekenlerden ve ardından “sevgiyle söz edilenlerden” eyle! Âmîn (Vuslat Turabi)

………Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

………Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 


ESMA DERSLERİ – 17 – EL HÂLIK (B)

$
0
0

el-halik-1

……….Euzübillahimineşşeytanirracim,

……….Bismillahirrahmanirrahim

……….Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

……….De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

……….“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

……….Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 ……….“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

……….Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

……….XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

……….EL- HÂLIK

……….A – Hâlık isminin lügat anlamı: Hâlık, “halaka” kökünden türetilmiş bir isimdir. Allah’ın sıfatı olarak Kur’an’da 8 kez zikredilmektedir. 4 kez de “Hâlıkun” şeklinde çoğul olarak zikredilir. “Halk” kelimesi ise 160 defadan fazla geçmektedir.

……….1 – Hâlık; yaratan ve var edendir.

……….2 – Hâlık; bir şeyi ölçüp biçip ayarlamak, bir işi düzgün bir şekilde planlayıp, takdir etmektir.

……….3 – Hâlık; aslı, örneği ve modeli olmadan nesneyi var etmek, bir şeyden başka bir şey icat etmektir.

……….B – Hâlık isminin Kur’an içerisinde incelenmesi:

……….“…Allah’tan başka bir yaratıcı var mı?.” (Fatır/3)

……….“…O her şeyin yaratıcısıdır..” (En‟am/102)

……….“…Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?” (Vakıa/59)

……….“…Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yüce, ne mübarektir.” (Mü‟minun/14)

……….“…Muhakkak ki senin Rabbin hakkıyla yaratan, pekiyi bilendir.” (Hicr/86)

……….Yukarıdaki ayette “Hâlık” ismi, mubalağalı olarak “Hallak” şeklinde kullanılmıştır. Ayrıca “A’lîm” ismiyle beraber zikredilmiştir. Yani Allah yaratırken rasgele yaratmamıştır. Yarattığı her şeyi belli bir amaç için, bir düzen ve intizam içinde yaratmıştır.

……….“..Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını takdir eden Allah, yüceler yücesidir.” (Furkan/2)

……….C – Hâlık isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

……….1 – Hayat programımızı belirlemeye en layık olan, bizi yaratandır. O yarattığının ihtiyaçlarını en iyi bilen değil mi?

……….“…Yaratan, yarattığını en iyi bilmez mi?” (Mülk/14)

……….Bizi yaratan Allah, kullarını en iyi bilendir. Ayetlerini indirirken hükümlerini bildirirken sadece 14 asır öncesini değil, bizim zamanımızı da hesaba katmış, bizim durumumuzu da göz önünde bulundurmuştur. Bizler; “Allah’ım! Beni ve bütün evreni yaratan sensin. Ancak bugün şartlar, durumlar senin emirlerine uymuyor. Onun için kusura bakma ben seni değil, yaratmaya gücü yetmeyen günümüzün ilahlarını dinleyeceğim. Onların emirlerine boyun eğeceğim” diyorsak veya bunu ortaya koyan bir hayat yaşıyorsak Allah’ın el-Hâlık ismine iman etmemiş oluruz.

……….“Dikkat edin! Yaratmak da, emretmek de O‟na aittir.” (Araf/54)

……….Bizler bugün, çağdaş firavunlara, sahte ilahlara, hayatımıza karışan, programımızı belirleyen kimselere sormalıyız, “Bizi yaratan siz misiniz yoksa Allah mı?” Hepsinin verecekleri cevap “Hayır” olacak. Çünkü Firavunlar ve sahte ilahlar kendilerini hiçbir zaman “Yaratıcı” olarak nitelemezler.

……….Bu konuda Allah ile boy ölçüşemeyeceklerini çok iyi bilirler. Onlar sadece “Rabb” olma iddiasındadırlar. Bizi Allah’ın terbiyesinden çıkarıp kendi terbiyelerine sokma kavgasındadırlar. Bizim de onlara vereceğimiz tek bir cevap var: “Yaratan siz değilseniz emretmek neyinize? Biz sadece bizi yaratana kulluk ederiz. Biz ancak yaratanın emirlerine boyun eğeriz.”

……….“İşte bu Allah’ın yaratmasıdır. Şimdi gösterin bana, O’nun dışındakiler ne yaratmış!” (Lokman /1)

……….Göstersinler neler yaratmışlar, eğer değere şayansa onlara ibadet edelim. Onların sözünü dinleyelim.

……….“Hayır, hiçbir şey gösteremezler. Zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Lokman/11)

……….Onların ortaya çıkardıkları şey; anarşidir, terördür, savaştır, zulümdür. Onlar eğitim sistemlerinden ahlaksız, şahsiyetsiz, kalitesiz bireyler üretir ve dünyayı cehenneme çevirirler. Becerebildikleri tek şey de budur.

……….2 – İnsanlara türlü türlü örneklerle Allah’ın yaratıcı olduğunu kabul ettirmek yerine, yaratanın hayata hükmetmesi gerektiğini anlatalım.

……….“Andolsun ki onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan “Allah” derler.” (Lokman 25)

……….Mekkeli müşrikler Allah’ın yaratma sıfatını kabul ediyor, yaratma sıfatına iman ediyorlardı. Yeryüzünde yaşayan milyarlarca insan, Allah’ın yaratıcı olduğunu kabul eder. Bunda herhangi bir problem, bir itiraz söz konusu değildir. Ancak onlar, Allah’ın yaratma özelliğinden sonra gelen sıfatlarına iman etmezler. O sıfatlarla problemleri vardır bu insanların, o sıfatlara itirazları vardır.

……….Bugün pek çok Müslüman, Allah’ın varlığını ve yaratıcılığını ispatlama gayretindedir. Çiçeklerden arılara, karpuz çekirdeklerinden balıklara varıncaya kadar, araştırmalar yaparak, mucizevi şeyleri insanlara sunarak Allah’ı tanıtma çabasındadır. Oysa hiçbir kimse; “Arıları falanca, çiçekleri de filanca yarattı” dememiştir, demeyecektir. Bizler Allah’ın isimlerini bir bütün olarak incelemeliyiz. Kur’an’ı bir bütün olarak okumalıyız. Allah’ın yaratıcı olduğunu anlatırken, hüküm koyucu olduğunu da anlatmalıyız. Allah’ın sadece bazı isimlerini anlatanlar, bir ömürlerini buna adasalar da, Esma-i Hüsna‟yı tam olarak kavrayamazlar.

……….3 – Rabbimizin yarattığı şeylerden ibret almalıyız. Yarattığı her güzelliği gördükçe O’na olan yakınlığımız, ibadetimiz ve zikrimiz artmalı.

……….“Onlar ayakta, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikreder, O’nu hep gündemde tutarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve derler ki: “Rabbimiz! sen bunları boşuna yaratmadın! Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.” (Ali İmran/191)

……….Böylece bizler, Rabbimizin yarattığı her nesnede O’nun gücünü, yüceliğini bir kez daha fark edecek, emretmeye en çok hak sahibi olduğunu yeniden idrak edeceğiz. Bundan sonra imanımız, ibadetimiz, kulluğumuz, samimiyetimiz, yakınlığımız, tesbihimiz ve zikrimiz artacak.. Hayatımızın her alanı O’na itaat ve teslimiyetle geçecek.

……….“İşte Rabbiniz Allah O’dur. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na kulluk edin…” (Enam/102)

……….(Dr. Ramazan Sönmez/ el-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ)

……….XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

……….EL HÂLIK İSMİNİN YORUMU

……….Allah, Tevhid bilincini idrak etmemiz amacı ile hiç bir nefsani farklılığın söz konusu edilemeyeceği gönül âlemini yaratarak hepimizin bir ortak paydanın parçası olduğumuzu ilan etmektedir.

……….El-Hâlık ismi şerifi ifade edilmesi zor isimlerden birisi olmakla birlikte en basit açıklaması hiç bir ayrıma tabi olmaksızın bütün gönüllerin hepsi aynıdır manasını taşımaktadır. Bu sebeple gönül âlemi çerçevesindeki tüm varlıklar tevhid doğrultusunda bu âleme ve onun yaratıcısına saygı gösterirler başka bir değişle tüm saygılar gönül âlemine ve onun halk edeninedir.

……….Burada saygı meselesini söz konusu etmemizin sebebi gönül âlemine ayrımları ile farklılıklar katarak bir üstünlük sorgulaması oluşturmaya çalışan nefsin tutumu yani bu aleme olan saygısızlığıdır. El Hâlık İsminin ana çerçevesi gönle saygı ile ilgili olarak çizilmeye çalışılacaktır.

……….Nefsin gönül alemine yansıtmaya çalıştığı bu saygısızlığın hikayesi, ürettiği ön yargılarla sürekli  farklılıkları ötekilikleri işaret ederek bu alemde bir üstünlük sorgulaması oluşturup akabinde ön yargıların sebep olduğu dışlama yada dışlanmışlık hislerini bünyeye hakim kılma gayreti ile başlar.

……….Peki ön yargının nefs tarafından oluşturulması nasıl gerçekleşmektedir, bu yargılama usulü bir kişiyi veya topluluğu yine nefsani bir duygunun esiri yada yine nefsani bir zaaf içerisinde olduklarını ilan ederek onu veya onları kendinden kabul etmemek dışlamak, ayrı bir dünyanın figüranları olduğuna karar verdirmek şeklindedir.

……….El Halık İsminde tüm bu kendin yaz kendin oyna illüzyonlu nefsani duyguların sonuç itibarı ile, muhatap olanlar açısından bünyelerde bırakacağı izin kırgınlık duygusu olacağını gözden kaçırmamalıyız. Gönül âleminde kendini üstün görerek bir kişiyi ya da topluluğu ön yargılar sonucu dışlamaya çalışmanın sonucu kırgınlıktır, eğer kendisi de aynı muameleye tabi olduğunu vehmederse vereceği tepki yine aynı olacaktır.

……….İnsanlar içinde bulundukları toplum içerisinde belli bir ekonomik sınıfın, belli bir kültürel çevrenin, belli görüşlerin mensubu olabilirler ya da bu özelliklerinde değişimler yaşayabilirler. İnsan nefsi ise kıyascı tutumları ile çevresindeki bu toplumsal yapıyı ve değişimleri çok yakından takip eder. Kendisini ön yargılardan oluşan bir kıyas anlayışı ile bu toplum içerisinde bir yere oturtmaya çalışır. Kullandığı ön yargılarla kendisini belli noktalarda dışlanmış kabul ederken, aynı şekilde bir kişi ya da gurubu da dışlamaya çalışır.

……….Şöyle bir örnekle başlayabiliriz, yabancı felsefe üstatlarının yazılarını günlük makaleler halinde yayınlayan bir web sitesini bizim de takip ettiğimizi düşünelim. Ancak biz İslami hassasiyetleri yüksek ve genellikle İslam âlimlerinin görüşleri ile yoğurulmuş bir bilgi birikimine sahip olmuş olalım. Zaman içerisinde okunan eserlerinde etkisi ile ilgili web sitesinin  yayıncıları hakkında nefs ilk yargılamalarını yapmaya başlar ve batıya karşı bir hayranlık vehminin etkisi altında oldukları konusundaki ön yargı ile birlikte bünyeyi web sitesi yayıncılarını sahip oldukları tüm duygu ve düşünceleri, ideolojileri, hayata her manada bakış açılarını buna din konusundaki düşünceleri de dâhil, yorumlayarak onları dışlamaya doğru bir yolculuğa başlar böylece onları gönül âleminde küçük görmeye meylettirmeye çalışır. Burada onlarda olduğunu inandırmaya çalıştığı hayranlık duygusuna ön yargının başlangıcı olarak çok dikkat etmeliyiz.

……….Şimdi bu nefsani ayrımları biraz anlamaya çalışalım. Nefsin en geniş olarak sirayet ettiği farklılıklar ve devamında ön yargılar yolculuğuna  zemin oluşturan konulardan bazıları şunlardır, insanların görüşlerini temsil eden şekil ve davranışları, yaş olarak büyüklük küçüklük, kadın erkek gibi genel pek çok konu.

……….Yanımıza belli bir görüşün temsili olan sakalı ile birisinin geldiğini düşünelim. Sadece bu sakal nedeni ile gelen kişinin duyguları, düşünceleri ait olduğu toplumsal kesimler, siyasi görüşleri, din konusundaki hassasiyeti, ekonomiye bakış açısı, ailesi konusundaki yaklaşımları onun hak konusunda zaaflar içerisinde olduğunu zihnimize ön yargı algıları olarak nefs tarafından yansıtılmaya başlıyorsa bu nefsani dışlama yolculuğunun başlangıcıdır. Hakkında hiç bir şey bilmediğimiz bir insanı sadece görüntüsündeki yada o an için dikkatimizi çeken örneğin çalıştığı gazete gibi hayat görüşü üzerine bir ipucu verebilecek herhangi detay nedeni ile sonunu hiç bilmediğimiz bir hikayenin kahramanı yapmak ancak nefsani bir illüzyondur ve gönül aleminde bu şekilde bir hüküm belirtme ve bana benzemediği için dışlama olamaz. İnsanlar ancak görüşleri konusunda birbirlerini tanıyarak anlaşabilirler ve nefsin tanımlamaları hiç bir zaman gerçekle örtüşmez. Bu sebeple tanımadığımız insanları ön yargılarla farklılaştıramaz, dışlayamayız. Bizim yapacağımız özünde gönül âleminde bir üstünlük vehmi taşıyan bu nefsani tanımlamalar karşısında El Hâlık ismini anarak her türlü ön yargı kapısını kapatmaktır. Bu durum günlük hayatta pek çok kez karşılaştığımız insanların çeşitli açılardan farklılıklarına şahit olduğumuz bir sahadır ve gönül âlemine saygı bilincimiz nefsani farklılaştırmalar karşısında gönül alemi birliğini yine ona her defasında bu ismi anarak hatırlatmalıdır.

……….Yine toplumsal manada kundaktaki bebekten en yaşlısına kadar tüm bireyler gönül âleminin bir unsurudur ve nefsin onları gençler ve yaşlılar olarak birbirlerinden küçüklük ve büyüklük duyguları ile ayrıma taşıması batıl bir vehimdir.  Genç bir insana yaklaşımımızda onunla büyüklük duygusu ile iletişime sevk edilmemiz nefsani bir eğilimdir, çünkü bu ilişki tarzı birikim ve tecrübeleri ile bir gurubu diğerinden ayırmaya sebep olur yine bir gencinde büyüğüne aynı sebeplerle farklılaştırıcı yaklaşımı da doğru değildir. Bundan kimse kimseye saygı göstermesin anlamı çıkmamalı sadece nefsani dışlamalara tevessül edilmemelidir. El Hâlık ismi genç ve yaşlıların birbirlerine yaklaşımında hissedilen büyüklük ve küçüklük nefsani eğilimleri çerçevesinde mutlaka anılmalıdır .

……….Erkekler ve kadınlarda nefsani yönleri ile birbirlerine karşı çok sık ön yargı üretirler. Alışverişte gördüğümüz bir kadın için hayatları bu merkezlerde geçiyor gibi bir tanımlama nefsin dışlamaya götüren ön yargısıdır. Yine aynı şekilde bir kadının bir erkeği kahvede görmesi de aynıdır. Bu ön yargılar sayılamayacak kadar çoktur ve biz gönül âleminde bir üstünlük kurgusu içine kapılmadan bu ismi şerifin betimlediği tüm gönüllerin hepsi aynıdır şuurunu devamlı zinde tutmalıyız.

……….Ben nefsani algılar karşısında gönül âlemine hayatım boyunca tüm iyi niyetimle katıldım ve hep hizmet verdim diyerek kendisine bu alemde üstünlük izafe etmek yada ben bu alemin sürekli eksikliklerle dolu bir üyesiyim düşüncesi ile kendisine düşük bir değer biçmek hep nefsani illüzyonlar, nefsin oluşturmaya çalıştığı üstünlük hiyerarşisi ve ayrımların baş senaryolarıdır. Çok basit bir örnekle açıklarsak örneğin bir arkadaşımızın ” işte bizim farkımız burada ” gibi bir beyanı olsa nefis hemen burada devreye girerek bu beyanın içinde bir üstünlük meselesi var ama ne? diye bünyeyi düşünmeye sevk eder. Yapmak istediği gönül konusunda bir farklılık olduğu düşüncesini kabul ettirmektir. İşte tam burada El Hâlık anılmalıdır . (Cafer Tayyar Ceyhan)

……….Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

……….El-HÂLIK

……….El-Halık, her şeyi en mükemmel şekilde tasarlayıp hayat veren ve bu mükemmel tasarımın benzerlerini tekrar tekrar yaratmakta hiçbir güçlük çekmeyendir.

……….Yüce Allah’ın bu esmasını nüzul sırasına göre ilk sure olan “ALAK” suresinin ilk ayetinde görüyoruz ve karşımıza Rab den sonra çıkan ilk esma “Hâlık” oluyor, “

……….“Yaratan Rabbin adıyla oku”. (96/1)

……….Belli ki Rab olabilmenin olmazsa olmazıdır halk etmek (yaratmak). O zaman “Yaratan Rab” için , “Bir şeyi mükemmel olarak tasarlayarak hayat veren onun tek sahibidir ve onun en mükemmel şekilde nasıl yaşayacağına da O karar verir.” demek yanlış olmaz sanırım.

……….Halk, yoktan var etme değildir. Bir şeylerden bir şeyleri var etmektir.

……….“Yaratan Rabbin adıyla oku.” (96/1)

……….“O, insanı bir alak’tan yarattı.” (96/2)

……….Örneksiz var etme “beda” dır.

……….“Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. “ (6/101)

……….(Bedîus semâvâti vel ard). O’nun nasıl bir çocuğu olabilir? O’nun bir eşi yoktur. O, her şeyi yaratmıştır. O, her şeyi bilendir.

……….“Göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir işin olmasını istese ona yalnız; “ol” der, o da oluverir.” (2/117)

……….“Bidat” kavramı da “beda” dan gelir ve dinde olmayan bir şeyi dinin içinden gibi göstermek yada uygulamak anlamında kullanılır.

……….Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık. (Bir bid’at olarak) Türettikleri (nibtedeûhâ) ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah’ın rızasını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.” (57/27)

……….“Ahlak (huluk)” kelimesi de halk kelimesinden türer. Huluk, kişiliğin Allah’ın yarattığı fıtrat üzere inşasıdır. Huluk, kişinin sahip olduğu yada öğrendiği değerlerin kişideki yansımasında kendisini gösterir. Eğer fıtrat temeli üzerine kurulan ahlak Kur’an-la harmanlaşırsa bu “hulukul azim” olarak karşımıza çıkıyor.

……….“Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlak (hulugın azîm) üzerindesin.” (68/4)

……….“Rabbim sözlerimizdeki hatalarımızdan ötürü bizleri affet”

……….Hazırlayan : Özgür KARAKUŞ

……….XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

……….HAKKIN VARLIĞI VE ALEMLERİN YARATILIŞI

……….Hakkın varlığı öncelik, beraberlik ve zamansal sonralıkla âlemin varlığı ile sınırlanmaz. Çünkü Allah hakkında zaman ve mekânsal önceliği (ni düşünmek), hakikatlerin kendisini onunla sınırlama anlamıyla söyleyenin yüzüne fırlatacağı bir düşüncedir. Ne var ki bunu anlatımı sağlamak için söyleyen farklıdır. Nitekim Hz. Peygamber bu maksatla onu dile getirmiş Kur’an da onu dillendirmiştir. Çünkü herkes bu hakikatleri öğrenmeye güç yetiremez.

……….Artık geride şunu söylemek kalmıştır. Hak, kendisi için kendisi nedeniyle mevcuttur. O’nun varlığı mutlaktır, başkasıyla sınırlanamaz. Herhangi bir şeyin nedenlisi ya da nedeni değildir. Bilakis Hak nedenlileri ve nedenleri yaratan ezelî el-Melikü’l-Kuddûs tür. (Mukaddes hükümdar) Âlem ise kendisi sayesinde veya kendisi için değil Allah sayesinde mevcuttur.  O’nun varlığı Hakkın zatında ki varlığıyla sınırlanmıştır. Binaenaleyh âlem ancak Hakkın varlığı sayesinde var olabilir.

……….Akkın ve âlemin ilkesinin varlığından zaman reddedildiğine göre kuşkusuz âlem zamansızlıkta var olmuştur.

……….Dolayısıyla işin gerçeği açısından şunu söylememiz doğru değildir. Allah âlemden öncedir. Çünkü öncenin bir zaman kipi olduğu, halbuki zamanın var olmadığı sabittir.

……….Şunu da söyleyemeyiz; Âlem Hakkın varlığından sonra var olmuştur çünkü sonralık ta yoktur.

……….Âlem Hakkın varlığı ile beraber var olmuştur da diyemeyiz Çünkü Hak âlemi yaratandır. O âlemin faili ve yaratıcısıdır. Âlem ise yoktu.

……….Fakat şöyle söyleyebiliriz; Hak zatı ile (ve zatı nedeniyle) vardır, âlem ise ancak Hak dolayısıyla vardır.

……….Bir vehim sahibi şöyle sorabilir; Hakkın varlığı karşısında âlem ne zaman var olmuştur? Bu soruya şöyle cevap verebiliriz. “Ne zaman” zaman sorusudur, zaman ise nispetler âlemindendir ve Allah tarafından yaratılmıştır. Çünkü nispetler âlemin yaratılışı, var etme, yaratması (icat) değil belirleme yaratmasıdır. Dolayısıyla şöyle bir soru geçersizdir; Nasıl soru sorduğuna bak İfade kalıplarının bu manaları içinde araştırmanı ve öğrenmeni engellemesinden sakın.

……….Şu halde geriye sadece yokluktan (var) olmayan sırf halis varlık ile mevcudun kendi yokluğundan olan varlık kalmıştır. Birincisi Hakkın varlığı, ikincisi ise âlemin varlığıdır. (Gerçek) bilginin imkânsız gördüğü ve kendisinden hiçbir şeyin geride kalmadığı takdir edilmiş vehmin dışında iki varlık arasında ne bir aralık ne de uzama vardır Fakat mutlak varlık ve sınırlı varlık Fail varlık ve edilgen varlık vardır. İşte hakikatler bu bilgiyi vermiştir vesselâm…

……….Hakkın kendini bilmesi âlemi bilmesinin aynısıdır. Çünkü âlem yoklukla nitelenmiş olsa bile sürekli Hak tarafından müşahede edilir. Âlem kendisini göremez çünkü mevcut değildir. Bu konu keşifleri olmayan teorik akılcıların boğulduğu bir deryadır. Hak sürekli vardır, dolayısıyla O’nun ilmiezelî olarak mevcuttur. Hakkın kendisini bilmesi, âlemi bilmesidir şu halde Hakkın âlemi bilmesi ezelî olarak mevcuttur. Hak âlemi yokluk halinde bilmiş ve bilgisinde ki surete göre onu var etmiştir.

……….Âlemde ihtira (tasarlayarak yaratma) geçerli değildir. Allah için ihtira belirli bir şekilde kullanılabilir fakat kelimenin gerçek anlamı yönünden kullanılamaz. Çünkü böyle bir şey ilâhi mertebede eksikliğe yol açardı. O halde orijinal üretim ancak kul hakkında geçerli olabilir. Şöyle ki;Bir şeyi orijinal olarak üreten gerçekte varlıkta ortaya çıkarmak istediği şeyin örneğini (başka bir yerden öğrenmeden) önce kendi zihninde tasarlamadan onu yapamaz. Onu zihninde tasarladıktan sonra ise ameli, gücü o şeyi örneği bilinen bir şekilde duyusal varlığa çıkartır. Tasarlayarak yaratan bir şeyi önce kendi zihninde, ardından dışta zihninde tasarladığı şekilde var etmiş olmalıdır. Aksi halde gerçek anlamda orijinal yaratıcı sayılmaz….

……….Yaratılışın başlangıcı hebâ’dır, Onda var olan ilk şey ise Rahman’a nispet edilmiş Hakikat-i Muhammediye’dir. Mekânda yerleşme olmadığı için onu sınırlayacak bir şey yoktu.

……….(Âlem) nereden var oldu?

……….Varlık ve yokluk ile nitelenemeyecek bilinen hakikatten var oldu.

……….Nerede var oldu?

……….Hebâ’da var oldu.

……….Hangi surette var oldu?

……….İlâhi hakikatleri izhar etmek için.

……….Gayesi nedir? Karışımdan kurtulmak. Böylelikle her âlem kendisini inşa edenden payını karışım olmaksızın bilir. O halde âlem’in gayesi Hakkın hakikatlerini izhar, büyük âlemin feleklerini bilmektir. Büyük Alem sûfîlere göre insanın dışındaki şeylerdir. Küçük âlem ise âlem’in ruhu, nedeni ve sebebi olan insandır. Âlemin felekleri onu n makamları hareketleri ve tabakalarının ayrıntısıdır.

……….İNSAN KÜÇÜK ÂLEMDİR.

……….İnsan cisim bakımından küçük bir âlem olduğu gibi yaratılmış olması yönünden de zelildir. Böylece onun teelluhu (ilahlaşmak ilahi huylarla ahlaklanmak) mümkün olabilmiştir. Çünkü insan âlemde Allah’ın halifesidir. Âlem ise insana amade kılınmış bir ilahlıdır. Nitekim insan da yüce Allah’ın ilahlısıdır.

……….Bilmelisin ki insanın en etkin yaratılışı dünyadadır. Ahirette ise her iki gruptan insanlar yarım olarak bulunur. Bu yarımlık bilgide değil haldedir.  Çünkü her fırka (mü’min ya da kâfir) kendi halinin zıddını bilir. Binaenaleyh insan aynı anda hem mü’min hem de kâfirdir. Mutluluk-bedbahtlık, nimet-azab, nimetlenen-azap gören hep birliktedir. Bu nedenle dünya bilgisi daha tam, ahiret tecellisi ise daha üstündür.

……….Allah var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu” Bu rivayete O şimdi de olduğu gibidir ifadesi eklenmiştir. Hakka âlemi yaratmaktan dolayı saha önce sabit olmayan bir nitelik dönmemiştir. Bilakis Allah Âlemi yaratmadan önce kendisi nedeniyle sıfatlarla nitelenmiş yaratıklarının kendileriyle O’na dua ettikleri isimleriyle isimlenmişti.

……….Allah âlemi var etmek ve kendisine dair bilgisiyle onu bildiği tarzda (Yaratılışını) başlatmak isteyince tenzih tecellilerinin bir tarzıyla bu yüce iradeden tümel hakikate yönelik bir tecelli gerçekleşmiştir. Başka bir ifadeyle ondan hebâ diye isimlendirilen bir hakikat meydana gelmiştir. Hebâ, içinde istenilen şekil ve suretlerin meydana getirilmesi için binanın harcı ve toprağı gibidir. Ve o âlemde yaratılmış ilkvarlıktır.

……….Sonra Allah Nûruyla bu Hebâ’ya tecelli etmiştir. Söz konusu Hebâ’yı akılcılar bütün heyula diye isimlendirmiştir. Bütün Alem onda bilkuvve ve uygunluk olarak bulunur. Her şey bu Hebâ’dan kendi güç ve istidadında bir şey kabul etmiştir. Bu durum evin duvarlarının kandilin ışığını kabul etmesine benzer. Işığa yakın olduğu ölçüde aydınlanma artar. Allah şöyle buyurur;

……….O’nun Nûrunun misali içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir.” (Nûr/35)

……….Böylelikle Allah nurunu lambaya benzetmiştir.

……….Bu Hebâ, içinde akıl diye isimlendirilmiş olan Muhammed’i Hakikat’inden başka Allah’a daha yakın bir şey bulunmamıştır….

……….Bütün âlemin ayrışmaksızın kendisine göre var olduğu örneğe gelince. Söz konusu örnek Hakkın varlığı ile bilfiil varlık kazanan bilgidir. Çünkü Allah kendisini bildiği bilgiyle bizi bilmiş ve bilgisine göre de yaratmıştır. Bizler de O’nun ilminde belirlenmiş bu şekle göre var olduk. Böyle olmasaydı, bu şekil –Hak kendisini bilmediği için- kasıtla değil tesadüfen meydana gelmiş olurdu. Varlıkta hiçbir suretin tesadüfen ortaya çıkması mümkün değildir. Bu belirli şekil Allah tarafından bilinmiş ve irade edilmiş olmasaydı bizi ona göre var etmez ve bu şekilde başkasından farklılaşmış olmazdı. Çünkü Allah var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu hükmü sabittir.

……….Şu var ki söz konusu olan kendiliğinde zuhur ettiği suret olmalıdır. Böylelikle Allah kendisini bilmesi, bir yokluktan olmaksızın ezeli olarak bizi bilmesidir. Binaenaleyh O’nun bizi bilmesi de böyledir. Dolayısıyla Hakkın bizi bilmesinden ibaret olan örneğimiz, Hakkın kadîmliği nedeniyle Kadîmdir. Çünkü Hakkın bizi bilmesi Hakkın bir niteliğidir ve sonradan yaratılanlar O’nun zatıyla var olamaz, Allah böyle bir şeyden münezzehtir.

……….ÂLEMİN VARLIK GAYESİ

……….Âlem niçin var olmuştur ve gayesi nedir sorumuza gelince; Buna yanıt olarak Allah şöyle buyurur;

……….“Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat/56)

……….Böylelikle Allah bizi yaratma sebebini açıklamıştır. Bu sebep aynı zamanda bütün Alem’in var olmasının nedenidir. Burada Allah bizi ve cinleri özel olarak zikretmiştir ki cin, gizli olan melek ve benzeri her şey anlamına gelir.

……….Allah gökler ve yerler hakkında şöyle buyurur;

……….İsteyerek veya zorla geliniz. Onlar isteyerek geldik demişlerdir.” (Fussilet/11)

……….Bir başka ayette ise;

……….Onlar emaneti taşımaktan çekindiler.” (Ahzab/72)

……….Burada söz konusu olan emanetin sunulmasıdır. Bu bir sunum değil de emir olsaydı hepsi itaat eder ve onu taşırdı. Çünkü söz konusu varlıklardan günahın meydana gelmesi düşünülemez ve onlar itaat etmek üzere yaratılmıştır. Ateşten yaratılmış cinler ve insan ise bu özellikle var olmuştur.

……….BÜTÜN ÂLEM CANLI DÜŞÜNENDİR.

……….Aynı şekilde insanların bazıları –ki onlar duyular, zorunlu ve bedihi kanıtlarla sınırlanmış delilleri esas alanlar ve akılcılardır.-  şöyle derler. “Sorumlu kişinin kendisine yönelik hitabı anlayacak derecede akıllı olması gerekir.” Doğru söylemişler, bize göre de durum böyledir. Âlem bütünüyle akıllı, canlı ve düşünendir. Bu durum insanların içinde yaşadığı âdetin aşılması yoluyla keşif yönünden sabittir. Bizim için bu bilginin bu yolla meydana geldiğini kastediyorum. Şu var ki onlar (sözü edilen akılcılar) şunu ifade eder. Âlem cansızdır (cemâd-cansız) düşünemez, onlar gördükleriyle sınırlı kalmıştır. Bize göre gerçek bundan farklıdır.

……….Bir taşın veya koyun bacağının veya hurma kütüğünün veya bir hayvanın Hz. Peygamberle konuştuğu hakkında bir rivayet geldiğinde ise söz konusu kimseler şunu ifade eder. “Allah o şeyde o esnada bilgi ve canlılık özelliği yaratmıştır”.

……….Bize göre iş böyle değildir. Bilakis canlılık sırrı bütün âleme yayılmış olduğu gibi söz gelimi “müezzinin sesini duyan kuru ve yaş her şey onun lehinde tanıklık yapacaktır” (Hadis) Görüldüğü gibi ancak bilen tanıklık yapabilir. Her şeyin canlı olması bize göre haberin zahirinin gereğine göre inceleme ya da başka bir şekilde çıkartılmış yargı değildir Bunu öğrenmek isteyen kimse Allah adamlarının yolunu tutsun halvete ve zikre sarılsın. Bu durumda Allah kendisini bütün bunlara muttali edecek insanların bu gerçekleri algılamakta körlük içinde olduklarını anlayacaktır.

……….ÂLEMİN VAR OLMASI İSİMLERİNİN (ESMALARININ) OTORİTESİNİN ZUHURUDUR.

……….Allah, isimlerinin otoritesi ortaya çıksın diye âlemi yarattı. Çünkü güç yetirilen olmaksızın kudret, ihsan edilen olmaksızın cömertlik, rızıklanan olmaksızın rızk vericilik, yardım isteyen olmaksızın merhamet edici olmak etkileri olmayan işlevsiz hakikatlerdir. Allah âlemi dünyada karışık yaratmıştır İki avucunun hamurda karıştırmış, sonra bireyleri ondan ayrıştırmış, avucunun birisinde olanlar diğerine dâhil olmuştur. Her bir avuçta olanlar kardeşine katılmıştır. Böylece haller bilinmez olmuştur. Bu bağlamda bilginler çirkini temizden, temizi çirkinden ayıklamada derecelenmiştir. İşin sonu bu karışımdan kurtulmak ve her kısım kendi âleminde kalıncaya kadar iki avucun ayırt edilmesidir. Allah şöyle buyurur;

……….“Bu Allah’ın murdarı temizden ayırması ve murdarı birbiri üzerine toplayıp biriktirerek cehenneme atması içindir.” (Enfal/37)

……….Kendisinde bu karışımdan bir şey kalıp ona sahip olarak ölen kişi, kıyamet günü güven içinde ki kimselerden birisi olarak diriltilmez. Fakat insanların bir kısmı sözü edilen karışımdan hesapta, bir kısmı cehennemde kurtulur. Kurtulduğunda ise oradan çıkarılır. Söz konusu kimseler şefaat ehli olanlardır. Bu dünya da iki kabzadan birisinde ayrışanlar ise ahiret hayatında kendi hakikatiyle kabrinden nimete veya ateş azabına ulaşır. Çünkü o karışımdan arınmıştır.

……….İşte bu âlemin varlık gayesidir. Bu iki avuç Hakkın kendinde sahip olduğu bir niteliğe dönen iki hakikattir. Bu nedenle şöyle dedik; Cehennem ehli onu azab edici, cennet ehli ise nimet verici olarak görür. Bu çok değerli bir sırdır. Umulur ki sen de müşahede esnasında ahirette onu öğrenirsin. Muhakkikler ise söz konusu sırra dünyada ulaşmıştır.

……….ULVİ VE SÜFLİ ÂLEMLER, BUNLARIN İNSANDA Kİ BENZERLERİ

……….“Büyük ve küçük âlemin – ki insandır-  feleklerinin bilinmesi” ifademizle tümelleri, cinsleri ve başkalarında tesir sahibi olan emirleriyle âlemleri kastettik. Bunları birbirlerinin karşısına yerleştirdik, birisi diğerinin suretidir.

……….Şöyle deri; Âlemler dörttür. En yüce âlem O, bekâ alemidir. Sonra dönüşme âlemi – ki o yok oluş âlemidir- sonra imar etme âlemi – ki o bekâ ve yok oluş âlemidir. Sonra nispetler âlemi. Bu alemler iki yerde de sabittir. İnsanın dışında ki her şey olan büyük alemde ve insandan ibaret olan küçük alemde sabittir.

……….En yüce âlem tümel-Hakikati Muhammediye’dir. Onun feleği hayattır. İnsanda ki benzeri insanın ruhu ve mukaddes ruhtur.

……….Bu âlemden birisi de ihata edici arş’tır. İnsanda onun benzeri ise kalptir, diğeri meleklerdir. İnsandan benzeri kendisinde ki ruhlar ve güçlerdir. Bunlardan birisi de Zühal ve feleğidir. İnsandan benzeri ise bilgi gücü ve nefs’tir. Yüce âlemden olanlardan birisi de Müşteri ve feleğidir. Bu ikisinin insanda ki benzeri hatırlama gücü ve dimağın sonudur. Yüce alemden olan bir şey Merih ve feleğidir. İnsandaki benzeri ise akletme gücü ve başın üst kısmıdır. O alemdekilerden birisi de Güneş ve feleğidir. İnsandaki benzeri müfekkire gücü ve dimağın ortasıdır.

……….Sonra Zühre ve onun feleği gelir. İnsandaki benzeri ise vehim gücü ve dimağın ortasıdır. Ardından Utarid ve feleği gelir. İnsanda ki benzeri ise hayal gücü ve dimağın önüdür. Sonra ay ve feleği gelir. İnsanda ki benzeri ise duyu kuvveti ve duyumsadığımız organlardır. İşte bunlar en yüce alemin tabakaları ve insandaki benzerleridir….

……….… CANSIZ VARLIKLARIN YARATILMASI

……….Cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlar gibi türeyenlerin yaratılışını, Allah’ın hikmetine göre düzenledi. Bütün bu sürede Allah yarattığı ilk varlıktan sonuncuya kadar – ki o canlıdır-  hiçbir şeyin yaratılışında iki elini bir araya getirmedi. Allah’ın yaratılışta iki elini birleştirdiği yegâne varlık insandır ki o da topraktan yaratılmış ve bedensel yaratılıştır. İnsanın dışında ki her şeyi ya ilahi emir vasıtasıyla ya da tek eliyle yaratmıştır. Allah şöyle buyurur;

……….“Biz bir şeyi var etmek istediğimizde ona sözümüz “ol” olur ve o da hemen oluverir.” Yasin/82)

……….İşte bu ilâhi emirden yaratmadır….

Allah yakın feleği yarattığında – ki o daha önce zikredilen birincidir- onu burçlar diye isimlendirdiği on iki kısma bölmüştür.

……….“Burçlar sahibi semaya yemin olsun ki.” (Buruc/1)

……….Her kısmı burç yapmış bu kısımları da doğada dörde indirgemiştir. Ardından bu dörtten her birini onlardan üç yerde tekrarlamış ve o kısımları tıpkı yolcu ve gezginlerin seyrü seferlerinde konakladığı ve gezindiği menzil ve konaklama yerleri yapmıştır. Bunun nedeni gezegenlerin kendilerinde dolaşması ve yüzmesi vesilesiyle Allah’ın o feleğin ortasında ihdas edeceği gezegenlerin söz konusu menzillere yerleşmesidir. Bu gezegenler dolaşırken bu burçları kat eder. Başka bir nedeni ise gezegenlerin burçları kat etmesi ve dolanımı vesilesiyle Allah’ın doğal ve unsurlardan oluşmuş âlemden ihdas etmek istediği şeyleri meydana getirmesidir. Allah onları burçlar feleğinin hareketlerinin izi üzerinde belirtiler yapmıştır. Bunu bilmelisin.

……….DOĞALAR VE DÖRT UNSUR.

……….Bu dört unsurdan birisinin doğası sıcaklık ve kuruluktur. İkincinin doğası ise soğukluk ve kuruluk, üçüncüsünün doğası sıcaklık ve yaşlık, dördüncünün doğası ise soğukluk ve yaşlıktır. Allah bu kısımlardan (burçlardan) beşinci ve dokuzuncuyu birinci gibi yapmıştır. Altıncı ve onuncuyu ikinci gibi yapmıştır. Yedinci ve on birinciyi üçüncü gibi, sekizinci ve on ikinciyi ise dördüncünün benzeri yapmıştır. Burada ki benzerlik doğadaki benzerliktir….

……….ATLAS FELEĞİ

……….…Allah bu ilk feleği yarattığında felek, bitişini sadece Allah’ın bildiği bir dönüşle dönmüştür. Çünkü onun üzerinde kendisini kat edeceği belirli bir cisim yoktur –ki o şeffaf cisimlerin ilkidir-  hareketlerin sayısı artsın ve ayrışsın. Ya da Allah onun içinde bir şey yaratmış değildir ki hareketler ayrışsın ve içinde bulunan şeyin nezdinde bitsin. Şayet Allah onda bir şey yaratmış olsaydı yine de kesinlikle (hareketleri) ayrışmadı Çünkü o atlastır ve içinde parçaları birbirine benzer bir gezegen bulunmaz. Dolayısıyla ondan bir hareketin süresi bile bilinemez ve belirlenemez. Şayet onda diğer parçalarına zıt bir şey bulunsaydı hiç kuşkusuz o parçayla hareketleri sayılabilirdi. Fakat Allah’ın ilmi onu, bitimini ve yinelenişini belirlemiştir. Böylelikle bu tek hareketten gün meydana gelmiştir. Bu günde ne gündüz ne de gece vardır.

……….Sonra bu feleğin hareketleri sürmüştür. Allah otuz beş melek yaratmış bu melekleri zikretmiş olduğumuz on altı meleğe eklemiş hepsinin sayısı elli bir olmuştur. Cebrail, Mik3ail, İsrafil ve Azrail bu meleklerdendir.

……….Sonra Allah dokuz yüz yetmiş dört melek daha yaratmış onları da zikredilen meleklere eklemiştir. Ardından onlar vasıtasıyla yaratıklarında uygulayacağı şeyleri kendilerine vahy etmiş ve bildirmiş bunun üzerine melekler şöyle demiştir.

……….Bizler Rabbinin emriyle ineriz. Ellerimizde, ardımızda ve bunlar arasında bulunan her şey O’nundur. Senin rabbin unutulan değildir.” (Meryem/64)

……….Allah ise onlar hakkında;

……….Allah’a kendilerine emrettiği işte isyan etmezler.” (Tahrim/6)

……….Meleklerden bu kısım özellikle yönetici olanlardır.

……….Allah başka bir grup melek yaratmıştır. Onlar, Allah’a ibadet edilsin diye gökleri ve yeri imar eden meleklerdir. Binaenaleyh gökte ve yerde içinde bir meleğin bulunmadığı hiçbir yer yoktur. Hak nefes alıp verdikleri sürece âlemin (âlemdeki varlıkların)nefeslerinden melekler yaratmayı sürdürür.

……….DÜNYA HAYATININ YARATILMASI

……….Bu feleğin hareketleri sona erince –ki onun süresi “saydıklarımızdan” elli dört bin senedir. Allah dünya diyarını yaratmış kendisine varacağı ve suretinin ortadan kalkacağı bir müddeti dünya için belirlemiştir. Bu süre bittiğinde artık dünyanın bizim için diyar olması imkânsızdır.

……….Ve yeryüzü ve gökler o gün başka bir yeryüzü ve gökle değiştirilir” (İbrahim/48)

……….İfadesinde belirtilen zamana kadar belirli bir sureti kabul etmez. Söz konusu olan gözlediğimiz surettir….

……….YERYÜZÜNÜN YARATILMASI

……….Allah yeryüzünü yaratmış ve orada türeyenler için besinler belirlemiştir. Böylelikle yeryüzünü türeyen şeylerin besinlerinin koruyucusu yapmıştır. Alemin meydana geliş bağlamında suyun, ateşin, havanın, ve onda bulunan buharların, bulutların, şimşeklerin, gök gürültülerinin ve yüce eserlerin var olması, yeryüzü besinlerinin belirlenmesinin kapsamına girer Bu durum; Yüce ve her şeyi bilenin belirlemesidir.

……….Allah cinleri ateşten, kuşları, kara deniz hayvanlarını ve haşereleri ise yeryüzünün kokuşmasından yarattı Bunun sebebi havanın birim için kokuşmasının buharlarından temizlenmesini sağlamaktır. Söz konusu kokuşmanın buharları Allah’ın insan ve canlıların hayat ve afiyetini emanet ettiği bu havaya karışsaydı hiç kuşkusuz hastalıklı, eksik ve malûl olurdu. Bu nedenle Allah kokuşmalardan oluşan şeyleri yaratmakla bir lütuf olarak havayı insan ve canlılar için arındırmış, hastalık ve illetler azalmıştır.

……….İNSANIN YARATILIŞI

……….Yeryüzü yetkinleşip hazır hale geldiğinde bütün bu yaratılardan hiç birisi Allah’ın bu memleketi varlığı için yarattığı halifenin hangi cinsten olacağını bilemedi…  ..Bu halifenin yaratılışı hakkında Allah’ın ilminde belirli bir vakit geldiğinde Allah bir meleğine yer yüzü toprağının her cinsinden bir tutam getirmesini emretmiştir. Emir üzerine melek insanlarca bilinen uzun bir rivayette ki gibi Allah’a bir tutam getirmiş, Allah o tutamı almış iki eliyle yoğurmuştur. İşte “iki elimle yoğurduğum” (Sad/75) ifadesi budur.

……….Allah zikretmiş olduğumuz meleklerin her birisine Âdem’e ait bir emanet yerleştirmiş ve şöyle demiştir.

……….Ben topraktan bir insan yaratacağım” (Sad/71)

……….Sizin sahip olduğunuz bu emanetler onundur

……….Onu yarattığımda

……….Her biriniz sizi kendisine emin yaptığım emaneti ona verin.

……….Sonra onu düzenleyip ruhumdan üflediğimde secdeye kapanınız”(Hicr/29)

……….Allah iki eliyle Âdem’in toprağını yoğurup kokusu değiştiğinde –ki bu ayette kokuşmuş çamur diye ifade edilen şeydir ve o yaratılışında bulunan hava unsurudur- onun sırtını zürriyetinden bedbaht ve mutluların mahalli yapmış, avucunda bulunan her şeyi ona yerleştirmiştir. Çünkü Allah sağ elinde mutluların sol elinde ise bedbahtların bulunduğunu bize bildirmiştir. Bununla beraber (Hz. Peygamberin buyurduğu gibi) “Rabbimin her iki eli de sağ, mübarek eldir” Şöyle buyurur; “Bunlar cennete, cennet ehlinin amellerini işlerler; şunlar cehenneme onlar da cehennem ehlinin amellerini işlerler.

……….Allah hepsini (mutlu ve bedbahtları) Âdem’in toprağına yerleştirmiş, onda yan yanalık ilişkisiyle zıtları toplamış, onu doğrusal hareket üzere yaratmıştır. Bu yaratma ise başak burcunun dönemindeydi. Allah onu altı yön sahibi yapmıştır. Üst başının yukarısıdır, alt üstün karşıtıdır ve iki ayağın altıdır. Sağ güçlü tarafı takip eden yöndür, sol sağın zıddıdır ve zayıf yönüdür. Ön yüzüne bakan yöndür ve zıddı arkadır. Allah onu biçimlendirmiş, düzenlemiş, tesviye etmiştir.

……….Sonra ona ruhundan üfledi” Burada ruh hakka tamlama yapılmıştır. Böylelikle insana yapılan bu üfleme esnasında üflemenin parçalarına yayılmasıyla dört karışımın unsurları meydana gelmiştir. Bunlar sarı safra, kara, kan ve balgamdır.

……….Safra Allah Teâlânın “kurumuş balçıktan inşa etti” (Rahman/14) ayetinde belirttiği ateşe mensup unsurdan idi. Kara; topraktandı ki bu da “onu topraktan yarattı” (Hicr/28) ayetinde dile getirilen şeydir. Kan; havadan meydana gelmiştir ki bu da ayette mesnûn diye ifade edilmiştir. Balgam ise toprağın yoğurulup çamur haline geldiği sudan meydana gelmiştir. Sonra Hak onda canlının gıdaları elde etmesi sağlayan çekme gücünü, ardından tutma gücünü meydana getirmiştir. Bu güç sayesinde canlı beslendiği şeyi tutabilir. Ardından hazmetme gücü yaratılmıştır ki bu sayede gıda hazmedilir. Sonra itme gücü gelir. Bunun sayesinde yan ürünleri çıkarır, onları buhar, koku, dışkı vb. olarak kendisinden uzaklaştırır.

……….Buharların yayılıp kanın karaciğerden damarlara bölünmesi (dağılma) ve canlının her bir parçasının saflaştırdığı kısma gelince bunlar itme gücü sayesinde değil çekme gücü sayesinde gerçekleşir. Bu bağlamda itme gücünün payı daha önce belirttiğimiz gibi canlının sadece çıkarttığı yan ürünlerdedir.

……….Sonra Allah insanda beslenme gücünü, uyku, duyum, hayal, vehim, hafıza ve hatırlama güçlerini ihdas etmiştir. Bütün bunlar, salt insan olmak yönüyle değil canlı olmak yönüyle in­sanda bulunur. Şu var ki bu dört kuvvet, başka bir anlatımla hayal, vehim, hafıza ve hatırlama güçleri insanda hayvandakinden daha güçlü bulunur.

……….Sonra Allah Âdem’e ki o insandır, musavvire, müfekkire ve akletme güçlerini tahsis etmiştir. İnsan bu güçler sayesinde hayvandan ayrışır. Allah, bedendeki bütün bu güçleri her türlü duyulur ve manevî menfaatine ulaşsın diye düşünen nefsin araçları yapmıştır.

……….Sonra onu başka bir yaratılış olarak meydana getiririz.’

……….Burada sözü edilen insan­lık özelliğidir. Allah, kazanımında bilinen bir sınırda, onu bu güçler sa­yesinde diri, bilen, güç yetiren, isteyen, konuşan, duyan ve gören olarak yaratmıştır.

……….Yaratanların en güzeli Allah mübarektir.’

……….Allah, kendisini isimlendirmiş olduğu her bir isimde, insanın ahlaklanabileceği bir pay belirlemiştir. İnsan kendisine yaraşır bir tarzla onunla âlemde gözükür. Bu nedenle bazı kimseler, ‘Allah Adem’i sure­tine göre yaratmıştır’ hadisini bu anlamda yorumlamıştır. Allah, Adem’i yeryüzünde halifesi olarak yerleştirmiştir. Çünkü yeryüzü, yüce âlemin aksine, başkalaşma ve halden hale dönüşme âlemidir. Böylelikle, sakinlerinde de yeryüzü âleminde meydana gelen değişmeler gibi hükümler gerçekleşmiştir. Bu nedenle bütün İlâhî isimlerin hükmü ortaya çıkar.

……….İşte bu nedenle Âdem, gökte yâ da cennette değil yeryüzünde halife olmuştur. Ardından isimlerin öğretilmesi, meleklerin secde etmesi, İbli­sin karşı çıkması gibi kimi olaylar, Allah’ın emrinden meydana gelmiş­tir. Bütün bunlar, Allah izin verirse ilgili bölümde belirtilecektir.

……….BEŞERİ CİSİMLER VE TÜRLERİ

……….Bu bölüm beşeri cisimlerin başlangıcına özgüdür ki söz konusu cisimler dört türdür. Âdem’in cismi, Havva’nın cismi, İsa’nın cismi ve âdemoğullarının cismi. Bu dört cisimden her birisinin yaratılışı cisimsel ve ruhsal surette aynı olsa bile nedenlilikte diğerinin yaratılışından ayrıdır. Bunu belirttik ve buna dikkat çektik ki, zayıf, akıllı ilahi kudretin ya da hakikatlerin insanın yaratılışının özü gereği yaratılışı sağlayan tek sebepten olduğunu zannetmesin.

……….Allah insan yaratılışının Âdem’de Havva’nın cisminin yaratılışından farklı bir yolla gerçekleştiğini, Havva’nın bedenini ise Âdem’in bedeninin yaratılışından farklı bir yolla izhar etmekte bu kuşkuyu ortadan kaldırmıştır. Âdemoğullarının bedenlerini ise İsa’nın bedenininkinden farklı bir yolla izhar etmiştir. Bunlardan her birisine tanım ve hakikati itibarıyla insan adı verilir. Bunun nedeni  “Allah’ın her şeyi bilen” ve O’nun her şeye güç yetiren” olduğunun bilinmesidir.

……….Allah bu dört yaratmayı el Hucurat suresinde ki bir ayette birleştirmiş ve şöyle demiştir.; “Ey insanlar biz sizi yarattık” (Hucurat/13) Burada Âdem’i kastetmektedir. “Bir erkekten” burada ise Havva’yı kastetmektedir. “Bir dişiden” burada ise İsa (as.)ı kastetmektedir. Her ikisinden yaratılanlar ise “erkek ve dişiden” diye ifade edilir. Burada cinsel birleşme ve üreme yoluyle meydana gelen Âdemoğullarını kasteder. Bu ayet Hz. Muhammed’e verilmiş cevamiü’l-kelim (Bütün hakikatleri toplama) ve hitabı ayırt etme özelliğinden kaynaklanır.

……….ÂDEM VE HAVVA’NIN BEDENLERİNİN YARATILMASI

……….Âdem’in bedeni belirttiğimiz üzere ortaya çıktığında kendisinde cinsel arzu yoktu. Hâlbuki Allah ilminde bu dünya hayatında üreme, çoğalma ve cinsel ilişkinin olacağı takdir edilmişti. Bu dünyada cinsel ilişki türün varlığını sürdürmesi içindir. Bu nedenle Allah Âdem’in Sol kaburgasından Havva’yı çıkarmıştır.

……….(Ek bilgi; Burada kastedilen ilk insan bedeninin prototipinin yapıldığı sonra da onun insan tohumunu üreteceği noktadan Havva’nın bedeni yaratıldı şeklinde anlıyorum. Çünkü  (O su) sırt ile göğüs kafesi arasından çıkar. (Tarık/7) ayeti gereği ifade edilmiş olduğunu düşünüyorum. Tabii ki doğrusunu Allah bilir.)

……….Allah Teâlânın

……….Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır” (Bakara/228)

……….Buyurduğu gibi kadın bu nedenle erkekten bir derece eksiktir. O halde kadınlar, hiçbir zaman erkeklere katılamaz. Havva, kaburgadaki eğiklik (ve de düşkünlük) nedeniyle kaburgadan meydana gelmiştir. Bu sayede çocuğuna ve kocasına muhabbet besler. Bu meyanda erkeğin kadına düşkünlüğü, gerçekte kendisine düşkünlüğüdür. Çünkü kadın erkeğin bir parçasıdır. Kadının erkeğe düşkünlüğü ise kaburgadan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Erkekte kaburga, sevgi ve düşkünlük demektir.

……….Allah Teâlâ Havva’nın kendisinden çıktığı Âdem’deki yeri, Havva’ya arzu ile doldurmuştur. Çünkü varlıkta boşluk kalamaz. Allah Teâlâ o boşluğu arzu ile doldurulduğunda, Âdem kendisine özlem duyar gibi Havva’ya özlem duymuştur. Çünkü Havva kendisinden bir parçaydı. Havva da, kendisinden geldiği vatanı olduğu için, Âdem’e sevgi duydu. Şu halde Havva’nın sevgisi vatan sevgisi, Âdem’in sevgisi kendisini sevmesidir. Bu nedenle erkek, kendisinin aynı olduğu için, kadına sevgisini gösterebilirken, kadına ise erkekleri sevmede hayâ diye ifade edilen güç verilmiştir. Böylelikle gizleme gücü artmıştır. Çünkü Âdem’in kadınla birleştiği tarzda vatan ile birleşilemez.

……….Allah Teâlâ ö kaburgada Âdemin bedeninde biçimlendirdiği ve yarattığı her şeyi şekillendirmiştir. Allah Teâlâ’nın kendi suretinde Âdem’in bedenini yaratması, çömlekçinin toprak ve taşta meydana getirdiği şeye benzer. Havva’nın bedeninin yaratılışı ise marangozun ahşapta yonttuğu şekillere benzer. Allah Teâlâ onu kaburgada biçimlendirip ve ona suretini yerleştirdiğinde ve onu düzenleyip dengeye kavuşturduğunda, ona ruhundan üflemiştir. Böylelikle Havva diri, düşünen ve türemeden ibaret olan doğumun meydana gelmesi için ekin ve ziraat mahalli olarak var olmuştur. Âdem onda, o da, Âdem’de dinginlik buldu. Böylece Havva, Âdem için bir elbise olduğu gibi Âdem de onun için bir elbise olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kadınlar sizin için siz de onlar için bir elbisesiniz.’ (Bakara/187) Âdem’in Havva’ya duyduğu arzu, bütün parçalarına yayılmış ve onu istemiştir.

……….ÜÇÜNCÜ CİSMİN OLUŞTURULMASI

……….Âdem Havva’yı kucaklayıp erlik suyunu rahmine bıraktığında, sudan olan bu meniyle Allah Teâlâ’nın kadınlara yazmış olduğu hayız kanı birleşmiş, o cisimde Âdem’in ve Havva’nın cisminin oluştuğu tarzdan başka, üçüncü bir beden meydana gelmiştir. İşte bu, üçüncü cisimdir. Allah Teâlâ onun rahimde  halden Hakk oluşumunu deruhte eder. Bu meyanda önce sudan sperme, ardından alaka’ya, sonra mudga’ya sonra kemiğe dönüşmüş, sonra Allah Teâlâ kemiklere et giydirmiştir. İnsanın hayvanı yaratılışı tamamlandığında, Allah Teâlâ onu başka bir şekilde inşa etmiştir. Bu insanda ona İnsanî ruh üflemiştir: Binaenaleyh, ‘Yaratanların en güzeli münezzehtir.’ (Mü’minun/14)

……….Söz uzamasaydı, insanın rahimde halden Hakk geçerek oluşmasını ve doğuncaya kadar rahimlerde suretleri inşa etmekle sorumlu meleklerden bu işi kimin üstlendiğini açıklardık. Fakat maksadımız, tanım, hakikat, duyusal ve manevî surette bir olsalar bile, insan cisimlerinin birleşimindeki nedenselliğin farklılığını bildirmekten ibarettir. Böylece yaratmanın sebebinin kendisine bağlı olduğu zannedilmez. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir! Bilakis bu durum, fiilinde özgür bir failin eseridir. Ö dilediğini dilediği şekilde zorlama veya eksiklik olmaksızın yapar. ‘O’ndan başka ilâh yoktur. O Azîz ve Hâkimdir.’  (A. İmran/18)

……….Doğa bilimciler ‘kadının suyundan bir şey oluşmaz, rahimde meydana gelen cenin, sadece erkeğin suyundandır’ diye iddia edince, İsa’nın bedeninin oluşmasını başka bir oluşum saydık. Bununla birlikte, onun rahimde idare edilmesi, Âdemoğullarının bedenlerinin idaresine benzer. İsa’nın bedeni kadının suyundan ya da su olmaksızın üflemeden meydana gelmiş olsa bile, her iki halde de o, yaratılışında diğer cisimlerden farklı dördüncü bir cisimdir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz İsâ’nın benzeri’  (A. İmran/59) yani İsa’nın yaratılışının ‘Allah Teâlâ nezdindeki benzeri Âdem’dir. Onu topraktan yaratmıştır.’ (A. İmran/59) Burada onu zamiri, Âdem’e döner. İsa’nın babasız yaratılması nedeniyle kuşkular ortaya çıkmıştır. Başka bir ifadeyle İsa’nın yaratılışının özelliği, Âdem’in yaratılış özelliğine benzer. Şu var ki, Âdem topraktan yaratılmış, sonra ona ‘ol’ denilmiştir.

……….Rivayete göre Hz. İsa, anne karnında bebeklerin mutat süreleri kadar beklememiştir. Çünkü Allah Teâlâ kendisini bir mucize yapıp doğa bilimcilere göndermek istediğinde Hz İsa’ya oluşum süratle ulaşmıştır. Hz. İsa’nın bir ayet olarak gönderilmek istendiği doğa bilimciler, Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirmiş sırlar ve şaşılacak oluşumlara göre değil, âdete göre doğa hakkında hüküm vermişti. Kuşkusuz bu sahanın kimi uzmanları, doğaya karşı insafla hareket etmiş ve şöyle demişlerdir: Doğadan sadece özel olarak bize verdiği şeyleri bilebiliriz. Onda bizim bilmediklerimiz de vardır. (İbn Arabi Fütühat-ı Mekkiye/cilt 1/351-362)

……….XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

……….DÜNYANIN EVRİMİ – CANLI YAŞAM NASIL OLUŞTU

……….Başlangıçta Dünya

İnsan denilen varlığı tanımaya yönelik derin bir merakı olan bir kişi, onun yeryüzünde ortaya çıkış sürecini, hatta   yeryüzünde görünmeden önce, çıkmaya hazırlandığı  sahnenin koşullarını, gerçeğini  öğrenmelidir. Bu sebeple  yerkürenin var oluş macerasını gözden geçiren bir çalışma hazırlayarak ilgililerin takdirine sunmak istedim.. Şimdi  ilk yapmamız gereken  şey, biraz geriye(!), aşağı yukarı 4.5 milyar yıl öncesine, “Prekambriyen devre” giderek yaşamlarımızı borçlu olduğumuz gezegende neler olup bittiğine bir bakmak olacak.

……….Daha sonra canlı yaşamın var oluş bulmacasına açıklık getirmeye çalışan bilimsel önermeleri inceleyecek, Kambriyen döneme geldiğimizde neredeyse bir anda ortaya çıkan renkli ve çeşitli canlı türlerinden kısaca bahsedip oradan çalışmamızın esasını teşkil eden insan denilen varlığa, onun türeyişine, yeryüzüne yayılışına ve nihayet modern insanın sahneye çıkış sürecine elimizdeki bilimsel bulgular temelinde değineceğiz. Jeolojik, antropolojik ve evrim bilimsel nitelikte bir içeriğe sahip olan bu ilk bölümün amacı, insanın dünyayı algılama ve anlamlandırma sürecinde tesiri altında bulunduğu doğal, fiziksel ve tarihsel koşulları hatırlatmaktır. İnsan düşüncesinin filizlendiği vasatı bilmek onun içeriğine yaptığımız bakışa mutlaka bir derinlik kazandıracaktır.

……….1 . Prekambriyen devir:

……….Önce Prekambriyen devrin ana hatlarını çizelim.. Dünyanın jeolojik tarihini gösteren zaman ölçeği son 200 yıl içinde yavaş yavaş geliştirildi.4.5 milyar yıllık yeryüzü tarihinin 570 milyon yıl öncesine kadar olan büyük bölümü “Prekambriyen devir” olarak bilinir. Yaşamın adeta patladığı bu günkü hayvan ve bitki şubelerinin neredeyse hepsinin 25 milyon yıl içinde oluştuğu Kambriyen dönemi önceleyen 4 milyar yıla yakın bu uzun devir üç zaman bölümüne ayrılır:

……….Pre-Arkeyan (veya Hadeyan) zaman(4.5milyar yıl-3.8 milyar yıl arası), Dünyanın oluşumu ile başlar.

……….2 . Arkeyan zaman (3.8 milyar yıl-2.5 milyar yıl arası)

……….Bulunan en eski kayanın yaşı olan 3.8 milyar yıl bu zamanın başlangıcıdır.

……….3.5 milyar yıl önce bu zamanda ilk prokaryotik hücrelere ait fosiller bulunmuştur.

……….3 . Protozoik zaman(2.5 milyar yıl-570 milyon yıl)

……….1.5 milyar yıl önce Ökaryotik hücrelerin ve 900-600 milyon yıl önce alglerin oluşumunu işaretler.

……….Dünyanın doğuşu:

……….Şimdi 4.5 milyar yıl öncesine dönelim. Dünya gezegeni toz bulutlarının yoğunlaşmasıyla henüz oluşmuş. Açısal momentumunu korumak üzere kendi ekseni etrafında dönmeye başlamış ki bu sayede o günden beri dönüp duruyoruz. Mars büyüklüğünde bir gök cisminin dünyaya hızla çarparak kopardığı parçalardan oluştuğu sanılan Ay, çekim gücü ile dünyanın dönüş hızını azaltıcı yönde bir fren etkisi uygulamaya başlayalı az bir zaman geçmiş. Dolayısıyla dünya kendi çevresinde bugünkünden daha hızlı dönüyor. Bir günün süresi sadece 15 saat civarında. Üstelik ay dünyaya daha yakın ve yerküreden baktığımızda alıştığımızdan çok daha büyük görünümde.

……….Yer kabuğu ile çekirdek arasında yer alan manto tabakası bu günkünden daha sıcak ve yerküre tabakaları arasında gerçekleşen yoğun konveksiyon hareketleri nedeniyle sıkı bir volkanik aktivite devam ediyor. Volkanik faaliyetler sonucu çıkan gazlar ve su buharı ilk atmosferi ve okyanusları oluşturuyor.

……….Aşağı yukarı dünya ile aynı tarihlerde oluşan güneşimiz henüz genç bir yıldız ve dünyayı bu günkünden az ısıtıyor Buna rağmen yeryüzünde sıcaklık atmosferdeki yoğun sera etkisi ve volkanik faaliyetler dolayısıyla 50-100 Cº arasında seyrediyor. Su sürekli buhar halinde ve yoğunlaşıp yeryüzüne düştüğü takdirde kısa sürede yine buharlaşıyor.

……….Atmosfer çok yoğun ve yeryüzü gaz bulutlarının imkân verdiği ölçüde, oldukça az miktarda ışık alabiliyor. Gökyüzünde sık sık çakan şimşekler ortalığı bir anda aydınlatıveriyor. İlkel okyanuslar ve üzerinde az miktarda kara parçası yer kabuğunun dış katmanını örtüyor. Dünyanın merkezinde muhtemelen cereyan eden radyoaktif faaliyetler dolayısıyla oluşan yüksek ısı yerkabuğuna volkanik faaliyetler sonucu ulaşıyor. Okyanusların üzerinde belirmiş volkan ağızları püskürttükleri kızgın lavlarla suları ısıtıyor. Atmosferde volkanik aktiviteye bağlı olarak bol miktarda karbondioksit, azot, metan gazı, amonyak ve su buharı mevcut. Serbest halde oksijen ise hiç bulunmuyor.

……….Oksijenin dünyanın kuruluşundan itibaren 2.8 milyar yıl boyunca serbest halde atmosferde bulunmadığı demir madeni içeren tortullarda ve fosil örneklerinde demirin ve organik maddelerin oksidasyon izine rastlanmamasından anlaşılıyor.

……….Günümüzden 1.7 milyar yıl öncesinden başlayarak demire artık serbest oksijenli ortamda pas, yani demir oksit halinde rastlanması (binded iron formation:bif) atmosferin oksijen içeriğindeki artışı gösteriyor. Pas şeklindeki demir Avustralya ve Güney Afrika’da görülenlere benzer okyanus tabanlarında silisyumla karışık büyük tortullar oluşturmuştur.

……….Dünya’nın yaşının 4.5 milyar yıl civarında olduğu düşünülüyor. Ancak tahmin edilen bu yaş kaya örneklerine dayanmıyor. Zira dünyanın oluştuğu ilk 500 milyon yıla ait kaya örneğine henüz rastlanamadı. Bu tarih aydan getirilen bazı taşların yaşına ve hesaplara dayanmakta. Bu güne kadar bulunabilen en eski kayaç kuzeybatı Kanada’da “Yellowknife” bölgesine aittir. Bu deforme olmuş bir çeşit granit kayaç uranyum-238 izotopunun kurşun-206,uranyum-235 izotopunun kurşun-207 izotopuna bozunma hızına bağlı radyoaktif tarihlendirme metoduna göre yaklaşık 4 milyar yaşındadır.

……….Peki canlı yaşam nasıl ortaya çıktı?

……….Böyle bir ortamda canlı yaşamın ortaya çıkışı kolay olmadığı tahmin edilebilir. Önce atmosferde ve iklimde bazı değişiklikler olması gerekti. Bilindiği gibi atmosferde bulunan karbondioksit sera etkisi denilen mekanizmayla ısıyı önemli ölçüde absorbe ederek uzaya kaçmasına engel olur ve yeryüzü sıcaklığını artırır. Karbondioksitin kayaçlarla reaksiyona girerek karbonat minerallerini oluşturması, bir kısmınınsa ilkel okyanus içinde çözünerek sıvı hale geçmesi sera etkisini hafifleterek yerkürenin soğumasını sağladı. Dünya ısısının düşmesini takiben su buharı yoğunlaşarak, yağışlarla okyanus hacmini artırdı.

……….Yaşamın ortaya çıkmasında çok önemli bir diğer etkende yerkürenin doğuşuyla beraber atmosfer tabakasının ince olduğu ilk 500 milyon yıl içinde başladığı sanılan asteroit ve kuyrukluyıldız bombardımanının kesilmesidir. Bu bombardıman o denli şiddetli ve düşen meteoritler o denli büyüktü ki, çarpışmalar olağanüstü enerjilerin ortaya çıkışına ve okyanus sularının sürekli buharlaşmasına neden oluyordu. Ayda da benzer çarpışmaların etkisiyle ortaya çıkan kraterler halen varlığını muhafaza etmektedir.

……….Güçlü bir atmosferin gelişimi yukarıda bahsedildiği gibi yanardağ faaliyetleri sonucunda oldu. Yerküre oluştuğu sırada kütlesinin hafif gazları fazlasıyla tutacak kadar büyük olmaması nedeniyle hafif gazlardan ağır madenlerle bileşik yapanları yapmış, çoğu ise uzaya kaçmıştı. Volkanik faaliyetler yerkabuğunun terlemeye benzer bir eylemle atmosfer oluşumu için gerekli hafif elementleri yeniden kazanmasını sağlamıştır. Atmosfer belli bir olgunluğa eriştiğinde meteorit bombardımanının durduğu anlaşılıyor.

……….Yaşamın ortaya çıkışını gösteren ilk fosil kayıtlarının tarihi bu bombardımanın kesilmesinden çok kısa bir süre sonraki zaman dilimine, 3.8 milyar yıl öncesine aittir.

……….3.8milyar yıl önce tek hücreli canlılar şeklinde ilk yaşam belirtileri ortaya çıktı. Çekirdekli ve fotosentez yapan ilk Ökaryotik hücrelere ait fosil kalıntılarının en eskisi ise ancak 1.5 milyar yıl yaşındadır. Bu durum tek hücreli canlılardan çok hücreli canlılara geçişin ancak 2 milyar yıl içinde mümkün olduğunu gösteriyor.

……….Bir özet yapacak olursak:

……….Dünya 4.5 milyar yıl yaşında, aşağı yukarı güneşle aynı yaşta sayılır. Dünyadaki en eski kaya örnekleri 4 milyar yaşında görünüyor. Ancak aydan getirilen kaya örneklerinin incelenmesi bu sonuca varmamıza yol açtı.

……….Başlarda atmosfer çok ince idi, zira dünyanın hafif gazları tutacak “kütlesi- kütle çekimi” yok. Oysa atmosfer oluşumu canlı yaşam için çok ……….önemli. İki sebepten:

  1. Dünyaya zarar verecek asteroit yağmuru ve ultraviyole ışınlarının süzülmesi.
  2. Dünya sıcaklığının belirli seviyede korunması.

……….Atmosferin oluşumu volkanik aktivite sayesinde gerçekleşti. Bilim adamları başka gezegenlerde hayat izini araştırırken ilk baktıkları şey volkanik açıdan gezegenin faal olup olmadığıdır. Volkanik aktivite hafif gazların olduğu kadar ağır metallerinde dünya yüzeyine çıkmasına neden oldu.

……….Uzun süre(2.8 milyar yıl atmosferde oksijen bulunmuyordu. Bunu pas oluşumundan (bıf veya binded ıron formation) anlıyoruz.

……….Okyanusların oluşumu hayat için kritik bir dönemeçtir. Okyanusların oluşumu dünyanın oluşum süreci esnasında kısmen soğuması sonucu volkanik aktivite ile kazanılan su buharının su haline geçmesi ile mümkün oldu. İlk okyanusların yine volkanik aktivite sonucu üretilen karbondioksiti erimiş halde tutması ve kayaçların karbondioksit ile rekasiyona girerek karbonat minerallerini oluşturması sonucu sera etkisi azaldı. Dünya canlı yaşamın başlayabileceği ölçüde soğudu.

……….İlk prokaryotik organizmalar 3.8 milyar yıl önce ortaya çıktı. Çekirdekli hücre (Ökaryot) oluşması ise en az 2 milyar yıl sonra (1.5 milyar yıl önce) mümkün oldu.

……….Yaşam nasıl başladı?

……….Son 2500 sene boyunca yanıtlanması zor bu sorunun muhatabı dini kurumlar oldu.150 yıl öncesine dek sokaktaki insan kadar çoğu bilim insanı için de “belli bir plan çerçevesinde Tanrı’nın önce kainatı, güneş ve gezegenlerle birlikte dünyayı yarattıktan sonra sırasıyla bitkileri, muhtelif hayvan türlerinden birer çifti en sonunda da insanı yaratarak yeryüzüne yerleştirdiği” şeklinde özetlenebilecek dini açıklama bu soruya kâfi cevap teşkil ediyordu. Hatta 17.yy. da yaşayan İrlandalı Başpiskopos James Ussher, kutsal kitapta dünyanın yaratımı ile ilgili mesellere dayanarak hesaplar yapıyor ve dünyanın yaratım tarihini MÖ. 4004 yılı olarak tespit ediyordu.

……….Canlı hayatın yapıtaşları nasıl oluştu?:

……….1920’lerde birbirlerinden habersiz iki bilim adamı, Rus kimyacı Oparin ve İngiliz genetikçi Haldane, şimşek ve yıldırım gibi doğal enerji kaynaklarının etkisiyle dünyanın ilk atmosferik bileşiminde basit moleküllerden canlı yaşamın yapıtaşlarını oluşturan organik bileşiklerin tesadüfen sentezlenmiş olabileceğini ileri sürdü. Oluşan bu organik bileşikler ilkel okyanus üzerine yağacak ve bir çeşit “organik çorba” oluşacaktı. Doğal seleksiyon bu noktada devreye girecek ve heterotrofik olduklarını sandıkları bu organik bileşiklerden hangilerinin varlıklarının devam edeceğini belirleyecekti. Organik çorba tükenme noktasına ulaştığında ise mutasyonlar yoluyla ototrofik ilk canlı formlar oluşmuş olabilirdi.

……….1950’lerde İllinois eyaleti Chicago Üniversitesinde kimya öğrencisi Stanley Miller , Nobel ödüllü fizikçi Harold Urey gözetiminde Oparin ve Haldane’in savlarını test etmek üzere bir laboratuvar düzeneği kurdu. İlk atmosferin yapısını oluşturduğu düşünülen metan (CH4),amonyak (NH3),hidrojen (H2) gazları ile su buharını cam bir balona koyup, düzenekten çakan şimşekleri temsilen 150.000 voltluk elektrik akımı geçirdiler. Sonuç çarpıcıydı. Birkaç gün içinde balondaki sıvının rengi kahverengine döndüğü ve sıvı incelendiğinde yaşamın temel taşları olan aminoasitlerin oluştuğu görüldü. Daha sonraki çalışmalarda yirmi aminoasidin tamamı ve fosfat, şeker grupları gibi DNA’nın yapısını oluşturan nükleotidlerin de üretilebildiği görüldü. Bu çalışmalar sonucunda canlı bir organizma üretilemedi ancak ilk atmosferdeki basit moleküllerden kompleks organik moleküllerin türeyebileceği anlaşılmış oldu…….(devam ediyor) (Dünyanın evrimi-Canlı yaşam nasıl oluştu? – Dr Can Güngen)

……….Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

……….Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

(Devam ediyor)


ESMA DERSLERİ – 17 – EL HÂLIK (C)

$
0
0

el-halik-1

……….Euzübillahimineşşeytanirracim,

……….Bismillahirrahmanirrahim

……….Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

……….De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

……….“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

……….Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 ……….“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

……….Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

……….XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

……….ZAMAN KAVRAMI

……….ZAMAN; Yaratılmış, yani sonradan olmuş mahlûklar için geçerli olan bir kavram. Olayların birbiri ardınca sıralanması

……….Bizim “vehim” yollu var kabullendiğimiz bir ölçü.

……….Kendi iç dünyamızda yaşadığımız kavram…

……….Bilinç boyutunda biten kavram…

……….KÂİNAT, TEK BİR ZAMAN BOYUTUNDAN İBARETTİR

……….Gerçekliği itibariyle, Kâinat tek bir zaman boyutundan ibarettir!

……….Algılayabilene!

……….Bu zaman boyutu içinde, hükmü ilâhî ile sayısız boyut yoğunlaşmaları gerçekleşmiş algılayıcısına göre ve bundan da sayısız isimlerle anılan varlıklar meydana gelmiştir.

……….YARATILMIŞ İÇİN GERÇERLİ BİR KAVRAM…

……….Hazreti Muhammed’in, «ALLAH» ile ilgili olarak, bir soruya verdiği cevabı hatırlayalım burada:

……….ALLAH var İDİ ve O’nunla beraber hiç bir şey yok İDİ

……….Bu tanımlamayı duyanlar, Hz. Muhammed’in «İlmin kapısı» olarak nitelendirdiği Hz. Âli’ye koşarak sözcükleri aynen naklediyorlar ve ondan bir açıklama bekliyorlar…

……….Hz. Âli şu öz cümle ile cevap veriyor:

……….«El ân kemâ kân!.»

……….Bu cümleyi şöyle tercüme edebiliriz:

……….«Hâlâ, o andaki gibidir!.»

……….Bu ilk anda anlaşılan yönüyle demektir ki, “o anda öyle idi, o andan bu ana kadar geçen zamanda hiç bir şeyi değiştirmedi; hâlâ da öyledir”!

……….Veya konuya biraz daha vukûf sahibi bir kişi olarak, şöyle de bakma imkânına sahip olabiliriz:

……….«El an» ifadesindeki «el» Arapça’daki anlamıyla «harfi târif»tir… Yani İngilizce’deki «The» kelimesinin karşılığıdır. «rast gele bir şey değil, herkesin bildiği bir şey» anlamında olarak kullanılır.

……….Meselâ «kitap» dediğinizde, herhangi bir kitap anlaşılır… Ama bu kitap kelimesinin başına «el» ya da «The» kelimesini getirdiğiniz zaman, bu, sizin ve karşınızdakinin bildiği, üzerinde mutâbık olduğunuz bir kitap anlamına gelir.

……….İşte buradaki «an» sözcüğünün başına «el» gelmesi, o bilinen mâhut «an» anlamını getirir… Dolayısıyla da yukarıdaki cümleyi şöyle anlayabiliriz;

……….«İçinde bulunduğumuz an, O işaret edilen  «an»dır!

……….Yani, yaşamakta olduğumuz «şu an», “ALLAH”ın var olup, “O“nun yanı sıra hiç bir şeyin var olmadığı  «an»ın ta kendisidir!

……….Esasen burada kesinlikle bilmemiz zorunlu olan şu husus da vardır…

……….Zaman” kavramı, yaratılmış, yani sonradan olmuş mahlûklar için geçerli olan bir kavramdır.

……….Yaratılmış olanların başı – sonu, geçmişi, hâli ve geleceği vardır… Oysa “ALLAH” geçmiş ve gelecek zaman kavramlarından münezzehtir!..

……….EVRENSEL TEK “AN”DA BİRBİRİ ARDINCA SIRALANAN OLAYLAR

……….Gerçekte, zamanın ve mekânın olmadığı bir âlemin içinde yaşamaktayız da, bunun bilincinde değiliz!. Ve belki de şartlanmalarımız o kadar ağır basmakta ki; idrakimizin önünde olan bu gerçeği gene yapımız ve şartlanmalarımız sebebiyle inkâra kalkışmaktayız.

……….Evrensel boyutlarda meseleye bakarsak sürekli bir oluşum ve dönüşüm söz konusudur. Bu oluşum ve dönüşüm sırasında insan algılama araçlarına nispetle, o günün cehli içinde bir aydınlık devreyi bir karanlığın takip etmesini bir gün olarak kabullenmiş ve bunu da o günkü anlayış içinde güneşin doğup batmasına bağlamıştır.

……….Düz tepsi gibi bir dünya ve bir yandan doğup bir yandan batan, sonra dünyanın altından dolaşıp yine öbür taraftan yükselen güneşe bağlı olarak oluşan bir gün!

……….Sonra bir başka grup çıkmış ve ayın doğup kayboluşu esasına nispetle 28 günlük ayları ve bunun 12 defa tekrarlanmasından ibaret olan yılı kabullenmiş.

……….Bir başka topluluk Güneşin dönümü esasına dayanarak 360 günlük seneyi ve 12’ye bölümü olan ayları kabul etmiş. Ve böylece dünya üzerinde yaşayan bedenlerin çevrelerinde dönen ay ve güneşe izafetle kabullendikleri zaman birimleri oluşmuş.

……….Oysa bilimsel açıdan ya da felsefî açıdan ve hatta dinin tefekkür yanı olan tasavvuf açısından meseleye bakılırsa, tek bir varlık ve nesne olan âlem yönünden zaman parçalarından söz etmek mümkün değildir. Her nesneye göre, ya o nesnenin yapısı bakımından izafi zamanlar söz konusudur, ya da evrensel tek bir an söz konusudur. Bu açıdan da devam edilince, zaman denilen şeyin olayların birbiri ardınca sıralanması olduğu ortaya çıkar.

……….“İNSAN”, ZAMANSIZLIK VE MEKÂNSIZLIK BOYUTUNDA, O BOYUTTAN, O BOYUT İÇİN YARATILMIŞTIR

……….İnsan”, zamansızlık ve mekânsızlık boyutunda, o boyuttan, o boyut için yaratılmıştır!.

……….Bu sözünü ettiğim boyuttaki varlığı itibariyle bir “ruh” bile değildir! Ama buna karşın varoluşunun “ruhu” vardır!. O “ruhu”nun gereğidir ki, kendi hakikatini arar; bunu bulup eremediği sürece de “ruhu”nun huzur bulup tatmin olması, sükûna ermesi mümkün olmaz!.

……….Dünyadan yaratılan, dünya peşinde koşar. Sonunda dünyaya döner!

……….O boyuttan yaratılan da boyutunun özlemiyle yanar; sonunda boyutuna erer!

……….Her şey aslına dönücüdür!

……….BİLİNÇTE YALNIZCA YAŞANAN “AN”LAR VARDIR

……….Ne eski bir yıl bitiyor…

……….Ne de yeni bir yıl başlıyor!.

……….Yalnızca, insanlar “kurabiye” imalâtına devam ediyorlar!!!

……….Yaşanan “an”lar var bilinçte…

……….Bir de insanların vehimleri; hayâlleri, umutları…

……….Oysa, oyunun sonu, başından belli senarist ve yakınlarınca!.

……….Öyle olmasaydı nereden bilebilirdi geleceği, bilenler!

……….BİLİNÇ BOYUTUNDA ZAMAN KAVRAMI KALKAR

……….İnsanın bildiğimiz madde boyutu; mikrodalga ruh boyutu var. Bir de bilinç boyutu var. Şimdi bilinç boyutunda öyle bir derinlik var ki, bu yaşadığından 10 sene 20 sene 50 sene sonrasına ulaştığı gibi Kâinatın ilk oluştuğu devreye ya da sana göre milyon veya milyarlarla sonra meydana gelecek zaman boyutuna kadar olabilen dikey sıçrama olayıdır.

……….Çünkü bilinç boyutunda zaman kavramı biter.

……….Zaten saniyede 300.000 kilometreye ulaştığın anda zaten zaman sıfır oluyor; zaman duruyor. Onun üstünde boyutsal bir olay var. Şimdi büyük kısmınız boyutsal dediğim zaman anlayamayacak ama benim de daha fazla anlatabilme imkânım yok. Maddeyi anlatmak kolay. Mikrodalga yapıyı da anlatmak kolay… Ama mikrodalga yapının ötesindeki enerji boyutunun değerlerine girmen çok güç. Ki bu boyuttan zannederim “Üst Madde” kasetinde bir miktar bahsettim. O kasette enerji boyutu algılarından söz ettim.

……….İşte şuur boyutunda zaman kavramı kalkıyor. Zaman kavramı kalktığı içinde 50 sene sonra ile 1 milyon sene sonra aynı mekânda diyeyim veya boyutta diyeyim ne dersem diyeyim, böyle bir yerde bir arada algılanabiliyor.

……….DÜŞÜNÜRKEN ZAMANSIZLIĞI YAŞIYORSUN

……….Düşünürken ve rüyada kendi özgün zamanını daha doğrusu zamansızlığı yaşıyorsun… Bunu ya zevkle ya da sıkıntıyla yaşıyorsun… Zevkle veya mutsuzlukla olmasının sebebi, kabullerin…

……….İNSAN, TEFEKKÜR KÂBİLİYETİNE GÖRE “ZAMAN” KAYDININ ÖTESİNE GEÇER

……….Evet, tefekkürü itibariyle zamanın, idraki itibariyle de mekânın söz konusu olmadığı bir evrende yaşamını sürdüren insan, ne hikmettir ki, gerek şartlanmaları ve gerekse de kendisi sandığı bedeni vasıtasıyla, zaman ve mekân kayıtları ötesinde, evrende idraki kadar yer kaplamaktadır.

……….İnsan gerçek algılama aracına yani tefekkür kabiliyetine göre bilinen boyutların çok ötesinde bir yaşam şekline geçebilme imkânına sahip olduğu halde, acaba neden ve ne şekilde kendini madde kayıtları içinde, «dünya zindan» ında yaşamak zorunda bulmaktadır ki?

……….İNSAN MADDE KAYDINDAN KURTULABİLDİĞİ ANDA GEÇMİŞE VE GELECEĞE VUKUF KESBEDER

……….Zaman ve mekân denilen şey, başta da bilimsel olarak açıkladığımız gibi izâfi bir şeydir… Yâni, bana veya sana veya bize, “göre” olarak mevcuttur.

……….Meselâ sonsuz büyüklükteki bir çölde, başı ve sonu görülmeyecek kadar uzunluktaki bir kervanın ortasında yürüyorsunuz… Gördüğünüz bildiğiniz yerler sadece görüş sahanız kadar olan bir kaç metrelik sahadır.

……….Şimdi sizin için belirli bir zaman biriminde, yâni bir saat içinde gördüğünüz yer, o zaman geçtikten ve siz o kadar yürüdükten sonra; “geçmiş” olacak yâni mâzi olacak ve o anda içine girdiği saha da “hâl” olacaktır, az önce “gelecek” iken sizin için…

……….Keza arkanızdan gelen için de, sizin bulunduğunuz yer “gelecek“; kendi bulunduğu yer de “yaşanan an” olacaktır ki, hâlbuki orası sizin için “geçmiş“tir…

……….İşte böyleyken hal, giden bir helikopter sizi alıp bulunduğunuz yerden ve dikey olarak yükselmeye başlasa ne olur?

……….Eskiden bir saatlik süre içinde gördüğünüz bir kaç yüz metrelik saha “yaşanan an” iken, şimdi yükselmeniz oranında görebildiğiniz yer “yaşanan an” sınırı içine girer ve “geçmiş” ile “gelecek” küçülmeye başlar; “yaşanan an” daimi olarak genişlerken…

……….Nihâyet sizin için çıkabilmek mümkün olsa, öyle bir noktaya erersiniz ki, sonsuz büyüklükteki çölde, sonsuz uzunluktaki kervanı tamamıyla görebilirsiniz…

……….Yâni kervan ehli için “mekân“-“zaman” mevcut iken; artık siz bu kısıtlamadan kurtulursunuz! Yükselişiniz, sizi bu kayıttan kurtarmıştır.

……….İşte insan, madde kaydından kurtulabildiği oranda, dikey yükselme hâlinde -henüz bu dikey yükselmeyi rüyada gerçekleştirmeye sebep olan durumların neler olduğunu bilememekteyiz- geçmişe ve geleceğe vukuf kesbeder.

……….Çünkü “Hiç bir şey yoktan var olmaz ve var olan hiç bir şey yok olmaz” kanunu gereğince, geçmişte şu anki durumumuza göre ‘’geçmiş’’ diyoruz, olmuş bütün olaylar uzayda belirli dalga boyları hâlinde mevcuttur.

……….Ve eğer ki bizim elimizde bu dalgaları kulağımıza adapte edecek güçte bir radyo veya gözümüze gösterebilecek yapıda bir televizyon cihazı olsa, biz bütün geçmişi aynen yaşıyormuşçasına görebiliriz.

……….Kezâ ‘’gelecek’’ dahi, her an, çok daha üst semadan (ki “semâ“, İslâm terminolojisinde, çeşitli yüksekliklerdeki değişik özellikleri dolayısıyla “katlar” diye anlatılmıştır) dalgalar hâlinde gökyüzüne inmektedir…

……….İşte insan belirli oranlarda yükselme (urûc) ile “geçmiş“e ve “geleceğe” dönük görüş sahibi olmakta ve artık onun için bütün bunlar “yaşanan an” boyutuna gelmektedir.

……….HEPİMİZ KENDİ ZAMANIMIZI, KENDİ İÇ DÜNYAMIZDAKİ ZAMANIMIZI YAŞIYORUZ

……….Âhirete yönelik bir şeyler söylediğim zaman önce bir düşünün burada bunun misali nedir? Burada 3-5 iniz toplanıyorsunuz benle veya bensiz bir şeyler konuşuyor, paylaşıyorsunuz ve sizde açılımlar olabiliyor dolayısıyla bu ahirette de cennette de mümkün. (Velâyetin sürekli olması)

……….Hepimiz saate bağlı yaşıyoruz. Ama bütün bunun ötesinde hepimiz kendi zamanımızı, kendi iç dünyamızdaki zamanımızı yaşıyoruz.

……….SEN DÜŞÜNDÜĞÜN İÇİN ZAMAN VARDIR VE İÇİNDE BULUNDUĞUN HÂLE GÖRE ÖLÇÜLENİR

 ……….Sen düşündüğün için zaman vardır ve içinde bulunduğun hâle göre de ölçülenir!

……….Zaman kişiye göredir.

……….Zamanımız” diyoruz.. Kimimiz 30, kimimiz 40, kimimiz 50, kimimiz daha fazla yaşlarda!

……….Buradaki zamandan bahsediyorum. Bu bahsettiğim zamanın ölüm ötesi yaşamda hiçbir değer ifade etmediğini, orada geçireceğimiz zamana göre burada geçireceğimiz 50–60-70 senenin üç beş saniyelik değeri olduğunu bildiğiniz gibi, daha evvel anlattım ve yazdım.

……….Orada öyle bir zaman boyutuna giriyoruz ki, oranın gününe göre burası minik sâliseler!

……….Oraya geçince, “Dünyada bir saniye kadar mı yaşadık?.” diyeceğiz.

……….Oraya gidip de, oranın zaman boyutu ile karşı karşıya kaldığımız vakit işte böyle diyeceğiz.

……….Zaman kavramı izâfi bir kavram. Yani zaman, bazılarına göre daralır bazılarına göre yayılır, genişler.

……….Gece, hiç rüya görmemiş bir adama göre; Gece yatıp sabah kalkan yaklaşık 8 –10 saat uyuyan bir adama göre, gece 1 saat mi, 5 saat mi, 10 saat mi? Bu husus meçhuldür.

……….Ancak, şu da bir gerçek ki; Gecenin yarısında dişi ağrıyan, zonklayan bir adama göre 5 dakika süren diş ağrısı, bir asır gibi gelir.

……….Bunun bir başka örneği benim başımdan geçti.

……….Araba ile trafik kazası geçirip üç takla attığım zaman direksiyonun başında oturuyordum. Araba son derece yavaş bir şekilde, ağır ağır dönüyordu, bana göre!

……….Ama dışarıdan bakanlara göre araba 120 km. hızla, bir anda üç takla attı, diye tarif edilecektir. Dışarıdakine göre olay bir anda olupbitti. Ama bana göre o an öyle bir genişledi, yayıldı ki, son derece ağır bir biçimde ben o olayı yaşadım.

……….Bir başka örnek daha vereyim.

……….Saniyeli olan saatlere bir bakın gözümüzle bir anlık saate döndürüp baktığınız anda sanki orada saniye takılmış gibi görürsünüz. Sonra saniye hareket edip hızla dönmeye başlar olur.

……….“MEKÂN” KAVRAMI GİBİ, ZAMAN KAVRAMI DA GÖRESELDİR; İZÂFİDİR

……….Zaman boyutu izâfi, göresel!

……….Zaman boyutu izâfi, göresel, mutlak gerçek değil olduğu gibi; mekân kavramı da öyle!

……….IŞIK HIZINDA ZAMAN DURUR!

……….Cennette niçin zaman yok?

……….Şu anda madde bedendeyiz. Daha sonraki aşamada ruh bedendeyiz.

……….Ruh beden, dalgalardan ibaret, Dalgasal bir beden yapısı… Bu, hücresel beden; o, dalgasal beden yapısı..  Fakat “Nur beden” diye tarif ettiği boyut ve nur ortamı hangi ortamdır?

……….Işık hızı ortamıdır!

……….Işık hızında zaman durur.

……….Nur beden boyutu yani cennet boyutu ışık hızı boyutudur.

……….Orada olup biten her şey ışık hızında olup biter.

……….Işık hızında cereyan eden olaylar dolayısıyla orada zaman kavramı olmaz.

……….O Nûrani yapıda her şey düşünce boyutunda cereyan eder.

……….Düşünce boyutunda şöyle bir bedenim olsun dersin. .Bedenin o düşüncenin şeklinde belirginleşir. Fakat o cennet boyutunda hâkim olan unsur, “düşünce” dir ve “düşünce boyutu” dur.

……….Orada sadece düşünsel beraberlikler ve düşünsel güzellikler yaşanır. Herkes düşündüğü kadar düşünebildiği kadar güzellikleri yaşar.

……….Dünyada düşünebilme kapasitesini ne kadar arttırırsa bir insan cennette de o kadar çok nimete kavuşacaktır. Kişinin cennette erişeceği nimetler, dünyada erişebildiği düşünebilme kapasitesi kadardır.

……….Allah için zaman kavramı var mıdır?

……….Yoktur!

……….Allah’ın esmasından var olmuş varlık eğer bu boyutta kendini tanırsa onun için de o kadar zaman kavramı kalmaz Allah’ın esmasının getirdiği güzelliklerin oluşturduğu bir ortamda yaşam sürer ve gider.

……….Allah hepimize bu güzellikleri yaşamayı nasip etmiş olsun.

……….ve bize bunları anlayıp idrak edip hazmetmeyi bize nasip etsin..

……….Allah hepimize önümüzdeki günleri değerlendirmeyi bize nasip etsin.

……….ALLAH İNDİNDEKİ GÜNLER

……….Ölümü tadışla birlikte bildiğimiz tüm zaman ölçüleri altüst olur! Fizik bedenin yitirilişi ve dünyanın gece-gündüz şartlarının dışına çıkışı ile birlikte, kişinin zaman mefhumu tümüyle kalkar!

……….Esasen, evrensel zaman boyutlarını şu anda bizim hafsalamızın almasına imkân yoktur. Bir güneş senesi, şu andaki anlayışımıza göre 255 milyon senedir. Acaba bu rakamın ne demek olduğunu farkında mıyız? Dünyanın varoluşundan buyana milyarlarla seneler geçmiştir. İlk insanın yeryüzünde görülmesinden bu yana geçen senelerin sayısı yüz milyonlarla ölçülmektedir.

……….Okuduğumuz zaman, sanki birkaç saatin içinde olup bitiverecekmiş gibi gelen mahşer yeri – sırat kaçışı devresi bugünkü zaman ölçülerimizle belki de yüz binlerle yıl sürecektir. Bunun bilincinde miyiz?

……….Yahudilerin, Tevrat’tan naklen uydurduğu 7000 sene meselesi esasen son derece kısıtlı kafaların uydurup, bizlerin de üzerinde hiç düşünmeden kabul ettiğimiz rakamlardır ki, bunların hiç bir gerçekle alâkası yoktur!.

……….Ölüm ötesi yaşam zamanını «bir gün eşittir 50 bin sene” boyutları ile anlamaya çalışmak asgarî şarttır.

……….Kezâ çeşitli hadîs-i şerîflerde belirtilen ölüm ötesi ile ilgili zaman birimlerini dahi gene asgarî bu şartlar içinde değerlendirmek gerekir.

……….Yeryüzü ve semâların oluşumu ile alâkalı olarak bahsedilen «Altı gün” «Yedinci gün” gibi tabirlerdeki her bir “Gün” kavramını dahi, Evren boyutlarından «GÜN» ler olarak değerlendirip, «Allah indindeki GÜNLER” olarak anlayıp, bunların bizim şu andaki zaman anlayışımıza göre milyarlarla seneyi içine alacağına özel bir dikkat göstermek mecburiyetindeyiz.

……….Esasen şu anlattığım rakamları, belli bir eğitim ve kültürü olmayanların kabul etmesi son derece güçtür! İnkârları çok mümkündür. Hele bu milyarlık «GÜN» lerden 1400 sene evvel bahsolmuş olsaydı!!!.

……….Gerçek boyutlardan, gerçek olaylardan, yaşanacak şartların gerçeklerinden sadece «minyatürize” ölçülerde, misâl yollu bahsetmesine rağmen, O muhteşem insan Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm hakkında “mecnun” tâbirini kullanan akıl mahrumları, acaba bir de olayın milyarlarla senelere dayanan gerçek yanını duysalardı ne yaparlardı?.

……….Uzağa gitmeye, 1400 sene öncesine gitmeye gerek yok! Siz ya da çevrenizdekilerin kaçı 100 milyonlar ya da milyarlarca sene sürecek zaman boyutunu hafsalanıza sığdırabiliyorsunuz?

……….Evet, belki, yarın kopacak kıyamet; belki de milyar sene sonra!. Ama şu gerçeği kesinlikle kafamızdan çıkartmayalım.

……….Zaman, asla bizim şu anda anladığımız gibi bir şey değildir. Uyuyup da rüyada geçirdiğiniz zamanı asla anlayamazsınız. Rüyada gördüğünüz olay, bazen seneleri kaplar; ama şu zaman anlayışımıza göre en uzun rüyanın iki dakikaya yaklaştığı bilimsel olarak tespit edilmiştir!. Rüya görmediğiniz anda geçen zamanın ise asla farkında değilsinizdir! Bazı saatler vardır, saniye gibi geçer; bazı dakikalar vardır, günler gibi gelir! “Gecenin uzunluğunu hastaya sor” sözü meşhurdur. Ölüm ötesi yaşamın on binlerce senesi, bu dünya itibariyle, sanki saatlermişçesine geçecektir.

……….Dolayısıyla bu arada şunu belirtmek isterim.

……….Ölümü tadış ile birlikte içine girilecek zaman boyutu, bildiğimiz gün ölçüleri değildir. Hele, kabirde hapis kalacak insanlar için zaman boyutu son derece farklı bir biçimde geçecektir.

……….Bütün bunlar insanların akıllarının alamayacağı ölçülerde olduğu için de son derece minyatürize boyutlarda konuşulmuş ve anlatılmıştır! Aslı öyle olduğu için değil! Akıllar kavrayamadığını reddedip de, geleceğin gerçeklerinden mahrum kalmasınlar, diye. Nitekim:

……….«- İnsanlara akılları ölçüsünde konuşunuz!.» (Ebu Davud)

……….Emri de, yapılan konuşmaların niye böylesine minyatürize boyutlarda gerçekleştiğini izaha yeterlidir.

……….Yerküremiz güneşin çevresinde saniyede 30 km hızla dönüyor… Güneş galaksi çevresinde saniyede 220 km. hızla dönüyor… Galaksi, yerel galaksi kümesi çevresinde 50 km hızla dönüyor… Yerel galaksiler kümesi de Virgo(başak) süper kümesi çevresinde (kabaca) saniyede 20 kilometre hızla dönmekte… Dönme bir o zaman başlamış ve hâlâ devam etmede…

……….Biraz bunu düşünmeye çalışır mısınız?

……….Haddini bilmek, ne demektir acaba?

……….İnsanın YERYÜZÜNDE halife olmasının” anlamı üzerinde düşündünüz mü hiç?

……….Ya ilmini değerlendir, ya da haddini bil; ne demek ola ki?

……….1 GÜNEŞ YILI, 255 MİLYON SENE!

……….Şu anda yaşadığımız dünyada fark etmemiz gereken bir şey var, o da şu:

……….Dünya nasıl güneşin çevresinde bir turunu tamamladığı zaman “1 yıl geçti” deniyorsa, aynı şekilde güneş dediğimiz yıldız da içinde bulunduğumuz “Samanyolu” adını verdiğimiz galaksinin merkezi etrafında tur atıyor.

……….Bizim Dünya’mız ve biz, Dünya ile birlikte Güneşe tâbi bir biçimde, Güneş’le beraber galaksinin merkezi etrafında tur atmaktayız.

……….Güneş, “Samanyolu” adını verdiğimiz bu galaksinin merkezinden yaklaşık 32 bin ışık yılı mesafeden, galaksinin merkezi çevresinde tur atıyor ve bu attığı turu tam 255 milyon senede tamamlıyor.

 ……….Yani Güneş’in 1 yılı, 255 milyon sene sürüyor!

……….Biz dünyaya nispetle, “1 sene” dediğimiz zaman 365 günlük süreci anlatmaya çalışıyoruz; ama Güneş’in galaksinin merkezi etrafında atmış olduğu bir tur, yani bizim Dünya’mızın Güneş’e tâbi olarak, Güneş’le beraber galaksinin merkezi etrafında attığı bir tur, 255 milyon sene sürüyor! Gerçek Güneş yılı 255 milyon sene!

……….Güneş etrafındaki Dünya turuna nispetle değil de, Galaksi merkezi çevresindeki dönüşümüze nispetle “YIL” dan söz edersek, 255 milyon yıl da “bir yaş” yaşamış oluyoruz!!!

……….Anlatabiliyor muyum?

……….Şimdi iyi düşünmeye başlayalım bu rakamlar üzerinde…

……….Şu anda Dünya üzerinde varız, fakat bir süre sonra “ölüm” dediğimiz olayla birlikte Dünya bizim gözümüzün önünden kaybolacak!

……….Çünkü biz dünyayı 5 duyuyla algılıyoruz.

……….ÖLÜMÜ TATMIŞ KİŞİ GÜNEŞ ZAMAN BİRİMİNE TÂBİDİR, KIYÂMETE KADAR!

……….Ölümü tatmış” bir kişi madde bedenden ayrıldığı ve kendi kabir âlemine girdiği veya berzah içi serbest yaşama geçtiği için; artık algılamakta olduğumuz Dünya, görüş alanından tamamıyla kaybolup; Dünya`nın manyetik çekim alanı halkası içinde ve Güneş yörüngesinde; Güneş tasarruf ve enerji alanı içinde yani Güneş platformunda yaşar! Ve de Güneş zaman birimine tâbidirler! KIYAMETE KADAR!

……….Şu anda nasıl Dünya üzerinde yaşarken, Güneş’in çekim alanına tâbi olarak Güneş’in çevresinde yaşamımıza devam ediyorsak; Güneşin ışınsal platformu üzerinde bu yaşamımız devam ediyorsa; “ÖLÜM” dediğimiz olayla birlikte madde bedenden kopmamıza, madde Dünya artık bizim için “Yok” hükmüne girmesine rağmen… Aynı şekilde, RUH boyutunda RUH bedenle, Dünyanın manyetik çekim alanına tâbi olarak, Von Allen kuşağı içinde kalan manyetik çekim alanında ve güneşin ışınsal platformu üzerinde, yani şu an mevcut olduğumuz alanda yaşamımıza yine devam ede gideceğiz.

……….Ancak bu yeni geçtiğimiz RUH boyutunda ruh bedenin algılama özelliği dolayısıyla Dünya’nın nazarımızdan kaybolmasıyla birlikte, güneşin ışınsal platformu üzerinde gene yaşamımıza devam edeceğiz.

……….Peki… Bu aşamada, hangi yaşam boyutuna tâbiyiz; dünya gözümüzden kaybolduğuna göre?

……….Dünya’nın, gündüz ve gece ve de zaman ölçüleri ortadan kaybolduğuna göre; güneşin çevresinde biz turumuzu atmaya devam ettiğimize göre; “güneşin zaman boyutu” na tâbi olacağız!. Yani Güneşin 1 yılı olan 255 milyon sene süre süreç, 1 yıl hükmüne gelecek bizim için!

……….255 milyon senelik süreç 1 yıl olacak bizim bu yeni yaşantı boyutumuzda, güneş yılı itibariyle!

……….KABİRDE (BERZAH ÂLEMİNDE), SIRAT’TA, MAHŞER’DE VE CEHENNEM’DE “ZAMAN”

……….Peki. Şimdi burada bir zaman var. Kendimize göre uydurduğumuz, kabullendiğimiz bir zaman!

……….Öldükten sonra da, kıyamete kadar olan devrede yine bir zaman kavramı var.

……….Muhyiddin İbnül Arabi’nin anlatımına göre:

……….Cehennemden çıkacaklar için yol 3000 senedir. Bin sene çıkış, bin sen düz gidiş, bin sene de iniş.” diye açıklıyor. Tabii ki, oranın zaman ölçüsüne göre.

……….Fakat Cehennemden çıktıktan sonra, çıkanlar için (oradan çıkıp Cennet boyutuna girenler için) Cennet boyutunda zaman var mı?

……….Şu anda dünyada yaşıyoruz. Ölüm denen olayla birlikte dünya gözden kayboluyor. Sanki dünya hiç var olmamış gibi!

……….Nasıl ki, uykudan uyanan bir insan, rüyasında gördüklerini bir süre hatırlar, Bilâhare o rüya silinir, gider. Yani, rüyanın ortamı ve yaşamı silinir hafızadan!

……….Aynı şekilde, ölümü tadan kişinin de hâfızasından dünya ve içindekiler kaybolup gider ve o, “Kabir âlemi” denen, “Berzah âlemi” denen âlemde yaşamaya başlar.

……….Bu âlemde yaşam devam ederken belli bir süre sonra büyük kıyamet meydana gelir. Büyük kıyametle birlikte dünyanın manyetik alanı ortadan kalkar ve yer yüzünde yaşamış olan bütün insanlar tek bir plâtformda bir arada ve cehennem her bir taraftan, alttan, üstten, sağdan, soldan, her bir yandan bu plâtformu kuşatmış vaziyette!.

……….İnsanların bu plâtformdan kaçmaları, Cehennemin içinden geçerek kaçıp kurtulma şansları var.

……….Ve herkes kendi inancına göre dünyada kazandığı ilmine göre, dünyada kazandığı belli güçlere göre bu cehennem ortamının içinden geçip, dışarı çıkmaya çabalayacak.

……….Bu süreçlerde hep, zaman kavramı işliyor.

……….SIRAT ise bir kaçış yoludur! Kaba mânâda anlaşıldığı üzere taştan-betondan bir köprü değil, bir tür hava köprüsü! Bir tür kaçış yolu.

……….Ve bütün bunlar, bugünkü zaman şartlanması içinde anlaşılacak bir olay da değildir! Zira o günün şartları içinde bir günün uzunluğu;

……….SİZİN DÜNYA SENESİ İTİBARİYLE BİR GÜN 50 BİN SENEDİR” (Mearic-4)

……….Meâlindeki Âyette gösterilen süredir. Yâni, şu anda aklımızın kavrayamayacağı kadar uzun süreçte!

……….GÜNEŞ ZAMAN BOYUTUNA GEÇEN KİŞİNİN FARKETTİĞİ GERÇEK

……….Biz, Dünya’da 70 senelik bir ömür sürsek, 70 sene bu dünyada yaşadığımızı kabul etsek; 70 sene sonra bu dünyadan ayrıldığımız zaman, 255 milyon senelik sürece göre, bir dünya ömrü nedir?

……….Güneşin, bizim şu anki algılamamıza göre 255 milyon sene süren, 1 senelik zaman ölçüsü içinde, bizim 70 senelik hayatımızın değeri nedir?

……….255 milyon senede, 70 yılın ne olduğunu anlamak için bir hesap yaparsak, görürüz ki 70 sene dediğimiz süreç, Güneş’in kendi yılı içinde, sadece 8.6 saniye olacaktır.

……….Yani, 70 sene yaşadıktan sonra bu dünyadan ayrılmış kişi, bu dünyadan ayrıldıktan sonra, Dünya onun gözünün önünden kalktıktan sonra, Güneş zaman boyutunu algılamaya başladığı zaman, diyecektir ki:

……….Ben Dünyada ne kadar kaldım acaba? Bir rüya süresi mi?

……….Kurân’da, Nâziat Sûresi’nin son âyetinde, bu ölüm ötesi yaşam boyutunun değerlerini fark eden insanın kullanacağı kelime olarak, “AŞİYYEN” kelimesi geçiyor:

……….“ZAMAN”IN DÖNÜŞÜMÜ ALDIĞIN HER NEFES, DÜN’ÜN YARINA DÖNÜŞÜDÜR

……….Her gün yeni bir başlangıç, yeniden yapılanma fırsatıyken, niye dünün tekrarıyla ömrü berbat etmek?

……….(Soru: Dün, yarına ne zaman dönecek?)

……….Aldığın her nefes dünün yarına dönüşüdür

……….Ve bu sonsuza dek devam eder…

……….Mârifet; dünü yarına döndürürken, dünü yarına taşımamak…

……….İnsansılarda ruh bedende nur beden yok.

……….İnsanlarda ruh beden yanında nur beden de mevcut ve onlar ruhun yanında nur bedenle de cehenneme giriyorlar…

……….BEN bugün yeni bir HULÛSİ’yim… Dünkü ben değilim bugünkü ben…

……….DÜNYADAKİ TÜM SAVAŞIMINIZ; ÜZME VE ÜZÜLMENİZ YALNIZCA 8,6 SANİYE!

……….Biz şu anda, Dünya üzerinde; Güneşe tâbiyiz.

……….Yani “Dünya zaman birimi” ne göre sen bu dünyada şu anda 50-60 sene yaşamış iken, dünyanın tâbi olduğu “Güneş zaman birimi” ne göre ise 70 yaşına ulaştığın anda 8.6 saniye yaşamış olacaksın.

……….Dünyada gözünü kapayıp da madde dünyası gözünde kaybolup da “Ruh boyutu” nda yaşamağa başladığın andan itibaren madde dünyasını algılayamayacak ama güneşin çekim alanı içinde yaşamağa devam edecek; güneş zaman boyutuna tâbi olacak ve 1 yılı 255 milyon sene olan zaman boyutuna geçeceksin.

……….Ve o zaman diyeceksin ki;

……….Ben dünyada ne kadar yaşadım?”

……….İşte Kurân’daki bir âyet onu diyor:

……….Onlar dünyadan ayrıldıktan sonra ölümü attıktan sonra, ya biz dünyada güneşin doğması kadar mı yoksa güneşin bir batımı süreci kadar mı yaşadık?” (Müminun Sûresi- 113-114)

……….Olay dakikalara indi!

……….Şu andaki 70 sene kavramı kayboldu.

……….Rüyada da yaşarken bir bakıyorsun. Çok uzun, bitmez geliyor süreç..

……….Uyanıyorsun.

……….Saniyelerle geçen bir evre!

……….45-50 saniyelik bir rüya süresi ve o rüya, o günün akşamüstü veya ertesi gün sizin için ne ifade ediyor?.

 ……….Ölüm” denen olayla birlikte, algılamaya başlayacağınız zaman boyutuna göre, dünyada 70 sene yaşamışsanız, sadece 8.6 saniye yaşamış olduğunuzu FARKEDECEKSİNİZ!

……….Dünya’daki tüm savaşımınız, üzme ve üzülmeniz hep bu süreç içinde!!!

……….Dünya’da bütün geçirmiş olduğunuz süreç ise, yalnızca, 8 saniye küsur!

……….70 senelik ömür itibariyle!

……….Ve bu 70 senelik ömür, dikkat edin, sizin için BRÜT bir süre!

……….Yani, buna çocukluk devresi, gençlik devresi, yaşlılık, hastalık veya bunama devresi dâhil!

……….Bu brüt süreçteki, net düşünebildiğiniz, yaşamı değerlendirebildiğiniz süreye inerseniz, geride ne kadar saniye kalacak!

……….İSLÂM GERÇEĞİNE göre, Dünya üzerinde yaşamakta olduğunuz süre, ölüm ötesi yaşamı kazanma, ölüm ötesi yaşam bedeninizi inşa etme, ölüm ötesi yaşam sermayenizi elde etme süreci!

……….Ölüm” denen olayla birlikte BOYUT DEĞİŞTİRİYORSUNUZ!

……….Değiştirdiğiniz boyuttaki süreç, Kıyamete kadar sürecek milyonlarla milyarlarla sene!

……….Dünyada geçirdiğiniz süreç ise, SANİYELERLE ÖLÇÜLEBİLEN BİR SÜREÇ, Güneş zaman boyutuna göre!.

……….Güneş zaman biriminde bir yıl ne kadardır?

……….Dünya`nın bir yılı, Güneş çevresindeki bir turudur; bilindiği üzere.

……….Güneş`in bir yılı ise, Samanyolu adını verdiğimiz Galaksimizin merkezi çevresindeki bir turudur! Merkezden yaklaşık 32.000 ışık yılı uzaklıktaki yörüngede yapılan bir tur tam 255 milyon sene sürmektedir! Yani, bir Güneş yılı 255 milyon dünya senesi olmaktadır!

……….Dünya üzerinde bir insanın, dünya zaman birimine göre 70 yıl yaşadığını kabul edersek; aynı insan gerçek boyutu olan Güneş zaman birimine göre sadece 8.6 saniye yaşamaktadır!

……….Yani, bir insan yetmiş sene yaşadıktan sonra Dünya yaşamından ayrılıp; Dünya`nın manyetik çekim alanının içinde yer aldığı, Güneş yörünge ve enerji alanı olan platformdaki hayata geçtiği anda fark edecektir ki, sadece 8.6 saniye yaşamıştır geçmişte!

……….İşte gerçekte bu üç-beş saniyelik Dünya yaşam süresi, -teknik nedenlerine girmek istemiyorum konuyu fazla yaymamak için- bize yıllar süren bir yaşam süreci gibi gelmektedir!

……….Tıpkı en fazla 50 saniye civarında gördüğümüz rüyaların, o rüya içindeyken çok uzun süreler gelmesi gibi! Ne var ki bir de, uyanıp aradan bir zaman geçtikten sonra, o rüyanın ne kadar sürdüğünü hatırlamaya çalışın!

……….İÇİNDE YAŞANILAN ZAMANI DEĞERLENDİRMEK, SİSTEM VE DÜZENİ KAVRAMAKLA MÜMKÜNDÜR ANCAK!

……….Allah “ismi” ile işaret edileni anlamamış olanların, içinde yaşadıkları düzen ve sistemi yani “DİN”i kavramış olmaları kesinlikle mümkün değildir! Bu durumda, içinde yaşadıkları günleri, olayları değerlendirmeleri de asla mümkün olmaz!

……….İnsanlar, içinde yaşadıkları sistem ve  düzeni anlamadıkları için de ne eşlerinin hakkını verirler; ne işlerinin hakkını verirler; ne de aşlarının haklarını verirler!

……….Hayâlî dünyalarının, evrensel gerçeklerle bütünleşmediğini fark ettikleri zaman da iş işten geçmiş olur!

……….Bunlar bir gerçektir ki, ancak huzur ve saadete ermesi dilenilmiş olanlar tarafından idrak edilebilir.

……….“HAKİKAT”  TARİHSEL DEĞİL; DERİNSELDİR!  İNSAN “DÜN” İLE OYALANDIĞI TAKDİRDE, YARINI KAYBEDER!

……….Eğer, bir daha dünyaya gelip yapmadıklarını yapma şansın yoksa… Ki, bu durum kesin bir hükümdür!

……….Eğer, şu dünyada geçireceğin vakit, daha sonraki sürecin milyarlarca ve milyarlarca sene sürecek boyutuna göre, okyanusa dalmış bir kuşun gagasındaki damla kadar az ve kısa ise…

……….Ve sen, geleceğini sadece bu süreç içinde kazanma şansına sahip isen; halâ daha, dedikodu ile gıybet ile etraf hakkında konuşmakla vaktini harcayacak lükse sahip olduğunu mu zan ediyorsun?

……….Aklı olan, zorunlu konuşmanın haricinde kalan tüm vaktini zikir ile değerlendirir, tespih ile değerlendirir.

……….Nerede olursa olsun, abdestli veya abdestsiz her halükârda zikir yapılabilir.

……….Öyleyse yapılacak şey, yanlışlardan en kısa zamanda dönmektir.

……….Fazilet; Yanlışını idrak ettiğin anda kendine itiraf edebilmek ve onun gereğini uygulayabilmektir.

……….İnsan, dün ile oyalandığı takdirde, yarınını kaybeder.

……….Yarınını kazandırmayacaksa, dünden bahsetme! (Ahmed Hulusi- Zaman kavramı)

……….Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

……….LEVHİ MAHFUZ VE ZAMANSIZLIK GERÇEĞİ

……….“… Gerçekten, senin Rabbinin Katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac Suresi, 47)

……….Zaman adı verilen algı, aslında bir anı bir başka anla kıyaslama yöntemidir. Örneğin bir cisme vurduğumuzda bundan belirli bir ses çıkar. Aynı cisme belli bir zaman sonra vurduğumuzda yine bir ses çıkar. Kişi, birinci ses ile ikinci ses arasında bir süre olduğunu düşünür ve bu süreye “zaman” der. Oysa ikinci sesi duyduğu anda, birinci ses sadece zihnindeki bir hayalden ibarettir. Sadece hafızasında var olan bir bilgidir.

……….Kişi, hafızasında olanı, yaşamakta olduğu anla kıyaslayarak zaman algısını elde eder. Eğer bu kıyas olmasa, zaman algısı da olmayacaktır. Aynı şekilde kişi, bir odaya kapısından girip sonra da odanın ortasındaki bir koltuğa oturan bir insanı gördüğünde, kıyas yapar. Gördüğü insan koltuğa oturduğu anda, onun kapıyı açması, odanın ortasına doğru yürümesi ile ilgili görüntüler, sadece beyinde yer alan bir bilgidir. Zaman algısı, koltuğa oturmakta olan insan ile bu bilgiler arasında kıyas yapılarak ortaya çıkar.

……….Zaman Algısının Oluşması

……….Zamanın, hareket eden cisimler ve meydana gelen değişimler arasında yaptığımız belirli bir sıralamadan doğan bir kavram olduğu gerçeği, bugün bilimsel olarak da kabul edilmiştir. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapmaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz.

……….Nobel ödüllü genetik profesörü ve düşünür François Jacob, Mümkünlerin Oyunu adlı kitabında zaman algımızın her zaman düzgün bir sıralamaya göre oluşmasının önemini şöyle anlatır:

……….Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini anlamamıza imkân vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici iş birliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri boyunca zıplayacağı bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır. Geçmiş ve gelecek için de aynı şey olacaktır ve dünya tastamam bize göründüğü gibi görünecektir.

……….Beynimiz belirli bir sıralama yöntemine alıştığı için şu anda dünya üstte anlatıldığı gibi işlememekte ve zamanın hep ileri aktığını düşünmekteyiz. Oysa bu, beynimizin içinde verilen bir karardır ve dolayısıyla tamamen izafidir (görecelidir). Gerçekte zamanın nasıl aktığını, ya da akıp akmadığını asla bilemeyiz. Bu da zamanın mutlak bir gerçek olmadığını, sadece bir algı biçimi olduğunu gösterir.

……….Genel Görecelik Kuramı Zamanın bir algı olduğu, 20. yüzyılın en önemli fizikçisi sayılan Einstein’ın ortaya koyduğu ‘Genel Görecelik Kuramı’ ile de doğrulanmıştır. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein adlı kitabında bu konuda şunları yazar:

……….Zamanın öznelliğini en iyi Einstein’in sözleri açıklar: “Bireyin yaşantıları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden hatırladığımız olaylar ‘daha önce’ ve ‘daha sonra’ ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle birey için bir ben-zamanı, ya da öznel zaman vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. Olaylarla sayılar arasında öyle bir ilgi kurabilirim ki, büyük bir sayı önceki bir olayla değil de, sonraki bir olayla ilgili olur.

……….Einstein, Barnett’in ifadeleriyle, “uzay ve zamanın da sezgi biçimleri olduğunu, renk, biçim ve büyüklük kavramları gibi bunların da bilinçten ayrılamayacağını göstermiş” tir. Genel Görecelik kuramına göre zamanın da, onu ölçtüğümüz olaylar dizisinden ayrı, bağımsız bir varlığı yoktur. Zaman bir algıdan ibaret olduğuna göre de, tümüyle algılayana bağlı, yani göreceli bir kavramdır.

……….Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek doğal bir saat yoktur. Lincoln Barnett’in belirttiği gibi “rengi ayırt edecek bir göz yoksa renk diye bir şey olmayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün hiçbir şey değildir.

……….Kuran’da zamanın göreceliği zamanın göreceliği, rüyada çok açık bir biçimde yaşanır. Rüyada gördüklerimizi saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte her şey birkaç dakika hatta birkaç saniye sürmüştür.
Modern bilimin bu bulgularının bize gösterdiği sonuç, zamanın materyalistlerin sandığı gibi mutlak bir gerçek değil, göreceli bir algı oluşudur.

……….İşin ilginç yanı ise, 20. yüzyıla dek bilimin farkında olmadığı bu gerçeğin, bundan yaklaşık 14 asır önce indirilen Kuran’da bildirilmiş olmasıdır. Kuran ayetlerinde, zamanın izafi bir kavram olduğunu gösteren açıklamalar bulunur. Modern bilim tarafından doğrulanan, zamanın psikolojik bir algı olduğu, yaşanan olaya, mekâna ve şartlara göre farklı algılanabildiği gerçeğini pek çok Kuran ayetinde görmek mümkündür. Allah, insan hayatının çok kısa olduğunu Kuran’da şu ayetlerle bildirir:

……….“Sizi çağıracağı gün, O’na övgüyle icabet edecek ve (dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız.” (İsra/52)

……….“Gündüzün bir saatinden başka sanki hiç ömür sürmemişler gibi onları bir arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar…” (Yunus/ 45)

……….Bazı ayetlerde, insanların zaman algılarının farklı olduğuna, insanın gerçekte çok kısa olan bir süreyi çok uzunmuş gibi algılayabildiğine işaret edilir. İnsanların ahiretteki sorguları sırasında geçen aşağıdaki konuşmalar bunun bir örneğidir:

……….“Dedi ki: ‘Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?” Dediler ki: “Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor.” Dedi ki: “Yalnızca az (zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz.'” (Müminun/112-114)

……….Allah bazı ayetlerde de, zamanın farklı ortamlarda farklı bir akış hızıyla geçtiğini bildirir:

……….“… Gerçekten, senin Rabbinin Katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac/47)

……….“Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir.” (Mearic/4)

……….Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O’na yükselir.” (Secde/5)

……….Tüm bu ayetler, zamanın izafiyetinin çok açık birer ifadesidir. Bilimin 20. yüzyılda ulaştığı bu sonucu bundan yaklaşık 1400 yıl önce Allah’ın Kuran’da bildirmiş olması ise, elbette, Kuran’ı, zamanı ve mekânı tümüyle sarıp kuşatan Yüce Allah’ın indirdiğinin delillerinden bir tanesidir.

……….Zamanın izafiyeti, kader gerçeğini de açıklamaktadır zamanın izafiyeti ile ilgili açıklamalarda ve ayetlerde görüldüğü gibi, zaman algıyla değişkenlik gösteren, sabit olmayan bir kavramdır. Örneğin bizim için milyarlarca yıl süren bir zaman dilimi, Allah Katında bir andır. Bizim için 50 bin yıllık bir süre, melekler ve Cebrail için bir gündür.

……….Bu gerçeğin bilinmesi, kader konusunun kavranması açısından çok önemlidir. Çünkü kader, Allah’ın geçmiş ve gelecek tüm olayları “tek bir an” içinde yaratmış olmasıdır. Bu da, Allah Katında evrenin yaratılış anından kıyamete kadar olan her olayın yaşanmış ve bitmiş olması demektir.

……….İnsanların önemli bir bölümü, Allah’ın henüz yaşanmamış olayları önceden nasıl bildiğini, Allah Katında geçmiş ve gelecek tüm olayların nasıl yaşanıp bittiğini ve kaderin gerçekliğini kavramakta zorlanırlar. Oysa “yaşanmamış olaylar” bizim açımızdan yaşanmamış olaylardır. Çünkü biz Allah’ın yarattığı zamana bağlı olarak yaşamımızı sürdürürüz ve hafızamıza verilen bilgiler olmadan hiçbir şey bilemeyiz.

……….Allah, dünyadaki imtihan ortamı gereği “gelecek” olarak isimlendirdiğimiz olayları hafızamıza vermediği için, gelecekte ne olacağını da bilemeyiz. Allah ise zamandan ve mekândan münezzehtir, zaten bunların tümünü yoktan yaratan Allah’tır. Bu nedenle Allah Katında geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir. Bir olayın başı da sonu da O’nun Katında tek bir anda yaşanır. Örneğin Firavun’un nasıl bir sona uğradığını Allah, daha Hz. Musa’yı Firavun’a göndermeden, Hz. Musa daha doğmadan, hatta Mısır devleti daha kurulmadan önce bilir ve tüm bu olaylar Firavun’un sonu ile birlikte Allah Katında tek bir an olarak yaşanmıştır. Geçmiş ve gelecek hazır olarak, hepsi aynı anda mevcuttur.

……….Zaman İçinde Yolculuk Zamanla ilgili bilim adamları tarafından yapılmış olan açıklamalar Kuran ayetleriyle tam bir uyum gösterir. Buna göre zaman, algılarımıza göre şekillendirdiğimiz bir kavramdır. Tüm algılarımızı da bize hissettiren Allah olduğuna göre, Allah izin verdiği takdirde bir insanın zaman içinde ileri doğru ya da geriye doğru yolculuk yapabilmesi elbette ki mümkündür.

……….Bu konuyu daha iyi anlamak için zamanı bir film şeridine benzetebiliriz. Filmin tersten çekildiğini düşünürsek film kahramanı da gelecekten geçmişe doğru yolculuk yapmış olacaktır. Ya da baştaki bir kareyi bir anda sona saracak olursak filmdeki karakter bir anda gelecekteki bir anı görmüş olacaktır.

……….İşte bizim dünyada algıladığımız zaman kavramı da bundan farksızdır. Dolayısıyla Allah dilediği takdirde bu algı düzenini değiştirir ve insan geleceğe ya da geçmişe yolculuk yapabilir. Kuran’ın pek çok ayetinde bu konuya işaret edilmiş ve zaman içinde Rabbimiz’in dilediği kişinin farklı bir boyut yaşayabileceği bildirilmiştir. Örneğin Allah, Kuran’da haber verilen mümin bir topluluk olan Kehf Ehli’ni üç yüzyılı aşkın bir süre derin bir uyku halinde tutmuştur. Daha sonra uyandırdığında ise bu kişiler zaman olarak çok az bir süre kaldıklarını düşünmüşler, ne kadar uyuduklarını tahmin edememişlerdir:

……….“Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık.” (Kehf/11-12)

……….“Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: ‘Ne kadar kaldınız?’ Dediler ki: ‘Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.’ Dediler ki: ‘Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir…'” (Kehf /19)

……….Ayetlerden de anlaşıldığı gibi Kehf Ehli’nin uykuya yatmadan önceki zaman dilimi ile uykudan kalktıkları anki zaman dilimi birbirinden farklıdır. Allah buna benzer bir durumu bir başka ayetinde daha bildirir. Bakara Suresi’nin 259. ayetinde ıssız bir şehre uğrayan bir adam haber verilir. Allah bu adamı yüz yıl ölü bırakıp, sonra diriltmiştir. Ancak adam kendisinin bir gün, hatta bir günden az kaldığını zannetmiştir. Hatta geçen yüz yıllık süre zarfında, adamın yiyecekleri bozulmamış, eşeği de olduğu yerde durmaktadır. Söz konusu ayet şu şekildedir:

……….Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki: ‘Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?’ Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki: ‘Ne kadar kaldın?’ O: ‘Bir gün veya bir günden az kaldım’ dedi. Allah ona ‘Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?’ dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki: (Artık şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah, her şeye güç yetirendir.’ (Bakara( 259)

……….Ayette Allah, bu olayı bir ibret olarak haber verdiğini de bildirmektedir. Bu ayetten de Kehf Ehli’nin uykusu gibi, zamanın Allah’ın kontrolünde geliştiği ve Allah’ın dilemesiyle zamanda geleceğe ve geçmişe gidilebileceği açıkça görülmektedir.

……….Kuran Ayetlerindeki İşaret Allah Katında zamanın tek bir an olduğunu, Allah için geçmiş ve gelecek olmadığını Kuran’daki bazı ayetlerde yer alan işaretlerden ve bilgilerden de anlarız. Bizim için gelecek zamanda olacak bazı olaylar, Kuran’da çoktan olup bitmiş bir olay olarak anlatılmaktadır. Çünkü Allah geçmişi de geleceği de, bir an olarak zaten yaratmıştır. Bu nedenle gelecekte olacağı anlatılan bir olay zaten olup bitmiştir. Ama biz görmediğimiz için onu gelecek zannederiz.

……….Örneğin, ahirette insanların Allah’a verecekleri hesabın haber verildiği ayetlerde, bu çoktan olup bitmiş bir olay olarak anlatılmaktadır:
……….Sur’a üfürüldü; böylece Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetliyorlar. Yer, Rabbinin nuruyla parıldadı; kitap kondu; peygamberler ve şahitler getirildi ve aralarında hak ile hüküm verildi, onlar haksızlığa uğratılmazlar. İnkâr edenler, cehenneme bölük bölük sevk edildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: “Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” Onlar: “Evet.” dediler. Ancak azap kelimesi kâfirlerin üzerine hak oldu. Dediler ki: “İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından (içeri) girin. Büyüklüğe kapılanların konaklama yeri ne kötüdür.” Korkup-sakınanlar da, cennete bölük bölük sevk edildiler… “(Zümer/68-73)

……….Bu konudaki diğer ayetler ise şöyledir:

……….(Artık) “Her bir nefis yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir.” (Kaf/21)

……….Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, ‘sarkmış-za’fa uğramıştır.’ (Hakka/16)

……….“Ve sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir. Orada tahtlar üzerinde yaslanıp-dayanmışlardır. Orada ne (yakıcı) bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler.” (İnsan/12-13)

……….“Görebilenler için cehennem de sergilenmiştir.” (Naz’iat/36)

……….“Artık bugün, iman edenler, kâfir olanlara gülmektedirler.” (Mutaffifin/34)

……….“Suçlu-günahkârlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır.” (Kehf/53)

……….Tüm bu ayetlerde, ölümümüzden sonra yaşanacak olan olaylar, yaşanmış ve bitmiş olaylar olarak anlatılmaktadır. Çünkü Allah, bizim bağlı olduğumuz izafi zaman boyutundan münezzeh olandır. Allah tüm olayları zamansızlıkta dilemiş, insanlar bunları yapmış, tüm bu olaylar yaşanmış ve sonuçlanmıştır. Küçük büyük her türlü olayın, Allah’ın bilgisi dâhilinde gerçekleştiği ve bir kitapta kayıtlı olduğu gerçeği ise aşağıdaki ayette şöyle haber verilir:

……….“Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kuran’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın.” (Yunus/ 61)

……….Kadere Teslimiyetin önemi, geçmiş ve geleceğin gerçekte Allah Katında yaratılmış ve yaşanmış olarak saklı ve hazır olaylar olmaları bize çok önemli bir gerçeği gösterir: Her insan kayıtsız ve şartsız kaderine teslim olmuştur. İnsan nasıl geçmişini değiştiremezse, geleceğini de değiştiremez. Çünkü geçmişi gibi geleceği de yaşanmıştır; geleceğindeki tüm olaylar, ne zaman, nerede, ne yemek yiyeceği, kiminle ne konuşacağı, ne kadar para kazanacağı, hangi hastalıklara yakalanacağı, nihayetinde ne zaman, nasıl, nerede öleceği hepsi bellidir ve bunları değiştiremez. Çünkü bunlar zaten Allah Katında, Allah’ın hafızasında yaşanmış olarak bulunmaktadır. Sadece bunların bilgisi henüz kendi hafızasında değildir.

……….Dolayısıyla başlarına gelen olaylara üzülenler, sinirlenenler, geleceği için kaygılananlar, hırslananlar aslında kendilerini boş yere yormaktadırlar. Çünkü nasıl olacağından kaygı ve korku duydukları gelecekleri, zaten yaşanmıştır. Ve ne yaparlarsa yapsınlar bunları değiştirme imkânları bulunmamaktadır.

……….Bu noktada belirtilmesi gereken çok önemli bir nokta, yanlış bir kader anlayışından kaçınmak gerektiğidir. Bazı insanlar, “nasıl olsa kaderimde ne varsa o olacak, o zaman benim hiçbir şey yapmama gerek yok” diyerek çarpık bir kader anlayışı geliştirirler. Her yaşadığımızın kaderimizde belli olduğu bir gerçektir. Biz daha o olayı yaşamadan önce o olay Allah Katında yaşanmıştır ve bilgisi de tüm detayları ile Allah Katındaki Levh-i Mahfuz isimli kitapta yazılıdır.

……….Ancak, Allah her insana sanki olayları değiştirmeye, kendi karar ve seçimine göre hareket etmeye imkânı varmış gibi bir his verir. Örneğin insan, su içmek istediğinde bunun için “kaderimde varsa içerim” diyerek oturup beklemez. Bunun için kalkar, bardağı alır ve suyunu içer. Gerçekten de kaderinde tespit edilmiş bardakta, tespit edilmiş miktarda suyu içer. Ancak, bunları yaparken kendi iradesi ve isteği ile yaptığına dair bir his duyar. Ve hayatı boyunca bu hissi her yaptığı işte yaşar. Allah’a ve Allah’ın yarattığı kaderine teslim olmuş bir insan ile bu gerçeği kavrayamayan bir insan arasındaki fark şudur: Teslimiyetli olan insan, kendi yaptığı hissini yaşamasına rağmen, bunların tümünü Allah’ın dilemesi ile yaptığını bilir. Diğeri ise, her yaptığını kendi aklı ve gücü ile yaptığını zannederek yanılır.

……….Kadere iman eden bir insan, başına gelen hiçbir olaydan dolayı üzülmez, ümitsizliğe kapılmaz. Bunun yerine son derece tevekküllü, teslimiyetli ve daima huzurlu olur. Çünkü Allah insanların başlarına gelen her şeyin önceden belli olduğunu, bu nedenle başlarına gelen zorluklara üzülmemelerini ve kendilerine verilen nimetlerle şımarmamalarını emretmiştir. (Hadid/23)

……….İnsanın karşılaştığı zorluklar da, elde ettiği başarı ve zenginlikler de Allah’ın takdiri iledir. Bunların hepsi Rabbimiz’in insanları denemek için kaderlerinde önceden belirlediği olaylardır. Bir ayette bildirildiği gibi,

……….“… Allah’ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir”. (Ahzab/38)

……….Bir hastalığı olduğunu öğrenen teslimiyetli bir insan, bunun kaderinde olduğunu bildiği için son derece tevekküllü davranır. “Allah bunu kaderimde yarattığına göre, mutlaka büyük bir hayır vardır” diye düşünür. Ama “nasılsa kaderimde iyileşmek varsa iyileşirim” diyerek tedbir almadan beklemez. Aksine, olabilecek tüm tedbirleri alır. Doktora gider, beslenmesine dikkat eder, ilaçlarını alır. Ancak gittiği doktorun, doktorun uyguladığı tedavinin, aldığı ilaçların, bunların kendi üzerinde ne kadar etkili olacağının, iyileşip iyileşmeyeceğinin, kısacası her detayın kaderinde olduğunu unutmaz. Bunların hepsinin, Allah’ın hafızasında, daha kendisi dünyaya gelmeden önce hazır olarak bulunduğunu bilir. Allah, Kuran’da, insanların yaşadıkları her şeyin önceden bir kitapta yazılı olarak bulunduğunu şöyle bildirir:

……….“Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır. Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah’ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” (Hadid/22-23) (MUSTAFA DEMİRBAŞ

……….Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

……….Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 


ESMA DERSLERİ – 17 – EL HÂLIK (D)

$
0
0

el-halik-1

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

………“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

………Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 ………“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

………Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

………KÂİNAT KAVRAMI

………Öncelikle ve kesinlikle şunu belirtelim ki, kim “ALLAH” isminin mânâsını anlamamışsa, mevcûdâtın yapısını öz değeriyle bilmesine asla imkân yoktur!

………Esasen, evrenin ve insanın yapısını dahi, ancak, “ALLAH”ın ne olduğunu anlayabildikten sonra kavramak şansına sahibiz. Aksi halde, lokalize değerlendirmelerle yetinmek zorunda kalacak ve konunun özünden mahrum olacağız!

………KÂİNAT İLÂHİ İSİMLERİN MÂNÂLARIDIR!

………Kâinat tümüyle ilâhi isimlerin mânâlarının varlığından başka bir şey değildir!. Ve bu mânâlar kendi varlığında seyredilmektedir, Kendinin dışında değil!.

………Bu sebepledir ki, “kâinat” ismi altında var olan varlık, Hakk’ın varlığıdır ve ‘’Hakk’ın ilâhi isimleri’’ diye kastedilen mânâlar, kâinatta aşikâre çıkmaktadır.

………Temelde, 5 duyuya göre madde var kabul edilir ise de; aslında madde 5 duyuya yani kesitsel algılama araçlarının kapasitesine göre vardır. Dar bir değerlendirme skalasına göre, madde vardır!

………Eğer geniş açıdan bakarsak, geniş bir skala ile bakarsak, geniş bir değerlendirme mekanizmasıyla bakarsak, “madde” diye bir şey yoktur.

………Sen, bugün, gözünün kesitsel kapasitesi dolayısıyla evleri, binaları, dağları v.s. görüyorsun. Eğer bundan çok daha hassas bir göze sahip olsaydın, o zaman uzaydaki yıldızları seyrettiğin, aralarındaki boşlukları gördüğün gibi; bu defa atomları görecektin, içindeki boşluklarını görecektin ve senin hissiyatını da o gördüklerin etkileyecekti! Ve o gördüklerine göre hüküm verip, değerlendirme yapmak durumuna gidecektin!

………Öyleyse, âlemlerde mevcut olan şeyler, hakikati ve aslı itibariyle sadece ve sadece mânialardır! Çeşitli ilâhî isimlerin mânialarıdır!

………DÜNYA ÜZERİNDE VE EVRENDE VAROLAN HERŞEY MELEKLERDEN MEYDANA GELMİŞTİR.

………Biz, her hangi bir madde, dediğimiz zaman, bu madde, beş duyu verilerine göre, maddedir!. Yani, “görece madde”dir!.

………Bugün modern bilim tespit etmiştir ki, gerçekte madde diye bir şey yoktur!. Beş duyu dolayısıyla, biz maddenin varolduğuna hüküm veriyoruz.. Oysa gerçekte, evrende var olan her şey, çeşitli dalga boylarındaki mânâlardan ibarettir.

………Her ne kadar 1900`lerin başına kadar koyu bir maddecilik, “madde vardır, ötesi yoktur” görüşü hâkim olsa da; dünya üzerinde, 1910`lardan, 1920`lerden, bilim dünyasında başlayarak günümüze gelen bilim seviyesi artık, madde diye bir şeyin var olmadığını, sadece bizim beş duyumuzun maddeyi bize var gösterdiğini, esasında madde denilen her şeyin atomlardan ve atomların da ışık kuantlarından, çeşitli dalga boylarından var olduğunu gösterdi.

………İşte, “var olan; Dünya üzerinde ve Evrende var olan her şeyin meleklerden meydana gelmesi” demek, bu dalgasal yapı ve atomaltı boyutun, ışınlarından ve kuantsal enerjiden meydana gelmesi demektir.

………“ALLAH İSİMLERİ”NİN MÂNÂLARININ KUVVEDEN FİİLE ÇIKIŞIYLA ÂLEMLERİN YARATILMASI BAŞLAMIŞTIR!

………Peki bu âlemlerdeki seyir nedir?

………Seyir” dediğimiz veyahut da Allah’ın nazarı dediğimiz, Allah’ın bakışı dediğimiz olay nedir?

………Bunu kendinizden anlayabilirsiniz. Sizdeki bakış nedir?… Baktığın zaman karşında bir cisim görüyorsun, bir nesne görüyorsun, bir varlık görüyorsun… Peki, Allah’ın bakışında böyle ayrı ayrı birimsel varlıklar var mı?

………Aynı suali senin açından soralım… Senin yönünden, ayrı ayrı görülen birtakım varlıklar var mı acaba… Göz, beynine birtakım veriler ulaştırıyor; beyne belli bir bioelektrik mesaj ulaşıyor ve beyin tahayyül yoluyla bu nesneyi değerlendiriyor.. Bu mânâyı algılıyor. Algıladığı mânâyı, algılamasına yardımcı olması yönünden de hayal gücüyle belli bir görüntü tahayyül ediyor..

………Gerçekte beyin için görüntü söz konusu mu?..

………Beyin için, algılama, idrak söz konusu! Görüntü, algılamaya yardımcı bir faktör..

………Gerçekte sen görmüyor musun?. Senin bakışından kasıt, basirettir, yani o şeyi idraktir!. O şeyin ne olduğunu anlayabilmektir!. Ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu anlayabilmektir!. Bakmaktan gaye, basiretin mânası itibariyle bir şeyin ne olduğunu anlamaktır. Yani o şeyin varlığının ne olduğunu, nasıl olduğunu, niçin meydana geldiğini bilebilmektir.

………Peki, bu âlemlerin varlığı, gerçek fiili bir varlık mıdır, yoksa var kabul ediş yollu bir varlık mıdır?

………Âlemlerin, her bir âlem içinde meydana gelen varlığın varlığı, bir ilâhi mânâya dayanır, dedik. Bu mânâlarsa kendinde bulduğu mânâlardır! Allah’ın kendinde seyreylediği mânâlardır! O varlığın kendinde bulduğu mânâlar, var kabul etme yollu mânâlar değildir!

………Fakat bu mânaların fiil dediğimiz bir biçimde âşikâre çıkışı, “yaratılma” dediğimiz bir biçimde, çeşitli mânaların bir arada oluşuyla meydana gelen, bir fiili varoluştur ki, bu fiili varoluş ”vehmî” bir kabul ediştir. Fakat bu vehmi var kabul edişte, o terkibin mânası olan varlığa aittir! Dolayısıyla vehim, “kul” ismi anlamında yerini alır..

………İlâhi mânada ise, Allah’ın, Zâtına, sıfatına ve kendi mânalarına nazarı söz konusudur ki, bu nazar, bahsettiğimiz sıfatların ve bu sıfatının vasfının neticesidir!

………Allah için “vehim” tâbirini kullanmak yersiz olur… Allah’ın kendi mânâlarının seyrini anlatma sadedinde geçmişte bu tâbir kullanılmışsa da; bu, konuya yaklaşım sağlayabilmek, adapte olunmasını temin etmek bakımından kullanılmıştır. Yoksa gerçek mânâda, ilahi mânâda, Allah’ın “vehim” yollu kabulü diye bir şey söz konusu olmaz.

………Allah âlemleri, “var kabul etmesiyle” değil, yaratmasıyla oluşturmuştur!

………Çünkü âlemler, isimlerin mânâlarını kendinde bulması hasebiyle, o mânâlardan oluşmuştur! Mânâların âşikâre çıkmasıdır!

………O mânâların kuvveden fiile çıkması, “yaratılma” denen olaydır; “yaratılmanın başlangıcı”dır.

………KÂİNAT, ALLAH’IN “İLİM SIFATI”NIN MÂNÂSIYLA OLUŞMUŞ; DİĞER ESMÂLAR (MÂNÂLAR) DA BUNU PEKİŞTİRMİŞTİR!

………“Allah”ın vasıfları” diye anlatılan Allah’ın İlim sıfatı, Allah’ın kudret sıfatı bizim bugün söylediğimiz “Kozmik Bilinç” adını taktığımız, “Evrensel Bilinç” adını taktığımız şeyden başka bir şey değil… Tâbir değişikliği var.

………Allah’ın ilim sıfatının zuhurudur bu Kâinat!. O ilim sıfatının mânâsıyla oluşmuştur, diğer esmâlar bunu pekiştirmiştir. diye mecâzî anlattığımız olay esasında bugün bilimsel olarak târif ettiğimiz şeyden gayrı bir şey değildir.

………Yani Din ve bilim iki ayrı şeyi anlatmıyor ve incelemiyor!.

………Mevcud tek bir şey var…

………Bu şey geçmişte o günün şartları içinde DİN kavramı kapsamı içinde anlatılmış mecâzî ifadelerle, biz onun anlatığı aynı şeyi bugün gelişen bilim ve teknoloji ile çözüp deşifre edip anlamağa çalışıyoruz; başka isimler veriyoruz… Halbuki ayrı ayrı isimlerle anlatılan, hep aynı Tek yapı!.

………EVREN, TEKİL BİR ENERJİ YUMAĞIDIR

………Evren aslı itibariyle tekil bir enerji yumağıdır!.

………Algılayabildiğimiz sebep-sonuç ilişkisi kadarı ile de bu enerji yumağının özünde “bilinç” diye isimlendirdiğimiz sistematik bir oluşturma(var etme) mekanizmasının var olduğu mutlak gerçektir.

………Buna kimi “doğa kanunu” adını takar kimi de “yaratılış yasaları” veya “Sünnetullah” der…

………Sonuçta hepimiz bu yasalara tâbi ve bu yasaların sonucu olarak var olmuş varlıklarız!

………KÂİNAT, ENERJİNİN YOĞUNLAŞMASIYLA MEYDANA GELMİŞTİR!

………Enerji, bizim 5 duyuyla algılayamayacağımız, ancak şuurumuzla bilincimizle tesbit edebildiğimiz bir cevherdir, “Öz”dür!

………Kâinat” adı altında hangi isimle anarsak analım, tüm varlık enerjinin yoğunlaşmasıyla meydana gelmiştir. Dolayısıyla “o nesnenin neresindedir enerji?” diye bir sual olmaz! Çünkü o nesne, o enerjinin yoğunlaşmış hâlidir.

………EVREN VE İÇİNDE VAROLAN HERŞEY “YOK”TAN VAROLMUŞTUR!

………ALLAH“, ilmindeki sonsuz mânâlar dolayısıyla; bu mânâlara işaret eden Esmâül Hüsnâ denilen isimlerinin anlamlarını-kavramlarını dilediği şekilde terkiplendirerek; sonsuz sınırsız sayıda varlıklar meydana getirmiştir.

………O“nun sonsuz sınırsız sayıda meydana getirdiği bu varlıklar; “O“nun, ilmiyle ve ilminde yarattığı varlıklardır!.

………Dolayısıyla bu yönü itibarıyla, evren ve içinde varolan her birim; mikro planda veya makro planda, mikrokosmozda veya makrokozmozda mevcut olan her birim, “yaratılmıştır!.

………Mikro veya makro planda var olan her birim, “O“nun ilmiyle, “O“nun ilminden, “O“nun varlığıyla meydana gelmiş olması sebebiyle de; o varlıklarda, “O” varlığının dışında birşey asla mevcut değildir!.

………İşte bu son derece önemli iki noktayı hiçbir zaman dikkatimizden kaçırmayacağız.

………Nasıl iki göz bir görürse, işte bu “iki” görüş de “bir“liği meydana getirir. Birisinden gâfil kalırsak farkında olmadan ötekinden de uzak düşeriz.

………Biraz evvel açıkladığımız üzere, kendi yarattıklarından, kendi varettiklerinden hiçbirine benzememe özelliği “ALLAH’ın Ahadiyeti“nin tabii bir sonucudur. Çünkü “O”nun dışında bir varlık asla mevcut olmamıştır!.

………Hattâ bunu ifade sadedinde şu cümle söylenmiştir.

………A`yanı sabite vücûdun kokusunu almamıştır!.”

………Âyanı sabite, bütün bu varolan varlıkların aslı orijini olan ana mânâlardır!.

………İşte bu sebepledir ki, bütün bu evren ve içinde varolan herşey, “yok“tan varolmuştur!. “Yok“tan da ancak “yok” varolur!.

………Yani, bu ifade ile anlatılmak istenen şey, herşeyin Zât-ı ilâhinin ilminde varolmasıdır!

………Bu, yokken varolmuş herşey, sadece ve sadece “ALLAH’ın ilmi” ile ve “Kendisinden” vücud bulmuştur!.

………BİGBANG, ESMÂ DÖNÜŞÜMLERİ NEDENİYLE MEYDANA GELEN OLAYLARDAN BİRİDİR!

………Bigbangle yaratılmış bir evren sözkonusu değildir. Bu evren zamansız olarak yaratılmış ve zamansız devam edecektir.

………Evrenin yaratılmış olduğu Hükmidir. Yaratılışı Zât-ı İlâhiye göredir.

………Esmâsını seyretmeyi dilediği zaman meydana getirmiştir. Evrende esmâ zuhuru dönüşümleri nedeniyle meydana gelen olaylardan biri de Bigbang’dir.

………EVRENİN ALGILADIĞIMIZ BOYUTU GENİŞLİYOR!

………(Soru: Evren devamlı genişliyorsa, Evrenin sonunda yani sınırından sonra ne var?..)

………Evrenin algıladığımız boyutu genişliyor… Ancak kendi öz yapısıyla gerçek evren sonsuz ve sınırsızdır… Ötesi diye bir şey yok!…

………Olay boyutsallık içinde anlaşılmalı… Bigbang algıladığımız boyutla ilgilidir.

………EVREN NİÇİN GENİŞLİYOR?

………Kâinatta geçerli ana kural; “doğar, büyür, ürer, ölür” yani” dönüşür”dür!.

………Bu, her şey için böyledir!. Bunun her şey için böyle olması, varlıkların yokken var olduğunun, belli bir süre genişleyeceğinin-büyüyeceğinin–üreteceğinin ve sonunda da tekrar yok olacağının açık isbatıdır!.

………EVREN, TEK BİR CANLI GİBİDİR SANKİ TÜM BOYUTSALLIKLARIYLA; YA DA EVREN İÇRE EVRENLERİYLE!

………Zerre itibariyle, zerre ve külden söz edilirken; İlm-i ilâhide, hepsi tek bir nefs olarak yer alır. Buna;

………“O (Allah) ki, sizi nefs-i vahide’den/tek bir nefs’den yarattı” (7:189),

………Onların hepsi kıyamet günü O’na ferd olarak gelir” (Meryem:95) ayetleri işaret eder.

………Yani, ilm-i ilâhide “zerreler” yoktur “tek bir yapı” sözkonusudur. Bunun idrak edilmesi herkes için kolay olmayabilir.

………Evren tek bir canlı gibidir sanki tüm boyutsallıklarıyla; ya da evren içre evrenleriyle!!! “Ruh-u Â’zâm” da demişlerdir buna…

………EVRENİ MEYDANA GETİREN BİLİNÇ

………Evreni meydana getiren bilince “İLİM” denir.

………Senin ruhunda belli idrâkları ortaya koyan ALLAH’IN İLMİdir.

………ORİJİNİ İTİBARİYLE KÂİNAT “İLİM”DEN İBARETTİR!

………Evren, gerçeği itibariyle holografik tümel yapıdır. Ancak bu tümel yapı, sonsuz sayıda, bakılınca parçacık özelliği gösteren değişik frekanslı dalgalardan oluşmuştur!

………Her dalgaboyu paketi ancak kendi türünden olan dalgalar tarafından algılanabilmektedir! Böylece de çokluk kavramı ortaya çıkmaktadır.

………Evrendeki holografik bilinç ise, “Allah’ın ilim sıfatı”ndandır; ve holografik esasa göre her zerrede, parçacıkta, dalgada tümüyle mevcuttur!

………Orijini itibariyle kâinat, ilimden ibarettir!

………Gerçekte, görülen hiç bir şey, görüldüğü üzere mevcut olmayıp; evrensel ilim sûretleri ve bu ilim sûretlerini deşifre eden ilmî algılayıcılar mevcuttur!

………EVRENDEKİ HOLOGRAFİK BİLİNÇ, “ALLAH’IN İLİM SIFATI”NDANDIR VE HER ZERREDE-PARÇACIKTA-DALGADA TÜMÜYLE MEVCUTTUR!

………Bohm’a göre bilinç, bölünmezlik ve akışkanlığın en güzel göstergesidir, bu nedenle holografik modele çok uygundur.

………İki veya daha çok kişiler arasındaki açıklanamıyan bağları en iyi holografik model açıklamaktadır.”

………Yani… Evren, gerçeği itibariyle holografik tümel yapıdır. Ancak bu tümel yapı, sonsuz sayıda, bakılınca parçacık özelliği gösteren değişik frekanslı dalgalardan oluşmuştur!… Her dalgaboyu paketi ancak kendi türünden olan dalgalar tarafından algılanabilmektedir!… Böylece de çokluk kavramı ortaya çıkmaktadır.

………Evrendeki holografik bilinç ise, “Allah’ın ilim sıfatı”ndandır; ve holografik esasa göre her zerrede, parçacıkta, dalgada tümüyle mevcuttur!.

………EVREN İÇRE EVRENLER HOLOGRAFİK GERÇEKLİK DOĞRULTUSUNDA HER ZERREDE MEVCUTTUR!

………ALLAH” ismi ile bize bildirilen, eskilerin “evren içre evrenler”, yenilerin “paralel evrenler” dediği tüm yapıları, zamansızlık “AN” boyutunda ilmiyle, ilminden ve ilminde yaratmıştır!

………Tüm evrenler holografik gerçeklik doğrultusunda her bir zerrede mevcuttur!  Rasûlullah aleyhisselâm 1400 küsur yıl önce bu gerçeğe “Zerre küllün aynasıdır! diyerek işaret etmiştir.

………KÂİNAT, ALLAH’IN “İLİM SIFATI”NIN ZUHURUDUR

………Evrenin gerçek boyutlarına, bir açıklamasında “yedi kat semânın her biri bir diğeri içinde çöldeki yüzük gibi kalır” diyerek işaret eden Allah Rasûlü’nün bildirdiği Din’den bîhaber; 1400 küsur yıl öncenin bedevisi bakışıyla, geçen süreç şartlarının getirdiği sınırlı anlayış yorumları ve dahi “ALLAH ismiyle işaret edilen Yüce Zât”ın başlı başına Tek Vücûd -beden anlamında değil– olduğunu; O`nun varlığının dışında ikinci bir varlığın söz konusu olmadığını; O`nun, “Sınırsız-Sonsuz TEK” olduğunu idrâk edebilirsek..

………Ayrıca, O`nun her hangi bir varlıktan meydana gelmemesi; yine sınırsız-sonsuz olması nedeniyle de O`ndan meydana gelmiş olan ikinci bir varlığın da var olmadığını anlayabilirsek; işte bu anlayışlar neticesinde görürüz ki;

………Sınırsız Tek, “İlmi“nde, tüm varlıkları, âlemleri düşünmüş, değerlendirmiş, oluşturmuş ve bunları yok etmiştir.

………Bir diğer ifade ile Sınırsız-Sonsuz TEK;

………“İlminde, âlemleri yok`tan ilmi ve kudretiyle var etmiş ve onlar ismi altında kendi esmâsının tecellilerini ilim boyutunda seyretmiştir”!

………Sınırsız-sonsuz Tek`in ilminde var olan bu mânâ sûretleri, yine kendi varlığı yani isimlerinin özellikleriyle meydana gelmiş; kendi varlığı ile meydana gelen bu sûretler, O`nun “kaza“sının, “hükmü“nün gereğini ortaya koymuşlar; ortaya konan bu mânâları seyreden yine Kendisi olmuştur.

………Tüm varlık, ilim`de mevcut olan bir varlık!

………Kâinat, ilim`de var olan bir kâinat!

………Dolayısıyla, Allah varlığı dışında ya da içinde ikinci bir varlık, vücud, evren, mevcut değil!

………Buna dair çok basit bir misâl vermek gerekirse şunu söyleyebiliriz:

………Siz, oturduğunuz yerde, düşüncenizde bir dünya hayâl ediyorsunuz… Düşüncenizde var ettiğiniz, hayâl ettiğiniz bu dünya üzerinde de çeşitli özelliklere sahip insanlar oluşturuyorsunuz… Bu, oluşturduğunuz insanlar ve varlıklar sizin ilminizde, hayâlinizde mevcuttur ve yoktan var olmuştur. Eğer “var” kabul edilirlerse, onlar yalnızca sizin varlığınızla mevcuttur; ve neticede de “yok”turlar!

………İşte, tüm “evren”ler ve onların içindeki tüm boyutlar, katmanlar ve tüm varlıklar, böylesine, İlm-i ilâhi`de var edilmiş, O`nun varlığı ile kâim olan, gerçekte “yok”tan varolup “el an yok olan” varlıklardır!

………Bu hususu eğer anlayıp, idrâk edip, hissedebilirsek görürüz ki;

………Yüce Zât, hangi mânâlara uygun sûretlerin olmasını “MÜRÎD” isminin işaret ettiği şekilde “irade” etmişse, o şekilde onları “oldurmuş“tur! O, onları “yok”tan “var” etmiş; onların üzerinde irade ettiği şekilde tasarruf etmiş; ve onlara ne görev vermişse, hepsi de “isteyerek” O`na icâbet etmiştir!

………SONSUZ ENERJİ DENİZİ, KUANTLARDAN KİŞİNİN BEYNİNE KADAR HERŞEYİN ASLIDIR VE BUNUN GERİSİNDE DE VAROLUŞUN SONSUZ BASAMAKLARI MEVCUTTUR!

………Bugünkü fizik anlayışımıza göre, evrenin her bölgesi, değişik dalga boylarının meydana getirdiği, farklı boyutlarda oluşmuştur. Her dalganın da bir enerjisi vardır.

………Fizikçiler, bir dalganın sahip olacağı minumum enerjiyi hesapladıklarında, “uzaydaki, bir cm3`lük boşluk, evrendeki bilinen tüm maddenin enerjisinden daha çok enerjiye sahiptir” sonucuna varmışlardır.

………Bazı fizikçilerin, bu hesapta bir yanlışlık olması gerektiği savına karşın; Bohm, bunun, gizli iradenin çok büyük ve saklı doğası hakkında küçük bir fikir verdiğini söyler. Bu fizikçileri de, okyanusta, yüzdüğü denizin farkında olmadan, içindeki maddelerle ilgilenen balıklara benzetir.

………Bohm, bu sonsuz enerji denizindeki, uzay-madde ilişkisini şu benzetme ile anlatır:

………Mutlak sıfır derecesinde soğutulmuş bir kristal, elektronlarının hiç dağılmadan içinden geçmesine izin verir. Isı biraz arttırılırsa, kristaldeki çeşitli çatlaklar, elektron dağılımına neden olur.

………Burada eğer elektron gözüyle bakarsak, bu çatlaklar, sonsuzluk denizinde yüzen maddeler olarak görünür. Oysa her ikisi de aynı yapının “DERİNDEKİ KRİSTALİN” farklı görüntüleridir.

………Bohm, aynı şeyin bizim, mevcut boyutumuzda da geçerli olduğunu söyler… Yani, uzay boş değil, doludur!. Ve biz dâhil, tüm mevcûdatın mekânıdır!

………Görünen muazzam, maddesel yapısına rağmen evren, kendi kendine mevcut değildir!. Ancak, çok uzak ve güçlü bir vasînin üvey evlâdıdır! Daha da kötüsü, bu vasînin önemli bir uğraşı da değil, geçici bir gölgesidir.

………Sonsuz enerji denizi, gizli iradenin tek yönü değildir. Çünkü gizli irade, atomaltı parçalardan, maddenin her şekline, enerjiye, hayata ve bilince, kuantlardan kişinin beynine kadar herşeyin aslıdır.

………Bohm’a göre bu, herşeyin sonu da değildir, belki de gerisinde hayâl bile edemeyeceğimiz başka düzenleyici katlar vardır. Yani varoluşun sonsuz basamakları.

………Fizikçiler, uzayın, ışık ve birbirini kesen-içiçe geçen bir sürü elektromanyetik dalgalarla dolu olduğunu kabul etmektedirler. Daha önce de gördüğümüz gibi parçacıklar, aynı zamanda dalgalardır.

………Bu da gördüğümüz her fiziki objenin ve herşeyin gerçekte girişim örnekleri olduğunu ispatlamaktadır. Bir gerçek ki, bu ifadeler tartışmasız holografik yapıyı anlatmaktadır.

………Bir başka tespit de 1982 de fizikçi Alain Aspect tarafından yapılan deney sonucu elde edildi. Kalsiyum atomları lazerle ısıtılarak ikiz fotonlar elde edildi ve bu fotonların 6.5 metrelik bir boru içinde zıt yöne doğru hareket etmeleri ve özel filitrelerden geçerek iki polarizasyon analizörüne yönlendirilmesi sağlandı. Her filitrenin, bir analizörden diğerine yön değiştirtmesi, saniyenin on milyonda biri kadar süre aldı. Işığın, iki foton dizisini ayıran 13 m’lik boruyu geçmesi ise, saniyenin 30 milyonda biri kadar süre aldı. Buradan da fotonların, bilinen herhangi bir fiziksel yöntemle haberleşemeyeceği anlaşıldı.

………Aspect, kuantum teorisinin de önerdiği gibi, her fotonun ikiziyle aynı polarizasyon açısını bildiğini buldu. Buradan çıkan iki sonuçtan biri Einstein’ın aksine, ışık hızından daha hızlı bir sürat olabileceği idi ki bunu kabul etmek zordu. İkincisi ise, yersiz olarak iki fotonun iletişimde bulunduğu idi.

………İngliz fizikçi Paul Davis’e göre parçacıklar devamlı olarak birbirlerine geçme ve ayrılma durumlarında olduklarına göre, kuantum teorisinin yersizlik görüşü, doğanın genel özelliği idi. Bu bilgiler de Bohm’a büyük destek sağladı.

………Bu günkü fizik anlayışımıza göre, evrenin her bölgesi, değişik dalga boylarının meydana getirdiği, farklı boyutlarda oluşmuştur. Her dalganın da bir enerjisi vardır.

………KÂİNAT, “İNSAN”IN SAYISIZ VASIF VE ÖZELLİKLERİNİN ORTAYA ÇIKMASI İÇİN MEYDANA GETİRİLMİŞ YAPIDIR!

………“İNSANI meydana getirdim beni hâmil olması için… Ve kâinatı da, İNSANI hâmil olması için meydana getirdim!”

………“Beni hâmil olması” beyânından murad, maddi ya da fiziki taşıma değildir elbette ki. “Varlığında barındıran” anlamında.

………Ancak unutmayalım ki, bir insan var, bir de ondan ayrı bir mekânda veya boyutta mevcut Tanrı var da; birincisi ikincisini bünyesinde barındırıyor, değil!

………Bir fiilin, o fiilli oluşturan mânâyı hâmil olması gibi bir taşımadır burada kastedilen mânâ. Yani, mânâ fiilin içinde nasıl mevcut ise, İNSAN’ın da rabbini hâmil olması öylecedir.

………Yoksa, olayı mekân ve madde boyutları içinde anlamak son derece ilkel ve yetersiz bir düşünce şekildir. İnsanın, ilâhî isimlerin zuhûr mahalli olması, yukarıdaki şekilde ifade edilmiştir, mecâzî bir anlatım ile.

………Veya şöyle de bunu ifade edebiliriz;

………İnsanı meydana getirdim beni taşıyan olması için. Yani, benim vasıflarımla meydana getirdim insanı ki, benim isimlerimin mânâlarını taşıyıp onları zâhire çıkartması için. Ve tüm boyutlarıyla evreni de insanı taşıması için meydana getirdi!

………Günümüzde Kozmik Bilinç diye tanımlanan İNSAN-I KÂMİL’in tüm özelliklerinin, her an değişik bir şekilde ortaya çıkışıyla, varlığını devam ettiren kâinat dahi, bu özelliğiyle İNSANI taşıyan olarak mevcuttur!

………İnsan-ı Kâmil‘in sahip olduğu özelliklerin ve mânâların kuvveden fiile dönüş mahalli olan kâinat, bu yönüyle elbette ki, insanı taşımak üzere meydana getirilmiş olarak târif edilmiştir.

………Bunu daha değişik bir ifade ile şöyle de dile getirebiliriz.

………İNSAN’ın sayısız vasıf ve özelliklerinin ortaya çıkması için meydana getirilmiş yapıdır kâinat. Sanki bedenin kendisi kâinattır, özü ruhu da İNSAN-I KÂMİL ya da bugünün deyimiyle Kozmik Bilinç!

………ORİJİNİ İTİBARİYLE KÂİNAT “İLİM”DEN İBARETTİR!

………Evren, gerçeği itibariyle holografik tümel yapıdır. Ancak bu tümel yapı, sonsuz sayıda, bakılınca parçacık özelliği gösteren değişik frekanslı dalgalardan oluşmuştur!

………Her dalgaboyu paketi ancak kendi türünden olan dalgalar tarafından algılanabilmektedir! Böylece de çokluk kavramı ortaya çıkmaktadır.

………Evrendeki holografik bilinç ise, “Allah’ın ilim sıfatı”ndandır ve holografik esasa göre her zerrede, parçacıkta, dalgada tümüyle mevcuttur!

………Orijini itibariyle kâinat, ilimden ibarettir!

………Gerçekte, görülen hiç bir şey, görüldüğü üzere mevcut olmayıp; evrensel ilim sûretleri ve bu ilim sûretlerini deşifre eden ilmî algılayıcılar mevcuttur!

………EVRENDEKİ HOLOGRAFİK BİLİNÇ, “ALLAH’IN İLİM SIFATI”NDANDIR VE HER ZERREDE-PARÇACIKTA-DALGADA TÜMÜYLE MEVCUTTUR!

………Bohm’a göre bilinç, bölünmezlik ve akışkanlığın en güzel göstergesidir, bu nedenle holografik modele çok uygundur.

………İki veya daha çok kişiler arasındaki açıklanamıyan bağları en iyi holografik model açıklamaktadır.

………Yani…

………Evren, gerçeği itibariyle holografik tümel yapıdır. Ancak bu tümel yapı, sonsuz sayıda, bakılınca parçacık özelliği gösteren değişik frekanslı dalgalardan oluşmuştur! Her dalgaboyu paketi ancak kendi türünden olan dalgalar tarafından algılanabilmektedir! Böylece de çokluk kavramı ortaya çıkmaktadır.

………Evrendeki holografik bilinç ise, “Allah’ın ilim sıfatı”ndandır ve holografik esasa göre her zerrede, parçacıkta, dalgada tümüyle mevcuttur!

………EVREN, TEKİL BİR ENERJİ YUMAĞIDIR.

………Evren aslı itibariyle tekil bir enerji yumağıdır!

………Algılayabildiğimiz sebep-sonuç ilişkisi kadarı ile de bu enerji yumağının özünde “bilinç” diye isimlendirdiğimiz sistematik bir oluşturma(var etme) mekanizmasının var olduğu mutlak gerçektir.

………Buna kimi “doğa kanunu” adını takar kimi de “yaratılış yasaları” veya “Sünnetullah” der.

………Sonuçta hepimiz bu yasalara tâbi ve bu yasaların sonucu olarak varolmuş varlıklarız!

………KÂİNAT, ENERJİNİN YOĞUNLAŞMASIYLA MEYDANA GELMİŞTİR!

………Enerji, bizim 5 duyuyla algılayamayacağımız, ancak şuurumuzla bilincimizle tesbit edebildiğimiz bir cevherdir, “Öz”dür!

………Kâinat” adı altında hangi isimle anarsak analım, tüm varlık enerjinin yoğunlaşmasıyla meydana gelmiştir. Dolayısıyla “o nesnenin neresindedir enerji?” diye bir sual olmaz! Çünkü o nesne, o enerjinin yoğunlaşmış hâlidir.

………ALLAH’IN YARATTIKLARININ TAMAMI, MELEKLER VE MELEKLERİN VARLIĞINDAN OLUŞMUŞ VARLIKLARDIR!

………Meleklere iman niçin önemlidir ve imanın şartları arasına girmiştir?

………Allah’a imanı anladık. Rasûle imanı anladık. Zarùri! Kur’ân şart, hükümleri ulaştırıyor!

………Peki, hayatımızda hiç melek görüyor muyuz?

………Hayır!

………Görmek mümkün mü? Bizimle konuşuyor mu, bir ilintisi var mı?

………Hayır!

………Peki, meleği bilsek n’olur, bilmesek n’olur? Kabul etsek ne kazanırız, kabul etmesek ne kaybederiz? Yani, meleği bilmek niçin önemli ve o derece önemli ki, imanın şartları arasına girmiş! Âmentü’ye yerleşmiş! Âmentü’nün esaslarından olarak bildirilmiş!

………Âmentü billâhi ve melâiketihi” diyorsunuz.

………Dikkat edin.”Ve kütübihi ve resùlihi”, daha sonra geliyor. Allah’tan sonra iman sırasında “meleklere iman” çok önemli.

………Niye?

………Allah’ın hükümlerinin bize ulaşmasında en başta gelen aracı kat, “melekler”!

………Sistemin işleyişinde ana mekanizma ,”melekler”!

………Allah’ın esmâsının açığa çıkmasında ilk merhale,”melekler”!

………Allah’ın esmâsını bizim anlamamıza vesile olan aracı kat, “melekler”!

………Üzerinde “DİN” dendiği zaman en az düşündüğümüz-en az ilgi duyduğumuz konu, yine ,”melekler”!

………Hâlbuki Allah’ın yarattıklarının tamamı, (azı-birazı-biraz çoğu- biraz çoğu nun daha çoğu demiyorum!) Allah’ın yarattıklarının tamamı, melekler ve meleklerin varlığından oluşmuş varlıklardır!

………Gözünüzün gördüğü-kulağınızın işittiği-5 duyu dediğimiz duyularınızın algıladığı ve 5 duyu ötesinde, belki 5 bin duyunun varolduğu beyninizin tüm  algıladığı  her şey, esasında meleklerdir.

………Atomüstü boyutun tüm birimlerinin gerçekte “melek” diye anlatılmak istenen “boyut varlıkları” olduğunu farkedeceksiniz.

………İnsanın veya daha geniş kapsamlı anlatımıyla varlıkta var olan herşeyin kökeni Dinde “Meleki yapı” olarak isimlendirilmiştir.

………EVRENDE SAYISIZ BOYUTLAR VE O BOYUTLARA AİT SAYISIZ DEĞERLER VE O DEĞERLERLE KENDİNE ÖZGÜ CANLILIK SAHİBİ SAYISIZ TÜRLER MEVCUTTUR!

………Evrenin, sonsuz dalgaboyundan meydana gelen, bilemediğimiz sayıdaki boyutta olan gerçek yapısına karşın; insanın, sadece kesitsel algılama araçlarıyla(beşduyu) değerlendirme yapmak zorunda olması nedeniyle; gerçekte, asla “Evren“den sözedilemiyeceği; ancak “İnsanın evreni”nden bahsedilebileceği, kesinlik kazanmıştır!

………İşte acı ama kesin olan bu gerçek karşısında, insan için geriye ne kalıyor?

………Beşduyu sınırlarıyla kayıtlı insan beyinlerinin, bilimsel veriler ve bulgular eşliğinde, yeni düşünce sistemleri ile çevresini ve içinde yaşadığı boyutun gerçeklerini doğruya en yakın biçimde tesbit edebilmek

………İşte sorunumuz burada başlıyor.

………Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, beşduyunun kendisine ulaştırdıklarıyla değerlendirme yapmak mecburiyetiyle yüzyüze olan beyin, günümüzde şu gerçeği tesbit etmektedir.

………Algılanan boyutların ötesinde, sayısız boyutlar ve o boyutlara ait sayısız değerler ve o değerlerle, kendine özgü canlılık sahibi sayısız türler mevcuttur! Öyle ise biz, bilimsel verilerin doğrultusunda düşünürsek, göreceğiz ki, bizim madde boyutumuzun dışında; kendi madde boyutlarında, fakat bize GÖRE ışınsal yapılı canlılar ortamı hadsiz hesapsızdır.

………KÂİNATIN BOYUTSAL OLARAK SONU YOKTUR! KÂİNATIN SONLULUĞU, HÜKMÎ BİR SONLULUKTUR!

………İlâhi isimlerin mânâlarına ne bir son bir vardır, ne de kâinata bir son vardır!

………Kâinatın sonluluğu, hükmi bir sonluluktur!. Ancak, fiiliyatı itibariyle de sonsuzdur!

………Sonsuz olması ilâhi isimlerin mânâlarına dayanması itibariyledir ki bu mânâlar da sonsuzdur!

………Bu kâinat içinde meydana gelen her bir fiil, bir mânânın fiile dönüşmesinden başka bir şey değildir.

………EVREN, ALLAH’IN DİLEDİĞİ TÜM MÂNÂLARI ÂŞİKÂRE ÇIKARTABİLECEK İSTİDAT VE KÂBİLİYETTEDİR!

………Allah” isminin bütün mânâlarının “İnsan“da zuhûrundan birinci mânâ, Evrende ilâhî isimlerin zuhûrudur.

………Evren, varoluş kâbiliyet ve istidat itibariyle Allah’ın dilediği, takdir ettiği bütün mânâları âşikâra çıkartabilecek durumdadır. Daha önce yaşamışlar bu durumu; Allah, ilmine ayna olmak üzere “İnsan-ı Kâmil“i yaratmıştır; diye târif etmişlerdir.

………Dolayısıyla, İnsan-ı Kâmil, “Allah“ın tüm isimlerinin bizâtihi zuhur mahallidir ki, bu yüzden de, onun dışında hiç bir zuhur mahalli mevcut olamaz.

………Bu itibarla, evrende algıladığımız her oluş ve onun taşıdığı anlam bir ilâhî ismin ya da isimler bileşiminin ortaya çıkışından başka bir şey değildir.

………EVREN, HER AN YENİ OLMAK ÜZERE SAYISIZ ÖZELLİKLERİNİ ORTAYA KOYAR!

………Evet, evren adını verdiğimiz, gerçekte Tek tümel yapı, kendi programı içinde her an yeni olmak üzere sayısız özelliklerini ortaya koymaktadır. İşte, evrenin bu ışınsal ana yapısı; bizim kendimizi madde zan edişimize ve madde dünyamıza nisbetle, “HAYÂL” olarak nitelendirilmiştir.

………Nitekim madde âleminin, gerçekte, bir “sanış” olduğunu ve gerçek yapının, “ışınsal yapıdan başka bir şey olmadığını” açıklayan Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhivesellem) madde yapının ve yaşantının bir “RÜYA” hükmünde olduğunu vurgulayarak şöyle demiştir:

………“İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar!”

………EVREN, ALLAH’IN DİLEDİĞİ TÜM MÂNÂLARI ÂŞİKÂRE ÇIKARTABİLECEK İSTİDAT VE KÂBİLİYETTEDİR!

………Allah” isminin bütün mânâlarının “İnsan“da zuhûrundan birinci mânâ, Evrende ilâhî isimlerin zuhûrudur.

………Evren, varoluş kâbiliyet ve istidat itibariyle Allah’ın dilediği, takdir ettiği bütün mânâları âşikâra çıkartabilecek durumdadır. Daha önce yaşamışlar bu durumu; Allah, ilmine ayna olmak üzere “İnsan-ı Kâmil“i yaratmıştır; diye târif etmişlerdir.

………Dolayısıyla, İnsan-ı Kâmil, “Allah“ın tüm isimlerinin bizâtihi zuhur mahallidir ki, bu yüzden de, onun dışında hiç bir zuhur mahalli mevcut olamaz.

………Bu itibarla, evrende algıladığımız her oluş ve onun taşıdığı anlam bir ilâhî ismin ya da isimler bileşiminin ortaya çıkışından başka bir şey değildir.

………KÂİNAT İÇİNDE VAROLAN HER BİR VARLIK İLÂHİ İSİMLERİN MÂNÂLARININ FİİLE DÖNÜŞMESİDİR!

………Bu kâinat içinde meydana gelen her bir fiil, bir mânânın fiile dönüşmesinden başka bir şey değildir… Öyle ise bu âlem içinde, bu kâinat içinde varolan her bir varlık ilâhi isimlerin mânâlarının fiile dönüşmesiyse; Allah’ın varlığının Zât’ı ve sıfatı itibariyle fiilde aşikâr olabileceği en şerefli mahal olmuştur!

………KÂİNATTA VAROLAN HERŞEY, O “RUH” ADLI MELEĞİN GÜCÜNDEN, “O”NUN İLMİYLE MEYDANA GELMİŞTİR!

………ALLAH evvelâ aklımı yarattı. ALLAH evvelâ nûrumu yarattı!.”

………Diye Hz. Rasûlullah’ın açıklamasında yer alan “akıl” ve “nur“, işte bu “Ruh” adlı Melek, yani, “RUHU ÂZAM“dır.

………Yani, bölünmesi parçalanması söz konusu olmayan, mânâda beliren ilk tekillik, birimlik kavramıyla mevcut olandır.

………Soyutun somuta dönüşmesi sınırında oluşan varlıktır. Elbette burada, beş duyuya göre somutluktan sözetmiyoruz!

………Yani, “ilmi ilâhi“de ilk mânâ sûretinin belirmesidir. Arş ve bunun altındaki oluşan ilk melektir.

………Bu Melek`ten katman katman, boyut boyut diğer melekler meydana gelmiş; ayrıca her bir boyutun da kendine has melekleri oluşmuştur.

………Melekler, nur yapılıdır. Bunu bugünkü dille ifade etmek gerekirse, enerji kökenlidir diyebiliriz.

………Herşey enerjiden meydana gelmiştir” dendiği zaman, burada bahsedilen enerjidir.

………Yalnız bir yanlış anlamayı ortadan kaldıralım.

………Enerji”, “ALLAH“‘ın “kudret” vasfının kuvveden fiile çıkması hâlindeki adıdır. Yani “NUR“‘dur. “Nur” diye bahsedilen şey, bir tür “salt enerji“dir.

………Bu bilinçli enerji (kudret), “Kozmik Bilinç”, evrende var olan herşeyi kendisinden meydana getirmiştir.

………Bir diğer ifade ile bu kâinatta var olan herşey, O “RUH” adlı Meleğin gücünden, “O“nun ilmiyle meydana gelmiştir!

………Eğer varlıktaki nesnelerin, yani kesitsel algılama araçları ile algılayabildiğimiz veya algılayamadığımız; tesbit edemediğimiz ama akıl yollu varlığını kabul ettiğimiz bütün varlıklar, gerçekte hep meleklerin varlığından ibarettir.

………Çünkü evrende var olan her şey “enerji“den meydana gelmiştir. Yani, “nur“dan meydana gelmiştir. Meleklerin varlığı da “nur“dur; dolayısıyle, meleklerden meydana gelmemiş hiç bir şey yoktur!

………İnsan” denilen varlığın aslı, orijini de melektir!

………Maddenin aslı da melektir!

………Çünkü melekler, her şeyin varlığını oluşturan “ALLAH” isimlerinin anlamlarının, soyut boyuttan somutluk ortamına geçişinde yer alan ilk bilinçli, kaynak varlıklardır!

………Bu yüzden, melek, kişinin kendi özünü, hakikatını, aslını, orijinini tanımada çok önemli bir boyut ve önemli bir katmandır!

………İşte “Melekût Âlemi” diye anlatılan, sayısız mânâlar ihtiva eden mikrodalga kökenli kozmik âlem de; “Ceberût Âlemi” diye anlatılan da, o sayısız mânâları hâvi TEK bir KOZMİK BİLİNÇ’TİR!.

………KÂİNAT TEK BİR ZAMAN BOYUTUNDAN İBARETTİR!

………Bir hadis-i kudsi ’de Allahû Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu naklediyor Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem:

………“-İnsanoğlu bana eziyet eder! Ey kahpe dehr (zaman), der. Kimse, Ey kahpe DEHR, demesin. Şüphesiz ki BEN DEHR’im!. Geceyi gündüze çevirenim”.

………DEHR, “an” kelimesinin karşılığıdır. Ancak burada, “an”ı şartlanma yollu kabullendiğimiz izâfi, yâni nesneye göre “zaman” olarak anlamamak gerekir.

………Bize göre, dünyanın kendi çevresindeki bir dönüşü bir günü, 365 dönüşü bir seneyi, 365×100 dönüşü de yüzyılı, “asr”ı oluşturur. Bunlar insanın hükümlerine göre kabullenilmiş, “göresel-izâfî zaman”dır.

………Gerçekte ise ZAMAN “tek”tir. Ezel-ebed tümüyle Allah katında tek bir “an”, “DEHR” kelimesiyle ifade bulmuştur.

………Göresel zaman, yâni, izâfî zaman, bizim “vehim” yollu var kabûllendiğimiz bir ölçüdür. Bu süreç ise, içinde yaşadığımız ortama, hıza, bir diğer ifade ile boyuta göre değişir.

………Madde boyutundan yola çıkıp, salt şuur boyutuna doğru ilerledikçe izâfî zaman birimi de sürekli olarak değişir ve kapsamı genişler.

………Esasen DEHR kelimesiyle anlatılmak istenen boyut, tüm varlığın kendisinden oluştuğu bir tür evrensel enerjidir, (kudret sıfatıdır) eğer tâbiri câiz ise.

………Normal günlük zaman birimiyle şartlanmış ve kayıtlanmış beyinlerin bu zaman birimini anlaması elbette ki imkânsızdır!

………İşte bu gerçek dolayısıyladır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de ileriye dönük olarak gerçekleşeceği bildirilen pek çok olay olmuş-bitmiş şeyler olarak “geçmiş” zaman ifadesiyle anlatılmıştır.

………Zirâ, Ezel-Ebed esasen tek bir varlık olması itibariyle, ilâhî bakış boyutunda; ya da eski ifade tarzı ile “İlm-i ilâhî” de, tek bir bakıştır!

………Ehli hakikatın tasavvufta bildirmiş olduğu şu sır da buradan kaynaklanmaktadır:

………Esasen tecellî tek bir tecellîdir! “Tecellî-i Vâhid”dir! İkinci bir tecellî olmamıştır! Görülen, yaşanan, hissedilen, idrâk edilen, tahayyül ve tefekkür edilen her şey bu Tecellî-i Vâhid’in tafsilinden ibarettir!

………İşte bu anlatılan husus tasavvufta “Ân-ı dâim” tâbiri ile dile getirilmeye çalışılmıştır.

………Aslında işin orijinine ulaşabilen “Zâtiyyûn” için bu “an-ı dâim” dahi bir “ân-ı muhayyel” diye izaha çalışabileceğimiz, “İlm-i Allah”tan başka bir şey değildir.

………Ve varlığın tümü, Allah katında bir ilmî hükümden başka bir şey değildir!. Yâni, o boyut itibariyle âlemin bir varlığı söz konusu değildir!.

………Bu sebepledir ki, bu hakîkata işaret etmek isteyen ehlullah, “Âlemler tümüyle hayâlden başka bir şey değildir!.” demişlerdir.

………Bunu kavrayabilmek, tamamıyla bir “zevk” işidir. Yâni sezgi yoluyla, bu gerçeği algılayıp, bunu yaşayabilme işidir. Bu dahi ancak “İLM-İ LEDÜN” denilen ilâhî bir ilim türünün kişide izhârı ile mümkündür.

………Demek ki…

………Gerçekliği itibariyle, Kâinat tek bir zaman boyutundan ibarettir… Algılayabilene!

………Bu zaman boyutu içinde, hükmü ilâhî ile sayısız boyut yoğunlaşmaları gerçekleşmiş algılayıcısına göre ve bundan da sayısız isimlerle anılan varlıklar meydana gelmiştir.

………Bu noktada, çok büyük bir yanılgıyı da bu kitapta yazmış olmak için, ifadeye çalışalım.

………Âlemde mevcût varlıkları tümünün, ilmî ilâhî de mevcût bulunması hükmünün, yanlış anlaşılması dolayısıyla, şu yanlış kanâate varılmıştır: İlim mâlûma tâbidir!.

………Yâni, bilinen tüm varlıklar, ezelde, ilmi ilâhide mevcut olduğu için, Allah onların neler yapabilme kabiliyet ve kapasitesinde olduğunu biliyordu; ve bu yüzden de onların kaderlerini, bu istidat ve kabiliyetlerine göre yazdı!.

………Bu aslında, “Allah yaratıklarına zulmetmiyor, onların ilmi ezelîde görülen durumlarına göre verilen bir hükümdür. Dolayısıyla da Allah kimseyi zorla cehenneme atıp zulmetmiyor”, diyebilmek için icat edilmiştir.

………Bir hadîs-i şerîfte Rasûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

………-Allah var idi. Ve onunla beraber hiçbir şey yok idi!

………Bu açıklaması Hazreti Ali’ye ulaştığı zaman, o da bu ifâdeye şu şekilde bir açıklık getirmiştir:

………“An”, o “ân”dır!. (El ân kemâ kân!)

………Evet, “ân” Rasûlullah aleyhisselâtu vessellâmın bahsetmiş olduğu o “ân”dır!. Yâni, tüm varlık O tek “ân” içinde yerleşiktir!. Tecellî, tek bir tecellîden ibarettir!.

………Ve… İlm-i ilâhî’de mevcût olan, sayısız isimlerle isimlendirilmiş bütün varlıklar ilim yolu ile, “kendini seyretme” gâyesine mâtuf olarak “yoktan varedilmiş” yâni, “yaradılmış” varlıklardır!.

………Hayy” vasfıyla kastedilen mânâda hayat sıfatı sahibi varlık, “ilim” sıfatıyla kendinde seyretmek istediği mânâları o mânâlara uygun sûretler ile müşahedeyi “MÜRÎD” ismince irade etmiş; “Kudret” sıfatıyla onlara birimsel görüntüler ve izhar etmek istediği mânâlara uygun “akıl” hibe etmiş; kendi ilminden varetmesi dolayısı ile onlara ve onlardan her an bir bakış açısı oluşturmuş böylece “SEMΔ ve “BASÎR” isimlerinin mânâları ortaya çıkmış; birimsellikleri daha önce “kelâm” vasfından “kelime”ler şeklinde oluşmuş; ve nihâyet “tekvin” vasfıyla da ef’âl âleminde yaşam oluşmuştur.

………Buna rağmen. “Allah” ismiyle işaret edilen indinde…

………“An” tek bir ândır , DEHR’dir!. Her şey, bu boyut itibariyle olup bitmiştir!. Gerisi ise, suya atılan bir taşın etrafında oluşan küre halkalar gibi sayısız boyutlardaki oluşlardan başka bir şey değildir.

………Bir boyutta yaşanmakta olan, bir önceki boyutta yaşanmış olaydan başka bir şey değildir!.

………Beynin üst düzeylerdeki çalışma kapasitesine ulaşması sonucu yapabildiği “Şuur sıçramaları” ise, o birimin bir üst boyuttaki yaşama ve gerçeklere erişebilmesi anlamını doğurur.

………Hakikat ehli olan “tahkik ehli” zevât, bu “şuur sıçramaları” ile bir üst boyutlara intikal ederek; içinde bulunduğu boyutta oluşagelen şeylerin, nasıl, neden ve hangi gayeye dönük olarak gerçekleştiğini lütfû ilâhi yollu seyredebilir.

………“MEKÂN”, HARİÇTE MEVCUT OLAN BİRŞEY DEĞİLDİR!

………Einstein ilk olarak uzay ve zamanla ilgili düşüncelerimizin yanlışlığını ortaya koydu…

………Mekânın, maddi şeylerin olanaklar içindeki tertibine verilen bir addan başka bir şey olmadığını anlatırken; zamanın da, dışarıda değil bizim kendi zihnimizde yaşayan bir şey olduğunu; olayların birbiri ardınca dizilişinden başka bir şey olmadığını söylüyordu…

………Einstein bunları daha açık bir şekilde de şöyle izaha çalışıyordu:

………“Mekân dediğimiz şey, hariçte mevcut olan bir şey değildir… Bizim, mekânda idrak ettiğimiz şeyler, aslında mevcudatın öz yapısından dış yapısına, yahut da, dış yapısından öz yapısına doğru bir dizilme içinde bir bütündür; ve zaman dahi bu diziliş içinde yer alan, birini ötekine göre kıyaslama metodundan başka birşey değildir…”

………İşte bilimin bu şekilde yepyeni bir gelişme hızına kavuştuğu sırada, 1915’de evrenin de – daha doğrusu evrende madde olarak tespit edilmiş bulunan şeylerin – tek bir asıldan meydana gelmiş olduğu, Langevin tarafından ispat edilmişti…

………Ki bu da, gene Einstein’in nazariyesi sayesinde ortaya çıkıyordu…

………EVRENDE MEKÂNI OLAN BİR TANRI YOKTUR!

………BOHM’un, KUANTUM açıklamasında yeni boyut dediği ve “KUANTUM POTANSİYELİ” diye adlandırdığı bu görüşe göre;

………Atomaltı parçacıklarda sâbit bir yer söz konusu olmadığından, uzayda heryer eşittir.. Bu özelliğe mekânsızlık diyoruz. Bütün atomaltı parçacıklar birbiri ile ilişkili ve iletişimlidir.

………Holografik özelliğinden dolayı da küçük bir parçanın tümdeki bilgiyi taşıması, bilginin de mekân kavramı sözkonusu olmaksızın tümde eşit olarak dağıldığını göstermektedir.

………Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan gerçek, evrende mekânı olan herhangi bir yerdeki bir TANRININ varlığından söz edilemeyeceğidir.

………BİZ İNSANLIK, EVRENDEKİ SAYISIZ BOYUTLARDAKİ SAYISIZ KATMANLARDAN YALNIZCA BİRİNİ OLUŞTURUYORUZ

………Tümel yapıda, çok çeşitli titreşimlerin oluşturduğu çok farklı bilinçli birimler ve katmanlar mevcuttur. Biz insanlık, mevcut olan sayısız boyutlardaki sayısız katmanlardan yalnızca birini oluşturuyoruz.

………EVREN, HER AN YENİ OLMAK ÜZERE SAYISIZ ÖZELLİKLERİNİ ORTAYA KOYAR!

………Evet, evren adını verdiğimiz, gerçekte Tek tümel yapı, kendi programı içinde her an yeni olmak üzere sayısız özelliklerini ortaya koymaktadır. İşte, evrenin bu ışınsal ana yapısı; bizim kendimizi madde zan edişimize ve madde dünyamıza nisbetle, “HAYÂL” olarak nitelendirilmiştir.

………Nitekim madde âleminin, gerçekte, bir “sanış” olduğunu ve gerçek yapının, “ışınsal yapıdan başka bir şey olmadığını” açıklayan Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhivesellem) madde yapının ve yaşantının bir “RÜYA” hükmünde olduğunu vurgulayarak şöyle demiştir:

………“İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar!”

………SAYISIZ EVRENLERİN İÇİNDE YER ALDIĞI AÇININ YARATILDIĞI TEK AN… DEHR!

………Realite!…

………Dünya…

………“Dünya” adını taktığımız uydunun tâbi olduğu, kendinden 1.333.000 defa daha büyük olan Güneş!…

………Güneş türünden, 400 milyar yıldızdan oluşan bir galaksi…

………Bu galaksi gibi milyarlarla galaksiyi barındıran, varlığını algıladığımız evren!

………Algılama boyutumuza GÖRE, bize hitap eden bu evren gibi, sayısız algılama boyutlarına hitap eden, evren içre nîce evrenler!

……...Nihâyet, bu sayısız boyut algılayıcılarının algıladığı sayısız evrenlerin içinde yer aldığı açının yaratıldığı TEK NOKTA, TEK AN… DEHR!

………İndinde, sayısız “an”lar ve “nokta”lar; ve o “nokta”lardan meydana gelen açılar içinde sayısız evren içre evrenler yaratan varlığa işaret amacıyla kullanılan “ALLAHismi!

………EVREN BOYUTUNDA “GÜN”

………Ölümü tadışla birlikte bildiğimiz tüm zaman ölçüleri altüst olur!. Fizik bedenin yitirilişi ve dünyanın gece-gündüz şartlarının dışına çıkışı ile birlikte, kişinin zaman mefhumu tümüyle kalkar!

………Esasen, evrensel zaman boyutlarını şu anda bizim hafsalamızın almasına imkân yoktur. Bir güneş senesi, şu andaki anlayışımıza göre 255 milyon senedir. Acaba bu rakamın ne demek olduğunu farkında mıyız?.. Dünyanın varoluşundan bu yana milyarlarla seneler geçmiştir. İlk insanın yeryüzünde görülmesinden bu yana geçen senelerin sayısı yüz milyonlarla ölçülmektedir.

………Okuduğumuz zaman, sanki birkaç saatin içinde olup bitiverecekmiş gibi gelen mahşer yeri – sırat kaçışı devresi bugünkü zaman ölçülerimizle belki de yüz binlerle yıl sürecektir. Bunun bilincinde miyiz?..

………Yahûdîlerin, Tevrat’tan naklen uydurduğu 7000 sene meselesi esasen son derece kısıtlı kafaların uydurup, bizlerin de üzerinde hiç düşünmeden kabul ettiğimiz rakamlardır ki, bunların hiç bir gerçekle alâkası yoktur!.

………Ölüm ötesi yaşam zamanını “bir gün eşittir 50 bin sene” boyutları ile anlamaya çalışmak asgarî şarttır.

………Kezâ çeşitli hadîs-i şerîflerde belirtilen ölüm ötesi ile ilgili zaman birimlerini dahi gene asgarî bu şartlar içinde değerlendirmek gerekir.

………Yeryüzü ve semâların oluşumu ile alâkalı olarak bahsedilen “Altı gün” “Yedinci gün” gibi tâbirlerdeki her bir “Gün” kavramını dahi, Evren boyutlarından “GÜN”ler olarak değerlendirip, “Allah indindeki GÜNLER” olarak anlayıp, bunların bizim şu andaki zaman anlayışımıza göre milyarlarla seneyi içine alacağına özel bir dikkat göstermek mecburiyetindeyiz.

………TÜM ÂLEMLER BİRER BİLİNÇLİ YAŞAM KESİTLERİDİR!

………Her boyutsal katmanı kuşatan, kapsayan ve kendinden meydana getiren salt soyut bilinç boyutundan. mikrokozmoza kadar varolan tüm “âlemler-katmanlar” birer “bilinçli yaşam kesitleri”dir ki; bunların her biri, kendi kesit varlıkları ile, kendilerini kapsayan bir üst boyut varlıkları tarafından algılanırlar!

………YAŞAM EVRENİN BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE SARMALANMIŞTIR

………Kuantum fizikçilerinin, maddenin derinliklerini inceledikçe buldukları, iletişim örneklerine ilâve olarak, Bohm`un holografik evreni, birçok bulmacayı çözmektedir. Bunlardan biride, atomaltı parçacıklarında görülen “BİLİNÇ” etkisidir.

………Bohm, daha öncede belirttiğimiz gibi, parçacıkların, incelemedikce mevcut olmadıkları, tezine karşıdır. Fakat prensipte, fizik ve bilinç bir arada incelenebilir.

……...Fizikçilerin çoğu gerçeği parçalamaya uğraşarak, yani bilinci ve atomaltı parçacıkları ayrı ayrı inceleyerek yanlış yapmaktadırlar.

……...Bilinç, her maddede derece derece, gizli ve açık olarak mevcuttur. Bu plâzmanın, neden canlı özellikleri gösterdiğinin de açıklamasıdır.

………Düşünülen şeyi eyleme geçirmek, aklın en önemli özelliklerindendir. Böyle birşeyi elektronda da görmekteyiz.

………Bu nedenle evrende, canlı-cansız ayırımı anlamsızdır. Hareketli ve hareketsiz maddeler ayrılamayacak kadar iç içedir ve yaşam da evrenin bütünlüğü içinde sarmalanmıştır.

………KÂİNATIN RUHU, HAYATİYETİN MENŞEİ VE CEVHERİDİR!

………ALLAH`ın ZÂT`ına göre sonradan yaratılmış olabileceğinden sözedilen enerjinin geçtiğimiz asırlardaki adı “RUH“tur!

………Ve bu “RUH”, ALLAH`ın “KUDRET” sıfatının zuhuru oluşunun yanısıra; “Akl-ı Evvel” ismiyle işaret edilen “evrensel şuur”; ya da bir başka tanımlama ile “Kozmik Bilinç“tir!

………Ruh”, esas itibariyle, kâinatta var olan mutlak enerji ve “ŞUUR“un, o günkü adıdır. Kâinatta var olan mutlak enerjinin eski dildeki adıdır. Dolayısıyla kâinatta var olmuş olan her şey, bu “Ruh”la ve “Ruh”tan meydana gelmiştir!

………Mutlak mânâda “RUH” kelimesiyle kastedilen kavram, “Kâinatın Ruhu’dur”.

………Hayatiyetin menşei ve cevheri olması itibariyle, “Ruh”, “Ruh-u A’zâm” derler.

………KÂİNAT İLK VAROLDUĞU ANDAN İTİBAREN “RUH”A SAHİP OLUP, YOK OLUŞUNA (KIYÂMETE) KADAR DA SAHİP OLACAKTIR!

………Evrenin her zerresi “RUH”la ve “RUH”tan meydana gelmiştir.

………RUH” olmadık hiç bir zerre mevcut değildir… Zira, zerre, “kuant” onunla mevcuttur!.

………Her ışıklı zerrecik, hareketini sağlayan enerjiyi “RUH”tan almaktadır.

………Dolayısıyla evren, ilk var olduğu andan itibaren “RUH”a sahip ve “RUH”la kâim olmuştur; kâinatın yok oluşuna kadar, yani kıyamete kadar da sahip olacaktır.

………Dini tâbirle; “RUH” ile kâinat yaratılmıştır. “RUH” ile kâim ve var olan varlıkta gerçeği itibariyle asla yok olma düşünülemez. ŞUUR kaynağıdır.

………FARKLI YARATIK TÜRLERİNİN ALGILAMA SİSTEMLERİNE GÖRE FARKLI EVRENLER SÖZ KONUDUR!

………Dünün gelişmemiş beyinlerine, dar kafalılarına, şeklin ötesini düşünemeyen mukallitlerine, bugün ne gözle bakıyorsunuz?

………Meselâ, “dünya tepsi gibi düzdür, kenarına gidersen boşluğa düşersin”, diyenlere; “Kurân’da yazıyor, “Allahın eli vardır” diyerek gökte büyük bir pençe el arayanlara… Kurân’ın temelinin benzetme ve işaretler üzerine kurulduğunu fark edemeyen gelişmemiş beyinlere.

……...Acaba, yarın da, nasıl bakılacak bugünün dar kafalılarına, gelişmemiş beyinlerine!

………Evrenin boyutsallığını ve algılama araçlarına göre farklı katmanlar ihtiva ettiğini fark edemeyenlere!

………Farklı yaratık türlerinin algılama sistemlerine göre farklı evrenlerin söz konusu olduğunu; evrenin başı sonu olmadığını; yalnızca sürekli dönüşümlerin süregittiğini her an yeni bir şanda olarak; gerçekte “baş” – “son” kavramlarının göresel olduğunu anlamayanlara!

………EVRENDE YAŞAM SAYISIZ KATMANLARDAKİ DÖNÜŞÜMLER VE BOYUT DEĞİŞTİRMELER ŞEKLİNDE SÜREKLİ DEVAM EDER!

………Evrende yaşam, sayısız boyutlarda, çeşitli katmanlardan bir diğerine dönüşmeler ve boyut değiştirmeler şeklinde sürekli devam eder. “İnsan” adıyla işaret edilen bilinçli varlık da, çeşitli dönüşümlerle farklı boyutlarda yaşamına sonsuz bir biçimde devam eder.

………MAKROKOZMOSTAN MİKROKOZMOSA KADAR HERŞEY, BİRBİRİNİ MEYDANA GETİREN TERKİPSEL KATMANLARDIR!

………Evren, tümüyle ışınsal yapı orijinlidir de; biz, “madde” âleminde mi yaşıyoruz?

………Bu konuda en önemli soru ile karşı karşıyayız şu anda! Ve cevabının anlaşılması da oldukça güçtür.

………Soruyu biraz daha açalım.

………Evrende, “madde” âlemimiz ve “madde olmayan” âlemler mi var? Canlılar, sadece “madde” âleminde mi var?

………Bilimsel veriler gösteriyor ki, makrokozmos denilen kozmolojik sistemlerden, mikrokozmos denilen müonlara-kuantlara kadar -yardımcı araçlarla da olsa- göz veri sınırları içerisinde kalan herşey, birbirini meydana getiren terkipsel katmanlardır.

………Oysa bu katmanların her biri, kendi katman algılayıcısına GÖRE maddedir!. Yani, madde ve maddeötesi kavramı tamamiyle algılayıcısının kapasitesine GÖRE değişen, “GÖRESEL KAVRAM“dır!

………Bizim algılama araçlarımızın iki puan üstündeki algılama araçlarına sahip birimler için, bizim dünyamız ve yapımız, maddeötesi iken; bizim iki puan altımızdaki algılama araçlarına sahip bir başka türe göre, yaşadığımız ortam, mevcut bile değildir!

………ALGILAYAN VARLIKLARA GÖRE SONSUZ, ALLAH’IN VARLIĞINA GÖRE HÜKMEN SONLU OLAN BİR EVRENDE YAŞIYORUZ!

………Üzerinde yaşadığımız şu Dünya ve Dünyanın üstünde bir tek insanın yerini düşünün.

………Dünyanın büyüklüğünü böylece gözünüzün önüne getirin.

………Sonra bu dünyanın 1.303.000 katı büyüklüğünde bir başka yıldız. Adını “Güneş” koymuşlar, “Güneş” diye biliyoruz! Bir yıldız!

………Onun yanında Dünya, 1.303..000 de bir!

………Ve o yıldız gibi, Güneş adını verdiğimiz o yıldız gibi bugünkü bilim kadarıyla 400. milyar yıldız!

………400 milyar yıldız!.

………400 milyarı sayı olarak yazarız. Ama 400 milyar ne demektir bunu gözümüzün önüne getirmemiz, hafsalamızın bu rakkamı alması mümkün değil; muhal!

………400 milyar yıldız ihtiva eden bu galaksi gibi otuz galaksi yakın akraba.

………Birbirleriyle binlerle ışık yılı mesafede ahbaplık ediyorlar, iletişim kuruyorlar.

………Ve bunlar gibi 1 milyardan fazla galaksi, Evrende!

………Bitmedi!

………Bu kadar değil!

………Bizim algıladığımız ve varlığını kabul ettiğimiz düşündüğümüz Evren, bu milyarlarla galaksi değil!.

………Hatırlayın.

………Göz sadece 4000-7000 angström arasındaki dalgaları algılıyor.

………Santimetrenin milyarda birinden başlayan dalgalardan tutun, kilometrelerce uzunluğa kadar dalgalar var; cm.nin milyarlarda birinden başlayıp kilometrelerce uzunluğuna uzanan bir dalgalar spekturunda onbinde 4 ila onbinde 7 arasındaki dalgaları algılıyoruz ve bu onbinde 4 ile onbinde 7 arasındaki algıladığımız bu dalgalara göre milyarla galaksinin varlığını tesbit etmişiz.

………Peki, acaba biz santimetrenin onbinde 4 ile 7 si arasındaki bu dalgaları görüyor değil de, 4000-7.000 angström arasındaki dalgaları değil de, 1000 ilâ 10.000 angström arasındaki dalgaları görür bir algılayıcı sisteme sahip olsaydık acaba o zaman “1 milyardan fazla galaksi var” sözümüz kaç yüz milyara çıkacaktı?

………Ya da daha geniş bir dalga spekturumunu algılayan bir gözbebeğimiz olsaydı, o zaman nasıl bir evrenden sözedecektik?

………Herşey değişecekti!

………Bugün konuştuğumuz herşey gidecekti, başka şeyler gelecekti o zaman ortaya.

………Bütün bu sayısız sonsuz rakkamların bize farkettirdiği bir şey var;

………Hükmen Allah’ın varlığına göre “sonlu” kabul ettiğimiz, gerçekte bize ve diğer bu varlığı algılayan tüm varlıklara göre “sonsuz” hükmünde olan bir evrende varız.

………Bu bize ve tüm algılayan varlıklara göre, yani meleklere ve cinlere göre sonsuz hükmünde olan, Allah’a göre “sonlu” hükmünde olan bu Kâinatı vareden gücü kim tasavvur- tahayyül edip düşünebilir!

………EVREN İÇRE EVRENLERİN VE EVREN DIŞI EVRENLERİN NE BAŞI VARDIR NE DE SONU SÜREKLİ BİR DÖNÜŞÜM SÖZKONUSUDUR

………Bu konuda yola “Allah” isminin işaret ettiği mânâdan yola çıkıyorum.

………Eğer biz, “Allah” isminin işaret ettiği mânâyı anlamamışsak; bu takdirde tanrının yarattığı, bigbang ile bu evrenin oluşmasını kabul edebiliriz.

………Eğer “ALLAH” isminin işaret ettiği mânâyı kavrayabilecek bir akıl verilmiş ise bize, bu takdirde düşünebiliriz ki.

………Her an başsız ve sonsuz olarak, bu Zâtın sıfatları ve esmâsı sınırsız bir şekilde tecelli etmektedir!

………Onun tecelliyatının, bir başı ve sonu olamayacağına göre, evrenin ve evren içre evrenlerin ve evren dışı evrenlerin ne başı vardır ve ne de sonu vardır. Sürekli dönüşüm sözkonusudur!

………Ayrıca… Evren kavramını, biz şu andaki bedensel boyutumuzun algılamasına göre kabul etmiş durumdayız. Bedensel alıcılarımıza göre kabul ettiğimiz evren kavramı, ölümle birlikte çok değişecektir! Cennete girenler için ise, bugün yaşayanların düşüncelerinin yanından bile geçmediği bir hal alacaktır!

………Üstelik. Bundan biriki ay evvel New York ve New Jersey’deki TLC kanalında, Stephan Hawking’in bir görüntülü açıklaması yayınlandı. Orada Stephan Hawking şu açıklamayı yapıyordu.

………Evren tek bir bingbang’le oluşmamıştır, evren başsız ve sonsuzdur… Bigbang, evren içindeki sayısız bigbanglerden biridir“… Bigbang algıladığımız boyutla ilgilidir.

………Evren acaba hangi evren; ve neye göre?… Bu konular henüz kesinlik kazanmadı. Eğer bu böyle ise, bu da böyle ise; diye düşünülegiderek yapılan bir tahmin bu günkü teoriler.

………“EVRENİN BAŞI SONU YOKTUR” DERKEN, BU MEVCUD BİLİNEN EVRENİ KASTETMEDİK!

………Soru: Evrenin boşlukta asılı bezelye tanesi büyüklüğünde bir nesne iken, bu noktadan sonsuza dek büyümesi olarak anlatılan olayda evrenin bezelye tanesi büyüklüğündeyken neyin içinde yer aldığı gibi bir çelişkiyi ortaya çıkarmıyor mu?)

………O anlatımla, bigbangle başlayan evrenin de, bir başka evren içinde yer aldığı anlamı çıkıyor otomatikman. Bu da sonsuz evrenin varlığını ortaya koyar.

………Biz, evrenin başı ve sonu yoktur derken, bu mevcut bilinen evreni kastetmedik!

………Yazdıklarımı dikkatli okuyanlar; “k” anlatımındaki evren anlayışımızı; “Allah ve NOKTA” (Allah kitabı 13. baskı 66. sayfa) yazımızı okumuş olanlar; “TEKİN SEYRİ” kitabını kendilerini vererek okuyanlar, bunları yıllar önce açıkladığımızı farkedeceklerdir.

  1. Hawking bundan önceki kitabında evrenin dışında bir tanrı olabileceğinden söz ederken -okuyanlar bilir- biz öyle olmadığını anlatmıştık, dinleyenler bilir.

………Özellikle <“ALLAH İsmiyle İşaret Edilen>, mesajını insanların beynine sokmaya çalışırken, tanrı kavramına yer olmadığını belirtmiştik.

………Hawking şimdi son kitabında, evrenin dışında bir tanrı olmadığı noktasına ulaşıp; …. in de değindiği gibi, evrenin kendi kendisini yaratmasından, sözediyor. Bununla şuna gelecek.

………“O HER AN YENİ BİR ŞANDADIR!”

………Allah” ismiyle işaret edileni bilmediği ve anlamadığı için; dışarıda da bir tanrı olamayacağını farkettiği için; “evren kendi kendini yarattı” sonucuna varıyor kendine göre haklı olarak; çünkü varlığın özündeki YARATICILIĞI göremiyor!

………SONSUZ ENERJİ DENİZİ, KUANTLARDAN KİŞİNİN BEYNİNE KADAR HERŞEYİN ASLIDIR VE BUNUN GERİSİNDE DE VAROLUŞUN SONSUZ BASAMAKLARI MEVCUTTUR!

………Bugünkü fizik anlayışımıza göre, evrenin her bölgesi, değişik dalga boylarının meydana getirdiği, farklı boyutlarda oluşmuştur. Her dalganın da bir enerjisi vardır.

………Fizikçiler, bir dalganın sahip olacağı minumum enerjiyi hesapladıklarında, “uzaydaki, bir cm3`lük boşluk, evrendeki bilinen tüm maddenin enerjisinden daha çok enerjiye sahiptir” sonucuna varmışlardır.

………Bazı fizikçilerin, bu hesapta bir yanlışlık olması gerektiği savına karşın; Bohm, bunun, gizli iradenin çok büyük ve saklı doğası hakkında küçük bir fikir verdiğini söyler. Bu fizikçileri de, okyanusta, yüzdüğü denizin farkında olmadan, içindeki maddelerle ilgilenen balıklara benzetir.

………Bohm, bu sonsuz enerji denizindeki, uzay-madde ilişkisini şu benzetme ile anlatır:

………Mutlak sıfır derecesinde soğutulmuş bir kristal, elektronlarının hiç dağılmadan içinden geçmesine izin verir. Isı biraz arttırılırsa, kristaldeki çeşitli çatlaklar, elektron dağılımına neden olur.

………Burada eğer elektron gözüyle bakarsak, bu çatlaklar, sonsuzluk denizinde yüzen maddeler olarak görünür. Oysa her ikisi de aynı yapının “DERİNDEKİ KRİSTALİN” farklı görüntüleridir.

………Bohm, aynı şeyin bizim, mevcut boyutumuzda da geçerli olduğunu söyler… Yani, uzay boş değil, doludur!. Ve biz dâhil, tüm mevcûdatın mekânıdır!

………Görünen muazzam, maddesel yapısına rağmen evren, kendi kendine mevcut değildir!. Ancak, çok uzak ve güçlü bir vasînin üvey evlâdıdır! Daha da kötüsü, bu vasînin önemli bir uğraşı da değil, geçici bir gölgesidir.

………Sonsuz enerji denizi, gizli iradenin tek yönü değildir. Çünkü gizli irade, atomaltı parçalardan, maddenin her şekline, enerjiye, hayata ve bilince, kuantlardan kişinin beynine kadar herşeyin aslıdır.

………Bohm’a göre bu, herşeyin sonu da değildir, belki de gerisinde hayâl bile edemeyeceğimiz başka düzenleyici katlar vardır. Yani varoluşun sonsuz basamakları.

………Fizikçiler, uzayın, ışık ve birbirini kesen-içiçe geçen bir sürü elektromanyetik dalgalarla dolu olduğunu kabul etmektedirler. Daha önce de gördüğümüz gibi parçacıklar, aynı zamanda dalgalardır.

………Bu da gördüğümüz her fiziki objenin ve herşeyin gerçekte girişim örnekleri olduğunu ispatlamaktadır. Bir gerçek ki, bu ifadeler tartışmasız holografik yapıyı anlatmaktadır.

………Bir başka tespit de 1982 de fizikçi Alain Aspect tarafından yapılan deney sonucu elde edildi. Kalsiyum atomları lazerle ısıtılarak ikiz fotonlar elde edildi ve bu fotonların 6.5 metrelik bir boru içinde zıt yöne doğru hareket etmeleri ve özel filitrelerden geçerek iki polarizasyon analizörüne yönlendirilmesi sağlandı. Her filitrenin, bir analizörden diğerine yön değiştirtmesi, saniyenin on milyonda biri kadar süre aldı. Işığın, iki foton dizisini ayıran 13 m’lik boruyu geçmesi ise, saniyenin 30 milyonda biri kadar süre aldı. Buradan da fotonların, bilinen herhangi bir fiziksel yöntemle haberleşemeyeceği anlaşıldı.

………Aspect, kuantum teorisinin de önerdiği gibi, her fotonun ikiziyle aynı polarizasyon açısını bildiğini buldu. Buradan çıkan iki sonuçtan biri Einstein’ın aksine, ışık hızından daha hızlı bir sürat olabileceği idi ki bunu kabul etmek zordu. İkincisi ise, yersiz olarak iki fotonun iletişimde bulunduğu idi.

………İngliz fizikçi Paul Davis’e göre parçacıklar devamlı olarak birbirlerine geçme ve ayrılma durumlarında olduklarına göre, kuantum teorisinin yersizlik görüşü, doğanın genel özelliği idi. Bu bilgiler de Bohm’a büyük destek sağladı.

………Bu günkü fizik anlayışımıza göre, evrenin her bölgesi, değişik dalga boylarının meydana getirdiği, farklı boyutlarda oluşmuştur. Her dalganın da bir enerjisi vardır. (Devam eden bilgi derlemeleri)

………KOZMİK IŞINLAR, UZAYIN BOYUTSAL KATMANLARINA AİT VARLIKLARIN YAYDIKLARI DALGALARDIR!

………Esasen bizim kullanmakta olduğumuz “KOZMİK” kelimesi dahi günümüzdeki kullanım şekliyle, “BOYUTSALLIĞI” ifade içindir… Yoksa kastımız, bu kelimenin orijinalinden gelen “Evrene ait” anlamında olarak “mekân” ifade eder bir anlam değildir.

………Kozmik ışınlar” dediğimizde de işaret etmek istediğimiz mânâ, “uzaydan gelen ışınlar” olmayıp, “uzayın boyutsal katmanlarına ait varlıkların yaydıkları dalgalar”,  yani “alt boyut katmanlarına ait ışınlar” anlamındadır.

………Gerçekte, zamanın ve mekânın olmadığı bir âlemin içinde yaşamaktayız da, bunun bilincinde değiliz! Ve belki de şartlanmalarımız o kadar ağır basmakta ki; idrakımızın önünde olan bu gerçeği gene yapımız ve şartlanmalarımız sebebiyle inkâra kalkışmaktayız.

………DALGA BOYLARI KENDİNE HAS BİLİNÇLİ BİRİMLERDİR

………Kozmik bilinç, yâni tümel akıl, hayâlinde bir şeyi var ettiği anda, hayâl âleminde o şey enerji olarak açığa çıkar. Bu enerji, dalga boyları dediğimiz kendine has bilinçli birimler ışınsal yapı hâlinde, çeşitli yoğunlaşma merhalelerinden geçerek nihâyet atomlaşır. O dahi, kitleleşerek, çeşitli gayesine uygun maddeleri meydana getirir ve nihayet ölümü yâni dönüşümü hasıl olur.

………Ölümü hâsıl olduğu anda; gerçekte, o tekrar ışınsal yapıya dönüşmüştür, ama bunu siz tespit edemezsiniz. Ve bu yoldan sonunda tekrar enerji hâline gelir ve böylece aslına dönmüş olur. Ve bir sonraki imajın temel elemanı olarak yeni bir oluşum hâline gelmeği bekler.

………– Valla hiç anlayamadım ben bu işi.

………Diye Gönül söze karıştı.

………Kafası bir acayip olmuştu. Hattâ durmuş gibiydi.

………Elf devam etti:

………– Anlayamamanız son derece doğaldır! Bütün bunları anlayabilmeniz için, Gönül’lüğünüzden tamamıyla sıyrılıp; öz yapınızda, evreni kapsayabilecek bilinç düzeyine ulaşmanız gerekir ki, ondan sonra bütün bu sırları müşahede edebilesiniz.

………YILDIZLARDAKİ MÂNÂLAR, KOZMİK IŞIN DALGALARI İLE DÜNYAYA ULAŞIR. (MELEKLER GÖKTEKİ EMİRLERİ YERYÜZÜNE TAŞIR…)

………Allah’ın varlığını kabul ettiğin gibi; bu varlıkta mevcut olan bir kuvvet ve kuvvetinde ortaya çıkışı söz konusu.

………Senden herhangi bir nesne, kuvveden fiile çıkmak sùretiyle gerçekleşiyor. Kuvvede kaldığı sürece, zaten tüm varlıkta ve özde mevcut!

………Onun, müşahede edilmesi, tesbit edilmesi, seyredilmesi denen olay ortaya çıkmasıyla mümkün. İlâhi kuvvetler de mânâların fiil düzeyinde seyredilmesine vesile oluyor! Yani, esmâ âleminin, ef’al âlemi şeklindeki müşahedesi, bu ilâhi kuvvetler dediğimiz şekilde meleki güçlerle gerçekleşiyor.

………Farzımuhâl herhangi bir yıldızdaki mânâ, radyasyon adını verdiğimiz kozmik ışın dalgaları ile Dünya üzerine ulaşıyor. Buna eski tâbirle 3.kat gökteki veya 7.kat gökteki emirlerini yere taşıyor deniyor.

………400 MİLYAR GÜNEŞİN YER ALDIĞI SAMANYOLU GALAKSİSİ, ARŞ’IN İÇİNDE ÇÖLE ATILMIŞ BİR YÜZÜK HALKASI GİBİDİR!

………Güneş sistemi, içinde bulunduğumuz Galaksi`de bir hiç mesabesindedir!

………Son tespitlere, verilere göre; Samanyolu adını verdiğimiz Galaksi`de 400 milyar güneş var… “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabı yazdığım zamanki -1984- verilere göre, Samanyolu`nda 100 milyar yıldızın tespiti yapılmıştı. Şu anda (sene 1994), aldığımız verilere göre Samanyolu`nda 400 milyar güneşin var olduğu tespit edilmiş.

………Bir açıklamasında Rasûlu Ekrem şöyle diyor:

………Dünyanız ve yedi kat semâ, Kürsi`nin içinde çöle atılmış bir yüzük halkası kadardır. Kürsi de Arş`ın içinde gene çöle atılmış bir yüzük halkası gibidir.” diyor.

………Burada bahsedilen, “Kürsî” kelimesi ile ifade edilen saha, yapı, bizim Galaksi dediğimiz ve Samanyolu ismiyle tanımladığımız yapıdır; bizim tespitlerimize göre. Yani, 400 milyar güneşten, yani yıldızdan oluşan bir sistem.

………Eğer gerçekten, şöyle bir hafsalamızı genişletip de biraz düşünürsek, o 400 milyar güneşin içinde bizim güneş, çöldeki bir yüzük halkasından başka bir şey değildir.

………Ayrıca bu 400 milyar güneş benzerinin meydana getirdiği Galaksi gibi; şu andaki tespitlere göre milyarlarla Galaksi var!. 400 milyar güneşten oluşan Samanyolu Galaksisi gibi milyarlarla galaksi var evrende!

………İş bu kadarla da bitmiyor!

………Bu yıldızların, galaksilerin her birinde bizim algılayamadığımız dalgasal boyutlarında ve onun da altındaki kuantsal boyutta sonsuz sayıda âlem ve canlı-bilinçli varlık türü mevcut!

………Ve eğer anlayabilirsek, o milyarlarla galaksinin içinde bizim Samanyolu dediğimiz 400 milyarlık galaksi, çöldeki bir yüzük halkası gibidir.

………Nitekim bu konuda Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm şöyle buyuruyor:

………– Fesubhanallah! Semâ gıcırdıyor! Secde edilmedik bir karış yer yok semâda!

………Elbette bu “semâ” tanımlamasıyla “göze” hitâbeden yapıyı değil; “berzah” denilen, “âhiret” denilen evrendeki dalgasal boyutu anlayacağız.

………İşte bu milyarlarla galaksiyi ilminde barındıran, kapsamına alan yapının bilinç yani dinî tâbirle “İlim Boyutu”, tasavvufî deyimiyle “Esmâ Âlemi” o günde “Arş” kelimesi ile izah ediliyor!

………YILDIZLARIN, TAKIMYILDIZLARIN DAHİ BİRER RUHLARI VARDIR!

………İnsan bedeninin nasıl bir “RUH“u var ise, yıldızların ve takımyıldızların dahi birer ruhu vardır ki, gene bunlardan da dinde “melek” kelimesiyle bahsedilmiştir.

 ………Ayrıca, her bir gezegen veya yıldızın -ki buna Güneş de dâhil- kendine özgü canlıları vardır ki, bunlar da gene “melekler” sınıfı içinde yeralmışlardır.

………SEYYARELERDEN HERBİRİ, KENDİ SEMÂSI DAHİLİNDE BİR ARZ(YERYÜZÜ) GİBİDİRLER VE ONLARDA DA ALLAH’IN  BİR TAKIM MAHLÛKATI VARDIR!

………Şimdi de

………“EMRİ SEMÂDAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBÎR EDER”  (Secde/5) ayetideki, “TEDBÎR”in mânâsına gelelim.

………Bakın Hamdi Yazır merhum “TEDBÎR”i nasıl açıklıyor:

………TEDBÎR, bir işin arkasını görerek ona göre gereğini tâyin etmektir. Allah Teâlâ’nın tedbiri ise, HİKMETİNE göre İRADE buyurmasıdır.

………Şu halde burada “EMÎR”, umurun tekili olarak “şein” mânâsınadır.

………Yani, DÜNYANIN İŞİNİ MELÂİKE GİBİ SEMÂVÎ ESBAB VE KUVAİLE YUKARIDAN AŞAĞIYA İNDİRMEK SURETİYLE TEDBİR ve İDARE EDER..” (Cilt.6; s:3859)

………Sanırım artık iş iyice şekillenmeye başladı.

………Bakın, “BÜTÜN YILDIZLAR EMRİYLE FAALİYETTELER”.

………Peki, ne iş yapıyorlar, görevleri ne?

………Boş yere, kuru kuruya gökte dönsünler, sadece süs olsunlar diye mi yaradilmış bu yıldızlar?

………ALLAH YEDİ GÖĞÜ VE ARZDAN (YERYÜZÜ) DA BİR MİSLİNİ YARATMIŞ; EMİR (hüküm), ARALARINDAN NÂZİL OLMAKTADIR” (Tâlâk/12)

………Âyetinin yorumunda bakın Hamdi YAZIR merhum ne diyor, “HAK DİNİ KUR’AN DİLİ” isimli en kapsamlı ve değerli tefsirinde:

………“Bizim anlayabileceğimize göre, bunun zâhirde seyyarelerden her biri kendi seması dahilinde bir arz(yeryüzü) gibidirler; ve ONLARDA DA ALLAH’IN BİR TAKIM MAHLÛKATI VARDIR; demek oluyor!.” (c:7;s:5078)

………“Esahhı akval olan bu ihtimale göre, Arzımızın seyyarelerle, seyyarelerin arzımızla bir mücaneseti, ve semâlarla da bir mümaseleti bulunduğu neticesi alınır.

………Bundan da, arzımızın dahi bir seyyare ve seyyarelerin azçok arzımız gibi kendi âlemlerinde birer merkezi sıklet ve bazı mahlûkata mesken ve bazı eserlere menzil olan maddi ve laekalmeadin ve nebatı havi birer cirm oldukları sezilebilir…” (c:7;5081)

………MİLYARLARLA GALAKSİ VAR EVRENDE.

………Ayrıca bu 400 milyar güneş benzerinin meydana getirdiği Galaksi gibi; şu andaki tespitlere göre milyarlarla Galaksi var!. 400 milyar güneşten oluşan Samanyolu Galaksisi gibi… Milyarlarla galaksi var evrende!

………GALAKSİLERİN HER BİRİNDE SONSUZ SAYIDA ÂLEM VE CANLI-BİLİNÇLİ VARLIK TÜRÜ MEVCUT!

………Bu yıldızların, galaksilerin her birinde bizim algılayamadığımız dalgasal boyutlarında ve onun da altındaki kuantsal boyutta sonsuz sayıda âlem ve canlı-bilinçli varlık türü mevcut!

………GALAKTİK BİRİMLER DE DOĞUYOR, BÜYÜYOR VE YAŞAM BOYUTLARINI DEĞİŞTİRİYORLAR!

………Biliyoruz ki, çok kısa bir süre sonra, şu madde kabul ettiğimiz ortamından geçip gideceğiz. Ve oranın zaman boyutu az önce de açıklamaya çalıştığım gibi milyonlarla, yüz milyonlarla seneleri içine alıyor.

………Ve de maalesef o boyutun varlıklarından üç beş kelimeyle söz ediliyor!

………Melek” ismiyle geçiştirilen çok büyük varlıklar mevcut o boyutta! Mikro boyutta var olan melekler gibi, çok büyük kuvvetlere sahip makro boyutta yaşayan canlılar da var! Ama hep tek bir “melek” kelimesi ile bahsedilip geçilmiş! Oysa bunlar, hep yüksek bilinç düzeyindeki varlıklar.

………Eğer biz bugün, bunları fark edemezsek, yarın hiç anlamayacağız! Görüp geçeceğiz; ama ne olduğunu hiç bilemeyeceğiz!

………Bu bedende nasıl, hiç görevi olmayan bir varlık, bir birim yoksa; her organın, her hücrenin, her birimin nasıl belli bir vazifesi varsa; bu bedenin içindeki mikro dalga bedenin görevi vazifesi, şuuru olduğu gibi; görev şuuru ve bilincinin getirdiği görevi olduğu gibi, makro planda da böylesine şuurlu, bilinçli varlıklar ve onların îfa ettiği görevler mevcuttur.

………Ne diyoruz?

………Güneş, Samanyolu`nda bir turunu, 255 milyon senede tamamlıyor. Güneş var oldu olalı, bu güne kadar, ancak sekiz tur atmış merkez çevresinde, yani 8 yaşında. Biz o Galaktik bedenin, merkezinden 32 bin ışık yılı mesafedeyiz!

………32 bin ışık yılı ne demek? Saniyede 300 bin km. 300 bini 60 ile çarp dakikasını, 60 ile çarp saatini, 24 ile çarp gününü bul! 365 ile çarp, neticede çıkan ışık yılı. 32 bin ışık yılı mesafedeyiz, merkezden!

………Düşünün ki o galaktik bedenin kalbi, galaksinin merkezi ise, biz tepesindeki bir hücrenin içindeki bir elektronuz belki de!

………Bu Galaktik varlığın boyutlarını hafsalanızda canlandırabiliyor musunuz?

………Hiç Sanmıyorum!

………Ve böyle milyarlarla galaktik dünya. Son bir sene, bir buçuk sene içinde yapılan araştırmalara göre yeni bir galaksinin doğuşu tesbit edildi.

………Yani, doğan, büyüyen sonra da dönüşen galaktik birimler mevcut. Nasıl insan doğuyor, büyüyor, ölüyor; hücre doğuyor, büyüyor, ölüyorsa, aynen galaktik birimler de doğuyor, büyüyor, ölüyor.

………Ama bilinç boyutu itibariyle “yok” olmuyorlar! Bilinçler, yaşam boyutlarını değiştiriyor sadece!

………GÖKADAMIZ “SAMANYOLU” VE DİĞER GÖKADALAR.

………Son derece sınırlı (kesitsel) algılama araçlarına (beş duyu) mahkûm insan yapısı için, çözümü en güç sırlardan olan evrenin sırrı konusunda bugüne kadar bilinebilenleri satır başlarıyla sıralamadan önce mesafelerden kısaca söz edelim.

………Belli bir zaman içinde, ne kadar yol alabilme kabiliyetimizi biliyorsak ne kadar uzaklıkta bulunan bir hedefe hangi zaman zarfında varabileceğimizi hesaplayabiliriz.

………Meselâ saatte 100 kilometre ortalama hızla yol alan bir araca binersek, Ankara’ya tahmini olarak 4,5 saat içinde varırız, deriz. Bu bize Ankara’nın aracımıza göre uzaklığını kavratır. Yahut İstanbul’a 1000 kilometre uzaklıktaki bir şehri misâl alıp dünyanın çevresi ekvatorda bunun 40 katıdır diyebilir ve bunu da göz önüne getirebiliriz. Hattâ Ay’ı görüp, aramızda dünyanın çevresinin 10 katı kadar mesafe var da diyebiliriz. Ancak bir Güneşi gösterip de aramızda 1.5 milyon kilometre mesafe var, desem bu 1.5 milyon kilometrelik mesafeyi göz önüne getirebilmemiz imkânsız olur. İnsanın yapısına nispetle kavranamayacak ölçüde büyük olan 1.5 milyon kilometrelik mesafeden ise evrensel ölçüler içinde söz etmek etle tırnak arasındaki mesafeden söz etmek gibi kalacaktır.

………Evet, evrensel ölçülere yaklaşalım. “Samanyolu” derdik eskilerde, şimdi ise “gökada” veya “galaksi” tâbiri kullanılıyor.

………Bir Gökadada, güneş ve sistemi gibi yaklaşık 400 milyar yıldız tespit edilebilmiş!. Bu 400 milyar yıldızlık gökadamız ise diğerleri arasında ortaboy bir gökada sayılıyor. Bunun çok daha büyükleri de mevcût. Bizim Güneş sistemi ise bu gökadanın merkezinden yaklaşık 32.000 ışıkyılı uzaklıkta.

………Gökadamız, Andromeda ve Güney üçgeni sarmalları ile daha 30 kadar gökadayı beraberinde alarak yerel gökadalar takımını meydana getirir.

………Başak kümesi ise, yerel kümeden sonra en önemli yıldız kümesidir. Başak merkez kesiminde 3.000’in üzerinde gökada kümelenmiştir. Bu gökadaların her birinde milyarlarca yıldız bulunduğu, bu yıldızların büyük ihtimalle uydu ve gezegenlerden oluşan büyük sistemlerin merkezi olduğu da düşünülürse, neticede aklın kolay kolay kavrayamayacağı ölçülerde bir büyüklükle karşılaşılmış olur.

………Gökkürenin ay kadar görünen bir parçasında ortalama 400 gökada bulunduğu hesaplanmış ve bugüne kadar 1 milyar civarında gökadanın fotoğrafı çekilebilmiştir.

………Şimdi bir toparlama yapalım. Hacmı dünyanın 1 milyon 303 bin katı olan Güneş adını verdiğimiz yıldız. Oysa bu yıldız gibi ve çoğu da bundan kat bekat büyük, 400 milyar yıldızdan oluşan gökadamız veya eski deyişle samanyolumuz. Ve nihayet şu ana kadar tespit edilebilmiş gökadamız gibi 1 milyar gökada.

………. (Ahmed Hulusi’den Derlemeler)

………Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

………Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 

 

 

 


ESMA DERSLERİ – 18 – EL HALLÂK (44. Video)

$
0
0

el-hallak-1

……....“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

 ……….BismillahirRahmanirRahıym

……….Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

 ……….Rabbişrah liy sadriy;

 ……….Ve yessirliy emriy;

 ……….Vahlül ukdeten min lisaniy;

 ……….Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

……….Rabbim göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden ki, anlasınlar beni. Amin, amin.

……….Değerli dostlar bugün esma dersimizin 44. Dersi, bugünlere ulaştıran Allah’a hamd olsun. İnşaAllah rabbim ömür verir nefesimiz yeter son dersi de beraber işleriz. Bu dönemin son dersindeyiz, İnşaAllah bu dersle beraber sezonu kapatıyoruz fakat tatil vermiyoruz, tatil yok tebdil var. Tatil; atıl kalmak demek, Müslüman atıl kalmaz çünkü İman atıl kalmaz, kalmamalı. Eğer kalbiniz tatil yapsaydı onun adına ölüm derlerdi, ben bir tatile çıkayım yoruldum dediği zaman dünyanızı değişiyorsunuz. Eğer aklınız tatil yapsaydı onun adına da delilik derlerdi ve bizi başka bir yere naklederlerdi. Eğer yeryüzü tatil yapsaydı ben yoruldum döne döne başım döndü bana biraz müsaade deseydi buna kıyamet denirdi. Eğer elektronlar tatil yapsaydı çekirdeğin etrafında dönmekten yoruldum biraz da dinleneyim deseydi bunun adına füzyon derlerdi, eşya çöker eşyanın kıyameti gerçekleşirdi. Dolayısıyla kâinatta tatil yapan biri yok. Eğer rabbimiz tatil yapsaydı haşa, kâinatta varlık var olmaktan çıkar yok olurdu. Onun için bugün hiç tatil yapmayan bir Allah olduğunu ifade eden bir isim işleyeceğiz.

……….Hallâk; yaratan değil durmadan yaratan, tekrar tekrar yaratan, bıkıp usanmadan yaratan, yaratmayı kendisine meslek edinen, mükemmel yaratan, daima yaratan, sürekli yaratan, yaratmaktan asla vazgeçmeyen Hallâk. Dolayısıyla tatil yapmayan bir Allah Hallâk.

……….Yaratmada atıl olmayıp aktif olan demek Hallâk. Önce lügavi çerçeveyi çizelim; Her daim, tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda yaratan manasına geliyor. Asla bıkıp usanmayan yaratma işinde zirve olan, yaratma işini kendisine meslek edinen, daha mükemmel bir yaratışın asla mümkin olmadığı, eşsiz ve benzersiz yaratan manasına geliyor.

……….Hallâk ismi halk mastarından türetilmiş, bildiğiniz gibi Türkçemizde de halk diyoruz, aslında yaratılmışlar manasına geliyor bir yerde, mahlûk. Kitleye, insan yığınlarına, kalabalıklara halk diyoruz. Halk; bir zata mahiyet, bir mahiyete hüviyyet kazandırmak demektir. Bir şeyi takdir etmek tasarlamak ölçmek biçmek manasına gelir. Halk hem yaratma eylemi, hem yaratılan varlık için kullanılır. Yaratma manasıyla halk iradesine uygun olanı takdir ettiği, takdir ettiğini ise meydana getirdiği manasına gelir ki esasen takdir etmek, ölçmek, biçmek, mükemmel bir tasarım yapmak, halk bu manaya gelir. Dolayısıyla yoktan var etmeyi de ifade eder, vardan var etmeyi de ifade eder. Ama dil olarak daha çok vardan var etmeyi, basitten mürekkep bir şey ortaya çıkarmayı ifade eder. Mesela İbda böyle değil ibda yoktan var etmektir. Bu küçük farkı üstad Necip Fazıl bilseydi değil mi? O zaman ibdayı kullanmazdı.

……….Halk Kur’an da 2 yerde insana nispet edilir, yani Hz. İsa’ya nispet edilir. enniy ahlüku leküm minet tıyni kehey’etit tayr. (A.İmran/49) yani sizin için kuş maketi yapıyorum diyor. Yani ahlüku, ben yaratıyorum, yapıyorum yani yapma ve yaratma aynı manada kullanılmış, insan için kullanılmış. İstisnai kullanım ama yine de kullanılmış, var. Fakat Bedi’ insan için kullanılmaz. Hâlık insan için kullanılabilir ama Bedî’ kullanılmaz. Niye kullanılmaz? Çünkü Bedî’ yoktan yaratmaktır.

……….İnsan sanat yapar, icat eder o onun hâlıkı olur ama El Hâlık’ı olmaz, yoktan yaratmaz. Fakat ibda etmeye gelince sırf Allah yoktan var eder. Vardan var etmek icat manasında halk kullanılır.

……….Takdîr-i külle şey’in, min şey’in ahar diye tarif etmiş sözlükler bir şeyden bir başka şeyi takdir etmek, işte bu kökten geliyor Hallâk ismi. Yani mübalağa ile ismi fail, mübalağa formu Allah için kullanıldığında nedir? Mübalağa değildir çünkü Allah’ın yaratışını bizim herhangi bir kelimeyle ifade etmemiz mümkün değil. Mübalağa Allah için acziyet ifade eder, kul için mübalağadır. Yani rabbimizin yaratışında ne kadar mübalağa edersek edelim ifade etmiş olur muyuz? Kelimeler ifade den aciz kalır. Dolayısıyla Hallâk hep yaratan, daima yaratan, durmadan yaratan manasına gelir.

……….Nazari çerçeve, lügavi çerçeve bu kadar yetsin, nazari çerçeveye bakalım. Yaratma ikiye ayrılır; ilahi yaratma, beşeri yaratma.

……….İlahi yaratma; Bu yaratma kapsamında yoktan var etmek vardır. Yoktan var eden Allah Hallâk’tır. Hâlık ve Hallâk ismi Allah’ın Kur’an da geçen iki ismidir, müstakil olarak gelir dolayısıyla esma-i Hüsna listemizde bu iki isim de yer alır. Hâlık ve Hallâk.

……….Beşeri yaratma ise sanat ve icat manasında yaratmadır, fen de diyebiliriz buna. Mesela sesleri kullanan müzisyen seslerle bir müzik eseri ortaya koyar, icat eder, sanat icat eder. Fakat sanatın sesini yaratamaz, seslerden bir aranje, bir senfoni, bir türkü, bir şarkı, bir eser, bir ilahi ortaya koyabilir. Seslerin yaratıcısıdır asıl onu yaratan. Onun için eğer onun kullandığı malzemeye bakıp ta o malzemeyi yaratanı unutursak Hallâk’ı unutmuş oluruz.

……….Dolayısıyla renkleri kullanan ressam da bir şey icat eder ama renk icat edemez. Asal renklerden bir sürü renk icat edebilir. Ama icat ettiği tüm renkler Allah’ın yarattığı renklerdir. Yani onunla onu karıştıracak, şu kadar karıştırırsa şu, bu kadar karıştırırsa cevizi yeşil, şu kadar karıştırırsa fıstıki yeşil, şu kadar karıştırışa çimen yeşili. Yani bu mu, ne kadar karıştırdığınızla alakalı değil ki asıl onu elde ettiğiniz arka planda ki sarının yaratıcısı kim. Dolayısıyla renklerde esasen Allah’ın yarattığından bir şey yapar, icat eder.

……….Kelimeleri kullanan şair bir şiir yazar, bu bir sanattır. Fakat Allah’ın yaratması anlamında bir yaratma değildir. Allah gibi kimse yaratamaz. O sesleri, o kelimeleri ortaya koyan mantığı, aklı veren Allah. O kelimeleri kullanmamızı temin eden Allah. Dolayısıyla şairin şiirine hayran olup ta o şiirin sermeyesini yaratana hayran olmamak Hallâk’ı bilmemek manasına gelir.

……….Asla ibda anlamında bir yaratma değildir dedik icat ve inşa anlamında. Esasen bütün bunları yapan sanatçı veya bilim adamına sadece malzemeyi veren değil malzemeyi kullanan aklı ve yeteneği veren de Allah. Eğer O vermeseydi siz hiç hayvanların icat ettiği, hayvanların inşa ettiği bir şey duydunuz mu?

……….Diyeceksiniz ki Kuş yuva yapıyor, esasen kuşun içgüdüsel olarak yaptığı yuva bir icat ve inşa değil güdüsel olarak yaptığı yuva eğer bir inşa ve icat olsaydı orada bir sanat görürdük. Dolayısıyla kuşun yaptığı yuvanın kalıcılığı diye bir derdi yoktur. Yani benden sonra ki nesillere bir yuva yapacağım ki torunlarıma kalacak, veya dedemizin yaptığı yuva bak bu, o şöyle bir tarz kullanmış, biz ise tarz değişikliğine gittik şu malzemeden yapıyoruz artık. Böyle bir zihin yürütebilir mi herhangi bir kuş böyle bir derdi yoktur böyle bir zihin yürütmez. Yani ortaya koyduğu bir tarz bir sanat, bir gelecek kaygısı vs. böyle şeyleri yoktur yani tasarlamaz, tasarlayan insandır.

……….Esasında Kuşun yaptığı yuva içgüdüsel olarak tasarlanmıştır zaten, o sadece kendine verilen program çerçevesinde hareket eder. Onun için insan farkı bu, insan sanatkârdır sanatı insan yapar. İnsan dışında yapılan tüm sanatların sahibi Allah’tır. Yani asıl saniî hakiki Allah’tır. Zaten sanatkâr olan insanı yapan, insanı yaratan olur. Yani Allah sadece sanat ortaya koymaz, sanatkâr yaratır. Bu manada yarattığı her şey ilahi sanata bir örnektir.

……….Beşeri yaratmayı görüyoruz. Esasen bakıyoruz bir tablo, bir şiir, bir müzik eseri bizde Bediî duygular uyandırır. Dinliyoruz bizi alıp götürüyor. İzliyoruz, seyrediyoruz bizi alıp götürüyor ve bazen adalet duygumuzu kışkırtıyor, bazen öfkemizi kışkırtıyor, bazen sevgimizi kışkırtıyor yani bizim kimyamız üzerinde etki husule getiriyor. Bir kahramanlık şiiri okunuyor bakıyoruz kan basıncımıza yansıyor. Bir aşk şiiri okuyoruz bakıyoruz yişne kan basıncımıza yansıyor farklı bir duyguya giriyoruz. Bir mersiye okuyoruz ağıt, bakıyoruz gözümüzden yaş gelmiş. Şimdi göz yaşı bezeleri çalıştı mı diyeceğiz yani buna. Böyle mi tarif edeceğiz. Yoksa ağlıyoruz, beni ağlattı mı diyeceğiz. Beni ağlattı demekle gözyaşı bezelerim aktif hale geldi demek ne kadar farklı. Biri motor, öbüründe ise duygu var orada, onda vicdan var, onda his var, onda kalp var, onda gönül var.

……….Dolayısıyla bizde etki meydana getiriyor. Bir sanat eserine bakıyoruz hayran oluyoruz, ne kadar güzel diyoruz ne kadar hoş ve bir Müslüman böyle bir şeyle karşılaştığında maşallah der. Neden MaşaAllah der? Onun arkasında Allah’ı gördüm demektir bu. Güzel bir yavruyu alırsınız seversiniz maşallah dersiniz. Bu, onun arkasında Allah’ı gördüm demektir, Allah’ın sanatını gördüm demektir, Allah’ın yaratışını gördüm demektir, Allah’ın meşi’etini gördüm demektir. Allah ne güzel yaratmış.

……….İşte bu Allah yokmuş gibi konuşmamaktır. Gördüğünüz hiçbir güzelliği Allah’tan koparmamaktır. Yani bu Allah’ın Hallâk olduğunu hatırlamaktır. Ya rabbi yaratan sensin, ya rabbi asıl sanatkâr sensin, ya rabbi mübdi sensin, Bedî’i sensin yani yoktan var eden sensin Bediy’üs Semâvâti vel Ard. (Bakara/117) Dolayısıyla Allah’ı hatırlar bir mü’min.

……….Bunlar bizim kültür kodlarımızdır İnşaAllah, maşallah, Bismillah, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, Allah, Allah Allah. Yani sayın gitsin bunlar bizim kodlarımızdır, bir mü’min bunlarla konuşur, biiznillâh, fesubhanAllah, eyvallah. Bunlar bizim kodlarımız, her durumun içinde Allah var. Dolayısıyla üzüldüğümde de Allah var sevindiğimde de. Yani sevincimi Allah’tan koparmam ben, Allah’tan kopuk sevinmem, Allah’tan kopup sevinemeyeceğim için sevincim ölçülü olur. Allah’tan kopuk üzülmem onun için hiçbir konuda ki üzüntüm beni Allah’tan koparamaz aksine Allah’a yaklaştırır.

……….Öfkelendim yine Allah, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. Yani Allah’tan kopsa öfkesinin kulu olacak, Allah’tan kopsa sevincinin kulu olacak, Allah’tan kopsa nefretinin kulu olacak, Allah’tan kopsa acı veren şeyin kulu olacak yörüngesine girecek o, onun öznesi olacak. Bu sefer bakmışsınız Allah’tan koptuğunda zaten gerçekten de kopuyor, hakikatten de kopuyor. Kendisini üzen şey artık hayatının üstünde baskı kurmaya başlıyor ve intihar dediğimiz şey işte onun son noktası. Niye intihar eder insan? Acının nesnesi olur, acının nesnesi olursa, kulu olursa intihar eder, acıya kurban olur yani.

……….Acıyı kurban etmesi mümkin mi? Mümkin, innâ Lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn; (Bakara/156) bitti. İşte o zaman acıyı kendine kul eder, acının sırtına biner, acı uysal terbiye edilmiş bir attır artık, acının sırtına biner ve yücelir, yükselir, adam olur, acısının alnından öper, derdinin alnından öper, çünkü derdi kendisini yüceltmiştir.

……….Dolayısıyla bu bakış çok farklı bir şey, esasen biz bunları yaşıyoruz da adlandıramıyoruz, çok fazla bilmiyoruz. Biziş teselli eden bizi yaşatan yani bizi kalitelendiren şeyin ne olduğunun adını koyamıyoruz. Burada farkına varıyoruz, esasında bize imanımızın ne çok şey kazandırdığını da öğrenmiş oluyoruz burada, bu bilgi ona yarıyor yoksa bu bilgiyle ilk defa kullanmaya başlamıyoruz ama amiyane tabirle Müslüman bir toplumun içinde doğmuş olmaklığımızdan dolayı kazandığımız bu şeylerin esasen çok değerli olduğunu öğreniyoruz, bu çok önemli.

……….Beşeri yaratışa hayran olup ta onun arkasında yatan ilahi kudreti unutmak nankörlüktür. Düşünsenize dümdüz bir yol yolda gidiyorsunuz ve giderken ayağınıza bir tuğla takılıyor, bakıyorsunuz tuğla. Otomatik olarak aklınıza ve dilinize gelen cümle şu; kim koymuş bunu buraya? Bir tuğladır yani kendisi konulmuş olamaz mı? Olamaz. Asfalt yol üzerinde ayağınıza takılan bir tuğla kendisi kendisini koyamaz.

……….Yahu Allah’tan kork bir tuğlaya Kim koymuş bunu buraya diye soruyorsun da şu koca kâinata nasıl tesadüf diyorsun. İnsanın kendi aklıyla dalga geçmesidir bu, kendi zekâsına, insan zekâsına hakarettir bu. Ben ateizmi onun için insan hakları ihlâli olarak görüyorum, inanın insan hakları ihlâli. Yani insana hakaretten yargılanmalı öncelikle, insan zekâsına hakaretten. Bu ayrı bir şey öyle şey olur mu? Şu koca kâinata bunun yaratıcısı yok diyorsanız siz insan zekâsına hakaret ediyorsunuz, bundan büyük bir hakaret olmaz mı?

……….Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,

……….Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen. (Şeyh Galip)

……….Şöyle zatına kendine bir bak diyor güzelce bir bak, zübdei âlemsinsen, alemin özüsün, alemin küçültülmüşüsün, mikro kozmossun, alem-i suğrasın, sen kâinatın göz bebeğisin.

……….İnsan bu demek zaten, göz bebeğinin ki tane adı vardır hadğatul ayn, insaü’l ayn, gözün insanı, göz bebeğinin ismidir Arapça da. Demek ki insan da kâinatın gözü, göz bebeği. Eğer göz bebeği gözün insanı ise, insan da kâinatın veya dünyanın göz bebeği. Öyle diyelim biraz küçültelim bu kadar kendimizi büyültmeyelim, bu kadar büyültmek biraz megalomani yapıyor, kolektif megalomani. Onun için küçültelim çünkü kâinata göre biz çok küçüğüz. Kâinatta izim gibi neleri yaratmaya kâdir olduğunu rabbimiz Yasin-i Şerifte zaten söylüyor, oraya da geleceğiz.

……….Eğer bir sanatın arkasında Allah görünmezse, sanatkârın sanatına hayran olur da o sanatkârı yaratana hayran olmazsa insan sanatkâr şaman’a sanatı da puta dönüşür. Zaten cahiliye de şairin işlevi buydu. Onun için Kur’an da şuârâ suresinde; Veş şu’arâü yettebi’uhümül ğavun. (Şuârâ/224) Onlara yoldan çıkmışlar ittiba eder uyar, onları onlar izler diyordu.

……….Esasen Kur’an şairlere laf mı ediyordu? Yo, Kur’an şiire lâf mı ediyordu, yo,. Hz. Aişenin dediği gibi bir tanesi şiiri karalama babında efendimizden naklen bir insanın karnının irinle ve kanla dolması şiirle dolmasından hayırlıdır diye hadisi naklediyor da Hz. Aişe dur orada diyor. Allah resulü onu şiir için söylemedi putları öven putçu şiir için söyledi. Yani temyiz ayırmak. İşte bu, yoksa Hz. Ali’nin divan’ı olur muydu, Hz. Ali’nin şiir kitabı var. Yoksa söyle ya hassan ruhul Kudüs seni destekliyor der miydi Allah resulü Hassan bin Sabit’e. ResulAllah’ın şairleri diye bir silsile olabilir miydi?

……….Dolayısıyla burada Kur’an ın şaire ve şiire bir şey söylediği yok, Kur’an kendisi Allah’ın tahtına göz dikmiş olan, arşına göz dikmiş olan haddini bilmez şaire söz söylüyor ve vahyin tahtına göz dikmiş olan şiire söz söylüyor, yani yerini bil diyor. Yoksa Ve ma allemnahüş şi’re ve ma yenbeğıy leh. (Yasin/69) O şiir değil ona şiir gerekmez de derken Kur’an, esasen Kur’an kendisini bir yerde şiirle de kıyaslamış oluyor, şiire bir makam vermiş oluyor. Yani şiire bundan daha güzel değer vermek var mı? Yeryüzünde şiire verilmiş en büyük ödülü kim verdi? Allah resulü verdi. Bânet suad diye başlayan K’ab bin Zübeyr kasidesine başladığında, kasidenin ortasına geldiğinde ResulAllah, ki düşünün kasideyi söyleyen şair için vur emri verilmiş, kâbe’nin örtüsünün altında bulsanız dahi öldürün emri verilmiş, böylesine zararlı biri. Ama böyle birine sırtında ki hırkayı çıkarıp onun sırtına takıyor. Bu şiirin sırtına takılmış bir ödüldür, başına takılmış bir taçtır düşünsenize. İstanbul – Topkapıda ki hırka o hırkadır. Hırka-i şerifte ki Üveys el Karni’ye gönderilen derler bilmiyorum ne kadar doğru. Ama Topkapı’daki K’ab bin Zübeyr’e verilen hırkadır, olduğu rivayet edilir diyelim de yine de kesin konuşmayalım.

……….Sanatkâr şamana dönüştüğünde haddini unutmuştur, Allah’tan rol çalmıştır. Tarihte böyle çok hadise var, bir ikisi aklıma geliyor; Michelangeli ünlü Musa heykelini yapmış bitirmiş ve adam eserinin büyüsüne öyle kapılmış ki her halde kendisini tanrı falan zannetmiştir ki haydi Musa konuşsana diyormuş. Taş yahu, kendi büyüsüne kapılınca öyle oluyor.

……….Parthenon mermerleri ilk defa çıktığında 19. Yy. da, dönemin ünlü aydını Henry Fuseli gayri ihtiyari mermerleri seyrederken; “Yunanlılar tanrıydı, Yunanlılar tanrıydı” diyor haşa.

……….Allah’tan kork yahu, Allah’ın yarattığı mermeri almış getirmiş kesmiş Parthenon yapmış, sen mermerin yaratıcısını öv. Sen mermeri yaratanı unutmuşsun, yaratanın mermerini kesip getireni tanrı ilan ediyorsun, olur mu? Onun için sebebu’l esmayı unutmamak lazım, ilkler ilkini unutmamak lazım, büyük sanatkârı unutmamak lazım. Büyük sanatkârı unutursa büyük sanatı da unutur. O zaman ne olur? Büyük sanatkârı yani Allah’ı unutursa küçük sanatkârı tanrı ilan etmeye kalkar. Büyük sanatkârın büyük sanatını görmez de küçük sanatkârların küçük sanatını yaratma olarak nitelendirmeye kalkar.

……….İşte o zaman yer değişir, o zaman akıl karışır, o zaman şirke bulaşır, o zaman şair şamanlık koltuğuna oturur ve yaptığı da put olur. İşte o zaman asıl sanat olmaktan çıkar, çünkü asıl sanat büyük sanatkârı fark etmektir. Asıl sanat kâinatın sanatkârını fark etmektir, asıl sanat O’na kulluktur, asıl sanat Allah’a hayranlıktır. Sanatkâr olan Allah’a hayran olur çünkü sanatı geliştikçe hayreti de artar sanat hayrettir derim onun için.

……….Ne diyordu efendimiz? Rabbi zidniy hayret. Rabbim hayretimi artır, yani sana bakayım şaşkınlığım artsın, şaşırayım, hayran olayım, hayranlığımı artır. Dolayısıyla budur, asıl sanatta budur Allah’ı fark etmek.

……….Hiçbir eser kendi kendisini yaratamaz, Allah’ın yaratıcılığını inkâr nankörlüğün varabileceği son noktadır. Dolayısıyla Müslüman kimdir kâinatın sanatkârının sanatına hayran olan insandır. Bu hayranlığın yansıması teslimiyettir. Öylesine bir fark ediştir ki bu Allah’ın sanatını fark ettiğinde teslim olmaktan başka çare bulamaz. Ya rabbi der ben sana teslimim sen beni işle. Zaten Allah bir insanı işledi mi, eğer insan o işlemeye itiraz etmez Allah’ın kudret eline teslim olur, rububiyetine rabliğine teslim olurda ya rabbi beni işle dedi mi ruhunu Allah’a işletti mi, aklını Allah a işletti mi, vicdanını ve iradesini Allah’a işletti mi, Allah’ın işlediği eserin konulacağı tek yer vardır, Cennet. Rabbül Âlemi’nin elinden çıkmış sanat eserinin sergileneceği tek galeri cennettir öyle değil mi. Allah bizi cennette sergilesin inşaAllah.

……….Yaratan da yaratılan da haktır, teorik çerçevenin bir bölümünü bu konuya ayıracağım bu çok önemli bir mevzu Hallâk ismi çerçevesinde. Zira ciddi bir problemle yüz yüzeyiz şu anda. Bu probleme ecnebiler nihilizm diyorlar. Hiççilik, aslında amaçsızlık. Nihilizmi tek olarak almamak lazım belki hedoniz mi de onun yanında koymak lazım zevk perestlik, zevkine tapma hali ve bir sürü izm onun yanında. Aslında diğer izmlerin bundan bir farkı yok, Marksiz mi, kapitalizmi vs. bunların yanına koymak lazım.

……….Esasen onların da özünde bunlar yatıyor. Yani belki ta temelinde hümanizm yatıyor. Hümanizm nedir? İnsancıllık değil, insanı her şeyin ölçüsü yapan düşünce. İnsan her şeyin ölçüsüdür diyen ölçü yoktur demektedir. O zaman 7 milyar ölçü olmuş olur. Yani 7 milyar ölçü varsa ölçü yok demektir, insan her şeyin ölçüsü olamaz. İnsan ölçü koyamaz, konulmuş ölçülere riayet eder. Allah ölçü koyar. İnsan insana ölçü koymaya kalktı mı hırsız ölçü koyarsa hırsızlık suç olmaktan çıkar. Namussuz ölçü koyarsa namussuzluk suç olmaktan çıkar. Mütecaviz ölçü koyarsa tecavüz suç olmaktan çıkar. Ne olur? Soyguncu, vurguncu ölçü koyarsa vurgun ölçü olmuş olur öyle değil mi?

……….Kişi kendi zaaflarıyla ölçü koyar. Firavun ölçü koymaya kalkarsa ne olur ene rabbükümül ‘alâ der ben en büyük rabbinizim. Nemrut ölçü koymaya kalkarsa işte öyle olur, yani İbrahim’i ateşe atar. Nemrut’un ölçüsüne göre İbrahim Teröristtir. Firavunun ölçüsüne göre Musa bağidir, asidir haşa. Kim koyacak şimdi ölçüyü, kimim ölçüsü, Sezarın ölçüsü mü, İsa’nın ölçüsü mü?

……….Evet özünde nihilizm bu günün dünyasının en büyük problemidir hiççilik. Bakın şöyle yeni nesillere, bakın üretilen şeylere, ekranlardan sizi vurmaya kalkışan o sanal kurşunlara bakın, onun arkasında ki mantığa bakın hiçbir ölçü yoktur. Bu adam bunu nasıl söylemiş diyorsunuz, bu reklamı bu adam nasıl yapmış diyorsunuz hiçbir ölçü yok. Ölçüsüz insanların eline geçtiği zaman işte buyur dünyanın aldığı hal bu. Onun için hiçten başlayan bir şey bu.

……….Peki, bu mantık nereye yaslanıyor? Bu mantığın arkasında aslında Lucretius’un şu sözü ex nihilo nihil fit. Bu latince ama bunun aslı Yunanca hiçten hiç çıkar, yani hiçbir şey yoktan var edilemez mantığı buradan gelir. Hallâk’ı ve Hâlık’ı reddeden bir bakış açısı. Yunan düşüncesinin ta kökeninde bu yatar yoktan bir şey var olmaz, hiçten hiç çıkar. Dolayısıyla mantık bu. Eski Yunan’dan ta batıya kadar mantık bu.

……….Peki bunun bizde ki yansıması nasıl? Maalesef bunun bizde ki yansıması da varlığı reddetme biçiminde ortaya çıktı. Yani Allah’ı ispat etme, ama mahlûkatın varlığını hakiki olduğunu reddetme. Tabii bunun farklı biçimleri ortaya çıktı. Yani yaratılmış şu alem, şu gördüğümüz eşya, varlık aslında sanaldır, bir rüyadır, mış gibidir vs. vs. Tabii dilin kemiği yok söyle gitsin tabir caizse ve bunun İslâm adına yapıldığını gördük, yapılıyor olduğunu görüyoruz. Allah adına, İslam adına yapıldığını gördük.

……….O zaman şu mu oluyor bu? Esasen Allah Hallâk’tır değil mi, Hâlık’tır, yaratandır, hep ve daima yaratandır. Eğer bütün bu varlık, gördüğümüz şu etrafımızda ki maddi varlık gerçekte yoksa Allah neyi yaratmış oluyor yoku mu, yani blöf mü yapmış oluyor haşa. Bunu mu söylemeye çalışıyorsunuz. Hallâk olan Allah aslında bir şey yaratmadı da biz miş gibi mi görüyoruz. Yani Hallâk isminin tecellisi miş gibi mi oluyor. O zaman bu isimde mi miş gibi, hakiki bir tecellisi yok mu? Haşa ve kellâ. Yani ne demek istiyorsunuz siz.

……….Bir zamanlar bu memlekette kitaplar dağıtıldı, kitaplar yazıldı, hala da piyasa da devam ediyor ve hala da bir yığın insan bu düşüncelerin arkasına gidiyor.

……….Nesefinin kitabının, akaid adını koymuş ya akaidin kitabı bir tektir o da Kur’an dır, akaidin kitabı olmaz, akaidin kaynağı Allah’tır, Alimler akaid belirlemez, Allah belirler akaidi. Onun için akaid kitabı olmaz, onlar kelâm kitabıdır adını doğru koyalım. Nesefi’nin akaid adını verdiği kelâm kitabı şöyle başlar. Hakâiku’l eşya sabitetün vel ‘ilmü biha mütehakkîkun diye. Eşyanın hakikati sabittir. Bizim bu hakikat hakkında ki bilgimiz ise gerçektir. Vel ‘ilmü biha mütehakkîkun, tahakkuk etmiş bir gerçektir. Çünkü eğer eşya sahteyse bizim bilgimiz de sahte olmuş olacak, eşya sanalsa bizim bilgimiz de sanal olmuş olacak. Yani aslında şair öyle diyor ya, ne kadınlar sevdim ki zaten yoktular. (Atilla İlhan) Yani sen yoksun aslında, niye? ben de yokum, o da yok. Peki niye, mış gibi gözüküyorsun aslında rüyadayız, bu bir sanal şey. Tıpkı matriks filmindeyiz falan.

……….Öyle mi, gel sana bir tokat atayım, bu yokun tokatıdır. Kızacak mısın kızmayacak mısın? Yok desene, seni kızdırana da yok desene. Sen evlendin mi? Evlendin. Yokla evlendin o zaman. Peki, Ebu Leheb’te yok o zaman. Ebu Leheb yoksa ebu Leheb’,in eli de yok, eli yoksa Tebbet yedâ ebiy lehebin konusu da yok öyle değil mi. O zaman yoksan günah’ta yok sevapta yok zaten. Yani ameli Salih’te yok. Bunlar yoksa Cennet ve cehenneme de gerek yok. Dolayısıyla iyilik ve kötülük yok. Hayır ve şer yok, hak ve batıl yok, iman ve küfür yok, Musa ve Firavun yok, Nemrut ve İbrahim yok. İbrahim’in baltası da yok, putta yok. Lâ mevcude illâllah. Hadi buyurun. Kur’an bir tevhid öğretir Lâ ilâhe illallah ama bunun karşısında alternatif bir “tevhid” gelir Lâ mevcude İllâlah.

……….Ne diyelim şimdi? İşte onun için Nesefi doğru yerden başlamış Hakâiku’l eşya sabitetün eşyanın hakikatleri sabittir. Vel ‘ilmü biha mütehakkîkun. Onun hakkında ki ilmimiz gerçekleşmiş bir gerçektir. Hilâfen bî sufistaiyye sofistlerin hilafına, safsatacıların hilafına.

……….Sofistler eski Yunan’ın doğa filozofları denirdi bunlara yani sokrat öncesi filozoflara doğa filozofları, sofist denir. Sofistlerin tek mahareti vardır; Hakikat diye bir şey yoktur. Sende haklısın, sen de haklısın, sen de haklısın. ..! Hani Nasrettin hafızın güzel bir şeyi var ya gelmiş iki kişi tartışıyormuş demiş ki Hoca sen haklısın demiş, ötekine sen söyle demiş o da söylemiş sözünü sen de haklısın demiş. Hanımı demiş ki, ya hoca o konuştu ona sen haklısın, diğeri konuştu sen haklısın. Bunlar niza etmiş sana hakemliğe gelmiş, ikisi de nasıl haklı olabilir dediğinde Hanım sen de haklısın demiş.

……….Sofitlerin şeyi bu, post modernizm diye böyle bir şeye söylüyorlar zaten, mutlak doğru yoktur. Niye? Herkes kendine göre haklıdır. Allah aşkına bu ne biçim bir hak? Böyle bir dünyada neyi savunursun? Böyle bir dünyada ne uğruna yaşarsın, böyle bir dünyada neye inanırsın. O zaman hakikatin arkasını kovalamak, hakikatin peşine düşmek, hakikati aramanın ne anlamı kalır, neyi arayacaksın hakikat yoksa. Niye arayacaksın ki, herkesin bulduğu haksa eğer kim neyi arasın.

……….Görüyorsunuz değil mi nereye getiriliyoruz. Nedir varacağımız yer? Nihilizm, hiççilik makamı. Nihilizmin en büyük tehlikesi ahlaksızlığıdır, çünkü ahlakın temelini yok ediyor. Onun için sofistlere göre hakikat diye bir şey yok, ne koysan gider yani. Bizim eşya hakkında ki bilgimizin bir hakikati olmadığını söyler sofistler.

……….Dolayısıyla buradan, Nesefi’nin bu tespitlerinden çıkan nedir?

……….1 – Bazılarının dediği gibi içinde yaşadığımız dünya bir hayal değildir.

……….2 – Eğer eşya sanal olsaydı onun hakkında ki bilgimiz de sanal olurdu. Bu sadece yaratılanın varlığını inkâr etmek değil, yaratanın yaratışını da inkâr etmektir. Eğer bizim içinde yaşadığımız bu dünya ve bu dünyanın içinde kiler sanalsa, mış gibi ise, aslında yoksa Allah da Hâlık olarak bir şey yaratmış değil. Haşa sanki bir blöfle karşı karşıyayız. O zaman peygamberler niye gönderilir, kavimler niye helâk edilir, günah ve sevap niye vardır. İkab ve ödül, azab ve ceza niye vardır, cennet ve Cehennem niye vardır, Allah niye emir ve yasak koymuştur. Niye koyar ki, niye sınırlar çizer, sınırlara ne gerek var ki sanal bir dünyada hepsi oyunsa eğer. Öyle değil mi? Siz bilgisayar oyununda takla atan adama trafik cezası kesiyorlar mı? Ne gerek var ki, kesene keserler aslında gel seni götürelim diye öyle değil mi oyunsa eğer. O zaman rabbimizi ne yerine koymuş oluyoruz haşa. Evet, ben kendime bir oyuncak yaratmadım diyor, ben oynamak için yaratmadım varlığı diyor Kur’an da.

……….3 – Sofistler bizim eşya hakkında ki bilgimizin bir hakikat olmadığını söyler, yoktur derler.

……….4 – Nesefi der ki 5 duyumuzla elde ettiğimiz bilgiler sanal ve vehim değil gerçektir. Yani bu nesefinin böyle bir girişle girmesi kelâm kitabına esasen Kur’an ın bize telkin ettiği tevhidin özüne dair bir açıklamadır ve sofistlerin safsatasını bir reddiyedir. Bu gün sofistlerin safsatası post modernizm adı altında geri döndü. Röletvizim, postmodernizmin arabası oldu yani görececilik, nispiyet. Nedir? Herşey görecedir, niye sana göre, bana göre, ona göre. O zaman sen sana göre doğrusun, o ona göre doğru, ben bana göre doğruyum. Yani? Yanisi yok işte canım hakikat diye bir şey yok, hiçbir şey adına yaşamaya değmez, hiçbirşey uğruna ölmeye değmez, hiçbir şey uğruna kavga vermeye değmez, hiçbir şey uğruna inanmaya değmez. Sonuçta bu tabii, kendileri gibi yapmak istiyorlar dünyayı, değersizleştirmek istiyorlar. İşte bu değersizleştirmedir, indirgemedir. Bunun üç operatörüydü aslında Freud – Marx ve Darwin. Bunlar değersizleştirme operasyonu yaptılar üçü de üç ayrı bilim dalında. Onun için bu bir değersizleştirmedir, indirgemedir esasında.

……….Eğer sanal ise onlarda günahta, sevapta işlenmez, ödül ve ceza olmaz. Hallâk isminin varlığı mahlûkun varlığını gerektirir oysa ki öyle değil mi? Hallâk varsa mahluk vardır. Niye? Hâlık varsa mahlûk olmak zorunda, çünkü yaratan var ama hiçbir şey yaratmamış. Ne demek bu? O zaman tecellisi olmayan bir sıfatın var olup olmadığını kim bilecek, karşılığı yok. Dolayısıyla bunun varacağı ilkel bir materyalizmdir. Zaten panteizm de böyle bir şey değil mi, bakın Aristo her ne kadar sofistlere, safsatacılara karşı hakikati savunmak için mantık diye bir bilimi kurallı hale getirmişse de mantığı oluşturan Aristo’dur demek eski Mısır’a, eski dünyaya hakarettir. Düşünce Yunan’la başladı demek hırsızı mal sahibi ilan etmektir Yunan düşüncenin hırsızıdır. Hem almıştır, çalmıştır hem de kaynak göstermemiştir. Dolayısıyla Yunan düşüncesinin atası eski Mısır’dır. Eski Mısır’ın teb mabedinin alnında yazıyordu kendini bil diye. Eflatun siyah hocalardan söz eder siyah hocalarımız der. Doğrudur da hocaları siyahtır. Tabii hermetik metinleri okumayan bunu bilmez, hermetik metinlere şöyle bir göz gezdiren aa.! İş bambaşka der.

……….Yunan Mısırdan çaldı ve kaynak göstermedi, batı Endülüs’ten çaldı ve kaynak göstermedi, aynı babasının dedesinin işlediği suçu torunları da işliyor. Biz oysaki bilginin sadece aslına sadık değiliz, bilgiyi taşıyanlara da sadığız. Onun için biz hep kaynak gösterdik, biz kaynak gösterdi ki İbn. Rüşt; Ben yazıyorum diye yazmadı. İbn. Rüşt Aristo’nun şarihidir anlatabiliyor muyum? Yani Farabi, hâce-i sani ilan edildi, ikinci hoca. Birinci hoca Aristo. Niye? Çünkü kendisi benim demedi o üstatlarınkini aldı şerh etti, açıkladı.

……….Dolayısıyla biz bilgiye değer verdik ve vefakârlık yaptık, taşıyanlara da değer verdik hiç gizlemedik. Bu manada bakıyorum fakirin yazıp çizdiği piyasaya sebil diye verdiği şeyler, yazarların çizerlerin ağzında, kaleminde kitabında mağribi malı gibi, sebil maşallah. Tamam sebil ettik te bu kadar da etmedik yani Allah’tan kork bir ismini ver hiç olmazsa, atıf yap, alıntı ahlakın olsun. Alıyorsun gözümün içine baka baka, bunun sahibi falan diyor. Kendi malımı bilmez miyim? Ama bakıyorsunuz ne bir tırnak var.

……….Bazıları biraz insaflı bir düşünürün bir âlimin bir yazarın dediği gibi yazmış, yine adını da vermiyor da, bazıları ise hiç insafı yok, alıntı ahlakı yok. Sanki köy merasından ot biçiyor. Onu bile biçtirmiyorlar muhtara danışmadan öyle değil mi. Allah’tan korkar insan emeğe saygı duyar. Yoksa biz hiç birini esirgemedik, esirgeseydik bütün bu dersler internetten ve tüm paylaşım sitelerinden isteyenin önüne serilir miydi? Bunlar sebildir, sebildir ama aldığın yeri lutfette bildir, alıntı ahlakın olsun. Maalesef göremiyorum, sebil gibi sanki azıtma kediler olur ya, onun gibi bizim ortaya koyduğumuz alın emeğimiz yürek terimiz sanki azıtılmış kedi. Bu doğru değil, biz bir şey beklemiyoruz, maddi çıkar beklemiyoruz, sadece ve sadece alıntı ahlakınız olsun, aldığın yeri göster aldığın yere bir atıf yap çok şey mi istiyoruz.

……….Hocam ya vahded-i vücut ne olacak dediğinizi duyar gibi oluyorum. Vahdet-i vücut bir tek yorum değil birden fazla vahdet-i vücut yorumları var. Panteizme getirmiştim işi aslında Aristo’dan yola çıkarak. Biliyorsunuz Aristo panteisttir, yani nedir Aristo’ya göre âlemin kendisi tanrıdır, tanrı alemdir. Panteizm ile vahdet-i vücudu eşitlemek doğru değil, pek farklı şey olduğunu söylemek te, El Afifi bu yy. da ki bir numarasıdır İbn. Arabi uzmanı olarak bir numaradır. Yani işin özüne dönersek diyor vahdet-i vücut panteizm ile birleşir diyor.

……….Afifi’nin uzmanlığına hiç şüphesiz saygım var, fakat yine de vahdet’i vücut yorumlarını panteizm ile eşitlemeye gönlüm pek razı olmuyor. Yani vahdet-i vücudun yorumları var. AbdülKerim el Cili nin vahdet-i vücudu mu? İbn. Arabi’nin vahdet-i vücudu mu. Şimdi hangisini tercih edeceğiz?. El Cîli nin vahdet-i vücuduna bakacaksak, sizin tevhidiniz Lâ ilâhe İllallâh, bizim ki Lâ mevcude illâllah, sizinki şirktir diyor. Haydi buyrun nereden yakarsanız yakın. Kur’an ın tevhidi Lâ ilahe İllâllah şirk miş. Niye? Allah’tan başka bir şeyin varlığını ortaya koyuyormuş. Çünkü Allah’tan başka bir şey yokmuş, Allah’tan başka bir şeyin varlığını ortaya koyan tevhitte olsa özünde şirk miş. Haydi nereden yakarsanız yakın bu mu yani, savruldunuz mu savruluyorsunuz. Yani eğer Allah’tan fazla Allah’çı olmaya kalkarsanız böyle çuvallıyorsunuz. Dolayısıyla Haşa demek lazım tabii, yani insana hiç vermeye gelmiyor ipin ucunu, zaten rabbimiz de ne güzel etmiş insana vermiyor, insana verdiniz mi ipin ucunu kaçırıyor.

……….Kısaca panteizm daha farklı bir şey olarak hüsnü zan edelim vahdet-i vücuttan, ama vahdet-i vücutlar var, vahdet-i vücut felsefeleri var tek bir felsefe yok. Dolayısıyla ben İbn. Arabi’ninkini daha yumuşak, daha makul buluyorum. Özellikle Konevi üzerinden gelenini daha makul buluyorum.

……….Konevi onu daha da yaklaştırıyor hatta İmam Rabbani ıslah ediyor. Vahdet-i vücudu da aşırı buluyor vahdet-i şuhûd diyor. Bu çok güzel bir şey ona kimin itirazı olabilir ki Vahdet-i şuhûd, şahitlerin birliği. Biz bu aleme sahip olmak için değil şahit olmak için geldik. O hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir şey gerçekten de, ama yine de vahdet-i vücutlar olduğunu bilmek lazım. Vahdet-i vücudu nihilizme götürecek şekilde anlayan herkes le yine bu kapsamda değerlendirilmelidir. Yani Allah’ın Hallâk isminin inkârı üzerine temellenen her vahdet-i vücut yorumu merduttur, sakattır, atılır başka bir şey değil.

……….Kur’anî çerçeve; Kur’an da bu kökten iki isim var dedik Hâlık ve Hallâk. Nüzül sürecine göre işliyoruz esma –i hüsnayı. Nüzül sürecinde Allah ismi hariç, Allah ismi teşbihin imamesi, yani İnne lillâhi tisaten ve tisîne ismen Allah’ın 99 ismi vardır diyor değil mi Allah’ın 99 ismi. Dolayısıyla eğer hadisi temel alacaksak hadise göre de 99 un yüzüdür Allah. Dolayısıyla Allah’ın. Çünkü Allah müsemmadır, yani diğerleri sıfattır, Allah mevsuftur. Yani Allah’u kerîmun, Allah’u Alîmun, Allah’u Hallâkun, Allah’u Hâlıkun hepsini sıfat tamlamasına sokabilirsiniz hepsi Allah’a döner hepsi Allah’a racidir. Allah Alimdir, Allah Semî’dir Allah Basîrdir, Allah Hâlık’tır, Allah Rezzak’tır hepsini Allah’a racidir. Onun için 24. İsimdir bu. Bundan evvel neyi görmüştük? Rakîb; gözetleyen. Şimdi ne? Hallâk, daima yaratan.

……….Aslında sistemde önce yaratıp sonra gözetlemesi lazımdı değil mi? Ama Hallâk geliyor Hâlık gelmiyor ki. Bir sonraki durumu yaratmak için önce gözetleyen. Geleceğim zaten hayran olacağız.

……….Hallâk Kur’an da iki yerde geliyor sadece Yasin/81, Hicr/86. Ayetleri. İkisi de Mekkî, gayet anlaşılabilir. Niye? Mekke zor zaman, Mekke muhalefet, Mekke düşman ortamı. Yer demir gök bakır, Mekke’de iman sınanıyor ve imanın sınandığı Mekke’de mü’minler an’ı mutlaklaştırmasınlar diye Hâlık isminden önce Allah’ın Hallâk ismi hatırlatılıyor.

……….An’ı mutlaklaştırmasınlar, ne demek bu? Oraya da geleceğim ama haydi bir nebze göndereyim. Eğer Sümeyye ve Yasir an’ı mutlaklaştırsaydı işte o zaman bitmişlerdi, an’ı mutlaklaştırmadıkları için bitmediler. Hallâk, sürekli yaratan, şu An’ı Allah yarattı, bir sonra ki anı da yaratacak, dolayısıyla bir sonraki abda acaba ne yaratacak.

……….An’ı mutlaklaştırdınız mı an’ın mahkûmu olursunuz, an’ın mahkûmu oldunuz mu kendinizi, kendi, zindanınıza mahkûm edersiniz. Başkasının zindanına gireni çıkarmak mümkin de, kendi zindanına kendisini kapatanı çıkarmak mümkin değil. Onun için Ali Şeriati’nin 4 zindanı vardı ya, öyle bir zindan işte bu. Dolayısıyla bu manada bu iki isim de Mekke de geldi sualinin cevabı budur. Çünkü Mekke de acı var,  Mekke de işkence var, Mekke de hicret var, Mekke de yokluk var, Mekke de boykot var, Mekke de açlık var, Mekke de her tür acı var. Peki, her tür acının olduğu yerde Halllâk ismi ne manaya geliyor? Bir çıkış kapısı, bir açılım yani köşeye sıkışmayın Allah Hallâk’tır, şu anı yaratan bir sonraki anı da yaratacaktır, bitti.

……….Kur’an yaratılış hakikati üzerinde çok durur. Yaratılış hakikatine insanın 3 bakışı var.

……….1 – Mutlak bir yaratıcının varlığını inkâr eden bir bakış. Yeryüzünde böyle inanç sistemleri de var duymuş olmalısınız. Budizm bunlardan biri. Budizm de varlığın bir yaratıcısı yoktur, bir yaratıcıya ihtiyaç yoktur Budizm de. Caynizm de öyle caynizm de bir yaratıcıya ihtiyaç yoktur. Zaten özü itibarıyla uzak doğu dinleridir ve Brahmanizm den şekillenmiştir. Özünde yine tevhid vardır bu inanç sistemlerinin. Ben Brahman isminin İbrahim’den geldiğini iddia ediyorum, ispat edemedim ama iddiam öyle. Yani Brahman, İbrahimî gibi iddiam öyle. Ta özünü yokladığınızda zaten tevhidin bir takım özelliklerine ulaşıyorsunuz.

……….Dünyada ki tüm sapmalar arizîdir, aslî olan tevhiddir çünkü ilk insan iyi insandı, ilk insan muvahhiddi, kötülük sonradandır, bozulma sonradandır, şirk sonradandır, tevhid aslîdir. Yani oradan da yola çıksak aynı yere varırız birincisi böyle. Yaratıcının varlığını kabul etmeyen bir yaratıcıya ihtiyaç olmadığını söyleyen sistemler.

……….2 – Yaratıcıyı kabul edip yaratıcılığını mutlak değil mukayyed bilen sistemler. Eski Yunan böyleydi, yani ilk muharric manasında kullanıyor, kullandığı biraz da muğlak aslında. Bu konuda Aristo’nun metinlerinde çok net değil. Bunu biraz bizim âlimlerimiz biraz kıyak geçmişler Aristo’ya yani Aristo’yu biraz Müslümanlaştırmışlar, biraz muvahhidleştirmişler. Hatta bazıları onun bir peygamber olduğunu bile söylemiş. İnşallah öyledir yani bilmiyoruz ama ben Aristo’nun bu kadar da masum olduğunu falan sanmıyorum, çünkü Aristo İskender’in hocası. İskender ise insanları kendisine tapmayı, secde etmelerini emretmiş bir adam. Babil’i aldıktan sonra özellikle İskender’in ne haltlar karıştırdığını iyi biliyoruz. Büyük demeyelim, büyük Allah’tır, Makedonyalı İskender. Ama gerçekten de İskender’in o mücadelesine saygı duymamak mümkün değil. 33 yaşında ölmüş bir adam 6.5 – 7 yıl sadece Hint seferi bu ne aşk. Yeryüzünde 20 tane İskenderiye şehri kuracaksın, yani bu gerçekten de bravo dedirten bir şey ama sadece Bravo. Yoksa hiçbir emek zayi olmuyor, Mısır İskenderiye’sinden tutun da Bizin İskenderun’a varana kadar İskender’in eseridir. Bu manada Aristo çokta masum değil, fakat bizim ulema onu biraz allamış pullamış.

……….Eski Yunan’da esasen Âlem’in kadîmliği düşüncesi vardır, varlık yaratılmamıştır, kadimdir. Yani bir tür âleme Allah diyecekseniz zaten öyle bir şey diyeceksiniz panteizm böyle bir şeydir, bu da ikincisi.

……….3 – Mutlak yaratıcının varlığına iman. Tüm ilahi vahiyler ve Kur’an bu 3.süne girer. Esasen fizik te bilimde, big bang ile geldiği noktada bu olmuştur zaten. Yani bugün bilimin geldiği nokta bu olsa ne olur olmasa ne olur önemi yok ama böyle bir şeye gelmiş olmasını dillendirmek te bir aşağılık duygusu olmasa gerek. Yani yoktan var edilmiştir âlem. Kün feyekûn Allah ol demiştir o da oluş sürecine girmiştir. O da oldu değil, kün fekân değil, Kur’an da böyle bir ifade yok, kün feyekûn oluş sürecine girmiştir. Yekûn fiili muzaridir, 3 zamanı birden kapsar; geniş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman.

……….Her şeyi Allah yaratmıştır ve haleka külle şey’in fekadderahu takdiyra. (Furkan/2) O her şeyi yarattı ve onu eşsiz bir şekilde takdir etti. Halk fiilini takdir ile karşılayan âlimlerimiz var, Gazali bile böyle yapmış, Halk takdir demektir eş anlamlıdır diyor, ama değildir, eş anlamlı olsaydı aynı ayeti içinde iki fiil gelmezdi ve haleka külle şey’in fekadderahu haleka kaddera. Eğer bir ayette iki kelime geliyorsa bu ikisi aynı mana değildir ayrı şeyleri ifade ederler. Çünkü ihtilâf-ul esma tedülli ‘alâ ihtilâf-ul mana bu bir kuraldır dil kuralı. İsimlerin, kelimelerin farklılığı mananın farklılığına delalet eder.

……….Hallâk olan Allah’ın yarattığı her şeyin başında gökler ve yerler geliyor İnne fiy halkıs Semavati vel Ardı vahtilafil leyli ven nehar. (A.İmran/190) yani, göklerin ve yerin yaratılışı, gece ve gündüzün farklılığı leâyâtin li ülil elbab öz akıl, gönül sahipleri için, aktif akıl sahipleri için, yani aklının içinde akıl olanlar için bir ayetler bütünüdür, kitaptır diyor. Onun için Allah Hâlık, göklerin ve yerin yaratıcısıdır.

……….Yine; Hazâ halkullâhi feeruniy ma zâ halekalleziyne min dûniHİ, belizzâlimune fiy dalalin mubiyn (Lokman/11) işte bu Allah’ın yaratışı, bakın şöyle etrafınıza, bakın kendinize işte bu Allah’ın yaratışı. Yani Allah Hâlıktır, Hallâk’tır diyoruz. Neyi yarattı diyorsunuz, seni yarattı, kâinatı yarattı ve arkasından diyor feeruniy ma zâ halekalleziyne min dûniHİ onların Allah dışında taptıkları neyi yaratmış bana bir göstersenize, yani ben Allah’ım Hallâk’ım sizi yarattım, kâinatı yarattım. Onların Allah dışında taptıkları neyi yaratmışlar bir de onların yarattığını göster. Gösterin ki bana değil de onlara kulluk etmelerinin sebebini anlayalım, yani yaratmayan Allah olmaz diyor. belizzâlimune fiy dalalin mubiyn zulüm neydi? Bir şeyi yerinden etmek. O zalimler derken yaratılmışı yaratan yerine koymak, Allah’tan rol çalıp onu eşyaya vermek. Fiy dalalin mubiyn çok derin bir sapıklık içindedirler.

……….hel min halikın ğayrullah. (Fatır/3) Allah’tan başka bir yaratıcı var mı?; yerzükuküm mines Semai vel Ard gökten ve yerden sizi rızıklandıran O. lâ ilâhe illâ HU* feenna tü’fekûn O’ndan başka tapınmaya layık hiçbir varlık yok, nasıl da savruluyorsunuz. Feenna tü’fekûn, nasıl da savruluyorsunuz. Yani bu kadar açık hakikat ortada iken siz nasıl olurda yaratan dururken yaratılanlara yaratan muamelesi yaparsınız.

……….fetebarekâllahu ahsenül halikıyn. (Mü’minun/14) ilahi yaratışta ki güzelliğin sırrını ifade ediyor bu ayet yani yaratanların en güzeli olan. Biraz önce dersin başında söylediğim ne idi? Yaratmak sadece yoktan var etmeyi değil vardan var etmeyi de, icadı da, inşayı da içerir demiştim. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın yaratması ne mübarektir, veya Allah ne mübarektir. Eyvallah.

……….Eveleyselleziy halekasSemâvati vel’Arda BiKâdirin alâ en yahluka mislehüm* belâ ve “HU”vel Hallâkul Aliym; (Yasin/81) İşte Kur’an da geçtiği ikinci yer de burası Yasin suresi Eveleyselleziy halekasSemâvati vel’Arda BiKâdirin alâ en yahluka mislehüm gökleri ve yerin yaratıcısı olan Allah gibi, Allah’ın yarattığı gibi bir benzerini de onlar yaratabilirler mi? BiKâdirin alâ en yahluka mislehüm Allah öylesine Kâdir’dir ki benzerlerini de yaratmaya Kâdir’dir. Kâinatta insan dışında insan gibi veya insandan daha iyi varlıklar olabileceğine dair Kur’an da birkaç ayet var, biride budur işte. Onun için Kâinatta insan biriciktir demek büyük bir laf, dünyada biriciktir. Eşrefi dünyadır insan. Eşref-i Mahlûkattır demek için mahlûkatın tamamını bilmek lazım, bu büyük laf. İnsan Allah için vazgeçilmez değildir, ama Allah insan için vazgeçilmezdir. Zaten gökleri ve yeri yaratan Allah’ın kudreti onlar gibisini yaratmaya yetmez mi diyor.

……….Tabii burada mevcut yarattı manasına gelmiyor ama yaratmadığı anlamını da kimse çıkaramaz. Dolayısıyla insan Allah için vazgeçilmez değildir, ey insan aklını başına al, benim için vazgeçilmez değilsin manası çıkıyor buradan.

……….İnne Rabbeke HUvel Hallakul Aliym. (Hicr/86) senin rabbin kimdir biliyor musun? Burada Rab olarak gelmesi önemli başka bir isim veya İsmi zat gelmemiş, Allah ismi gelmemiş, İnne Rabbeke HUvel Hallakul Aliym. Senin rabbin o sonsuzca yaratan, tekrar tekrar yaratan ve bilendir.

……….Hallâk’ı anladık ta Alîym niye gelmiş? Mekke nüzül ortamı, motivasyona her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan bir ortam, zira Hallâk olan bir Allah darlık içinde bolluk, acı içinde lezzet sandıcı içinde sabır, usr içinde yüsr indirir. İnne me’al ‘usri yüsrâ. (İnşirah/6) her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Onun içinde Mekke de ina ayetin içinde ki iki kere geçiyor bu isim ikisi de Mekki’dir Hallâk ve Alîm isimleriyle beraber geliyor.

……….Alîm ismi ile birlikte gelmesi neden? Allah sadece Hâlık olsaydı Alîm olmasına gerek yoktu, yani Hâlık yaratandır, yaratır ve bırakır. Ama Hallâk dönüp dönüp yaratan olunca bir önceki yaratması ile bir sonraki yaratması arasında fark var. Bu fark ta Allah’ın yarattıklarının davranışları rol oynuyor. Sana söylüyor; İnsan, bu çok önemli, Hallâk ismi insana bir müjdedir aslında. Kendini değiştir ben de yaratışımı değiştireyim, bir sonrakini de ben yaratacağım, yine ben yaratacağım. Yani yarattığımı mutlaklaştırmıyorum. Yarattık, ben yarattım diye sabitlemiyor. Sen kendini değiştir bana yeni veri ver, yeni veri girsin, yeni bilgi girsin sisteme ben sistemi değiştirip yeniden yaratayım.

……….Siz kendi halinizi değiştirmezseniz Allah toplumunuzu değiştirmez innAllâhe lâ yuğayyiru ma Bi kavmin hatta yuğayyiru ma Bi enfüsihim. (Rad/11) Allah bir toplumun halini o toplumun kendi bireylerinin nefislerini değiştirmedikçe değiştirmez. Buyurun, veri girin sisteme rabbim ikinci halinizi farklı yaratsın. Başka söze hacet var mı? Eyvallah. Ve tam da işin özüne geldik külle yevmin HUve fiy şe’n. (Rahman/29)

……….Hallâk ismi bir mübalağa kalıbıdır ismin tecellisinin sürekliliğini ifade eder. Eğer o Hallâk’ın varlığa tecellisi bir an dursaydı ne olurdu? Hallâk olmasa da Hâlık olsaydı. Ya otomatiğe bağlaması lazımdı. Otomatiğe bağlasaydı eğer Rab ismi tecelli etmezdi. O zaman iradeye gerek yoktu, iradeye hiçbir alan kalmıyordu otomatiğe bağlasaydı. Yani ben kendimi değiştirme iradesi sergileyeceğim ya rabbi, bunun karşılığı ne olacak, sen ne yapacaksın ya rabbi? Ben de seni yeniden yaratacağım. Böyle bir karşılık yoksa eğer, benim irademi geliştirmenin sebebi ne? Ne gerekçesi olacak? İrademi kullanmamın ne sebebi olacak? Benim irademi kullanmakla tercihlerimi değiştirmenin bir karşılığı olmayacaksa Allah katında o zaman neye değiştireyim ki. Bir karşılığının olması Hâlık değil, Hallâk ismine bakıyor. Eğer eşya Allah Hallâk olmasaydı var olurdu ama varlığını sürdüremezdi.

……….Bir tezim var, bilim adamlarına emanet ediyorum bu tezi. Işık biliyorsunuz iki şekilde tezahür gösterir fotonlar, dalgacık veya parçacık fark etmez. Hatta önceleri parçacık zannediyorlardı, sonra dalga dediler, şimdi dalga geçtikleri anlaşıldı, bir ışık aynı anda hem parçacık, hem dalgacık özelliği gösteriyor, bir yere kadar parçacık, ondan sonra dalgacık. Ne olursa olsun her halükârda parçacık ta dalgacık ta olsa ışık dediğiniz şey sürekli ve kesintisiz değil ardı ardına oluşlardan oluşuyor bana göre ışığın her yeni dalgası Hallâk tarafından yeniden yaratılıyor.

……….Ses te böyle, renkte böyle, elektron da böyle, varlıkta böyle kesintisiz ve sürekli gördüğünüz varlık kesintisiz değil, biz bunu nefesimizde temsil ediyoruz. Her nefes veriş bir ölüm, alış bir hayattır. Aslında Hallâk her nefeste tecelli ediyor, biz her nefes ölüyor her nefes diriliyoruz. Esasen kesintisiz gördüğünüz hiçbir şey kesintisiz değil, eğer varlığı olduğu hakikatiyle çekecek bir makine olsaydı varlığın kesintili süreçlerden oluştuğunu bize gösterecekti. Yani varlık çöküyor yeniden var oluyor, çöküyor yeniden var oluyor. Bu işte Hallâk’ın tecellisidir, her an var ediyor.

……….Fizikçilerin kucağına bıraktım tezim bu. Bizim sürekli olarak gördüğümüz şey aslında gözümüzün yanılması. Eğer cennette ki gözümüzle baksaydık yer yüzünde ki hiçbir şeyin kesintisiz olmadığını Hallâk’ın sürekli ard ardına yaratışlarının eseri olduğunu görürdük. Yani burada ne diyor “Eğer yaratışımı bir an durdursam varlık yok olur”.

……….Halk ediş öyle seri olmaktadır ki biz onu kesintisiz bir süreç gibi algılıyoruz, bu bizim yanılgımız. külle yevmin HUve fiy şe’n. (Rahman/29) budur işte O her an iş başındadır, her an görev başındadır, her an Allah’lık görevi, her an Hallâk’lık görevi başındadır. Yani yaratmayı kendisine meslek edinmiştir her an yaratıyor.

……….Ne ders çıkaracağız buradan? Ey insan sen neden bir kez yaptığına bir daha dönüp göz atmıyorsun. Allah bir yarattığına ben yarattım, ben Allah’ım, ben yarattımsa ben mükemmelim bir daha yaratmam o yeter demiyor da sen niye bir kez yaptığına dönüpte bir daha bakmıyorsun. Bunda daha güzelleştirilecek şey var mı, bunu daha da ilerletebilir miyiz, yani son veriler girdi mi, son veriler girdiyse şunu bir daha gözden geçirelim, şu amelimi, yani her namazım aynı olmasın, bir sonraki namazım bir önceki namazımdan daha ilerde olsun. Her Ramazan’ım aynı olmasın, bir sonraki Ramazan’ım bir öncekinden ayrı olsun. Her Allah deyişim bile aynı olmasın niye demiyorsun, her nefesim aynı olmasın, aynı olmasın ki zarar etmeyeyim. Menisteva yevmehû fehuve mağnnunun, iki günü bir olan zarardadır. Ya iki günü bir olan? Eyvallah.

……….Hallâk’a iman eden umutsuz olmaz, yani alacağımız ders senin bilgin, ahlâkın, amelin, aklın, iraden niye yeniden yaratılışın medarı olmuyor? Allah her şeyi yeniden yaratıyor da bu yaratılıştan senin iradene niye bir pay düşmüyor? İradeni an be an, gün be gün daha geliştirmiyorsun? Aklını an be an, gün be gün daha da geliştirmiyorsun? 20 sene evvelki aklın neyse 20 sene sonraki de o, bu mu Allah aşkına, Allah bu 20 sene içinde Hallâk ismi ile kaç kere eşyayı yeniden var etti, sen bundan şu kadar bile pay almamışsın, yazık günah değil mi? Eyvallah. Hallâk’a iman eden umutsuz olmaz.

……….Sual; Hepinize soruyorum ekrandaki gönül dostları size de, umudunu kimler kaybederler? İ;blis umudunu kaybetmiş demektir, iblisin manası budur. Azazil neden iblis oldu derseniz umudunu kaybettiği için, umutsuzluk iblisliktir.

……….Cevap; An’ı mutlaklaştıranlar umudunu kaybeder.

……….Sual; An’ı kim mutlaklaştırır?

……….Cevap; Her an’ı yeniden yaratan bir Hallâk olduğunu bilmeyenler.

……….An’ı mutlaklaştırmak, bir anın tüm anları ve zamanları kuşattığını düşünmektir. Bir an var, bir an. Nedir o an? Bunaldığınız, daraldığınız, acı çektiğiniz. Kavga ettiniz eşinizle, o anda tüm sisteminiz bozuldu, kimya bozuldu, her şey dibe vurdu, tüm ibreler yerde. E ne oldu? Şimdi tüm ömrü o ana irca eder indirger de o anı da tüm ömrün üstüne örterseniz veya tüm evliliğin üstüne örterseniz buyurun an’ı mutlaklaştırdınız demektir. Zulmettiniz, parçayı bütünün üstüne şal diye örttünüz, bütünü parçaya kurban ettiniz. Allah cezanızı verir. Evlilik gitti, niye?

……….1 – An’ı mutlaklaştırdınız. Yani hayatın tamamı bu dünyadan müteşekkil değil.

……….2 – Bu dünya evlendiğin dönemden müteşekkil değil.

……….3 – Evlilik eşimden müteşekkil değil,

……….4 – Eşin hatasından müteşekkil değil. Ne güzel sevapları oldu, ne iyilikleri oldu değil mi?

……….Gazneli Mahmud’un Azad diye bir nedimi varmış, çok sevdiği bir baş danışmanı, bir gün kendisine mo eski hıyarlar olurdu salatalıklar bilir misiniz, çok acı olur, yani zamanında koparılmazsa zehir gibi acı olur. Sizler kütür yediğiniz için onlardan hiç tatmadınız. Gazneli Mahmud’a böyle kendisine salatalık getirilmiş, o da bölmüş Azad’a vermiş. Azad böyle iştahla yiyor muş. Onun yiyişine bakmış ağzının suyu aka aka. Kendisi bir ısırmış, yüzünü ekşitip bunu nasıl iştahla yiyorsun? Sultanım senin elinden çok bal pekmez yedik, bir gün de zehir yesek ne olur ki. O yediğim tatlıları hatırladım bu da tatlandı demiş.

……….Onun elinden çok tatlılar yedin, peki bir gün de acı bir hıyarı paylaşsa seninle, Gazneli Mahmud’un baş danışmanı Azad kadar yok musun? Yani senin elinden çok tatlılar yedim, zehir gibi bir salatalığı da yesem ne olur ki? An’ı mutlaklaştırmak bakın birçok şeyde böyledir, ben sadece aileden örneklendirdim, aklıma öyle geldi, belki içinizde buna ihtiyacı olanlar vardır, rabbim dilime onun için koymuştur.

……….Anı mutlaklaştırmak, biz anın tüm anları ve zamanları kuşattığını iddia etmektir. Anı mutlaklaştırmak verili durumu değişmez ilan etmektir. Ah ne büyük ahmaklıktır. Verili durum nedir? Şu anda olan durum, yani düşünün Filistinliler şu anda olan durumu mutlaklaştırsalar, İsrail’e karşı mücadelenin bir anlamı kalır mı? Eliniz kalkar mı? Bir daha karşı koyabilir misiniz, umud ulur mu? Umudu kalmaz bir kere anı mutlaklaştıranın umudu kalmaz.

……….Tersi de geçerli çok üsttesiniz, galipsiniz, her şey sizin, varlıkla sınanıyorsunuz o anı mutlaklaştırdınız. Bu sefer de firavun olursunuz. Çünkü nimetin elden çıkmayacağını düşünüyorsunuz, artık nimetin verenini unuttunuz, Allah’ı unuttunuz. İşte bu da felâkettir, bu da iblisleştirir adamı.

……….Böyle biri Allah’a inanıyorsa Hallâk olan Allah’a inanmıyor, Hâlık olan Allah’a inanıyor. Hallâk’a inansaydı anı mutlaklaştırmazdı. Kul demeli ki Dur bakalım bir sonraki Hallâk ismi nasıl tecelli edecek. Kul hep bunu demeli. Allah şu anda bunu yarattı, bir sonraki anı daha yaratacak. Bir sonraki anda eğer bu anda beğenmediğim bir şey varsa ben O’nun yaratışına yeni veriler gireyim, sisteme yeni veriler gireyim. Memory centre yeni data gireyim. Girsin ki tak, tak, tak veriler değişsin. Niye değiştirdin ya rabbi? Senden yeni veri geldi kulum. Dua budur, ibadet budur, gayret budur, himmet budur, hizmet budur ve Allah kulun iradesine, ameline bunun için bakar. Niye gözetlermiş? Niye Rakîb miş Allah? İşte bunun için, 2. Anı yaratacakta onun için. İrade vermiş verdiği iradenin Rakîbi olmuş, gözetleyicisi olmuş. Gözetliyor ki eğer iyiye yönelik şöyle bir ibre oynarsa hemen Rabbimiz bir sonraki anı farklı yaratacak. Eyvallah.

……….Korku ve umut arasında mekik dokuyarak derin bir merak içinde beklemeli kul, bu mübarek gerilim onun bilincini hep diri tutar, bu onun takvası, takviyesi olur, takvasını artırır. Örnek mi istiyorsunuz vereyim; Âsiye’yi duydunuz mu? Allah’a asi olan Firavuna asi olan Âsiye, Âsiye işkence altında inim inim inliyordu, ellerinden ve ayaklarından iplere gerdirdi, o işkenceyi siz ancak filmlerde falan görmüşsünüzdür. Çığlığı afakı tutuyordu. Düşünün prenses bu, sarayda prenses idi, bir prensese yapıyor bu işkenceyi. Anı mutlaklaştırsaydı bu işkenceye dayanabilir miydi sizce? Anı mutlaklaştırsaydı kaybederdi, anı mutlaklaştırmadı, bu anın içinden çıktı, onun için umudunu kaybetmedi, işkence altında ki Âsiye anın içinden değil ahiretin, ta cennetin içinden konuştu.

……….İz kalet Rabbibni liy ‘ındeke beyten fiylcenneh. (Tahrim/12) hani Âsiye demişti ki o işkence altında, Rabbim firavunun sarayını alsın başına çalsın, ben burada böyle fahvel hitab cümle görüyorum, yazılmamış bir cümle. Firavun sarayını alsın başına çalsın, sen cennetinde, katında bir saray inşa et. Allahu ekber. ve necciniy min fir’avne ve ‘amelihi ve necciniy minelkavmizzâlimiyn. Firavundan ve firavunluktan beni kurtar Allah’ım. Şu zalim kavmin işkencesinden beni kurtar.

……….İşte bu ana mahkûm olmamaktır. Ana mahkûm olsaydı cennetten konuşmazdı Âsiye. Âsiye andan çıkıyor ve ahiretten konuşuyor. Dolayısıyla ana mahkûm olmayanlar firavunlara boyun eğmezler.

……….Örnek 2; Hz. İbrahim. Anı mutlaklaştırsaydı umudunu kaybederdi, anı mutlaklaştırsaydı Nemrud’un ateşinde yanardı. Neden yanmadı? Umudunu kaybetmedi. Neden kaybetmedi? Anı mutlaklaştırmadı. Tasavvurda anı aştığı için bedeni ateşe düştü ama bilinci ateşe düşmedi. Allah bilincinin yanına bedenini getirdi, bilinci ateşe düşmedi, anı mutlaklaştırmadı onun içinde yanmadı.

……….Örnek 3; Anı mutlaklaştırsaydı Yusuf kuyuya atıldığında umudunu kaybederdi, anı mutlaklaştırsaydı muhtemelen kervan geldiğinde kuyudan çıkaracak bir Yusuf bulamazdı. Kendisini ana mahkûm etmek yerine imanıyla kendisi o anı mahkûm etti. Bu çok önemli. Kervan bu sayede kuyuda çıkarılacak bir Yusuf buldu. Kervan gelirde kuyuda çıkarılacak bir Yusuf bulamayınca ne yapar ki, öyle değil mi. Dolayısıyla aslolan kuyuda çıkarılacak bir Yusuf’un kalmış olması, onun için anı mutlaklaştırmadı.

……….Bir başka örnek daha vereyim Allah resulünden, Efendimize bakın anı mutlaklaştırsaydı eğer Taif’ten kan revan içinde taşlanmış dönmüş. Öyle bitmiş ki bir an ana mahkûm olur gibi olmuş. Zaten o dua da bunu görüyoruz. İlahi gücümün zaafa uğradığını sana şikâyet ediyorum, kuvvetimin azaldığını sana şikâyet ediyorum, insanlardan bıkıp usandığımı sana şikâyet ediyorum. İlahi sen benim rabbimsin, sen ezilenlerin rabbisin, sen alemlerin rabbisin beni kimlerin eline bıraktın Allah’ım

……….İşte burada iyice anın içine gömülüyor. Hemen işin farkına varıyor, hemen arkadan söylem değişiveriyor. Eğer bana kızmadınsa çektiğim hiçbir şeye aldırmıyorum ya rabbi. Beni yeter ki nefsimle bir lahza baş başa bırakma. Bitti, anı çıktı, kuyudan çıktı. Anı mutlaklaştırsaydı Allah resulü eğer Sevr de kellesine ödül konulmuş, ele geçirseler biçecekler ve düşman gelmiş altında saklandığı kayanın üstünden aşağı abdest bozuyor affedersiniz yüzünüze gül suyu. Böyle bir durum ve Hz. Ebu Bekir ResulAllah adına tir tir titriyor. ResulAllah’a bakın; Ya Ebu Bekir 3.sü Allah olan 2 kişiye kim ne yapabilir korkma.

……….Anı mutlaklaştırmamak budur işte andan çıkış yani. Bu çok önemli, onun için anı mutlaklaştırırsanız an belanız olur sizin, nîkmetiniz olur. Eğer anı mutlaklaştırmazsanız o zaman an sizin üzerine basıp ta yukarı çıkacağınız merdiveniniz olur. Acınız bile size derece verir, acınızdan bile bal damıtırsınız.

……….Rabbim ana mahkûm olanlardan etmesin, rabbim anın kulu değil anın efendisi etsin bizi, rabbim anın çocuğu değil, anın babası etsin bu ümmeti inşaAllah.

……….Amin, veselâmün alel mürselîyn velhamdülillâhi rabbil âlemiyn.


TAFSIR LESSONS AN-NISA (153-176) (36)

$
0
0

231

BismillahirRahmanirRahiym

Dear friends, in our previous lesson we had studied hypocrites more truly the psychology of hypocracy. In those verses all the emotions and thought of hypocritical behaviours with backgrounds and the nature of being two faced is pictured clearly.

Now in this last lesson of Nisa chapter, following those verses we will try to translate and explain some of the questions in Rasulallah’s heart and the answer for them. We now continue our lesson with 153rd verse.

153-) Yes’eluke ehlul Kitabi en tunezzile aleyhim Kitaben mines Semai fekad seelu Musa ekbere min zalike fekalu erinAllahe cehreten feehazethumus sa’ikatu Bi zulmihim* summettehazul icle min ba’di ma caethumul beyyinatu fe ‘afevna an zalik* ve ateyna Musa sultanen mubiyna;

The people of the book (the Jews) want you to bring down “a book from the heavens” for them… In truth, they had asked for something even greater from Moses… They had said, “Show us Allah outright,” and the lightning struck them because of their wrongdoing… After clear proofs came to them, they took to worshiping a calf… We forgave even this and gave Moses an evident power. (A.Hulusi)

The people of the Book ask thee to cause a book to descend to them from heaven: Indeed they asked Moses for an even greater (miracle), for they said: “Show us Allah in public!,” But they were seized for their presumption, by thunder and lightning. Yet they worshipped the calf even after clear signs had come to them; even so We forgave them; and gave Moses manifest proofs of authority. (A.Yusuf Ali)

Yes’eluke ehlul Kitabi en tunezzile aleyhim Kitaben mines Semai The people of the Book ask you to cause a book to descend to them from heaven.

There might be a different translation fort his but both give the same meaning in the end. Firstly they physically want you to descend a book over their head. Considering the following part of this verse I believe this meaning is more accurate. But second meaning has another puncture since the Word Kitab comes in the form of kitaben and the point of that might be their hidden meaning for it. As in. “This message you bring doesn’t address us directly. We are the chosen group among people, we are close to Allah. Hence you should bring a special message specifically for us.” This is another meaning for this part of the verse.

Other meaning I find more common is the physical book, like the stone tablets of Moses. They asked for a physical book which its start and end is written to begin with. But I don’t find this meaning more to the point.

fekad seelu Musa ekbere min zalike they had asked for something even greater from Moses fekalu erinAllahe cehreten they said: “Show us Allah in public.” feehazethumus sa’ikatu Bi zulmihim and the lightning struck them because of their wrongdoing. We had studied this incident in our translation for the 55th verse of Al-Baqarah.

Ve iz kultum ya Musa len nu’mine leke hatta nerAllahe cehraten. They had said. “O Moses, unless you Show us Allah directly we won’t believe you.”

Why directly? Because they had seen Allah figuratively when Allah had saved them from the tyrany of pharaoh.

They saw that they were ascended to a higher position while they were struggling in the lowest. They saw the glowing hand. They saw the Moses and his staff. But even with all these, they were still trying to force their hands and see Allah with their own eyes. They were asking for something incomprehensable. They were bound to their false assumption of Allah in their minds. With Qur’ans worlds;

Ve ma kaderullahe hakka kadrihi.. (Zumer/67)

 They hadn’t praised Allah as they should. They had tried to materialize Allah. Trey were still in the mentality of antropomorphic god. This was because their lifestyle was mixed with the lives of heathens. That’s why in this verse the message is for Rasulallah, saying . “It’s their old habit.” As in, “Don’t find their demands confusing since they had demanded same tyhings from their fathers as well. Their own prophets. They had done the same thing to Moses, the prophet who rescued all of them from the tyrany of pharaoh.”

summettehazul icle min ba’di ma caethumul beyyinatu After clear proofs came to them, they took to worshiping a calf. Even with all those proofs they still turned to a calf for worshipping.

We had studied this also in Baqarah. ve ushribu fi kulubihimul icle.. (Baqarah/93)

Love of the calf was drunk into their hearts. They had put their jeweleries together and gave an artist named Samiri to build a statue of calf while Moses was away to get revelations. So if you ask why the statue of a calf of all things? Here we meet a wierd truth. One of the goddesses of their enemy Pharaoh, a goddess named Hathor. A cow deity. It was obvious that the sons of Israel who became Jewminded was trying to worship that figure. This was a loss of identity, corruption of personality. A loss both in personal and social scale that destroy the very fabric of their nature. That’s why Qur’an reveals this event with all its social and psychological aspects and say that whichever societies fall into the same mistake of imitating their enemies will become Jewmindeds like them.

fe ‘afevna an zalik We forgave even this, clear their sins ve ateyna Musa sultanen mubiyna; and gave Moses an evident power.

These verses put relief in Rasulallahs heart against Jews frenzy. In fact this passage is located right after the passage about hypocrites. So the answer of this translations question lies beheath this.

This was about the question in Rasulallah’s mind, the first reader of revelations. Rasulallah was thinking like this. “These people, Allah talked to them, they had seen it.” Also for Madina Jews. “How can a person be an unbeliever after seeing the arrival of revelations with their own eyes. How can they be so two faced. How can they still reject the truth.” In reality Rasulallah was having a hard time understanding their perversity. As in they were still trying to find another perversed way even they were addressed by Allah personally. Rasulallah was surprised by the nature of hypocracy.

So this verse was the answer to Rasulallahs question. This answer is like this. We had given Moses greater miracles than yours, but even with all that, even they were in their community, they did far worse to him than what they do to you. This end part of this passage also reveals another truth. ve ateyna Musa sultanen mubiyna; we gave Moses clear and strong signs. As in we gave Moses more in miracles. He was given different miracles like glowing hand and staff. But even with that they still betrayed him, betrayed his truth. So it’s only natural that they betray you.

154-) Ve refa’na fevkahumutTure Bi miysakihim ve kulna lehumudhulul babe succeden ve kulna lehum la ta’du fiys sebti ve ahazna minhum miysakan galiyza;

 We raised Mount Sinai over them so they keep their covenant, and told them, “Enter the gate in prostration.” And We said, “Do not transgress the Sabbath” and took from them a solemn covenant. (A.Hulusi)

And for their covenant We raised over them the Mount (Sinai); and (on another occasion) we said: “Enter the gate with humility”; and (once again) we commanded them: “Transgress not in the matter of the Sabbath.” And We took from them a solemn covenant. (A.Yusuf Ali)

Ve refa’na fevkahumutTure Bi miysakihim Passage continues to console and confort Rasulallah, in fact this type of addressing had been done to other prophets as well since it’s about the muslim sons of Israels process of becoming Jewminded people.

Ve refa’na fevkahumutTure Bi miysakihim We raised Mount Sinai over them so they keep their covenant.

There was a question of Rasulallah’s mind. “Can it change anything in peoples mind if they see another miracles aside Qur’an itself?” Rasulallah’s miracle, his sign of prophethood was Qur’an. In fact in a hadith from Buhari we read;

“The only miracles was given to me to validate my prophethood is Qur’an.”

That’s why the only miracle Rasulallah had and need to validate his prophethood is Qur’an.

So as an answer to the obvious question of; “Would there be any difference if there was another extraordinary thing beside Qur’an?” “No, nothing would ever change. Because there were some attempts on that regard.” After that answer Qur’an gives ujs that example about Jewminded sons of Israel. A situation happened long time ago.

miysakihim ve kulna lehumudhulul babe succeden ve kulna lehum la ta’du fiys sebti We warned them, “Enter the gate in prostration.” And We said, “Do not transgress the Sabbath”.

This grateful prostrations are mentioned in the verses 58 and 59 of Baqarah chapter. When they were told to enter their homeland Palastine with grateful and thanks, they chose to enter from the back side, not the front door and pillaged their ways through from gardens and fields. They were asked to say “Hiddatun” as in. “Forgive us, o Rabb. We are grateful to you. We are nothing in front of you. We ask for your forgiveness.” But according to the records they bend the words and say “Hintatun.” Which is the word of grain. So they entered their homeland saying grain, grain. Like they were asking for more earthy possessions instead of asking forgiveness from Allah by saying “Estagfurullah.”

Also there is another mention here about breaking the sept or in Hebrew, Sabbath. It’s the tradition which has been practiced ever since, the rule of stop working on Saturdays. Interestingly Allah wasn’t the one who put this rule in the first place, they chose that day to focus fully on worshippings. That day there wouldn’t be any earthly businesses and Saturdays would be fully devoted to Allah. They put that rule to themselves and sure enough they broke the rule. They were the first transgressors on that promise.

They were also the ones who invented the method of hile-i sheriye. They were people who live by the water so they were casting their nets by friday evenings andwhen the sabbath ends at Saturday nights they were coming to the shores and collecting the nets. By doing that they supposedly didn’t work on Saturdays and didn’t break the commitment of sabbath either. But they did it anyway.

ve ahazna minhum miysakan galiyza we also took from them a solemn covenant. There are verses related to that promise 63 to 65th verses of Al Baqarah and 171 of Araf gives us the background of that covenant.

155-) Fe Bi ma nakdihim miysakahum ve kufrihim Bi ayatillahi ve katlihimul Enbiyae Bi gayri Hakkin ve kavlihim kulubuna gulf* bel tabeAllahu aleyha Bi kufrihim fela yu’minune illa kaliyla;

We recompensed them for breaking their covenant, denying the existence of Allah in His signs (the manifestations of His Names), killing the Nabis against the will of the Truth and for saying “Our hearts are sealed” (our consciousness is cocooned). Indeed, We locked their understanding because of their denial! Except for a few of them, they will not believe! (A.Hulusi)

(They have incurred divine displeasure): In that they broke their covenant; that they rejected the Signs of Allah; that they slew the Messengers in defiance of right; that they said, “Our hearts are the Wrappings (which preserve Allah’s Word; We need no more)”;- Nay, Allah hath set the seal on their hearts for their blasphemy, and little is it they believe;- (A.Yusuf Ali)

Fe Bi ma nakdihim miysakahum In that they broke their covenant; ve kufrihim Bi ayatillahi that they rejected the Signs of Allah ve katlihimul Enbiyae Bi gayri Hakkin that they slew the Messengers in defiance of right ve kavlihim kulubuna gulf* and for saying “Our hearts are sealed”.

The sentence; “Our hearts are sealed.” Also comes in the 88th verse of Al-Baqarah. This is a two sided expression. It can be used for two different meanings. First one is “Our hearts are sealed, covered with protection, your words cannot influence our hearts. We don’t hear you.” As in, “Don’t tire yourself, you cannot fool us.” Or by other meanings, “Our hearts are locked, since they are the information depots.” In Ragip’s curriculum we see several indications backing this meaning as well. “Our hearts are filled with knowledge. They are the centers of knowledge. So we don’t need the message you bring to us.” An ignorant and arrogant attitude they were into.

In fact this verse mentions another thing, the prophet slayer nature of Jews. It is the next sentence. This is one of the biggest signs of becoming Jewminded. As you already know sons of Israel who became Jewminded have records of stoning their prophets or best case scenario, throwing him from their lives by talking badly to them. Christians did the exact opposite however. They deitify their prophets and ascend him to a level which he cannot interfere with their daily lives.

But in the end both parties found a way to throw their prophets from their lives. Those who descended their prophets and those who ascended them. Same conclusion. In this passage, last one in the Nisa chapter, Qur’an informs us on these two opposite deviation. In a few verses later we will see the corruption in Christianic nature and how they ascended their propets as well.

bel tabeAllahu aleyha Bi kufrihim But in fact Allah has set the seal on their hearts for their blasphemy.

 A peculiar response here. They were saying, “Our hearts are sealed. Rabb of All Worlds answer to their claims. “No, Allah sealed their hearts.” Two claims representing two sides of life. This represents that the relation between Allah and worshipper is based on, reciprocity. As in; Allah’s will doesn’t happen unrelated from humans actions and free wills. They closed their hearts and Alla doesn’t open their seals too.

..felemma zagu ezagAllahu kulubehum.. Saff/5. They slipped. Allah slipped their hearts. Simple as that. Allah doesn’t seal anyones heart just because He feels like it. The seal here is in fact a persons sealing his own conscience. A conscience is covered with sins seals itself by time. A layer of dust surfaces the conscience.This layer thickens in time with all the defiance to Allah. It becomes soundproof, lightproof. To a degree which Allah’s light cannot reach to that heart. The light of revelations and common sense cannot penetrate that thich later. After a while the owner of that heart cannot even hear his own conscience. It screams inside, cries and yells but all that are now in vain. In the end the conscience is covered with the seal of blasphemy.

fela yu’minune illa kaliyla; At the end. What’s the end game? That’s why they rarely believe. They become short of belief. The shortage of belief finally comes to point of depletion of belief. They lose like that.

156-) Ve Bi kufrihim ve kavlihim ala Meryeme buhtanen aziyma;

For denying the reality and uttering a great slander against Mary! (A.Hulusi)

That they rejected Faith; that they uttered against Mary a grave false charge; (A.Yusuf Ali)

For denying the truth and uttering a great slander against Mary! (Their hearts are sealed by Allah)

This is an interesting one,  a historical record in fact. They hadn’t begun slandering Mary until Jesus grew up and declared his prophethood, thus began to criticise sons of Israel who became Jewminded and invited them to Allah. After the first slander at Jesus birth they met tyhe baby Jesus miracle just like we read in the 30th verse of Chapter Mary, after that miracle they stopped slandering, took back is more true. Because what they witnessed was something extraordinary. But when the years passed and Jesus began to criticise them, old slanders surfaced again. They accused Jesus of being an illegitimate child and her mother being unfaithful and lack of morality.

So Qur’an uses these words to describe their own crimes. It says, “They uttered a horrible slander.”

157-) Ve kavlihim inna katelnel Mesiyha ‘Iysebne Meryeme RasulAllah* ve ma kateluhu ve ma salebuhu ve lakin shubbihe lehum* ve innelleziynahtelefu fiyhi lefiy shekkin minhu, ma lehum Bihi min ilmin illettiba’az zann* ve ma kateluhu yakiyna;

 And for saying, “We killed the Rasul of Allah, Jesus, the son of Mary”… In truth, they neither killed nor crucified him, but it was made to appear to them so (the crucified one). Those who argue about this are in doubt of it; they have no certain knowledge about it, they only talk with assumptions. What is certain is that Jesus was definitely not killed! (A.Hulusi)

That they said (in boast), “We killed Christ Jesus the son of Mary, the Messenger of Allah.”;- But they killed him not, nor crucified him, but so it was made to appear to them, and those who differ therein are full of doubts, with no (certain) knowledge, but only conjecture to follow, for of a surety they killed him not:- (A.Yusuf Ali)

Ve kavlihim inna katelnel Mesiyha ‘Iysebne Meryeme RasulAllah And for saying, “We killed the Rasul of Allah, Jesus, the son of Mary”. (Between parentheses we should add the meaning of claiming. Because if they really believed that Jesus is indeed a Rasul of Allah, they wouldn’t even try to do something like that.) They said, “We killed Jesus the Mesiah, son of Mary who claim to be the prophet of Allah.” They presented it like something to be proud of. They did a prophet slaughter and showed off like it was something to be proud of.

As you know according to Jews Jesus was a false prophet, a psycho among their ranks if I may. That’s what Jews have been believed.

ve ma kateluhu ve ma salebuhu ve lakin shubbihe lehum But they killed him not, nor crucified him, but so it was made to appear to them.

Now, this is something to be inspected. Funny thing is I should add. Jews have been saying that they killed Jesus and Christians have been believing that Jews really did cause Jesus’ death.

So Qur’an denies this historical false with a certain way. Correcting it fort he better. Qur’an denies this historical claim from get go. We should finish the verse and get back to this topic.

ve innelleziynahtelefu fiyhi lefiy shekkin minhu Those who argue about this are in doubt of it; that’s why they were in constant confusion. As in those who have claims of Jesus’ death, his crucifixiation, they had arguments even among them. They haven’t even found a common ground yet and settled their debates.

ma lehum Bihi min ilmin illettiba’az zann* they only talk with assumptions. ve ma kateluhu yakiyna What is certain is that Jesus was definitely not killed!

So my dear friends, where has this crufixiation story come from if Jesus hadn’t murdered, hanged or cricifixed. ve ma salebuhu word originally means hanging but in this case it’s a specific form of hanging named crucifixiation. It’s a serious question; if Jesus hadn’t murdered then what’s this crucifix story in Christianic history of religion. Also one of the biggest problem in their religion mentality. Qur’an denies the myth of crucifixiation, that’s for sure. And we check the 4 official Bibles to see how this origin story emerged.

Asa you now there were more than 400 Bibles presented in Nicaea Council. So the first council of Nicaes in 315 A.C. accepted 4 official Bibles among 300 acceptable Bibles. And the others were ordered to be burnt. What was in those Bibles that all had to be destroyed. Which truth they didn’t want their children to learn? And why did a selection process was needed to begin with, these have been the problems of Christianic Religion. Even today these questions should be answered.

What had they been declared heteredox, out of line. WQhy couldn’t even they preserved at least one copy for research purposes. But even today we sometimes stumble upon uncanonical, unofficial Bibles copies. Some of them survived from that time and we learn some different truths from them.

First of all, even we check the 4 Bibles we also see some interesting facts about crucifixiation myths. Both have contradictions with others. We might even say there totally different verses in each Bibles on this particular subject. Many contradictions surround the incidents of crucifixiation as well as resurrection of Jesus from grave. Also about the people who saw him after that. Some say one woman saw him, one says two, other says three. A bible says Mary of Necven saw him. Jesus once had done an exorcism to her. Not a normal person as the people go.

Also contradictions follow the concept of carrying the crucifix. One Bible says, Jesus carried his own crucifix, one says some other people did that. As we see not even two Bibles support each others claims. Allah knows what was in other Bibles.

But it’s not about false and totally inagreeable facts. There are some concepts that are accepted by all four Bibles too.

1-Execution squad of Jesus hadn’t known him. The soldiers who were tasked to kill Jesus hadn’t known who he was.

2-A traitor apostle named Judas, he was the one who  reported Jesus and disappeared right after that. This disappearance is told differently in Bibles. Most of them remain quiet about that. Only in Matta it is said that he hanged himself. With the silver he get from reporting Jesus he bought a field and hanged himself out of remorse. But like I said, most Bibles don’t have a comment on that.

Also Governor Platus, general of Rome and invasion army. According to some records as well as several Bibles governor was protecting Jesus. But Jews were insisting in their complains for Jesus’ murder. They really wanted him göne desperately even governor was defending him and saying that he didn’t deserve to die.

So when putting all we learn about this subject side by side, we reach a conclusion of this crucifix story was nothing but a myth.

We learn the insight and origin of this myth also from western socities. A western scholar named Lord Hadley was making an excavation in the years 1903-1904 in Iraq about the Assyrian civilixations. In his excavation he reveals some tablets regarding a religional myth.

When we compare that religion myth with the crucifixiation of Jesus, we don’t just see the similarities, we see that the entire incident is copied by that eras western civilizations. There are sects which deny the myth of crucifix entirely. For example, Keringli and Tatyanos sects as well as another sect that was created in an age known as karpakroti. They all deny the story of crucifixiation of Jesus.

Some modern age Christian scholars and writers have indications on Paulus for these stories. He was a denier at first, a dark Jesus enemy in fact, but after a while he became Christian. So there are some indications that Paul was the one who changed the Christianic mentality altogether, removing its core from the truth and covered it with the ideology of deitifying the original islamic facts. So this crucifixiation story might be one of his Works too. George Sale; a Qur’an translator, one of the people who translated Qur’an to english. Also Ernest Dodons (could be Renan) the author of the book “Real Christianism. These are the scholars who share this notion about this subject.

So like we said, when we put them side by side, we see that the story of crucifixiation doesn’t really hold up. But when we check the Qur’an about this subject the real truth comes with the form of total rejection as this this incident never happened. But ve lakin shubbihe lehum it was made to appear to them so.

There are rumors that supports and fills the blanks of the stories in Matta Bible. It is said that Judas, the traitor apostle who reported Jesus was hanged instead of him. Because the death squad hadn’t known Jesus’ identity. That’s why a Jew said, “Whoever I kiss from his forehead is Jesus, you should take him.” This part we have this information from Bible itself. So there’s a problem in identity really.

But in the end we have no proof that Judas was hanged by crucifix instead of Jesus.

158-) Bel rafeahullahu ileyHI, ve kanAllahu Aziyzen Hakiyma;

On the contrary, Allah raised him to Himself! Allah is the Aziz, the Hakim. (A.Hulusi)

Nay, Allah raised him up unto Himself; and Allah is Exalted in Power, Wise;- (A.Yusuf Ali)

Bel rafeahullahu ileyHI On the contrary, Allah raised him to Himself!

We face another problem here when we read the piece of raising him to Allah. So to support their thesis some records found their ways to the collection of hadiths. According to them, Jesus will come back to earth, those who desperately want to prove the Messiah hypothesis Show this verse as a proof, trying to interpret that Jesus will come back just like the Christianix belief. But there’s no clear verse as well as s sentence which support the idea of Jesus rise to heavens with his body and everything. And the other way around there’s a sentence here saying;

Bel rafeahullahu ileyHI Allah raised him to his level. This Rafh here has the meaning of honoring someone, giving him a position, a title, it’s a form of raising someones value. We also see the same Word when we look at the Mary chapter verse 57, it is used there for prophet Idris too.

Ve refa’nahu mekanen aliyya; Mary/57

 This is an appraise, a honoring. In Ali Imran 55, we read. “I will raise those who follow you.” From this expression we understand that the raising verb here is all about a spiritual raising. We translated this verse before so we might repeat it as well.

..inniy muteveffiyke ve rafiuke ileyYE.. Alu Imran/55

We definitely will take your life and raise you to us. As in a death is an absolute fact. Even the expression of Muteveffike gain several other meanings throughout the translation history, Ibn Abbas gives the definite death as the original meaning.

Other translations including Taberi and Ibn Cureyc among the Tabiin translators see the definition as a spiritual raising as well. But somehow this pattern found its way to Islamic hadith collections. This pattern is a part of Christianic mythology, it doesn’t belong to any Islamic knowledge. But in many hadiths we see the references and resemblances. These specific hadiths should be treated very carefully and the paths which they used to enter Islamic methodogy should be inspected. But when we inspect the situation with Qur’an, we see no verse, no sentence, no hint that Jesus’ body raised to heavens and one day he will return to earth like that. This is against Allah’s sunnet to begin with.

We have no right to say the final Word on such a delicate subject. Allah knows best and Allah has power over all things. But we should treat Allah’s verses with respect and try to translate their meanings within the boundries of Allah’s law of nature.

ve kanAllahu Aziyzen Hakiyma; Allah is Exalted in Power, Wise.

159-) Ve in min ehlil Kitabi illa le yu’minenne Bihi kable mevtihi, ve yevmel kiyameti yekunu aleyhim shehiyda;

And there is no one who complied with the knowledge of the reality (in the past) who did not believe in him (his teachings) at the moment of death! He will be a witness against them during the Doomsday period. (A.Hulusi)

And there is none of the People of the Book but must believe in him before his death; and on the Day of Judgment he will be a witness against them;- (A.Yusuf Ali)

Ve in min ehlil Kitabi illa le yu’minenne Bihi kable mevtihi And there is none of the People of the Book but must believe in him before his death.

This verse really needs further explanation since it have both literal and alternative meanings. Alternative meaning has a better sense to explain the verse deeply, I believe. There’s none of the People of the Book but must believe in Jesus’ born and creations truth. As in there’s none of the People of the Book but must believe in the truths about Jesus. Every person who born will die someday and every person must understand that he will taste death someday.

So why the people of the Book. I mean everyone will and should understand but why especially people of the book. Because the reason to include people of the book is to maket hem realize the real immortality of Jesus, more specifically the special nature of prophethood. Those who are in belief one Jesus’ return one day, Allah’s sunnet, law of nature doesn’t break;  ..velen tecide li sunnetillahi tahvila.. Fatir/43. Qur’an informs us that every creation should and bound to follow the law of sunnet.

To create other explanations some translators puts this meaning forward as an alternative. People who were alive and denied Jesus, people who knew him back then, they will believe that Jesus was indeed a real prophet. This is the other meaning if you take it from that perspective.

ve yevmel kiyameti yekunu aleyhim shehiyda and on the Day of Judgment he will be a witness against them. This second part of the verse nullifies the last meaning I gave, the one of some translators choose to follow. Because if people were really in belief of Jesus’ prophethood, why should he be a witness against them. So this should be the meaning that we understand and accept.It’s not the belief, actual belief that release them from the responsibility. It’s only about seeing the law of nature and believe what they only saw.

160-) Fe Bi zulmin minelleziyne hadu harremna aleyhim tayyibatin uhillet lehum ve Bi saddihim an sebiylillahi kesiyra;

 We made many lawful bounties unlawful for them (the Jews), because of their wrongdoing and for preventing others from realizing their essential reality! (A.Hulusi)

For the iniquity of the Jews We made unlawful for them certain (foods) good and wholesome which had been lawful for them;- in that they hindered many from Allah’s Way;- (A.Yusuf Ali)

Fe Bi zulmin minelleziyne hadu harremna aleyhim tayyibatin uhillet lehum For the iniquity of the Jews elleziyne hadu is better understood if we say people who become Jewminded, I say this version has a better meaning in it. We made unlawful for them certain foods and wholesome which had been lawful for them.

Actually the footnote I gave explains the verse perfectly. Because back then they weren’t in becoming Jewminded. They were muslim sons of Israel, but they turned Jews. So We made restriction on certain things which were lawful fort hem before.

ve Bi saddihim an sebiylillahi kesiyra; Sadde can be used as both passive and active. As in they can be used as a need and the culprit in Arabic language. That’s why it’s best to translate the sentence with both meanings. The reason of it because they were frequently going astray from Allah’s path and turning other from that path too.

161-) Ve ahzihimur riba ve kad nuhu anhu ve eklihim emvalenNasi Bil ba’til* ve a’tedna lil kafiriyne minhum azaben eliyma;

This (act of making things unlawful) was because they partook in usury even though it was forbidden to them and they unjustly consumed the property of others. And We have prepared severe suffering for those who persist in denying the reality. (A.Hulusi)

That they took usury, though they were forbidden; and that they devoured men’s substance wrongfully;- We have prepared for those among them who reject faith a grievous punishment. (A.Yusuf Ali)

Ve ahzihimur riba ve kad nuhu anhu That they took usury, Qur’an gives us the answers now. ve eklihim emvalenNasi Bil ba’til* they unjustly consumed the property of others. ve a’tedna lil kafiriyne minhum azaben eliyma We have prepared for those among them who reject faith a grievous punishment.

162-) LakinirRasihune fiyl ilmi minhum vel mu’minune yu’minune Bi ma unzile ileyke ve ma unzile min kablike vel mukiymiynes Salate vel mu’tunez Zekate vel mu’minune Billahi vel yevmil ahir* ulaike senu’tiyhim ecren aziyma;

Those among them who have attained depth in knowledge and the believers, believe in what was revealed to you as well as what was revealed before you. Those who perform their salat and give zakat and believe in Allah and the eternal life to come based on the meaning signified by the letter ‘B’… We will give them a great reward. (A.Hulusi)

But those among them who are well-grounded in knowledge, and the believers, believe in what hath been revealed to thee and what was revealed before thee: And (especially) those who establish regular prayer and pay Zakat (regular charity) and believe in Allah and in the Last Day: To them shall We soon give a great reward. (A.Yusuf Ali)

LakinirRasihune fiyl ilmi minhum Qur’an never wipes everone out, always picks the different ones. Like seperating rices from Stones. It doesn’t throw the entire bag of rice just because it has stones in it. Or it doesn’t cook the whole batch and force people to eat it with blessing. It teaches us a perspective, a lifestyle.

And we see the seperation here. There has been real believers and religious people among Jews and Qur’an says this for them.

LakinirRasihune fiyl ilmi minhum Those among them who have attained depth in knowledge vel mu’minune yu’minune Bi ma unzile ileyke ve ma unzile min kablike and the believers, believe in what has been revealed to you and what was revealed before you vel mukiymiynes Salate Those who perform their salat lively. This is important. People who do their prayers as consciously as ever.

I said especially. But there’s no expression regarding that meaning in verse. It’s hidden. The form of  mukiymiyne however can be taken as the active form if we follow the normal stream of the verse. It should be read as el mukiymuyne for that.

 So why then the other form took place. Some people took it as Qur’ans selection error. But I believe this comment is more true. Basra and Sibeveyh as in the ecole of Basra, the great linguistic experts, Sibeveyh in particular connect this concept to a rule in Arabic language. It’s to get extra attention, sometimes the sentence takes in a passive form to create a contrast. Like, “O, and those who make their prayers alive, fit.!” Zemahsheri and Razi also support this meaning and form.

 Ibn Mesut also took notes in his studies and I should deliver it to you now. It is read as el mukiymuyn since Qur’an has several examples on this regard. Like in Taha/63 ..inne hazani le sahirani.. The proverb Inne is used the following of hazeyni. It should be taken as Le sahireyn but for the same reason hazan le sahirani takes a valid form there too.

 Again in Al-Baqarah es sabiriyn is used where the form of Es sabirun should be used. So there are several other explanations for that.

vel mu’tunez Zekate and pay Zakat, vel mu’minune Billahi vel yevmil ahir* and believe in Allah and in the Judgement Day ulaike senu’tiyhim ecren aziyma; To them shall We soon give a great reward.

163-) Inna evhayna ileyke kema evhayna ila Nuhin ven Nebiyyiyne min ba’dih* ve evhayna ila Ibrahiyme ve Isma’iyle ve Ishaka ve Ya’kube vel Esbati ve ‘Iysa ve Eyyube ve Yunuse ve Harune ve Suleyman* ve ateyna Davude Zebura;

We have revealed to you just as We had revealed to Noah and the Nabis after him… And We revealed to Abraham, Ishmael, Isaac, Jacob, the descendants, Jesus, Job, Jonah, Aaron and Solomon… We gave David the book of Psalms (Zabur; the knowledge of wisdom). (A.Hulusi)

We have sent thee inspiration, as We sent it to Noah and the Messengers after him: we sent inspiration to Abraham, Ismail, Isaac, Jacob and the Tribes, to Jesus, Job, Jonah, Aaron, and Solomon, and to David We gave the Psalms. (A.Yusuf Ali)

Inna evhayna ileyke kema evhayna ila Nuhin ven Nebiyyiyne min ba’dih And now at the end of the passage, we are given a round up by Qur’an about prophethood. It says, We have sent you inspiration, as We sent it to Noah and the Messengers after him.

Here the point is all about the unity and constancy of prophethood institution. I also want to point out a small nuance. Some translators indicate that Noah is the first prophet designated to invite people, they show this verse as a proof, one opinion of course.

The vahy word in the verse has a literal meaning of rushing or whispering. In Qur’an it is also used as animal instincts so we can consider this meaning as animal instincts are also the vahy of Allah.

Vahy means communicating someone or something with methods others than speaking with tongue. Qur’an uses with this meaning too.

 For Zachariah A.S, he was ordered to make a silence fasting, he was committed to that and did his fasting. But when he was in fasting, as in a silence vow, he should have a way to communicate with other people like signs. ..feevha ileyhim en sebbihu bukreten ve ashiyya.. Mary/11. Zachariah vahy (tell them with signs) to zikr Allah day and night. Same vahy Word is used as a sign language here. It can easily be understood here that even sign language is a way to deliver a message without using verbal ways.

 In Enam/112, same word is used as chaos. It is mentioned Satan’s vahy. Satan uses nonverbal methods to give chaotic thoughs and suggestions to people.

ve evhayna ila Ibrahiyme ve Isma’iyle ve Ishaka ve Ya’kube vel Esbati ve ‘Iysa ve Eyyube ve Yunuse ve Harune ve Suleyman* ve ateyna Davude Zebura; we sent (vahy) inspiration to Abraham, Ismail, Isaac, Jacob and the Tribes, to Jesus, Job, Jonah, Aaron, and Solomon,

ve ateyna Davude Zebura; and to David We gave the Psalms.

Psalms is mentioned seperately in Qur’an since it has a difference from other inspirations. Psalms is a verse group that comes forward with its literal poetic nature, so it is used differently. In Old Tastement we see them as Mezmur. Some parts of Mezmur is given to other people as well so in Tora as we see Old Testament we can identify the Psalms parts that are given to David. It feels different, obvious, carries the marks of revelations.

164-) Ve Rusulen kad kasasnahum aleyke min kablu ve Rusulen lem naksushum aleyk* ve kellemAllahu Musa tekliyma;

We have also revealed (to Rasuls) whose stories We have related to you or have not related to you… Allah spoke to Moses word by word. (A.Hulusi)

Of some messengers We have already told thee the story; of others We have not;- and to Moses Allah spoke direct;- (A.Yusuf Ali)

Ve Rusulen kad kasasnahum aleyke min kablu ve Rusulen lem naksushum aleyk Of some messengers We have already told you the story; of others We have not. We continue.

ve kellemAllahu Musa tekliyma; and to Moses Allah spoke directly.

Why is Moses mentioned seperately here. You may understand this, now that we talked about revelations by inspirations. All prophets had taken their verses with vahy way, as in non-verbal ways. But with Moses Allah had spoken directly. Rabb of All Worlds chose to deliver the truth in a different way to Moses. That’s why the nature of the truth delivered to Moses is mentioned differently here. Just like Psalms and David was mentioned differently before.

165-) Rusulen mubeshriyne ve munziriyne liella yekune linNasi alellahi huccetun ba’der rusul* ve kanAllahu Aziyzen Hakiyma;

We sent Rasuls as bringers of glad tidings and as warners so that mankind will have no argument against Allah after these Rasuls (the knowledge they provide)! Allah is the Aziz, the Hakim. (A.Hulusi)

Messengers who gave good news as well as warning, that mankind, after (the coming) of the messengers, should have no plea against Allah. For Allah is Exalted in Power, Wise. (A.Yusuf Ali)

Rusulen mubeshriyne ve munziriyne Messengers who gave good news as well as warning liella yekune linNasi alellahi huccetun ba’der rusul so that mankind will have no argument against Allah after these Rasuls.

The reason of arrival for Messengers. So that mankind won’t have an argument when the time comes. In Taha/34 this idea is detailed further. Rasulallah repeated this truth final time in his last talk so that his community won’t have any argument too.

Ela hel bellagt, Did I deliver?

He had asked this “Did I deliver? Question with the burden of its weight, with the agony of a heavy responsibility and witht he anxiety of fullfilling a duty. People responded;

-You did, O Rasulallah. After that answer Rasulallah looked at heavens and said; “Rabbena Feshed.” “Be witness, My Rabb.”

This was a love of duty. Also the responsibility. This feeling is reminded us here.

ve kanAllahu Aziyzen Hakiyma; For Allah is Exalted in Power, Wise.

166-) Lakinillahu yeshedu Bi ma enzele ileyke enzelehu Bi ilmiHI, vel Melaiketu yeshedun* ve kefa Billahi shehiyda;

But Allah bears witness to that which He revealed to you, He has revealed it to you as the knowledge of HU. The angels (the forces pertaining to this revelation; Gabriel) also bear witness to this fact. Sufficient for you is Allah as a witness. (A.Hulusi)

But Allah beareth witness that what He hath sent unto thee He hath sent from His (own) knowledge, and the angels bear witness: But enough is Allah for a witness. (A.Yusuf Ali)

Lakinillahu yeshedu Bi ma enzele ileyke enzelehu Bi ilmiHI But Allah bears witness to that which He revealed to you. As in, people will bear witness to you, but also Allah will be your witness on which He revealed to you. What gain can you have, if people stand witness for you? What loss can you suffer if they deny. You are under the protection and witnessy of Allah. Allah knows that you are the one who take revelations, you have Allah on your side, what else can you need beyond that? This is what’s been told to Rasulallah.

This reminds me of another verse.

Felenes’elennelleziyne ursile ileyhim velenes’elennel murseliyn Araf/6

We will ask to the communities which had been blessed with revelations. This prophet, this scholar, had he done his duties? Did he deliver the truth to you without hiding it, warping it, distorting it? And then we will turn to the one who was tasked to deliver the truth and we will ask. “What was their reaction when you deliver them the truth, when you tell them about the right? “Semi’na ve ata’na” we heard and we obeyed. Did they tell you this or did they tell something else like sons of Israel who became Jewminded “semi’na ve asayna.” We heard and we rebelled. Did they turn their backs to you? Or did they take what was to their benefit and threw out the rest. We will ask these questions.

vel Melaiketu yeshedun* The angels also bear witness to this fact ve kefa Billahi shehiyda; Sufficient for you is Allah as a witness.

167-) Innelleziyne keferu ve saddu an sebiylillahi kad dallu dalalen be’iyda;

Those who deny the reality and prevent others from the way of Allah have gone far astray. (A.Hulusi)

Those who reject Faith and keep off (men) from the way of Allah, have verily strayed far, far away from the Path. (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne keferu ve saddu an sebiylillahi Those who reject Faith and keep off mpeople from the way of Allah kad dallu dalalen be’iyda they have verily strayed far, far away from the Path.

168-) Innelleziyne keferu ve zalemu lem yekunillahu li yagfire lehum ve la liyehdiyehum tariyka;

 Indeed Allah will neither forgive nor open a path (of understanding) for those who deny the reality and who do wrong. (A.Hulusi)

Those who reject Faith and do wrong,- Allah will not forgive them nor guide them to any way- (A.Yusuf Ali)

Innelleziyne keferu ve zalemu lem yekunillahu li yagfire lehum Those who reject Faith and do wrong,- Allah will not forgive them ve la liyehdiyehum tariyka nor guide them to any way.

Interesting isn’t it, how Allah’s blessing matches up directly with the humans actions. This is a perfect example for that. Innelleziyne keferu Those who reject Faith. This is how it begins. ve la liyehdiyehum tariyka nor guide them to any way. And this is how it ends. Allah won’t show any salvation to people who resist on denial. A mans behaviour sets the tone of Allah’s reaction to him. You are the definer of your relation with Allah. One is not independent from another. This verse gives us this frame perfectly. How human-Allah relations are based on actions and reactions.

169-) Illa tariyka cehenneme halidiyne fiyha ebeda* ve kane zalike alellahi yesiyra;

 Except for the path of hell (the understanding that leads to a life of hell)! They will abide therein eternally. This is easy for Allah. (A.Hulusi)

Except the way of Hell, to dwell therein for ever. And this to Allah is easy. (A.Yusuf Ali)

Illa tariyka cehenneme Except for the path of hell. halidiyne fiyha ebeda They will abide therein eternally. ve kane zalike alellahi yesiyra. This is easy for Allah.

170-) Ya eyyuhen Nasu kad caekumur Rasulu Bil Hakki min Rabbikum feaminu hayren lekum* ve in tekfuru feinne Lillahi ma fiys Semavati vel Ard* ve kanAllahu Aliymen Hakiyma;

O mankind, the Rasul has come to you from your Rabb in Truth! So believe in what is good for you! If you deny, know that whatever is in the heavens and the earth is for Allah (for the manifestation of the qualities denoted by the Names of Allah). Allah is the Aleem, the Hakim. (A.Hulusi)

O Mankind! The Messenger hath come to you in truth from Allah. believe in him: It is best for you. But if ye reject Faith, to Allah belong all things in the heavens and on earth: And Allah is All-Knowing, All- Off wise. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhen Nasu O Mankind! The speechs target widens to all humanity here. No specific belief or religion from that point on. All humanity is targeted for this verse. Not a single individual is left out. All the way to Australia’s aborgenes to Guatemala’s indians. This is the message. Ya eyyuhen Nasu O Mankind! kad caekumur Rasulu Bil Hakki min Rabbikum The Messenger has come to you in truth from Allah. feaminu hayren lekum So believe in what is good for you. If you Show faith toe the message that prophet has given to you, it will be best for you.

ve in tekfuru feinne Lillahi ma fiys Semavati vel Ard If you deny, know that whatever is in the heavens and the earth is for Allah. As in you belong to Allah. In fact your denial of Allah, denial of the messages from Allah is your own self confliction. It’s denial of your own very beings. Denial of your existences. Can you find another creator for yourselves then? You need Allah. You are only but one thing among the infinite things that Allah possesses on heavens and on earth. That’s why you should realize what you really deny.

ve kanAllahu Aliymen Hakiyma; And Allah is All-Knowing, All-Wise.

171-) Ya ehlel Kitabi la taglu fiy diynikum ve la tekulu alellahi illel Hakk* innemel Mesiyhu ‘Iysebnu Meryeme Rasulullahi ve KelimetuHU, elkaha ila Meryeme ve ruhun minHU, fe aminu Billahi ve RusuliHI, ve la tekulu selasetun, intehu hayren lekum* innemAllahu ilahun vahid* subhaneHU en yekune leHU veled* leHU ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* ve kefa Billahi Vekiyla;

O those to whom the knowledge of the reality has come… Do not exceed the requirements of religion and transgress… Do not utter things that are not true about Allah… Jesus, the son of Mary, is only a Rasul of Allah and His Word… He has formed the manifestation of this quality through Mary, and he is a meaning (spirit) from Him (His Beautiful Names)… So believe in Allah, the essence of all things with His Names, and His Rasuls… And do not say “Three” (the Father, the Son, the Spirit)! End this; it is better for you… Allah is the One and Only (the only One who has Uluhiyyah)… HU is Subhan from the concept of having a child! Whatever is in the heavens and the earth is for Him… Sufficient for you is Allah as Wakil, your essential reality with His Names. (A.Hulusi)

O People of the Book! Commit no excesses in your religion: Nor say of Allah aught but the truth. Christ Jesus the son of Mary was (no more than) a messenger of Allah, and His Word, which He bestowed on Mary, and a Spirit proceeding from Him: so believe in Allah and His messengers. Say not “Three (Trinity)” : desist: it will be better for you: for Allah is One God. Glory be to Him: (far exalted is He) above having a son. To Him belong all things in the heavens and on earth. And enough is Allah as a Disposer of affairs. (A.Yusuf Ali)

 Ya ehlel Kitab O People of the Book! We can understand from here that the targeted group in this verse is that the people who believe in Bible. Because Christians and Christianic mentality is the theme of this verse. To be specific it’s Ve laddaaalliyn part in Fatihah where we pray as don’t make us go astray like those become Christianic Mindeds. This verse is all about them.

 Like I said before, sons of Israel who became Jewminded, sons of Israel who was Muslims before but then corrupted and casted out their prophets, murdered them, stoned them to death to throw them out of their lifes. But Christians or muslims in that mentality deitified their prophets, turning them into a god figure and pulled them out of their lives in this way. Now Qur’an wants us to pay attention to this second group, second mistake.

la taglu fiy diynikum ve la tekulu alellahi illel Hakk Do not exceed the requirements of religion and transgress… Do not utter things that are not true about Allah.

innemel Mesiyhu ‘Iysebnu Meryeme Rasulullahi ve KelimetuHU, elkaha ila Meryeme ve ruhun minHU Christ Jesus the son of Mary was (no more than) a messenger of Allah, and His Word, which He bestowed on Mary, and a Spirit proceeding from Him. A living being.

The “Word” word comes in the verse. In his great piece, Ibn-ul Cini lays out all the combinations comes from the letters of ke-le-me, ke-me-le, me-le-ke, le-ke-me, me-le-ke, le-me-ke. All these roots have one thing in common and that is the greatness with power.

In Qur’an it’s not the Bible that is taken as the Christianic religionhood. Bible is the biography of Jesus, his life story. No in Christianic religionhood, the match of Qur’an is the Prophet Jesus himself. It’s word. The revelation of Allah that takes the form of human. As in the promise of Allah. That’s why Taberi translates the word like this. As a declaration, given to angels for delivering it to Mary. 

elkaha ila Meryeme ve ruhun minHU and His Word, His promise which He bestowed on Mary,

 In Secde/9 where the stage of evolution in humans creation, there’s a part mentioning the Spirit. Also at this point in this verse the we see ve ruhun minHU A spirit from him. And in Secde/9 we see the part ..ve nefeha fiyhi min ruhiHI.. (describing the creation of mankind) and Allah blow from His spirit.

 So if we based on the facts that even Jesus told their followers which deitified him, that his prophets were humans too, it makes easier to understand the targeted group in this verse. We understand that instead of taking the words and expressions in supernatural ways, we should look at them with their general, literal meanings. Because this verse addressess to those who deitify Jesus and make hima a supernatural being. We can and should take the spirit here and match the meaning with the spirit in Secde/9 verse. Allah of Allah Worlds wants us to notice that Jesus like all humans is a life like all people. Like Rasulallah’s warning.

 -Don’t make a extraordinary and make me flying like they did for Jesus, son of Mary. I’m but a worshipper and Rasul of Allah. Call me a worshipper and Rasul of Allah.

Rasulallah was saying, don’t make me flying. Don’t turn me into a supernatural being. There were two distinct path in Islamic corruptions. One follows the path of degrading Rasulallah like sons of Israel who became Jewminded have done. We may see the projections of that strong current. THe path against it is the Christianic mentality which turned Rasulallah into something more than he was; making him a deity and trying to make him flying. So Rasulallah’s ageless words, his out of bound from time advice to these two different paths followers is this. Don’t do these to me. I’m his worshipper and his Rasul. As in to those who deitify me, I’m his worshipper and to those who degrade me, I’m his Rasul. It’s like a two pathed answer to both sides.

fe aminu Billahi ve RusuliHI, ve la tekulu selasetun, so believe in Allah and His messengers. Don’t say, “Three”. The rejection of Trinity is mentioned in this section.

Trinity; as in Father, Son and Holy Spirit is a foundation which the Christianic Religion based upon. It may also be called the three elements. But also it’s the biggest problem in the same methodology. Since the situation surrounding the trinity idea is the most impossible and mosrt confusing among all the religion expexts. Actually this situation still cannot be resolved by Christianic religioon experts to this day. That’s why most happenings take this topic as a taboo and look at it as a dogma or a postulat, forbidden to talk even think about. Because it cannot be understood, it cannot be comprehended. It cannot be sit on a logical basis. How can 3 be 1?

There are several christianic experts that try to explain this situation more specifically as well as more obscure. For example, one of the three elements is the source. That’s the father. A being. As in the first is the father as a starting point. Son is the knowledge and spirit is the life. This is a translation of course, a tev’il of a sort.

But if we look further deeply, we see that this mentality wasn’t first born when the first muslims of Jesus became christianic minded. We see the mischief seeds of Paul again here. Because we come across a very particulat Hindu belief. Somewhat have uncanny resemblence with trinity idea. Tri Marki is the name in old Hindu. As in 3 uklum, 3 elements. Brahma as the father, Vishnu as the son and Shiva as the Holy Spirit. Brahma, Vishnu and Shiva. This hindu belief was transported to Christianism and become Father, Son and Holy Spirit idea.

It can be seen in ancient Egypt with the name of Hermes Trismegistus. As in 3 Tot. Tot is the Fenicean name of Taghut which was tranferred to Arabic as Tagut. That’s why it’s 3 tots, 3 gods. Three elements of god, is one way to read it. In some diggings on Memphis old capitol of ancient Egypt, 80 Km to Cairo of today there were tablets found which describes this three main elements.

Most of old pagan beliefs have trinity mentality somewhere. That’s why the idea of Trinity cannot be made up by the first people of Jesus’ community. It’s just like the myth of Crucifixiation. Crucifix is a symbol and not a Christianic one at that. Many people are familiar with the Ankh of Egypt Symbol. We can see it in many films as well as the acutal figures of pharaohs holding that round topped crucifix symbols in Egypt Etnography Museum. It’s an open fact that can be seen today by anyone.

So what we should undestand from these verses is this, dear friends.

If you don’t take your beliefs seriously, if you value your faiths with all due respect less than your underwears, if you don’t take your religion seriously and protect your beliefs from superstition, if you don’t give the attention to your faiths not more that choosing your garments; at the end you begin to believe all those pagan nonsense as “These are from Allah.” This is the message given to Muslims here.

intehu hayren lekum It is in your best interest to end this.

innemAllahu ilahun vahid* for Allah is One. subhaneHU en yekune leHU veled*: (far exalted is He) above having a son.  leHU ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* To Him belong all things in the heavens and on earth. ve kefa Billahi Vekiyla And enough is Allah as a Disposer of affairs.

172-) Len yestenkifel Mesiyhu en yekune abden Lillahi ve lel Melaiketul Mukarrebun* ve men yestenkif an ibadetiHI ve yestekbir fe seyahshuruhum ileyHI cemiy’a;

Neither the Messiah (Jesus) nor the great angels will disdain from being a servant to Allah! And whoever disdains from serving Him and is arrogant, He will gather them all unto Himself. (A.Hulusi)

Christ disdaineth not to serve and worship Allah, nor do the angels, those nearest (to Allah): those who disdain His worship and are arrogant,-He will gather them all together unto Himself to (answer). (A.Yusuf Ali)

Len yestenkifel Mesiyhu en yekune abden A truth is revealed here above the limits of time and space. Christ Jesus doesn’t disdain to serve and worship Allah, Lillahi ve lel Melaiketul Mukarrebun nor do the angels.

Why do angels come into picture now. Because some people deitify angels too. The message is a total one here as those whom you give the position of gods in your minds don’t like that. You cannot blame them, if they have a chance they won’t hesitate to spit on your faces. They will hold you responsible for your action. Some beings who is deitified curse those who see them that way. They won’t be content with them.

ve men yestenkif an ibadetiHI ve yestekbir fe seyahshuruhum ileyHI cemiy’a those who disdain Allah’s worship and are arrogant, Allah will gather them all together unto Himself to answer.

 173-) Feemmelleziyne amenu ve amilus salihati fe yuveffiyhim ucurehum ve yeziyduhum min fadliHI, ve emmelleziynestenkefu vestekberu feyu’azzibuhum azaben eliymen, ve la yecidune lehum min dunillahi veliyyen ve la nasiyra;

 As for those who believe and fulfill the requirements of their faith, He is going to give their rewards in full and grant them more from His bounty… But those who disdain and are arrogant, He is going to punish them with a great suffering… And they will not be able to find a friend or a helper for themselves besides Allah. (A.Hulusi)

But to those who believe and do deeds of righteousness, He will give their (due) rewards,- and more, out of His bounty: But those who are disdainful and arrogant, He will punish with a grievous chastisement; Nor will they find, besides Allah, any to protect or help them. (A.Yusuf Ali)

Feemmelleziyne amenu ve amilus salihati As for those who believe and fulfill the requirements of their faith,

As does Qur’ans double sided perspective nature, now spotlights are turned to those with the good, the fate of good is given here.

fe yuveffiyhim ucurehum Allah will give their due rewards ve yeziyduhum min fadliHI and as more Allah will grant them more from His bounty. It won’t be just their actions rewards given to them. Their bounty will be from Allah. Allah will bless them.

ve emmelleziynestenkefu vestekberu feyu’azzibuhum azaben eliymen, But those who disdain and are arrogant, He is going to punish them with a great suffering… ve la yecidune lehum min dunillahi veliyyen ve la nasiyra; And they will not be able to find a friend or a helper for themselves besides Allah.

And now the speech turns to a general direction here. All humanity is addressed after this point.

 174-) Ya eyyuhenNasu kad caekum burhanun min Rabbikum ve enzelna ileykum nuren mubiyna;

 O mankind! There has truly come to you a proof (the articulation of the truth; Muhammad saw)… We have revealed a clear Nur (light of knowledge) to you (the Quran). (A.Hulusi)

O mankind! Verily there hath come to you a convincing proof from your Lord: For We have sent unto you a light (that is) manifest. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhenNasu O mankind! kad caekum burhanun min Rabbikum There has truly come to you a proof. The proof of truth is before here in front of you. ve enzelna ileykum nuren mubiyna For We have sent unto you a light.

Those whose conscience haven’t covered can percieve this light. Remember, two things are required to see. Two things. One, eye… You should have the organ to proces this light, hence the second thing, the light. If there’s no light, then your eyes have no use, you cannot see anything. Absence and presence of your eyes are measured with the light. But if there’s light around and you don’t have eyes, you also cannot see anything either. In this metaphor eye is a persons approach to Allah and light is Allah’s approach to a person. Eyes represent the worshipping nature of a man for his creator and light is the highness of Allah and His message.

175-) Feemmelleziyne amenu Billahi va’tesamu Bihi feseyudhiluhum fiy rahmetin minHU ve fadlin ve yehdiyhim ileyHI sıratan mustekiyma;

“As for those who believe in Allah, the essence of everything, and hold fast unto Him as their essential reality – HU will admit them to grace (rahmah) and bounty (the awareness of the qualities of the Names) and guide them to Himself (enable the observation of their innermost essence) on the straight path (sirat al-mustaqim).” (A.Hulusi)

Then those who believe in Allah, and hold fast to Him,- soon will He admit them to Mercy and Grace from Himself, and guide them to Himself by a straight way. (A.Yusuf Ali)

Feemmelleziyne amenu Billahi va’tesamu Bihi Then those who believe in Allah, and hold fast to Him feseyudhiluhum fiy rahmetin minHU ve fadlin Allah will admit them to Mercy and Grace from Himself, they will be treated with Mercy and Blessing of Allah. ve yehdiyhim ileyHI sıratan mustekiyma and guide them to Himself by a straight way.

This one is like the verse above, dear friends. I translated in previous page that was the menfi, negative and this is muspet, the positive. The constant nature of Allah-human relations. Verse starts with Feemmelleziyne amenu those who believe in Allah. So one might ask how can Allah guide these people to tru path if they are already on it? Hey they are and have been guided. If you make a move, you will be treated with a counter-move whether it’s negative or positive.

This is another explanation on the reciprocity of human Allah relations.

176-) Yesteftunek* kulillahu yuftiykum fiyl kelaleh* inimruun heleke leyse lehu veledun ve lehu uhtun feleha nisfu ma terek* ve huve yerisuha in lem yekun leha veled* fe in kanetesneteyni felehumessulusani mimma terek* ve in kanu ihveten Ricalen ve nisaen felizzekeri mislu hazzil unseyeyn* yubeyyinullahu lekum en tadillu* vAllahu Bi kulli shey’in Aliym;

 They ask for an explanation – a judgment from you… Say, “Allah gives a ruling about one who has neither ascendants (parents) nor descendants (children) as heir: If a man dies and leaves no children but a sister, she will have half of what he has left… If a sister with no children dies, the brother will be the heir… If there are two sisters (of the deceased man) they will have two thirds of what he (their brother) left… If the siblings (the heirs) are brothers and sisters, then the male will have the share of two females”… Allah informs you so that you do not go astray… Allah is Aleem of all things, as their essential reality with His Names. (A.Hulusi)

They ask thee for a legal decision. Say: Allah directs (thus) about those who leave no descendants or ascendants as heirs. If it is a man that dies, leaving a sister but no child, she shall have half the inheritance: If (such a deceased was) a woman, who left no child, her brother takes her inheritance: If there are two sisters, they shall have two-thirds of the inheritance (between them): if there are brothers and sisters, (they share), the male having twice the share of the female. Thus doth Allah make clear to you (His law), lest ye err. And Allah hath knowledge of all things. (A.Yusuf Ali)

Yesteftunek A different subject right after the general addressing ends. Actually the chapter closed the message but we understand that this verse had arrived far later than the others. Records support our claims on this one. So if you ask why this verse is put here, remember Rasulallah was the one who arrange the verses to their final places. That’s why this verse was put at the end of the chapter like a footnote by Rasulallah.If chapter arrangements hadn’t done in Rasulallah’s era and Cahiph Otto’s collection of Mushaf era, this particular verse was set aside with the other inheritance related verses. But the position of this single verse (and by the looks of it unrelated to the general message) indicates that it was put this position by Rasulallah.

It contains a verdict about inheritance. A verdict that hasn’t explained yet. There’s a reason of arrival fort his one but I’m passing it now.

They want you to explain. Yesteftunek* kulillahu yuftiykum fiyl kelaleh Allah gives you the explanation regarding kelale. Say. The subject of Kelale was a matter of many debates in fact it still has been. The meaning of Kelale is given to us by Caliph Omar with these words. “Rasulallah had passed away but three things remain unexplained. One of these three is kelale situation. More truly its content limits. In Abu Bekhirs opinion kelale is the one who gives away inheritance but he who have no children or parents to take that inheritance. Many scholars and Islamic community members give credit to Abu Bekhirs opinion. But we should keep in mind that there are other words about this kelale situation out there.

According to a hadith in Buhari this verse is the last arrived verse of Qur’an. There are other verses who carry this title too. But even this wasn’t the last one, it was surely one of the last verses arrived.

inimruun heleke leyse lehu veledun If a man dies without leaving a child behind ve lehu uhtun feleha nisfu ma terek and he has a sister to his inheritance, sister should have the half of the inheritance. The verdict is clear. Islamic scholars gives the note of this situation by saying that this sister should have the same parents with the deceased or the same father they should share. I should add this here.

ve huve yerisuha in lem yekun leha veled In case of a death on sister without haveing a child, brother (man) should have the entirety of the inheritance.

fe in kanet according to this verses explanation we take the Abu Bakhirs opinion, it’s the entire inheritance.

fe in kanetesneteyni felehumessulusani mimma terek but if there are two sisters, they should have two thirds of the inheritance. As in the deceased had no one but two sisters, he doesn’t have any parents or any children, only two sisters in this case sisters should have two thirds of the inheritance.

ve in kanu ihveten Ricalen ve nisaen felizzekeri mislu hazzil unseyeyn if there are brothers and sisters to take a share.In this case there are more than two people around. In this case te share of man should be the same amount of two sisters share. This sharing situation was studied at the beginning of the chapter. I believe it was the 32. Verse. We studied that subject in 32. Verse.

yubeyyinullahu lekum en tadillu* Allah informs you so that you do not go astray. vAllahu Bi kulli shey’in Aliym; Allah has knowledge of all things.

Yes dear friends. Like I said, this particular verse is put here after the completion of the chapter is done. But it necessity was essential to life so it has a place in Qur’an. We shouldn’t forget that Qur’an was sent doen into the life and Qur’an has the answer of any problem regarding life. That’s why I always say revelations don’t put people in tight spots. What they do? Verses saves humans and humanity from the tights corners they were stucked.

Verses are not the walls that people bang their heads to. On the contrary, they are the doors that are opened to further grounds. They are the thousand doors. If one enters by that doors the destinations of him are the happiness, joy and heavens.

“Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”


ESMA DERSLERİ – 18 – EL HALLÂK (A)

$
0
0

uel-hallak

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

………“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

………Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 ………“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

………Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

………*******************************************************

………EL HALLÂK (Suad Yıldırım)

………Bu vasıf “durmadan yaratan, işi gücü yaratmak olan” anlamına gelir. İlkin 41. Sıradaki Yasin/81 suresinde geçer. Kur’an da sadece iki Mekkî ayette “el ‘Alîm” şeklinde bulunur. (Yasin/81 – Hicr/86)

………Ahsenü’l-Hâlıkîn

………Kelimesi kelimesine “yaratanların en güzeli” demektir. Allah’ın insanı ana karnında bir nutfeden itibaren devamlı yaratma safhaları sonucunda bildiğimiz mükemmel şekilde ortaya koyması bildirildikten sonra “yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir”(Mü’minûn/14) buyurulmaktadır. Bir defa da açık olarak bir yaratmadan bahsedilmeden bir batıl tanrı karşısında Allah –Hz. İlyas’ın lisanından-  böyle tasnif edilmektedir. (Saffat/125)

………Yaratma fiili meşhur manasıyla Allah’tan başkası için düşünülemeyeceğinden  (Kur’an da bu işi başkasına hiç vermediğini az önce görmüştük) Bu vasıf İslâm ilâhiyatında bir müşkile yol açar gibi olmuştur. İnsanı ve diğer canlıları “fiillerin yaratıcısı” olarak niteleyen mu’tezile mezhebinden bazı kimseler bu vasıftan kendi lehlerine yararlanmak istemişlerdir. (Bazan yanlış anlaşıldığı için hatırlatalım Mu’tezile de insana “Hâlık” vasfını ıtlak etmez. “fiillerin Hâlık”’ı der.) Ehlisünnet bilginleri durumu şöyle açıklamışlardır;

………A – Halk aslında “Takdir” demek olduğundan bu vasıf Ahsenü’l- mukaddirîn (“Takdir edenlerin en güzeli) demek olabilir. Takdir; “Var etmek” değil “ölçmek, biçmek planlamak” anlamına gelir.

………B – Arapça da ism-i tafdil bazen “hükmü zikrolunan iki şeyden birine ispat edip öbüründen selbetmek” ifade eder. Cennetlikler ve Cehennemlikler mukayese edilirken (Furkan/24) de cennet ehli hakkında ahsen-ü makîlâ (daha iyi istirahat yeri), hayrun müstakarra (daha iyi ikemetgâh) tabiri kullanılır. Bundan maksat cehennemin de bu vasıfları daha az bir şekilde taşıdığı değildir. Gaye bu vasıfları bi külliye cehennemden selbedip cennete tanıtmaktır. Çünkü Cehennemin durumu birçok ayetle sabittir. “Daha güzel” tabiri burada tafdil ifade etmez Keza Ahsenü’l-Hâlık’în de yalnız Allah’ın bu hususta münferit olduğunu bildirir. Bir adam “Bal sirkeden tatlıdır” derken sirkeye bir tatlılık tanımak istemez. Maksadı tatlılığı sirkeden tamamen selbedip bala vermektir. (El Bakıllani)

………C – Allah’tan başkasının yaratıcı olduğunu iddia edenler göz önüne alınarak onlara şöyle denilmek istenmiş gibidir. “Tut ki yaratanlar olsun bu takdirde bile Allah bu mevhum ve farazi yaratanların en güzelidir.”

………D – Masson da bu tabirin “süperlâtif absolu” değerinde olduğunu dolayısıyla başka yaratıcıları düşündürmeyeceğini belirtmektedir.

………Yaratma kavramı hakkında bazı notlar.

………Kimi dinlerde (Budizm, Jainizm gibi) “yaratma” diye bir mefhum yoktur. Onlara göre dünya bir yaratıcı tanrının müdahelesi olmaksızın öteden beri vardır. Kur’an göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin, yer altında olanların kısaca var olan her zerrenin bile Allah’ın yaratmasından hariç kalmadığını defalarca belirtir. Allah uluhiyyette hak sahibi oluşunu en başta “yaratıcı” olmasına bağlar. Batıl Tanrıların hiçbir değer etmemelerinin en büyük sebebi “göklerden ve yerden hiçbir şeye sahip olamayışlarındandır.”

………Dinler tarihi bazı dinlerin “Yaratılış hakkında ki efsanelerinden” bahseder. Bir tanrı bazen kendi kendisini kurban ederek (Prajapati) veya başlangıçtan  beri bulunan bir devin (Tiamat, Ymir), yahut bir macranthropos’un (devimsi varlığın) (Purusha) gibi veya başlangıçta bulunan bir hayvanın (Eski İran’da evakdt boğasının) kurban edilmesiyle Kâinat varlık bulur.

………Allah ise Bedî’ dir göklerin ve yerin yoktan var edenidir. Bir şeyin olmasını dileyince ona sadece “ol” der o da oluverir. O her şeyi yaratmıştır. (Bakara/117-En’am/101).  Dolayısıyla Kur’an da bir tekevvün (Cosmogonie) veya yaratılış efsanesi yoktur. İradesiyle hemen var eden yaratıcı bir Rab vardır.

………Mevcut maddeye şekil veren, organize eden bir usta, bir mimar (ki Eflatun’dan biri Demiurge deniyor) Tanrıya inanç daha da yaygındır. Yaratma kavramına yabancı eski Yunan düşüncesinde, veya yoktan var etmeyi havsalasına sığdıramayan bir çok felsefi sistemde buna rastlamak mümkündür. Yunan filozoflarının etkisinde kalan bazı İslâm feylesofları aynı düşünceyi Kur’an da da bulmaya çalışmışlardır. Mesela İbn. Rüşd (Hud/7 – Fussilet/11) ayetlerine tutunarak (Birincisinde gökler ve yer yaratılmadan önce “Onun Arşı su üzerinde idi” İkincisinde göklerin başlangıçta (duman-Buhar) halinde olduğu bildirilir.) Göklerin ve yerin bir şeyden yaratıldığını ileri sürerler ve der ki “Mütekellimler, âlem hakkındaki ifadelerde de şeriatın zahirine uymazlar, te’vil ederler. Zira şeriatta Allah’ın “sırf yokluk” ile beraber mevcut olduğuna dair bir şey yoktur. Mütekellimler bu konuda icma olduğunu iddia edebilirler” (İbn. Rüşt Faslu’l-Makal S/13-14)

………Beklenilmeyen bir durum olarak benzeri iddia “Felasife” nin tam zıt kutbu tarafından da tekrarlanıyor. İbn. Teymiyye de mezkûr iki ayeti öne sürerek aynı şeyi iddia ediyor. (İbn. Teymiyye/ Minhac-1. 100-101)

………Ayrıca bazı haberler, eserler hatta Tevrat bilginlerinin sözlerini de zikreder. Anlaşılan onun Aristo, İbn. Rüşd, gibi bazı feylesoflardan farkı şuradadır. Onlar âlemin kıdemini kabul ederken o âlemin aynen değil nev’en kıdemini kabul etmektedir. Yani yaratma (aynı eserde) fiilinin ezeliyetini söylemektedir. Zira bir başka yerde “âlemden herhangi bir şeyin kıdemini söylemenin muhal olduğunu” Belirtir.

………Masiva’nın ilki olan arş’ta mahlûktur. Zira birçok ayette Allah arşın rabbi” olduğu bildirmektedir. Her merbub ise mahlûktur. (ibn. Hazm) Su ve duhan daha önceki iki hilkat merhalesidirler. Kısaca Allah’ın “her şeyi” yarattığını bildiren naslar ıtlakı üzere alınmalıdır. Cumhurun anlayışı budur.

………Esasen Hz. Peygamber “Allah ile beraber var olan bir şey yoktu.” Diyerek bu durumu vuzuha kavuşturmuştur. Mükellef olmadığımız, çözümü de bizim için imkânsız olan konulara dalmaya gerek yoktur.

………Allah bir şeyin var olmasını hükmettiğinde ona “ol” der o da hemen oluverir. “Kitab-ı Mukaddeste olduğu gibi Allah “ol” emri ile yaratır. Şeriatın buyrukları da aynı adı (emr) taşır. Gerçekten emr-i İlahi aşkınlığa en uygun olan bir münasebet nevidir.” Bazı ayetlerde bildirildiği gibi Allah’ın bu Kemalatı tükenmez. (Kehf/109)

………Gerek bundan gerek başka bir çok delilden anlıyoruz ki Allah’ın yaratıcılığı “bir defaya mahsus, olup bitmiş” bir şey değildir. O’nun yarattıktan sonra âlemle ilgisi sadece “varlıkta tutma” dan da ibaret değildir. O hiçbir an yaratıcı faaliyetten ayrı kalmamaktadır. El Hallâk vasfı;

………O her an yeni bir şe’ndedir” (Rahman/29)

………O sizin bilmediklerinizi de yaratır.” (Nahl/8)

………yaratış, peşinden yaratış.” (Zümer/6)

………Sizi tavırdan tavıra yarattı.” (Nûh/14)

………Gibi birçok ayet “Devamlı yaratış” fikrini telkin etmektedir. Allah bir ilk muharrik, ilk sebep durumunda değildir.

………Kur’an hemen hemen her pasajıyla insana “yaratılışın birliği” fikrini telkin eder. Kur’an ın kâinatı düzenli, belli bir zamana kadar nizam içinde devam edecek olan bir “kozmos”tur.

………Sen Rahman’ın yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın Gözünü bir çevir bak, bir aksaklık görebilir misin? Gözünü tekrar tekrar çevir bak ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer.” (Mülk/3-4)

………Ayetini örnek vermekle yetinelim. Allah’ın hükümranlığından hiçbir şey hariç değildir. Karanlıklar ve denizler bile. (En’am/1-Casiye/12) Bu nizam içinde kâinatın bütün unsurları Allah’ın emriyle omuz omuza hizmete ve yardımlaşmaya yöneltirler. Hem birbirleri arasında ki yabancılık kalkar hem de insanın onlara karşı bir ürkeklik duygusu kalmaz. Var olan her şeyde bir gaye ve Hâlık’a ait yönüyle bir kemal bulunur.

………Kur’an esas itibarıyla yaratma fiili için Hâlk maddesini kullanmakla birlikte aynı tezahürü birçok değişik kelime ile de irad ederek Allah’ın yaratıcı aksiyonunun bir ağ halinde bütün kâinatı sarmasını sağlamıştır. Bu terimler genel yaratma kavramını hususileştiren değişik anlamlara sahiptirler. Bede’e, yubdi’u el Halke, fatara. Yeniden yaratış için yu’diu. Yoktan bir asla dayanmaksızın yaratan için Bedî’i, yaratışın halk’tan sonraki safhaları için; enşe’e, zere’e, ca’ale, şavvara, sevvâ. Özellikle canlıları yaratmak için Bara’a. Böylece yaratma ve tedbir Kur’an da uluhiyyetin kendisini tavsif edişinde belki de en önemli rolü oynar. (Prof. Dr. Suad Yıldırım- Kur’an da ulûhiyet/194-196)

………*************************************************************

………SÜREKLİ YENİDEN YARATMA

………Kelamcıların geneline göre, yüce Allah evreni sürekli var kılmakta ve yok etmektedir. Bir zaman diliminde var kılınan evren aynı zaman dilimi içinde yok edilmekte ve ikinci zaman diliminde tekrar var kılınmaktadır. Bu döngüsel durum Allah’ın iradesine bağlı olarak devam edip gitmektedir. Bunu Kelamcılar teceddüd-i emsâl yani varlıkların benzerlerinin Allah tarafından sürekli yeniden yaratılması şeklinde kavramlaştırmışlar.

………Kur’an evreni işi bitmiş bir kütle gibi görmez. Evrende yaratılış devam etmekte ve evren genişlemektedir:

………Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz onu genişletmekteyiz” (Zariyat 51:47).

………Öte yandan Allah’ın yaratışta dilediğini artırmakta olduğu söylenmektedir (Fatır 35:1). Bu da varlıkta bir genişlemenin olduğunu doğrulamaktadır.

………Yine Kur’an, Allah’ın bizim bilmediğimiz şeyleri yaratmaya devam ettiğini belirtmektedir (Nahl 16: 8). Allah’ın bizim bilmediğimiz şeyleri yaratma eylemi, sürüp gitmekte olan bir eylemdir; varlık alanına sürekli yeni yaratılmışların çıkarıldığının kanıtıdır. Bu da türlerin sabit olmadığı yönündeki teorileri desteklemektedir.

………Yaratma devam eden bir süreçtir. Allah’ın ‘Hallâk/sürekli yaratan’ ismini burada hatırlayalım. Bu ismin gereği olarak Kur’anda “Allah, her an yaratma halindedir”

………(Rahman 55/29) ve “Allah, daha nice bilmediğiniz şeyler yaratır” (Nahl 16/8) Buyrulmaktadır.

………Eğer yaratma yalnızca geçmişte olup bitmiş bir olay olarak algılanırsa, bu algı Tanrı’nın evreni başlangıçta yarattığı ve bundan sonra onunla ilişkisini kestiği anlamına gelir. Bu yaklaşıma göre Tanrı kozmik bir saatçi gibidir, zembereği çevirmiş, saati kurmuş bundan sonra kendisinden bağımsız olan bu saatin işleyişini seyretmektedir. Söz konusu anlayışa karşı klasik kelam, her zaman Allah’ın sürekli yaratması tezini gündeme getirmiştir. Zira,

………Göklerde ve yerde olanlar ondan isterler. O her an bir iştedir” (Rahman 55: 29).

………Bu sebeple de kelamcıların yaratma doktrini, sadece Tanrı’nın evreni yaratmasını değil, aynı zamanda bu evrenin varlığını devam ettirmesini de O’na borçlu olmasını içerir. Bu hem filozofların hem de kelamcıların ifade ettikleri alemin, kendi dışındaki bir Varlığa borçlu olmasının da bir sonucudur.

………Bu bağlamda filozofların mümkün varlık anlayışları, alemin varlığını ve devamını Allah’a bağımlı olarak sürdürmesi bağlamında, muhdes varlık anlayışından daha tutarlı görünmektedir. Bu sebepledir ki sonraki kelamcılar muhdes kavramı yerine daha çok mümkün kavramını kullanmışlardır. Zira muhdes varlık anlayışında vurgu daha çok alemin yaratılmasıyla ilgili iken, mümkün Varlık’ta alemin var edilmesi ve varlığının devamının sağlanması üzerinedir.

………Atomcu nazariyeyi kabul eden kelamcılar da zaman içinde her an yaratılan ve yok edilen mümkün atomlardan bahsederek imkân alanını genişletmişlerdir (Düzgün, Şaban Ali, (1998). Nesefi ve İslam Filozoflarına Göre Allah-Alem İlişkisi, Ankara, s. 187).

………Mümkün varlıklar olan atomların sürekli yaratılmaları ve yok edilmeleri ise bu sürecin dışında olan ve onun işlemesini sağlayan bir Varlık’ı yani Allah’ı gerektirir.

………BU AYETLERDEN HAREKET EDİLDİĞİNDE DÖRT TEMEL KAVRAMLA KARŞILAŞIRIZ.

 ………“Varlık verme (tahlîk)”;

………“uygun şekil verme (tesviye)”;

………“ölçü (takdir)” ve

………“yol gösterme (hidâyet)”.

………Bu dört kavram arasında organik bir bütünlük söz konusudur. Her varlık için ayrı varlık kuralları ve imkânları belirlenmiştir. Bunun adı takdirdir. Başka bir deyişle, Allah her varlığa farklı imkân ve kabiliyetler bahşetmiş ve bütün varlıklara o imkânları gerçekleştirebilmeleri için bir yol-yordam göstermiştir.

………Firavun Hz. Musa’ya “Rabbin kimdir” diye sorduğunda Musa,

………Rabbimiz her şeye ayrı bir özellik (takdir) veren, sonra ona yolunu gösterendir/doğru yola eriştirendir (hidayet)” (Ta-ha/ 49-50).

………Diye cevap vermiştir.

………Ayetlerde geçen yol gösterme yani hidayet kavramı, kozmolojik anlamda bir gayeye göre yaratmanın var olduğunu ve evrenin her aşamasında bu gayeliği içinde taşıdığı anlaşılmaktadır:

………Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık” (Duhan/38).

………“Eğer Hak, onların heveslerine uysaydı, göklerde ve yeryüzünde bulunanlar kesinlikle bozulurdu” (Mü’minun/71).

………Allah hür iradesiyle evreni ve içindekileri yaratmış, yokluktan varlığa çıkarmıştır. Yarattığı varlıkları kendi haline bırakmamış, onların varlıklarının devamını sağlamak üzere onları kanunlarla donatmıştır.

………Bir şeyi yokluktan varlığa çıkarmak, eşsiz bir bilgi ve kudreti gerektirir. Bilgi yaratıcının her şeyi bütün incelikleriyle bilmesini, kudret de bildiklerini var etmesini sağlar.

………Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır” (Mülk/14).

………Allah her şeyi sağlam bir şekilde yaratmış ve en güzel biçimde düzenlemiştir. O’nun yaratışında bir uygunsuzluk ve ahenksizlik bulunmaz. En küçük bir rastlantıya yer yoktur. Her şey planlanmış ve yerine getireceği görev kendisine programlanmıştır. Güneşin görevi de ayın görevi de bellidir. Hiçbiri bir başkasının yerine iş yapmaya kalkmayacağı gibi, görevlerini şaşırmazlar veya ihmal etmezler. İkisi de ince bir hesap dâhilinde işlevlerini sürdürür giderler (Rahman/5).

………Varlıklar programlandıkları şekilde görevlerini yerine getirir, asla şaşırmazlar. Bu durum, yaratılmışlar arasında işleyen sebepliliğe yahut ‘doğa kanunları”yla gerçekleşir. Bu kanunlarda asla bir değişiklik olmaz. Bütün kanunlarıyla doğa kendini Allah’a teslim etmiş ve O’nun bilgi ve iradesini gerçekleştirmektedir. Örneğin,

………Her gezegenin (doğa kanunu gereği) kendi yörüngesinde döneceği” (Ya-Sin/40)

………Bir kanun olarak Allah tarafından konulmuştur.

………İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımız görüp düşünmezler mi?” (Enbiya/30).

………Bu ayet, evrenin ve hayatın başlangıcı nasıldı? Hayat nasıl başladı? sorularına cevaptır.

………Allah, kendisini inkâr edenleri evren hakkında düşünmeye davet ederek, varlığına ulaşmalarını istemektedir. Bilimin Allah’a imana götüreceğine işaret eden bu ayet, din ve bilim arasında bir çatışmanın olamayacağını da gösterir.

………Evrenin nasıl yaratıldığını açıklayan Büyük Patlama (Big Bang) Teorisinin bu ayetle örtüştüğü kabul edilmektedir. Ayetin ilk kısmı evrenin yaratılışına, ikinci kısmı ise hayatın başlangıcına işaret etmektedir. Tabiat bilimlerindeki gelişmeler, bu ayetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur.

………Bazı bilginlere göre, uzaydaki cisimler, vaktiyle bir gaz kütlesi halinde idi. Zamanla bu gaz kütlesinden küreler halinde parçalar kopmuş ve uzay boşluğuna fırlamıştır. Aynı şekilde, dünyamızda bir gaz kütlesi olan güneşten kopmuş ve zaman içinde soğuyarak kabuk bağlamıştır. Bu arada dünyamızdan yükselen gazlar ve buharlar yoğunlaşarak yağmur şeklinde tekrar dünyaya dökülmüş ve böylece denizler ve okyanuslar meydana gelmiştir. Suda yosunlaşma ile başlayan canlılar ilahî kanunlara göre gelişmiştir. Allah en mükemmel canlı türü olarak da, yine içinde suyun bulunduğu özel bir çamurdan insanı yaratmıştır.

………Onları sarsmasın diye yeryüzünde bir takım dağlar diktik. Orada geniş geniş yollar açtık… Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise gökyüzünün ayetlerinden yüz çevirirler” (Enbiya/31-32).

………Korunmuş tavan bir benzetmedir. Dünyayı saran atmosfer ve onun ötesindeki gök cisimleri akıllara hayret verecek bir düzen ve denge içinde yaratılmıştır.

………O geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzmektedir” (Enbiya/33).

………“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, geceyle gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzen gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü durumdaki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok delil vardır” (Bakara/164).

………Ayette göklerin ve yerin yaratılması astrofizik ve astronominin; gece ve gündüzün değişmesi coğrafyanın ve meteorolojinin; denizlerde gemilerin yürütülmesi sıvı dinamiğinin; gökten yağmurun yağıp ölü toprağı diriltmesi ziraatın ve botaniğin; bütün canlıların yayılması zoolojinin ve genetiğin; rüzgârlar ve bulutlar meteorolojinin alanına girer. Kur’an insanlardan hem iman etmelerini hem de imanlarını bilgiye dayandırmalarını istemektedir. (Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün)

………************************************************************

………YARATILIŞ HAKİKATİ

………Kur’an “yaratılış hakikati” üzerinde çok durur. Allah’ın yaratıcılığına çok sık atıf yapar. Bunu Allah’a imanın olmazsa olmaz bir boyutu olarak sunar. Vahyin inşa ettiği Allah tasavvurunda “yaratıcılık” vasfı ön sıralarda yer alır.

………Yaratılış hakikatine bakış açısını üç başlık altında tasnif edebiliriz.

………1 – Mutlak bir yaratıcının varlığını inkâr; Budizmi ve jaynizmi buna örnek olarak verebiliriz. Bu ve buna benzer inanç sistemlerinde âlemin bir yaratıcıya ihtiyacı yoktur. Her şey devir halindedir ve devam etmektedir. Âlemde sonsuz bir teselsül süregitmektedir.

………2 – Yaratıcıyı kabul edip yaratıcılığını mutlak değil mukayyet bilme; “Hiçten hiçbir şey çıkar” düşüncesinde ki eski Yunan felsefesi bu inanca dayanıyordu. Aristo’ya göre âlemin kendisi tanrı idi. Böyle bir panteizm de âlemin ezeliliğini tartışmak abesle iştigal etmekti. Zira tanrı ile âlem aynı şey olduğuna göre bunların hangisinin ezeli ve kadim, hangisinin sonradan olduğu suali anlamını kaybediyordu.

………3 – Mutlak bir yaratıcının varlığına iman; Tüm ilahi vahiyler ve Kur’an vahyi bu inancı telkin ediyordu. Kur’an muhatabından “yaratılış gerçeğini” tanımaya ve inanmaya davet ediyordu. Bu davetin nirengi noktalarını Kur’an ayetlerinden yola çıkarak şöyle sıralayabiliriz.

………1 – Her yaratılışın bir anlamı ve amacı vardır. (14/19, 35/16, 10/4)

………2 – Yaratılış her an devam etmektedir. (36/68)

………3 – Yaratılışın kendi yasaları vardır, insan yaratılışı gereği yaşlandıkça eksilme yaşar. Bu yaratılmış her şey için geçerlidir. (36/15) {[51/47]}…?

………4 – Her yaratılış bir yasa çerçevesinde bir süreç içinde gerçekleşir. (23/14- 39/6, 35/1)

………5 – Yaratılmış lığın gereği olarak yaşama sürecinde mahlûkat rızıklandırılır. (27/64)

………6 – Yaratılmışların kendi içerisinde de bir güç farklılığı takdir gereğidir. Birbirine üstünlüğü yaratılış gereğidir. (7/69, 35/1)

………7 – Yaratılmışlar birbiri için birbirine hizmete amade kılınmak için yaratılmışlardır. (42/29, 39/6, 7/54)

………8 – Göklerin ve yerin yaratılışı içinde yaşayacakların yaratılması içindir. (42/29, 39/6, 7/54)

………HALLÂK İSMİNİN TECELLİLERİ

………“Kulle yevmin hüve fî-şe’n (Rahman/29)

………Hallâk ismi bir mübalağa kalıbıdır. İsimde ki mübalağa vurgusu, ismin tecellisinin sürekliliğini ifade eder. Allah bir kez yaratıp bırakan değil, her daim yaratan ve her yarattığına aynı titizliği gösterendir. O’nun her daim yaratması sadece yoktan var etme anlamında ir yaratma değil, aynı zamanda var olan varlıkların varlığını mümkün kılma anlamındadır.

………Eğer O Hallâk ismiyle tecelli etmekten bir an geri dursaydı var ettiği eşya varlığını sürdüremezdi. Zira bir şeyin var edilmesi bir durum, varlığını sürdürmesi başka bir durumdur. Bir şey O’nun Hâlık ismiyle var olur, Fakat Hallâk isminin tecellisine medar olmazsa var oluşunu sürdüremez.

………Kim bilir belki de ışığın dalga ve parçacık olarak gelişinin arkasında yatan sır budur. Yine sesin dalga halinde gelişinin arkasında yatan sır budur. Görme ve işitme olayının kesintisiz bir süreç değil, biz fark etmesek te kesintili ve ardı ardına bir süreç oluşu tekrar tekrar yaratılışın bir yansıması olsa gerektir. Belki bizim sürekli “var” kabul ettiğimiz katı maddelerde, bizim fark edemeyeceğimiz sıklıkta bir tekrar tekrar yaratılışın tecellisine medar olmaktadır. Hallâk’ın halk edişi öyle seri olmaktadır ki biz onu kesintisiz bir süreç gibi algılamaktayız. Hallâ’ın tekrar tekrar yaratılış sıklığını ve aralığını ölçmek bizim için belki de muhaldir. İşte şu ayet bu hakikati haykırmaktadır.

………Yes’eluhu men fiysSemavati vel’Ard* külle yevmin HUve fiy şe’n; (Rahman/29)

………“Göklerde ve yerde bulunan her varlık O’na muhtaçtır. Her an O hayata ve varlığa dair her işe müdahildir.”

………Hallâk olan Allah’ın mahlûkata tecellisi bir an dursa eşya var oluşunu sürdüremezdi. Sanki mahlûkat nefes-i Rahmani sayesinde nefes alan bir canlı gibidir. İster parçacık, ister dalgacık suretinde olsun her bir dalga veya parçası ister dalgacık suretinde olsun, ışığın her bir dalga veya parçası, ışığa hayat veren bir nefesin alınıp verilişi gibidir. Belki ışığın bazen dalgacık bazen parçacık tezahürleri göstermesinin sebebi de tecelliler arasında ki değişmedir. Ses öyledir, renk öyledir, hatta atomlar ve onların çekirdeği etrafında dönen elektronlar öyledir.

………Kuantum fiziğinin ortaya çıkışı, Hallâk isminin tecellisini fark edişten başka bir şey değildir.

………Hallâk ismiyle yarattıklarını ihmal etmediğini gösteren Allah, yaratışıyla da aktif olduğuna dikkat çekmektedir. Bu ismin tecellisi üzerinden bize verilen ders açıktır. Ey Halâk olan Allah’ın her an aktif yaratışına muhatap olan insan Kudreti sonsuz Allah bir kez yaratıp öylece bırakmaya kadir iken sen neden bir kez yaptığına bir daha dönüp göz atmıyorsun? Allah’ın sürekli ve biteviye yaratan Hallâk isminden senin bilgin neden pay almıyor. Semin ahlâkın neden pay almıyor. Oysa O’nun yaratışı nasıl ki her an tecelli ediyorsa o tecelliler senin ahlakında da görülmeli. Bu sayede ahlâken seyr-i sülükünü sürdürmelisin.

………Allah’ın Hallâk isminin tecellilerinden aklın da pay almalı, iki günün bir olmamalı. Zira “iki günü bir olan ziyandadır” Allah’ın Hallâk isminden iraden pay almalı Hallâk ismiyle her an yeniden yaratılan iradenin şükrünü ödemelisin. Her yeni yaratılışın şükrü iradeyi tazelemek ve geliştirmektir.

………HALLÂK’A İMAN EDEN UMUTSUZ OLMAZ.

………Hâlık yaratan, Hallâk ise “sürekli yaratan” demektir. Hallâk olan Allah’ın her yaratışı bir önceki yaratışından farklıdır. İki yaratılış birbirinin aynı ise bu iki değil tek yaratıştır. Mükemmel ve sonsuz yaratıcı olan Allah’ın her yaratışı bir diğerinden farklıdır.

………Umut dediğimiz geleceğe dair tüm beklentiler, Hallâk isminin tecellisidir. Bunu anlamak için bir sual sormak lazım.

………Sual; Umudunu kimler kaybeder?

………Cevap; Anı mutlaklaştıranlar.

………Sual; Anı kim mutlaklaştırır?

………Cevap; Her an yeniden yaratan bir Hallâk olduğuna kalbi yatmayanlar.

………O halde Allah’ın Hallâk olduğu bilgisi umutsuzluğa düşmemek için zaruri bir bilgidir. Allah’ın Hallâk olduğunu bilen ve buna inanan bir mü’min, içinde yaşadığı anda ne kadar acı çekiyor olursa olsun, ne kadar kötü bir durumda bulunursa bulunsun, ne kadar büyük mahrumiyet ve mağduriyet yaşarsa yaşasın asla umut kesmez. Umut kesmez çünkü o anı mutlaklaştırmaz.

………Anı mutlaklaştırmak, bir anın tüm anları ve zamanları kuşattığını düşünmektir. Bu, ana Muhît sıfatını vermektir ki bu sıfat Allah’a aittir zamana değil. Kim Muhît sıfatını Allah’tan başkasına yakıştırırsa O’ndan rol çalmaya yeltenmiş olur. Bunun cezası ise kendini, kendi icat ettiği sanal zindana hapsetmektir. Başkalarının mahkûm ettiği kişinin kurtulma şansı hep vardır da, kendi kendisini mahkûm edenin yoktur. Başkalarının kölesi olanın özgür olması mümkündür de kendi kendisinin kölesi olanın özgür olması mümkün değildir.

………Anı mutlaklaştırmak verili durumu “değişmez” ilan etmektir. Verili durumun değişmezliğini tasavvur eden biri Allah’a inanıyorsa o kesinlikle Hâlık olan Allah’a inanıyordur. Fakat Hallâk olan Allah’a değil. Eğer Allah’ın Hallâk sıfatına iman etseydi O’nun her an hayata aktif müdahil olduğunu bilir ve “Dur bakalım bir sonraki anda Hallâk ismi nasıl tecelli edecek” diye korku ve umut arasında mekik dokuyarak derin bir merak içinde beklerdi. Bu mübarek gerilim onun bilincini hep diri tutar, bu dirilik onun takvasını artıran bir “takviye” olurdu.

………Allah’a asi firavun, firavunluğa asi mü’min bir karısı vardı, Asiye. Asiye işkence altında inim inim inlerken ana mahkûm olsaydı kaybederdi. Ama olmadı anı mutlaklaştırmak yerine anı ahirete imanıyla nisbileştirdi. Bu iman işkence altında gözde büyütülmeye hazır verili durumu küçülttükçe küçülttü. Ve işkence altındaki Asiye anın içinden değil ahiretin içinden, cennetin içinden konuştu.

………iz kalet Rabbibni liy ‘ındeke beyten fiylcenneti ve necciniy min fir’avne ve ‘amelihi ve necciniy minelkavmizzâlimiyn; (Tahrim/11)

………İşte o zaman o şöyle yalvardı Rabbim (firavun sarayını alsın başına çalsın) Sen de katında, cennette bana bir köşk yap. Ve beni firavundan ve amelinden kurtar. Ve beni şu zalim kavimden kurtar.

………Eğer Hz. İbrahim anı mutlaklaştırsaydı Nemrut’un ateşinden çıkamaz yanardı. Zira umudunu kaybederdi. Tasavvurunda anı aştığı için Hallâk olan Allah’ta bir sonraki anı, ondan zatına dönen son veriler ışığında takdir etti. Bu sayede İbrahim’in bedeni ateşe düşse de bilinci hiç düşmedi.

………Eğer anı mutlaklaştırsaydı Yusuf kuyuya atıldığında umudunu kaybederdi. Anı mutlaklaştırmadığı için bilinci kuyuya hiç düşmedi. Aksine Yusuf’u kuyuya attıkları anı mutlaklaştıran kıskanç kardeşlerin bilinci kuyuya düştü ve bir daha da çıkamadı. Yusuf kuyuya atıldığı anın nesnesi olmak yerine öznesi oldu kendisini ana mahkûm etmek yerine imanıyla o anı kendisi mahkûm etti. Kervan bu sayede kuyuda çıkaracak bir Yusuf buldu.

………Allah resulü hayatının en zor anlarından biri olan Sevr’de kiş anını asla mutlaklaştırmadı. O Allah’ın Hallâk olduğuna öylesine iman etmişti ki O’nun hayata eşsiz ve benzersiz müdahalesinin muhteşem ifadesi olan şu sözü söyleyebildi. “Korkma ya Ebubekir, Üçüncüsü Allah olan iki kişiye kim ne yapabilir ki.

………İşte bunun için Hallâk a iman edenin umudu tükenmez.

………HALLÂK İSMİNİN TECELLİSİ İÇİN BİZE DÜŞEN HUSUSLAR.

………Kur’an dan yola çıkarak Hallâk isminin tecellisi için bize düşen hususları şöyle sıralayabiliriz.

………1 – Her şeyi yaratanın Allah olduğuna kesinkes iman etmeliyiz. (31/11, 13/16)

………2 – Bir damlacık sudan yaratıldığımızı hiç unutmamalıyız. (36/78)

………3 – Yaratılmış her şeyin yaratılış gerçeğini bir tek Allah bilir. Bize düşen O’nun yaptığına iman etmektir. O yaratılışlar için ahkâm kesmemektir. Yoksa bunun hesabını vermek zorunda kalırız. (43/19, 18/51)

………4 – Duyularımızla algıladığımız her şey yaratılmıştır, halk edilmiştir. Algıladığımız her şeyi ayet gibi okumalıyız, ders çıkarmalıyız. (30/12, 45/4, 3/190-191, 2/164)

………5 – Her yarattığında bir mükemmellik olduğunu bilerek hayret ve hayranlıkla bakmalıyız. (67/3)

………6 – Öldükten ve toza toprağa karıştıktan sonra, bedenen tamamen yok olduktan sonra yeniden yaratılacağımıza iman etmeliyiz. (32/10, 17/49-51-98, 13/5)

………7 – Yaratılışımızın gereği olarak rızıklandığımıza iman etmeliyiz. (27/64)

………8 – Varlığımızı, her tür sapmadan uzaklaşarak doğru ve asıl dine (Hanif din) çevirip yaratılışımızda ki fıtrata uygun davranmalıyız. O’nun yarattığında olumsuz bir değişmeye meydan verilmemeli. (30/30)

………9 – Rabbimizin bize verdiği üstünlükler hep yaratılışımızın bir gereğidir. Bunun da bir nimet olduğunu kesinkes kabul edip unutmamalıyız. (7/69)

………10 – Yeryüzünde dolaşırken yaratılışın nasıl başladığına ilişkin tefekkür ederek, Allah’ın her şeye güç yetiren olduğuna iman etmeliyiz. Ve bunu da dile getirmeliyiz. (29/20, 3/190)

………11 – O’nun yarattığı her şeyi bir amaç ve bir anlam üzerine yarattığına, biz bu yaratılışımızın amaç ve anlamını bozmaya kalktığımızda bizi topyekûn yok edip yerimize yepyeni bir halk yaratacağına iman etmeliyiz. (14/19, 35/16)

………12 – Yaşamamız yaratılış sürecinin bir ürünüdür. Yaşadığımız süre içinde imanlı olarak salih ameller işlemeye devam etmeliyiz. Ne kadar çok buna yönelirsek o kadar ödüllendiriliriz. (10/4)

………13 – Allah hayatımızı yoktan var edip onu sürekli yenileyen zattır. Bu hakikati hiç unutmadan sadece O’na kulluk etmeliyiz ve bunu da çevremize duyurmalıyız. (10/34)

………14 – Yaratılış amacını değiştirmeye kalkmamalıyız. (14/19, 35/16, 4/119)

………(Mustafa İslamoğlu-Kur’an a göre Esma-i Hüsna(c-1/875-887)

………**************************************************************

………RİSALE-İ NÛRDAN KÜLLİ KAİDELERDEN

………İnsan hem şahsı, hem de içinde bulunduğu âlem sürekli yenilendiği için (El Hallâk) her zaman imanını tecdide yani yenilemeye muhtaçtır.

………Her gün yeni bir gündür ve yeni bir dünya kurulur. Hatta her an yeni bir andır ve dünya her an yenilenmektedir. Bilhassa ehl-i Tasavvuf âlimler kâinatın her an zeval-hudûs yaşadığını, yani Cenab-ı Allah’ın her an kâinatı yok ve yeniden var ettiğini, yok ve var etmenin süratinden dolayı da bizim kâinatı ve kendimizi sürekli var gördüğümüzü söylemektedirler.

………Bizzat kendimizde müşahede ettiğimiz ve sürekli yaşadığımız üzere, dakikada 60-80 defa denebilir ki yeniden hayat bulmaktayız. Dakikada kalbimiz bu kadar atmakta, sistolik ve diyastolik hareket denilen gevşeme ve kasılma hareketleriyle vücutta dolaşan kanı toplayıp vücuda pompalamakta ve vücutta dolaşıp karbondioksitle kirlenen kan teneffüs yoluyla havadan aldığımız oksijenle akciğerlerde temizlenmektedir.

………Bütün bu işler Cenab-ı Allah’ın kurduğu sistemle tamamen bizim irademiz dışında gerçekleşmektedir. Kısaca her nefes alış verişimizde bize yeniden hayat bağışlanmakta, her nefes alışverişimizde hayatımız yenilenmekte, ayrıca vücudumuzda bulunan 100 trilyon civarındaki hücreler altı ay içinde tamamen yenilenmekte, günde vücudumuzda beş yüz milyardan fazla hücre ölüp yerlerine yenisi gelmektedir. Yani bizzat biyolojik yapımız ve hayatımız itibarıyla sürekli bir yenilenme yaşadığımız gibi, hallerimiz, duygularımız, tavırlarımız itibarıyla da sürekli değişmekte, yenilenmekte, halden hale, tavırdan tavıra geçmekteyiz. Biz nasıl devamlı bu şekilde değişiyor, yani yenileniyorsak, içinde bulunduğumuz âlem de aynı şekilde sürekli yenilenmektedir. Bu bakımdan âlem, günler, belki saatler, hatta anlar adedince aynı model ve mahiyet üzerinde ayrı bir âlem olmakta, biz de her saat belki de her an yine aynı modelimiz veya mahiyetimiz üzerinde ayrı bir fert olarak hayatımızı sürdürmekteyiz.

………İşte İman, şahsımızda ki her insanın şahsında ki, her bir ferdin, her bir âlemin ışığıdır. Allah lafz-ı Celalinin bütün ilâhi isimleri muhtevi bulunması hasebiyle Lâ rabbe İllallah, Lâ Hâlıga İllallah, Lâ Razıka illallah, lâ ma’buda İllallah, lâ muhyie illallah, lâ mümîte İllallah, Lâ Kayyûma İllallah gibi ihtiva ettiği bütün manalarıyla lâ ilâhe illallah. Her bir ferdin, her bir âlemin kapılarını açan bir anahtardır. Kâinatta ve şahsımızda cereyan eden ve her bir hadise Allah Lâfz-ı Celâlini ihtiva eden ilâhi isimlerin eseri olduğundan Lâ ilâhe İllallah bütün mertebeleriyle tevhidi ifade etmekte ve hadiseler ağında insanı şirke düşmekten korumaktadır. Ayrıca insan da hükmeden nefs, heva, heves, vehim ve şeytan, her an zihne ve kalbe pek çok şüphe ve vesveseler üşüştürür. Ve iman nurunu söndürmeye çalışır. Bunun yanı sıra insandan küfür derecesinde tesiri bulunan bazı sözler ve davranışlar da eksik olmaz.

………İşte bütün bu sebeplerle her vakit, her gün, her saat lâ ilâhe illallah ile imanımızı yenilememiz son derece önemlidir. Bundan dolayıdır ki peygamber efendimiz; “İmanınızı Lâ İlâhe İllallah ile yenileyin” buyurmuşlardı.  (Ali Ünal)

………**********************************************************************

………EL HALLÂK

………Varlık kendi kendine var olmuş değildir, bir yaratıcı vardır, O da Allah’tır! Yaratık devamlı da değildir. Yaratık olduğu için, Allah’ın karşısında daima çöker, ölür. Yaradan güzel olduğu için ölenin yenisi doğar. Allah her an yenisini yaratır. İnsanda bu en güzel gösterilir.

………Anı mutlaklaştırmak (an’a takılıp kalmak), başka an yok demektir. Bu da Allah’ın Hallâk olduğunu bilmiyor olmaktır. Anı mutlaklaştıran, takılıp kalan Hallâk’ı bilmiyor demektir ki bu da ümitsizliğe götürür. Saplanıp kalmayın! An daima değişir. Sen olduğun yerde sayarsın. Allah, daima yaratır hepsi birbirinden yenidir. İnsan varlığını sürdürmek için daima yenilenmesi lazımdır.

………Allah kendine de kadirdir. Kadir, muktedir ve kabildir. Eski nesli öldürür, yeni nesli yaratır. Her nefes alış diriliş, her nefes veriş ölümdür. Zulüm, Yaratanı yaratılmışın yerine koymaktır. Hallâk olan Allah, Âlimi mutlak olduğu için daima yaratır. Her yarattığında tecelli vardır. İnsan yaşama içindedir.  Bu tecelliye Ya rıza olur, ya da olmaz. Ama hayat tahakkuk eder. Razı olmayan huzursuz olur. Razı olan huzurdadır. Çünkü hayat her hali ile lüzumludur. Kolay ve zor insan içindir. Allah’ın zoru yoktur. Allah kolaylaştırır. Allah insana ne vermişse insan onu kullanır bu yüzden günah da işler, sevap ta işler. Asabi de olur, sakin de olur. Bunlar olağandır, ısrar kötüdür.

………Allah ne yarattı ise o değerli bir varlıktır. İnsan bu açıdan bakmalıdır ki faydalansın. İnsan nefsine zulmeder. Nefs kayar, aslında nefs lütuftur.

………Esmaü’l Hüsna, Allah’ın yarattığı ile münasebetini sergiler. Yegâne, varlık onu sergileyen Allah’ındır. Kim ki Allah’la alıp verdi, o yaşamanın tadına vardı. En iyi mahlûku bildiren Halik olan Allah’tır.

………Allah Arifi yarattı, sonra da onun gönlünde kendini yarattı. Halik mahlûkta belirdi. Beni her kişi, kendi zannında gördü, söyledi! Ancak Arif beni kendi hakikatinde gördü. Allah, Sureta ayna yarattı oradan kendine baktı. Aynadaki surettir, yalnızca bir suret!

………Arif birçok şeyi Rab edinir, sonra da Rablerden hakiki Rabbe ulaşır. Oradan da Allah’a ulaşır, orada karar kılar. Arifin bu hali; ilmi ile idrak, müşahede ve görüş ile idrak, Hak ile idrak, yani mahlûktan Halik’ e idraktir. Bu da insanı Kamil’e verilmiştir.

………Hidayete eren bir kimse, korku ve ümit zanlarından kurtulur. Hakkı gören göz, Hakkı söyleyen dil olur. Nefesi Rahmanı idrake döndüğünde Hu olur. İlahi nefesi, bedende yeryüzüne indirir. Hu o kimse anlamındadır ki, zat, öz, cevher demektir. Hak, ancak sensin demektir. Acaba bütün bunlar laf-ı güzaf mıdır?

………Ne yaptığımı bilmiyorum. Ne yapacağımı da, öleceğimi de biliyorum. Bir takım olaylardan sonra, vücuda geldim, sonra da vücudu terk edeceğim. Bunda benim ne derece dahlim var, boyuna üzülüyor, boyuna seviniyorum. Dert, keder, sıhhat, afiyet, diri olmak, kaybetmek, kazanmak, bu da lafı güzaf mı?

………Ölüm tadılır. Bilmem neden ölen kişi hakikati bilir, Hakikati görür, Hakla Hak olur mu?

………Hakikat nedir?

………Hakikatin gerçekliğine kavuşanda yalan yoktur, şaşma yoktur, yalnız hakikatin nuru vardır. Bu da nefsine ve Rabbine arif olmaktır. Yani ilmiyle ayn, Hak ile yakÎn olmaktır.

………Hakikat diye, bir şey yoktur demek, Hakikattir, Her insanın dediği hakikat ona göredir. Görecelidir. Mutlak hakikat Allah’a aittir! Senin Allah demenle, O Allah değildir. O senin Allah’ındır. Kendini bilenin bildiği Allah, başka.

………Sanata hayran, sanatkâra hayran, bu hayranlık, sanatkârı yaratana hayranlığa varmazsa puttur. Akaid (itikat olunan şeyler- ibadetle ilgili hususları konu yapan bilgi) Allah’a aittir. Bunu bilmek insanın hakikatidir.

………İnsanı yaratan ve ona akıl veren Allah ona da icat verdi. Yaratmak; insanı yaratan Allah’a mahsustur. Ona akıl, idrak ve vicdan verdi. İnsan onları kendinde bir eder; duyar işitir, koklar tadar, bunların organlarını Allah yaratır ve faaliyetini de faal olanı Allah verir.

………İnsan hayat planına teslim olmuştur. Bedenlenmekle kendi kaderini kendi çizmektedir ama Hakk’ın kanunlarının dışına çıkamaz. İnsan iç varlığın biraz farkına varsa da dış varlığı kavrayamaz. mehmetrasimmutlu.com

……...EVRENDEKİ SÜREKLİ DEĞİŞİM

………Evrende her nokta, her  parçacık, ilişkiler ağının bir parçasıdır. Parçacıklar, sürekli daha küçük parçacıkları değiş tokuş ederek bir arada durmaktadır. Bu değişimler sırasında parçacık çeşnisini (türünü) değiştirir. Değişimler sürekli olduğundan ve yaklaşık 10-21 saniye gibi oldukça kısa bir zaman aldığından; aradaki değişim ilişkisi, evreni açıklamada parçacıklardan fazla önem taşır. Eşya arasındaki bu ilişki ve birlikteliğin bir an kesilmesi tüm evreni karıştıracak bir potansiyele sahiptir. Tüm parçacıklar ilişki ağına üye olduğundan evrende elemanter bir tanecik bulunamaz. Hiçbir tanecik  diğerinden daha temel değildir.

………İlişkilerin doğal gelişimi gereği hiçbir fiziksel olay diğerinden daha basit değildir. Basit olarak nitelendirdiğimiz olaylar evrenin varoluşuna bütüncül bir amaç yüklemek dürtüsü ile incelendiğinde, belirsizlikleri sıralayarak bize ilişkiler ağının bir parçası olduğumuzu hatırlatır.

………Temel parçacıkların çeşnilerini değiştirmeden; dolayısıyla parçacık alışverişi yapmadan çok kısa süre durabilmeleri sanki insana evrendeki sınırsız güzelliği ve bütünlüğü hatırlatmak amacı taşımaktadır. Evrenin bu parçacıklar ve hareketleri ile dolu olduğu düşünülürse her an devam eden sınırsız hareketin büyüsü dimağları sarsacaktır. Fizikçi tam da bu noktada kendini evrenin büyüsüne teslim eder ve bu hayret verici gelişimi idrak ve akıl etme yetisine sahip tek varlık olduğunu hatırlatarak, insana etkileşimler içinde büyük bir makam verir. Ayrıca bu aşamada fiziğin evrenin doğasını açıklamada en kısa yolu sunduğu belirtilebilir. Öğr. Gör. Dr. Mustafa Güray Budak

………Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

………Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

Devam edecek

 



ESMA DERSLERİ – 18 – EL HALLÂK (B)

$
0
0

uel-hallak

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

………“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

………Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 ………“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

………Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

………******************************************************

……...EL HALLÂK

………Hallâk ismi Allah’ın yaratma fiili sıfatlarından biridir. Tekrar tekrar yaratmak anlamına gelir. Kur’an ı kerim de iki yerde geçmektedir.

………İnne Rabbeke HUvel Hallakul Aliym; (Hicr/86)

………Kesinlikle Rabbin “HÛ”; Hâllak’tır, Aliym’dir.

………Eveleyselleziy halekasSemâvati vel’Arda BiKâdirin alâ en yahluka mislehüm* belâ ve HUvel Hallâkul Aliym;; (Yasin/81)

………Semâları ve arzı yaratan, onların benzerini Esmâ’sıyla yaratmaya Kaadir değil midir? Evet! “HÛ”; Hâllak’tır, Aliym’dir.

………Allah birçok ayetinde el Hallâk manasının ne anlama geldiğini anlatmaktadır. Örneğin;

………Külle yevmin HUve fiy şe’n; (Rahman/29)

………Allah O her an bir şe’ndedir, her an bir yaratmadadır.

………Ayeti ile vurgulanan şey Allah’ın her an yaratmada yani tecellisinin devamı anlaşılır. Yani Allah yarattığını önce yaratıp sonra öylece bırakmamıştır. Tekrar tekrar yaratılış devam etmektedir. Zaten Allah Kıyamet suresinde insana hitap ederken;

 ………“ Eyahsebul’İnsanu en yutreke süda;” (Kıyamet/36)

………İnsan, başıboş olarak bırakılacağını mı sanır?

………Uyarısı yaratma işleminin her an değişerek devam edeceği ikazıdır.

………Yine insan üzerinden devam edelim. Bakalım Kur’an insanın oluşum aşamalarından bahsederken ne diyor;

………Allâhulleziy halekaküm min da’fin sümme ce’ale min ba’di da’fin kuvveten sümme ce’ale min ba’di kuvvetin da’fen ve şeybeten, yahlüku ma yeşa’* ve HUvel ‘Aliymül Kadiyr. (Rum(54)

………Allâh’tır ki, sizi zayıflıkla (hakikatinin farkında olmaksızın) yarattı! Sonra, zayıflığın ardından bir kuvvet (hakikatini – Rabbini bilmenin kuvveleriyle) oluşturdu! Sonra, kuvvetin ardından zayıflık (ismi Allâh olan indînde acziyetini – abd-i âciz) ve ak saçlı (bilge) hâline getirdi… Dilediğini yaratır… “HÛ”; Aliym’dir, Kaadir’dir.

………Bundan bizim anladığımız Allah’ın yaratma fiilinin değişerek her an devam ettiğidir. Bunda bir aksama kesinti yoktur.

………Tabii aynı şekilde mikrodan makroya kadar tüm yaratılmışlar için geçerli bu. Bütün her şey, gökler, yer, ikisi arasında ve içinde bulunanlar, bunların hareketleri, kımıltı­ları, rızıkları, ecelleri, sözleri fiilleri…! Aklınıza ne geliyorsa. Sonra ne diyor Allah?

………ve Lillâhi mülküs Semavati vel Ardı ve ma beynehüma* ve ileyhil mesıyr. (Maide/18)

………Semâların, arzın ve ikisi arasındakilerin mülkü Allâh içindir… Dönüş O’nadır!

………Her şeyi yaratan O, tekrar tekrar değişerek yaratan O, bunun devamı için rızkını veren, ecellerini tayin eden, sarf ettikleri sözler ve eylemleri kulunun iradesine göre yaratan ve sicilini tutan O. Bütün bunları neden yapıyor? Kendisi için yarattığı insanın manevi yolculuğunu gerçekleştirsin, Rabbine yaklaşsın diye bütün bunları ikram ediyor. Rahmetiyle yaratıyor

………Hâlık ve Hallâk isimlerinin yaratma ve tekrar tekrar değişerek yaratma fiilini Allah’ın diğer tüm isimleri ile birlikte düşünmeliyiz. Allah Rahîm’dir yani merhamet edendir, Vedûd’dur yarattığını sever ve sevilmek ister. Rezzak’tır; Rızıklarını verendir. Ekrem’dir çünkü Kerîm dir ikram etmeyi sever. O Ahad’dır, O Samed dir yani İnsan Allah’ın varlığını bilsin, idrak etsin, Allah’a yaklaşsın onu bulsun, tanısın ister. Bu insanın manevi yolculuğu kemâle erme yolculuğudur……………….(Anonim)

…………………..Eğer varlığın, eşyanın, kâinatın hakikatine bakarsak o atomdan meydana gelir, atomdan biraz daha aşağı indiğimizde bir hareketten meydana gelir. Ondan ötesinde bir ışık vardır sürekli tecelli ediyor, bir sonrakini yok ediyor, bir öncekini yaratıyor. Bütün varlık böyledir ve bu Allah’ın Hallâk isminin tecellisidir. Her anda her şeyi yok edip yaratıyor. O kadar hızlı, o kadar peş peşe yaratıyor ki insan ne bunu görebilir ne de algılayabilir, ne de anlayabilir. Nasıl ki burada ki ışık sürekli burasını aydınlatıyorsa aslında ışık dalgalardan meydana gelmiştir. Dalgalar peş peşe geldiği için o kadar hızlı geliyor ki, ışık hızı diyoruz. O kadar hızlı geliyor ki biz burayı sürekli aydınlık olarak görüyoruz.

………Bütün varlıkta böyledir. Allah’ın isimleri tecelli ediyor, bütün varlık o isimlerin tecellisinden meydana geliyor. O kadar peş peşe tecelli ediyor ki biri yok olurken öteki onun yerinde mevcut oluyor. Biz de onu hep var olarak görürüz. Mesela Ayet-i kerimeden bir örnek vereyim;

………Hz. Süleyman Sebe’ melikesi Belkıs’ın tahtını bana kim getirir deyince ayeti kerimede buyuruyor ki Cinlerden bir ifrit dedi ki sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm. İki günlük yol, sen yerinden doğrulmadan, kalkmadan ayağa, be o tahtı sana getiririm dedi.

………(Hz. Süleymanın) Yanında bulunan Allah’ın kendisine ilim verdiği bir kul dedi ki; “sen gözünü kırpmadan onu getiririm” dedi. Ve Süleyman tahtı yanında buldu. Bu Hz. Süleyman’ın vezirinin ismi Asaf idi.

………Nasıl yaptı bunu; İki günlük yoldan bir tahtı nasıl getirdi? Eğer onu zahiri olarak alıp getirse o hızla havaya temas ederse orada yanar kül olur, tülleri bile kalmaz. Hava ile öyle hızla temas ederse kül olur. O zaman onu o şekilde alıp getirmedi. Başka bir şey yaptı demektir bu. Allah bütün velilere keramet gösterme yeteneği verir, keramet böyledir. Mesela bir anda diyelim ki Kâbe’ye gitti. Eğer o hızla Kâbe’ye giderse bedeni toz duman olur. Demek ki başka bir şey oluyormuş. Nasıl yapıyor onu? Allah’ın Hallâk isminin tecellisi ile yapıyor onu. Allah yaratıyor, yaratmayı tekrar ediyor. Bir şey şu anda buradadır, o kul dese ki ya rabbi bu burada olsun dediğinde bu sefer burada tecelli etmez bu olduğu gibi burada tecelli eder. Yani o oradan gelmiyor, Allah orada tecelli etmişken bu sefer aynı tecelliyi burada yapıyor, yapmış oluyor. Manevi olarak bir yerden bir yere gitmek ayrı şeydir, yürümek ayrı şeydir ama bu şekilde gitmek ayrı şeydir.  Bu şekilde getirmek ayrı şeydir. Bu en hızlı olanıdır, göz açıp kapayıncaya kadar olan bir mesele idi. Ötekinde zaman gerekiyordu, ona da tayyi mekân tayyi zaman deniyor, zamanı dürme deniyor yani.  Elini kaldırdığında mekân ayağın altında dürülüyor ayağın altına geliyor adımını öyle atıyor. Diyelim ki bir adım atıyor 10 km. O 10 Km. lik oradaki mesafe onun ayağının altına geliyor. Ayağını koyduğunda oraya gelmiş oluyor. Bu başka bir şeydir ama Allah’ın Hallâk isminin tecellisi başka idi. Bu tecelli ile bunu yapması başka şeydi.

………Allah bir kula böyle bir ikramda bulunursa, Allah’ın Hallâk ismi onda tecelli etmiştir. Allah’ın Hallâk ismi nasıl tecelli etmiş? Bu ayetlerden sonra inşallah hep beraber anlamaya çalışacağız. Allah böyle bir nimeti, böyle bir ikramı neden yapmıştır? Ayetlerden sonra bunu anlamaya çalışacağız. Allah’ın Hallâk ismi kulda nasıl tecelli ediyor.

………Yes’eluhu men fiysSemavati vel’Ard* külle yevmin HUve fiy şe’n. (Rahman/29)

………Göklerde ve yerde, gökler ve yerler ne ki var hepsi O’ndan ister. Herkes, her şey O’ndan ister. İster bilsin ister bilmesin herkes her şeyi O’ndan istiyor. Birbirimizden isterken bile aslında Allah’tan istiyoruz, O’ndan istiyoruz. Çünkü Allah onun üzerinden ikram etmese o veremez. Allah dilemezse o dileyemez. Ancak Allah senin için bir ikramı dilemiştir, sen kimden istersen iste Allah onu dilediğinde o vesile ile sana ikram etmiş olur, ikram eden Allah’tır. Onun için kim neyi isterse istesin onu Allah’tan istiyor, yerde gökte kim varsa. Her ne ki var hepsi O’ndan istenir, O’ndan dilenir.

………Külle yevmin HUve fiy şe’n. O her an bir şe’n dedir, O her an bir iştedir. O her an bir yaratmada, her an bir tecellidedir. Yani her anda bizim kendimiz için anlamamız gereken her an bize muamelede bulunuyor, her anda bize ikramda bulunuyor. Onun için herşey yeni ve her şey tazedir, şu andadır.

………Bundan önce Allah’ın Kâdir ismini anlamıştık, kader anlaşılsın diye Allah nüzul sırasına göre isimlerini vahy etmeye devam ediyor. Allah sana muameleyi şu anda yapıyorum ve onu her an da yapıyorum buyurur. O her an bir işte, her an bir tecellidedir dedi. Bize düşen nedir? Her an da Allah ile muhatap olduğumuzu unutmamaktır.

………Emmen yebdeül halka sümme yu’ıydühu ve men yerzükuküm minesSemai vel Ard* eilâhun meAllâh* kul hatu burhaneküm in küntüm sadikıyn. (Neml/64)

………Önce yaratıp sonra o yaratmayı tekrar edecek olan, size gökten ve yerden rızık veren. eilâhun meAllâh Yoksa onunla beraber ilahlar mı var, O’nunla beraber bir ilâh mı var. Yaratmayı önce yapıp sonra o yaratmayı tekrar eden. Hallâk isminin tecellisi ile onu devam ettiren, tekrar tekrar onu yaratan, her anda yaratan. Gökten ve yerden size rızık veren yoksa Allah gibi bir şeyi yaratıp böyle tekrar eden böyle bir ilâh mı var. Allah soruyor (Haşa)

………kul hatu burhaneküm in küntüm sadikıyn. Eğer sizin bu konuda bir tereddüdünüz varsa, bir şüpheniz varsa, böyle düşünüyor ve böyle düşünüyorsanız haydi bürhanınızı, delilinizi getirin, bu iddianızı ispatlayın, öyle laf olsun diye konuşmayın. Eğer bir şeyi söyleyecekseniz bunu ispatlamanız gerekir. Çünkü her söylediğinizin, her düşündüğünüzün hesabı vardır. Kıyamet günü Allah sizden bunun hesabını sorar. Allah’ın huzurunda ne cevap vereceğinizin hesabını şimdiden yap. Eğer bir delilin varsa onu getir, böyle konuş, böyle düşün.

………Elleziy leHU Mülküs Semavati vel Ardı velem yettehız veleden ve lem yekün leHU şeriykün fiyl mülki ve haleka külle şey’in fekadderahu takdiyr. (Furkan/2)

………O ki göklerin ve yerin mülkü onundur. velem yettehız veleden ve lem yekün leHU şeriykün fiyl mülk. O hiçbir şekilde Yahudilerin Hıristiyanların söylediği gibi evlat edinmemiştir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. O’nun mülkünde şeriki yoktur. ve haleka külle şey’in Ve her şeyi yaratan O’dur, Halk eden O’dur fekadderahu takdiyr Bununla beraber her şeyin adedini takdir etmiştir. Her şeye bir ölçü koymuş bir kader tayin etmiştir. İnsana ait olan kaderini de kendi iradesine teslim etmiştir.

………Allah’ın Hâlk ismini izah etmeye çalışırken Allah kaderini nasıl boynuna asmış, Hz. İnsan olmaya ya da hayvandan daha aşağı olmaya tercihini nasıl insan nasıl yapar hep beraber anlamaya çalışacağız inşallah.

………İnne fiy halkıs Semavati vel Ardı vahtilafil leyli ven nehari leâyâtin li ülil elbab. (A. İmran/190)

………Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında vahtilafil leyli ven nehari gece ile gündüzün ard arda, peş peşe gelişinde leâyâtin li ülil elbab bunlarda mutlaka akıl sahipleri için, aklını kullananlar için, gönül sahipleri için ülil elbab gönül sahipleri için mutlaka bunlarda ayetler vardır. Bunlar onlar için ayettir. Gökleri yeri, geceyi gündüzü, zamanı bir ayet gibi okurlar. Ama eğer gönül sahibi değilse, akıl sahibi değilse, aklını kullanmıyorsa ayetleri de göremezi, okuyamaz. Ayetleri görmek demek Allah’ın ayetlerini, orada Allah’ın isimlerini el Esmaü’l-Hüsna yı okuyamıyorsa bu durumda aklını kullanmamış demektir, gönül ile bakmamış demektir.

………Ya eyyühenNasu inna halaknâküm min zekerin ve ünsâ ve cealnaküm şüûben ve kabâile lite’arefu* inne ekremeküm ‘indAllâhi etkaküm* innAllâhe ‘Aliymun Habiyr.  (Hucurat/13)

………Ey insanlar inna halaknâküm sizi biz yarattık min zekerin ve ünsâ bir kadın ve bir erkekten sizi yarattık ve cealnaküm şüûben ve kabâile lite’arefu sizi kabilelere, şubelere ayırdık ki birbirinizle tanışasınız bir birinize arif olasınız diye. inne ekremeküm ‘indAllâhi etkaküm muhakkak ki Allah katında en Ekrem olanınız, en ikrama nail olmuş olanınız en takva sahibi olanınızdır. innAllâhe ‘Aliymun Habiyr Muhakkak ki Allah ‘Alîm dir, her şeyden haberdar olan Habirdir.

………Ve lekad hâlâknaküm sümme savvernaküm sümme kulna lil melaiketiscüdu liAdeme, fesecedu illâ ibliys* lem yekün mines sacidiyn; (A’raf/11)

………Gerçek şu ki sizi biz yarattık sümme savvernaküm sonra sizi tasvir verdik, sizi suretlendirdik şekil verdik sümme kulna lil melaiketiscüdu liAdem Sonra meleklere Adem’e secde edin fesecedu hepsi secde ettiler illâ ibliys iblis secde etmedi. lem yekün mines sacidiyn o secde edenlerden olmadı.

………Hazâ halkullâhi feeruniy ma zâ halekalleziyne min dûniHİ, belizzâlimune fiy dalalin mubiyn; (Lokman/11)

………İşte bu Allah’ın yaratmasıdır feeruniy ma zâ halekalleziyne min dûniHİ Allah; haydi bana gösterin dedi. O’ndan başka kim ne yaratmıştır. O’ndan başka bir şey yaratan var mıdır? belizzâlimune fiy dalalin mubiyn Allah bilakis zalimler apaçık bir delalettedir dedi. Allah’tan başka ilâh edinmek, ilâh olmak Hâlık’ın hakkıdır. Allah onun için bunu böyle beyan ediyor. Eğer birini ilâhmış gibi seveceksen, birini her şeyin önünde, üzerinde tutacaksan, biri senin için Allah’tan daha önce olacaksa sen onu ilâh edinmişsin demektir. O neyi yaratmıştır? Onun yarattığı bir şey var mıdır? O Allah gibi bir şey mi yaratmıştır.

………Ya eyyühen Nasüzküru nı’metAllâhi aleyküm* hel min halikın ğayrullahi yerzükuküm mines Semai vel Ard* lâ ilâhe illâ HU* feenna tü’fekûn. (Fatır/3)

………Ya eyyühen Nas Ey insanlar üzküru nı’metAllâhi aleyküm Allah’ın sizin üzerinizde ki nimetini hatırlayın, O’nu zikredin hel min halikın ğayrullahi Allah’tan başka bir yaratıcı mı var, Allah’tan başka bir Hâlık mı var. yerzükuküm mines Semai vel Ard O sizi gökten ve yerden rızıklandırıyor lâ ilâhe illâ HU O’ndan başka ilâh yoktur. feenna tü’fekûn nasıl da çevriliyorsunuz, nasıl dönüyorsunuz.

………Sümme halaknennutfete alekaten fehalaknel alekate mudğaten fehalaknel mudğate ‘ızamen fekesevnel ‘ızame lahmâ* sümme enşe’nahu halkan ahar* fetebarekâllahu ahsenül halikıyn; (Mü’minûn/14)

………Sümme halaknennutfete alekaten sonra sizi nutfeden yarattı. Bir damladan bir pıhtıya sizi dönüştürdü fehalaknel alekate mudğaten sonra bu pıhtıyı bir et parçasına dönüştürdü fehalaknel mudğate ‘ızamen sonra bu et parçasını kemiğe dönüştürdü fekesevnel ‘ızame lahmâ sonra bu kemiklere et giydirdi sümme enşe’nahu halkan ahar sonra onu bambaşka bir yaratılışla yarattı fetebarekâllahu ahsenül halikıyn Allah yaratanların en güzelidir.

………Başka yaratıcı mı var (haşa) Bir yoktan yaratmak vardır, bir de olanı tekrar etmek vardır Hallâk. Bir de olan bir şeyle bir şey yapmak vardır. Allah ona da Hâlk, yaratma diyor.

………Allah’ın Hallâk ismi birinde tecelli ettiğinde o işi nasıl yapar, nasıl yapması gerekir ayetlerin anlatımından sonra anlatacağız inşallah.

………Elem tera ennAllâhe halekas Semavati vel Arda Bil Hakk* in yeşe’ yüzhibküm ve ye’ti Bi halkın cediyd. (İbrahim/19)

………Elem tera ennAllâhe halekas Semavati vel Arda Bil Hakk Görmedin mi Allah yerleri ve gökleri hak ile, yani bir gayeye bir amaca uygun olarak yaratmıştır. in yeşe’ dilediği gibi in yeşe’ yüzhibküm eğer O dilerse sizi giderir, sizi yok eder ve ye’ti Bi halkın cediyd sizin yerinize yepyeni bir yaratılışla başkalarını getirir.

………Yani Allah’ın sizi yaratmış olması, size ikram etmiş olması Allah’ın size mecbur olduğunu göstermez. Allah dilerse sizden vazgeçer, sizi yok eder, sizin yerinize yepyeni bir yaratılışla başkalarını getirir.

………Bu durumda ne diyor; bana hiçbir şeyi şirk koşmayın sadece bana abd olun diyor. Yapmazsanız bunu böyle yaparım diyor. Hem sizi giderir yerinize yenilerini getirebilir, hem bütün insanları yok edip yerine yeni bir tür yaratırım dedi. Çünkü O Hallâk’tır.

………in yeşe’ yüzhibküm ve ye’ti Bi halkın cediyd eğer O dilerse sizi yok eder sizin yerinize yepyeni bir hâlk getirir dedi.

………İleyHİ merci’uküm cemiy’a* va’dAllâhi Hakka* inneHU yebdeül halka sümme yu’ıydühu li yecziyellezine amenû ve amilus salihati Bil kıst* velleziyne keferu lehüm şerabün min hamiymin ve azâbün eliymün Bima kânu yekfürun. (Yunûs/4)

………İleyHİ merci’uküm cemiy’a Hepinizin dönüşü O’nadır, hepinizin dönüşü Allah’a dır va’dAllâhi Hakka Allah’ın vaadi haktır, Allah her neyi söylemişse, her neyi vaad etmişse O’nun vaadi haktır. inneHU yebdeül halka sümme yu’ıydühu Allah ilk önce yaratır, sonra o yaratmayı tekrar eder. inneHU yebdeül halka ilk olarak yaratır sümme sonra yu’ıydühu o yaratmayı iade eder, tekrarlar. Tekrar tekrar yaratır.

………Neden bunu böyle yapıyor? li yecziyellezine amenû ve amilus salihati Bil kıst iman edip salih amel işleyenleri mükâfatlandırmak için adaletle muamele edenleri, haksızlık etmeyenleri, zulmetmiyenleri mükâfatlandırmak için. velleziyne keferu lehüm şerabün min hamiymin kafirleri de kaynar sudan onlara içirmek üzere ve azâbün eliymün elim bir azapla azaplandırmak için Bima kânu yekfürun küfrettiklerinden dolayı, inkâr ettiklerinden dolayı, nankörlük yaptıklarından dolayı.

………Ve men nu’ammirhu nünekkishü fiylhalk* efelâ ya’kılun. (Yasiyn/68)

………Ve men nu’ammirhu Kime ömür verirsek, kimin ömrünü uzatırsak nünekkishü fiylhalk onun yaratışını azaltırız, eksiltiriz. efelâ ya’kılun hala aklınızı kullanmayacak mısınız?

………Ne demek bu? Kimin ömrünü uzatırsak sonra onun yaratılışından eksiltiriz. Çocuk önce büyüyor, gençleşiyor sonra olgunlaşıyor sonra Allah onun yaratmasından eksiltiyor. Tekrar tekrar yaratırken bu sefer yaşlılığa doğru gidiyor, yavaş yavaş gücünü kaybediyor, yavaş yavaş aklını kaybediyor. Başka bir ayeti kerime de güçlü iken güçsüz olur, bilirken bilmez olur (Nahl/70) artık hafızası yavaş yavaş zayıflıyor. Allah bu durumda ne yapmıştır? Onun yaratmasından eksiltmiştir, eksilttiği için böyle olmuştur.

………efelâ ya’kılun siz aklınızı kullanmıyor musunuz, hala akıllanmayacak mısınız dedi. Yani acziyetini bil, rabbini tanı. Hallâk olan yaratıp yaratmayı tekrar eden rabbini tanı. Eğer Allah yaratıp öylece bırakmış olsaydı hiçbir değişikliğe uğramazdı. Allah büyütüyor, olgunlaştırıyor, kemale erdiriyor, sonra bu sefer inişe geçiriyor kime ömür vermişse ömrünü uzatmışsa bu sefer geri gidiyor, azaltıyor onu. Gücünü kaybediyor, iradesini yavaş yavaş kaybediyor, aklını kaybediyor, her şeyi yavaş yavaş eksiliyor yani.  Bu Hallâk olanın tecellisidir.

………Ve min âyâtiHİ halkus Semâvati vel Ardı ve ma besse fiyhima min dabbetin ve HUve alâ cem’ıhim izâ yeşau Kadiyr; (Şûra/29)

………Ve min âyâtiHİ halkus Semâvati vel Ard Göklerde ve yerde yarattığı her ne varsa hepsi O’nun ayetlerindendir. O’nun varlığının esmasının delillerindendir. ve ma besse fiyhima min dabbetin ve HUve alâ cem’ıhim izâ yeşau Kadiyr; O göklerde olsun yerde olsun oradan çıkardığı, dirilttiği, ürettiği hangi canlı olursa olsun hepsi O’nun ayetlerindendir. Ve O dilediği zaman onları bir araya toplamaya da kadirdir.

…………ela leHUl halku vel emr* tebarekâllahu Rabbül alemiyn. (A’raf/54)

…………ela leHUl halku vel emr Allah dikkat edin dedi, iyi bilin ki yaratma da O’na aittir, emir de O’na aittir. tebarekâllahu Rabbül alemiyn. Alemlerin rabbi olan Allah ne mübarektir.

………Kalu mâ entüm illâ beşerun mislüna ve mâ enzelerRahmânu min şey’in in entüm illâ tekzibun. (Yasiyn/15)

………Allah’ın resullerini, ayetlerini inkâr edenler, Allah’ın resullerine siz de bizim gibi bir beşersiniz, Rahman hiçbir şey indirmemiştir dediler. Onlara siz yalan söylüyorsunuz dediler.

………Allah her şeyi anlatmıştır, Allah’ın resulleri, nebileri Allah’ın ayetlerini okumuş her şeyi en ince ayrıntısına kadar beyan etmişlerdir, anlatmışlardır. Allah’ta hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır, ama Allah’ın ayetlerini kabul etmeyenler çeşitli şekillerde ayetleri, resulleri inkâr etmişlerdir. Bir kısmı Rahman hiçbir şey indirmemiştir dediler. Allah bize hiçbir şey anlatmamıştır dediler, biz kendi aklımızla yolumuzu bulacağız, hayatımızı aklımıza göre yaşayacağız dediler.

………Bunlar inkâr etti zaten. Bir kısmı biz Allah’ın resullerini kabul ediyoruz, Allah’ın göndermiş olduğu kitabını Kur’an ı kabul ediyoruz dediler ama sanki hiç inmemiş gibi ne okudular, ne dinlediler ne de anladılar, yokmuş gibi muamele ettiler. Öncekiler kâfir oldu, bunlar da münafık oldu yalnız. Ya da Allah’ın anlattığı gibi değil de işlerine geldiği gibi anlamaya çalıştılar, Kur’an a, Allah’ın ayetlerine uymak yerine Allah’ın ayetlerini kendilerine uydurmaya çalıştılar. Yani benim fikrim budur, bak bu ayette beni destekliyor dediğinde ayeti kendine uydurmuştur. Ama Allah böyle buyuruyor, benim de böyle yapmam lazım, böyle olmam lazım deyince iman etmiş olur.

………Allah kimseyi desteklemez (haşa) senin Allah’ın ayetlerine iman etmen lazım. Biz böyle yapıyoruz, işte bu ayet bizi destekliyor (haşa) Sen kimsin? Sen nesin ki Allah seni desteklesin. Senin Allah’a ve ayetlerine iman etmen lazım, kabul etmen lazım. Yani senin bir fikrin var Allah’ta seni destekliyor öyle mi? Bu durumda sen ne demiş oluyorsun. Eğer biri bu şekilde konuşuyor bu şekilde konuşuyorsa ne demiş olur? Ben ilâh’ım demiş olur, bak Allah beni destekliyor demiş olur. Ben söylüyorum doğrudur, Allah’ta bunu kabul etmiştir demiş oluyor, Allah bana iman etti demiş oluyor.

………Kul, kulluğunu bilmelidir Allah biraz önce sizi bir nutfeden yarattık, bir sudan yarattık, sonra onu ete dönüştürdük, kana dönüştürdük, pıhtıya dönüştürdük, ete dönüştürdük. O eti kemiğe dönüştürdük, o kemiğe et giydirdik, sonra bambaşka bir yaratılışla sizi yarattık dedi. Niye öyle söyledi? Haddini bil diyor, seni ben yaratmışım, bana karşı edepli ol diyor.

………Herkes kulluğunu kabul etmelidir, acziyetini kabul etmelidir, Allah’ın kendisini yarattığını kabul etmelidir. Bu durumda seni yaratan ne diyorsa senin O’ndan başka bir şeyi düşünmen bile Allah’a saygısızlıktır. Allah’ın vahyi karşısında fikir beyan etmen saygısızlıktır, edepsizlik olur.

………Allah ne dedi? Hepinizi bir kadınla bir erkekten yarattım dedi, sizi şubelere, kabilelere ayırdım, birbirinizi tanıyasınız diye, birbirinizi tanıyıp sevesiniz diye, birbirinizi bir ayet gibi okuyasınız diye, Allah’ın güzelliğini birbirinizde göresiniz diye, birbirinize cennet olasınız diye, birbirinizle ahireti ebedi hayatı kazanasınız diye. Birbirinizle muamele ederken Allah’ın isimleri üzerinize tecelli etsin diye. Yoksa böyle parça parça olup birbirinize düşman olasınız diye değil. Haydi, iman edenler, küfredenler ya da münafıklar bir yana, bunlar ayrıldı. Ama mü’minler bin parçaya bölünüyorsa, her biri lâ ilâhe İllaAllah, Muhammedün ResulAllah diyor ve her kafadan bir ses çıkıyorsa bu Kur’an a nasıl imandır? Hani kitabımız birdi hani rabbimiz birdi, hani peygamberimiz birdi. Kitabı bir olan, peygamberi bir olan, rabbi bir olan nasıl ayrı olur, nasıl farklı düşünüyor, nasıl birbirine düşmanlık yapabiliyor, nasıl birbirine taş atabiliyor, birbirinin dedikodusunu yapıp birbirine iftira atıp, birbirinin kuyusunu kazıyor. Nasıl olurda birbirini öldürüyor. Eğer bunu bilen varsa izah etsin.

………Ben söyleyeyim; bir olan Allah’a iman etmediğimiz içindir. Peygamberimiz önderimiz, rehberimiz, tabi olduğumuz peygamberimiz bir olmadığı içindir, kitabımız bir olmadığı içindir, aynı kitaba iman etmemişiz, kitabı kendimize uydurmuşuz. Allah’ın vahyi karşısında boyun bükmemişiz. Allahümme lebbeyk diyememişiz. Allah beni destekliyor demişiz.

………Aynı peygambere iman etmemişiz, Allah ona Rahmeten lil âlemin dedi, âlemlere rahmet dedi. Birisi eğer sadece kendisine rahmet olsa bir başkasına düşmanlık yapabilir mi? Sadece kendine rahmet olsa yani âlemlere değil. Kendimize rahmet olamamışsak, ailemize rahmet olamamışsak, yakınlarımıza arkadaşımıza, kardeşimize rahmet olamamışsak nasıl rahmeten lil âlemine tabi olmuşuz? Bu nasıl tabiiyettir. Eğer “sen azim bir ahlak üzeresin” dediyse Resûlallah efendimize, Azim ahlak Allah’ın esmasıdır en kâmil manada rahim olmaktır, en kâmil manada Kerim olmaktır, en kâmil manada Afûv olmaktır, en kâmil manada Vedûd olmaktır, sevmektir.

………Eğer sevemiyorsan, rahmet olamıyorsan, ikram edemiyorsan, kardeşlerinden birinin hatası olduğunda onu affedemiyorsan sen peygambere nasıl tabi olmuşsun. Peygambere tabi olmayınca ne olur? Allah ne buyuruyordu ayeti kerimede;

………De ki Allah’ı seviyorsanız, yani Allah’a iman ettiğinizi iddia ediyorsanız bana tabi olun ki Allah’ta sizi sevsin, sizin günahlarınızı mağfiret etsin” (A. İmran/31)

………Sen tabi olmadınsa imanın yok demektir, sen imanın hayalini kuruyorsun, sen cennetin hayalini kuruyorsun. Sevmezsen, rahmet etmezsen, ikram etmezsen, yardım etmezsen sen cenneti nasıl umuyorsun, iman ettiğini nasıl iddia edebiliyorsun. Bir olmakta, beraber olmakta, kardeş olmakta rahmet vardır, ayrılıkta da azap vardır gazap vardır.

………Allah bizi bir ve beraber görmek istiyor. Allah yolunda kale gibi saf bağlayanları sever Allah. Eğer Allah Hallâk ismi ile tecelli edip her şeyi her anda yaratıyorsa, yaratmayı tekrar ediyorsa. Allah önce yaratır sonra yarattığını tekrar eder. Bu durumda kula düşen nedir? Allah’ın Hallâk ismi nasıl onda tecelli etmelidir? O Allah’ın Hallâk ismine nasıl iman etmelidir. Allah neden yaratmayı tekrar ediyor.

………Allah; Yerde gökte ne varsa hepsini insanın hizmetine verdim buyurdu bize düşen kendimize bakmaktır. Yani önce insana bakmaktır. İnsan doğuyor, büyüyor, yaşlanıyor sonra hesap vermek üzere Allah’ın huzuruna gidiyor. Allah her anda onu yaratıyor. Bu durumda kula düşen nedir? Her anda büyümeye, değişmeye çalışmaktır, her anda büyümektir. Nasıl zahiri olarak büyüyorsa bir de onun manevi olarak büyümesi vardır önce bunu kabul etmesi gerektir. Eğer biri eğer “ben kendime yeterim, ben böyle kendimden razıyım” dediyse o Allah’ın Hallâk ismine iman etmemiş demektir. Eğer imanı 100 parçaya ayıracak olsak Allah’ın 99 ismi bir de Allah ismi ile beraber 100 isim yapar. O zaman 100 parçadan bir parçası gitti. 10 isme iman etmediyse 100 parçadan 10 tanesi gitti demektir. Yani imanımızın 1/10 unu kaybettik demektir. Hem de bu imanın tam iman olması gerekiyor, Allah’ın isimlerine tam iman etmemiz gerekiyor. Yoksa Allah’a iman etmiş olmuyoruz. Allah’a iman demek Allah’ın isimlerine el Esmaü’l-Hüsna sına iman demektir çünkü.

………Allah yaratıyor ki Kulum kendisini değiştirsin diye. Her an bir şe’n dedir, her an seni yeniden yaratıyor. Yani her an yeniden doğuyoruz, yeniden doğuyor, ölüyor yeniden doğuyoruz demektir bu. Ama her sonraki doğuş bir öncekinin devamıdır. Önce kazandıklarımızı ikinci doğuşta Allah onu ikram ediyor. O ikinci doğumda senin bir daha kazanman gerekiyor büyümen için. Neyi kazanman gerekiyor? Rabbini, rabbinin güzelliğini. Çünkü insanda başka bir şey yok.

………Birini anlatırsak ne deriz? Ya Kerîm biri deriz, sabırlı biri deriz, cömert biri deriz, merhametli biri deriz onu öyle anlatırız. Ya da zalim biri deriz, cimri biri deriz sıfatlarını anlatırız. Bir insanı anlatırken onun sıfatlarını anlatıyoruz, onun esmasını anlatıyoruz. Daha doğrusu Allah’ın onda tecelli eden esmasını anlatıyoruz. Ya da o esmalardan mahrum kaldığı için karanlıkta kalmış onun tersini anlatıyoruz.

………Zalim olmak cahil olmak, cimri olmak Allah’ın isimlerinin tecelli etmemesi demektir, onun karanlıkta kalmış olması demektir. O zaman insan Allah’ın esmasından, isimlerinden ibarettir.

………Kıyamet günü hesaba çekilirken de hesaba böyle çekiliyoruz el Esmaü’l-Hüsna ile hesaba çekiliyoruz. Günahlar bir tarafa sevaplar bir tarafa koyulur tartılır derken aslında ne söylemde oluyoruz, Allah’ın isimlerini söylemiş oluyoruz. Sadece yaptıklarımızdan değil, bir de yapmadıklarımızdan da hesaba çekiliyoruz. Kısaca bir örnek vereyim; Hesap nasıl olur? Allah kuluna bir ömür tayin etmiş, hayatı boyunca kazanması gereken Allah’ın isimlerini o hayatında Allah ona imkân tanıyarak haydi kazan der. Hallâk ismi ile tecelli ediyor o imkânı ona tanıyor.

………Diyelim ki 100 sefer rahmet etmesi gerekti Allah’ın Rahîm isminin onda tecelli etmesi gerekti. Sadece rahmet ettim acıdım değil, gerekeni yaptın mı. Gerekeni yaptıysan bu durumda Allah’ın Rahîm isminin hakkını verdi. Her hakkı verdiğinde Allah Rahîm ismi ile bir daha ona tecelli ediyor, yaptığı kadarıyla tabii, kazanıyor yani. Diyelim ki 50 sefer hakkını yerine getirdi, ya da 51 sefer gerekeni yaptı, 49 sefer gerekeni yapmadı, merhamet etmedi yani. Bu durumda o ismi ile mizandan geçmiş oldu. 51 sefer yapmış çünkü yarıdan bir fazla olması gerektir. Ama 49 sefer yapar 51 sefer yapmazsa tabir caizse o isimden sınıfta kaldı demektir, terazide hafif geldi demektir, mizanda hafif geldi.

………Hesap Allah’ın 99 esmasıyla yapılır, amelleri ona göredir çünkü. Belki kul hesabının farkında bile değildir. Allah ona 100 sefer merhamet etme imkânı tanımıştır, 100 sefer ikram etme imkânı tanımıştır, 100 sefer affetme imkânı tanımıştır. -Bunu yuvarlak hesap olsun diye söylüyorum.- o da gereğini yapmamışsa kaybetti. O istediği kadar ben kimseye zulmetmedim, namazımı kıldım, orucumu tuttum desin. Yaratıcının gayesi bu değil ki, hesap bu değil. Yaptığın bütün ibadetler senin imanını kemale erdirsin diyedir, seni Hz. İnsan yapsın diyedir. Allah’ın güzel isimlerinin senin üzerinde tecelli etmesi içindir. Hesap böyle görülüyor, Allah’ın el Esmaü’l-Hüsnasıyla hesaba çekiliyoruz.

………Eğer biri Allah’ın Hallâk ismine iman etmişse büyümeyiş kabul eder, değişmeyi kabul eder. Tevbe ettiğinde değişmeyi kabul etmiştir. İstiğfar ettiğinde değişmeyi kabul etmiştir. Gönlünü Allah’a döndürüp ya rabbi ben senin rızanı istiyorum dediğinde değişmeyi kabul etmiştir. Allah’ta muameleyi anında yapar.

………Bir önceki isimde Allah’ın Rakîb ismini anlamaya çalışmıştık. Allah kulunu kontrolü altında tutar ve her anda ona muamelede bulunur. Hallâk ismi ile de her anda muamelede bulunur. Yani kulu ben böyle istiyorum dediğinde Allah hemen gerekeni yapar.

………Eğer biri Allah’ın Hallâk ismine iman ederse asla umutsuz olmaz. Niye? Çünkü biliyor ki Allah her anda bir şe’en dedir, her anda bir yaratmadadır. Şimdi böyledir, biraz sonra başka türlü olur. Yarın başka türlü yapar. Eğer biri umutsuzluğa düşerse o Allah’ın Hallâk ismine iman etmemiştir, Rakîb ismine iman etmemiştir, Bedî’ ismine iman etmemiştir. O’nun Kerîm ismine iman etmemiştir. Allah’ın Fa’al ismine iman etmemiş demektir. Eğer Allah’a iman varsa umutsuzluk yoktur, umutsuzluk iblisin halidir, umutsuzluk insanı iblis yapar. İblis Allah’ın rahmetinden umudunu kestiği için ona iblis denmiştir. Allah’ın rahmetinden umudunu kesen manasında. Mü’min iblis olmaz eğer iblis olursa yani umutsuz olursa o mü’min değildir, o iman etmemiştir.

………Bununla beraber birisi, ben iman etmişim der sonra imanı değil de kötü tercih eder. Ben geçmişte şu kadar iman etmiştim ya rabbi, beni mü’min olarak kabul et diyebilir mi? Dün Mü’mindin bugün münafık olmuşsun, kâfir olmuşsun. Dün rabbim Allah’tır diyordun bugün rabbim nefsimdir diyorsun, bugün ben ilâhım diyorsun. Dün rabbine boynunu büküyordun, bugün rabbine kafa tutuyorsun. Allah’ın gazabından, azabından ancak Allah’ın Hallâk olduğuna iman etmeyenler içinde bulunduğu durumun değişmeyeceğini zanneder, böyle bir zanna kapılır, içinde bulunduğu anın kölesi olur, onun esiri olur. Mü’min an a esir olmaz, içinde bulunduğu zamana duruma esir olmaz, köle olmaz. Mü’min an ın hükümranıdır, hükmedenidir. Zamana boğulmaz, içinde bulunduğu ana boğulmaz o mü’mindir. O dünyaya ahiretten bakar, kıyametinden bakar, o arştan bakar. Allah’ın Hallâk isminin tecelli edip her anda onu değiştirdiğini görür ve anlar, aklını kullanır, gönlünü kullanır. Onun için mü’min anın, zamanın çocuğu değil babasıdır.

………Allah ayeti kerimede; “Eğer duanız olmasaydı, isteğiniz, tercihiniz olmasaydı rabbiniz size neden kıymet versin, neden değer versin” (Furkan/77) dedi.

………Dua ne demek? İçinde bulunduğu anın, halın değişimini istemek demektir. Ben bunun böyle değil de böyle olmasını istiyorum demektir dua. Bu şöyle olsun istiyorum demektir, iradesini kullanmaktır. Eğer o değişmeyecekse, Hallâk olan onu yeniden yaratmayacaksa nasıl dua edebilir? Biri umudunu kaybetmişse duayı da kaybetmiştir. Dua ediyorsa bu durumda Allah’ın Hallâk ismine öyle iman etmiş ki Allah onu değiştirir demektir bu. O an değiştirir, bir sonraki an değiştirir, o da Hallâk’ın bileceği iştir. Ama o nasıl yaratırsa yaratsın mutlaka O Rahîmdir, O Kerîm dir. O Afûv dür, O Vedûd dur, O güvenilmeye, tevekkül edilmeye layık olandır. Mü’min rabbine güvenir duasını da yapar.

………Eğer duasını yapıyorsa, kendisi için dua ediyorsa bu durumda ne demiştir? Ben değişmek istiyorum ya rabbi. Kendimi kirlettim temizlenmek istiyorum beni mağfiret et dediğinde, sen Ğafûr sun ya rabbi, ben senin mağfiretini istiyorum, beni temizle demiş olur. Allah onu her an yaratıyor ya bu kelimeyi kullandığında, hatta böyle bir istiğfarı kendi gönlünde yaptığında Allah onu bir daha yaratırken tertemiz yaratır. Hiç günah işlememiş gibi yaratır. Onun her zerresine sinmiş olan o günahının kiri bir daha ki yaratışla Allah onu tamamen değiştirmiştir eskisinden eser yok.

………Eğer insan kıymetini değerini duasından alıyorsa bu durumda Allah’ın Hallâk ismine iman etmeden bir gün dua etmesi de mümkün değildir. Eğer biri rabbim benim için neyi tercih etmişse ben de onu tercih ediyorum diyebilecek seviyeye gelmişse bu müstesna idi. Ama bununla beraber yeri geldikçe duasını yapar, kendisi için duasını yapar. Varabileceği en son noktaya varmak için. Allah’a ne kadar dost olabiliyorsa o kadar dost olabilmek için.

………Eğer dünyaya sadece buradan bakacak olsak, dünyanın içinde kaybolursun. Allah kuluna gönül vermiştir, istediğinde başka bir yere çıkıp oradan bakabilir. Mesela bir de dünyaya kıyamet yerinden bakalım. Dünya hayatımız bitti, kıyamet yerine gittik orada hesabımızı görüyoruz, kitabımız elimize verilmiş. Bir de oradan dünyaya bakalım.

………Ayeti kerime de Allah; “Kaybedenler diyecekler ki ya rabbi bizi dünyaya gönder, bu sefer ayetlerine iman edeceğiz, yolunda infak edeceğiz.” (Fatır/37) diyecekler.

………Biz infak deyince sadece para olarak anlamıyoruz tabii. Allah yolunda verdiğin her şey infaktır, bir tebessüm de infaktır, sadakadır. Allah için yaptığın her şey. Ne derler? Ayetlerine iman edeceğiz, bir de yolunda infak edeceğiz. Her şeyimizi, hayatımızı senin yoluna infak edeceğiz demektir bu. Ama iş işten geçmiştir. Eğer arada bir kıyamet yerinden bakarsak burada ne yapacağımızı anlarız.

………Allah için bir şey yaptığımızda o bize sıkıntı vermez. Tam tersine bizim gönlümüzü huzura erdiren o olur. Allah ile huzur buluruz, Allah için güzel şeyler yaptığımızda huzuru buluruz. O zaman bizim için dünya sadece zahiri bir hayat olarak kalmaz, ebedi hayatın da tarlası olur. Allah’ın rızasını kazanma imkânı olur. Onun için bazıları mesela ne diyor? İşte, dünyayı sevmiyoruz, dünyadan gitmek istiyoruz. Yanlış. Bu bakış, bakış değildir, bu mü’mince bir bakış değildir. Eğer sıkıldım gitmek istiyorum diyorsa bu durumda ne demiştir? Allah’a, senin yaptığını beğenmiyorum, imtihanı kabul etmiyorum, senin beni tabi tuttuğun ve tutacağın imtihanları kabul etmiyorum demektir bu. Seni Rab olarak kabul etmiyorum demektir. Eğer yok ben sıkıldım rabbime kavuşmak istiyorum, onun için ölmek istiyorum..!

………Ya sen bu işi anlamamışsın, ya da şeytanın tuzağına düşüyorsun, ya da sen kendine hile yapıyorsun. Sen kendi kendine yalan söylüyor kendini kandırıyorsun.

………Nasıl? Burada senin Allah’ın rızasını kazanma imtihanın vardır, Allah’a yakın olma imkânı vardır. Tekrar tekrar kazanma imkânı vardır, Allah için bir şey yapma imkânın vardır. Ahirette böyle bir imkânın yoktur. Sen burada Allah için bir şey yapabilirsin. Ya rabbi senin için böyle yaptım diyebilirsin, yaparsın. Senin için, seni sevdiğim için bu sıkıntıya katlanırım diyebilirsin.

………Bu neyi gerektirir? İmanı gerektirir, Allah’ı sevmeyi gerektirir. Eğer biri “yok ben sana kavuşmak istiyorum, gelmek istiyorum.” Diyorsa; yok sen Allah’ı sevmiyorsun. Senin sevgini Allah kabul etmez. Sevgi fedakârlık ister, sevgi ispat ister. İman ispat ister çünkü.

………Hiçbir peygamber öyle söylemiş midir? Söylememiştir. Bakalım peygamberlere, Allah’ın Hallâk ismi onların üzerinde nasıl tecelli etmiştir. Mesela Hz. İbrahim ateşe atıldığında hiçbir tereddüt geçirdi mi? Geçirmedi. Niye geçirmedi? Allah’ın Hallâk ismine iman etmiş, o biliyor. Allah dilemezse yanmaz. O biliyor ki Allah her anda bir şe’n dedir, her anda bir yaratmadadır, her an onu değiştirir, değiştirebilir. Eğer değiştirmezse o Rahman ve Rahîm dir, O Vedûd dur, O Kerîm dir. Kendisi için O güzeldir. Ama değiştirmesini de umut ediyor mu? Elbette ediyor nasıl umut etmez. O mutlaka gerekeni yapar.

………Cebrail AS. Gelip “eğer istersen ben sana yardım edeyim” dedi. Ne dedi? Benim yardıma ihtiyacım yoktur dedi, Allah beni görüyor mu? Görüyor. Biliyor mu? Biliyor. O halde O’nun bilmesi benim duamdır dedi. Ne yapması gerektiğini söylemeyeceğim, söylemiyorum. O’nun beni bilmesi benim duamdır dedi. Dolayısıyla ne istediğimi de biliyor, gönlümü de biliyor. Ben duamı yapmışım yani. Ama O’nun takdirine de ne yapıyorum? Razı oluyor, boynumu büküyorum. O Güzel yapar.

………Eğer Allah’ın Hallâk ismine iman etmeseydi sadece o ana bakıp sanki o an hiç değişmeyecek gibi anlamış olsaydı sabredemezdi, itiraz ederdi, isyan ederdi değişmeyecek çünkü. Onun için Allah’ın isimlerine, her bir ismine iman etmek imanın şartıdır. Allah’a iman böyledir yani.

………Aynı şekilde Yusuf AS. Kuyuya atıldığında ya da zindana atıldığında sabretti. Niye? Biliyor, Allah bugün böyle tecelli etmiş yarın başka türlü tecelli eder, Mısır’a onu sultan eder. Etti mi? Etti. Âdeti öyledir yani.

………Aynı şekilde tüm peygamberler için böyledir. Hz. Musa denizin önüne geldiğinde “başka yol yok”. Kavim ne dedi? Biz yakalandık” ayeti kerime de Allah öyle buyurdu. Firavun geldi bize yetişiyor, önümüzde deniz, yakalandık. Hepimizi işkence ile öldürecek. Ama Hz. Musa ne dedi? Hiç öyle bir fikre, düşünceye kapıldı mı? Rabbinize güvenin dedi. O mutlaka bize bir çıkış yolu gösterir dedi. Mutlaka yeni bir Hâlkle bir şey yaratır dedi bize. O da merak ediyor ne yapacağını. Bilmiyor çünkü. Allah ne buyurdu? Asanı vur dedin yarılsın, siz geçin, firavun da boğulsun. He an bir şe’n de, her an bir hükümdedir, hüküm verir. Emir de O’nun hüküm de O’nundur dedi. Yapma da O’na aittir, emir de O’na aittir dedi.

………Aynı şey ResulAllah efendimiz için de geçerliydi. En zor anda, en şiddetli anda ne demiştir? İşi Allah’a havale etmiştir. Mutlaka senin bu yaptığın güzeldir demiştir. Ben asla sana itiraz etmem, aldırmam demiştir. Benim tek bir endişem vardır, senin bana küsmendir, darılmandır, bana gazab etmendir. Sen bana küsmemişsen, darılmamışsan, gazab etmemişsen ben nasıl bir işkence görürsem göreyim, kim nasıl beni taşlarsa taşlasın ben buna aldırış etmem dedi. Bu önemli değil benim için dedi. Benim için önemli olan senin bana küsmemendir, darılmamandır, bana gazab etmemendir dedi.

………O biliyordu ki bugün taşlanıyor, yarın Allah ona Medine’yi ikram ediyor, dünyanın dört bir tarafına hükmetmeyi ikram ediyor. Ama aslında ikisine de bakmamışlardır. Hiçbir peygamber dünyada ki ne nimete, ne de sıkıntıya bakmamıştır.

………Aynı şekilde mesela Eyüb AS. Hastalandığında ne söyledi? Ne zaman ki hastalık diline geldi Allah’!ınkine zorlandı, ondan sonra konuştu. Konuşunca da bunu sen yaptın bile demedi. Ne dedi?  Ya rabbi şeytandan bana bir sıkıntı dokundu dedi. Niye öyle söyledi? İblis karşısına geliyor, “Bak iste sen Allah dostusun sözde, sen Allah’ın Nebisisin, resulüsün, sen Allah’ın sevdiği bir kusun, bak sana ne yapmış. Hem malını kaybettin, hem ev halkını kaybettin, evlatlarını kaybettin, hem kendi memleketinde ki şerefini kaybettin. –Hz. Eyyüb AS. Hem zengin hem itibarlı biriydi – bununla beraber bir de sıhhatini kaybettin. Hiç kimse artık sana selam vermiyor, yanına bile yaklaşmıyor biz de hastalık kaparız diye. Sen böyle mi Allah dostusun, dost dosta böyle mi yapar” deyince incindi. Şeytanın sözünden incindi yani. Saygısızlığından incindi. Şeytandan bana bir sıkıntı dokundu derken bunu söyledi aslında. Yani böyle gevezelik yapıyor ondan sıkıldım dedi.

………Allah’a o ana kadar şifa ver bile dememiş, sen biliyorsun demiş. Böyle halini arz edince şifayı istedi, yine de öyle bir şey söylemedi, ben bundan sıkıldım dedi. Allah’ta ne dedi? Ayağını taşa vur, hem içilecek, hem yıkanacak bir su dedi. Yani bunu hem iç, hem onunla yıkan. Allah yeni bir şey yarattı bu sefer. Allah onun hem mülkünün hem evlatlarının bir mislini daha ikram etti. Kimse bunu Allah’ın nasıl ikram ettiğini bilmiyor. Allah evlatlarını geri veriyor, hepsini yeniden diriltip mi verdi, iki mislini verdi dedi. Bir o kadarını daha verdi. Neye karşılık? Allah’a güvenine karşılık, sabrına karşılık, Allah’a imanına karşılıktır bu.

………Peygamberler nasıl umudunu kaybetmemişse, umutsuz olmamışsa, zaten böyle bir şey onlara yakışmaz, mü’mine düşen onlar gibi olmaktır, onlar gibi olmaya çalışmaktır, onları kendisine örnek almaktır. Çünkü ResulAllah efendimiz AS. Buyurdu ki: “Kıyamet günü Allah kullarını hesaba çekerken onlara peygamberleri örnek gösterir” Hatta saydı bu arada buyurdu ki biri destek ya rabbi ben fakirdim bulduğumu yapamadım dese ona Hz. İsa AS.  Gösterir. Onun üzerinde bir tek gömleği vardı başka bir şeyi yoktu. Biri dese ki ben hastaydım bulduğumu yapamadım. Ona Eyyüb AS. I gösterir, sen Eyyüb kulum kadar mı hastaydın der. O da bir kul, sen de bir kul, onun yaptığını sen de yapabilirdin der. Dolayısıyla onun kazandığını sen de kazanabilirdin. Sen ondan daha hasta mıydın? Yok. Ama o kulluğunu yaptı.

………Biri dese ki ben zengindim ya da makam sahibiydim. Makamım zenginliğim, servetim beni kulluğumdan alıkoydu dese ona Süleyman AS. I örnek gösterir, Davud AS. I gösterir. Sen Süleyman kulum kadar zengin miydin, onun kadar saltanatın var mıydı? Ama o kulluğunu yaptı, sen de yapabilirdin. Bütün peygamberleri böyle örnek gösteriyor. Yani kimsenin mazereti olmaz. Bizim için örnek Allah’ın Resulleridir, nebileridir, ResulAllah efendimizdir. Onlara tabi olanlardır. Bize düşen gönlümüzü gözümüzü Allah’tan, Allah’ın rızasından, ebedi hayattan ayırmamaktır.  Allah’ın kıyamet günü önümüze koyacağı kitabımızdan ayırmamaktır. Acaba kitabımıza neyi yazdırıyoruz. Ne yaparsak yapalım mutlaka o kitaba bakmamız gerekir. Benim bu yapacağım, ya da benim bu konuşacağım, ya da benim bu düşündüğüm şey bu kitaba yazılıyor.

………ResulAllah efendimiz buyuruyordu; “İki günü müsavi olan ziyandadır.” İki günü aynı olan, eşit olan ziyandadır. Ne demek bu; Yani bir sonraki gün bir önceki günden mutlaka daha güzel olmalıdır, daha güzel değilse ziyandadır. Yani bir sonraki yaratılışı, Allah’ın onu yaratması bir öncekinden daha güzel değilse, daha iyi değilse bu durumda o ziyandadır. Çünkü kul Allah’a dönükken mutlaka kazanır ve mutlaka yarın bu günden daha iyidir, bugün dünden daha iyidir. Her birimiz için de bu böyledir. Çünkü bugün biraz daha Allah demişiz, biraz daha rabbimizi istemişiz, biraz daha rabbimize yürümeye, rızasını kazanmaya çalışmışız. Onun için bu günümüz dünden daha iyidir. Dün de öbür günden daha iyiydi. Allah mü’min böyledir dedi. Çünkü rabbini seviyor, mutlaka bu günü dününden, yarını da bu günden daha iyidir, daha güzeldir. Bu istisnasız her bir mü’min için böyledir. Bu günün dünden daha iyi olabilmesi için mutlaka biraz daha Allah’a yaklaşmış olmak gerekiyor, O’nun nurundan biraz daha almış olmak gerekiyor, O’nun isimleriyle biraz daha isimlenmiş olmak gerekiyor. O’nun güzelliği ile biraz daha güzelleşmiş olmak gerekiyor.

………Aynı zamanda tasavvufta buna seyr-i sülük denir. Yolculuk, Allah’a yolculuk denir. Allah’ın güzelliğini, kazanmaya yolculuk, vuslata yolculuk. Bu isimler tecelli ettikçe o Allah’a yaklaşır, yakîn olur. ResulAllah’a yaklaşır, ResulAllah’ın güzelliği, ahlakı onda tecelli ettiği oranda ona yakındır, o olmuştur, onun ümmeti olmuştur, onun varisi olmuştur, onun mü’mini olmuştur, ona tabi olmuştur.

………Ayeti kerime de “Sebbeha Lillâhi ma fiysSemavati ve ma fiyl’Ard..” (Haşr/1) buyurur.

………Gökte, yerde, ikisinin arasında her ne varsa hepsi rabbini tesbih eder. Tesbih; sebehe takdir demektir, yerde gökte ne varsa hepsi rabbinin kendisine koyduğu takdirle hareket eder demektir. Allah’ın emrettiği gibi Allah’ın emrine itaat eder. Bir zahiri tesbih vardır O her şeyin irade sahibidir ve bir de manevi olarak rabbini tesbih eder. Tesbih noksan sıfatlardan münezzeh demektir. En güzel isimler O’nundur, bütün kemâl sıfatlarıyla Allah vasıflanmıştır, muttasıftır, her türlü noksanlıktan da berîdir. Onun için bütün varlık vazifesini en güzel şekilde yapar, teşbihini en güzel şekilde yapar. Allah ona nasıl emretmişse, nasıl öğretmişse, hükmetmişse öyle yapar.

………Bütün varlık dönüyor, atomun içinde ki çekirdeğin etrafında dönüyor, onun da kendi içinde atomları vardır o atomlar da sıfıra geldiğinde hepsi bir hareketten sonra bir ışıktan, bir tecelliden meydana geliyor. En büyük şeyde dönüyor, galaksi de dönüyor, evrenin kendisi dönüyor.

………Kâinatın bir sınırı vardır. Allah ayeti kerime de buyuruyor;

………“Kâinatı biz yarattık, onu biz genişletiyoruz.” (Zaiyat/47)

………Kâinat genişlemeye devam ediyor, her şey mutlaka bir şeyin etrafında dönüyor, dönmeyen hiçbir şey yoktur. Ay dünyanın etrafında dönüyor, dünya güneşin etrafında dönüyor, güneş ise kendi sisteminin içinde bir şeyin etrafında dönüyor. Bu galaksi evrenin etrafında dönüyor. Her şey mutlaka bir şeyin etrafında dönüyor. Dönmeyen, yani tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.

………Bir de insanın teşbihi vardır, insan neyin etrafında dönüyor? İnsan kendi etrafında dönüyor. Ne yana dönersen dön rabbinin başı oradadır dedi. Kendi etrafında dönerse doğru yapar. Eğer başka bir şeyin etrafında dönerse yanlış yapar. Nasıl? Kendi etrafında dönerse kendini bulur, kendini anlar, kendini tanır. Bunun içinde mutlaka kendine bakmalıdır, tefekkür etmelidir yani. Kendisini anlamak için kendi etrafında dönmelidir, kendi gönlünde dönmelidir.

………Mesela hepimiz kıbleye dönmüş secde ediyoruz. Biz Kâbe’ye mi secde ediyoruz? Haşa..! Kâbeye TARAF dönüp secde ediyoruz. Herkes kendi gönlünde tecelli eden rabbine secde eder. Biz de kendi gönlümüzde ki rabbimize secde ediyoruz öyle değil mi? Birinin tanıdığı bildiği rabbi, kendi imanı kadardır, marifeti bilgisi kadardır, ötekinin ki daha farklıdır. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” (Zümer/9) Dedi Allah. Birinin bildiğini öteki bilmiyor. Bu durumda ikisinin secde ettiği Allah aynı mıdır (Haşa..!) Her biri kendi marifeti kadar, ne kadar biliyorsa secde ettiği rabbi o olur. Allah’ın isimleriyle ne kadar tanımışsa ona göre secdesi vardır, ona secde ediyor çünkü. Ama secde ettiği kendi gönlündeki tecelli eden rabbidir. Onun için o ne yana dönerse dönsün rabbi oradadır. Allah’ın kendisine nefhettiği kendini bulunca onunla rabbini bulur, müşahede eder.

………İnsanı yaratan Allah’tı, Allah safhaları anlatmıştı –burası çok önemli yalnız-  Mesela Yahudiler, Hristiyanlar bunu yanlış anlamışlardır onun için bakışları da yanlış olmuştur, insana bakışları yanlış olmuştur. İnsan bir bedenden bir Can dan, bir de ruh tan meydana gelmiştir. Sadece beden ve ruh değildir. Bir de onda can denen zahiri olarak onu diri tutan canı vardır. Ona da ruh demişler, o insanı diri tutan ruha da ruh-i hayvani demişler. Çünkü bu ruh hayvanda da var. O ruhun özelliği buhardır o. Gıdalardan meydana gelmiş olan buhardır. Ona can ismi de denir. Bir hayvanın ruhu çıktı denmez, canı çıktı denir. İnsan da bir bu hayvani ruh vardır, bu can vardır, bir de sultani ruh denen Allah’ın nefh ettiği ruh vardır.

………Allah eğer o sultani olan ruhu nefhetmeseydi insan ne olurdu? İnsan beşer olurdu. Ayette de öyle buyuruyor zaten. İnsanın zahiri yaratılışını anlatırken beşer dedi. Yani Hz. Adem yaratılırken önce bedeni oluştu pişmiş çamurdan yarattı, süzme çamurdan yarattı, 7 tane ayet var bu konuda. Bununla beraber o dirildi yalnız. Can onda meydana geldi. Diri bir varlık ama Allah ruhu nefhetmemiş, ama diri. Kendine göre hayvanda akıl var mıdır? Elbette ki vardır. Biz sadece bakıyoruz onların seviyesinde olmadığımız için anlayamıyoruz. Kim söylüyor? Onları yaratan söylüyor, Allah söylüyor.

………Mesela; Hz. Süleyman’ı anlatırken karıncaların bulunduğu vadiden Hz. Süleyman geçerken dişi bir karınca, yani karınca kraliçesi dedi ki; -Hayvanlarda genelde reis kadındır, kraliçedir yani.-

………“Yuvanıza girin Süleyman ordusu ile beraber geliyor, farkında olmadan sizi ezebilir.” (Neml/18) dedi.

………Hz. Süleyman bütün hayvanların, kuşların dilini bildiği için ayeti kerime de buyuruyor ki Hz. Süleyman karıncanın bu sözüne güldü. Niye güldü? Süleyman farkında olmadan diyor. Yani bilerek bir peygamber, bir mü’min karıncayı ezmez manasındadır. Eğer ezerse farkında olmadığı içindir. Eğer karıncanın aklı yoksa nereden onun Süleyman olduğunu biliyor? Nereden onun kendisini ezmeyeceğini, onu dost olduğunu nereden biliyor? Demek ki aklı var. Aklı olmasa, imanı olmasa bu mümkün mü? Onun için Allah;

………“Yerde yürüyen canlılar, havada uçan kuşlar, her biri sizin gibi bir cemaattir” (En’am/38)

………Dedi, her biri sizin gibi bir ümmettir dedi. Mesela Hud hud kuşunu Allah anlatırken ne buyurdu? Süleyman’a ne demişti;

………Ben bir yere gittim onlar güneşe tapıyorlardı, şeytanın onlara yaptıklarını süslü göstermişti, güzel göstermiş Onun için onlar Rahman olan Allah’a iman etmemişlerdi. “(Neml/24)

………Kuş olduğu halde nasıl anlatıyor ama. Onun için biz öyle varlığı biliyoruz ki kuşları biliyoruz, hayvanları biliyoruz demeyelim. Hepsinin iradesi vardır, hepsinin imanı vardır, hepsinin hamd ile tesbihi vardır. Her şey Allah’ın kuludur, abd’ıdır. Ama insan gibi değil. Allah onların hepsini insanın hizmetine vermiştir. Allah’ta o sultan, kendinden nefh ettiği ruhu nefhetmeden önce insan beşerdi, onlar gibiydi yani.

………Sonra Allah meleklere ne dedi? Ben ona ruhumdan nefh ettim de hepiniz onun için secdeye kapanın dedi. Niye bunu anlattım? İnsanda bir can vardır, bir de Allah’ın nefhettiği ruh vardır. Allah bu ruhu niye nefhetti? Hz. İnsan olsun diye. Kendi iradesi ile rabbini tercih edip dost olsun diye. Kendi, iradesi ile kendisine halife olsun diye, kendisini temsil etsin diye.

………Diğer varlıklarda Allah’a isyan etme kabiliyeti yoktur, böyle bir şeyi tercih etme kabiliyeti yoktur, yani kâfir olma kabiliyeti yoktur. Bu kabiliyette bir insanlar vardır bir de cinler vardır. Bununla beraber cinlerde Allah’ın nefh ettiği ruh yoktur. Çünkü secdeye onlar da dâhildi, onlara da secde edin demişti, “İblis cinlerdendi” (Kehf/59) Buyuruyor ayeti kerimede. Demek ki o ruh olmadan da sorumlu olabiliyormuş. O zaman Allah’ın nefh ettiği ruh başka bir şey içinmiş.

………Bir insan o ruhu kaybederse o ölür mü? Ölmez. Ne olur? Hz. İnsan olmayı kaybeder, Allah ile dost olmayı kaybeder, Allah’ın güzelliğini esmasını kaybeder. Ama baktığında hiçbir fark göremezsin. Ama Allah’ın nefh ettiği ruhu kaybetmiştir. Bu ruhu kaybedenler cehenneme giriyor.

………Bazen soru soruluyor, işte insan cehenneme girince azabı gören ruh mudur yoksa beden midir diye. Kendisi gidiyor, Ruh zaten dünyada iken kaybedilmiştir, onunla hiçbir bağı kalmamıştı zaten. Eğer bağını koparmasaydı onu kendisini kendisinden perdelemeseydi, Allah’ı kendisinden perdelemeseydi zaten onu kaybetmezdi cehenneme gitmezdi. O ruhtan neyi kazanmamız gerekir?

………“…nefahtü fiyhi min RuhİY..” (Hicr/29) ruhumdan nefhettim.

………Allah’ın bütün güzelliği onun üzerindedir. O ruhta Esmaü’l-Hüsna bütünüyle tecelli etmiştir, her birimizin ruhunda. Bunula beraber Allah onu yaratmıştır. Nefahtü, nefhettim. Bazı arkadaşlar ruhu yanlış anlıyor, ya da yanlış işine geldiği için öyle düşünüyor. Sanki Allah’tan bir parçaymış gibi değil (Haşa) Böyle düşünmek küfürdür yalnız. Allah’ın nuru tecelli etti, Allah onu bir daha yarattı, ikinci safhada yarattı yani.

………Allah’ın zatı hakkında misal verilmez, anlaşılsın diye söylüyorum burada ki ışık lambaya aittir ama buradaki ışık lamba değildir, öyle anlamak gerekiyor. Güneş ışığını saçıyor ama ışık güneş değildir, ama güneşten de ayrı değildir. Eğer güneşin önüne bir şey çekersek ışık ta kesilirse ne olur? Işık yok olmuş olur. Bütün varlıkta bu şekilde Allah’ın tecellisidir. Ama ruhun özel bir yaratılışı vardır, Allah ruhumdan nefh ettim buyurur çünkü.

………O zaman beşere düşen Hz. İnsan olmak için ruhuyla, kendisiyle beraber olmadır, kendi güzelliği ile Allah’ın nefh ettiği o ruh olmaktır Ona öyle bir sarılması gerekiyor ki, öyle bir güzelliğe sarılması gerekiyor ki o güzellik oluncaya kadar. Öyle ki bütünüyle saf Allah’ın nefh ettiği ruh olsun diye. Böyle biri saf aşk demektir, saf nûr demektir, saf güzellik demektir.

………Böyleleri var mıdır? Elbette ki var, bütün nebîler bütün resuller böyle idi. Kıyamete kadar da bütün varisleri böyledir bütün veliler böyledir. Kâmil manadaki bütün sahabe böyleydi, saf güzellik. Allah onları anlatırken mesela ne buyurdu?

………Onlar kardeşlerini kendilerine tercih ederler.” (Haşr/9)

………Hesap et ki nasıl seviyor, saf rahmet olmuşlar, saf nimet olmuşlar. Yani onunla beraber olan hem dünyada hem ahirette saadette olur. Ona dost olan hem dünyasını hem ahiretini kazanır. Onunla beraber olan ona uyan. Böyle kullar var mıdır? Sayısını Allah bilir olmaz mı ne demek? Her bir kulda öyle olmalıdır. Yani Allah’ın kendisine nefh ettiği ruh olmalıdır.

………Seyri-sülük denince Allah’ın Hallâk ismi burada nasıl tecelli ediyordu? Sen basamak basamak kendi kendine kendi hakikatine, yani Allah’ın sana nefh ettiği ruha yaklaşman gerekiyor. Sen ayağını kaldırıyorsun, Allah seni orada yaratıyor. Sen biraz gönlünden çaba sarf ediyorsun, senin gitmek istediğin yer neresi ise, Allah seni orada yaratıyor zaten. Yani senin vuslatın Allah’ın Hallâk isminin tecellisidir.

………Bize düşen rabbimizin her anda bize muamele ettiğini unutmamaktır, buna iman etmektir. Her anda bizim için bir yaratmada, bir şe’en de olduğunu unutmamaktır. Bunun için gereken duamızı yapmaktır, bunun için rabbimize koşmaktır. Hem dünyayı hem ahireti istemektir. Ama O’nun rızasını, O’nun dostluğunu her şeyin önünde, üzerinde tutmaktır. O olsun, her şeyi rabbimizden istiyoruz, ama tercihimiz O’nun rızası ve dostluğudur. Ona mani olacak hiçbir şeyi istemiyoruz yarabbi demektir. Eğer bir şey aramıza girecekse, benimle senin arasında perde olacaksa o olmasın ya Rabbi, onu verme. Beni koru, beni muhafaza et böyle şeylerden.

………Duamızı böyle yapıyoruz, rabbimize koşuyoruz, O’na güveniyoruz, O’nun her bir ismine tek tek kâmil manada iman etmeye çalışıyoruz, Allah’ın isimlerini okurken, dinlerken, anlamaya çalışırken ben bu isme iman etmiş miyim etmemiş miyim? Etmemişsek hemen düzeltiyoruz, bu bizin elimizde. Ya rabbi gerektiği gibi iman edememişim, anlayamamışım, bu sefer böyle iman ediyorum. Allah Hallâk’ tır, ne yapar? Bu sefer senin imanını öyle yaratır, seni bu sefer oraya alır.

………Allah hepimizi kâmil manada zatına, sıfatlarına, isimlerine, ef’aline iman edenlerden eylesin. Hiçbir şekilde kendisine itiraz edenlerden eylemesin. Kendisini kabul edemeyenlerden eylemesin. İman ettiğini zanneden bizi nifaka düşenlerden eylemesin. Bizi münafıklardan eylemesin. Rabbine kafa tutanlardan eylemesin, O’na itiraz edenlerden eylemesin. Kendisine boyun bükenlerden eylesin. Sen benim rabbimsin, ben de senin kulunum diyenlerden eylesin.  (Muhammed Hüseyin- Videdan alıntı.)

………ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. (Yunus/10)

………Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

 


ESMA DERSLERİ – 19 – EL BÂRİ (82. VİDEO)

$
0
0

364-el-bari

………“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

 ………Kovulmuş, taşlanmış, matrud ve mel’un öteki olan şeytanın şerrinden hayrın kaynağı, rahmetin kaynağı, şefkatin kaynağı, varlığın kaynağı, muhabbetin kaynağı OLAN Allah’a sığınırım.

 ………“BismillahirRahmanirRahıym”

 ………O’na hamd olsun, nebisine sâlât olsun, destek olsun, size selâm olsun.

………Değerli kardeşlerim bugün 82. Dersimizdeyiz ve 96 ve 97. Dersleri işleyeceğiz, 98 ve 99 dersimiz esmamız da inşaAllah önümüzdeki ders işleyeceğiz. Yani son dört esmamız kaldı. Bugün El Bâri ve El Musavvir isimlerini işleyeceğiz.  Haşr suresinin son ayetlerinde yer alan esma zinciri El Bâri, El Musavvir.

………El Bâri ismi çok özel bir isim, şahsen fakirin çok şey öğrendiği bir isim. Yani rabbimizin esmasını tanımadan rabbimizi tanımak adeta mümkün değil. Rabbimizin esmasını tanımadan varlığı tanımak ta mümkün değil, zira varlık esmanın tecellisi. Adeta her bir mahlûkat esmanın bir tecellisine ayna olmak için yaratılmış. Yani varlık ayna diye tutulmuş, rabbimizin esması o aynadan yansıyor, zaten tecelli yansıma demek. Dolayısıyla esma varlık aynasında yansıyor. Eğer biz o aynaya doğru açıdan bakarsak aynada ki esmanın yansımasını görür ve varlığın Allah’ı gösteren bir şehadet parmağı olduğunu anlarız.

………Örneksiz ve kusursuz yaratan el Bâri. El Bâri ilk örnekleri yaratan, ecnebiler buna arketip diyorlar, ilk örnek. Prototip te diyorlar orijinal örnek. Arketip ve prototip, yani ilk örnekler, orijinal örnekler. Hani tüm seri üretimlerde bir kalıp yapılır değil mi, o kalıpla da seri üretime geçilir. İşte o seri üretimin kendisinden yapıldığı ilk kalıba arketip, prototip ilk örnek deniliyor.

………Rabbimiz varlığın ilk örneklerini yaratan, üstelik te örneksiz yaratan. Şimdi kalıplar bir şeylere bakarak yapılıyor. Ama rabbimiz eşyanın kalıbını neye baktı da yaptı? İlk karpuzun, ilk kavunun, ilk muzun, ilk elmanın, ilk eriğin, ilk yıldızın, ilk gezegenin ilk galaksinin vs. anlatabiliyor muyum? İlk insanın, ilk hayvanın işte şunun, bunun neye baktı da yaptı?

………İşte o prototipleri yaratan demektir el Bâri. Bu mübarek ismin insanın tüylerini diken diken eden tarafı da budur, yaratmada eşsiz, benzersiz usta olan demektir. Ustalık vurgusu var Bâri kelimesinin kök anlamında. Be re e, orijinal ve kusursuz yaratmaya denir. Ba, ra ve elif, ‘ayn değil yani barae. Beraet, bakınız bereat etti diyoruz değil mi Türkçe de kısaltıyoruz. İşte mahkemede Berat etti, Beraet temize çıkma demek. Yani kusursuz olduğu anlaşıldı demek, muaf olmak demek. Berrae temize çıkardı akladı manasına geliyor. Beriyye, insan türü anlamına geliyor. Aslında Allah’ın orijinal yarattığı varlık vurgusu var içinde Beyyine/7 ayetinde geçtiği gibi. Hemzeli berie de okunmuş bu, onlara göre yaratılmışlar anlamına geliyor.

………Bâri; Hiç yoktan örneksiz yaratan, el Mub’tiul muhteri diye karşılamış müfessirlerimiz. Bâri ilk defa yapan usta anlamına geliyor. Rabbimiz kâinatın ustası, el Bâri ismi varlığın ustası, varlığın eşsiz benzersiz taklit edilemeyen ustası demek. İki anlamı taşıyor;

………1 – Allah’a has örneksiz ve tarifsiz, eşsiz ve benzersiz, muhkem ve mükemmel yaratmayı ifade ediyor.

………2 – Tüm varlıkların ilk örneklerini, ana kalıplarını, mostra ve numunelerini yaratmayı ifade ediyor. Ne? El Bâri ismi.

………El Bâri ilke El Hâlık arasında fark var. El Hâlık yaratan, el Bâri ilk örneklerini yaratan. El Hâlık genel yaratmayı ifade eden bir mübarek isim, el Bâri ise genel yaratmanın ilk örneklerini yaratmayı ifade eden bir mübarek isim.

………Nazari çerçeveye bakalım ki bu ismin nazari çerçevesi biraz detaylı. Allah varlığın ilk örneklerini yaratan el Bâri’dir. “HU”vAllâhul Hâlik’ul Bâri’ül Musavvir. (Haşr/23) kimdir o Allah? El Hâlık, el Bâri, el Musavvir. leHUl’ Esmâ’ül Hüsnâ geleceğim oraya inşallah.

………Varlığın ilk örneklerine ecnebi lisanlarında demiştim arketip ve prototip diyorlar. Modern Arapça’da en nemuzec en aslî deniliyor. Bugün kullanılan Arapça da en nemuzec-ul aslî deniliyor. Fakat Kur’an dan ilhamla fakirin verdiği karşılık Âdemiyyet, yani prototip ve arketipe Âdemiyyet demek çok güzel oturuyor.

………Ne demek Âdemiyyet? Her varlığın bir Âdem’i var, her yaratılmışın bir Âdem’i var. Mesela özü itibarıyla kurtların, çakalların, tilkilerin, köpeklerin bir Âdem’i var, o Âdem’den geliyorlar. Dolayısıyla limonun, greyfurtun, portakalın, bomalinin – aranızda belki tanımayanlarınız vardır greyfurtun daha farklısı ve tatlısı özellikle ürdün ve civarında yetişir. – bunların Âdem’i var, bunun Âdemini biliyoruz turunç. Ama elmanın, armudun, ayvanın, muşmulanın Âdem’ini bilmiyoruz. Bunların Âdeminin bir olduğunun mesajını Allah içinden vermiş, içinden verdiği için aşılayınca bunlar birbirlerine tutarlar. Eğer Âdem’i farklı olsaydı aşılamakla tutturamazdınız. Cevizi ayvaya aşılayamazsınız, niye? Âdem’i aynı değil. Ama Muşmulayı ayvaya, ayvayı muşmulaya aşılarsınız, çünkü Âdem’i aynı. Elmayı armuda, armudu elmaya aşılarsınız Âdem’i aynı.

………Dolayısıyla bakınız Âdeminin kalıbını aynı dökmüşse Allah sizin aşınız fayda veriyor, onun için aşı yapmak yaratılışı değiştirmek anlamına gelmiyor. Değiştiremezsiniz ki nasıl değiştireceksiniz, Yaratılışın içine koyduğu Rabbimizin Âdemiyyetini kullanıyorsunuz siz aşı yaparken. Aynısı gen teknolojisi için de geçerli, genlerin de Ademi var. Dolayısıyla o Âdemiyyeti kullanarak gen transferi yapılabiliyor, eğer o Ademiyyete uygun değilse o prototipe, o arketipe transfer edemiyorsunuz o geni, etseniz de işe yaramıyor, atmış imzasını yaratan. Siz o imzayı görmeksizin herhangi bir şey yapamıyorsunuz.

………Dolayısıyla gen transferi Allah’ın yaratışına müdahele falan değil, peki ne? Allah’ın yaratışta içine koyduğu şifreyi çözme, bulma. Orada eğer bir müdahale söz konusu ise Allah’ın yarattığı amacın dışına çıkarma. Zaten eşyanın yaratılışı değiştiriyorlar diye Kur’an ın reddederek naklettiği müşriklerin o uygulaması neydi? Hayvanların kulaklarını yarıyorlar, kuruklarına bel buruyorlar, damgalıyorlar onlara “bu Allah’ın devesi” diyorlardı. İki kez ikiz doğurmuş, bu Allah’ın koyunu. 5 batın doğum yapmış veya şu kadar doğurtmuş erkek deve vs. yani bu Allah’ın diyorlar, adını da saibe koyuyorlar, vasile koyuyorlar, haam koyuyorlar ayette buyurulduğu gibi salıyorlar. Vasile dikkat buyrun vasıl, kendisiyle vasıl olunan. Yani öp devenin elini, öp babayın elini değil. Deve efendi oldu çıktı, vasıl edecek Allah’a, deveyle vasıl olacak.

………Onun için kurban ederiz biz hayvanları Aslında biz hayvanları kurban etmeyiz, insan Allah’a yaklaşır, hayvan kesilir. Kurban olan insandır hayvan değil. Onun için etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz. Len yenalAllâhe lühumüha ve lâ dimauha ve lâkin yenalühüt takva minküm. (Hac/37) onun içinde onların ne kanları ne etleri ulaşır. Niye bu ayetler gelir? Zira ey insanlar, insanların sapıttığı dönemlerde Allah’a kendileri yaklaşacakları yerde ameli Salihleriyle, kurbanların etlerini ve kanlarını yaklaştırmaya kalktılar. Oysaki kurbanları etlerini ve kanlarını insana lazım, siz yiyin. Sizin için yarattı Allah  kezâlike sahhareha leküm litükebbirullahe alâ ma hedaküm öyle değil mi yani yenilebilir hayvanları sizin emrinize amade kıldı diyor. Harika, bakınız Kur’an içinde nasıl karşılıklı bağlar var ayetlerin. Yani hiç alakasız surelerde o orada, o orada ama bütünsel bir bakışla ele aldığınızda ne muhteşem bir örgü çıkıyor Kur’an içinde.

………Peki nedir dert? Dert şu; şirkin bin bir türü var, şirkin tümünün de altında yatan temel sebep Allah’a yaklaşma arzusu, onun da arkasında uzak Allah inancı. Niye? Uzak Allah, o zaman yaklaşalım ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd. (Kaf/16) bu işte, bir kere uzak değil. O zaman aracı koyalım. Uzak değil aracıyı niye koyuyorsun? Ve izâ seeleke ‘ıbadiy ‘anniy feinniy kariyb. (Bakara/186) eğer kullarım beni sana soracak olurlarsa feinniy kariybun, ben yakınım, çok yakınım. uciybu da’veteddâ’ı izâ de’âni ben davet edenin davetine icabet ederim, çok yakınım, şah damarından yakınım.

………Hala şimdi ey insanoğlu Allah uzak araya bir aracı koyalım da o aracı torpil geçsin bize mi diyeceksin, bu torpilin adını da şefaat mi koyacaksın, utanmayacak mısın, Allah’tan arlanmayacak mısın, sıkılmayacak mısın? Torpil sistemini getirip dinin içine ekleyip adını da tumturaklı şefaat koyunca torpil meşru mu olacak. Ondan sonra İslâm ümmetinin ahlakını bozacaksın ve neden İslâm toplumlarında rüşvet en yaygın. Rüşveti dinin içine koymuş niye yaygın olmasın. Rüşveti akide bellemiş, rüşvete iman etmiş bir toplum rüşvetten nasıl kurtulur. Torpile iman etmiş yani gelen şahıs yakînindir, görüle. Torpile iman etmiş torpili, dinin içine koymuş bir toplum torpilden nasıl kurtulur, liyakate nasıl ulaşır, liyakati nasıl bayraklaştırır?

………İnnAllâhe ye’muruküm en tüeddül emanati ila ehliha. (Nisa/58) Allah emanetleri ehline vermenizi emreder ayetine nasıl sarılacak torpili dinin içine koymuş bir toplum? Bilmem anlatabiliyorum değil mi? Keşke anlatmasanız biz de anlamasaydık kurtulurduk, birileri gibi çok rahat ederdik. Öyle diyor ya Konfüçyüs cehalet saadettir. İşte eşekler onun için mesuttur.

………Adam bazen eşeklere imreniyor affedersiniz, ne kadar mutlu, bir avuç arpayı veriyorsunuz, Allaaah..! dünyanın en mutlu canlısı. Ama insanız işte, Allah bizi insan yaratmış, insan olmanın bir bedeli olmalı, akıl sahibi olmanın, irade sahibi olmanın, vicdan sahibi olmanın bir bedeli olmalı. Yani eşekle eşitlenmeli mi insanın arzusu, bu insanın kendi kendisine hakareti olmaz mı?

………Dönelim konumuza, Âdemiyetten devam edelim. Turunç dedik değil mi. Elmanın armudun ayvanın Âdemi dedik değil mi oradan yürüyelim.

………Âdem, bir şahıs olmaktan daha çok türü temsil eden bir örnek olarak ta görünüyor Kur’an da. Âdem konusu ciddi bir biçimde yeniden okunmayı bekliyor onu söyleyeyim. Zira bizim tefsir geleneğimiz Âdem meselesini ehli kitap kültürü ışığında okumuş bu bir gerçek. Yani Yahudiyyat ve mesihiyyat, İsrailiyyat ve mesihiyyat kültürü ile okumuş. Onun içinde bu gün sıkıştık kaldık. Çocuğunuz size ne yani şimdi Âdem’in nesli ensestle mi türedi diye sorduğunda yüzünüz kızarıp bir şey söyleyemez duruma gelirsiniz. Kardeş kardeşle evlendi ha? Allah’ın bu insanlığı çoğaltmak için başka bir çözüm bulmaya gücü yetmedi mi?

………Âdem’in tek olduğu bir yorumdur, aynı anda üflenen ruhun birden fazla prototipe üflenmesi mümkindir. Kur’an Âdem’i insanoğlu, insanoğlunu Âdem yerine kullanır. Araf/11 de. Ve lekad hâlâknaküm sümme savvernaküm sümme kulna lil melaiketiscüdu liAdem leküm diye gelmesi lazım veya İnne Hâlâknal Âdem sümme savverna Âdem, sümme kulna lil melaiketiscüdu liAdem diye gelmesi lazım. Ama biz  sizi yarattık, sonra tasvir ettik, tasarımınızı yaptık sonra meleklere emrettik âdem’e secde edin. Sizi, sizi, Âdem’e, âdem siz, siz Âdem. Yani A’raf/11 i koyduk buraya. Dolayısıyla yoruma en azından açık.

………Niye böyle mübarek yorumlara açık olan ve bizi köşeye sıkıştırmayan ve tekâmül yasasını dışlamayan ayetlerimiz gözümüzün önünde muhteşem bir biçimde dururken biz illâ Hıristiyanlar gibi ilimle dini karşı karşıya getirip te birbiri ile savaştırmak zorunda mıyız. Bu Hıristiyanların problemidir bizim değil. Onun için bu mesele de yeniden tefsir edebiyatının mesihiyyat ve israiliyyat kaynaklı ürettiği Âdem teorisi bir tarafa yeniden Kur’an merkezli bir Âdemiyyet düşüncesine ihtiyacımız var, üretilmelidir.

………Âdem seçilmiş Kur’an dan bunu öğreniyoruz İnnAllâhestafa Ademe ve Nuhan ve âle İbrahiyme ve âle ımrane alel âlemiyn. (A:İmran/33). 4 unsur. Allah Âdem’i seçti, Nûh’u seçti. Allah Allah, şimdi anlıyoruz âdemi 2 fert var, 2 tane de aile var. İbrahim ailesi İmran ailesi anladık. Ama Âdem’i ve Nûh’u seçmesi aynı olamaz. Ama seçimden söz ediyorsa estafa, Mustafa ismi de oradan gelir. Seçimden söz edilen bir yerde bir den fazla eleman var demektir. Anlatabiliyor muyum? Yoksa seçimden söz edilemez. Bir yerde seçimden söz ediyorsanız birden fazla eleman içinden birini ya da bir kaçını alıyorsunuz demektir.

………O zaman Âdem’i neden seçti? İşte bu noktada Âdem’i neden seçti sorusunun cevabını İnsan suresinin girişinde buluyorsunuz.  Hel eta alel’İnsani hıynün mined Dehri lem yekün şey’en mezkûra. (İnsan/1) İnsan üzerinden anılmaya değer olmayan uzun ama çok uzun hıynün mined Dehr çok uzun bir zaman geçmemiş miydi Kat eta dememizi istiyor, evet geçmişti. Arkadan geliyor ayet; İnna halaknel’İnsane min nutfetin emşâc. (İnsan/2) El insan; oradaki “lâm” ı tarif cins için, tür içindir, insan türünün tamamı demektir. İnsan türünün tamamı min nutfetin emşâcın biz insanı nutfeden yarattık.

………Âdem insan mı değil mi, şimdi karar vereceğimiz şey bu. Eğer Âdem’e insan diyeceksek o zaman Âdem de nutfeden yaratılmıştır diyor bu ayet. Yani aslında insan suresinin 2. Ayeti şu ilginç soruya cevap veriyor; Âdem’in bir anası babası var mı, yok mu? İşte insan suresinin 2. Ayetinde bu sorunun cevabı var, eyvallah.

………Bu ismin geçtiği Haşr/24. Ayetinde yan yana gelen el Hâlik’ul el Bâri, el Musavvir, 3 isim var. Kendi aralarında yaratılışın 3 aşamasını ifade eder. El Hâlık genel yaratmayı ifade eder, el Bâri bu genelin içinde canlılar ve iradelilerin yaratılmasını ifade eder, el Musavvir yaratılanların orijinal tasarımını ifade eder.

………El Bâri isminin yer aldığı pasajın ilk ayeti Kur’an ın bilgi nazariyesini inşa eder değil mi? “HU”vAllâhulleziy lâ ilâhe illâ “HÛ‘Âlimulğaybi veşşehâdeh. Ğayb, veşşehâdeh, yani iki tane ayağı var İslâm’ın, Kur’an ın; biri ğayb, biri şehadet. Allah’a ikisi de ayan Allah’a ğayb yok. Ama bize ğayb vahiy ile bildirildiği için imanımızın konusu şehadet ilmimizin konusu. Dolayısıyla varlık 5 duyumuzla, gördüğümüz, dokunduğumuz, kokladığımız, hissettiğimiz, özgül ağırlığı olan ağırlıklara şehadet alemi diyoruz. Görmediğimiz, elimizi dokunamadığımız ve dolayısıyla mahiyetini, anlayamadığımız ama Allah’ın haber verdiği, Allah’ın zatı başta olmak üzere cennet, cehennem, ahiret, melekler ve vahyin kaynağı gibi bu iman edilen unsurlar da ğayb. İkisi de ilmimize konu oluyor. Biri vahiyle konu oluyor biri ise müşahede ile konu oluyor onun için şehadet diyoruz. Eyvallah.

………İnsan açısından ğaybi kanadıyla imanın, şehadete bakan tarafıyla ilmin konusu. Mü’min bu ismin hakikatini imanıyla bilir. Bu ismin tecellilerini ise ilmi ile bilir. Onun için bir hekim el Bâri ismini insan bedeni üzerinden muhteşem bir biçimde görür. Bir kimyager el Bâri isminin tecellilerini kimyanın unsurları olan şeyler üzerinde daha iyi görür. Bir fizik alimi Allah’ın el Bâri isminin kâinatta ki tecellilerini yeryüzünde, bir kayanın bağrında, bir dağda, bir taşta harika görür veyahut ta yeryüzünün katmanlarında harika görür. Bir gök bilimi, astronomi bilimi alimi Allah’ın el Bâri isminin tecellilerini bir yıldızın doğumunda, bir galaksinin doğumunda, bir gezegenin doğumunda, şu anda kâinatta yeni doğmuş gezegenler, yeni doğmuş yıldızlar, hatta yeni doğan galaksiler var, bebek galaksiler. Hatta galaksiye hamile olan pulsarlar var. Karadelik yutmuş daha öncekini, yani aşağıdan yeni bir galaksinin tohumunu verecek.

………Dolayısıyla Kâinat ta deveran ediyor, ilahi yaratış devam ediyor, hiçbir şey kesilmiş ve bitmiş değil. Dolayısıyla işte Allah’ın el Bâri ismini daha iyi görür.

………Ğaybı taşlamak, ya da ayan-ı sabite. Şimdi İbn. Arabî merhum’un ‘Ayan-ı Sabite diye bir kavramı var. ‘Ayan-ı sabite ne demek? Varlığın sabit özleri, çekirdekleri demek. Konumuzla ilgisi ne? Hani el Bâri ismi prototip ve arketip’i yaratan, yani ilk örnekleri yaratandı ya, şimdi ‘Ayan-ı sabite ile bir bakışımlılığı var, bir alakası var. Çünkü ilk örneklerden bahseden bir kavram ‘Ayan-ı sabite. Peki, İbn. Arabî bunu nereden almış? Yani Efletunculuktan almış. Yeni Eflatunculuk nereden almış? Eflatun dan almış, Eflatun’un ideler alemi aslında ‘Ayan-ı sabitenin Yunan, Helen’de ki karşılığı ideler alemi İbn. Arabî de Arapça’ya dönüşmüş ‘Ayan-ı sabite olmuş. İde yani Eflâtun bununla devlette bahsediyor zaten, bahsettiği yerde bununla hiçbir alakası yok. Yani siyasi bir anlamda bahsediyor ideler aleminden. Onun bir mağara alegorisi var, istiaresi var orada bahsediyor bundan.

………Ama yeni Eflâtunculardan  Plotinus (MS. 3. Yy.) Eflatun’un ideler âleminden yola çıkarak bir felsefe kuruyor. Yani spekülatif bilgi üretmeye kalkıyor, zanni bilgi. Hiç kimse bir şey diyemez nihayetinde spekülasyonun önü açık, ağzı olan konuşsun, insanlar da tartışsın, kalan kalsın giden gitsin. Ama siz onu alırda dinin içine monte ederseniz, siz onu alır da beşeri olan bu üretimi, spekülatif bilgiyi din haline getirirseniz, hatta ilahileştirirseniz işte problem orada başlıyor. Zan, din oluyor, spekülatif bilgi geliyor ğayb ve şehadetin yanına bende gireceğim diyor, ben de bir ayak olacağım diyor, işte o zaman felâket oluyor. Dolayısıyla ‘Ayan-ı sabite özü itibarıyla spekülatif bir bilgi, bize ait değil ve kâinatın ilk yaratılışını izah etmek için ödünç alınmış bir kavram.

………Ama ilginç olan şu İbn. Arabî nin ‘Âyan-ı sabitesi özü itibarıyla Yunan felsefesine ait olan bu kavram ki mesela Tebdilatü-l ilahiye’yi Aristo’nun İskender için yazdığı sırların sırrı eseri tarzında kaleme aldığını kendisi söylüyor zaten. Yani İbn. Arabî ile yeni Eflatunculuğu, Yunan’ı ilişkilendiren ben değilim, kendisi. Kendisi Tedbiratü-l ilahiye isimli eserinin girişimde ben bunu diyor Aristo’nun İskender için yazdığı İlahi sırlara benzer bir şekilde yazdım diyor. Yunanın yokmuş İbn. Arabîsi, Helen edebiyanının yokmuş, Yunan felsefesinin yokmuş. Dolayısıyla oradan bir şeyler aldığını da gizlemiyor zaten.

………Eflatun’un Devlet adlı eserinde geçen ideler âlemi tezi sade bir tezi sade bir tez, dini bir iddiası yok akidenin bir parçası değil. Ama dedim dine sokulunca tehlikeli hale geliyor. Keşf adı altında sokuluyor bu dine, keşf diye bir şey ilan ediliyor. Şimdi keşf ne gayba giriyor, ne şehadete giriyor. Gayba biz iman ediyoruz, Allah bildirdi iman ediyoruz. Şehadette belli eğer şehadetin içinde kinin keşfi ise mesele bu ilim adamlarının yapacağı bir iş buna kimin itirazı olabilir ki. Yani insan vücudunun görünmeyen yerlerini keşfedersiniz buna keşf deriz. Kimyagerler çıkarlar, kimyevi maddelerin içini keşfederler keşf deriz, biyologlar çıkarlar canlıların iç dünyasını keşfederler buna keşf deriz, gen bilimciler çıkarlar genon projesini çıkarırlar buna keşf deriz buna kimsenin bir şey diyeceği olamaz. Ama burada keşf adı verilen bilgi sistemi tamamen zanni ve keyfi bir biçimde etkiliyor.

………Şimdi bir hekim kalkar da insan anatomisine ilişkin bir şey söylerse ne yapıyor bunu, raporluyorlar değil mi, bunu makale haline döküyor kamu oyuna açıyor. Öbürü de diyor ki yok sen şurada şöyle yorum yapmışsın, şurada şu yanlışı yapmışsın, kaç vakada bu sonuca ulaştın vs. diyor öyle değil mi. Dolayısıyla ne oluyor, karşılıklı sağlama oluyor o bilgide. O bilgiyi tartışmaya açıyorsunuz.

………Keşfi nasıl tartışmaya açacağız? Efendi Hz. ne Keşf aleminde gösterilmiş diyor. nasıl tartışmaya açacağız, bunu ne yapacağız şimdi? Üstelik te gösteren Allah. Şimdi efendi hz. Lerinin keşfine laf söyleyince Allah’a laf söylemiş oluyoruz ve gerçekten böyle bir şey oldu mu, olmadı mı, olduysa nasıl oldu, olduysa bunun kaynağında rahman mı var, şeytan mı var, bu herif cinli mi, cin musallat olmuş biri mi, kafayı yemiş biri mi anlatabiliyor muyum? Kim bilecek bunu?

………Dolayısıyla görüyorsunuz karma karışık bir olay, asla aydınlatılamayacak karanlık bir olayı getirip dinin bir parçası ilan edildiğinde kendi ellerimizle kendi dinimizi mahvetmiş oluyoruz. İşte bu noktada ilginç olan şey bu zan dinleşiyor ve sahte metafizik buradan ürüyor, zan dinleşiyor. Oysa din yakîndir, ya Ğayb ile yakîn ya da şehadet ile yakîn. Ğayb Allah haber verince yakînimiz olur, imanımızla yakîn olur. Gayba iman ederiz bizim için öyle yakîn olur. Şehadeti de görürüz onunla iman ederiz o da yakîn olur. Dolayısıyla zan ayrı bir şey, imanda zan, zan da iman olmaz.

………Bu manada ‘Ayan-ı sabite neyi ifade eder dediğimizde, İbn. Arabî bu ‘aya-ı sabite spekülasyonundan yola çıkarak 4 büyük iddiada bulunuyor. Vahyin Hâlık ve Mahlûk sistemini tahrip ediyor. Nasıl? O mahlûk ayağını vehim ve hayal olarak niteliyor vahdet-i vücut tezine yol bulmak için yapıyor. Yani vahyin Hâlık ve mahlûk ayağı var. Hâlık yaratan, mahlûk yaratılan. Ama ibn. Arabî’nin ontolojisinde yaratan ve yaratılan diye ikiye ayrılmıyor varlık, sadece tek, vahdet-i vücut. Onun için tek, vücudun, varlığın birliği demek. Kur’an varlığı 2 olarak gösteriyor, o varlığı tek olarak gösteriyor. Kur’an varlığı yaratan ve yaratılan olarak gösteriyor, o varlığı sadece yaratan diyor, peki ya yaratılan dediğinizde o vehim ve hayal diyor

………[Ek bilgi; BEYNİNDEKİ HOLOGRAM DÜNYAN]

………Peki bunu diyen de vehim ve hayal mi, bunu diyen de kendisi öyle olması lazım. O zaman bu dediğin de vehim ve hayal. Yani vehim ve hayal olan bir zat, vehim ve hayalini dile getirmiş oluyor, bu da bir iç çelişki.

………2 – Allah’ı tanımlamaya kalkıyor spekülatif bilginin hiç girmemesi gereken alan marifetullah alanı, Allah’ı tanıma alanı spekülatif bilginin girmemesi gereken bir alan. Zira Allah hakkında ilme dayanmaksızın konuşan kimseyi Kur’an yeriyor. men yücadilü fiyllahi Bi ğayri ‘ılm. (Hac/3- Lokman/20) diyor. Kur’an açıkça bu konuda Allah hakkında ilme dayanmayan her konuşmayı reddediyor.

………İbn. Arabî şöyle diyor Allah’ın ilmi malûma tabidir. Bu Allah’ı tıpkı insan gibi tasavvur etmek, ilahi ilmi de tıpkı beşeri ilim gibi tasavvur etmek. Ne büyük bir iddiada bulunduğunun kendi de farkına varmış olacak ki hemen ardından fakat bu Allah için bir kusur değildir, çünkü hakikatte bilen de bilinen de O’dur diyor. Bir yandan da bu cüretkâr önermeden kendi düşüncesine pay çıkarıyor.

………3 – Kulun sorumluluğunu ve iradeyi silip süpürüp atıyor. Sabit özler tezi, ‘Ayan-ı sabite tezi işin sonunda gelip kaderci, cebircilik limanına demirliyor. Ona gör bir şeyin nasıl olacağı, onun aynı sabitesine beğlıdır, bir şeyin nasıl olacağı ilk özüne bağlıdır. Aynı sabiteyse ezelidir diyor yaratılmamıştır diyor.

………Hayda ip kopuyor. Dolayısıyla mı? Dolayısıyla aynı sabite de firavunun rolü neyse o onu oynamaya mecbur. Helâk olan kavimler aynı sabitelerinden dolayı inkâr ettiler. Bu yüzden İbn. Arabî füsus ta yaptığı gibi sadece firavunun imanını savunmakla yetin miyor, cehennemin cehennem ehli için bir nevi cennet olduğunu da savunuyor. Yoktan yaratmayı ‘Ayan-ı sabite üzerinden yumuşatarak elde ediyor. Çünkü ‘Ayan-ı sabite yaratılmamıştır diyor. Yani varlıkların özü, çekirdeği yaratılmamıştır diyor.

………‘Ayan-ı sabite ezelidir ve yaratılmamıştır denek ne demek? Bu şu anlama geliyor. gerçekte bir vehim ve hayal olan bütün bir yaratılmışlar aleminin özlerinin yani çekirdeklerinin yaratılmamış olduğu anlamına geliyor. Esasen İbn. Arabî Yunan felsefesinin temeli olan âlemin ezeliliği tezini yumuşatıcı yorumlarla meşruiyet kazandırıyor. Yunan’ın en temel problemi şudur Ex nihilo Nihilistic. Bu Latince Lukretyus bunu böyle formüle etti ama Yunan’ın ana düşüncesi budur. Nedir? Hiçbir şey den hiçbir şey çıkar, yani hiçbir şey yoktan yaratılamaz, yaratılmış, var olan da yok olmaz. Yaratma inancı Yunan tarafından kökten reddediliyor, yaratma diye bir şey yok.

………Peki, Tanrı ne işe yarıyor? Esasında tanrı bu manada çok flûğ, tanrı ayrı, yani yoktan var etmiş değil, alem kadîm, tanrı da kadîm. Peki nasıl ilk ivmeyi verdi, çok ta açık değil. Varolana ilk ivmeyi, hareketi veren olmuş oluyor yaratan değil, böyle bir red var inkâr var Yunan düşüncesinin temelinde.

………Çok ilginç, araştırmalarım sırasında İbn. Arabî de bir şey gördüm. Yunan dan aldığı bu tezi ‘Ayan-ı sabite teziyle yumuşatsa da bazan gerek duymuyor. Lüb ü lüb isimli bir eseri var. Bütün bu âlemlerin yoktan değil, Allah’ın varlığında var olduğunu savunduğu yerde aynen şöyle bir cümle çevirdim. Ne yok var olur, ne var yok olur. Sayfa 13, onu da getirdim.

Uh..’ Yoruldum, Kuantum fiziği zorunluluğun dayandığı ve Kur’an ın reddettiği bu mottoyu yıktı biliyor musunuz? Belli bir miktar enerjinin hiç yoktan ortaya çıkması enerji miktarı ve ömrünün verili matematiksel ilişkiye uyması halinde, verili zaman aralığında tekrar kaybolması Kuantum fiziğine göre ilmen mümkün olduğu ispat edilmiştir. Buna biz iman etmiştik zaten, Allah’ın kâinatı yoktan var ettiğine biz iman etmiştik, ama kuantum fiziği bunu ilme dönüştürdü.

………Artık bu nokta da İbn. Arabî’nin yaptığı zan ile din iç içe giriyor. Spekülatif bilgi sahte metafizik üretimini kışkırtıyor. İnsan hakikatimsilerin kendini hakikat diye sattığı bir pazarın müşterisi olarak buluyor kendini. Ama olan âlemlere rahmet, hz. Peygamber AS. ın o büyük emeğine oluyor. Sonuçta keşf adı verilen bu sübjektif ve spekülatif yorumlar gayb gibi imana ve şehadet gibi ilme dahil olmadığı halde dine dahil, dindarlığa ise müdahil oluyor. Bir sürü cahil cühelânın, hatta alim ulemanın elinde bir oyun hamuru haline dönen bu keşf dili, gizem ve spekülasyon peşinde koşan insanlara servis ediliyor. Hem de imanları pahasına. Hasılatta indirilen dinle yarıştırılan dinin kesesine konuyor ve ortalık hakikat kusan Sıtkı dayılardan geçilmiyor. Tıpkı Mehmet Akif’in dediği gibi.

………Sürdüler Türk’e tasavvuf diye olgun şırayı

………Şimdi muttasıl hakikat kusuyor Sıtkı dayı.

………Sahi, Kur’an ın ilk vahyi niçin oku emriyle başlamıştı? Gayba imanı kitabın ayetlerinden, şahadetin ilmini tabiatın ayetlerinden okumamız için değil mi? Ve biz Kur’an ın OKU emrinin üstünü böyle örtüyoruz.

………Bâri ilmi ve Jung’un kişilik arketipleri. El Bâri isminin doğrudan tecellisi olan arketiplerle ilgili Jung, C. G’un bir tezi var. Jung 4 arketip diye bir eseri var. Burada ilginçtir kehf suresinin tefsirini yapar. Bu adam Hıristiyan dır, batının yetiştirdiği cins kafa psikoloji alimlerinden biridir, belki de 2. Numarasıdır Freud dan sonra, benim için Freud dan önce. Jung’un kişilik teorisi insanların bilgiyi nasıl topladıklarından ortaya çıkar. Jung kişilik tiplerini önce 2 ana gruba ayırıyor sonra alt gruplara ayırıyor. Algılayıcı kişilik diyor, yargılayıcı kişilik. Algılayıcı kişiliği ikiye ayırıyor; Duyusal, sezgisel kişilik. Yargılayıcı lişiliği de ikiye ayırıyor, düşünen kişilik, hisseden kişilik.

………Sistemin dilanmaya ve kutuplaştırmaya dayalı olması bir zaaf. Jung’un sisteminde şu dört unsur dikkat çekiyor

………1 – Jung; davranış ile gaye arasında kopmaz bir ilişki kuruyor, ma huliga leh,

………2 – O kişilikte insan ruhuna başat bir konum biçiyor, onun ruh tanımı hem kalbi, hem aklı gören bir ruhtan tanımı Kur’an ın tanımına uyuyor.

………3 – Varlıkta ki zıt kutupluluğu insan şahsiyetini anlamada anahtar olarak kullanıyor. Keşke Jung ezvac ve ezdad arasında ki farkı fark etseydi diye düşündüm ben bunu okuyunca. Yani o zıtlar olarak okuyor varlığı. Fakat insanı tanıma konusunda zemin zıtlar değil, çiftler. Ezvac çiftleri ifade eder, ezdad  zıtları. Erkek ve kadın jung’a göre zıttır, bize göre çifttir. İşte fark bu. Zıt diye konumlarsanız birbiriyle çatışmak zorundadır zıtlar çatışır çünkü. Çift diye konumlarsanız bir birinden ayırınca ikisi de yarım kalır fark bu. Babayı logos, anneyi eros diye tanımlıyor o, dolayısıyla batının o çatıştırmacı dili jung’ta da görülüyor. Ve modern psikolojinin temelinde bu çatıştırmacı dil yatıyor.

………Jung’un teorisinin asıl zaafı şu; Tanıyıcı olmaktan çok tanımlayıcı bir psikolojik bir teori. Nasıl? Düşünün sen duygusalsın, sen sezgiselsin, sen düşünen tipsin, sen de hisseden tipsin. Şimdi size bunu söylüyor, ha..! ben duygusal tipmişim. Şimdi bir şey söylüyorsunuz, keşke şöyle yapmasaydın, bizimki o kadar tıngıllı ki bizim Kayseri tabiriyle, hayda..! kırılıvermiş, küsüvermiş. Bundan daha nazik söyleyemezdim zaten, anlatabiliyor muyum? Peki, niye böylesin? Ben duygusal tipim.

………En problemli tarafı JUng’un yaptığı bu tezin terbiyeyi dışlaması, kişinin kendi kendisini geliştirmesini dışlaması, tıpkı burçlar gibi. Ben akrep burcundanım, eee..? Akrep burcundan olan şıp görüp şıp severmiş, çıt görüp çıt kırılırmış, yani mesela diyorum. Yahu oruç tuttuğunda bayram etmiyorsun hayrola, ne zaman böyle can ciğer kuzu sarması oldunuz, ne zaman küstünüz de böyle düşman oldunuz. Niye böyle yapıyorsun deyince de ben falan burçtanım.

………Hay burcun olmaz olsun senin, peki terbiye nerede kaldı, eğitim nerede kaldı, kendini geliştirmek nerede kaldı, yanlışlarını atmak nerede kaldı, tevbe nerede kaldı istiğfar nerede kaldı. Görüyorsunuz değil mi, bu teorinin büyük zaafı bu.

………Diyeceksiniz ki bize ne Jung’tan Allah’ın Mustafa kulu, getirdin buraya Jung’un arketiplerini koydun? Aziz dostum size ne de bu dersi dinleyen veya dinleyecek olan bir psikiyatr veya bir psikolog için ne kadar hayati olduğunu tahmin edin, anlatabiliyor muyum? Onun için ne olur bu konularda bencil olmayalım. Bizi ilgilendirmiyor diye bilginin hiç kimseyi ilgilendirmiyor zannetmeyelim Bâri ismi bir kez gelir esma-i hüsna içerisinde, 5 – 6 yıl içerisinde o da bugün geldi ve bunu burada söylemezsem başka bir yerde söylemeyebilirim. Eyvallah.

………Kur’an ‘i çerçeve; El Bâri Kur’an da 3 yerde geçiyor, üçü de Allah’a isnatla geliyor. Haşr/24 onu biliyoruz onu okuduk, bir de Bakara/54 ayetinde iki kere geliyor. Hepsi de Allah için geçiyor.

………Bâri isminin Medeni isim olduğu ortaya çıkıyor çünkü Haş de Bakara da Medeni. Nedir peki, bir yorum yapılır mı, bu mübarek isim neden Medine’li, Mekke de gelmiyor. Şöyle bir yorum yapabilirim; Ey Ümmeti Muhammed dün muhalefetteydiniz bugün iktidar oldunuz, haydi göreyim iktidarda insanlığa nasıl model olunur, prototip olunur, arketip olunur insanlığa bir iktidar modeli gösterin. Anlatabiliyor muyum? Güce, servete, iktidara tapmayın, elinize devleti geçirince insanları kul etmeyin kendinize. Kulları kul etmeyin, gücün, iktidarın atı olmayın güç sizin atınız olsun. Servet sizin atınız olsun, siz servetin atı olmayın. İktidar sizin atınız olsun ama siz iktidarın atı olmayın gibi bir mesaj geliyor aklıma Allahu alem.

………Allah tüm ilk örnekleri yaratan El Bâri; “HU”vAllâhul Hâlik’ul Bâri’ül Musavviru leHUl’ Esmâ’ül Hüsnâ. (Haşr/24) O Allah ki Hâlık tır yaratır, Bâri dir ilk örnekleri yaratır, El Musavvir yarattığının tasarımını yapar. leHUl’ Esmâ’ül Hüsnâ en güzel isimler, en güzel nitelikler, mükemmellikler sadece O’na aittir. yüsebbihu leHÛ mâ fiysSemâvâti vel’Ard göklerde ve yerde her ne varsa Allah adına hareket ederler.

………Tesbih ne idi? Allah adına hareket etmek, teşbih sayı taşı çevirmek değil, teşbih Allah adına hareket etmektir. Yani İslam tarihinde ki o büyük epistemolojik kopuş öyle noktalarda kopuşlar getirdi ki Allah adına yer gök, ay, yıldız, güneş Allah adına hareket ediyor, ey insan sen de Allah adına hareket et. Verilen emir bu olduğu halde biz bunu sayı taşı çevirmeye indirgedik, indirgediğimiz günde de teşbihi yitirdik. Anlatabiliyor muyum? Sayı taşını bulduk ta teşbihi yitirdik. Sayı taşını aldığımız yer de belli, Hıristiyanlardan ve Budistlerden aldık. Ama teşbihi yitirdik. Dolayısıyla teşbihi yeniden bulmamız lazım, teşbihi yeniden bulmak için sayı taşını yitirmek gerekiyorsa yitirelim, ama teşbihi mutlaka bulmamız lazım. Allah adına hareket etmek olduğunu kavramamız ve anlamamız lazım. Çünkü Bismillah budur aslında, Bismillâhirrahmanirrahim, Allah’ın adıyla, Allah adına, ben bu hareketi Allah adına yapıyorum, ben bu hareketi Allah’ın adıyla yapıyorum. Eyvallah.

………Ayette üç isim yan yana geliyor El Hâlık, El Bâri, El Musavvir. El Hâlık; hiç yoktan veya var ettikten sonra eşsiz benzersiz yaratan özne. El Bâri yarattıklarının ilk örneklerini kusursuz yaratan özne, El Musavvir ilk örnekleri eşsiz benzersiz tasarlayan özne.

………Kötülüğün ilk örneği olmak diye bir başlığım var, İsrailoğullarının Yahudileşme tarihinde dönüm noktası nedir? Buzağıya tapmak. Büyük bir felâketten kurtulmuşlar, Hz. Mus gibi bir önderleri var firavun gibi bir belâdan kurtulmuşlar, gözlerinin önünde firavun bir ayetle muhatap olmuş mucizevi bir belâya uğramış, bunu görmüşler, bunu yaşamışlar. Ama Hz. Musa Tûr’a vahiy almaya çıktığında bir buzağı yapmışlar Samiri’ye, hem de İsrail oğullarına takı yapmak için Mısır’lıların verdiği ödünç altınlardan yapmışlar, hırsızlık altın bu da ve bundan demek ki hırsızlık mal işe yaramıyor, yani en sonunda dönüp dolaşıp insanın başına buzağı oluyor ve tapmaya başlamışlar. Öyle bir sanatkârane yapmış ki rüzgâra koyduğunda ağzından giren yel arkasından çıkıyormuş, bu da onu ses çıkaran buzağı, canlı gibi algılatıyormuş. Cahil halk onu böyle ses çıkarır görünce başlamışlar tapınmaya.

………Niye buzağı? Çünkü Mısırlılar anasına tapıyorlar, hator diye bir tanrıları var Mısır’ın inek. Ben ineğin başının altında firavun heykellerini gördüm. Dev bir inek onun başının altında tahtında oturan firavun, Mısır Tahrir müzesinde var. Dolayısıyla inek Hator tanrısı. Yani o kadar köleliği içselleştirmişler ki, o kadar kendilerini aşağılamışlar, izzetlerini kaybetmişler ki eğer Mısır’lılar anasına tapıyorsa biz anasına layık değiliz, biz danasına tapalım demişler ve buzağıya tapmaya başlamışlar. İşte bunun üzerine inen ayet;

………Ve iz kale Mûsâ likavmihî ya kavmi inneküm zalemtüm enfüseküm Bittihazikümül’ıcle, fetûbû ilâ Bâriiküm. (Bakara/54) Hani Musa demişti ki kavmine, ey kavmim siz buzağıyı tanrı edinmekle kendinize zulmettiniz fetûbû ilâ Bâriiküm sizi örneksiz orijinal yaratan Allah’a tevbe edin. faktulû enfüseküm nefsinizi öldürün, yani içinizde ki buzağıya tapan neyse o çakal onu öldürün. Tabii bizim müfessirlerimiz birbirinizi öldürün demişler diyor, o gün akşama kadar birbirlerini öldürmüşler, 30.000 kişi gitmiş diyen var, 3.000 kişi gitmiş diyenler var. İyi de Yahudilere verilen 10 emirden birincisi neydi? Öldürmeyeceksin. Nasıl oluyor da hem Allah öldürmeyeceksin diyor, ondan sonra da birbirinizi öldürün diyor? Böyle anlaşılabilir mi? Eyvallah.

………zâliküm hayrun leküm ‘ınde Bâriiküm eğer bilirseniz Bâri iniz yoktan, örneksiz yaratanınız katında bu daha hayırlıdır. Çünkü tû bû diyor, ölen tevbe etmez ki, tevbenin gününü görmesi için yaşaması lazım. fetâbe aleyküm, inneHU HUvetTevvaburRahıym hiç şüphe yok ki Allah tevbeleri kabul eden bir merhamet kaynağıdır, rahmet kaynağıdır.

………Sözün özü ümmeti Musa üzerinden ümmeti Muhammed e bu ayette şu öğüt veriliyor; Ey El Bâri olan Allah sizi O sizi iyiliğin numunesi olabilecek bir ilk örnek yapmak istiyor, yani insanlık için sizi kalıp gibi dökmek istiyor, siz kalkıp ta kötülüğün kalıbı olmayın diyor burada.

………Bâri olan Allah’ın tecellileri: El Bâri olan Allah yarattığı her şeye imza attı değil mi? Kudret elinin değdiği her şeyde izi var. Farklı türlerin oluşturduğu ailelerin bir Adem’i vardır dedik onu söyledik. Kur’an da ismi geçen 28 peygamberin her biri bir prototiptir, bir kalıptır. Nûh kalıbı, İbrahim kalıbı, İsmail kalıbı, Lût kalıbı, Yusuf kalıbı, Yakub kalıbı, Musa kalıbı, İsa kalıbı, Muhammed kalıbı hepsine sâlâtu selâm olsun, evet birer kalıp bunlar.

………Nasıl bakacağız? Adem günah işleyene tevbesiyle bir prototiptir. Ey insan hata işlediğinde nasıl tevbe edeceksen bak Adem’e ondan öğren, pişman olmayı ondan öğren yani kusursuzluk iddiasının peşine düşme. Adem de günah işledi şeytan da. Fakat şeytanı şeytan yapan günahında ısrardı, Adem’i adam eden tevbeydi, günahında istiğfar etmesiydi. Dolayısıyla işte kalıp, et dünyanın bütün günahkârları sizin kalıbınız Adem olsun, prototipiniz, arketipiniz Adem olsun.

………Nuh, karada gemi yapanların kalıbı, prototipi, yani sıkıştınız değil mi, bir hakikati söylüyorsunuz sizi dinleyen yok. Nuh’sunuz, bir ömür uğraşıyorsunuz fakat kellim kellim lâ yenfa (konuş konuş bir fayda etmiyor) hiçbir fayda etmiyor. Söylüyorsunuz etkisi olmuyor, sen karada gemi yap arkadaş, devam et, senin kalıbın Nuh’tur, prototipin Nuh’tur, arketipin Nuh’tur, ilk örneğin Nuh’tur. Usanma devam et, sen doğrusunu yapıyorsun. Bakıyorsun o yanlış yapıyor, o yanlış yapıyor, o yanlış yapıyor, öyle ki artık bunalmışsın, yani yaptığının doğru olduğu belli, biliyorsun bunu. Ama herkes yanlış yapıyor. Hatta şöyle bir şey geliyor aklına, millet körse sen de şaşı davran. Yok millet körse özünü başkalarının gözü yerine de kullan, başkalarının da gözü ol, onların da ellerinden tut.

………Kör değil ama kör gibi davranıyorlar, asıl kör o zaten, Kör; gözü görmeyen değil gönlü görmeyendir. Bu anlamda görmüyorlar, görmek istemiyorlar. O zaman size düşen ne? Nuh gibi karada geminizi yapmaktır, doğruda ısrar etmektir, hakikate ısrar etmektir, cemaat budur. El Cemaatu alel Hakk velev kâne vahdet diyordu ya İbn. Mes’ud. Cemaat Hakk üzere olandır istersen tek ol. Tek te cemaat olur mu? Sen Hakk cemaatisin tek ol. Dolayısıyla karada gemi yapacaksanız kalıbınız Nuh’tur, prototipiniz Nuh’tur.

………Çağının Nemrud’unun ateşine maruz kalacaksan eğer İbrahim sin, dolayısıyla prototipin İbrahim’dir. Teslimiyetle sınananlara İsmail rehberlik eder İftiraya maruz kalanlara Yusuf rehberlik eder. Sarayda Prens ken Medyen de çoban olma durumunda kalanlara Musa rehberlik eder. Sen kötülüğün peşinde koşarken millet senin peşinde koşuyordu, ama sen iyiliğin peşinde koşmaya başlayınca arkan boşalıverdi. Al sana Musa. Sen bir zalimin yanındayken prenstin, sarayın üç adamından biriydin, ordu komutanıydın, Musa öyleydi. Prensti, ordu komutanıydı ve sarayda ölecek olan hükümdarın yerine gelmesi beklenen üç kişiden biriydi. Ama ne zaman ki sen sarayı terk ettin hiç kimse kalmadı etrafında, Hatta gittin Şuayb’a çoban oldun. Yani ordu komutanıyken dünyanın en büyük imparatorluğunun, gittin çoban oldun. O zaman senişn prototipin Musa’dır.

………Veyahut ta elin kirlendi, cinayet işledin, günah işledin, kirli bir ele sahipsin, elini nasıl temizlersin. Elini öyle bir temizleyeyim ki sadece temiz bir el olmakla kalmasın, temizleyen başkalarını aydınlatan bir el olsun, ışıyan bire el olsun, yedi beyza olsun. Nasıl yapayım? Musa’ya bak, Musa böyle yaptı. Senin prototipin Musa’dır, senin arketipin Musa’dır sen ona bak. Eyvallah.

………İçinden geldiği dini geleneğin yozlaşmış taraflarıyla mücadele edenlere rehber İsa’dır. Alemlere rahmet nasıl olunur diye soruyorsun, nasıl olayım da alemlere rahmet olayım, alemlere zahmet olmayayım diye, işte Muhammed AS. senin örneğindir, prototipindir, bak ona ondan örnek al.

………Dolayısıyla Bâri ismi aynı zamanda peygamberler üzerinden böyle tecelli eder. Her peygamber bir prototiptir onun için kendi durumuna bak, hatta hayatımızda farklı farklı olur bazen. İşiniz öyle bir açılır ki bir koyar yüz almaya başlarsınız tövbe tövbe yani ağzımdan yel alsın mı desem ne desem, neyse bir koyupta yüz almayın siz yine. Neyse bir koyup beş almaya başlarsınız, Allah açtıkça açar, açtıkça açar, nereye koyarsanız oradan gelmeye başlar, yani o anda bilin ki prototipiniz Süleyman ve Davud’dur. Yani siz servet ve iktidarla sınanıyorsunuz.

………Veyahut ta siyasete atılır adam, bakarsınız basamakları üçer beşer tırmanmaya başlamış, yani dün belediye başkanı, bugün şu, yarın o efendim, Allah Allah..! önü açılıyor, yani elini attığı yere çıkıyor. Bakarsınız haaa..! eğer iktidarla şımarır azarsanız, ben yaptım, ben kazandım mantığıyla bakarsanız, kendinizi biricik zannederseniz, vazgeçilmez zannederseniz belânızı buldunuz.

………Peki, ne yapmanız lazım? Orada yapmanız gereken şey prototipinize bakmak, Süleyman’a bakmak. Atınızı seyrederken dahi Allah’ı anmak, Karıncayı görünce dahi karıncadan ibret almak, karıncayı ezmeyen bir Süleyman olmak, anlatabiliyor muyum? Karıncanın sesini duyan bir Süleyman olmak. Dolayısıyla budur.

………Amin, Ya Bâri ya Allah! Örneksiz ve kusursuz tek yaratıcı sensin. Varlığın ilk örneklerini benzersiz var edensin, yaratmada eşsiz sanatını sergileyensin, bizi hilkatine sadık olanlardan eyle Allah’ım. Ya Bâri ya Allah! Bizleri gayba iman ile yükümlü tutan sensin, bizi gayba iman yerine gaybı taşlayanlardan eyleme Allah’ım. Bizi şehadet âlemini bilecek akılla donatan sensin, bizi imanına evhamını karıştıranlardan eyleme Allah’ım. Ya Bâri ya Allah! Kendini Âdem kılana esmanı nazil eylersin, bizi kendini Adem kılan bahtiyar kullarından eyle ya rabbi. Lûtfeyle bu aciz kulun Bâri isminin tecellisine ersin, bizi kendini iblis kılan bedbahtlardan eyleme ya rabbi. Amin, amin, amin! Ya mu’in.

………ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. (Yunus/10)

………Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.


ESMA DERSLERİ – 19 – EL BÂRİ’ (A)

$
0
0

365-el-bari-1

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

………“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

………Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 ………“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

………Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

………*****************************************************

………EL BÂRİ’

………Bir görüşe göre, el-Hâlık varlıkların menşei; el-Bâri ise, onları tedbîr edendir.

………Bilinmelidir ki: Ehl-i Hak, bu ismin saltanatını ve hükümlerinin zuhurlarını müşahede etmede farklı derecelerde bulunurlar, bu farklılık, onların keşif ve tahkikteki farklılıklarına bağlıdır.

………Bazıları, bu ismin eserini özellikle unsûrî yer olmak üzere bütün yaratıklar üzerinde görürler; bu ismin ulvî şeylerdeki tesirlerini görmezler. Bu guruptaki insanlara göre bu unsûrî yere ait yaratılışın dışında başka bir yaratılış vardır.

………Bazıları ise, bu ismin küllî-tabiat memleketinde genel tasarruf sahibi olduğunu kabul ederler. Böylelikle, onun tasarrufu altına ulvî-ruhânî, süflî-cismânî bütün tabiî sûretler girer. Bunlar, küllî heyûla mertebesinden zuhûr edip, varlığın nihaî mertebesine kadar olan şeylerdir. Bu nihaî mertebe, insan mertebesidir.

………Bunların dışında kalan Levh, Kalem, güçlü Melekler ise, başka bir yaratılışa sahiptirler. Nefes-i Rahmânî’den ibaret Amâ ise, bütün bunları kapsar.

………Bir rivâyette Hakkın kendi nefsini yarattığı da bildirilmiştir, fakat bunu akıllar kabul edemez, çünküakıllar onu anlayamaz ve akılların tavrının dışındadır. Bu ifadenin sırrına ise, sadece nübüvvet ve velâyet tavrındaki kimseler ulaşabilir.

………Bu meselenin bir nebzesini idraklere anlaşılır kılmak, şu şekilde mümkündür: Bilindiği gibi, Allah hakkında sözü olan herkesin kendi nefsinde Bu Allah’tır dediği bir şeyi tasavvur etmesi gerekir, böylelikle o şeye ibadet eder ve o, Allah’tır, O’ndan başkası değildir.

………Binaenaleyh her düşünce sahibi, kabiliyetinin mahallinde yarattığı bir şeye ibadet etmektedir; bu mahalde bulunan şey ise, sadece kendi düşünce gücünün yarattığı şeydir. İnsana bu tasavvur gücünü ise, sadece Allah vermiştir, şu halde, burada onu yaratan Allah’tır. İşte bu, söz konusu rivayetin anlamıdır.

………Ümmetlerin ve mezheplerin her ferdinin ve şahısların idrak vasıtalarında ve vehimlerinde ortaya çıkan birbiriyle çelişen ve birbirlerinden farklı bütün inanç suretleri, Hakkın ayetlerinin ortaya çıkması ve O’nun tecellilerinin şe’nleridir; bunlar, a’yânın hakikatlerinde tahakkuk ederler ve varolan şeylerin mazharlarında zuhur ederler. Bu tahakkuk ve zuhur ise, onların kabiliyet, özellik ve istidatlarına göre gerçekleşir.

………Mukaddes zâtı açısından Hakkın ise, gerçek mutlaklığı üzerinde bulunduğu gibi, zatında herhangi bir değişikliğin veya başkalaşmanın olması söz konusu değildir.

………Böyle bir şeyin gerçekleşmesinden Hak, uluvv-i kebir ile, müteâl ve münezzehtir. (Sadreddin Konevî- Esma-i Hüsna/63-64)

………***********************************************************

………BÂRİ’

………Talluk;

………Allah Teâlâ’nın Hâlık ismine neden muhtaç olunuyorsa, Bâri ismine de aynı nedenle ihtiyaç duyulur. Zira her ikisi de mucit anlamındadır. Yine Câmi manasında olan Selâm ismi için ileri sürülen ihtiyaç nedeni de aynıdır.

………Tahakkuk;

………Bu ismin tahakkuk boyutu, mucit anlamında ki Hâlık adıyla aynı paraleldedir. Bazen Bâri’ ismi yaratma ile bağlantılı olmayabilir. Bu nedenle “O Allah ki Hâlık ve Bâri’ dir.” (Haşr/24) buyrulmuştur. Anlamı bahsedilen kargaşa ve ayrışmazlıktan uzaktır demektir.

………Allah’ın mahlûkata yönelik genel kanunu şöyledir. Bir şey yaratıldığında (İhtira) daha önceden onun gibisi var değildir. Burada temel mesele her mevcut mükemmel yaratılmıştır. Ortaya çıkaran varlık kendine özgü, kendisiyle uyumlu bir oluşum içerisindedir. Hak Teâlâ benzer oluşumları oluşturmaktan münezzehtir.

………Tahalluk.

………Ömer b. Hattab, Ebu Bekir Sıddık’ın huzuruna girdi ve “nasılsın” diye sordu. O da “İnşallah rahatsızlıktan kurtuldum.” (Bârien) dedi.

………Mü’min kul bu isim sayesinde bütün varlıkların kendisine etki etmesinden uzak kalır. O Rabbinin iradesi istikametinde başkalarını yönlendirir. (İbn. Arabi/Allah’ın isimlerinin sırları ve manalarının keşfi-60)

         BÂRİ’ OLMAK MERTEBESİ

………Yaratıklar Allah’ın iyiliği nedeniyle yaratılmış,

………Bu nedenle âlem O’nun suretinde.

………Varlığında sürekli O gezinir,

………Ahlakından bilinen iyilikle.

………Bu mertebenin sahibi Abdulbâri diye isimlendirilir. Arkadaşlarımızın bir kısmı bu mertebeyi özellikle unsuri âlemde topraktan yaratılmış olanlara tahsis etmiştir. Onun dışında ki yaratılmışların bu mertebeden payı yoktur. Toprak unsurundan yaratılmış olanların dışındakilerin ise başka bir yaratılışı vardır. Bazı arkadaşlarımız doğanın toprağından yaratılan her şeyde yaratma işini tek kabul etmiştir. Onlara göre heyula (korku verici, ürkütücü hayal) cevherinden kendisinde ortaya çıkan suretlere kadar bütün doğal suretler bu yaratılışa dâhildir. Buna karşı levha, kalem ve Müheyyeme melekleri bu yaratılışın kapsamı dışındadırlar. O kısımdaki varlıkların başka bir yaratılışı vardır.

………Bütün bunlar Rahman’ın nefesi demek olan ve O’nun dışında ki bütün suretleri kabul eden Amâ’da yaratılmıştır. Bununla birlikte Hakkın kendisi adına da yaratma ifadesi geçmiştir. Fakat anlayamadıkları için akıllar böyle bir ifadeyi reddetmişlerdir. Hâlbuki akıllar Allah’a dair görüş sahibi herkesin “Allah” dediği bir tasavvuru nefsinde meydana getirdiğini fark etmemişlerdir. Herkes nefsinde meydana getirdiği o tasavvura ibadet eder. O da –başkası değil- Allah’tır. Bunun yanı sıra söz konusu tasavvuru bulunduğu mahalde yaratmış olan bizzat Allah’tır.  Allah’ın (inançlarda) yaratılması hakkında ki ifadenin anlamı budur.

………Allah hakkında görüş söyleyenlerin bakışlarının değişmesiyle söylenen görüşler de değişmiştir. Her düşünce sahibi kendi mahallinde ve kalbinde var olan yaratılmış bir surettir, yoksa Hak, ilâh değildir. Hak o kişiye bu surette, yani o görüşte tecelli etmiştir. Bununla birlikte O‘nun hakikati kendisi bakımından birdir. Sadece biz O’nu böyle idrak ederiz. Uleym el Esved eliyle sütuna vurmuş, sütundan bakanın görebileceği şekilde altın ortaya çıkmış! Hadiseyi gören kişi susup kalınca el Esved ona şöyle demiş; “Be adam Hakikatler başkalaşmaz fakat rabbin karşısında ki hakikatin nedeniyle sen böyle gördün”

………Burada hakkın her inanç sahibinin inancı suretinde zuhur etmesine işaret etmiştir. Bu yönüyle Hak melek, cin, insan, taklitçi veya düşünce sahibi gibi akide sahibi herkesin nefsinde yaratılmış haktır.  (el Hak el Mahlûk bihî) Buna mukabil peygamberler Allah hakkında değişmeyen ve başkalaşmayan bir görüş getirmişlerdir. Önceki peygamberlerin Allah hakkında söylediği, sonra gelenin söylediği görüşün aynıdır. Son peygambere kadar Allah’tan bilgi veren bütün peygamberlerde durum böyledir. Onlar, söz konusu bilginin Allah’ın vahy ettiği bilgi olduğunu söylemişlerdir. Böyle olmasaydı akılcıların görüş ayrılığına düşmesi gibi Allah hakkında görüş ayrılığına düşerlerdi. Demek ki peygamberler Hakka en yakın kimseler, hatta onlar –sonraki öncekini, önceki sonrakini tasdik ettiğine göre- Allah’a dair sadece doğruyu getirenlerdir. Bu görüşü teorik olarak akıl kesinlikle ortaya çıkartmaz fakat keşif bu hükmü verir.

………Her halükârda Allah hakkında inanç sahibi olanlar arasından kurtuluşa en yakın olanlar, O’nun peygamberlerin dilleriyle bildirdiği haberlere inananlardır. Çünkü Hakkın doğru sözlü olduğunu biliriz. Allah hakkında verilen hüküm belirli bir şekilde doğru olmasaydı peygamberlerini kullarına elçi olarak göndermezdi. Bu hükmün inanç sahibi herkeste ortaya çıkan bir yönü olmasaydı Allah kendisini –peygamberlerin dilleriyle- inançların suretlerinde halden hale girmekle nitelemezdi. Her inanç sahibinin nefsinde Hakka dair bir suret yaratılmıştır. Ve sureti var eden kişi onun var olurken dayandığımız Hak olduğunu ileri sürer Dolayısıyla yaratılmış ancak yaratılmışı görebilir. Çünkü ancak kendi inandığını görür. Hak ise –gerçekte değil-  görenin ve akıl sahibinin gözünde bu suretleri kabul eden hakikati yönüyle bunların ardındadır.

………“Allah âlemlerden müstağnidir.” (Ankebut/6)

………Kastedilen her iki âlemdir. Nitekim zengin için malı nedeniyle başka bir maldan müstağni olduğunu söyleriz ve mal kişininmüstağnilik özelliği kazanmasını sağlar.

………Burada ince bir keşif meselesi vardır; Bir şey kendine muhtaç olmaz. Allah ise kendi nedeniyle kendinden müstağnidir.

………“Ey insanlar siz Allah’a muhtaçsınız, Allah zengin ve övülendir.” (Fatır/15)

………Yani Allah size muhtaç değildir Allah’ın övülen olması bütün övgülerin O’na dönmesidir. Allah ancak varlıklarımız nedeniyle, bizim vasıtamızla övülür.

………Allah’ın bulunduğumuz durumdan tenzihine gelirsek O bizim vasıtamızla övülmüştür. Demek ki Allah bizim vasıtamızla müstağnidir. Çünkü O’nun zengin ve müstağni olması, bizden müstağni olması demektir. Başka bir ifadeyle müstağniliğin Hakkın sıfatı olabilmesi için bizim varlığımız gerekir. Konuyu anlamak isteyen Allah’ın kendisini isimlendirdiği her ismi dikkatle düşünmelidir. O isimler bizi talep ettiği için bizim var olmamız gerekir. Bu nedenle bizden müstağni olmak bizimle birlikte gerçekleşir.

………Ulûhiyyet hükmü mehulâ (İlâhın kulu), rububiyet hükmümerbuba, (Rabbin kulu), Kâdir’in hükmü makdura (güç yetirilen) bağlıdır. Rububiyetin bir sırrı vardır ve o sır ortaya çıksaydı rububiyet batıl olurdu. Aynı şekilde rububiyetin başka bir sırrı daha vardır ki o sır ortaya çıksaydı nebîlik anlamsız olurdu. O sır akli düşüncenin delilleriyle O’na dair verdiği hükümle ilgilidir. Allah o hükümle tecelli etmiş olsaydı peygamberlerin aklın kabul etmediği hususlarda Allah’tan verdiği haberler geçersiz olurdu. Halbu ki haber verenin doğru sözlülüğü akılca ispatlanmıştır. Bu durumda peygamberlerin verdiği haberler ya reddedilir veya kabul edilir.

………Bu durumda akıllar gelen haberi kabul ederken kendisinde Allah ile yarattıkları arasında ortaklığı bildiren anlamı reddeder. Birinci anlamı reddettiğinde onun için peygamberliğin hükmü batıl olur. Aynı hükümler (“Allah nerededir? Sorusuna göğü işaret ederek cevap veren) cariye köle ve benzeri kimselerin nezdinde sabittir. Hâlbuki nübüvvet parçalanmaz ve bir parçası reddedildiğinde bütünü reddedilmiş demektir. Allah bazı insanların şöyle dediğini bildirir;

………“Bir kısmına inanır bir kısmını inkâr ederiz, onlar bunun arasında bir yol edinmek istiyorlar. Onlar gerçek kâfirlerdir.” (Nisa/150)

………Onlar küfür tarafını imana yeğleyenlerdir. Küfür tarafını yeğlemek ise haber verenin birliği ile haberde – herhangi bir sınırlama olmaksızın- doğru söylemesinden kaynaklanır. O’nun yalan söylemesi imkânsızdır. Aklın reddetmiş olduğu hususlarda peygamberlerin verdiği haberlerin bir yönü ile doğru olması kaçınılmazdır. Bu nedenle mü’min nazarî (teorik) aklıyla hareket ederse tevil ederken tevilde aciz kaldığında böyle ifadelerin bilemediği bir yorumu olduğuna inanır. “O yorumu ancak Allah bilir” Der ve yorumu bilmeyi O’na bırakır. Fakat lafzın zahiri anlamıyla değil, kendisinin bilmediği bir teville O’na havale eder. Allah ehline göre bir kelimenin kapsamı altına giren bütün anlamlar doğrudur. Onlar gerçek mü’minlerdir ve Allah mü’minler için;

………“Büyük bir mağfiret ve ecir hazırlamıştır.”  (Ahzab/35)

………(İbn. Arabi – Fütühat-ı Mekkiye/Cilt/16-251-252)

………***************************************************************

………EL BÂRİ’

………Bu kerim ad Hak Teâlâ’nın A’râf suresinden istihraç edilen güzel ad­larından ilkidir. Aynı surenin 29. ayetinde Hak Teâlâ,

………Sizleri nasıl başlatıp yarattı ise yine öylece O’na döneceksiniz.” Â’raf/29) Buyurmaktadır.

………Üç İmamdan yalnız Beyhakî bu ad hakkında lüzumlu açıklamalarda bulunmuştur. Bunun manasına gelince, ilk olan mahlûkatı fiilî olarak yaratmış; çünkü halkten önceleri bir şey yoktu. Zira bu adın içinde Bedî’, adının manası bulunmaktadır.

………Şunu bil: Mevcud olan mevcudu başlangıçtaki bedavet hal ve hayatı sonradan izleyerek ona yetişmiştir, insanlar bu dünyada yeni yaratıklar değildirler. Çünkü başlangıcın bir başlangıcı yoktur. Çünkü O fi’len bedavetten değil yaratıcıdır. Zira Hak Teâlâ bu hususu şöyle işaret etmektedir:

………“Allah vardı ama yanında bir şey yoktu, daha sonraları halkı yarattı, rızkını da yaymış oldu.” Zira başlangıcın başlangıcı olmadığı için Hak Teâlâ bu cihetten hîtab etmemektedir. (Allah’ın selamı üzerine olsun)

………Peygamberler insanların akıl ölçülerine göre onlara hitapta bulundular. Zira hayatın başlangıcı ve sonu olmadığından bidayette insanların akılları idrak etmiyordu. Zira her âlemin bir sözcüsü vardır. Fakat bütün âlemlerin sözcüsü yoktur, demek değildir. Özellikle bu konu mahcup akıllar için anlaşılması çok zor bir meseledir. Çünkü bu gibiler varlığa tabi olan son­suzluğu düşünemiyorlar.

………Bunun makul olanı, başlangıç hakkında bir hitap olmadığını ve bizlere olan hitabın bu aleme izafe edilmiş olan başlangıcı olduğunu bilmiş olursan o vakit Bâri’ adının manasının bizlere hitap edildiğini ve bu alemle alakası olduğu anlaşılır.

………Daha önceleri ne başlangıçta ve ne de sonsuzluğa dek hiçbir alemden diğer bir aleme hitap edilmemişti. Hak Teâlâ’nın vüs’atına layık ve yakışan da budur. Âlemin kıdemi hakkında söz etmenin lüzumu yoktur. Ancak yaratıcı olan Hâlık Teâlâ’nın kıdemi yanı eskiliği vardır.

………Bu adı müşahede eden bir kimse, Hak Teâlâ’yı başlangıcındaki gibi görmüş olur. Zira Hak Teâlâ başlangıcı bulundurmuştur ki, bununla ha­berleri vermiş olsun. Çünkü her başlangıcın bir haberi vardır, İşte bütün bunlar yaratmış olduğu dünyasında ve ahiretinde Hak Teâlâ’nın hal ve sözlerinin hükümleridir. Bütün bunlar şerefli buyruklarındandır. Hak Teâlâ herhangi bir haberi haberci ile haber vermesi haberlerin şartından değildir. Zira nefis zatının hal ve sözlerini, fiillerini hazırlayıp vücuda ha­ber vermektedir. Bütün bu haberler hal diliyle olmaktadır. Dolayısıyla başlangıcı böyle haberlerini de böylece başlatmış oldu. Bu ad, haberlerle ve bu haberlerin vericileriyle ihata edilmiş bulunmaktadır. Bu adı zikir eden bir kimse sahrada bedavetin başlangıcını görerek faydalanmış olur. Aynı zamanda Yüce Allah’ın Bârî admı müşahede etmiş olur. Allah en doğrusunu bilir. (Afifüddin Süleyman et-Tîlmsâni/Esmaü’l-Hüsna-129-130)

………****************************************************************

………EL BÂRİ’

………Yüce Allah’ın bu ismi Kur’an da şöyle geçer;

………O Allah ki yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var eden (Bâri’)dir. (Haşr/24)

………Bâri’, varlıkları yokluktan varlığa çıkaran, takdir ettiği ve kararlaştırdığını varlık sahasında ortaya koyan demektir. Zira bir şeyi takdir eden ve dü­zenle­yenin, bunu gerçekleştirmeye ve varlık sahasına koymaya gücü yetmeye­bi­lir. Ancak Allah böyle değildir. O, karar veren ve bu kararı uygula­yıp ha­yata geçirendir.

………Kurtubî, “Bâri’, yoktan var eden, ortaya çıkaran demektir” der.
el-Halîmî ise bu ismin iki manaya geldiğini söyler ve bunu şöyle açıklar:

………1 – Varlıkları, onlar hakkındaki bilgisine göre var etmesidir. Şu âyet bu an­lama işaret etmektedir.

………Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana ge­len herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazıl­mış) olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır.”  (Hadîd/22)

………Kuşkusuz Al­lah’ın bir şeyi var etmesi ve onu itiraf edip dile getirmesi, Allah’ın o varlığı ani­den ve daha önce bilgisi olmadan yarattığı anlamına gelmez. O, herhangi bir varlığı var etmeden önce bilgi sahibidir. Yaratma anında O’na “Bedî” adı verildiği gibi “Bârî” adı da verilmektedir.

………2 – Bâri’den maksat, eşyaları şekle, kalıba, modele sokandır. Yani O, suyu, toprağı, ateşi ve havayı yoktan yarattı. Daha sonra bu madde­lerin karışımın­dan çeşitli cisimler yarattı. Aşağıdaki âyetler bu anlama işaret etmekte­dir.

………“Her canlı şeyi sudan yarattık.” (Enbiya/30)

………“Sizi topraktan yaratmış bulunması, O’nun ayetlerindendir.” (Rûm/20)

………Hani Rabb’in meleklere: “Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yarataca­ğım” demişti.” (Sad/71)

………“İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı. Cânn’ı (cinni) da ya­lın-dumansız bir ateşten yarattı.” (Rahman/14-15)

………“Andolsun, biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su dam­lası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damla­sını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak’ı bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarat­tık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka ya­ratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.” (Mü’minûn12-14)

………Buna göre “Bâri’, var eden ve yaratan anlamına gelmektedir. “Be-re-e” kökünden gelen “el-Beriyye” de varlıklar, yaratılanlar anlamına gel­mekte­dir. Bu da Bâri’nin yaratma ve var etme anlamına geldiğini göster­mektedir. O halde Allah, Bâri’ / yaratandır. Çünkü O, bütün bu bedenleri, cisimleri yokluk­tan varlığa çıkarmıştır.

………Ebû Süleyman el-Hattâbî, Bâri’ ismi hakkında der ki: “Bâri” adı, diğer varlık­lardan daha çok canlı varlıklar için kullanılır. Örneğin, “Bere’allahu’l-in­san / Allah insanı yarattı” denilir. Ancak “Bere ‘allahu’s-sema ve’l-ard / Allah yeri ve göğü yarattı” denilmez. Hz. Ali’nin “Taneyi yaran ve nefes alıp veren canlıları yaratan Allah’a Andolsun ki” şeklinde yaptığı ünlü yemini bu anlama işa­ret etmektedir”. (Razi-Tefsir)

………BU İSMİ BİLMENİN FAYDALARI

………Allah’ın Bâri’ ismini bilmenin üç faydası vardır bunlar;

………1 – El Halîmi der ki; “Allah’ın yaratıcı olduğunu kabul etmek, O’nun aynı zamanda Bâri’ olduğunu da kabul etmektir. Allah’ın yaratıcı ve Bâri’ olduğunu kabul eden, kendisinin daima bir halden başka bir hale geçtiğini ve sonuçta bu varlığının mutlaka son bulacağına inanır. Bu inanç ona kendisini ve bütün insanları yoktan var eden Allah’a tam bir teslimiyetle teslim olmasını sağlar. (Beyhaki)

………2 – Bâri’ ismini bilmenin bir faydası da şudur; Olayların gerçek yaratıcının Allah olduğunu bilen kimse, meydana gelen olaylardan derinden etkilenmez. Kalbini derin üzüntüler sarmaz, sırlarının bilinmesinden korkmaz. Nefsinin egemenliğinden ve dürtülerinden kurtulur. Rabbinin yaratıcı olduğunu bilen O’nu yasaklarından şiddetle kaçınır ve daima O’na sığınarak konuşur. (Razi)

………3 – Bu ismi bilen, her şeyin Allah’ın elinde olduğunu ve O’nun emri ile gerçekleştiğini bilir, O’ndan başka yaratıcının olmadığını anlar. Böylece en mükemmel şekilde O’na kulluk yapmaya çalışır. O’nun bütün emir ve yasaklarını samimiyetle uygular. İşte varlıkları yaratan, onları varlık sahasına çıkaran ve zamanı yönetene böyle ibadet edilir. (Iz.b. Abdüsselam-Şeceret’ül mearif ve’l-ahval) (İbn. Kesir*Kurtubi*Beyhaki*es Sadi* İbn. Kayyım el Cevziyye/Esmaü’l-Hüsna/41-43)

………**********************************************************

         EL BÂRİ’

………(BİR ÖRNEĞİ OLMADAN CANLILARI YARATAN)

………İnnelleziyne amenû ve ‘amilussalihati ülâike hüm hayrülberiyyeh. (Beyyine/7)

………İman edip salih amel işleyenlere gelince halkın en hayırlısı da onlardır.

………Alimler “el Buraye” bir model olmaksızın yaratma kelimesinin halk (Yaratma) ve tasvir (Şekil verme) kelimeleri arasında bir şey olduğuna icma etmişlerdir. Bu durum Esma-i Hüsna tertibine de uygundur. Çünkü tertip “elHâlik’ul-Bâri’ul-Musavvir” şeklindedir. Bu durumda ise tasvir takdiren evvelce olup “Buraye” ise bunlar arasında geçmektedir.

………“El Bâri’”, “Ber” veya “Buru” mastarından gelmiş olup, “bir şeyin diğer bir şeyden kurtuluşu, hoş olmayan hastalık, kusur vb. şeylerden azade olma” manasına gelip Hastalıktan bir kimsenin kurtulması veya borçlunun borcunu eda etmesi halinde bu kelime kullanılır. İşte bundan dolayıdır ki Allah’ın bu güzel ismi ile Cenab’ı Hakka; bela, musibet ve afetlerden kurtulmak için dua ederiz.

………El Bâri’ in Mahlûkatın özünü afetlerden koruması manasına alınması da muhtemeldir. Hatta bu kelimeyi takdir ve ilk yaratılış  metafizik aleminden fizik alemine geçiş anlamlarına da almak da mümkündür.

………Âlimler Haşr suresinin son ayetinde ki yaratmakla ilgili Hâlık, Bâri’ ve Musavvir isimleri arasında ki farkı; Hâlık yaratılacak şeyin bütün ayrıntılarını bilip takdir eden, Projelendiren,

 ………Bâri’ bunu fiilen uygulama sahasına koyup meydana getiren Musavvir kendine has özelliklerini verendir şeklinde belirtmişlerdir. (Bekir Topaloğlu-“Bâri’”DİA.V.73)

………Ayrıca fiil ve sıfat sığalarıyla “yaratmak, beri” olmak manasında Allah’a nispet edilmektedir. (Prof. İzzeddin Cemel- El-Esmaü’l Hüsna(164-165)

………*************************************************************

………EL BÂRİ’;

………Yaratmak, hasta iyileşmek, iyi niyetli olmak, borç, ayıpvs. Den kurtulmak uzaklaşmak, uzak olmak anlamlarında ki “b –r – e” kökünden türeyen Bâri’; İcat eden, ayıp, kusur vs. den kurtulan demektir.

………Allah’ın sıfatı olarak el Bâri’; Yaratan, örneği olmadan varlıkları icat eden anlamına gelir.

………Kur’an da bu isim “Hâlik” ve “Musavvir” isimleriyle birlikte Haşr/24 ayeti ile Yahudilere hitap eden bir ayette geçmektedir.

………HUvAllâhul Hâlik’ul Bâri’ül Musavviru .. (Haşr/24)

………“O Allah, yaratan, var eden, varlıklara şekil verendir.

………… fetûbû ilâ Bâriiküm… (Bakara/54)

………“Sizi var edene Tevbe ediniz.”

………Afet, hastalık bela vb. musibetleri var etmesi de Kur’an da bu kelime ile ifade edilmiştir.

………Ma esabe min musıybetin fiyl’Ardı ve lâ fiy enfüsiküm illâ fiy Kitabin min kabli en nebraeha inne zâlike ‘alAllâhi yesiyr. (Hadîyd/22)

………Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i Mahfuz) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır.

………Allah’ın bu sıfatı (Hâkim en-Nişabûrî, Beyhakî, İbn. Hibban, Tirmizi, ve İbn. Mace’nin el esmaü’l-Hüsna ile ilgili rivayetlerinde geçmektedir. (Doç. Dr. İsmail Karagöz-Esma’i-Hüsna/193)

………******************************************************

………EL BÂRİ’

………Bu vasfı genel olarak “Hâlık” manası verilirse de aradaki ince farklara da temas edilir. Hâlık; Hikmetinin gereğine göre varlıkları takdir eden,

………El Bâri’ ise; onları düzensizlikten berî olarak icat edendir. (İbn. Kesir)

………“El Bâri’; Bir misali olmaksızın varlıkları icat edendir” (En nihaye)

………Yahut; “Varlıkları muhtelif şekilleriyle birbirlerinden temyiz edendir” (Zemahşeri)

………“İnşa edendir” (et Tabersî)

………El Halim’ye göre bu isim iki anlama gelebilir. Birincisi kendisince malûm olan mahlûkat nevilerini icad edendir.

………Gerek yerde, gerek nefislerinizde hiçbir musibet vukua gelmez ki bu bizim onu (veya o nefisleri) yaratmamızdan (nabra’a-ha) önce, mutlaka bir kitapta olmasın.” (Hadîyd/22)

………Ayeti buna işaret eder.

………Allah, Bedî vasfıyla yaratıkları yoktan yaratırken var edeceği şeyleri daha önceden bilmeden ansızın ibda’ etmez. O’na göre Bâri’ ismi ibda’ fiiline, ne yapacağını önceden bilmek unsurunu katar.

………İkincisi “Varlıklara bir kalıp veren” anlamıdır. Su, toprak, hava, ateş gibi unsurları yoktan var edip onlardan da muhtelif cisimleri yaratmıştır. Bara’a el-kavvasu el kavse. (yay ustası yayı yaptı.) derken “mevcut olan maddelerden daha önce olmayan bir surette bir şey yapmak” anlamı vardır. Allah hakkında ibda’ fiilini kabul etmek ber’ fiilini de kabul etmeyi gerektirir. Ber’ maddesinde, iki asıl vardır, birisi yaratmak öbürü uzaklaştırmak, kurtulmaktır.

………El Beydavî’ye göre bu maddenin aslı bir şeyin başka bir şeyden arınmasıdır Bu arınma ya kurtulmak (Hastanın hastalığından, borçlunun borcundan kurtulması sevilmeyen kimselerden veya şeylerden berî olmak gibi.) Yahut inşa etmek yapmak suretiyle olur.(Allah’ın Âdem’i çamurdan inşa etmesi gibi).

………BR maddesi inşa etmek ve yaratmak anlamında olarak Kur’an da çok az varid olmuştur. Dikkati çeken durum şudur ki bu yaratmak manası her zaman “canlı mahlûkların” yaratılması söz konusu olduğunda bulunmaktadır: M.R.Arnaldez de bunu mülahaza eder. Ancak Hadîyd/22 ayetinin güçlük çıkardığını söyler. Halbuki tefsirlere göre bu ayette de yaratma, orada zikri geçen nefislere de taallûk edebilir. Bu maddenin canlılarla ilgili kullanışı için; (Beyyine/6-7, Bakara/54, Haşr/54)

………Bâri’ vasfı üç yerde görülür. İkisi İsrail oğulları hakkında Bâr’l-küm, yaratıcınız diye geçer, Bir ayette de eliflâmlı olarak zikrolunur.

………O öyle Allah’tır ki Hâlık, Bâri’, Musavvir’dir. En güzel isimler onundur.” (Haşr/24)

………Bu ayette sıra ile gelen üç vasfın icraatı arasında da bir derecelenme düşünmek mümkündür. Bunlardan önce ilk sırada burada zikredilmeyen ibda’ vardır.

………1 – İbda’,

………2 – Takdir ve şekil verme,

………3 – İnşa ve tesviye

………4 –  Belirli sureti verme.

………Öbür yandan şu pasajda da bu tertibi bulmak mümkündür;

………Ey insan nedir Kerîm rabbine karşı seni aldatan? O Rabb ki seni yarattı (halaka-ke) ardından düzgünleştirdi (fesevvâ-ke) ve (azalarını) denkleştirdi. (fe ‘adale-ke) ve dilediği surette (Fî eyyi suret-in) seni terkib etti.” (İnfitar/6-7-8)

………Burada yaratmak Hâlık, düzgünleştirme ve denkleştirme Bâri, suret verme ise Musavvir isimlerinin icraatıdır. Böylece Kur’an ın îradından Bâri vasfının daha hususi ve canlılarla ilgili bir yaratmayı ifade ettiği anlaşılmalıdır. (Prof. Dr. Suad Yıldırım/Kur’an da ulûhiyyet-256-257)

………****************************************************************

………EL-BÂRÎ

………A – Bârî isminin lügat anlamı:

………Ber, bür veya Bürû‟ mastarlarından türeyen el-Bâri ismi; yaratmak, yontmak, tesviye etmek, beri etmek anlamlarına gelmektedir. Allah’ın ismi olarak Kur’an’da üç kez zikredilir.

………B – Bârî isminin ıstılah anlamı:

………1 – el-Bârî; her varlığı bir ana maddesi, örneği, modeli, plan ve projesi olmadan yaratandır.

………2 – el-Bârî; bütün mahlukatın türlerini yaratandır.

………3 – el-Bârî; ne yaratacağını veya ne yapacağını önceden bilendir.

………4 – el-Bârî; kalıp ve şekil veren, düzgünleştirendir.

………5 – el-Bâri; yaratılmışların özelliklerini (ayıp, kusur, eksik vb.) taşımaktan uzak ve beri olandır.

………Allah; el-Hâlık ismiyle insanı yaratmayı takdir etmiş, onun plan ve projesini çizmiş, el-Bârî ismiyle de bütün mahlûkatı farklı farklı, türlü türlü yaratmıştır. Yaratmasında bütün beşeri zaaflardan, eksik ve kusurlardan uzak olandır.

………C – Bârî isminin Kur’an içerisinde incelenmesi:

………“O Allah; Hâlık’tır, Bârî’dir, Musavvir’dir. En güzel isimler O’na aittir. Göklerde ve yerde olanlar O’nu tesbih etmektedir. O Aziz’dir, Hâkim’dir.” (Haşr/24)

………“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen her bir musibet, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (nebrae) yazılmıştır. Şüphesiz bu Allah’a göre çok kolaydır.” (Hadid/22)

………“…Öyleyse yaratıcınıza (Bârî) tevbe edin…” (Bakara/54)

………D – Bârî isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

………1 – Allah, el-Bârî ismiyle gerçek Müslümanları kâfirlerin hilelerinden ve tuzaklarından koruyacaktır:

………Ey iman edenler! Sakın siz de Musa‟ya eziyet edenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu, dedikleri şeylerden temize çıkardı, beri kıldı. O, Allah’ın yanında şerefli idi.” (Ahzab/69)

………Rabbimiz kendisi bütün eksik ve noksan sıfatlardan münezzehtir. Gerçekten katında şerefli olan kullarını ise kâfirlerin ve müşriklerin söylediği şeylerden uzak kılacak, onları temize çıkaracaktır. Nitekim Rabbimiz Hz. Musa’yı onların söylediklerinden beri kıldı. Hz. Yusuf’u yedi yıl sonra bile olsa iftiralardan temize çıkardı. Peygamberinin sevgili eşi Hz. Aişe‟nin temiz ve iftiralardan uzak oluşunu vahiyle bildirdi.

………Bizler de peygamberlerin ve ashabın yollarını takip ettiğimiz sürece Allah katında şerefli bir konuma ulaşacağız. Allah, katında şerefli olan bir kulu, dünyadayken rezil-rüsvay etmez. Bütün komplolardan, tuzaklardan, iftiralardan, kara lekelerden onu korur. Sıkıntı verse de sonunda mutlaka yüzünü temize çıkarır, alnındaki kara lekeleri siler, yok eder.

………2 – Allah kafir ve müşriklerden beri olduğunu ilan etmiştir. Bizden de onlardan beri olduğumuzu ilan etmemizi istemiştir:

………Bu, hacc-ı Ekber gününde Allah ve Resulünden insanlara kesin bir bildiri ve ültimatomdur: Allah ve Resulü müşriklerden beridir, uzaktır…” (Tevbe/3)

………el-Bârî ismiyle öğrendiğimiz şeylerden biri de budur. Nasıl ki, Allah ve Resulünün kâfirlerle, müşriklerle bir bağı yoktur, bizim de olmayacaktır, olmamalıdır. Onlara itaatten ve onlarla dostluk kurmaktan beri olmalıyız. Onların taptıkları ilahlardan ve putlaştırdıkları değerlerden uzak olmalıyız. Rabbimiz bize onlarla uzlaşmayı değil, onların karşısında yer almayı emretmiştir:

………“…De ki, O ancak bir tek ilahtır. Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım.” (En’am/19)

………Öyleyse bizler de yeryüzündeki bütün sahte ilahlara, onlardan beri olduğumuzu ilan edeceğiz. Rabbimiz bize bunu emretmiş, ayrıca bizi “En güzel örnekler” ile desteklemiş, bize yol göstermiştir:

………“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz! Siz bir tek olan Allah’a iman edinceye kadar, bizimle sizin aranızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir…” (Mümtehine/4)

………Kâfirlerle ve müşriklerle aramızda bir sevgi veya dostluk bağı olmamalıdır. Onlar ne zaman ki, tek bir Allah’a iman ettiler, o zaman bizim dostlarımız ve sevdiklerimiz olurlar. Ama o güne dek aramızda kesin bir düşmanlık, öfke ve kin vardır. Bu şartlar altında onlarla dostluk ilişkisine girmemiz mümkün değildir.

………“Allah inananlara Firavunun eşini örnek olarak gösterdi. Hani o: “Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap. Beni Firavundan ve onun kötü amelinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar.” demişti.” (Tahrim/11)

………Hz. Asiye zayıf ve zavallı bir konumda iken işkence ve zulüm altındayken kocasının gücünü, kuvvetini ve acımasızlığını en iyi bilirken bu sözleri söyledi. Zulmün sarayında Allah’a iman eden sadece kendisiydi. Buna rağmen gizlenmedi, saklanmadı. Kendisinin Firavunun amelinden beri ve uzak olduğunu herkese söyledi. Zalim ve kâfir bir eşle arasındaki bağı iman bıçağıyla kesti, kopardı.

………3 – Kâfirlerden beri olduğunu ilan etmeyen kimseler, kıyamet gününde onlardan uzak olmak isteyecekler ancak bu beraetin kendilerine hiçbir faydası olmayacak:

………“Sakın zulmedenlere meyletmeyin, sonra size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım göremezsiniz.” (Hud/113)

………Dünyadayken müşriklerin ve kâfirlerin yanlarında yer alanlar, onlara dalkavukluk yapanlar var ya, onlar bu yaptıklarının ahirette hiçbir faydasını görmeyeceklerdir. Elde ettikleri tek şey, ateş olacaktır.

………İşte o zaman görecekler ki, kendilerine uyulup arkalarından gidenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar. İki taraf da azabı görmüştür. Nihayet aralarındaki bütün bağlar kopup parçalanmıştır.

………Onlara uyanlar şöyle derler: “Ah, keşke dünyaya bir kez daha dönmemiz mümkün olsaydı da, onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, içlerini pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar.” (Bakara/166-167) (Dr. Ramazan sönmez.)

………*******************************************************

………EL BÂRİ’

………el-Bâri’, vücuda getirdiği her şeyin âza ve cihazını, herhangi bir modele bağlı kalmadan yoktan var edip, birbirine uygun yaratan, kusursuzca var eden demektir.

………O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nu tesbih ederler. O, Azîz (gâlib olan ve her şeye gücü yeten)dir, Hakîm (hüküm ve hikmet sahibi)dir.” (Haşr/24)

………Şimdi, aynanın önüne geçin ve ilk defa görüyormuş gibi, kendinizi seyredin dostlar! Ve size vereceğim şu oranlara bakın!

………İki gözünüz arasındaki mesafe, tam bir göz boyuna eşittir!

………Kafamız, bedenimizin sekizde biri kadardır!

………Kolumuzun boyu, elimizin uzunluğunun üç katıdır!

………Bacağımızın boyu, ayağımızın uzunluğunun üç katıdır!

………Bir yumruk yaptığınız zaman, elinizin çevresi, size ayak numaranızı verir!

………Vücudunuzun estetiğinin, ahenginin ve oranlarındaki düzeninin farkında mısınız dostlar?

………Size, bir estetik sırrı vereyim mi?

………Elinize, tam cepheden çekilmiş bir fotoğrafınızı alsanız, onu tam ortasından ikiye ayırıp sağ ve sol yarısını aynaya tutarsanız, size hiç benzemeyen iki ayrı tip yüzün ortaya çıktığını hayretle görürsünüz! Sanatkârın büyüklüğünü anlayın!

………Evet, bunca orana, estetiğe rağmen, insanın tam ortasından geçen hatla, iki ayrı tip insan çıkar ortaya! İşte sanatın zirvesi! Onun için Yüce Yaradan meydan okur adeta kâfirlere âyetinde dostlar!

………O, yedi göğü, birbiri üzerine yarattı. Rahmân’ın yaratmasında bir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü döndür de bak, bir çatlaklık görüyor musun?”  (Mülk/3)

………İmanın tadı bilmekte dostlar! Önce, Rabbimizi tanımalı, bilmeliyiz!
Sonra, kendimizi tanımalıyız.

………“Elif elif bilmektir
………Elif kendin bilmektir
………Sen kendini bilmezsin
………Ya nice okumaktır?”

………Diyen Allah dostlarının sırlarına ermeliyiz!

………Allah, bize öyle muntazam, öyle ahenkli, öyle işlevli uzuvlar vermiştir ki, vücudumuz muhteşem bir fabrika, kusursuz bir makine ve laboratuvar gibi işlemekte; vücudunu tanıyan her insana da “hâl lisanı” ile sanatkârını göstermektedir!

………Beynimiz, kalbimiz, karaciğerimiz, safrakesemiz de her biri birer makine ve laboratuvar hükmünde olup, eşsiz fonksiyonları ile hayatımızı devam ettiriyor dostlar!

………Hayvanlar âlemindeki harika yapıların, bitkiler âlemindeki örneksiz nakışların araştırılmasını size bırakıyorum!

………el-Bârî’dir O!

………Bize verdiği bedeni, kusursuzca, ahenkle yaratan Allah’a şükredebilmek için bütün azalarımızı, O’nun istediği şekilde kullanmalıyız dostlarım! Her şeyin şükrü kendi cinsiyledir, bunu unutmayalım!

………Bize akıl veren, o muhteşem beyni veren Allah’a, aklımızı, ancak O’nu bilmekte ve bulmakta kullanarak şükredebiliriz!

………Ellerimizin şükrü “vermek”le; ayaklarımızın şükrü “hayırda yarışmakla”; kulaklarımızın şükrü “Kur’ân a kulak verip, emirlerini dinlemek ve uymakla” eda edilir!

………Gözlerin şükrü, “bakmakla, görmekle, bulmakla”; ağzın şükrü “sadece helâl kazanıp, helâl yemekle” ve “doğruyu söylemekle” ifa edilir dostlar!

………Rabbim hepimize, rızasına uygun ameller işlemeyi nasip etsin. Âmîn. (Vuslat Turabi)

………**************************************************************

         EL BÂRİ’

………Mahlûkatını mükemmel bir ahenk içinde tanzim edendir. O celle celâluhu, Her şey sadece kendi içinde değil, aynı zamanda diğer her şeyle ahenk içindedir. Bu sonsuz görünen kâinat tıpkı güzel kurulmuş bir saat gibi tıkır tıkır işlemektedir. Bak gör ki senin içinde ki her şey nasıl da birbiriyle bağlantılı ve beraber çalışıyor. Parçalardan biri bozulunca diğer her şey etkileniyor.

………Bütün uzuvların işlevi birbirlerine bağlıdır. Fıtratından gelen bu ahengi hayatına yansıtmaya çalış. El Bâri’ olan Allah sana yaratıcını bilmen için akıl verdi. Ayrıca sana irade ve tercih imkânı verdi ki doğruyu yanlıştan tefrik edebilesin. Ancak iradeni yanlışı tercih etmek, aklını da yaratıcını inkâr etmek için sû-istimal edersen o zaman kevni ahengi tahrip etmeye teşebbüs etmişsin demektir. Fakat böyle yaparsan sonunda ancak kendini mahv u perişan edersin.

………Abdülbâri’ o kuldur ki tutarsızlıktan hatadan ve karmaşadan azad olmuştur. Böyle bir kimse tabiatta işleyen ilâhi kanunlarla mükemmel bir birlik içinde yaşamaya bağlamış ve diğer insanlara sa aynısını yapmaları için yardım ve ilham verebilir hale gelmiştir. Mükemmel bir ahenk ile yaratmak manasında ki el-Bâri’ sıfatı aslen Allah’ın er-Rahman sıfatının bir parçasıdır. Mülk suresinde buyurulduğu gibi;

………Rahman’ın yaratmasında hiçbir uygunsuzluk bulamazsın, gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk/3)

………Netice itibarıyla Abdulbâri’ kendi uyumluluğu içinde muhakkak hayırlı, faydalı olan kuldur. (T.Bekir Bayraktaroğlu-Esmaü’l-Hüsna/62)

………****************************************************************

………EL BÂRİ

 

………Yine bir isme geldüm nâm-ı Bâri,

………Ki oldur resm iden nakş-ı nigârı.

 

………Şumârınca süren bulur kemâli,

………Açılur tâli’inde kutlu fali.

 

………Şanayi’ içre her ne işlerse ol,

………Ola mir ü geda katında makbul.

 

………Elinde işlene örneksiz işler,

………Ola iller işi yanında mih-ter.

 

………Dimiş Şibil olan bu isme meşgul,

………Hemişe hasmına galip olur ol.

 

………Dimişti Ahmedî bunı dahi hem,

………İder aklıziyad u def’ider Gam.

 

………İki yüz dört imiş anun şumârı,

………Dimiş Şibli Güneşdur vakt-i kârı.

 

………(İbn. İsa Saruhani-Esmaü’l Hüsna/67-68)

………********************************************************

EL BÂRİ

………El-Bâri kusursuz yaratan demektir. Bu isimde “el-Hâlık” isminden farklı olarak şu manalar vardır;

………1 – Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan,

………2 – Mahlûkların aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan,

………3 – Her varlığı kâinattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan demektir.

………Şimdi Bâri isminin bu üç manasını kâinat kitabının sayfalarında okumaya çalışalım;

………1 – Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan.

………Ham maddesi hazır olan bir bardağı yapmak için ilk önce ne yaparsınız?

………Yapmanız gereken ilk şey; bardağa bir kalıp hazırlamaktır. Maddi bir kalıp olmadan bir bardağı asla yapamazsınız. O halde şekilleri birbirinden farklı elli bardak yapacak olsanız size elli farklı kalıp lazımdır.

………Demek en basit bir eşyayı yapmak için maddi kalıplara ve bir ustaya ihtiyaç var.  Ve usta ve kalıp olmaksızın o eşya var olamıyor.

………Şimdi bir sineğin ya da bir çiçeğin yaratılması için neler gerekli buna bakalım:

………A – O çiçek ve sineğin planını çizmek ve programını yapmak,

………B – O çiçek ve sineği oluşturan atomları ve maddeleri şu âlemin her köşesinden toplamak,

………C – Topladığı atom ve maddeleri ince bir elek ile eledikten sonra, o çiçek ve sineğe lazım olacak kadarını hassas bir ölçüyle belirleyip almak,

………D – Ve aldığı bu maddeleri bir kalıba dökerek, düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde onu yapmak.

………O halde mesela bir toprağa bir gül tohumunu attığımızda, o toprağın ‘gülü yaratmak’ fiiline sahip olabilmesi için, gülün plan ve programını yapabilmesi, güle lazım olan maddeleri âlemden toplayabilmesi, hassas bir teraziyle ona lazım olan kadarını ayırabilmesi ve bu maddeleri maddi bir kalıba dökebilmesi gerekir. Bir gül ancak bunlar yapıldıktan sonra var olabilir.

………İlk üç maddeyi bir kenara bırakıp, sadece maddi kalıbının olması gerektiği hakkında biraz düşünürsek; madem o toprak, kendisine atılan binlerce farklı tohumdan, farklı bitkiler çıkartabiliyor. O halde o toprakta, yeryüzündeki bitkiler adedince maddi kalıpların var olduğunu kabul etmek gerekir.

………Ayrıca her bitkinin yaprakları, meyveleri, çiçekleri, şekilleri farklı olduğundan, o toprakta sadece bitkiler adedince kalıplar değil, aynı zamanda yapraklar, meyveler, çiçekler adedince maddi kalıpların var olduğunu da kabul etmek gerekir. Bunu kabul etmek ise öyle bir fikirdir ki, âlemdeki bitkiler, çiçekler ve meyveler adedince imkânsızlık ve hurafeler içinde bulunur.

………Hâlbuki bu sanatlı bitkiler ve hikmetli eserler Allah’ın Bari ismine isnat edildiğinde, o atomlar Allah’ın ilminin ve kaderinin manevi kalıplarına, kudretinin sevkiyle girerler. Ve düzgün ve tertipli bir şekilde çıkarlar.

………O halde bizler bir elmaya, bir kelebeğe, bir çiçeğe, bir insana ve insanın azalarına, sözün özü, her bir mevcuda baktığımızda, ondaki bir kalıptan çıkarcasına düzgün ve tertipli yaratılışı görerek Allah’ı ‘Bari’ ismiyle tesbih etmeliyiz.

………Demek düzgün ve tertipli yaratılan her şey, Allah’ın Bari isminin tecellisine mahzardır ve okuyabilenler için Allah’ın ‘Bari’ isminin bir mektubudur.

………2 – Mahlûkların aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan.

………Azaların birbirine uygun olarak yaratılması Bari isminin bir tecellisidir. Bu manasıyla Bari ismi, İnsanlarda ve bütün hayvanlarda, hatta bitki ve ağaçlarda dahi tecelli etmektedir. Zira her mahlûkun bütün azaları, birbiriyle uyum içinde yaratılmıştır.

………Mesela insana bakalım; insanın dili ile ağzı uyum içindedir. Eğer dili uzun olsaydı, ağzına sığmayacak ve hayat onun için ne kadar zor olacaktı. İşte dil ile ağız arasındaki bu uyum Bari isminin bir tecellisidir.

………Dil ile ağız arasındaki uyum gibi, dişler ile ağız arasında da bir uyum vardır. Dişler âdeta inci gibi ağza dizilmiştir. Eğer dişlerimiz uzun olsaydı ve ağzımıza sığmasaydı, halimiz nice olurdu bir düşünün. İşte dişlerin, ağza uygun olarak yaratılması Bari isminin bir tecellisidir.

………Kaşlar ve göz arasındaki uyum da bu ismin bir tecellisidir. Kaşlar göze kadar uzamamakta ve insanın görüşünü etkilememektedir. Kaşların da saçlar gibi uzadığını ve insanın gözüne perde olduğunu düşündüğümüzde, Bari isminin tecellisine ne kadar muhtaç olduğumuzu anlarız.

………Yine insanın iki gözü ve iki kulağı arasındaki uyum, kolun uzunluğunun boy ile uyumu, el ve ayak parmaklarının arasındaki uyum, bacakların birbiriyle eşit uzunlukta olması, dişlerin kendi arasındaki uyumu ve iç organların birbiri arasındaki uyum hep Bari isminin bir tecellisidir. Bu ismin tecellisi sayesinde bir ayak uzun, diğer ayak kısa olmamakta ve bütün azalar birbirini tamamlamaktadır.

………İnsanda azami mertebede tecelli eden Bari ismi, hayvanlarda da tecelli etmektedir. Kartala sinek kanadının takılmaması, sineğe arının iğnesinin verilmemesi ve her mahlûka vücuduna uygun azaların takılması hep Bari isminin bir tecellisidir.

………Bari ismi bu manasıyla ağaçlarda dahi tecelli etmektedir. Ağacın gövdesi ile dalları arasındaki uyum, dallar ile meyveler arasındaki uyum hep Bari isminin bir tecellisidir. Hatta bir ağaca baktığınızda, yaprakların dallara gelişigüzel takıldığını zannedersiniz. Hâlbuki hakikat böyle değildir. Zira dala takılan her bir yaprak, diğer yaprağın güneşine en az mani olacak şekilde takılmaktadır. İşte bir ağaca yaprakların takılması dahi bu ismin tecellisi ile olmaktadır.

………Madem vazifemiz Allah’ı tanımak ve mahlûkatta tecelli eden isim ve sıfatlarını okumaktır ve bu vazife bizim yaratılışımızın en büyük gayesidir. O halde bizler hem kendimize hem de her bir mahlûka baktığımızda aza ve cihazlarımızın birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratıldığını görerek, Allah’a hamd etmeli ve O’nu Bari ismi ile tespih etmeliyiz.

………3 – Her varlığı kâinattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan demektir.

………Her yaratılan varlık, kâinattaki nizama ve gayelere uygun bir şekilde icad edilmiştir.

………Mesela, insanı ele alalım; bütün azaları ve cihazları kâinattaki nizama ve gayelere uygun olarak yaratılmıştır. Işığı görebilen göze, sesleri işitebilen kulağa, kokuları hissedebilen buruna, yiyeceklerin tadını alabilen ve konuşmayı sağlayan dile, havayı teneffüs edebilen ciğerlere ve kâinattaki nizama uygun diğer azalara sahiptir.

………O halde insanın gözünü yaratan kim ise, ışığı icad eden de odur. İnsana kulağı takan kim ise, sesleri var eden de odur. İnsana burnu ihsan eden kim ise, o burnun kokladığı varlıkları ve onlardaki kokuları yaratan da odur. İnsana dili takan kim ise, o dilin tattığı bütün yiyecekleri ve o dildeki konuşmayı icad eden de odur.

………Sözün özü; insan bu haliyle adeta şöyle der; “Beni kim yapmış ise, alakadar olduğum bütün eşyayı ve kâinattaki nizamı da o yapmıştır. Ben kimin mülkü isem, kâinat da onun mülküdür. Ve O zatın adı bu cihetle El-Bari’dir. ”

………Ve her şey kâinattaki gayelere münasip bir şekilde yaratılmıştır. Mesela, alemde hayatın devamı gibi bir gaye vardır. Her çiçek ve ağaç bu gayeye hizmet edecek şekilde tasarlanmıştır. Adeta atmosferdeki oksijen ve karbondioksit dengesini ayarlayacak şekilde bir hesap uzmanı gibi çalışır. Bütün ömrü boyunca oksijen üreterek o dengeyi sağlar. Ölürken de ömür boyu karbondioksit emen o çiçek oksijen vererek ölür. Eğer atmosferde karbondioksit gazı çoğalsa, bütün bitkiler solunumlarını hızlandırır.

………Eğer bu nizamı sağlayan -haşa- Bari olan Allah değilse, şimdi soruyoruz;

………– Acaba şuursuz olan bu bitkiler bir kimya mühendisi gibi nasıl çalışıyorlar?

………– Hangi aletleriyle ölçüm yapıyorlar?

………– Hayatın devamı onlar için niye bu kadar önemli?

………– Karbondioksiti oksijene çeviren fabrikayı onun vücuduna kim yerleştirdi?

………İnsanın azalarının kâinattaki nizama uygunluğunu, çiçek ve bitkilerin âlemdeki gayelerle olan münasebetini gördükten sonra, şimdi bir bal arısını, kelebeği, kuşu, balığı ve diğer canlı ve cansız mahlukları insan ve çiçeklere kıyas edelim. Ve onların yaratılışına, kâinattaki nizama uygun cihaz ve azalarına bakarak şu sesi duymaya çalışalım:

………“Ben yaratılırken tek başıma planlanmamışım. Bana kâinattaki nizama uygun alet ve cihazlar takılmış. Ve gayelere hizmet edecek vazifeler verilmiş. İşte ben, nizama uygun cihazlarım ve gayelere hizmetim ile Allah’ın Bari ismine aynayım. Sen de benim bu cihetime bak ve benim lisan-ı halim ile “Ya Bari, Ya Bari, Ya Bari” dediğim gibi, sen de lisan-ı kalin ile “Ya Bari, Ya Bari, Ya Bari” diyerek Rabbini tesbih et.”

………(Makale yazarı Zafer Keskin)

………*********************************************************************

………(EL BÂRİ  TECELLİSİ GEREĞİ SÜREKLİ YENİLENMELİYİZ.)

………İnsan, hem şahsı, hem de içinde bulunduğu âlem sürekli yenilendiği İçin her zaman imanını tecdide, yani yenilemeye muhtaçtır.

………Her gün, yeni bir gündür ve yeni bir dünya kurulur. Hatta her an yeni bir andır ve dünya her an yenilenmektedir. Bilhassa ehl-i tasavvuf âlimler, kâinatın her an zeval-hudus yaşadığını, yani Cenab-1 Allah’ın her an kâinatı yok ve yeniden var ettiğini, yok ve var etmenin süratinden dolayı da bizim kâinatı ve kendimizi sürekli var gördüğümüzü söylemektedirler.

………Bizzat kendimizde müşahede ettiğimiz ve sürekli yaşadığımız üzere dakikada 60-80 defa denebilir ki, yeniden hayat bulmaktayız. Dakikada kalbimiz bu kadar atmakta, sistolik ve diyastolik hareket denilen gevşeme ve kasılma hareketleriyle vücutta dolaşan kam toplayıp vücuda pompalamakta ve vücutta dolaşıp, karbondioksitle kirlenen kan, teneffüs yoluyla havadan aldığımız oksijenle akciğerlerde temizlenmektedir.

………Bütün bu işler, Cenab-ı Allah’ın kurduğu sistemle tamamen bizim irademiz dışında gerçekleşmektedir. Kısaca, her nefes alışverişimizde bize yeniden hayat bağışlanmakta, her nefes alışverişimizde hayatımız yenilenmekte, ayrıca vücudumuzda bulunan yüz trilyon civarındaki hücreler altı ay içinde tamamen yenilenmekte, günde vücudumuzda beş yüz milyardan fazla hücre ölüp, yerlerine yenisi gelmektedir. Yani, bizzat biyolojik yapımız ve hayatımız itibariyle sürekli bir yenilenme yaşadığımız gibi, hallerimiz, duygularımız, tavırlarımız itibariyle de sürekli değişmekte, yenilenmekte, halden hale, tavırdan tavıra geçmekteyiz.

………Biz nasıl devamlı bu şekilde değişiyor, yani yenileniyorsak, içinde bulunduğumuz âlem de, aynı şekilde sürekli yenilenmektedir. Bu bakımdan, âlem, günler, belki saatler, hatta anlar adedince aynı model veya mahiyet üzerinde ayn bir âlem olmakta, biz de her saat, belki her an yine aynı modelimiz veya mahiyetimiz üzerinde ayn bir fert olarak hayatımızı sürdürmekteyiz.

………İşte, iman, şahsımızdaki, her insanın şahsındaki her bir ferdin, her bir âlemin ışığıdır; Allah Lafz-i Celal’inin bütün ilahi isimleri muhtevi bulunması hasebiyle, La Rabbe illallah, La Hâlika illallah, la Râzika illallah, la Ma’bude illallah, la Muhyie illallah, la Mümite illallah, la Kayyume illallah gibi ihtiva ettiği bütün manalarıyla Lâ ilahe illallah, her bir ferdin, her bir âlemin kapılarını açan bir anahtardır. Kâinatta ve şahsımızda cereyan eden her bir hadise Allah Lafz-i Celal’inin ihtiva eden ilahi isimlerin eseri olduğundan, La ilahe illallah, bütün mertebeleriyle tevhidi ifade etmekte ve hadiseler ağında insanı şirke düşmekten korumaktadır.

………Ayrıca, insanda hükmeden nefs, heva, heves, vehim ve şeytan, her an zihne ve kalbe pek çok şüphe ve vesveseler üşüştürür ve iman nurunu söndürmeye çalışır. Bunun yanı sıra, insandan küfür derecesinde tesiri bulunan bazı sözler ve davranışlar da eksik olmaz. İşte bütün bu sebeplerle her vakit, her gün, her saat La ilahe illallah ile imanımızı yenilememiz son derece önemlidir. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “imanınızı La ilahe illallah ile yenileyin!” buyurmuşlardır. …………..

………………….Kâinat, değişkendir; o ve ondaki her şey, değişmektedir. Her değişen, sonradan olmadır. Her sonradan olan şeyin bir icat edeni, meydana getireni, dolayısıyla bu kâinatın ezeli bir mucidi vardır.

………Bu, Kelam ilminde Cenab-1 Allah’ın varlığının ispat için kullanılan hudus delilidir. Açıkça görüyoruz ki, kâinatta sürekli bir hareketlilik vardır ve her şey, değişim ve yenileşme içindedir. Dünyanın, ayın, güneşin, gezegenlerin ve sistemlerin sürekli hareketleri, günlerin, haftaların,  ayların, mevsimlerin gelip geçmesi, varlıkların belli bir sürecin sonucunda ortaya çıkması, büyüyüp yaşlanması ve soma hayata veda etmesi; kayaların toprak olması, suların donması, buz haline gelmesi, buharlaşması, buzların eriyip yağmura dönüşmesi; tohumların, çekirdeklerin patlayıp çimlenmesi, bitki ve ağaç haline gelmesi, kuruması; ağaçları yaprak ve çiçek açması, meyve vermesi, soma yine adeta ölüm noktasında kuruyup ilkbaharla birlikte yeniden dirilmesi kısaca, kâinat ve ondaki her şey, sürekli hareket, değişme ve yenileşme içindedir. Değişen, doğan, büyüyen, yıpranan, çöken, ölen, kuruyan bir şey, maddidir, mürekkep, yani parçalardan müteşekkildir, dolayısıyla zaman ve mekâna bağlı olarak sonradan olmadır; kadim veya ezeli, yani zaman ve mekân ötesi değildir ve olamaz. Üzerinden zaman geçen ve mekâna ait olan hiçbir şey kadim veya ezeli olamaz; ebedi olmayan hiçbir şey, ezeli de olamaz. Bir parçası bile ebedi olmayan bir şey, asla ezeli olamaz. Dolayısıyla madde ve kâinat, ebedi olamadığı gibi, ezeli de değildir.

………Madde ve kâinat baştanbaşa sonradan olma ise o, zaman ve mekânla sınırlı bulunmayan, dolayısıyla sonradan olmuş ve kendi cinsinden olmayan, varlığı ezeli, ebedi ve Kendinden birine muhtaçtır ki, bu da, Cenab-1 Allah’tır. (Ali Ünal-RiSALE~i NUR DA KÜLLÎ KAİDELER)

………Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

………Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 


TAFSİR LESSONS AL-MAIDE (001-013) (37)

$
0
0

231

“Euzu Billahiminesheytanirracim”

BismillahirRahmanirRahiym

Dear Qur’an friends, today we will continue our amazing journey in Qur’ans country. One of the amazing chapters of this amazing journey is our next stop. Chapter Maida.

According to many healthy records this chapter includes the last arrived passages in Qur’ans history. Even there have been many rumors on the exact dates we can assume that they came close to the time of Last Hacc times which means the last tenth year of prophethood.

It’s name comes from the meaning of heavenly table of food. A reference to the 112nd and 114th verse we see by Jesus’ prays. If we check on the content of this chapter we see that it mainly includes the responsibilities of humans. It starts with this notion too. Addressing to human and ends with Allah. It ends with the note of informing us the ultimate dominion of Allah over heavens and earth. With this beginning and the ending parts it’s like a deep flow of human-Allah relations.

Chapter puts some general rules regarding to humans. Allah advises us not to change or alter these verdicts by making subjective thinkings. Also advises us not to befriend Jews and Christians in moral or political scale. Not to be close and trusting to them in these specific areas. Also it includes some other advises to community of Muhammad not to become Jewminded or Christianminded like before.

These two types of deviation, these ifrat and tefrit, these two sides of a pedestal are the sides that we should avoid. That’s why there are signs and and we check them again here. What were the behaviours of early muslim sons of Israels so bad that they become Jewminded, what had the apostles and followers of Jesus done that there were so many unanswered questions emerged. These verses gives answer to such subjects.

Again in this chapter when we arrive the 40 and beyond verses which 48th verse represents the peak of it, makes a call to all religional structures asking them to know. And as a last thing I can tell about the content of this chapter is one of the last verses arrived according to the records, and believed to be the last verse of Qur’an to arrives this verse.

..elyevme ekmeltu lekum diynekum ve etmemtu aleykum ni’metiy ve radiytu lekumul Islame diyna.. Maide/3

Third verse of this chapter brings us the reason of this chapter entirely. To Muhammed of All Communities, Last Prophet, The Leader of Islamic Community, “Allah chose Submission (Islam) as a religion to you.” This verse comes with subtle hints of the completion of Qur’ans entirety, this great gift of happiness was finally complete and if people do choose to deliver its lessons to their lives, they will indeed find happiness both in this worlds and in the next one. After this small summary we can step into this journet of translating this chapter.

BismillahirRahmanirRahiym

In the name of Allah, Rahman and Rahim (Allah is)

All creations seize to exist when we say Allah, only one remains. Everything disappears in Allah’s being. When we call Allah, Rahman and Rahim, creation comes bound and in need of being. As a sign of Allah’s blessing, mercy and compassion, creation of human wants to live. He says its having your mercy, living. Then let me live, let me exist, so that I shall too have a piece of your blessing.

1-) Ya eyyuhelleziyne amenu evfu Bil ‘ukud* uhillet lekum behiymetul en’ami illa ma yutla aleykum gayre muhillis saydi ve entum hurum* innAllahe yahkumu ma yuriyd;

 O believers, fulfill your contracts in full… Grazing livestock (sheep, cattle, goat, camel, etc.) has been made permissible for you with the condition that you do not consider hunting lawful animals for yourselves while you are in ihram, and except for that with which you have been informed… Indeed Allah ordains what He wills. (A.Hulusi)

 O ye who believe! fulfill (all) obligations. Lawful unto you (for food) are all beasts of cattle, with the exceptions named: But animals of the chase are forbidden while ye are in the sacred precincts or in the state of pilgrimage: for Allah doth command according to His will and plan. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu Allah directly addresses people who Show faith in Him here and say this, if you are sincere in your claims of faith evfu Bil ‘ukud fulfill your contracts in full.

Ukud is the plural form of akid, contract. Akit can be examined under 3 topics.

  • Contract between human and Allah.
  • Contract of human within himself, with his own self and ego. A bodn between him and his conscience, nature and freewill. It’s a natural contract, a natural bond. First one was an ontological contract. Human-Allah contracts are ontological by nature since a person cannot exist without Allah. So it’s frontal. No single creature can be excluded from this contract.

But this second contract is natural. A bond comes with life. Because the will you are given, the nature, mind you are given are both contracts with Allah for you. So what you do with them also makes a contract for you. Since you cannot break them, you should promise to use them without distorting it, corrupting it, keep your mind intact and you will never betray your will. It’s a contract between you and your own will.

  • Contract of humans with societies. These can be marriage bonds, commercial bonds, political bonds, declarations and many other social contracts. All contracts involve you and another human being can be counted under this category.

So you who have the claims of faith with them, evfu Bil ‘ukud fulfill your contracts in full. By saying that you should fulfill your contracts, verse also declares that human should take care of his own integrity, loyalty in the largest scale. All legit and logical contracts must be included here in this verses content. That’s why the Word ukud is necessary here. Contracts, bonds. Firstly to Allah, secondly to his own being and thirdly to ones own enviroment, his society, his words given.

uhillet lekum behiymetul en’ami illa ma yutla aleykum. Lawful unto you (for food) are all beasts of cattle (herbivorous), except these…

behiymetul en’am this part can be translate as bovine type animals but this translation wouldn’t suffice then. You can translate it as beasts of cattle bu in a more modern understanding we see the meaning includes all types of animals who are herbivorous by nature.

You may ask now why does the subject of food and meat comes to the picture after making such a great entrance. gayre muhillis saydi ve entum hurum while you are in ihram, hunting is not permitted to you. Yes, why such a sentence here. Is it really that important for us to comsume herbivorous animal in a specific period. We should look at the situation with both micro and macro aspects. Remember life is made from little details. Houses are built with sands and humans are built with cells. Without the disease of tissue, organs cannot get infected. Death starts with cells. That’s why we need these boundries, limitations.

Why does Allah draw these lines. Allah’s drawing lines is the test of will. If those lines aren’t there how could this be named as a test. What would be the value if there were no rules of an exam?

Of course there’s another side if this situation. Verses beyond this point contains mostly informations about food and consuming. Because there’s a direct connection between a person behaviours and his food. But more that that Allah wants us to notice something. It’s this. “Will you accept my definitions about right and wrong all will all of you make up your own definitions about this?” It’s a question of trust from Rabb of All Worlds to us.

How much do you trust me. This is faith. This is testing the belief. My Rabb, define the good and evil. I follow your definitions of good and evil without questioning. So right here we should not examine these verses with their literal meanings but their subtexts and metaphors. We should try to understand the depth of each verse, each word.

innAllahe yahkumu ma yuriyd Last sentence of this verse supports the claims that I just give. Indeed Allah ordains what He wills. Allah gives commands what Allah wills. The main this is man following Allah’s will. It’s the definition of submission without comdition. This is Islam.

2-) Ya eyyuhelleziyne amenu la tuhiıllu SheairAllahi ve lesh Shehrel Harame ve lel Hedye ve lel Kalaide ve la Ammiynel Beytel Harame yebtegune fadlen min Rabbihim ve ridvana* ve iza haleltum fastadu* ve la yecrimennekum sheneanu kavmin en saddukum anil Mescidil Harami en ta’tedu* ve teavenu alel Birri vet Takva* ve la teavenu alel ismi vel ‘udvan* vettekullah* innAllahe shediydul ‘ikab;

O believers! Do not disrespect the rites of Allah (the signs of Allah; that which evokes or causes to feel and perceive Allah) the sacred months, the sacrifices offered to the Baytullah, special sacrifices and to those who come to the Bayt in search of the bounty and the pleasure of their Rabb… You can hunt once you come out of ihram… Do not let your hatred towards a people who (previously) prevented you from entering the Masjid al-Haram lead you to transgress your boundaries… Help each other based on the essence of the reality (albirra) and taqwa (protecting yourself in the way of Allah from the inadequacies of your identity) not on wrongdoing and enmity… Protect yourselves from Allah (as He will enforce upon you the consequences of your actions). Certainly Allah is shadid-ul iqab (the Enforcer of the consequences of wrongdoings). (A.Hulusi)

 O ye who believe! Violate not the sanctity of the symbols of Allah, nor of the Sacred Month, nor of the animals brought for sacrifice, nor the garlands that mark out such animals, nor the people resorting to the Sacred House, seeking of the bounty and good pleasure of their Lord. But when ye are clear of the sacred precincts and of pilgrim garb, ye may hunt, and let not the hatred of some people in (once) shutting you out of the Sacred Mosque lead you to transgression (and hostility on your part). Help ye one another in righteousness and piety, but help ye not one another in sin and rancor: fear Allah: for Allah is strict in punishment. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers! la tuhiıllu SheairAllahi Do not disrespect the rites of Allah ve lesh Shehrel Harame the sacred months ve lel Hedye ve lel Kalaide the sacrifices offered to the Baytullah ve la Ammiynel Beytel Harame yebtegune fadlen min Rabbihim ve ridvana special sacrifices and to those who come to the Bayt in search of the bounty and the pleasure of their Rabb.

Right now, I want to stay on SheairAllah Allah’s symbols. Sheair means symbol. As you know every belief system has their own unique symbols matching their ideology and education. Just like flags are the symbols of nations. Currencies are the symbols nations. For example Hammer and Sickle is the symbol of Marxism also the base ideology of Soviet Union.

Allah also has symbols. Ezan is a symbol. Kaaba is a symbol, Hacer-ul Esved Stone is a symbol. Sa’y, the distance between Merve and Safa hills is a symbol of Allah. Hacc itself is a symbol. A completion of symbols in fact. And like every symbol, it represents a truth.

Symbols are like envelopes. The truth they carry are the letters in these envelopes. If you empty these letters, you left with useless papers. You take away the real values of symbols then. Betraying the symbols can occur. There are two ways of this betrayal. Two types of insults.

1-Insult from inside

2-Insult from outside

Insult from inside is that the people who try to defend the symbol, emptying the content of truth from within the symbol. Only keeping the physical moves of a praying and not be able to live it, resurrect it, making it a part of your lifestyle. Emptying the Hacc is turning a sacred journey, becoming Abraham, Adam and Ismael to a touristic vacation. This is insulting hacc symbol form inside.

Emptying ezan. As you know ezan is a magnificent call for praying. It’a a valueable call that are read from mosques minarets as symbols. It’a call towards Allah that every man should do for their souls.

Emptying fasting. An empty fasting can present itself in a form of useless diet. That’s why every symbol can be tainted and insluted internally as well as from outside. Insulting from outside is more obvious than the rather. It’s insulting the symbol, the truth it represents and the owner of that symbol. By that mean, making an outside insult is insulting Allah directly.

ve leshehrel Haram Disrespecting the sacred month here. Sacred month was a tradition coming from the age of ignorance. Probably a tradition by the roots of Abraham’s era. A tradition set for preventing wars and battles in Hacc months so that people who come make their pilgrimage peacefully. Islam didn’t revoke the tradition nor did it make a part of itself though. Just leave it as it was and it should be.

Islam in this sense by Qur’ans message is a seperator, not wiper. There were many useful traditions before Islam and they weren’t totally wiped away. But they weren’t become a part of Islam too like this one.

ve lel Hedye offerings, sacrificial offerings. If a thing is on sacrificial status to Allah, disrespecting it, touching it, insulting it has the same meaning of betraying Allah. No hands shall harm our Rabb. But you also witness that whoever in the mind of insulting Allah, cannot reach their goals in the end. That’s why many choose the way of insulting that things belong to Allah.Those who want to insult Allah, insult Allah’s orders, for example. Insulting Allah’s symbols. If you see anyone doing that, know well that their intentions are all about insulting Allah. If Allah have a specific address, you can be sure that this people go to that address just to throw their insults and filth to Allah. But since they are unable to do that, they just insult Allah’s symbols. They only have power to do that. But don’t forget that their real intentions are to insult Allah.

ve lel Kalaide ve la Ammiynel Beytel Harame yebtegune fadlen min Rabbihim ve ridvana nor the people resorting to the Sacred House, seeking of the bounty and good pleasure of their Lord.

ve iza haleltum fastadu Resume hunting after you execute your duties regarding Hacc. Here Hacc is a rehearse of Judgment Day. Some things permitted in Daily life become restricted during Hacc period. Like I said, it’s like a rehearse. Can people hunt during the gathering. In Judgement Day, can one really thing about hunting?

You are on Trial. You are giving the exam of your life. You are in front of a Supreme Court. You are Adam there.

You are Abraham there, Adam there. Lost your Paradise and begging at Allah’s door for forgiveness because you couldn’t stay loyal to your contract.

You are Ismael there. About to become a sacrifice yourself. You are Hagar there, surrendered, submitted. Can one thing of hunting for meat there?

So restricting some things when you are making your Hacc duties in your garb is to make your fill the roles of Abraham, Hagar and Ismael and such. So that you can feel your duties when you are rehearsing for filling the symbol.

ve la yecrimennekum sheneanu kavmin en saddukum anil Mescidil Harami en ta’tedu Let not the hatred of some people in once shutting you out of the Sacred Mosque lead you to transgression.

Qur’an sets one of the most constant moral principle here. Experiencing tyrany is no excuse to oppress others. A muslim doesn’t torture another by any means. As in you cannot oppress someone in the name of Allah. When doing something your intentions might be Allah but if you say, “I torture and oppress in the name of Allah.” then you become the biggest insult to Allah.

As you can see a ridiculous scene happens. That’s why we see in a hadith these words. “I forbid oppression even to my own ego.” This is Rasulallah’s words with the inspiration from our Rabb.

I forbid oppression even to my own ego. And what about people. If a harm comes to you, you don’t need to turn that evil to oppression for anyone else. Because you are a true believer. Your mean of existence is not to validate or create oppression but to eliminate. Your reason of existence in this world is the wipe out the tyrany. That’s why the most important moral principle is reminded to all believers there and the message continues after that.

Vettekullah the biggest guarantee of staying away from tyrany is the be in the mind of responsibility to Allah. If you live by this state of mind then you can stay away from oppression. ve teavenu alel Birri vet Takva help each others in virtue and takwa. ve la teavenu alel ismi vel ‘udvan not in evil deeds and hostility. Be in coalition for virtue and takwa not in being enemies and creating oppression.

el Birri means virtue. You can multiply the meanings and takwa has the meaning of avoiding.

Birr is the order. Takwa is the restriction.

Birr is the things that you should do and takwa is the things that you should stay away.

Birr is the return Allah’s right to Allah and takwa is the give up your own right. These are the meanings given by arifs (deep scholars) They also say,

Birr is to follow the orders of sheria (law) without questioning. Takwa is to avoid the egos desires and other evil paths.

In this sense I identify Birr as the consciousness of creation and Takwa as the consciousness of Allah.

Birr is the consciousness of humanity within people. It’s virtue and it can be veiled or uncovered at any time. Some kill the virtue others resurrect it. Virtue can be moved to the most alive point by faith and can be killed by blasphemy. The thing that can unveil and resurrect the virtue is the consciousness of Allah. Only then, only the Allah’s mind and mans mind come in the same spot, that person can be complete. That person can become the most complete individual.

ve la teavenu alel ismi vel ‘udvan* vettekullah* innAllahe shediydul ‘ikab fear Allah. For Allah is strict in punishment.

3-) Hurrimet aleykumul meytetu veddemu ve lahmul hinziyri ve ma uhille li gayrillahi Bihi velmunhanikatu velmevkuzetu velmuteraddiyetu vennetiyhatu ve ma ekeles sebu’u illa ma zekkeytum ve ma zubiha alen nusubi ve en testaksimu Bil ezlam* zalikum fisk* elyevme yeiselleziyne keferu min diynikum fela tahshevhum vahshevni, elyevme ekmeltu lekum diynekum ve etmemtu aleykum nimetiy ve radiytu lekumul Islame diyna* femenidturre (femenizdurre) fiy mahmesatin gayre mutecanifin liismin feinnAllahe Gafurun Rahiym;

Prohibited to you is the flesh of dead animals, blood, the flesh of swine, and that which has been slaughtered in a name other than Allah. Also prohibited to you is the flesh of animals that are killed by strangling, or by beating, or in a fall, or skinned to death, or killed and partly eaten by a wild animal, or sacrificed on stone altars. Also, seeking fortune (in regards to the future) by divining arrows (or other fortune telling methods)! All of this is corruption. Those who deny the reality today have given up on invalidating your religion… So fear them not, but be in awe of Me. This day I have perfected for you your religion (your acquisition of religious knowledge) and completed My favor upon you and have approved for you Islam (complete submission to Allah) as (the understanding of) religion… Whoever is forced by severe hunger to eat of these may do so, without assuming what is unlawful to be lawful… Indeed, Allah is the Ghafur, the Rahim. (A.Hulusi)

 Forbidden to you (for food) are: dead meat, blood, the flesh of swine, and that on which hath been invoked the name of other than Allah; that which hath been killed by strangling, or by a violent blow, or by a headlong fall, or by being gored to death; that which hath been (partly) eaten by a wild animal; unless ye are able to slaughter it (in due form); that which is sacrificed on stone (altars); (forbidden) also is the division (of meat) by raffling with arrows: that is impiety. This day have those who reject faith given up all hope of your religion: Yet fear them not but fear Me. This day have I perfected your religion for you, completed My favor upon you, and have chosen for you Islam as your religion. But if any is forced by hunger, with no inclination to transgression, Allah is indeed Oft-forgiving, Most Merciful. (A.Yusuf Ali)    

Hurrimet aleykumul meytetu Forbidden to you, these… Dead animal veddemu blood. Dead animal obviously, there’s no need to explain. Animals which died by natural causes. Veddem spilled blood, according to another verse, blood in general ve lahmul hinziyri flesh of swine ve ma uhille li gayrillahi Bihi and that which has been slaughtered in a name other than Allah.

Anything slaughter in a name other than Allah, whether its heavenly or the opposite. There’s no difference even if you slaughter an animal in the name of a prophet. Because you violate Allah’s right by doing that. You try to give Allah’s right to another person, this is the shift of dimension. An imbalance in Fundamentals. Creator is creator, all other things are creations. Creator is one thing, creatures are another. A right of a creator cannot be transfered to a creature. That’s why Allah doesn’t include any deitifying act in His domain. An act like this only pulls Allah’s wrath to itself.

This is the message here, the subtext that wants to be given. Don’t betray Allah. Don’t try to usurp Allah’s right and give it to another parties.

A question comes to the pool of course. What about animals who are slaughtered in a name of nothing. No sacrificial meat, just taking a live of an animal for the reason of consuming. There’s no proof that animal is killed in a name of something so is it all right to consume such meat? Islamic scholars give two different answer to this question. Yes and no.

I believe the clean principle is a necessity in matters of material so when we take the situation from the perspective of there’s no pressure in religion, a license can be given in certain occasions. But if there’s an alternative source of food which is clean and guaranteed, it would be wise to follow the safe road, just to be sure.

velmunhanikatu strangled velmevkuzetu beaten to death velmuteraddiyetu animals that fall from a height vennetiyhatu animals who are slaughtered or gored by other animals ve ma ekeles sebu’u illa ma zekkeytum animals who are torn by other animals except you take their lives beforehand ve ma zubiha alen nusubi sacrificial meats that are slaughtered over heathenic altars. All these are forbidden to you.

Sentence is obvious. All animals presented and slaughtered as a sacrifice over heathenic altars. There are certain things which we cannot explain due to physical and material reasons. What kind of changes a piece of meat may undergo if it is slaughtered in a name other that Allah. Sacrificed to idols, being presented to pagan deities.

As you can see the verse doesn’t only address to our beings and minds. Because Allah’s intentions isn’t only limited with humans world but to establish the afterlife as well. Because Allah chooses to address humans not only by mind but with soul and heart which can expand to an unlimited potential.

That’s why reducing some limitations to mere hygenic reasons is the same thing with not understanding Allah completely. Because if that was the case, first forbidden decree would be poison related ones. But we cannot find something like that anywhere. That’s why dear friends like we told by the beginning of the chapter, following the rules of a law is about testing our wills. This is the test. Like we can see we don’t have the power of capacity to fully understand the depths of such a decree but we should follow it anyway.

 -My capacity doesn’t allow me to understand O Rabb, but if you command it, then it shall be good for my being.

This is the meaning of faith. Every person knows the harm of poison. You cannot show faith to the harms of poison. It’s obvious hence it’s unnecessary. It would make a wrong statement. Poison harms people. But having faith allows us to follow some specific rules and even if we cannot understand the main reason behind it we should follow it because Allah wants only the good for us for our trusts. This trust, this faith is the main cumulation which Allah puts to test and gives us the grades.

We see the truth within truth here. Of course none of them lacks reason. Allah doesn’t have a rule without reason. Sometimes a human mind can undestand the wisdom behind it, sometimes the verse is the verbal and written wisdom so that we can easily understand. But sometimes it cannot be. This is a test. That’s why no one can say something like, “We can disinfect the swine meat from germs and bacterias and other harmful components, we can eat it then.” No, this is a test and like we said, Allah’s rules aren’t like the other rules. You cannot violate them by altering the book. This is the meaning of facing Allah because Allah knows the depths of our hearts.

Nusub is the plural form of Nasibe. It represents all pagan altars and sacrificial grounds. The wisdom behind limitations is to dedicate the right to establish good-evil, beautiful-ugly to Allah. This is the meaning of restrictions. “O Rabb, assign the good and evil.”

Why, what happens when we assign them. Then there are goods and bads emerged by the number of people Because with what instruments a person can assign good and evil. People have common sense and a healthy mind, true. This common sense is the common experience of humanity. This is a verse within Allah’s verse at the same time.

For example, rape is rape everywhere around the World. Theft is bad. Murder has the same effect anywhere in the World. But to a person with a corrupted nature, who betrayed his conscience and takes murder and tyrany as a natural action, you cannot clasify these acts as bad to that person since they came to as pleasures for him. You don’t have permission to assign. A broken nature cannot establish good and evil either. Because then every person tries to assign good and bad according to their weaknesses, desires and egos.

For example we can seeit in the traditions of Ancient Greece. In ancient times of Greece, theft was a big value and practice. If a person was succesfully pull off a theft, he was valued. Look at the social dynamics on people, how can a bad thing shown as something good. A social consensus might be created to show good as bad and vice versa. That’s why people cannot give guarantee on good stays good and bad will always be bad. Only one thing can allow and maintain something like that and it’s the celestial laws.

ve en testaksimu Bil ezlam Also, seeking fortune (in regards to the future) by divining arrows. This is a reference to all fortune telling practices. What’s this? An insult to the unknown. A move against Allah’s law. It’s overstepping. Making prophecies about future and declaring them as future events is a direct violation of Allah’s laws territory. zalikum fiskum All of them are deviations. elyevme yeiselleziyne keferu min diynikum Those who deny the reality today have given up on invalidating your religion.

Verse gives us a glance of the psychology of that eras background. Telling true believers not to act like inferior to others. Make your symbols, your livestyles dominant in your lives. Your lifestyle is the right right onw. That’s why don’t feel fear or inferiorityy complex against your enemies. Why do you want to cover the good and the beautiful? This is a support of trust. Also the sentence of this verse.

fela tahshevhum vahshevni This is the peak of trust support here. Then don’t fear them, fear me. This is the ultimate trust. Allah’s guarantee. Making good as a part of life. Why should any people fear to live the Islam’s laws since it contains the constant values of humanity. Whom do you ashamed from? If there’s anyone to fear, obviously Allah is the one to be feared. If you both believe in Allah and fear to do the right thing because of your fears to other people then you hav e a faith problem. You should find this problem and sort it out.

elyevme ekmeltu lekum diynekum And the manager verse here, the reason of this chapter even in Qur’an. Today I completed your religion to fullest. ve etmemtu aleykum ni’metiy completed my blessing over you. ve radiytu lekumul Islame diyna I chose Islam (Submission to Allah) as a lifestyle for you. Submission to Allah. Yes. Islam’s definition is exactly this. I chose this lifestyle for you.

This is the last verse of Qur’an. It arrived before the 81 or 82 days of Rasulallah’s passing, tenth year of Hejira, 9th day of Zilhicce month, on Araphat mountain.

Last direct addressing of Allah to humanity, last form of Allah and mankinds interactions. Qur’an became complete there. The message of this verse is clear. O humanity, your stance in front of Allah should be submission. If you want to be happy, you have no other choice.

Islam is the personal stance of human for Allah. Islam isn’t the name of a group in history or a single clan. All Islamic concepts in Qur’an are references to peoples stance for Allah. That’s why there’s no importance of a persons tribe. Your stance is the important one. Your behaviour for Allah. Are you standing as a worshipper who really understand the meaning of submission or are you really a rebel. This is the meaning of becaming Islam. Not the names, aliases or badges you put on yourselves. Because Islam is not a shirt or a name or a uniform.

Islam is a way of life. A stance. A life perception. A lifestyle. A vision of universe. That’s why Islam is the whole meaning of surrendering Allah completely. It doesn’t matter what you call yourselves, it’s Allah’s definition for you that matters. If Allah says, “This one submits” then you are a muslim. And the signs of ones submission are in these texts. In this book.

femenidturre (femenizdurre) fiy mahmesatin gayre mutecanifin liismin Back to the first topic at hand.Whoever is forced by severe hunger to eat of these may do so, without assuming what is unlawful to be lawful… feinnAllahe Gafurun Rahiym; Indeed, Allah is the Ghafur, the Rahim.

A request was made that these restrictions should be considered formal. As in the finger points out the moon so you should be looking at the moon not the finger. All these restrictions are to test your wills, your faiths and your submissions to Allah. It’s not about killing you by starving. If you are in a pinch, if you have no alternative, Allah doesn’t hold you responsible.

There’s a test here. A test with your own conscience for Allah. How much do you take Allah seriously? How much do you take yourself seriously? This is the problem. Otherwise Allah have nothing to gain from starving you to death. You should percieve restrictions not with the actual visages but with the background of these restrictions. Not just read the text, read the subtexts as well. Allah’s doesn’t want you to suffer hardships.

4-) Yes’eluneke maza uhille lehum* kul uhille lekumut tayyibatu, ve ma allemtum minel cevarihi mukellibiyne tuallimunehunne mimma allemekumullah* fekulu mimma emsekne aleykum vezkurusmAllahi aleyh* vettekullah* innAllahe seriy’ul hisab;

 They ask you what has been made permissible to them… Say, “All good and clean foods have been made permissible to you… And those caught by the hunting animals that you have trained in the way of Allah, so eat what they catch for you and speak the name of Allah upon them… Certainly Allah is Sari-ul-Hisab (Allah instantly puts into effect the consequences of one’s actions). (A.Hulusi)

 They ask thee what is lawful to them (as food). Say: Lawful unto you are (all) things good and pure: and what ye have taught your trained hunting animals (to catch) in the manner directed to you by Allah: eat what they catch for you, but pronounce the name of Allah over it: and fear Allah; for Allah is swift in taking account. (A.Yusuf Ali)

Yes’eluneke maza uhille lehum* They ask you what has been made permissible to them… kul uhille lekumut tayyibatu Say, “All good and clean foods have been made permissible to you…

Tayyibat clean and good is the way I chose to translate it. Because who may determine the clean and good. It’s like we discussed above. Mankind may choose this? How can humanity choose tayyibat, clean and good, how can people choose such things for all humanity?

How can a drunk person behave in front of booze? Can you make such a person believe that booze is something bad; it’s not clean and good? How can you say heroin is bad to an addict?

What would be the response if you tell a rapist that fornication is bad?

How can you declare that murder is bad to a serial killer, a monster who bathed with murder to his soul?

If you let Allah to determine that, you will reach happiness. You don’t have any other choice. That’s why Allah determines what’s good and clean. Because if people become the chooser that, we choose from our desires, instincts and egos. So it would be a wise decision to let Allah determine since Allah is the being with no weakness, no need for anything, no need for food or dring or any type of creations. Allah is the one being beyond all creations so it’s only logical to trust Allah’s rules at all times.

Here there’s also a reference about Tayyibat is also the rules allowed. It’s like this in religions. One of the main rules in Religional Laws. Main rule of religion is not restrictions but allowance. That’s why when something is declared restricted, proof is always asked. But there’s no proof needed for somethings free use. If something isn’t restricted, it’s naturally allowed. According to some translators insights we see examples of this. For example we here the pattern Yes’eluneke They are asking you. People who are asking here want allowed rights to be declared. But Allah does the opposite. Only the restricted things are declared. So the question is corrected here.

They were in the intentions of using Qur’an to put shackles in their hands and feet. But like Rabb of All Worlds explained in several other verses, everything created in universe are created for the benefit of humanity. They are all in disposal for mankind. So if something is set to be disposal for humanity, it’s safe to say that thing is allowed.

ve ma allemtum minel cevarihi mukellibiyne tuallimunehunne mimma allemekumullah* And those caught by the hunting animals that you have trained in the way of Allah fekulu mimma emsekne aleykum eat what they catch for you,  Hunting is a natural method which present from the beginning of mankind and possibly be with us till the end of our days. Nowadays it can be altered and people may use other means to eat but most of humanities timeline hunting has been a serious business and its importance has a lot of meaning This verse declares as verdict about trained hunting animal. vezkurusmAllahi aleyh but pronounce the name of Allah over it.

Vettekullah Here it is again. A judgement in microplan and then it is carried right away in macrosystem. A big sign is revealed above all times, all grounds, all lands, above history. vettekullah..! Fear Allah. Know your responsibilities for Allah. You can do all these if you are aware of this specific thing. If you take Allah seriously, you take yourselves seriously. Only then you can notince the responsibilities to each others, only then you can carry the responsibility of mankind. Only if you carry Birr as in the Takwa within you. innAllahe seriy’ul hisab; for Allah is swift in taking account.

5-) Elyevme uhille lekumut tayyibat* ve taamulleziyne utul Kitabe hillun lekum* ve taamukum hillun lehum* vel muhsanatu minel mu’minati vel muhsenatu minelleziyne utul Kitabe min kablikum iza ateytumuhunne ucurehunne muhsiniyne gayre musafihiyne ve la muttehiziy ahdan* ve men yekfur Bil iymani fekad habita ameluhu, ve huve fiyl ahireti minel hasiriyn;

 This day, all good and pure foods have been made permissible to you… The food of those to whom the knowledge of the reality has been given is permissible to you… And your food is permissible to them… And the chaste women from among the believers and those to whom the knowledge of the reality was given before you are permissible (in marriage) to you, with the condition that you give their due dowry, and they stay away from adultery and refrain from secret affairs… Whoever disregards the conditions and requirements of faith and denies the reality, all his work will become worthless and he will be among the losers in the eternal life to come. (A.Hulusi)

 This day are (all) things good and pure made lawful unto you. The food of the People of the Book is lawful unto you and yours is lawful unto them. (Lawful unto you in marriage) are (not only) chaste women who are believers, but chaste women among the People of the Book, revealed before your time,- when ye give them their due dowers, and desire chastity, not lewdness, nor secret intrigues. If any one rejects faith, fruitless is his work, and in the Hereafter he will be in the ranks of those who have lost (all spiritual good). (A.Yusuf Ali)

Elyevme uhille lekumut tayyibat* This day are (all) things good and pure made lawful unto you. ve taamulleziyne utul Kitabe hillun lekum* The food of the People of the Book is lawful unto you, all the things allowed to previous Book owners are allowed to Muslims as well ve taamukum hillun lehum* and yours is lawful unto them. vel muhsanatu minel mu’minati vel muhsenatu minelleziyne utul Kitabe min kablikum. (Lawful unto you in marriage) are (not only) chaste women who are believers, but chaste women among the People of the Book, revealed before your time, iza ateytumuhunne ucurehunne muhsiniyne gayre musafihiyne ve la muttehiziy ahdan when you give them their due dowers, and desire chastity, not lewdness, nor secret intrigues.

You will give financial insurances to them. You won’t hold them illegally, there’s no secret friendship method allowed. Moral codes. You cannot turn her into a sexual object or slave just because she’s not one of your belief. This is the meaning of it.

But it also has a depper meaning. Qur’an seperates people of the Book even with a corrpted faith, it’s faith nonetheless. This privilage given to Christian and Jewish ladies is for them only. No heathen, no pagan woman can have this particular licence.So why the need for this. Why the need for seperation the women of Book communities from women of other paganic or atheist communities. Because Allah takes seriously of faith, even the ones that are not fully complete.

Yes the ones above are restricted in Tora. You can check the restricted list there. Flesh of swine, dead meat and blood are all restricted in Tora. Also keeping a woman secret and live a secret intimate life is restricted in Tora. Just like fornication restrictions.

So in Bible Jesus was saying, I’m not here to cancel them. I’m here to turn them into actions.” According to this notion, Tora’s restrictions should be fully preserved in Bible. Why then Christians can eat swine flesh, pig meat like it’s allowed, even with an attitude of sacred meat? There’s a dark secret here. How come booze become unrestricted like many others. We should search answer for these questions in Paul Christianism which corrupted Jesus’ message, of course.

The biggest treason of Paulus in Jesus Christianism was stripping the law mechanics out of belief. A religion without laws cannot interfere the life. And a belief that has no saying in lifestyle become passive in humans life rather that taking an active role. A religion without a life saying is nothing but a toy. It cannot be a belief anymore. Because for a religion to be fully complete it should make suggestions to people on their lives. For this reason Christianism is not a religion but a cult. Hence the dissatisfaction on masses, its lack of spirituality as well as materiality bring us the biggest proofs on this regard. For the same reason all corrupted, all psychotic ideologies emerge from Europe. A great and deep spiritual crysis. Provoking souls to do inexplicable things to fill the gaps in lives.

e men yekfur Bil iymani fekad habita ameluh A message to complete the one above. Whoever denies the faith; I’m translating this part without meeting a metaphor; whoever denies the faith, his action shall be in vain. ve huve fiyl ahireti minel hasiriyn; He will in the ranks of those who have lost their afterlife.

Faith denial can be taken two ways,

  • Even with their own problems religious sects cannot be counted without faith to Allah. We understand this from Katade’s records as the reason of arrival.

According to Katade, this is the reason of arrival for this verse, we read it in Taberi. Considering faith absent is an opposite meaning with this idea. You don’t deny a Jew communities faith even with all its deformity, then how can you deny a believers faith because of his community? How can you deny a believers faith because of his clan, tribe, race, party, sect or community. Don’t you fear Allah? How can you treat believers as pagans? This is the message here.

 2- Second meaning has a more literal use but lacks the target altogether. Whoever denies the faith to Allah. Instead of ve men yekfur Bil iyman a use of ve men yekfur el iymani billahi. But the message loses it meaning by that. It’s not about having faith to Allah, it’s denying the faith. This meaning both lacks the inner and other context so I find the first meaning more accurate on this one.

6-) Ya eyyuhelleziyne amenu iza kumtum iles Salati fagsilu vucuhekum ve eydiyekum ilel merafiki vemsehu Bi ruusikum ve erculekum ilel ka’beyn* ve in kuntum cunuben fattahheru* ve in kuntum merda ev ‘ala seferin ev cae ehadun minkum minel gaiti ev lamestumun nisae felem tecidu maen fe teyemmemu sa’iyden tayyiben femsehu Bi vucuhikum ve eydiykum minhu, ma yuriydullahu liyec’ale aleykum min harecin ve lakin yuriydu li yutahhirekum ve li yutimme ni’meteHU aleykum leallekum teshkurun;

 O believers… When you rise to perform salat, wash your faces and your arms up to your elbows with water; wipe over your heads and wash your feet up to your ankles… If you are in a state of impurity (janabah) then wash your whole body… If you are ill or traveling or have been to the lavatory or if you have slept with women and you cannot find water, then seek clean earth and wipe your faces and hands with clean earth… Allah does not wish to make difficulty for you, but He wills to purify you and complete the favor of HU upon you; that you may be thankful (and evaluate). (A.Hulusi)

 O ye who believe! when ye prepare for prayer, wash your faces, and your hands (and arms) to the elbows; Rub your heads (with water); and (wash) your feet to the ankles. If ye are in a state of ceremonial impurity, bathe your whole body. But if ye are ill, or on a journey, or one of you cometh from privy, or ye have been in contact with women, and ye find no water, then take for yourselves clean sand or earth, and rub therewith your faces and hands. Allah doth not wish to place you in a difficulty, but to make you clean, and to complete his favor to you, that ye may be grateful. (A.Yusuf Ali) 

Ya eyyuhelleziyne amenu O believers… iza kumtum iles Salati fagsilu vucuhekum ve eydiyekum ilel merafiki when ye prepare for prayer, wash your faces, and your hands and arms to the elbows.

This verse is falsely named ablution verse. This naming is not accurate since ablution didn’t start with this verse. These verses arrived much later, at the end of Qur’ans arrival period. But believers were taking ablutions long before that for their prayers. That’s why ablution started with Daily prayers. Hence the naming of this verse cannot be ablution. But more accurately it can be named as teyemmum verse. This is the verse which puts the must rule on teyemmum in Qur’an.

vemsehu Bi ruusikum ve erculekum ilel ka’beyn wipe over your heads and wash your feet up to your ankles.. Wiping and washing.

This reading has become one of the biggest debated amond Islamic scolars in Islamic history. Sunni opinion and Shii opinion differs by the reading of this part. One letter to be precise. All these references and opinions are about vav letter. V connector. Is it erculekum or erculikum? This connector is for the feet word the connection here is for the previous word or the following one?

Shia, Caferi, Zeydi, Imam Taberi, Ibn Abbas from Sahabe, Enes and Ali and some other from the first cummunity chose to use the un with the previous reading and read it as erculikum. With Kesra. That’s why they claim that wiping the feet with water in ablution is a must. They read the entire part like this. vemsehu Bi ruusikum ve erculikum ilel ka’beyn. Wipe over your hands and head and wipe over your feet to ankles.

Other opinion, Sunni comment for Islam is the un connection. They claim that the connection is not for a word but also before that point hence the reading ve erculekum For practical purposes it license the use of mest (a type of waterproof shoes) and water can be wiped over the shoes in certain sitguations. These are their opinions, I tried to deliver both sides opinions without adding my own comments and with equal claims and proofs. They both show Qur’an as their witnesses so the paths are for the ones who follow them.

This vav connection creates some other disputed of course Basra and Kufe linguistic schools are the origin of this dispute. This vav connector, is it representes the absolute order or follow and getting ready? As in the sentence which arrives before can make the following sentence with the same certainty?

Imam Shafi says that the order in ablution should be done in this verses order and it cannot be changed. But Imam Abu Caniph said that although everypart described in this verse should be done to establish an ablution, the order is not a complete necessity.

ve in kuntum cunuben fattahheru* nisae If you are in a state of impurity (janabah) then wash your whole body… ve in kuntum merda If you are ill ev ‘ala seferin or traveling ev cae ehadun minkum minel gaiti or have been to the lavatory ev lamestumun nisae or if you have slept with women. At this last part some debates surfaced among scholars. Literal meaning of lamestum is touching. Derives from the roots of Le, Me and Se. So debates are about the metaphorical meaning or literal meaning should be taken here.

Imam Shafi reached the conclusion of literal meanings path and said, touching a woman breaks the ablution state of a man. But Abu Caniph chose to go for the metaphorical path and I believe he’s more accurate on this one. Usage is metaphorical even in several languages this usage can be seen. Especially in situations like secret family interaction. So since Abu Caniph was saying that the message should be taken as metaphorical, ablution shouldn’t break just by touching a woman. In this case touching word has deeper meaning.

felem tecidu maen and if you cannot find water fe teyemmemu sa’iyden tayyiben femsehu Bi vucuhikum ve eydiykum minhu, then with intentions of purifying fe teyemmemu has the meaning of making an intention that why I choose to translate this part like this. Wipe your hands to clean earth with puryfing intentions. femsehu Bi vucuhikum ve eydiykum minhu, and rub therewith your faces and hands.This is the whole teyemmum (dry ablution) With intentions. It’s not reaching the ground by falling over it of course, the message by earth means the type of dirt here. Any kind of clean rock including limestone or sand. You put your hands over it and wipe your arms afterwards. Cover your faces by rubbing your hands over.

So wasn’t ablution about cleaning? As in ablution is the name of purifying the body and making it ready for praying which is the process of purifying the soul and mind. True. Ablution and praying are one of the main examples of Islam’s double dimensioned practices. Ablution is physical cleaning where praying provides spiritual cleansing. They complete each other. So all situations requires ablution and whole body ablution, one should go for the path of teyemmum in case of water shortage kinds of emergencies.

But the message here is different than the original and obvious practice. On emay ask can dirt provide cleansing, can it do the work of water. Dirt even by the name is taken as something that dirts. We say dirty for example. Wipe the dirt, get rid of dirt.

This is about testing the submission. Are you checking the envelope or the letter within. Are you looking for the covering or the center. It’s about unformalising the job unlike Jews. Allah doesn’t want soap and water from you. It’s for you. All Allah asks from you is submission.

This is consciousness of Allah. Rejecting religious ritualizations. Rejecting Jewminding. Some people cannot process the depths of dry ablution. So change your perspectives. It’s not the problem. Problem is maintaining the healthy relation between you and Allah. It’s about adding Allah to your daily lives. It’s this. This is the consciousness of Allah. This is the reason behind dry ablution. Otherwise Allah doesn’t need your prayers, fastings or ablutions. It’s you who really needs all these.

ma yuriydullahu liyec’ale aleykum min harecin This is what completes what I explains so far Allah doth not wish to place you in a difficulty ve lakin yuriydu li yutahhirekum ve li yutimme ni’meteHU aleykum leallekum teshkurun, but to make you clean, and to complete his favor to you, that you may be grateful.

A person wins if he’s alive and fit. As in people who maintain a healthy relation with Allah always be on the gaining side. Allah’s advice for you is the maintain this relation. Not just forcing you to touch water and soap everytime. This dry ablution is a revolutionary practice among communities who are in low water life. So this verse should also be understood by social perspectives.

7-) Vezkuru ni’metAllahi aleykum ve miysakaHUlleziy vasekakum Bihi iz kultum semi’na ve eta’na* vettekullah* innAllahe Aliymun Bi zatis sudur;

 Remember the favor of Allah upon you and the covenant with which He bound you when you said, “We hear and we obey”… Protect yourselves from Allah! Indeed Allah, as your essence with His Names, knows what is inside you. (A.Hulusi)

 And call in remembrance the favor of Allah unto you, and His covenant, which He ratified with you, when ye said: “We hear and we obey”: And fear Allah, for Allah knoweth well the secrets of your hearts. (A.Yusuf Ali)

Vezkuru ni’metAllahi aleykum ve miysakaHUlleziy vasekakum Bihi iz kultum semi’na ve eta’na Remember the favor of Allah upon you and the covenant with which He bound you when you said, “We hear and we obey”.

The promise given to Allah is the nature. The conscience, mind, will. And friends, justice is only possible is one has a healthy relationship with Allah. Otherwise, if these ties are severedi one cannot mention about the justice. We should read and understand these messages with this soul.

vettekullah* Protect yourselves from Allah! Know your responsibilities to Allah innAllahe Aliymun Bi zatis sudur Indeed Allah, knows what is inside you.

😎 Ya eyyuhelleziyne amenu kunu kavvamiyne Lillahi shuhedae Bil kist* ve la yecrimennekum sheneanu kavmin ala ella ta’dilu* i’dilu* huve akrebu lit takva, vettekullah* innAllahe Habiyrun Bi ma ta’melun;

 O believers… Be steadfast in the way of Allah, and be just when you bear witness… Do not let your hatred for a people lead you to be unjust! Be just, this approach is nearer to protection… Protect yourselves from Allah! Indeed Allah (as their creator) is Habir of all your actions. (A.Hulusi)

 O ye who believe! stand out firmly for Allah, as witnesses to fair dealing, and let not the hatred of others to you make you swerve to wrong and depart from justice. Be just: that is next to piety: and fear Allah. For Allah is well-acquainted with all that ye do. (A.Yusuf Ali)

Ya eyyuhelleziyne amenu O you who believe! kunu kavvamiyne Lillahi shuhedae Bil kist* Be steadfast in the way of Allah, and be just when you bear witness. ve la yecrimennekum sheneanu kavmin ala ella ta’dilu Do not let your hatred for a people lead you to be unjust!

Qur’an gives us the greatest virtue of earth. What more can we want from Qur’an. That’s why these messages are not for a specific community but the entire human race.

Here the message is for everyone. The humanity is addressed here. Even the verse starts with the words, O believers, the principle it brings is for all of us. It says Do not let your hatred for a specific group of people lead you to be unjust!

On the eclipse of unity for human-Allah relations as well as the justice for human – human relations. Celestial message has two purposes. Creating the unity bond as human-Allah relations and creating justice among people for the sake of human-human relations. That’s why Allah addresses people. i’dilu* huve akrebu lit takva be fair. This is the shortest path to be under Allah’s supervision.

I translated the word takwa here different that I did before. Because I believe the verse creates a differetn nuance within. The shortest path to be under Allah supervision is justice. The message can be taken from here.

Vettekullah as you can see two types of takwa arrived here. I translate this one with its literal meaning. Know your responsibilities to Allah. innAllahe Habiyrun Bi ma ta’melun; Without a doubt Allah is aware of all your doings.

9-) Ve’adAllahulleziyne amenu ve amilus salihati lehum magfiretun ve ecrun aziym;

Allah has promised those who believe and live as their faiths require, “There is forgiveness and a great reward for them.” (A.Hulusi)

 To those who believe and do deeds of righteousness hath Allah promised forgiveness and a great reward. (A.Yusuf Ali)

Ve’adAllahulleziyne amenu ve amilus salihati To those who believe and do deeds of righteousness lehum magfiretun ve ecrun aziym Allah promised forgiveness and a great reward.

Isn’t that right dear friends, unbounded principles brings unbounded identities and immense rewards. If you hold on to that principles, you won’t be asked which clan or community you are in. If you hold on to that eternal and celestial principles, you will have your great rewards. You should only be fair for your principles. But if one chooses to say, I’m from them. I’m among these people. And on top of it, if you don’t hold on to these principles and broke them at every opportunity, Allah doesn’t take your claims seriously.

10-) Velleziyne keferu ve kezzebu Bi ayatina ulaike ashabul cahiym;

 As for those who deny the reality and our signs (the manifestations of the Names) they are the people of hell. (A.Hulusi)

 Those who reject faith and deny our signs will be companions of Hell-fire. (A.Yusuf Ali)

Velleziyne keferu ve kezzebu Bi ayatina As for those who deny the reality and our signs ulaike ashabul cahiym they are the people of hell.

11-) Ya eyyuhelleziyne amenuzkuru ni’metAllahi aleykum iz hemme kavmun en yebsutu ileykum eydiyehum fekeffe eydiyehum ankum* vettekullah* ve alellahi fel yetevekkelil mu’minun;

 O believers… Remember the favor of Allah upon you… Remember when a community wanted to lay their hands on you (harm you) and He had pulled their hands away from you… Protect yourselves from Allah! Let the believers place their trust in Allah (believe that the Name Wakil in their essence will fulfill its function). (A.Hulusi)

 O ye who believe! Call in remembrance the favor of Allah unto you when certain men formed the design to stretch out their hands against you, but (Allah) held back their hands from you: so fear Allah. And on Allah let believers put (all) their trust. (A.Yusuf Ali)    

Ya eyyuhelleziyne amenuzkuru ni’metAllahi aleykum O believers… Remember the favor of Allah upon you…  We are called here iz hemme kavmun en yebsutu ileykum eydiyehum fekeffe eydiyehum ankum Remember when a community wanted to lay their hands on you and Allah had pulled their hands away from you…

 Literal meaning in this verse comes from a historical event for the reason of arrival. Batn-i Nahle Incident. Also a failed assassination of Gavres bin Haris. But both incidents happened after the verse had arrived. There are may more examples in history fort his message hence the importance of the verse comes from it.

 Allah has treated us with mercy and blessing also blocked the hands which reach to our faiths. Allah pull back their efforts we see it. If we as believers are willing to pay the price of our faith, we don’t only have the joy of following our faiths in afterlife but in this life as well. That’s why it’s not possible to limit this verses message by a single historical event.

vettekullah* Again the same frame has opened. Know your responsibilities to Allah. ve alellahi fel yetevekkelil mu’minun; And believers shall only put their trust to Allah. Isn’t Allah enough? eleysallahu bi kafin abduhu Isn’t Allah enough for His believers? If you look for a safe haven, a sanctuary, Allah is enough for you. Nothing can have the utmost safety beside Allah.

12-) Ve lekad ehazellahu miysaka beni israiyl* ve beasna minhumusney ashere nekiyba* ve kalAllahu inniy meakum* lein ekamtumus Salate ve ateytumuz Zekate ve amentum Bi rusuliy ve azzertumuhum ve akradtumullahe kardan hasenen leukeffirenne ankum seyyiatikum ve leudhilennekum cennatin tecriy min tahtihel enhar* femen kefere ba’de zalike minkum fekad dalle sevaes sebiyl;

 Verily, Allah took a covenant from the Children of Israel… We rose among them twelve representatives… Allah had said, “I am indeed with you… If you perform salat, give zakah (alms), believe in the Rasuls and support them, and give Allah a good loan (based on the emphasis ‘I am indeed with you,’ the loans you give to others are loans that are given to Allah), I will remove your wrongdoings and admit you to Paradises underneath which rivers flow… Whoever denies the reality after this has surely gone astray from the straight path.” (A.Hulusi)

 Allah did aforetime take a covenant from the Children of Israel, and We appointed twelve chieftains among them. And Allah said: “I am with you: if ye (but) establish regular prayers, give Zakat (regular charity), believe in my messengers, honor and assist them, and loan to Allah a beautiful loan, verily I will wipe out from you your evils, and admit you to Gardens with rivers flowing beneath; but if any of you, after this, resisteth faith, he hath truly wandered from the path or rectitude.” (A.Yusuf Ali)       

Ve lekad ehazellahu miysaka beni israiyl* ve beasna minhumusney ashere nekiyba* Verily, Allah took a covenant from the Children of Israel when 12 leaders were sent to them… ve kalAllahu inniy meakum* Allah had said, “I am indeed with you… lein ekamtumus Salate If you perform salat, give zakah (alms),

Why suddenly this verse comes to the frame, why this subject all of a sudden. Like I said, the biggest message here is to Muhammads community. O community of Muhammad, don’t become Jewminded people as the community of Moses have become. Look at them, look at those people who broke their promises to Allah, their covenants with Allah. Look at them at behave accordingly. This brings us a historical example on those who break their promises.

lein ekamtumus Salate before that there’s a nakiyp above. It means protector, researcher also spy. And a number 12 usney asher . This 12 number became a taboo in Islamic cultural history. 12 Imams tradition comes from this origin. There are also some hadiths on this subject. Like the sacrecy of this number. But I find it more accurate that this number isn’t something from Islamic culture but more of an Israelian cultures part.

lein ekamtumus Salate If you perform salat… Verse says salat not praying. I preserved it as it should. What is the condition of salat in Jew religion. It’s directly related to this verses 1, 6 and 7th verses, my dear Qur’an friends.

 Here performing salat. Salat is a symbol among Allah’s symbols. I represents humans existence and accepting Allah into his life. Performing salat also has the meaning of supporting religion. When you perform salat of your religion, you naturally support it.  It’s the symbol of support to relition, faith to Allah and Allah’s message altogether. If a person doesn’t support Allah, prophet and the message, then he ridicules salat. Qur’an explains this with these words in Maun Chapter. Elleziyne hum an Salatihim sahun, Elleziyne hum yuraun; Maun 5/6. They were perfoming salat just as a show, only with its physical self. This is it if their salats don’t turn into supports. I should give you the numbers of related verses.

 It is HU who reflects upon you and His angels (the forces of His Names), to bring you out of the darkness (of your formed illusory identities) into the Nur (life based on the knowledge of the reality)! And is ever, Rahim to those who believe in their essential reality. Ahzap/43

 “Indeed, I am Allah! There is no deity-god, only Me! So serve Me (by manifesting the qualities of My Names)! And experience salat to remember Me!” Taha/14

 Read and inform the knowledge (Book) that has been revealed to you, and establish salat… Indeed, salat keeps immorality (going to excess as a result of corporeality) and bad deeds (things that go against sunnatullah) away… Indeed, the dhikr (remembrance) of Allah is Akbar (enables one to experience Akbariyyah – Absolute Magnificence)! Allah knows the state you are in. Ankebut/45

 If you compare ans study these verses with my lessons, you realize how accurate this meaning really is. There’s also another use of the word salat in Qur’an. In Hud/87 it has the meaning of celebration. That’s why salat is the name of commitment to Allah in the largest sense for humans existence.

ve ateytumuz Zekate they give alms, help without waiting a return for cleansing. Yes, we said that salat is the name of commitment to Allah for humans existence. Zekah is the name of commitment to Allah in humans possessions. Riches and wealth. This is the case.

ve amentum Bi rusuliy, that’s why in many sentences of Qur’an salat and zekah come side by side. Verse continues. ve amentum Bi rusuliy ve azzertumuhum believe in the Rasuls and support them, ve akradtumullahe kardan hasenen and give Allah a good loan (based on the emphasis ‘I am indeed with you,’ the loans you give to others are loans that are given to Allah),.

Why? “Everything has done for Allah is a credit opening to Allah. More truly it’s Allah’s credit giving to you. Allah gives you credit only if you open the way of credit with your actions. Otherwise Allah doesn’t need credit from any of us. Allah has no use of credit but we do as worshippers.

leukeffirenne ankum seyyiatikum What’s gonna happen if you do these? I will remove your wrongdoings ve leudhilennekum cennatin tecriy min tahtihel enhar* and admit you to Paradises underneath which rivers flow…  femen kefere ba’de zalike minkum Whoever denies the reality after this fekad dalle sevaes sebiyl has surely gone astray from the straight path.

13-) Fe Bi ma nakdihim miysakahum leannahum ve cealna kulubehum kasiyeten, yuharrifunel kelime an mevadi’ihi ve nesu hazzan mimma zukkiru Bihi, ve la tezalu tattaliu ala hainetin minhum illa kaliylen minhum fa’fu anhum vasfah* innAllahe yuhibbul muhsiniyn;

 We have cursed them for breaking their covenant and hardened their hearts (locked their perception)! They distort the meanings of words and have forgotten to take a share of the realities with which they have been cautioned. Except for a very few, you will see deceit from them… Forgive them and do not worry! Indeed, Allah loves the doers of good. (A.Hulusi)

 But because of their breach of their covenant, We cursed them, and made their hearts grow hard: they change the words from their (right) places and forget a good part of the message that was sent them, nor wilt thou cease to find them – barring a few – ever bent on (new) deceits: but forgive them, and overlook (their misdeeds): for Allah loveth those who are kind. (A.Yusuf Ali)

Fe Bi ma nakdihim miysakahum leannahum ve cealna kulubehum kasiyeten And here comes the result, dear friends.  What happened to them? We have cursed them for breaking their covenant and hardened their hearts.

Community of Muhammad is warned here about becoming Jewminded like sons of Israel. Don’t break your promises with Allah. You become like them. Your hearts hardens. How can one hear Allah’s voice, verses sound if his conscience is mute. Because conscience is just another form of revelations.

yuharrifunel kelime an mevadi’ihi what have they done after that, what did they do when their hearts are blackened. Now they try to sever the ties between the message and the context. Cutting the connections between wisdom. We studied in Nisa/46. They do hermonotic corruption. It’s not about corrupting Qur’an by distorting their words to something other. There’s another way to sever the ties of revelations. Corrupting by meanings and comments. One can pull the meaning something entirely different than Allah’s intentions with comments. Ignoring the meaning that Allah gives to these words is the definition of Jewminded corruption and this is the general way of this destruction today.

ve nesu hazzan mimma zukkiru Bihi, and forget a good part of the message that was sent them, ve la tezalu tattaliu ala hainetin minhum illa kaliylen minhum Except for a very few, you will see deceit from them… Yes, the general rule. Can you wait honesty from a person who betrayed his own creator. These words are about them. O Muhammad and believers, they betrayed Allah. So why do you be surprised when they also betray you? This question is admissable for todays traitors. How can we believe those people when we are aware of their treason against Allah?

fa’fu anhum vasfah* Forgive them and do not worry! innAllahe yuhibbul muhsiniyn; Indeed, Allah loves the doers of good.

Hopefully we will join the ranks well treaters so that we will be treated well too. Allah, who is the creator of love, loves mankind and deserves to be loved by us, is the most worthy being to love.

 “Ve ahiru davana velil hamdulillahi rabbil alemiyn” (Jonah/10) “Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the Worlds!” All products of our claims, causes and lives are for Allah and our last word to our Allah is “Hamd”.

“Esselamu aleykum.”

 


ESMA DERSLERİ – 19 – EL BÂRİ’ (B)

$
0
0

365-el-bari-1

………Euzübillahimineşşeytanirracim,

………Bismillahirrahmanirrahim

………Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

………De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

………“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

………Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 ………“Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

………Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

………*****************************************************

………EL BÂRİ’

………….Allah’ın her yarattığı canlının yaşadığı çevreye ve yaşayış amacına uygun bir şekilde yaratıldığını görebiliriz. Takiyüttin Mengüşoğlu’nun bir biyoloji bilgininden iktibas ederek belirttiği gibi “Darwin’in dediği gibi zayıf veya kuvvetli türler, gelişmiş veya gelişmemiş türler söz konusu değildir. Yaşadığı çevreye en iyi uyum sağlayan türler söz konusudur”. Hayvanlar âlemine baktığımızda, canlılar ile yaşadıkları çevre arasındaki uyumu, dengeyi ve birbirini tamamlama olgusunu açıkça gözlemleriz.

………Allah bütün evren gibi biz insanların organlarını da tam bir ölçü ve dengede yaratmıştır. Evrendeki denge ve ölçü Rahman, 7. Ayetiyle ne kadar güzellikle ve açıklıkla hükmedilir:

………Ve O, gökleri yükseltti ve (Her şey için) bir ölçü koydu”.

………Aynı ölçüyü yerkürenin içinde, uzayda ve galaksiler arasında, oradan gözün göremeyeceği kadar küçük dünyalar içinde görmek mümkündür. İlim ve tefekkür de zaten bu ölçüyü araştırmaya matuf değiller midir?

………Allah’ın El_Bari ism-i şerifinin başta belirttiğimiz kelime manasına yakın mücerret manalarını ve olgularını Kuran’da okumak mümkündür.

………“Ey iman edenler! Sakın sizde Musa’ya eziyet edenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu, dedikleri şeylerden temize çıkardı, beri kıldı. O Allah’ın yanında şerefli idi.” (Ahzap/69).

………“Temize çıkarmak, beri kılmak” manaları hatta Allah’ın yanında “Şerefli” olması El Bari isminin tecellisi, tezahürüdür. El Bari isminin tezahürüyle Allah inananları, peygamberlerini kâfirlerin ve müşriklerin tuzaklarından, saldırılarından korumuştur. Bu tuzak ve saldırılar fiziki saldırılardan ziyade Hazreti Yusuf’un maruz kaldığı iftira, Peygamber Efendimize peygamberliğinin ilk yıllarında atılan iftiralar, Hazreti Aişe Validemize atılan iftira gibi mecazi saldırılardır. Allah El-Bari İsminin tecellisi ve tezahürüyledir ki, iftira atanlar kendi iftiralarında boğulmuşlar, o tertemiz peygamberler ve inanmış insanlar ise daha dünyada iken Allah tarafından tertemiz olduklarıyla müjdelenmişlerdir.

………Burada şunu da ifade edelim ki, yukarıdaki belirttiğimiz iftira veya inkâr etmeler, Allah’ın bizatihi görmesine, işitmesine ve bilemediğimiz şekillerde muttali olmasına karşı bir terbiyesizliktir. Bunun yanında, El Bari ismi gibi tecellileriyle her şeyi kusursuz ve özgün ve dengeli yaratması, iyiliğin iyilik sahibiyle, faziletin fazilet sahibiyle uyumlu olması gibi bir mükemmellikte tasarlaması hakikatine karşı saygısızlıktır. Doğrudan Allah’ın Zatı Bari’sine iftiradır, inkârdır.

………Bari İsmi Şerifi üzerine sayısız yorum yapılabilir. Ancak, tashihini ilim sahiplerinden istirham ederek, bazı düşüncelerimi de paylaşmak istiyorum. Bunların başında da Allah’ın Kuran-ı Kerim’de kendini anlatmasındaki El Bari İsminin tecellileridir ki, İslam Akidesinin özünün özünü teşkil etmesi açısından çok önemli bulmaktayım. Şöyle ki, bazı bozulmuş semavi dinlerin kitaplarındaki ve milletlerin eksik inanışlarındaki hâşâ “Kusurlu yaratıcının” İslam Akidesinde tamamıyla reddedildiğini görmekteyiz.

………Tevhit kelimesindeki “La” nefyi (Olumsuzlaması, reddi) bütün eksik ve sakat inanışları reddetmektedir. Bundan sonra da Allah kendini Kuran-ı Kerim’de o kadar hiçbir eksik yön bırakmayacak şekilde esaslı ve kapsamlı, hiçbir şüpheye ver vermeyecek şekilde kesin ve yalın anlatmaktadır ki, her okuduğumuzda hayrete düşmekte, her tefekkürümüzde yenilenmekteyiz.

………Dilerim çok haddi aşan bir söz olmaz, El Bari İsminin tecellisini Esma-ül Hüsna’nın ve Hakiki Rab akidesinin tertip ve tasarımında ve dengeli bir şekilde inşasında da okumaktayız. Allah akidesi, tevhid-i hakiki inancı zaten diğer bozulmuş inançlardaki telakkileri reddetmektedir, bunda hiç kuşku ve tereddüt yoktur.

………Burada vurgulamaya çalıştığım husus, Allah kendini o kadar cami ve kusursuz anlatmaktadır ki, bu inkârcıları reddetmeye matuf olduğu kadar, inananlara da kendini mükemmel, kusursuz ve özgün bir şekilde anlatmaya da matuf görünmektedir. Doğrusunu Allah bilir.

………Bazı ifrat tutumlarına rağmen Kelamcıların tarih boyu ilimleri ve tartışmaları El Bari isminin tecellisini en yüksek düzeyde tevhit akidesinde görmeye matuf değil midir? İslam akidesi ve düşüncesi serapa uyum, itidal, adalet ve kusursuzluk demektir. Kelamcılar bunun yansımalarını İslam akidesinin Yegâne Sahibi ve Yaratıcısını anlamak ve tarif etmekte bulmaya çalışanlardır. Bu beyhude bir çaba değildir elbette. Zira akidenin en temel noktasında bir uyum, denge, kusursuzluk ve özgünlük olacaktır ki, diğer alanlarda da bunun tezahürleri araştırılabilsin, inşa edilebilsin.

………Gerçekten de “Uyum, kusursuzluk, denge ve özgünlük” kavramlarını varlıkla ve yaratılış ile münasebet içinde düşünürsek, bu kelimelerin en mükemmel ve doğru düzeylerini nasıl bulabiliriz? Nasıl bir Rab olmalıdır ki, El Bari İsmi hakiki anlamıyla tecelli etsin?

………Kevni yaratılıştan dinlerin ve peygamberlerin gönderilmesine, medeniyetlerin inşasına, insanın hayatının biçimlendirilmesine, güzelliklerinin araştırılmasına kadar milyarlarca sahada El Bari isminin hakiki manada tecellisi Tevhit akidesinin kabulüyle olabilir. Her şey Allah’a bakan yüzleri ve yönleriyle mükemmel, O’nun koyduğu ölçüler içinde dengeli olabilirler.

………Allah dışında bir başka bir güç veya varlık farz muhal bu denge ve kusursuzluğa ortak düşünülse, bu eşsiz mimari dağılır, düzen yıkılır, inkârcılığın karanlıklarına dökülürdü bütün varlık. O halde El Bari İsm-i Şerifinin tecellilerinin en yüksek noktası tevhit noktasıdır. Allah’ın diğer İsimleri gibi El Bari İsmi de öncelikle Tevhit Akidesinin içinde, mimarisinde, tezahüründe bir mana ifade etmektedir.

………Allah’ın Birliği (Tevhit Akidesi) İslam Hayatının, sanatının, idaresinin, vb. her şeyinin esasıdır, temelidir, varlık nedenidir. Her ölçü ve güzellik ve denge Tevhit akidesinin ruhunda gizlidir, vardır.

………Tevhit akidesinin imana yönelik tezahürlerine mazhar olunursa Marifetullah (Allah’ı bilme) arşına çıkılır. Tevhit akidesinin hayata yağan tecellilerinden nasiplenme olursa El Bari isminin bereketine nail olunur ümidindeyim.

………Ancak, El Bari isminin Tevhit Akidesi merkezinde hayatımıza hayat olması lazımdır. Akide ile hayat arasında El Bari isminin tecellilerine tezat teşkil edecek bir aykırılığın olmaması gerektir. Uyum, denge ve kusursuzluk akide ile müntesiplerinin hayatı arasındaki kuvvetli bağlarla temin ve inşa edilebilir.

………Bu çerçevede bir Fıkıh tarifi yapacak olursak; akide merkezindeki kaidelerin hayatımıza hayat olmasıdır denilebilir. Elmalı Hamdi Yazır da “İslam’ın kurallarını yaşayabilecek şekilde bilmeye Fıkıh” demiyor mu? O halde din özellikle de bizim açımızdan İslam Dini hayattan ayrı bırakılmış, kaidelerine uyulmayan bir ölü din değildir, olmamalıdır. İslam Dini dediğimizde müntesiplerinin herkesten çok kurallarına uyduğu, yaşattığı bir tecrübi ve ilmi saha anlaşılmalıdır. Anlaşılmalıdır ki, El bari İsminin tecellilerine mazhar olalım. Allah dualarımızda istediğimiz “İzzetli, şerefli, medeni, yüksek bir İslam hayatını” bizim hayatımıza bahşetsin, yaratsın.

………Son olarak, El Bari İsmi Şerifinin sanat, medeniyet, siyaset, üretim ve ticaret gibi maddi alanlara tecellisi ve bağlayıcı yansımalarını vurgulamak istiyorum. Öz ve son ifade olarak denilebilir ki, El Bari İsminin hem akide hem de hayat anlamında en kapsamlı ve hakiki bir şekilde Allah’ı bilmeye götürdüğü nokta İslam Medeniyetinin zirve noktası olacaktır. Çünkü bu noktada her şey ölçülü, dengeli, kusursuz ve mükemmel olacaktır. Bunun ilk aşaması da insanın bizatihi kendisinin manevi, akli, hissi, ruhi ve ameli planda ölçülü, dengeli, kusursuz ve mükemmel olmasıdır.

………İşte bu yüzden insanın yaşayışında, düşünüşünde, hissedişinde ölçülü, dengeli, kusursuz ve mükemmel olma sürecinde başarıyla yol alması öncelikle zamanı ve El Bari ism-i şerifinin zamandaki tecellisini idrak etmesiyle mümkündür.  (MEHMET ALİ BAL – El-Bari İsm-i Şerifi Ve Saatler yazısından alıntıdır)

………*******************************************************

……...EL-BARÎ

………Bârî, yaratılışın tekâmül mertebelerindeki icadları ifade eder. Yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizam üzere seçip düzenleyerek ve tamamlayarak birbirinden farklı özelliklerle yaratır. Yaratırken bir örneğe ve emsale ihtiyaç duymaz. Yüce Allâh, canlı ve cansız tüm varlıkları hiçbir örneği olmaksızın, yardım almaksızın ve tarifi olmaksızın var eder. Yani her varlığın şekli ve görevi, Allâh’u Teâlâ’nın kendi takdiridir. Yeryüzünde ve göklerde nasıl duracağına, nasıl bir biçime sahip olacağına yada nasıl bir misyon yükleneceğine Yüce Allâh karar verir.

………Örneğin; güneşin şekli, enerjisi, ışığı, yörüngedeki pozisyonu, galaksideki konumu vs. nasıl olmalı?

……… “Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan O’dur. (Bunların) her biri bir yörüngede yüzmektedir.” (Enbiya/33)

………“Güneşi ışık, ayı nur yapan, yılların sayısını ve (vakitlerin) hesabı(nı) bilmeniz için aya (dolaşma) konaklar(ı) düzenleyen O’dur. Allâh bunları gerçek ile (hikmeti uyarınca) yaratmıştır. Bilen bir kavim için âyetleri açıklamaktadır.” (Yunus/5)

………Ya da denizlerin büyüklüğü, içindekileri, ne yapacakları nelerdir?

………“Allâh’tır ki denizi size boyun eğdirdi, ta ki gemiler onun içinde buyruğuyla akıp gitsin ki, siz O’nun kereminden (nasîbinizi) arayasınız da şükredesiniz.” (Casiye/12)

………Ya da hayvanların doğumu, ölümü, sayısı, çeşitleri, ihtiyaçları neler olmalıdır?

 ………“Allâh her canlıyı sudan yarattı. Onlardan kimi karnı üzerinde yürür, kimi iki ayak üzerinde yürür, kimi de dört (ayak) üstünde yürür. Allâh dilediğini yaratır. Çünkü Allâh her şeye kâdirdir.” (Nûr/45)

……… “İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renklerde olanlar var. Kulları içinden ancak bilginler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allâh daima üstündür, çok bağışlayandır.” (Fatır/28)

………Ya da anne karnındaki bebeğin cinsiyeti, şekli, görevi vs. nelerdir?

………“Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur…” (Fatır/39)

 ………“O’nun ayetlerinden biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz (yeryüzüne) yayılan insan (lar) oluverdiniz.” (Rum/20)

………Allâh sizi önce topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çift çift yaptı. Bir dişinin gebe kalması ve doğurması hep O’nun bilgisiyledir. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömrünün uzatılması da mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.” (Fatır/11)

………Yaratılış ile ilgili tüm âyetleri burada sıralamak istemiyorum. Çünkü düşünen insan için birkaç âyette yeterlidir. Anlamamız gereken şu ki, nefsimiz ister kabul etsin, ister kabul etmesin, ister duyarsız olsun, ister hayran olsun, ister beğensin, ister şikâyetçi olsun her şeyin doğumu, gelişimi, çoğalması, yayılması, hareketleri, ölçüsü, ölümü… Hepsi Yüce Allah’ın kararına göre olur. İsterse insanı topraktan, isterse babasız, isterse anne-babalı dünyaya gönderir. Her şey, yüce Allâh’ın dediğine göre olur.

………“Gökleri ve yeri hak(ve hikmet) ile yaratan O’dur. “ol” dediği gün oluverir. Sözü haktır. Sûr’a üfleneceği günde, mülk O’nundur. Gizliyi ve açığı bilendir. O hükümdardır, her şeyi haber alandır.” (En’âm/73)

………Bir sinek kanadı bile var edemeyen  bizlerin, bu kâinattaki varlıklara hayranlık duyarak bakmaları, ibret almaları ve nasıl bir yola girmeleri gerektiğini düşünmeleri elzemdir. Çünkü bizler değil beğenmemek, beğenmediğimiz şeylerin en küçük parçasını bile yaratamayız. İnsanlar, yüce Allâh’ın Bârî olduğuna iman etse, buna göre amel ederler. Böylece kimse kimseyi aşağılamaz, küçümsemez, basit görmez, insanları elinde olmayan şeyler yüzünden yargılamaz, kınamaz, dışlamaz.

………Kadınlar-erkekler, siyahlar-beyazlar, çirkinler-güzeller, hasta olanlar-sağlıklı olanlar, bizimkiler-sizinkiler, sence-bence ayırımı olmaz. Kendi hakkı olarak gördüklerini, başka tarafın hakkı olarak da düşünür. Ben güzelim, o çirkin, ben kürdüm o Türk, Arap, bu kadın, şu erkek gibi dışlama ifadelerini dillerine bile alamazlar. Çünkü bilir ki, ne varsa bizde, bunlar Allâh’ın kararıdır. Kendi kararımız olmadığı için yargılanamaz. Güzel bir kadın, güzel yaratılmak için bir emek vermemiştir. Ya da erkek olarak doğmasında kendisinin bir katkısı yoktur. Bu konularda Allâh tercihi insanlara vermemiştir. Nasıl yaratılacağına dair, yalnızca kendisi karar verir. Bu yüzden ne bazıları övünmeyi, ne de yermeyi kendilerinde göremez. Bazı insanlarda şunları görürüz. Keşke kadın olsaydım veya erkek olsaydım, ya da esmer olsaydım, sarışın olsaydım. Ya da keşke uzun boylu olsaydım gibi düşüncelerle razı olmama tavırları…

………Yaratılışını değiştirme gibi davranış bozuklukları… Kendini kabullenememe, kendinden nefret etme, başkalarını taklit etme, imrenme, öz güvenini yitirme, komplekse girme, kendini aşağılama gibi karakter bozuklukları…

………Hepsi Allâh’ın Bârî olduğuna yeterince iman etmeme sonucudur. Oysa biz kullar, hem bir şey var edemezken, hem de  razı olmamak, bir isyan bayrağı çekmek demektir.

………Bakınız, biz insanlar bir şey yaparken, Allâh’ın kural ve yarattıklarından yola çıkarak, O’nun yarattıklarını model alırız. Uçağı kuşa, denizaltını balığa, treni yılana, otobüsü bir bineğe, robotu bir canlıya benzetiriz. Ressamlar, hep kâinattakileri yansıtmazlar mı?

………Yüce Allâh yarattıklarını bir kereden yaratıp bırakmıyor.

………Örneğin; insan bir kereden yetişkin olarak dünyaya gelmiyor. Önce anne karnında bir embriyo, nutfe, cenin ve bebek olarak dünyaya geliyor. Küçük bir insan yavrusu, ama kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Ağlayan, sonra takip eden, sonra tutan, sonra konuştuklarına tepki veren bebek, ileride oturuyor, ayakta duruyor, emekliyor, konuşuyor… Daha ileride ergenlik dönemini yaşıyor, yetişkin oluyor. Ve nihayet yaşlanıyor. Tüm bu aşamalarda karar veren Allah’tır. Bunlar kendi kendine olmuyor. Tüm bunların arasında en küçük ayrıntılar bile Yüce Allâh’ın izni ile oluyor.

………İnsan için geçerli olan tüm bu tekâmül devreleri, tüm diğer varlıklar için de geçerlidir. İnsanların haberi olmadan, yaşadığı dünyada bile ne kadar çok şey oluyor, değişiyor, geçiyor. Ama insan bunun kendiliğinden olduğunu zannediyor. Ve adına, Allah’a asî olanlar “tabiat ana” diyerek, güya Yüce Allâh hiçbir şeye hükmetmiyor. Hâlbuki Yüce Allâh Bârî’dir. Her aşamaya, her ayrıntıya, her gelişime, her sürece hükmeden, yaratan, yönlendiren, takdir eden, gözetleyen, gören, bilen, müdahale eden Yüce Allah’tır. Gece-gündüz kendi kendine değişmez. Ağaçlar kendi kendine yeşillenmez. Toprak kendi kendine ürün vermez. Canlılar kendi kendine üremez. Her şeyin tekâmülünü var eden ve takdirini veren Bâri olan Allâh’ tır.

………O halde insan; her aşama ve süreçte Allâh’ın kontrolünde olduğunu unutmamalıdır. Her şeyi yaratan ve gözetleyen Allâh’ın, bu süreç sonunda bizleri, hesaba çekeceğini de unutmamalıdır.

………İnsan yaratılış amacını ve tüm süreçlerin hangi amaç doğrultusunda geliştiğini de iyice kavramalıdır. İnsanlar da dâhil tüm varlıklar bir tek amaç için yaratıldı.

 ………“Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi: ona ve arza: “isteyerek veya istemeyerek(buyruğuma)gelin” dedi. “İsteyerek geldik” dediler.” (Fussilet /11)

………Göklerin ve yerin fıtratı İslam üzerinedir. Yani bir taş yaratılış amacına göre davrandığı için bir taş, İslam fıtratı üzeredir. Bir dağ kendisine verilen yaratılışa göre olduğu için İslam üzeredir. Bitkiler, hayvanlar, denizler, yıldızlar, güneş her şey yaratılışlarına göre görevlerini yaptıkları için İslam fıtratı üzeredirler. Bir inek diyemez: “Ben yumurta yapmak isterim” veya bir fil “benim sütüm daha güzel, lütfen benimkini için” diye bir öneri sunamaz.

………İnsanoğlu da yaratılış amacına göre İslam fıtratı üzere yaratıldı.

……… “Sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak doğruca dine çevir: “Allâh’ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön)ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allâh’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum /30)

………Allâh, insanı örneksiz, benzersiz, kendisine misyon ve hedef vererek yarattı. Bundan sonra seni imtihana sokuyor ve senin bu yaratılış amacının doğrultusunda, İslam fıtratını korumanı istiyor.

………Sen! Allâh’ın boyasıyla doğan sen! Bakalım, bu boyanı koruyabilecek misin? Yoksa boyanı değiştirecek misin? Tekâmülünü bu yolda tamamlayacak mısın?

………Yüce Allâh fıtratını koruman için hayatının her alanına, her ayrıntısına lütuf, ikram, sevgi, rızık vs. ile hükmederken, senin bu çizgide durman için de hayatının her alanında esaslarını sunuyor. Fıtratını koruman için bu esasları içeren Kur’an-ı Kerîm’i ve bu esasların nasıl uygulayacağını öğreten peygamberler gönderiyor. Bu yoldaki tüm hatalarına rağmen, yeniden başlama fırsatı vererek doğru yol üzere kemâle davet ediyor. Acaba sen bu yolda tekâmüle erebilecek misin? Evet, yolun doğru, fakat sen bu yolun hangi merhalesindesin.

………Eğer, bu yolda yarım kalmışsan, düşmüşsen. Barî olan Allâh, nerede olursan ol, yeniden ayağa kalkmana imkânlar veriyor.

……… “Musa kavmine demişti ki: “ey kavmim, sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Gelin yaratıcınıza tevbe edin de nefislerinizi öldürün. Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. (Bu suretle O) sizin tevbenizi kabul buyurmuş olur. Çünkü O, öyle bağışlayıcı, öyle merhametlidir.” (Bakara /54)

………Andolsun ki Allâh her sıfatının yanı El-Bâri olmasaydı, hata ettikten sonra sen, bir daha tekâmül yoluna giremezdin. Seni yarattıktan sonra, bir kenara bırakırdı. Hele birde günah işlemişsen, seni yalnız ve yardımcısız bırakırdı. O Bâri olmasıyla yine fırsat veriyor, merhamet ediyor, lütfediyor, yaratıyor, seviyor, hükmediyor, bildiriyor.

………Her aşama ve süreçte tüm sıfatları ile tecelli ettiriyor. Dün düşünmemişsen, bugün düşünebiliyorsun. Bugün öğrenememişsen, yarın öğrenebiliyorsun. Dün şirk işlemişsen, bugün şirkten vazgeçebiliyorsun. Bir saat önce öyle inanırken, bir saat sonra yargıların değişebiliyor.

………Sizce Allâh sizi tekdüze yaratıp bırakıyor mu? Hayır, O her an tüm sıfatları ile yine takdir ediyor. Hayatınızda bir kere düşünmüyorsunuz. Bir kere merhamet görmüyorsunuz. Bir kere rızıklanmıyorsunuz. Hayatınızın her safhasında Yüce Allâh Bârî sıfatı ile sevgisini, merhametini, ilmini, şefkatini, esaslarını, hikmetini, güvenini, gözetlemesini, hükmünü, rızkını gönderiyor, “Kûn” (ol) diyor.

………Andolsun ki Allâh Bârî olmasaydı, bütün insanları İslam üzere yaratmazdı. O evveli, ezeli Alim’dir. Kimin kâfir, kimin mü’min olacağını önceden bildiği halde doğan bütün insanları İslam üzere yaratıyor. Yahudi çocuğu, Hristiyan çocuğu, müşrik çocuğu, zina çocuğu olsa bile İslam üzere doğuyor. Bu doğru yolda olmada bir avantajdır. Zeminin temiz olması, doğruyu yakalamakta bir kolaylıktır. Bu, Allâh’ın bir lütfudur.

………Andolsun ki, Allâh Bârî olmasaydı, seni rahmeti ve mağfireti ile kuşatıp, sana kitap ve peygamberini göndermezdi. Seni temize çıkarmak, seni uyarmak için, sana izzet vermek için, üzerindeki nimetleri artırmak için fırsatlar vermezdi.

………Andolsun ki, Allâh Bârî olmasaydı, bu kadar günah ve hatalardan sonra seni affetmezdi, sana bir daha rahmet ve hikmet kapılarını açmazdı. Seni bir daha nimetlendirmezdi.

………Hz. Mûsa (as) adam öldürdükten sonra asla seçkin bir kula dönüşmezdi. Hz. Yûnus (as) kendisine verilen görevden kaçtıktan, sonra asla seçkin bir kul olmazdı.

………Günahkâr kardeşim; Bu kadar hatalardan ve kayıplardan sonra bile olsa, dön. O Allâh ki, Bârî’dir. Buna iman et, ümitsizliğe düşme! Deme! “Bu kadar günahtan sonra hâlâ Allâh’ın yanında değerli olabilir miyim?” Emin ol ki; O Bârî’dir.

………Ve şöyle de: “Tüm buğdaylar içinde cins buğdayı var eden, tüm inekler içinde daha bol ve güzel süt veren inekleri yaratan, günahkâr insanların içinden hayırlı insanları seçen Allah’ım; Beni de insanlar arasından çıkan, seçkinlerden eyle. Sana güzel kulluk eden, şükreden, şahid, sadık, salih kullarından olmamı nasîp eyle. Sevdiğin, değer verdiğin, onur elbisesini giyen Müslümanlardan eyle. Ben herhangi, sıradan bir insan değil, özel bir insan olmak istiyorum. “Müslüman” olmak istiyorum.

………Bârî olan Allah’ım, sen beni temize çıkarmazsan ben kaybederim. Günahlarım ve hatalarım beni kuşatır. Allah’ım, Bârî olan Allah’ım; ben yeni bir karar almak istiyorum. Beni yarattığın gibi olan yaratılışıma, aslıma, özüme, fıtratıma dönmek istiyorum. Sen Bâri’sin Allah’ım. Bana yardımcı ol. Temize çıkmam için, iyileşmem için: En önemlisi de Beraât olmam için her aşamada bana yol göster, yardım et Allah’ım.”

………Parolamız; Yüce Allah’ın her sıfatının yanında El- Bârî olduğuna iman ettik. Lâ  Bâriye illâ El- Bârî. (Zeynep Işık)

………***************************************************

………EL BÂRİ’

………Allah (CC), Bâri`dir. Varlıkları; benzeri olmaksızın, bir kalıptan döker gibi ayıpsız ve noksansız, yokluktan varlığa çıkarandır. Esma-ül Hüsna ile ilgili en önemli yorumculardan biri olan El-Halimi, Kur`an-ı Kerim`de üç yerde geçen bu ismin iki mana taşıdığını söyler:

………Bismillahirrahmanirrahim

………Allah, Bâri`dir. Varlıkları; benzeri olmaksızın, bir kalıptan döker gibi ayıpsız ve noksansız, yokluktan varlığa çıkarandır.

………Esma-ül Hüsna ile ilgili en önemli yorumculardan biri olan El-Halimi, Kur`an-ı Kerim`de üç yerde geçen bu ismin iki mana taşıdığını söyler:

………İlk olarak, “Varlıkları, onlar hakkındaki bilgisine göre var etmesidir. O, herhangi bir varlığı var etmeden önce bilgi sahibidir. Yaratma anında O`na “Bedi” adı verildiği gibi “Bâri” adı da verilmektedir” diye bir tespitte bulunur.,

………Evet! Kur`an-ı Hâkim”de Haşr Suresi”nde hikmetle peş peşe zikredilen Hâlık-Bâri-Musavvir isimleri ile yaratmanın üç safhasına işaret edilir. Hâlık ism-i şerifi ile yaratılacak olan şeyin planının çizilmesi, takdir edilmesi safhasına vurgu yapılırken “ber” yani kısımlara ayırmak manasını taşıyan Bâri ismi ile ikinci safha olan planladığını uygulamaya işaret edilir.( Mevdudi: Tefhim-ul Kur`an)

………“Bir şeyin diğer bir şeyden kurtuluşu” anlamına da gelen “ber”den türeyen Bâri isminin mahlûkatın özünü afetlerden koruması manasına alınması da mümkündür. Hatta bu kelimeye takdir ve ilk yaratılış, metafizik âleminden fizik âlemine geçiş anlamını verenler de olmuştur.( İzzeddin Cemel: El-Esmaü`l Hüsna)

………Allah, Bâri`dir. Planladığını, kararlaştırdığını, takdir ettiğini tenfiz edip fiilen uygulama sahasına koyup vücuda getirir, yoktan var eder, yaratarak meydana getirir. Bediüzzaman Said-i Nursi, bu manaları teyit eden şu ifadelerde bulunur:

………“Her bir zihayat, çok isim ve sıfatların tecellisine mazhardır. Mesela bir zihayat vücuda geldiğinde Bâri isminin cilvesine mazhardır.” (Mesnevi-i Nuriye, 49)

………El-Halimi`nin Bâri ism-i şerifi hakkındaki diğer tespiti, “Eşyaları şekle, kalıba, modele sokabilir” şeklindedir.

………Evet! Canlıların hayatının muhafazası için yaratılan organların oluşumundaki unsurlardan tutun da organlara kadar her şeyde bir ölçü ve denge söz konusudur. Her âzâ ve organı özel ölçüsünde, kalıbında, ihtiyaçları giderebilecek yapıda faydalı, birbirine uygun ve yerli yerinde yaratmıştır. Bâri-i Teâlâ, her ferdin her âzâsına ayrı bir güzellik vererek tefekkür ehline mektuplarını okutur. Risale-i Nur da geçen bu cümle de konumuza ışık tutar mahiyettedir:

………“O iki mahlûkun (insan ve çiçek) âzâlarına ayrı ayrı hüsün ve ziynet vermekle; o sahifede Sâni ve Bâri isimleri gibi çok isimler yazılıyor.” (Sözler)

………Keremi ile her ayrıntıyı en mükemmel şekilde yaratan, ikram eden Rabbimiz bir ayetinde şöyle buyurur:

………Ey insan! Nedir, Kerim Rabbine karşı seni aldatan? O Rab ki seni yarattı, ardından düzgünleştirdi ve (âzâlarını) denkleştirdi ve dilediği surette seni terkip etti.” (İnfitar/6-8)

………Ayeti ayet ile tefsir etme sırrı ile bu ayet-i kerimede Hâlık-Bâri-Musavvir isimlerine bir işaret olduğu yorumu yapılmıştır. Takdir etmek, Hâlık; düzgünleştirmek ve denkleştirmek, Bâri; suret vermek ise Musavvir isimlerinin icraatı olduğu unutulmamalıdır. Kur`an-ı Kerim`in beyanına göre Bâri vasfının daha hususi ve canlılarla ilgili bir yaratmayı ifade ettiği anlaşılmaktadır.

………Bâri-i Teâlâ`nın düzeni sadece fertlerle sınırlı olmayıp her ferdin görevi ve faydaları, genel düzeni ve gayeyi netice verecek bir yapıdadır. Yani cüzde ahenk bulunduğu gibi cüzlerden meydana gelen külde de aynı ahenk bulunur. Kâinatta öyle bir uyum var ki bütün eşya birbirinin ihtiyacına cevap verme, yardımlaşma, dayanışma ve alaka içindedir.

………Bâri-i Teâlâ öyle bir yaratıcı ki varlıkları, temiz ve sağlam bir nizam üzere seçip düzenleyerek ve tamamlayarak birbirinden farklı özelliklerle yaratır. Bu isim yaratılışın tekâmül mertebelerindeki icatları ifade eder.( Elmalılı Hamdi Yazır: Hak Dini Kur`an Dili)

………Kur`an-ı Kerim`de Haşr Suresinden başka Bakara Suresinde ki bir ayette de Bâri ismi şöyle geçer:

………Hani bir zamanlar Musa kavmine, “Ey kavmim! Buzağıyı (ilah) edinmenizle muhakkak ki siz kendi nefislerinize zulmettiniz. Hemen Bâri`e tevbe edin. Artık nefislerinizi öldürün. Bu Bâri katında sizin için daha hayırlıdır” demişti. Böylece O tevbenizi kabul buyurdu. Muhakkak ki O, Tevvab`dır ve Rahim`dir.” (Bakara / 54)

………Bu ayet-i kerime, Hz. Musa (AS)”nın Tur Dağında iken kavminin ziynet eşyalarıyla ve belli bir düzenekle ses çıkarabilecek bir şekilde bir buzağı yapıp tapınmaya başlamalarıyla alakalıdır. Tur Dağından dönen Hz. Musa (AS), yukarıdaki ayet-i kerimede olduğu gibi kavmine Bâri ismi ile tevbe etmelerini istemiştir.

………Allah-u Teâlâ`nın ezeli kelamında yer verdiği bu hitaptaki Bâri ismi hikmetle seçilmiş olmalı. Tevhit mücadelesi veren her peygamber gibi Hz. Musa (AS) da kendi kavminin hastalıklarını tedavi etmeye çalışmıştır. Mısır`da revaçta olan heykelcilik sanatından ve putperestlikten etkilenmiş olan ve böyle bir sapıklıkta bulunan kavmini irşat ederken en düzgün ve yoktan yaratanın Allah olduğunu Bâri ismini iki defa zikrederek hatırlatmıştır.

………Bizler de Hz. Musa (AS)”nın “Akılları hayretlerde bırakan Allah`ı tesbih ve takdis eylerim” sözünü bütün kuvvetimizle söyleriz.

………Elhamdulillahi Rabbil Âlemin! (Nevin Yapıcıoğlu)

………*********************************************************************

………EL BÂRİ’

………Işıl’ın şakasının ardından gelen ciddi söyleşimizden sonra yaratılanlara bakış açımız farklılaştı. Etrafımızdaki her şeye daha dikkatli bakmaya, üzerinde düşünmeye ve o şeye, birbirimizin dikkatini çekmeye başladık. Kimimiz gökyüzüne bakıyor, bulutları seyrediyor kimimiz ayaklarımızın altındaki Bursa’yı seyrediyorduk. Bazı arkadaşlar, birbirlerine, ilk defa görüyormuş gibi bakıyor bazıları da çevredeki çiçekleri inceliyordu. Düşündükçe ve konuştukça; mesele, gittikçe derinleşiyor, inceliyordu. Herkes ince eliyor, sık dokuyordu. Âlimin dediği gibi kâinat kitabını okuyordu.

………Birkaç genç Bediüzzaman’a, yani zamanın en iyisine gelerek, devrin değişmesinden, artık okullarda din ağırlıklı derslerin okutulmadığından yakınmışlar:

………“Biz, yolumuzu nasıl bulacağız? Allah’a nasıl varacağız? ” gibi sözler etmişler. O da:

………“Kâinat kitabını okuyun! ” demiş.

………Çocuğun biri, kendisini rahatsız hissetmeye başlamış. Hayattan zevk alamaz bir halde, son derece mutsuz görünüyormuş. Annesi:

………“Yaratılanlara tefekkürle bakmadığından olabilir mi? ” diye sormuş.

………Gerçekten de öyleymiş. Son zamanlarda, baktığı yaratıklar üzerinde düşünmez olmuş. Herkes gibi, öylesine bakıp geçiyormuş.

………Allah, her şeyi bizim için yaratmış. Kiminden maddi faydalar sağlamamız, kimini seyrederek mutlu olmamız için. Allah onları da, onları görecek gözü, üzerinde düşünecek beyni de vermiş. Tefekkür de gözün şükrü olsa gerek. Allah’ın; neyi, nasıl ve ne için yarattığını düşünen, aklı noksan değilse, düşüncenin sonunda Allah’a daha yakın olduğunu, O’nu biraz daha tanıdığını, eskisinden daha çok sevip, mutlu olduğunu hisseder ve şükreder. Mutlu olmak için, yaratılanlara boş bakmamak gerekir.

………Bu düşüncelerin içinden sıyrıldığımda, Orçun’un gökyüzüne bakmakta olduğunu fark ettim. Az önce Nihat bulutları seyrediyordu. Şimdi de o…

………“Orçun, orada ne gördüğünü, ne hissettiğini anlatsana bize! Nihat, sen de bulutları seyrediyordun. Sana ne anlatıyor, baktığın yer? ” Orçun:

………“Gökyüzünde kıpır kıpır olduklarını, dans ederek uzaklaştıklarını görüyorum. Boyuna şekil değiştiriyorlar. Bana, el ele tutuşarak, bir halk oyunu oynuyorlar gibi geliyor. Hani hep birlikte hareket ederek, çeşitli pozisyonlar alarak, halden hale geçen tablolar oluştururlar ya; resmedilse, her karesi farklıdır. Aynen öyle… Bir de renkleri büyülüyor beni. Gökyüzü, genellikle bu renk… Yani açık mavi… Onlar, genellikle beyaz… Fakat bazen yeşilimsi, sarımsı bazen kızıl… Rengârenk oldukları zamanlara da rastladım. Gökyüzüyle ne kadar uyumlular! Aralarında kıpkırmızı veya kapkara bir şey yok. Açıksa, hepsi açık; koyuysa, hepsi koyu… Bazen de gökyüzü füme rengi oluyor. Bulutlar da gri veya beyazın tonları… Bazen de gökyüzü aniden değişiyor; bir felakete gebe gibi, sararıyor, kızarıyor. Ardından korkunç bir fırtına, sonra bardaktan boşanırcasına bir yağmur geliveriyor! Sonra öfkesi diniyor, hiçbir şey olmamış gibi güneş açıyor. Allah’ın, çeşit çeşit işleri var.” diye, düşüncelerini dile getirdi. Ardından Nihat:

………“Bulutlar bana diyorlar ki: “Allah, bizi boşuna yaratmadı. Yarattı ve insanların seyretmesini arzu etti.” Düşünüyorum, hak veriyorum. İsteseydi, hava gibi görünmez yapardı da biz, yeryüzüne inen suların nereden geldiğini, bu işin nasıl olduğunu kolayca tahmin edemezdik. Ancak bir düşünür akıl yürütür de isabet ettirirse veya bir âlim ispatlarsa, aklımız yatabilir, belki hâlâ içimizde, az da olsa bir şüphe kalırdı. Oysa suyun halden hale geçmekte oluşu, ne kadar bariz! Yağmurun oluşumunu, küçük bir çocuk bile anlayabilir. Basit gibi görünen bu olayda; Allah’ın gücü, apaçık ortada! Buharlaştığını ve yükseldiğini net olarak görememiş olsak bile, bulut haline geldiklerinde, film gibi seyrediyor, Allah’ın kudreti karşısında aczimizi bir kere daha anlamış oluyoruz. Tonlarca suyu, tüy gibi uçuruyor, kilometrelerce yükseltiyor, indiriyor; gökyüzünde bir uçtan bir uca gezdiriyor… Hiçbir şeyin zor gelmediği gibi, O’na bu da zor gelmiyor.” diyerek, aklından geçenleri anlattı.

………“Mahir, sen de çiçeklikteki çiçekleri seyrediyordun. Haydi, sen de anlat, nasıl tefekkür ettiğini, bari! ”

………“Ben Bari değilim. Olmam, asla! .. Bari olan, Allah’tır.”

………“Laf oyunu yapma! Bilgiç şey, sen de! Anlat, haydi! ”

………“Heidi de değilim. Mahir’im! ”

………“Mahirsin, biliyorum. Her işte mahir…”

………“Söyle, söyle! Gerisini de söyle! ”

………“Anlayan anlamıştır. Anlayan, anlamayana anlatsın! ”

………“Gerisinde de bir sıfatın hatalı kullanımı var. Tahir, temiz demek. Taharet’ten gelir. ‘Taharet’; ‘temizlik, abdest bozan şeylerden biri bulunmayan anlamlarına gelir. Orada sıfatla özel isim arasında da tezat var. Bir musiki makamı da aynı adla adlandırılır. Tahir makamı… Mutlaka duymuşsunuzdur.”

………“Hem Mahir’le Tahir’in uyaklı olmasına, hem de durumla zıtlık teşkil ettirilerek, komik bir hale getirmeye çalışılmış ve başarılmış.”

………“Harika sözlerimiz, değimlerimiz, atasözlerimiz var! ”

………“Dalgacı! Haydi, sadede gel! ”

………“Çiçeklere bakıp tefekkür ederken, Saadet’e değilse de mutluluğa geldim.”

………“Neler düşündürdüler, sana? ”

………“Neler düşündürmediler ki! Ey, Bari olan Allah’ım! Ne kadar güzel yaratmışsın evreni! Her şeyde mutlaka bir güzellik saklı! Çiçeklerdeyse, güzelliğin apaçık! Yarattığın, bu kadar güzel! Ya Sen ne kadar güzelsin, kim bilir! ..”

………“Mahir, ‘Bari’; ‘yarattıklarını, temiz ve sağlam bir nizamda yaratmak, olgunlaştırmak, her birine farklı özellikler ve güzellikler vermek’ demek değil mi? ”

………Söylediğim gibi, Allah’ın adlarındandır. ‘Örneksiz yaratan’, demektir. Yarattıklarını, kendi aralarında ve çevrelerine uyumlu yaratır. Kâinata bakıldığında, her göze çarpan tablonun, tek bir ressam elinden çıktığı apaçık ortadadır. Hiçbir şey, diğerleriyle uyumsuzluk içinde değildir. Her yaratılan ve yaratılanların tümü, farklı puzzlelerdir. Bir puzzlenin parçaları, diğerine uymaz. Bir parçasından, hangi puzzleye ait olduğu kolayca bilinir. Yaratılanlar, görünüş itibariyle olduğu gibi, işlev ve yarar yönüyle de iç, dış ve topluca uyum içindedirler. Her yaratılan, birbirine lâzım ve onlarla uyumludur. Hepsi, birbiri içindir.”

………“Allah’ın Bari ismi, Kuran-ı Kerim’de, Halik ve Musavvir’le bir arada geçiyor.”

………“Evet. Üç yerde geçer.

………O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar Onun şânını yüceltmektedirler. O, gâlib olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.” (Haşr/24)

………Bakara Suresi’nin 54. Ayeti’nde de, Tevvab ve Rahim isimleriyle beraber geçer.

………{“Onun için Yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün. Öyle yapmanız Yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi kabul etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabul eden ancak O’dur.” (Bakara/54)}

………En güzel isimler O’nundur. Var eder, her bir varlığa farklı bir suret verir. Hem de örneksiz ve yoktan var eder.

………Yaratış yönünden, üç sıfatı vardır: İbda, Halk ve Tedbir… ‘İbda’, ‘yoktan var etmek’ demektir. ‘Halk’, ‘bir şeyden var etmek’… ‘Tedbir’, ‘evrende her yaratılanı idare etmek’ demektir. Göklerde ve yerde ne varsa, her şey Allah’ı yücelterek tespih eder. Hüküm ve hikmet sahibidir.”

………“Bârî, Berae kökünden geliyor. Yani, Yaratıcı demek… İcat etmek değil ama… Takdir etmek ve yoktan var etmek… Tabi ki sadece Allah’a mahsus…”

………“İnşa etmek anlamında da kullanılır. Takdir ederek icat etmek… Tabi ki sadece Allaha mahsus… Öyle bir yaratış ki yaratılanlar temiz ve sağlam bir şekilde var edilmiş. Her biri özgün ve mükemmel…”

………“Bir de ‘Bedea’ fiil kökünden gelen bada var. İcat etmek, örneksiz yaratmak… Hem de aletsiz, zamansız ve mekânsız icat etmek… Kaynaklarda böyle anlatılmış.

………Bana da çiçekler, cenneti hatırlatıyor. Göz zevkimiz düşünülmüş. Her biri farklı giysiyle, yeryüzü defilesinin podyumunda boy gösteriyor. Stilist, son derece başarılı; modeller özgün, renkler birbirinden güzel! Her çiçeğin giysisi, farklı kesimde, renk ve desende… Her yaprak özgün… Bir bitkinin yaprağı, başkasınınkine benzemez. Bir yaprağını gören, onu tanıyabilir. Bir de kokuları, tatları var. Onlar da farklı… Naneninki başka, maydanozunki başka… Sadece göz değil, kör dil bile ayırabiliyor. Anlatmakla biter mi Allah’ın yaratıcılığındaki özellikler?

………Göz, göze benzemez; ses, sese benzemez. Parmak izlerinden kimlik tespit ediliyor. Biri diğerine benzemiyor. Ya kar taneleri? Akıllara zarar! .. Sayısız güzellik ve sayısız farklı özellik… Bu nasıl bir sanattır! .. Subhanallah! ”

………“Subhanallah’ın anlamı ne? ”

………“Subhanallah; Allah’ın, noksanlardan uzak olduğu ve kemal sıfatlarla sıfatlandığı anlamındadır. Hani beş vakit namazdan sonra bir Ayet-el Kürsü okunur ve tespih çekilmeye başlanır ya… O zaman, önce ‘Subhanallah’ çekilir.”

………“Biliyorum. Otuz üçer defa… Sonra Elhamdülillah, daha sonra da Allahu Ekber…”

………“Sonra ne yapılır? ”

………“Üç İhlâs, bir Fatiha okunur ve dua edilir.”

………“Hani derler ya: “Bilmediği beş vakit namaz, onu da şeytan bırakmaz! ” sen de öylesin, aslında…”

………“Öyle deme ya! Ruhum huzur bulmuyor ki! İçimde bir savaş var, heyecanı beni mahvediyor! ”

………“Biliyorum. Dışa da vuruyor ve Işıl Hanım, millete damga vuruyor.” diyerek güldüm. Define:

………“A! Vallahi unutmuştum! Zinhar unutturma bana, Semiray! Işıl’dan alacaklıyım. Bire bir hakkım var. Mutlaka kullanmalıyım ama mutlaka! ..” dedi, Işıl’ın yalvaran bakışlarını görmezlikten gelerek, o umursamaz tavrıyla. Kızcağız:

………“Dede…” diyebildi.

………“Dede mede yok! Allah yaratmış demeyeceğim! Cezanı kestim! ” Neşe:

………“A! Şuraya bakın! Bunlar, yağmur sonrası çıkıyorlar. Nemli yerleri seviyorlar. Zavallı çiçeğin yapraklarını delik deşik etmiş! ” diyerek çiçeğin birisini gösterdi.

………Adını bilmediğim bir çiçekti. Uzun ve geniş bir saksının her yerinden aşağıya sarkmıştı. Sarmal yapraklıydı. Salyangozun birisi, saksının içinden çıkmış, duyargalarını oynatarak yavaş yavaş ilerlemekte, gerisinde sümüksü bir madde bırakmaktaydı.

………“Ne kadar güzel renkleri var! Deseni de harika! ” dedim.

………“Her şeyin bir düşmanı var. Bazı çiçeklerin düşmanı tırtır, böylelerinin de o! ” dedi, İlkan. Herkes ona bakıyordu ve herkes birden konuşuyordu.

………“Acelesi yok. Yiyeceği hazır. Allah, el kol vermemiş ya… Hazırcı seni! ”

………Evi de sırtında…”

………“İşi yolunda, sepeti kolunda…”

………“Hiçbir şey umurunda değil… Yağmur yaş, yaz kış…”

………“Kaplumbağa gibi ayak ağrısı da çekmez bu! ”

………“Ya kırkayak ne yapsın? ”

………“O, sadece kendisini taşıyor. Bir de evini yüklenseydi? ”

………“Ona neden kırkayak verilmiş? ”

………“Kırk değil ya! Sözün gelişi…”

………“Bir hikmeti vardır, mutlaka. Allah bilir. Belki de ibret için…”

………“Sana mı verilseydi? İki bacağını nereye koyacağını bilemiyorsun, ikide birde ayağıma basıyorsun. Bir de kırkayak olsaydın, sağlam ayak kalmayacaktı hiç birimizde! ”

………“Oğlum, onu bırak! Babam iflas ederdi! Bir çift ayakkabı, iki ay dayanmıyor, bana! ”

………Salyangozdan girdiler, kırkayağından, kertenkelesinden çıktılar! Bir de bukalemundan bahsettiler. Bulunduğu ortama uyumundan… Allah, onu da öyle gizlemiş, düşmanlarından. Kamuflaj harikası!

………Sonunda, Nihat bir gazete alıp geldi. Bulmacasını çözmeye başladı. Mahir’in de kelime haznesi geniştir. O da eğildi, üstüne… Işıl da… Kızlar, makyajdaki uyumdan bahsetmeye başladı. Herkes kendi âlemindeydi. Gruplar, kendi aralarındaki konuşmaların konularına adapte olmuştu. Bir süre sonra Define:

………Işıl, ceketin yeni mi? ” diye sordu.

………“Değil, dede! Temiz giyerim ben. Kaç senelik! ” dedi Işıl.

………“Cebinde ne var, senin? ”

………“Bilmem! Hangi cebimde, dede? ”

………“Şu cebinde… Sağ… Ceviz mi ne? ”

………“Yok artık! Cebimde ceviz…” diye elini cebine daldırmasıyla feryadı basması bir oldu!

………“Ay! .. Bu da ne? ” diye havalara sıçramaya başladı! Pis bir şey! İğrenç! Yapış yapış! Soğuk! Ne yapacağım şimdi, ben?

………Dede, sakin sakin piposunu ağzına götürerek:

………“Hiç! ..” dedi. Salyangoz…”

………Herkes tiksindiğini belirten ani bir hareket yaparak, farklı sesler çıkardı. Kızcağız, ne yapacağını şaşırdı. Ne çantasını açabiliyor ne mendil çıkarabiliyor! Lavaboya koşmayı da akıl edemiyor, yılan sokmuş gibi bağırıyordu! Define keyfini çıkarmaya başladı:

………Tiksinmeyin, canım! Abartmayın! Cilt için faydalıdır. Rimele mimele benzemez. Yapıştı mı çıkmaz. Allah’ın en temiz yaratığı! Her an gömlek değiştirir. Ceketini ne zaman çıkaracaksın, Işıl’cığım? Onunla mı dolaşacaksın? Onun evi var. Cebinden de emin…”  (Onur BİLGE – BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ)

………*********************************************************

………BÂRİ’ İSMİNİN BİZE YÜKLEDİĞİ GÖREV VE SORUMLULUKLAR;

………1 – Allah, el-Bârî ismiyle gerçek Müslümanları kafirlerin hilelerinden ve tuzaklarından koruyacaktır:

………“Ey iman edenler! Sakın siz de Musa’ya eziyet edenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu, dedikleri şeylerden temize çıkardı, beri kıldı. O, Allah’ın yanında şerefli idi.” (Ahzab/69)

………Rabbimiz kendisi bütün eksik ve noksan sıfatlardan münezzehtir. Gerçekten katında şerefli olan kullarını ise kâfirlerin ve müşriklerin söylediği şeylerden uzak kılacak, onları temize çıkaracaktır. Nitekim Rabbimiz Hz. Musa’yı onların söylediklerinden beri kıldı. Hz. Yusuf u yedi yıl sonra bile olsa iftiralardan temize çıkardı. Peygamberinin sevgili eşi Hz. Aişe’nin temiz ve iftiralardan uzak oluşunu vahiyle bildirdi.

………Bizler de peygamberlerin ve ashabın yollarını takip ettiğimiz sürece Allah katında şerefli bir konuma ulaşacağız. Allah, katında şerefli olan bir kulu, dünyadayken rezil-rüsvay etmez. Bütün komplolardan, tuzaklardan, iftiralardan, kara lekelerden onu korur. Sıkıntı verse de sonunda mutlaka yüzünü temize çıkarır, alnındaki kara lekeleri siler, yok eder.

………2 – Allah kâfir ve müşriklerden beri olduğunu ilan etmiştir. Bizden de onlardan beri olduğumuzu ilan etmemizi istemiştir:

………“Bu, hacc-ı ekber gününde Allah ve Resulünden insanlara kesin bir bildiri ve ültimatomdur: Allah ve Rasulü müşriklerden beridir, uzaktır… ” (Tevbe/3)

………el-Bârî ismiyle öğrendiğimiz şeylerden biri de budur. Nasıl ki, Allah ve Resulünün kafirlerle, müşriklerle bir bağı yoktur, bizim de olmayacaktır, olmamalıdır. Onlara itaatten ve onlarla dostluk kurmaktan beri olmalıyız. Onların taptıkları ilahlardan ve putlaştırdıkları değerlerden uzak olmalıyız. Rabbimiz bize onlarla uzlaşmayı değil, onların karşısında yer almayı emretmiştir:

………“…De ki, O ancak bir tek ilahtır. Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım.” (En’am/19)

………Öyleyse bizler de yeryüzündeki bütün sahte ilahlara, onlardan beri olduğumuzu ilan edeceğiz. Rabbimiz bize bunu emretmiş, ayrıca bizi “En güzel örnekler” ile desteklemiş, bize yol göstermiştir:

………“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz! Siz bir tek olan Allah’a iman edinceye kadar, bizimle sizin aranızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir… ” (Mümtehine/4)

………Kâfirlerle ve müşriklerle aramızda bir sevgi veya dostluk bağı olmamalıdır. Onlar ne zaman ki, tek bir Allah’a iman ettiler, o zaman bizim dostlarımız ve sevdiklerimiz olurlar. Ama o güne dek aramızda kesin bir düşmanlık, öfke ve kin vardır. Bu şartlar altında onlarla dostluk ilişkisine girmemiz mümkün değildir.

………“Allah inananlara Firavunun eşini örnek olarak gösterdi. Hani o: “Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap. Beni Firavundan ve onun kötü amelinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar.” demişti.” (Tahrim/11)

………Hz. Asiye zayıf ve zavallı bir konumda iken işkence ve zulüm altındayken kocasının gücünü, kuvvetini ve acımasızlığını en iyi bilirken bu sözleri söyledi. Zulmün sarayında Allah’a iman eden sadece kendisiydi. Buna rağmen gizlenmedi, saklanmadı. Kendisinin Firavunun amelinden beri ve uzak olduğunu herkese söyledi. Zalim ve kâfir bir eşle arasındaki bağı iman bıçağıyla kesti, kopardı.

………3 – Kâfirlerden beri olduğunu ilan etmeyen kimseler kıyamet gününde onlardan uzak olmak isteyecekler ancak bu beraetin kendilerine hiçbir faydası olmayacak:

………“Sakın zulmedenlere meyletmeyin, sonra size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım göremezsiniz.” (Hud/113)

………Dünyadayken müşriklerin ve kâfirlerin yanlarında yer alanlar, onlara dalkavukluk yapanlar var ya, onlar bu yaptıklarının ahirette hiçbir faydasını görmeyeceklerdir. Elde ettikleri tek şey, ateş olacaktır.

………“İşte o zaman görecekler ki, kendilerine uyulup arkalarından gidenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar. İki taraf da azabı görmüştür. Nihayet aralarındaki bütün bağlar kopup parçalanmıştır.

………Onlara uyanlar şöyle derler: “Ah, keşke dünyaya bir kez daha dönmemiz mümkün olsaydı da, onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar.” (Bakara/166-167) (Dr. Ramazan Sönmez – el Esmaü’l-Hüsnâ)

………Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

………Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 

 

 


Viewing all 327 articles
Browse latest View live